Kategori: Prof. Dr. Rıdvan Karluk

  • Terörle Mücadele İçin Ulusal Bildiri

    Terörle Mücadele İçin Ulusal Bildiri

    Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi (BİLGESAM), “Terörle Mücadelede Toplumsal Algılar” raporunu 12 Eylül 2012 tarihinde düzenlediği basın toplantısıyla kamuoyuna açıklamıştır.
    Terör olaylarının hızla tırmanış gösterdiği, neredeyse her gün şehit haberleri ile güne başladığımız bir ortamda bu raporun yayınlanması çok önemlidir.
    BİLGESAM Başkanı kıymetli dostum Doç. Dr. Atilla Sandıklı’yı, bu kapsamlı raporun hazırlanmasını sağladığı için kutluyorum.
    Terör ve terörizm konusu kamuoyunda çok tartışılmakta, aynı zamanda farklı anlamlara da çekilmektedir. Kökünü Latince “terrere” (korkutmak) sözcüğünden alan terör, korkudan dehşete düşmeye sebep olma anlamına gelir. Bu kelime Dictionnarire de I’Academie Française’nin 1789 yılında yayınlanan ekinde yer almıştır.
    Türkçedeki karşılığı “yıldırma, korkutma” olan terör kelimesi, Fransızca Petit Robert sözlüğünde toplumda bir grubun halkın direnişini kırmak için meydana getirdiği ortak korku olarak açıklanmıştır.
    3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nun 1’nci maddesinde şöyle tanımlanmıştır. “Terör; cebir ve şiddet kullanarak; baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle, Anayasada belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasi, hukuki, laik, ekonomik düzeni değiştirmek, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, Devletin otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girilecek her türlü suç teşkil eden eylemler.”

    BİLGESAM’ın, 23-26 Ağustos 2012 tarihlerinde internet yoluyla gerçekleştirdiği anket sonucunda (2922 kişilik örnekleme) hazırladığı rapor; Türkiye’de Türklerle Kürtlerin beraber yaşama isteği, KCK tutuklamaları, demokratik açılım süreci, terörle mücadelede hükümet politikaları, PKK terör örgütüne sağlanan dış destek, sınır ötesi harekâtlar, terörün bölgedeki etkileri, Kürt sorununun çözüm seçenekleri başlıklarında farklı toplum kesimlerinin algılarına ışık tutmaktadır.
    Rapor, ülkenin en önemli gündem maddesi olan terörle mücadele ve demokratik açılım sürecinin toplumda nasıl algılandığını; öğrenim durumu, oy verilen siyasi parti, ikamet edilen il ve mezhep farklılıkları temelinde ortaya koymaktadır. Rapor’un özeti aşağıdadır.
    “Türklerle Kürtlerin Türkiye toprakları üzerinde ortak bir geleceği olduğuna inananlar Türkler arasında %70 düzeyinde iken aynı oran Kürtler arasında %90 ile çok daha yüksektir.
    Çalışmada farklı bir soru ile Kürtler ve Türkler arasındaki sosyal mesafe de ölçülmüştür. Bu ölçüme ait bulgular incelendiğinde; Türkler arasında, Kürtlerle beraber yaşama konusunda isteklilik ortaya koyan (akraba ve komşu olmak isteyen) Türklerin oranı %24 iken, Kürtlerle birlikte yaşamak istemeyenlerin oranı yine %24 düzeyindedir.

    Kürtlerin aynı soruya cevaplarına bakıldığında, Türklerden çok farklı ve çok daha olumlu bir tablonun ortaya çıktığı görülmektedir. Kürtler arasında Türklerle beraber yaşamak istemeyen kişilerin toplam oranı %2,4’dür ve bu oran Türkler arasında Kürtlerle birlikte yaşamak istemeyenlerin oranının (%24) onda biri kadardır.

    Türklerle beraber yaşama konusunda isteklilik ortaya koyan (akraba ve komşu olmak isteyen) Kürtlerin oranı %78 düzeyindedir ve bu oran oldukça yüksektir. Bu gruptaki insanlarda yaklaşık her yedi kişiden altısı (%67) Türklerle evlilik yoluyla akraba olmak istediğini ifade etmektedir.

    Bulgulara daha genel bakıldığında; Türklerle Kürtler arasında hissedilen sosyal mesafe anlamında çok büyük bir kırılma mevcuttur ve Türkler arasında her dört kişiden birisi Kürtlerle aynı mahallede veya Türkiye topraklarında beraber yaşamak istemediğini ifade etmektedir.

    Türklerle Kürtlerin ortak geleceğine en olumlu bakış ve en düşük sosyal mesafe her iki kesimde de AKP seçmeninde, en olumsuz bakış ve en yüksek sosyal mesafe MHP ve BDP seçmenindedir. Her iki kesimde de, lise mezunlarında diğer kesime karşı hissedilen sosyal mesafe ve kutuplaşma daha yüksektir. Bunun yanında terörün yaşandığı illerdeki Türkler Kürtlerle beraber yaşama konusunda batı illerinde yaşayanlara göre daha olumlu düşünmektedir.
    Bu noktada, her iki kesim içinde de beraber yaşama ve ortak gelecek konusunda %70’in üzerinde üst düzeyde bir mutabakat bulunmakla birlikte, milliyetçi söylemleri ve kimlik kavramını daha fazla öne çıkaran kesimlerde ortak gelecek konusundaki endişelerin daha yüksek olduğunu vurgulamak gerekmektedir.”
    Rapor’dan çıkan sonuç şudur: Kürt ve Türk kökenli Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları arasında bir sorun yoktur. Sorun, PKK ile Türkler ve Kürtler arasındadır.
    Rapor’un tamamını aşağıda verdiğim linki tıklayarak okumanızı ve de Terörle Mücadele İçin Ulusal Bildiri’yi imzalamanızı öneririm.
    TERÖR
    TerTerörle Mücadele İçin Ulusal Bildiri Metni
    • Hangi haklı gerekçeye dayanırsa dayansın herhangi bir siyasi, hukuki, ekonomik ve sosyal talebin şiddet ve terör yolu ile elde edilmeye çalışılması; bu yöndeki girişimlerin desteklenmesi, teşvik edilmesi ve mazur gösterilmesi kabul edilemez.

    2. PKK terör örgütü sorunu ile Kürt sorunu ayrı sorunlardır. PKK terör örgütü başta Kürt vatandaşlarımız olmak üzere tüm vatandaşlarımızın güvenliğini, hak ve özgürlüklerini tehdit eden bir güvenlik sorunudur. Terörle mücadele, insan haklarına saygı sınırları içinde, çağcıl hukuk sistemlerine uygun ve kararlı bir şekilde yürütülmelidir.

    3. Gelinen noktada Kürt sorunu, diğer vatandaşlarımızın sorunları ile birlikte çağcıl devlet olma sorunudur. Bu sorun çağcıl devlet olma vizyonu çerçevesinde AB’ye giriş sürecinde gerçekleştirilen reformların geliştirilmesi ile çözülebilir. Çağcıl hukuksal normların ve kurumsal yapıların oluşturulması için kısa süre içinde yeni bir anayasa yapılması hayatidir.

    4. Bölgeler arasındaki ekonomik dengesizlikler etkin ekonomi politikaları ile giderilmelidir. Terörün yoğun olarak yaşandığı bölgelerde güvenlik mutlak surette tesis edilmeli, yatırımların önü açılmalı, ekonomik teşviklerle sonuç alınması sağlanmalı ve işsizlik oranları düşürülmelidir.

    5. PKK terör örgütüyle mücadele, partiler üstü bir anlayış ve her türlü siyasi mülahazanın dışında tutularak topyekun biçimde yürütülmelidir. Terörle mücadele; hükümetin, TBMM’de temsil edilen veya temsil edilmeyen tüm siyasi partilerin, sivil toplum kuruluşlarının, toplumun her kesiminin, özellikle gençlerin ve kadınların ortak bir sorumluluk anlayışı çerçevesinde birlikte ve uyum içerisinde hareket etmeleri ile etkin şekilde gerçekleştirilebilir.

    6. Terörle mücadelede başarılı olmak için etkili bir dış politika ve uluslararası işbirliği zorunludur. Aynı savunma sistemi içinde yer aldığımız ülkelerin terörle mücadeleye etkin destek vermesi için girişimler artırılmalıdır. Teröre destek verdiği tespit edilen ülkelere yönelik gerekli yaptırımlar uygulamaya konmalıdır. Uluslararası her türlü örgüt ve platformda Türkiye’nin terörle haklı mücadelesi anlatılmalı ve destek sağlanmalıdır.
    • Bu mutabakat metnini imzalıyor ve metinde yer alan maddeleri onaylıyorum.

  • Türkiye Mankurtlaşıyor mu?

    Türkiye Mankurtlaşıyor mu?

    Gaziantep’teki korkunç katliamın ardından gelişen olaylar karşısında Türk toplumunun göstermiş olduğu tepkiyi iyi değerlendirebilmek amacıyla kendi kendime şu soruyu sordum.
    Acaba mankurtlaşıyor muyuz?
    Mankurt sözünü dünya edebiyatına kazındıran Kırgız yazar Cengiz Aytmatov’tur.
    Aytmatov, bir toplumun en büyük yıkımının mankurtlaşması olduğunu 1980 yılında yayınlanan Gün Uzar Yüzyıl Olur (Gün Olur Asra Bedel) adlı eserinde Nayman Ana söylencesinde yazmıştır.
    Mankurt, efendisine sadık, onun sözünden asla çıkmayan, başkalarını dinlemeyen, karnını doyurmaktan başka bir şey düşünmeyen biridir.
    Günümüzde sosyal kimlik değiştirme ve köküne yabancılaşma temalarını karşılayan bir terim olarak sosyal psikolojide yer almıştır.
    Savaşta esir düşen ve köle olan tutsakların, zamanla kendilerinden intikam alabilir düşüncesiyle bu kişiler hakkında önlem almak gereği ortaya çıkmıştır. Bunun için, tutsağın ilk olarak saçları kazınır ve yeni kesilen devenin derisi başına kaplanır.
    Buna “şire” denir.
    Kayıştan bir bağ ile deve derisi tutsağın başına sıkıca bağlanır. Tutsağın ayakları ve kolları da kazıklara bağladıktan sonra güneşin altında bırakılır.
    Taze deri kurudukça kafatasını kıracakmış gibi sıkar. İnsana dayanılmaz acı verir. Büyüyen saç kuruyan deriyi geçemez, geri dönerek baş derisini iğneyle sokar gibi deler, tüm sinir sistemini öldürür, hafızayı tamamen yok eder.
    Bu işkenceden bir hafta veya on gün sonra tutsak ölür.
    Sağ kalırsa adını, bütün geçmişini unutur. Bundan böyle, sahibinin dediğini yapan, şuurlu hareket edemeyen, düşüncesiz, duygusuz, ama güç ve kuvvet sahibi bir mankurta dönüşür.
    Toplumu mankurtlaştırmanın yöntemlerinden biri, toplumun önüne gerçek dışı sorunlar koyarak onu oyalamak ve kendine dönüp bakmasını engellemektir.
    Bu işi dışarıdan düşmanlar, içerden onların işbirlikçileri yapar.
    Böylece toplum hayali sorunları tartışırken bir türlü kendi gündemine gelemez ve kendi sorunlarını göz aradı eder. Bunun sonucunda da türlü tehlikelerle karşı karşıya kalır.
    Türkiye’de son iki haftadır cereyan eden olaylar bir mankurtlaşma değil de nedir?

    İşler Nasıl Gidiyor?

    Kafese beş maymun koymuşlar. Ortaya da bir merdiven. Kafesin tepesine iple muzlar asılmış.
    Bu durumu gören maymunlar, şüphesiz asılı muzları yemek isteyeceklerdir.
    Herhangi bir maymun muzlara ulaşmak istediğinde, dışarıdan üzerine soğuk su sıkılır.
    Sadece merdiveni çıkmaya çalışan maymun değil, diğerleri de soğuk sudan nasibini alır.
    Bütün maymunlar denemeler sonunda sırılsıklam ıslanırlar. Bir süre sonra muzlara doğru hareket eden maymun diğerleri tarafından engellenmeye başlar.
    Sonra maymunlardan biri dışarı alınıp, yerine yeni bir maymun (M1) konulur.
    M1’in ilk yaptığı iş muzlara ulaşmak için merdivene tırmanmak olur. Fakat diğer dört maymun buna izin vermez ve yeni maymunu döverler.
    Daha sonra ıslanmış maymunlardan biri daha yeni bir maymun (M2) ile değiştirilir.
    M2 de merdivene yaptığı ilk atakta dayak yer. M2yi en şiddetli döven ise kafese giren M1’dir.
    Islak maymunlardan üçüncüsü de değiştirilir. M3, ilk atağında cezalandırılır.
    M1 ve M2’nin M3’ü neden dövdükleri hakkında hiçbir fikirleri olmamasına rağmen en hırsla dövenler de onlardır.
    Son olarak en başta ıslanan dördüncü ve beşinci maymun da yenileriyle (M4 ve M5) ile değiştirilir.
    Tepelerinde bir salkım muz asılı olduğu halde artık merdivene hiç biri yaklaşmaz.
    Çünkü burada işler böyle gelmiştir ve böyle gitmektedir.
    Bir grup bu çaresizliği aşmak adına mücadele verirken diğer gruplar “Bu bizim kaderimiz. Yapacak hiçbir şey yok. Elimizden ne gelir” mantığıyla hareket ederler.
    Aslında onlar da bu durumu istememelerine rağmen, bir şeyler yapmak adına çaba gösterenlere imrenerek bakarlar ama destek veremezler. Çünkü böyle öğretilmiştir onlara.
    İçten içe karşı olmalarına rağmen, çaresizlikten tepki veremezler.
    Fatih Altaylı 22 Ağustos tarihli yazısında “Biz gerçekten millet miyiz?” diye sormaktadır.
    Toplumumuzda son zamanlarda “Biz gerçekten millet miyiz?” soruları artmaya başlamıştır.
    Böyle toplumlar zamanla Aytmatov’un ifadesiyle mankurtlaşır.
    Mankurtlaşmamak için korksak bile tepki verelim.

  • Türkiye’de Kürt Kökenli Türk Vatandaşları Ne Kadardır?

    Türkiye’de Kürt Kökenli Türk Vatandaşları Ne Kadardır?

    Suriye’deki son gelişmeler üzerine televizyonlarda, yazılı basında ve sosyal medyada Suriye, Irak, Türkiye ve İran’da yaşayan Kürtlerin sayısı ve adı geçen dört ülkedeki Kürtlerin birleşik bir Kürdistan devleti kurma hayalleri tartışma konusu olmuştur.
    Başbakan Erdoğan İngiltere’ye hareketinden önce Esenboğa Havalimanında Suriye’deki gelişmeleri değerlendirirken, “…PKK-PYD dayanışması ve yanlarına farklı oluşumları da almak suretiyle bir adım atmaya kalksalar dahi bunu seyretmemiz mümkün değil. Bütün tedbirler alınmaktadır” demiştir.
    Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir ise Suriye’deki gelişmeler üzerine kentte görev yapan gazetecilere verdiği iftar yemeğinde şunları söylemiştir:
    “Yegane yol bütün Ortadoğu coğrafyasında, Irak’ta olduğu gibi yada benzeri İran’da da özerk Kürdistan olacaktır, Türkiye’de de özerk Kürdistan olacaktır, Suriye’ye de özerk Kürdistan olacaktır. Bunun başka bir yolu yoktur diye düşünüyorum. 20 milyon Kürt artık kendi varlığını reddeden bir halkın varlığına, varlığını armağan etmeyecektir. Bunu bütün dünya böyle bilsin. Halen kardeşliğine inandığımız Türk halkı da lütfen böyle bilsin. Varlığımızı tanımayan hiç bir halka varlığımıza armağan etmeyeceğiz.”
    Osman Baydemir, Türkiye, İran, Irak, Suriye, Ermenistan ve Ürdün sınırlarının ortadan kalkması gerektiğini şöyle ifade etmiştir: “Gümrük birliğine geçilmelidir. İdari ve siyasi bir ortaklığa geçilmelidir. Ortak para birimine geçilmelidir. Tıpkı Avrupa Birliği’nde olduğu gibi.”
    Baydemir’in yukarıdaki paragrafta yer alan görüşleri kendisinin ne kadar “cahil” olduğunu, Türkiye Cumhuriyeti’nin 1996 yılından bu yana Avrupa Birliği ile gümrük birliği içinde olduğunu bilmediğini ortaya koymaktadır.
    Kendisine tavsiyem, 10’ncu baskısı yapılan Avrupa Birliği kitabımı Diyarbakır’da bir kitapçıdan alarak okumasıdır.
    Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak isteyenlerin düştüğü bu durum hakkında yorum yapmak bir nakisedir.
    Baydemir, yukarıdaki açıklamasında 20 milyon Kürt nüfusundan söz etmektedir.

    Acaba Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde ne kadar Kürt kökenli Türk vatandaşı yaşamaktadır?

    Türkiye’nin Doğu ve Güney Doğu Anadolu Bölgesi’nde 21 il vardır. Adrese dayalı nüfus kayıtlarına göre 21 ilde toplam 18 milyon kayıtlı nüfusun tamamı Kürt ve Zaza kökenli değildir. Mesela Erzurum ağırlıklı olarak Türk’tür. Diğer illerde de Türk ve Arap kökenli Türk vatandaşları bulunmaktadır.

    Kürtçe yayın yapan TRT Şeş’teki Zazaca programların azlığından yakınan Kalkınma Bakanı Cevdet Yılmaz Zazacaya yeterince yer verilmediğini savunmuştur: “Ben Zazayım. Bingöl’de Zazalar ağırlıklıdır. Zazaca bilirim ama çok iyi değil, iyi anlarım ama iyi konuşamam. Kürtçe’yi de çok az anlarım. TRT Şeş’te Zazaca’ya yeterince yer verilmiyor. Hakikaten şikayet ediyorum. Biraz daha artması lazım. Kürtçe’ye karşı değiliz daha da artsın ama Zazaca’nın da ihmal edilmemesi lazım.”

    18 milyon nüfusun ortalama olarak yüzde 30’u (6 milyon) bu iki bölge dışındaki illerde yerleşiktir. Diyelim ki Anayasa’mıza ve uluslararası hukuka aykırı bir şekilde Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde Sevr Anlaşması’nda öngörüldüğü gibi bir Kürt Devleti kurulduğunu hayal edelim.

    Yeni devletin sınırları dışında kalacak olan 6 milyon insan acaba yerini yurdunu bırakıp Güney Doğu Anadolu’ya mı göçecek?

    Bu nüfusun kendi illerine dönmesi şartıyla bir halk oylaması yapılsa, bu insanlar ayrı devlete evet derler mi?

    Marmara’yı, Ege’yi, Akdeniz’i, İç Anadolu’yu kendi ülkesi olarak bilmiş ve buralarda huzur içinde yaşayan Kürt kökenli insanlar artık bu bölgelerde huzur içinde yaşayabilirler mi?

    Eğer “Kürt halkı bu devleti artık kendi devleti olarak görmüyor” ise, bu durumda Türkiye Cumhuriyeti’ne pasaportla seyahat etmek zorunda kalacaklardır.

    Türkiye’ye gelmek için Schengen Alanı’na ve de ABD’ye gitmek isteyen Türk vatandaşlarının katlandıklarından çok daha fazla bürokratik zorlularla karşılaşacaklar, belki bazıları hiçbir zaman Türkiye’ye gelemeyeceklerdir.

    Diğer taraftan Kürt kökenli Türk vatandaşlarının yoğun olarak yaşadıkları Diyarbakır’da BDT’ye oy vermeyen vatandaşların durumu ne olacaktır?

    2002 milletvekili Genel Seçimlerinde Adalet ve Kalkınma Partisi (diğer partilere verilen oylar dikkate alınmamıştır) Diyarbakır’da 67 bin oy (%16) , DEHAP ise 236 bin oy (%56) almıştır.

    2007 seçimlerinde AKP yüzde 41 oy oranına ulaşırken DTP çizgisinin desteklediği adayların aldığı oy oranı yüzde 43 olmuştur. 2009 İl Genel Meclisi seçimlerinde DTP’nin aldığı oy yüzde 59, AKP’nin oyu ise yüzde 30’dur.

    2011 seçimlerinde AKP’nin oyu 218 bin, (%32,1) BDP’nin desteklediği bağımsız adayların oyu ise 397 bindir. (% 58) Seçimlerde şiddet, seçmene baskı, tehdit ve saldırıların, sandık başı hilelerin etkin olduğu iddialarını da hiçbir zaman göz ardı etmemek gerekir.

    Diyarbakır’da AKP’ye oy veren 218 bin seçmen (CHP, MHP ve diğer partilere oy verenleri ihmal etsek bile) ve onların aileleri acaba Diyarbakır’dan ayrılmak isteyecekler midir?

    Bu soruya Baydemir’in cevap vermesi gerekir.

    2011 seçimlerinde Türkiye genelinde bağımsız adaylar (BDP) yüzde 6,58 oy almış (2.8 milyon oy) ve 36 milletvekilliği kazanmışlardır. BDP Grubu’nun TBMM’de 34 milletvekili vardır. Seçimlerde kullanılan toplam oy miktarı 43.913.859’dur.

    Bu durumda Batı’da ve Doğu’da 41.087.828 seçmen BDP’ye oy vermemiştir.

    Güney Doğu Anadolu’da ayrı bir devlet olsa, Batı illerinde bağımsız adaylara (BDP’ye) oy veren vatandaşlar Doğu’ya mı göç edecekler?

    “Türkiye etnik bir mozaiktir. Bu mozaikte Türkler ve Kürtler eşit ağılıktadır” görüşü bir uydurmadır.

    Bu konuda en ciddi çalışma yarım kalmasına rağmen Türkiye’deki Etnik Grupların Dağılım Raporu’dur. Rapor, Malatya’daki Kitabevi cinayeti davası dosyasına konmuş, sonuçları kamuoyuna açıklanmamıştır. MGK tarafından 2000 yılında Erciyes, Elazığ Fırat ve Malatya İnönü Üniversitesi’ndeki öğretim üyelerince hazırlanmıştır.

    Prof. Dr. Şaban Kuzgun başkanlığında yürütülen proje kapsamında Türkiye’deki 68 ilde yapılan çalışmada insanların hangi kökenden, mezhepten ya da tarikattan olduklarının profili çıkarılmaya çalışılmıştır.

    Prof. Kuzgun, 14 Mayıs 2000 tarihinde trafik kazasında hayatını kaybedince proje yarım kalmıştır. Rapor’da Türkler 55 milyon, Kürtler (Zazalar hariç) 3 milyon olarak belirlenmiştir.
    Türkiye’de 1927-1965 arasında yapılan nüfus sayımlarında ana dil sorulmuştu. DİE’nin (TÜİK) 1965 nüfus sayımına göre halkın yüzde 90.11′i ana dilini Türkçe, yüzde 7,07′si Kürtçe (31.391.421 Türkiye nüfusunun 2.219.502’si) ve yüzde 0.48′i Zazaca olarak beyan etmiştir.
    27 Şubat 1993 tarihinde açıklanan Milliyet Gazetesi Konda Büyük Araştırması’na göre genel nüfus içinde Türkler yüzde 65.0; Türk ve Müslümanlar yüzde 21 (%86); Müslümanlar yüzde 4.0; Kürt kökenli Türkler yüzde 3.7; Kürt-Zazalar yüzde 3.90 oranındadır.
    Deneklerin yüzde 89.7’si kimlik olarak Türk kimliğini benimsemişlerdir.
    Deneklerden farklı kimlik bildiren ve yüzde 1’i aşan tek grup yüzde 3.9’luk oranla Kürtlerdir. Türk değilim diyen grupların toplam oranı yüzde 5.39’dur.
    1995 Aralık Genel Seçimlerinde HADEP, Kürtler dışındaki sol oyların da eklenmesiyle ancak yüzde 4.17 oranında oy alabilmiştir. ABD’deki Ethnologue Data From Languages of World’un 2001 yılı öngörüsüne göre Türkiye’deki etnik kökenliler arasında Türkler yüzde 86.21, Kürtler yüzde 8.36, Zazalar yüzde 0.53 oranındadır.

    3 Kasım 2002 Genel Seçimlerinde DEHAP yüzde 6.2 oranında oy alarak yüzde 10’luk seçim barajının altında kalmıştır.

    Eylül 2005 AB Eurobarometer Anketi’nde ana dilini Türkçe olarak bildirenlerin oranı yüzde 93 olarak bulunmuş ve Kürtleri de içine alan geri kalan nüfusun yüzde 7’yi geçmediği görülmüştür.

    Ali Tayyar Önder 2006 yılında 74 milyonluk Türkiye nüfusu içerisinde Kürt sayısını 5 milyon (%6.76), Zaza sayısını 800 bin (%1.08) olarak belirlemiştir. Zazalar Kürt olmadıkları halde- Kürt ve Zaza nüfusunun toplam içindeki oranı yüzde 7.84’dir.

    Konda’nın 2007 yılı araştırmasında ise nüfusun yüzde 84.5 Türk, yüzde 9.02 Kürt-Zaza kökenlidir.

    PKK eylemlerinin yoğun olarak yaşandığı illerde (Ağrı, Batman, Bingöl, Bitlis, Diyarbakır, Hakkâri, Muş, Mardin, Siirt, Şırnak, Tunceli, Van) Kürtlerin oranı yüzde 80,49 iken, aynı bölgede Türklerin oranı yüzde 3,92, Arapların oranı yüzde 6, Zazaların oranı yüzde 8,87 ve diğer etnik gruplar yüzde 0,69’dur.

    Bilgesam’ın araştırmasında, (Doğu ve Güneydoğu İllerinde Etnik ve Mezhepsel Yapı, Yayımlanmamış Demografik Çalışma, İstanbul, 2010) PKK eylemlerinin fazla yaşanmadığı Doğu ve Güneydoğu illerinde (Adıyaman, Erzurum, Elazığ, Gaziantep, Kahramanmaraş, Malatya, Şanlıurfa) Kürtlerin oranı 3 yüzde 2,62, Türklerin oranı yüzde 55,1, Arapların oranı yüzde 7,27, Zazaların oranı yüzde 4,75 ve diğer etnik grupların oranı yüzde 0,24’dür.

    Konda’nın araştırmasında, (Bekir Ağırdır, ‘‘Kürtler ve Kürt Sorunu’’, KONDA Raporu, s. 4-5, Kasım 2008, www.konda.com.tr, erişim Aralık 2010) Türkiye’deki Kürt ve Zazaların toplam nüfusa oranı yüzde 15,7 ve yaklaşık nüfusları 11 milyon olarak verilmektedir.

    Aynı çalışmada Kürt ve Zazaların yüzde 66’sının yani 2/3’ünün Doğu ve Güneydoğu Anadolu illerinde yaşadıkları vurgulanmaktadır.

    Bilgesam’ın bir diğer (2010) çalışmasında Doğu ve Güneydoğu Anadolu illerinde yaşayan Kürt ve Zaza nüfusun toplamı yaklaşık olarak 8 milyon olarak hesaplanmıştır.

    Bu sayı Konda’nın Kürt ve Zazaların yüzde 34’ünün Batıda yaşadığı bulgusu ile birleştirildiğinde Türkiye’deki Kürt ve Zaza nüfus için 11-12 milyonluk bir tahmin ortaya çıkmaktadır.

    Kürt ve Zazalar arasında BDP’ye oy verdiğini söyleyenlerin oranı PKK eylemlerinin fazla yaşanmadığı Doğu illerinde yaşayanlar arasında yüzde 17,6 iken bu oran eylemlerin fazla yaşandığı illerde yüzde 42,5 ve İstanbul ve Mersin’de göç ile oluşan mahallelerde yaşayanlar arasında yüzde 57,4’dür. (Bilgesam, Türkiye’de Kürtler ve Toplumsal Algılar, İstanbul, 2012)
    Bu araştırma ve veriler, Türkiye’de nüfusun en az yüzde 85’inin Türk kökenli olduğunu ve böyle bir ülkeye de mozaik denilemeyeceğini ortaya koymaktadır.
    Sorbonne Üniversitesi’nde Kurmanci bölümü sorumlusu İbrahim Seydo Aydoğan, “Türkiye’de Kürtlerin okula giden çocukları zorla Türkçeyi öğreniyorlar. Bu bir soykırımdır” diyor. (Özgür Gündem, 04.03.2012)
    Bu mantıkla hareket edersek, acaba Almanya’da Alman okuluna giden ve Almanca öğrenen yüz binlerce Türk öğrenciye Almanlar soykırım suçu mu işliyorlar?
    Yalçın Doğan son gelişmeleri değerlendiren 28 Temmuz tarihli yazısında bir durum tespiti yapmaktadır:
    “Kürtlerin yüzde 23’ü bağımsız Kürt devleti kurulmasından yana. Hemen hemen her beş Kürt’ten biri bağımsız devlet istiyor. Oysa, üç yıl önce bağımsız Kürt Devleti isteyenlerin oranı yüzde 6. Üç yılda yüzde 6’dan yüzde 23’e yükseliyor. Asıl düşündürücü olan bu.
    Bağımsız devlet kurma isteği artarken, PKK’ya siyaset istemek, PKK’yı terör örgütü dışında görmek eğilimi ile birleştiğinde, vahamet kendiliğinden ortaya çıkıyor.

    Belli bir kesim Kürtlere verilecek hakları tartışırken, o haklar Kürtleri kesmiyor, onlar için bir şey ifade etmiyor.”
    Bağımsız bir Kürt devleti kurmanın altyapısı ise, Kürt kökenli Türk vatandaşlarının sayısını mümkün olduğunca fazla göstermektir.
    Osman Baydemir’in Türkiye’de 20 milyon Kürt vardır söylemi ile Ermenilerin sözde 1.5 milyon Ermeni Türkler tarafından soykırıma uğratıldı söylemi arasında gerçeği saptırma açısından tam bir benzerlik olduğuna dikkat çekmek isterim.
    ABD’de anadilleri İspanyolca olan Latin kökenli ABD vatandaşlarının Los Angeles, Las Vegas gibi güney ABD kentlerinde özerk “Amerikanistan” ilan etme ya da bağımsız bir “Latinistan” devleti kurma sevdalarının olmadığını da Baydemir’e hatırlatmakta yarar vardır.

  • Filipinler, Vietnam, 68 Kuşağı ve Bir Gerçek

    Filipinler, Vietnam, 68 Kuşağı ve Bir Gerçek

    Ocak ayının ilk haftasında E-Leader Konferansı’nda bildiri sunmak için Filipinler’in başkenti Manila’da idim. Manila (Maynila) Filipinler’in başkenti ve Metro Manila bölgesinde bulunan en büyük kentin adıdır.
    Portekizli gezgin Ferdinand Magellan, Filipin takımadalarına 1521’de ulaşan ilk Avrupalıdır ve burada öldürülmüştür. İspanya kralı II. Philip’in emriyle İspanyol Miguel Lo’pez de Leguzpi, Meksika’dan 1565 yılında bölgeye gelmiş Kral İkinci Philip adına buraya Las Felipinos (Philippines) ismini vermiştir.

    İspanyollar 1565’ten sonra ülkeyi hızla sömürgeleştirmişlerdir. 1898 İspanyol-Amerikan Savaşı sonucunda Amerikalılar Filipinleri 20 milyon dolara satın almışlar ama burada fazla kalamamışlardır. 1934 yılında 10 yıl içinde bağımsızlığına kavuşmasına karar verilmiş, fakat 1942 yılında Filipinler Japonlar tarafından işgal edilmiştir.
    Amerikalı general Mc Arthur Japonlarla yaptığı savaşta galip gelmiş ve 4 Temmuz 1946’da Filipinler Cumhuriyeti kurulmuştur. 92 milyona ulaşan nüfusun % 2’si dinsiz, % 5’i Müslüman, % 93’ü Hıristiyan’dır. 7109 adadan meydana gelen Filipinlerdeki adalarından 4 bininin ismi yoktur.
    Filipinler Asya’daki tek Hıristiyan devlettir. Batı kültürünü kabul etmiş olmasına rağmen Batılılarca tıpkı Türkiye gibi Avrupalı kabul edilmemektedir.
    GSYH’sı 166 milyar, kişi başına düşen gelir ise 1.845 dolardır.
    Başkent Manila’da sokakta yatan ve barınan çok sayıda insan vardır. Başkentin göbeğinde teneke mahallelerin yanında çok modern yapılar da bulunmaktadır.
    Manila’da eski jeeplerden üretilmiş dolmuşlar dikkatimi çekmiştir. Ayrıca bir alışveriş merkezinde adı Turks olan bir dönerci gördüm. Çalışanlara Turks’ün ne olduğunu sordum ama bu adı bilen yoktu.

    Tıpkı geçen Şeker Bayramı’nda gittiğim Turks and Caicos adalarında yaşayanların Türk adını bilmedikleri gibi.
    Konferans bitiminden sonra Filipinler’den Vietnam’a geçtim. Vietnam Sosyalist Cumhuriyeti, Güneydoğu Asya’da Çin Hindi yarımadasının doğusunu kaplayan bir ülkedir. Önceleri Kuzey Vietnam ve Güney Vietnam olarak iki ayrı cumhuriyete bölünmüş olan ülke, 1976’da Vietnam Sosyalist Cumhuriyeti olarak birleşmiştir.
    Ülke, yıllarca süren savaş ve bombardıman sonucu büyük bir yıkıma uğramıştır.
    Vietnam, M.Ö. 1. yüzyıldan 10’ncu yüzyıla kadar Çin’in egemenliği altında kalmış, 968 yılında kendi benliğine kavuşmuştur. 19’ncu yüzyılda Fransa tarafından sömürgeleştirilmiştir.
    Japonya’nın Vietnam’ı işgali sonrasında bağımsızlık hareketi ligi Vietminh 2 Eylül 1945 tarihinde Cumhuriyet ilan etmiştir. Bu gelişme Fransa ile Vietnamlı komünist lider Ho Chi Minh’i karşı karşıya getirmiştir.
    Ho Chi Minh karşısında başarılı olmayan Fransa 1954 Mayıs’ında yenilgiyi kabul etmiştir. Kuzeyde Ho Chi Minh’in komünist hükümeti ve güneyde Fransa’nın desteklediği Ngo Dinh Diem hükümeti kurulmuştur.
    Saygon’daki hükümet ABD destekli otoriter bir politika izlediği için halk da tepkilerin artmasına yol açmıştır. Kuzeyden silah desteği alan Vietkong cephesi kurularak ABD’nin de dahil olduğu iç savaş başlamış, gerilla taktikleri karşısında başarıla olamayan ABD 30 Nisan 1975’te Vietkong’un Saygon’u ele geçirmesiyle savaşı kaybetmiştir.
    Ben o dönemde Türkiye’de ABD’nin Vietnam’a müdahale etmesine karşı olanlara karşıydım. Çünkü Türkiye’nin kendi içinde çözmesi gereken sorunları vardı. Vietnam Savaşı Türkiye’nin savaşı değildi.
    Siyasal Bilgiler Fakülte’nde okuduğum 1966-1970 yılları Türkiye’nin çalkantılı dönemiydi. 68 Kuşağı içinde yer alan Mahir Çayan SBF’de öğrenciydi ve ABD karşıtı olduğu için, kendisi gibi düşünmeyenlere hoşgörülü yaklaşmazdı.
    68 Kuşağı, Deniz Gezmiş, Mahir Çayan gibi önderlerin liderliğinde oluşturulan Marksist-Sosyalist sentezli anti militarist bir akımdı. Mahir Çayan önderliğindeki THKPC (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) silahlı mücadele kararı almış, Deniz Gezmiş önderliğindeki THKO ise silahlı mücadeleye uzak kalmıştı.
    68 kuşağı, Fransa’daki Sorbonne Üniversitesi’nde masum öğrenci istekleri ile başlamış, Ernesto Che Guevara’nın La Higuera’da yakalanıp 9 Ekim 1967 tarihinde Bolivya Ordusu’nun elinde öldürülmesiyle tüm dünyaya yayılmıştır.
    Bu olayların etkisini halen üzerinden atamamış olan Tepebaşı Belediye Başkanı Ahmet Ataç da, CHP Lideri Eskişehir’e geldiğinde Kemal Kılıçdaroğlu’na Ernesto Che Guevara’nın bir portresini vermişti.
    Vietnam Savaşı sırasında Güney Vietnamlıların gönüllerini kazanarak pasifize edilmesinde önemli rol oynamış ABD’nin eski Ankara büyükelçisi Robert Komer 6 Ocak 1969 tarihinde ODTÜ’yü ziyaret etmiştir.
    Rektörlük binasının kapısında duran diplomatik plakalı 1968 model Cadillac otomobili, temsil ettiği Amerikan değerlerine karşı duran, Komer’in Vietnam geçmişinden haberdar ODTÜ’lü öğrenciler tarafından yakılmıştır.
    Otomobili ateşe verenler Deniz Gezmiş ve Taylan Özgür’dür. Bu yakılma olayı, Vietnam ile doğrudan bağlantılı idi. Robert Komer, 7 Mayıs 1969’da Türkiye’den ayrılmış ve 9 Nisan 2000’de ölmüştür.
    Ben o dönemde bu tip yakma – yıkma olaylarına ve eylemlere karşıydım. Çünkü, 68 kuşağı olaylara sadece kendi pencerelerinden bakıyordu.
    Vietnam Savaşı’nı gören gözler, Sovyetlerin Prag’ı işgal etmesini görmezden geliyorlardı.
    68 Kuşağı, Alexander Dubçek’in iktidara gelmesiyle başlayıp 20-21 Ağustos 1968’de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ve Varşova Paktı müttefiklerinin Çekoslavakya’yı işgal etmesini görmüyorlardı.
    İşgal sırasında 7.000 civarında tank ve 600 bin asker Çekoslavakya’ya girmiş, çatışmalar sırasında 72 Çekoslavakyalı ölmüştür. İşgal sonucunda 300 bin insan Batı ülkelerine göç etmek zorunda kalmıştır. Prag’a gidenler kent merkezinde işgal sırasında ölenler için dikilmiş anıtı görürler.
    Bu çifte standardı protesto etmek amacıyla o dönemde Kızılay’daki ABD Haber Merkezi’nde çalışan eski SHP Genel Başkanı Murat Karayalçın’a (o dönemde Hür Düşünce Kulubü üyesi idi) giderek, Prag’ın Sovyetler tarafından işgal edilmesini gösteren fotoğrafları istedim ve de aldım.
    Tüm gece çalışarak Hür Düşünce Klubü’nün panosuna Sovyet işgalini gösteren fotoğrafları astım. Sabah kalktığımda pano yere atılmış ve yakılmıştı. Bu olaydan sonra SBF’de fikri hareketler son bulmuş, fikir yerine kaba kuvvet geçerli olmuştur.
    O dönemde Türkiye’nin Doğu komşusu Sovyetler Birliği olarak öğretiliyor, hiç kimse aslında Türkiye’nin Gürcistan, Acara, Ermenistan, Nahçıvan ve Azerbaycan ile komşu olduğunu bilmiyor, Doğu Türkistan ve Uygur Türklerinin komünizm altındaki çığlıklarını kimse duymuyordu.
    Bu bir çifte standarttı. Ben buna itiraz ediyordum.
    Vietnamı geçen hafta ziyaretim sonucunda 3 milyon Vietnamlının (2 milyonu sivil köylü) öldüğünü, 2 milyonunun yaralandığını ve 300 bin kişinin de kayıp olduğunu öğrenince isyan ettim. Özellikle Vietkogluların savaşta kullandıkları tünelleri görünce irkildim.
    Tüneller, Saygon’a 70 kilometre mesafedeki Cu Chi’dedir. Savaşta kullanılan yeraltı tünelleri dehşet vericidir. Kuzey Vietnam’dan Güney Vietnam’a gizlice silah ve asker taşınmasında kullanılan tünellerde yaşam savaşı verilmiştir.
    Vietnamlıların kullandığı tünel girişleri 28 santime 40 santim genişliğinde yani normal bir batılının sığamayacağı kadar küçüktür.
    1960’ların başında Cu Chi’de küçük tüneller açılmaya başlanmış, 1965’te tünellerin uzunluğu 200 kilometreye çıkmıştır. İçlerinde mutfak, yatakhane, hastane bulunmaktadır. Etrafında da el yapması tuzaklar.

    Vietnam komünist bir ülke olmasına rağmen ülkede gelir dengesizliği büyük boyutlardadır. Bir tarafta çok lüks mağazalar, diğer tarafta ise yoksul insanlar ve de teneke mahalleler.

    Bu bakımdan komünist Vietnam ile kapitalist Filipinler arasında hiçbir fark yoktur.

    Eski ismiyle Saygon’da (Ho Chi Minh) 6 milyon kişi yaşamakta, fakat 4 milyon da motosiklet bulunmaktadır. Ben Çin dahil hiçbir ülkede böyle bir motosikletli insan seli görmedim.
    Diğer bir önemli gözlemim de 19’ncu yüzyıl başlarında ortaya çıkan Cao-Dai dininin hızla yayılmakta olduğudur.
    Doğunun ve batının tüm dinlerini ve kutsal inançlarını birleştirerek ideal bir dine ulaşmak için Budizm, Konfüçyüscülük, Taoism, Hıristiyanlık ve İslamiyetten birer parça alan bu yeni oluşum 1926’da din olarak kabul edilmiştir.
    Dinin müritleri günde 4 defa namaz kılmayı andıran bir şekilde ibadet etmektedirler.
    Yaklaşık bir saat süren tören gonk sesi ile başlamaktadır. Rahiplerin mavi, sarı, kırmızı renkli elbiseleri ana kolları simgelemektedir. Kadınlar salonun sol tarafında, erkekler sağ tarafında yer alır.
    Filipinler ve Vietnam’dan döndükten sonra bir gerçeği fark ettim. Zaman geçiyor, dünya değişiyor.
    Ama değişmeyen bir gerçek var: İster komünist ister kapitalist sistem olsun, yoksul her iki sistemde de yoksuldur.

  • PKK  Gaziantep’te İnsanlığa Karşı Suç İşlemiştir

    PKK Gaziantep’te İnsanlığa Karşı Suç İşlemiştir

    Gaziantep’te yola park edilmiş bir aracın uzaktan kumanda ile patlatılması sonucu 9 kişinin ölümüne yol açan saldırıyla ilgili olarak PKK’nın silahlı kanadı HPG’nin açıklamasında, bu olayın kasıtlı olarak kendilerinin üstüne yıkılmaya çalışıldığı iddia edilmiştir:
    “Bu patlama ile güçlerimizin herhangi bir ilgisi bulunmamaktadır. Kamuoyu ve halkımız da bilmektedir ki güçlerimizin sivillere yönelik bir girişimi olamaz. Zaten KCK Yürütme Konseyi’nin yaptığı bayramda çatışmalardan kaçınma çağrısına güçlerimiz uymaktadır. Bayram sürecinde operasyonlardan kaynaklı yaşanan çatışmalar dışında güçlerimizin herhangi bir girişimi de olmamıştır.”
    Bu yöntem, örgütün 2006 ve 2007 yıllarında da uyguladığı bir taktiktir. Kamuoyu tepkisinin yüksek olduğu eylemlerde PKK bu bahaneyi sık sık kullanmıştır.

    PKK’nın önce inkar ettiği, daha sonra kabul etmek zorunda kaldığı eylemler dikkate alındığında açıklamanın, katliamı gerçekleştiren PKK’lı belirlenince büyük bir aldatmaca olduğu ortaya çıkmıştır.

    Gaziantep Valisi’nin açıklaması şöyledir: “2006 yılında kapatılan DTP gençlik çalışanı olarak ilimizde de daha sonra sözde Amanoslar bölgesi Osmaniye grubu içinde faaliyet gösteren Firaz kod adlı Murat Filiz isimli örgüt mensubunun ilimizdeki patlama olayını gerçekleştiren şahıs olduğu anlaşılmıştır.”

    23 Ağustos tarihli Hürriyet Gündem’de yer alan haber önemlidir: “Şüpheli PKK’nın bomba uzmanlarından. Suriyeli. Bahoz Erdal’a bağlı gruptan. Saldırı talimatını, Diyarbakır kırsalındaki ‘Doktor Aydın’ kod adlı terörist Hacı Türmak’tan aldı.”
    Türk kamuoyunda büyük tepki yaratan, PKK’yı bir terör örgütü olarak kabul etmeyen BDP’nin bile katliamı kınadığı, küçük çocukların hayatını kaybettiği katliamı PKK’nın üstlenmesi zaten mümkün değildi. Tıpkı geçmişte olduğu gibi. Çünkü;

    • 12 Eylül 2006 tarihinde Diyarbakır’ın Bağlar semtinde termos bomba patlatılmış, patlamada 7’si çocuk 10 kişi can vermiştir. PKK, “bir örgüt üyesinin inisiyatifiyle yapıldı” açıklamasının ardından gerçek ortaya çıkınca özür dilemiştir.
    • Kuşadası’nda 15 Temmuz 2007 tarihinde Kadınlar Plajı’na giden bir minibüste patlama meydana gelmiş, yolculardan İrlandalı Tana Whalen, İngiliz Helen Pallhall, Deniz Tutum, Uruk Yücedeniz ve Eda Okyay hayatını kaybetmiştir. PKK eylemi üstlenmemiştir ama daha sonra eylemciler yakalanmıştır.
    • Diyarbakır’da 3 Ocak 2008 tarihinde bir dershane önünde askeri servis aracı geçerken patlayan bomba sonucunda 6’sı öğrenci 7 kişi hayatını kaybetmiş, 66 kişi de yaralanmıştır. PKK önce eylemi üstlenmemiş, daha sonra eylemin yerel inisiyatifle gerçekleştirildiğini itiraf etmiştir.
    • 27 Temmuz 2008 tarihinde İstanbul Güngören’de 17 kişinin hayatını kaybettiği patlamada 154 kişi de yaralanmıştır. Zübeyir Aydar, saldırıyı kınamış ve üstlenmediklerini açıklamış, Güngören katliamını “kontrgerillanın yaptığını” söylemiştir ama katliamı yapan PKK’lılar yakalanmıştır. “PKK yapmadı” nakaratının sahiplerine Taha Akyol “Utandınız mı?” başlıklı bir yazı yazmıştı. (Milliyet, 4 Ağustos 2008)
    • 29 Nisan 2009 tarihinde Diyarbakır Lice’de askeri aracın geçişi sırasında mayınlı saldırıda 9 asker şehit olmuştur. PKK önce saldırıyı üstlenmemiş, daha sonra “operasyonlara tepki olarak yerel güçlerimizin inisiyatifiyle yapıldı” demiştir.
    • Eylül 2011’de Siirt’te 4 genç kızın içinde bulunduğu araç çapraz ateşe alınmış, saldırıda Zeynep Evin, Nergis Evin, Kevser Çekin ve Nurcan Olgaç olay yerinde can vermiştir. PKK olayı üstlenmemiş, sonra kabul etmek zorunda kalmıştır.
    • 20 Eylül 2011 tarihinde Ankara Kumrular Caddesi’nde park halindeki bir araçta meydana gelen patlamada 5 kişi hayatını kaybederken 60’a yakın kişi de yaralanmıştır. PKK eylemi çok sonra üstlenmiştir.
    • PKK, Mavi Çarşı katliamı, Küçükçekmece’de bir konfeksiyon mağazasına molotof atılarak iki genç kızın yakılması eylemlerini de inkar etmişti.
    PKK sivillere karşı eylemler yapıyor, sonra “Biz yapmadık, sivilleri hedef almayız” diyor.
    PKK, 2008 yılında yapılan 10’ncu Kongre’sinde eylem yaparken uluslararası savaş hukukuna uygun hareket edeceğini açıklayarak terör örgütü olmağını, uluslararası hukuk kapsamında savaşan siyasi bir örgüt olduğunu kamuoyuna açıklamıştır.
    Bunun anlamı açıktır: Uluslararası savaş hukuku kapsamına girmek.
    Gaziantep katliamını PKK yapmıştır ama BDP ilk defa bu eylemi kınamak zorunda kalmıştır. Çünkü eylem, insanlığa karşı bir suçtur.

    İkinci Dünya Savaşı sonrası kabul edilen Nürnberg Uluslararası Askeri Ceza Mahkemesi’nin yetki alanında insanlığa karşı suçlar sayılmıştır. Bu kapsamda adam öldürme insanlığa karşı işlenen bir suçtur.

    PKK, yaygın veya sistematik olarak, bir politikanın gerçekleşmesi için planlı bir şekilde sivilleri öldürmektedir. Siviller, kamu düzenini koruma görevini yürüten
    silahlı kuvvetler dışındaki tüm kişilerdir. Gaziantep katliamında hayatlarını kaybedenler (masum çocuklar dahil) bu kapsamdadır.
    Yeni TCK’da (Md.77) insanlığa karşı suçlar arasında “kasten öldürme” fiili de sayılmıştır. Bu suçlardan dolayı zamanaşımı işlemez.
    Türkiye, bu suçu işleyen kişilerin uluslararası ceza mahkemelerinde de yargılamasını gündeme getirebilir.
    Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç Gaziantep’teki bombalı saldırıya ilişkin, ”PKK ‘nın bunu sahiplenmemiş olması çok doğaldır. Çünkü buna benzer eylemleri hep o yapmıştır. Ama işin içine çocuklar, kadınlar girdiği zaman kamuoyunun toplumsal baskısından ve nefretinden kurtulmak için ilk planda bunu inkar etmiştir” demiştir.

    Kumrular Sokak’ta, Diyarbakır’da, Güngören’deki katliamlar ile öğrenci yurtlarında yangın çıkarmak, ateşe vermek gibi eylemlerin de bunlar arasında olduğunu belirten Arınç’ın tespiti şöyledir:
    ”Çetelesini tuttum 20’den fazla sivile yönelik eylem ki bireysel olarak değil topluca olarak, bunlar önce inkar edilmiş sonradan da onların yaptığı tespit edilmiş. Hatta, birkaç ay geçtikten sonra da yerel inisiyatif dedikleri ‘Ben kumanda edemiyorum, kendi başlarına bu işleri yapmışlar’ gibi mazeretlerin arkasına sığınmış olmaları.”
    PKK’nın arkasında Suriye’nin olduğu bir PKK’lı tarafından itiraf edilmiştir. Güneydoğu’da terörle mücadele sırasında yakalanan Suriye uyruklu Rodi Derik Kod adlı Rodi Şeref, güvenlik birimlerine verdiği ifadesinde örgütün Suriye istihbarat örgütü El Muhaberat ile olan ilişkisini gözler önüne sermiştir.

    Ayrıca PKK ile ASALA Ermeni terör örgütü arasında da sıkı ilişkiler vardır.

    21 Ağustos’ta 1973-1984 yılları arasında Türk diplomatlara suikast düzenleyen solcu ve aşırı milliyetçi Ermeni terör örgütü ASALA (Ermenistan’ın Kurtuluşu İçin Ermeni Gizli Ordusu- Armenian Secret Army for the Liberation of Armenia) Suriye krizi sebebiyle Türkiye’yi tehdit etmiştir.
    Panarmenian.net sitesinin haberine göre ASALA’nın basın servisi tarafından yayınlanan açıklamada, “Suriye’deki Ermeni toplumunun güvenliği ve sosyal birlikteliğini doğrudan ya da dolaylı olarak ihlal edilmesi ya da herhangi bir askeri maceraya girişilmesi durumunda Türkiye aynı önlemlerle karşılaşacaktır. -Any military adventurism or any direct or indirect violation of the security and the social cohesion of the Armenian community of Syria on the part of Turkey will be met by similar counter-measures” denilmiştir.
    Siteye göre ASALA, 1991 yılında Ermenistan bağımsızlığını kazandıktan sonra saldırılarını sonlandırmıştır.
    Site, Gaziantep katliamının arkasında ASALA’nın olduğunu Azerbaycan basınının savunduğunu da belirtmiştir.
    ASALA tarafından Türkiye’nin Santa Barbara (ABD) Başkonsolosu Mehmet Baydar ve Konsolos Bahadır’ın şehit edilmesiyle 27 Ocak 1973 tarihinde başlayan katliamlarda 34 dışişleri meslek mensubu ve 5 güvenlik görevlisi şehit edilmiştir.
    Son diplomat şehidimiz, 4 Temmuz 1994 tarihinde şehit edilen Atina Büyükelçiliği müsteşarı, kıymetli arkadaşım ve dostum Haluk Sipahioğlu’dur.
    Sipahioğlu, Eskişehir İTİA öğretim üyelerinden Prof. Dr. Yusuf Ziya Binatlı’nın eşinin kuzenidir. Paris’te OECD Büyükelçiliğimizde uzun süre aynı odayı kendisiyle paylaşmış idim.
    BDP Gaziantep katliamını kınamıştır ama Gaziantep’teki cenaze namazında BDP’den bir temsilci bulunmamıştır. Oysa TBMM’de temsil edilen tüm partilerden en üst seviyede katılım vardı.
    Acaba BDP neden cenaze törenine katılmadı? Yoksa birileri katliamı yapanın kimliğini biliyor muydu?
    Eğer terörü kınıyorsan bu laf ile olmaz, eylem ile olur. Törene gider, hayatını kaybeden sivillerin ailelerine başsağlığı dilersin.
    TBMM’de görev yapacaksın ve şehit ailelerinin ödediği vergilerden oluşan bütçeden maaş alacaksın, terör örgütü üyelerini kucaklayacaksın, sonra teröristlerin öldürdüğü çocukların cenaze namazına katılmayacaksın.
    Bir terör örgütü mensubu ile bir milletvekilinin sarmaş dolaş kucaklaşması, Türkiye dışında dünyanın hiçbir ülkesinde görülmemiştir.
    Avrupa Birliği Komisyon Sözcüsü Sebastien Brabant, teröre destek verildiği algısı oluşturacak her türlü hareketten kaçınılması gerektiğini söylemiştir: “Bizce yaşanan bu karşılaşmanın şartları tam olar net olmasa da, AB olarak beklentimiz sorumluluk pozisyonunda bulunan herkesten terörizmi açıkça kınaması ve teröre destek verildiği algısını oluşturacak her tür hareketten kaçınılmasıdır.”
    BDP Eşbaşkanı Gülten Kışanak Antep’teki katliamla ilgili şöyle demiştir: “Eğer bu eylemi PKK’lı biri yapmışsa Kürtlerin özgürlük davası zarar görür. Sivilleri hedef alan bir stratejiyi PKK’nın benimseyeceğini zannetmiyorum. Bizim de BDP olarak böyle bir olayı kabullenmemiz söz konusu değildir. Bu konuda kafamız çok net ve açıktır.”

    Katliamı yapanın belirlenmesinden önce söylenen bu sözlerin, katliamı gerçekleştirenin PKK’lı olduğu ortaya çıktıktan sonra devamının getirilmesi gerektiğini düşünüyorum.

    Terör örgütü ile aralarına mesafe koyamayan milletvekilleri Türk halkının temsilcisi olamaz. TBMM’de bunların görev yapması da doğru değildir. Bunlar hakkında Türkiye Cumhuriyeti yasaları uygulanmalıdır.
    Çünkü, ettikleri yemine sadık kalmamışlardır: “Devletin varlığını ve bağımsızlığını, yurdun ve halkın bölünmez bütünlüğünü… koruyacağıma… namusum ve şerefim üzerine and içerim.”

    Gaziantep’te yola park edilmiş bir aracın uzaktan kumanda ile patlatılması sonucu 9 kişinin ölümüne yol açan saldırıyla ilgili olarak PKK’nın silahlı kanadı HPG’nin açıklamasında, bu olayın kasıtlı olarak kendilerinin üstüne yıkılmaya çalışıldığı iddia edilmiştir:
    “Bu patlama ile güçlerimizin herhangi bir ilgisi bulunmamaktadır. Kamuoyu ve halkımız da bilmektedir ki güçlerimizin sivillere yönelik bir girişimi olamaz. Zaten KCK Yürütme Konseyi’nin yaptığı bayramda çatışmalardan kaçınma çağrısına güçlerimiz uymaktadır. Bayram sürecinde operasyonlardan kaynaklı yaşanan çatışmalar dışında güçlerimizin herhangi bir girişimi de olmamıştır.”
    Bu yöntem, örgütün 2006 ve 2007 yıllarında da uyguladığı bir taktiktir. Kamuoyu tepkisinin yüksek olduğu eylemlerde PKK bu bahaneyi sık sık kullanmıştır.

    PKK’nın önce inkar ettiği, daha sonra kabul etmek zorunda kaldığı eylemler dikkate alındığında açıklamanın, katliamı gerçekleştiren PKK’lı belirlenince büyük bir aldatmaca olduğu ortaya çıkmıştır.

    Gaziantep Valisi’nin açıklaması şöyledir: “2006 yılında kapatılan DTP gençlik çalışanı olarak ilimizde de daha sonra sözde Amanoslar bölgesi Osmaniye grubu içinde faaliyet gösteren Firaz kod adlı Murat Filiz isimli örgüt mensubunun ilimizdeki patlama olayını gerçekleştiren şahıs olduğu anlaşılmıştır.”

    23 Ağustos tarihli Hürriyet Gündem’de yer alan haber önemlidir: “Şüpheli PKK’nın bomba uzmanlarından. Suriyeli. Bahoz Erdal’a bağlı gruptan. Saldırı talimatını, Diyarbakır kırsalındaki ‘Doktor Aydın’ kod adlı terörist Hacı Türmak’tan aldı.”
    Türk kamuoyunda büyük tepki yaratan, PKK’yı bir terör örgütü olarak kabul etmeyen BDP’nin bile katliamı kınadığı, küçük çocukların hayatını kaybettiği katliamı PKK’nın üstlenmesi zaten mümkün değildi. Tıpkı geçmişte olduğu gibi. Çünkü;

    • 12 Eylül 2006 tarihinde Diyarbakır’ın Bağlar semtinde termos bomba patlatılmış, patlamada 7’si çocuk 10 kişi can vermiştir. PKK, “bir örgüt üyesinin inisiyatifiyle yapıldı” açıklamasının ardından gerçek ortaya çıkınca özür dilemiştir.
    • Kuşadası’nda 15 Temmuz 2007 tarihinde Kadınlar Plajı’na giden bir minibüste patlama meydana gelmiş, yolculardan İrlandalı Tana Whalen, İngiliz Helen Pallhall, Deniz Tutum, Uruk Yücedeniz ve Eda Okyay hayatını kaybetmiştir. PKK eylemi üstlenmemiştir ama daha sonra eylemciler yakalanmıştır.
    • Diyarbakır’da 3 Ocak 2008 tarihinde bir dershane önünde askeri servis aracı geçerken patlayan bomba sonucunda 6’sı öğrenci 7 kişi hayatını kaybetmiş, 66 kişi de yaralanmıştır. PKK önce eylemi üstlenmemiş, daha sonra eylemin yerel inisiyatifle gerçekleştirildiğini itiraf etmiştir.
    • 27 Temmuz 2008 tarihinde İstanbul Güngören’de 17 kişinin hayatını kaybettiği patlamada 154 kişi de yaralanmıştır. Zübeyir Aydar, saldırıyı kınamış ve üstlenmediklerini açıklamış, Güngören katliamını “kontrgerillanın yaptığını” söylemiştir ama katliamı yapan PKK’lılar yakalanmıştır. “PKK yapmadı” nakaratının sahiplerine Taha Akyol “Utandınız mı?” başlıklı bir yazı yazmıştı. (Milliyet, 4 Ağustos 2008)
    • 29 Nisan 2009 tarihinde Diyarbakır Lice’de askeri aracın geçişi sırasında mayınlı saldırıda 9 asker şehit olmuştur. PKK önce saldırıyı üstlenmemiş, daha sonra “operasyonlara tepki olarak yerel güçlerimizin inisiyatifiyle yapıldı” demiştir.
    • Eylül 2011’de Siirt’te 4 genç kızın içinde bulunduğu araç çapraz ateşe alınmış, saldırıda Zeynep Evin, Nergis Evin, Kevser Çekin ve Nurcan Olgaç olay yerinde can vermiştir. PKK olayı üstlenmemiş, sonra kabul etmek zorunda kalmıştır.
    • 20 Eylül 2011 tarihinde Ankara Kumrular Caddesi’nde park halindeki bir araçta meydana gelen patlamada 5 kişi hayatını kaybederken 60’a yakın kişi de yaralanmıştır. PKK eylemi çok sonra üstlenmiştir.
    • PKK, Mavi Çarşı katliamı, Küçükçekmece’de bir konfeksiyon mağazasına molotof atılarak iki genç kızın yakılması eylemlerini de inkar etmişti.
    PKK sivillere karşı eylemler yapıyor, sonra “Biz yapmadık, sivilleri hedef almayız” diyor.
    PKK, 2008 yılında yapılan 10’ncu Kongre’sinde eylem yaparken uluslararası savaş hukukuna uygun hareket edeceğini açıklayarak terör örgütü olmağını, uluslararası hukuk kapsamında savaşan siyasi bir örgüt olduğunu kamuoyuna açıklamıştır.
    Bunun anlamı açıktır: Uluslararası savaş hukuku kapsamına girmek.
    Gaziantep katliamını PKK yapmıştır ama BDP ilk defa bu eylemi kınamak zorunda kalmıştır. Çünkü eylem, insanlığa karşı bir suçtur.

    İkinci Dünya Savaşı sonrası kabul edilen Nürnberg Uluslararası Askeri Ceza Mahkemesi’nin yetki alanında insanlığa karşı suçlar sayılmıştır. Bu kapsamda adam öldürme insanlığa karşı işlenen bir suçtur.

    PKK, yaygın veya sistematik olarak, bir politikanın gerçekleşmesi için planlı bir şekilde sivilleri öldürmektedir. Siviller, kamu düzenini koruma görevini yürüten
    silahlı kuvvetler dışındaki tüm kişilerdir. Gaziantep katliamında hayatlarını kaybedenler (masum çocuklar dahil) bu kapsamdadır.
    Yeni TCK’da (Md.77) insanlığa karşı suçlar arasında “kasten öldürme” fiili de sayılmıştır. Bu suçlardan dolayı zamanaşımı işlemez.
    Türkiye, bu suçu işleyen kişilerin uluslararası ceza mahkemelerinde de yargılamasını gündeme getirebilir.
    Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç Gaziantep’teki bombalı saldırıya ilişkin, ”PKK ‘nın bunu sahiplenmemiş olması çok doğaldır. Çünkü buna benzer eylemleri hep o yapmıştır. Ama işin içine çocuklar, kadınlar girdiği zaman kamuoyunun toplumsal baskısından ve nefretinden kurtulmak için ilk planda bunu inkar etmiştir” demiştir.

    Kumrular Sokak’ta, Diyarbakır’da, Güngören’deki katliamlar ile öğrenci yurtlarında yangın çıkarmak, ateşe vermek gibi eylemlerin de bunlar arasında olduğunu belirten Arınç’ın tespiti şöyledir:
    ”Çetelesini tuttum 20’den fazla sivile yönelik eylem ki bireysel olarak değil topluca olarak, bunlar önce inkar edilmiş sonradan da onların yaptığı tespit edilmiş. Hatta, birkaç ay geçtikten sonra da yerel inisiyatif dedikleri ‘Ben kumanda edemiyorum, kendi başlarına bu işleri yapmışlar’ gibi mazeretlerin arkasına sığınmış olmaları.”
    PKK’nın arkasında Suriye’nin olduğu bir PKK’lı tarafından itiraf edilmiştir. Güneydoğu’da terörle mücadele sırasında yakalanan Suriye uyruklu Rodi Derik Kod adlı Rodi Şeref, güvenlik birimlerine verdiği ifadesinde örgütün Suriye istihbarat örgütü El Muhaberat ile olan ilişkisini gözler önüne sermiştir.

    Ayrıca PKK ile ASALA Ermeni terör örgütü arasında da sıkı ilişkiler vardır.

    21 Ağustos’ta 1973-1984 yılları arasında Türk diplomatlara suikast düzenleyen solcu ve aşırı milliyetçi Ermeni terör örgütü ASALA (Ermenistan’ın Kurtuluşu İçin Ermeni Gizli Ordusu- Armenian Secret Army for the Liberation of Armenia) Suriye krizi sebebiyle Türkiye’yi tehdit etmiştir.
    Panarmenian.net sitesinin haberine göre ASALA’nın basın servisi tarafından yayınlanan açıklamada, “Suriye’deki Ermeni toplumunun güvenliği ve sosyal birlikteliğini doğrudan ya da dolaylı olarak ihlal edilmesi ya da herhangi bir askeri maceraya girişilmesi durumunda Türkiye aynı önlemlerle karşılaşacaktır. -Any military adventurism or any direct or indirect violation of the security and the social cohesion of the Armenian community of Syria on the part of Turkey will be met by similar counter-measures” denilmiştir.
    Siteye göre ASALA, 1991 yılında Ermenistan bağımsızlığını kazandıktan sonra saldırılarını sonlandırmıştır.
    Site, Gaziantep katliamının arkasında ASALA’nın olduğunu Azerbaycan basınının savunduğunu da belirtmiştir.
    ASALA tarafından Türkiye’nin Santa Barbara (ABD) Başkonsolosu Mehmet Baydar ve Konsolos Bahadır’ın şehit edilmesiyle 27 Ocak 1973 tarihinde başlayan katliamlarda 34 dışişleri meslek mensubu ve 5 güvenlik görevlisi şehit edilmiştir.
    Son diplomat şehidimiz, 4 Temmuz 1994 tarihinde şehit edilen Atina Büyükelçiliği müsteşarı, kıymetli arkadaşım ve dostum Haluk Sipahioğlu’dur.
    Sipahioğlu, Eskişehir İTİA öğretim üyelerinden Prof. Dr. Yusuf Ziya Binatlı’nın eşinin kuzenidir. Paris’te OECD Büyükelçiliğimizde uzun süre aynı odayı kendisiyle paylaşmış idim.
    BDP Gaziantep katliamını kınamıştır ama Gaziantep’teki cenaze namazında BDP’den bir temsilci bulunmamıştır. Oysa TBMM’de temsil edilen tüm partilerden en üst seviyede katılım vardı.
    Acaba BDP neden cenaze törenine katılmadı? Yoksa birileri katliamı yapanın kimliğini biliyor muydu?
    Eğer terörü kınıyorsan bu laf ile olmaz, eylem ile olur. Törene gider, hayatını kaybeden sivillerin ailelerine başsağlığı dilersin.
    TBMM’de görev yapacaksın ve şehit ailelerinin ödediği vergilerden oluşan bütçeden maaş alacaksın, terör örgütü üyelerini kucaklayacaksın, sonra teröristlerin öldürdüğü çocukların cenaze namazına katılmayacaksın.
    Bir terör örgütü mensubu ile bir milletvekilinin sarmaş dolaş kucaklaşması, Türkiye dışında dünyanın hiçbir ülkesinde görülmemiştir.
    Avrupa Birliği Komisyon Sözcüsü Sebastien Brabant, teröre destek verildiği algısı oluşturacak her türlü hareketten kaçınılması gerektiğini söylemiştir: “Bizce yaşanan bu karşılaşmanın şartları tam olar net olmasa da, AB olarak beklentimiz sorumluluk pozisyonunda bulunan herkesten terörizmi açıkça kınaması ve teröre destek verildiği algısını oluşturacak her tür hareketten kaçınılmasıdır.”
    BDP Eşbaşkanı Gülten Kışanak Antep’teki katliamla ilgili şöyle demiştir: “Eğer bu eylemi PKK’lı biri yapmışsa Kürtlerin özgürlük davası zarar görür. Sivilleri hedef alan bir stratejiyi PKK’nın benimseyeceğini zannetmiyorum. Bizim de BDP olarak böyle bir olayı kabullenmemiz söz konusu değildir. Bu konuda kafamız çok net ve açıktır.”

    Katliamı yapanın belirlenmesinden önce söylenen bu sözlerin, katliamı gerçekleştirenin PKK’lı olduğu ortaya çıktıktan sonra devamının getirilmesi gerektiğini düşünüyorum.

    Terör örgütü ile aralarına mesafe koyamayan milletvekilleri Türk halkının temsilcisi olamaz. TBMM’de bunların görev yapması da doğru değildir. Bunlar hakkında Türkiye Cumhuriyeti yasaları uygulanmalıdır.
    Çünkü, ettikleri yemine sadık kalmamışlardır: “Devletin varlığını ve bağımsızlığını, yurdun ve halkın bölünmez bütünlüğünü… koruyacağıma… namusum ve şerefim üzerine and içerim.”

  • Hiroşima: Bir İnsanlık Suçu

    Hiroşima: Bir İnsanlık Suçu

    Temmuz ayı başında uluslararası bir konferansa katılmak için Japonya’da idim. Japonlar, benim gördüğüm beş kıtadaki uluslar arasında en nazik ve barış sever insanlar. Türkçedeki ifadeyle karıncayı bile incitmekten çekinirler.

    Dünyanın hiçbir ülkesinde tren kondüktörlerin kontrollerini yaptıktan sonra vagonu tek ederken, dönüp yolcuları selamladığına şahit olmadım.

    Japon tarihine baktığımızda, Japonlar Avrupa’daki gibi korkunç savaşlara taraf olmamışlar. İkinci Dünya Savaşı dışında binlerce yıllık tarihlerinde sadece Kore, Rusya ve Çin ile savaşları var.

    Fakat İkinci Dünya Savaşı’nda insanlık tarihinin en büyük felaketi ile karşılaşmışlar. İki Japon kenti Hiroşima ve Nagasaki, ABD tarafından atom bombası ile bombalanmıştır.

    Sapporo’daki toplantının bitiminden sonra, Türkiye’ye dönmeden önce Hiroşima’ya gittim.

    Hiroşima, Batı Japonya’nın Çugoku bölgesinde, insanlık tarihinde nükleer saldırıya uğrayan ilk kenttir. Tokyo’dan hızlı tren (Shinkansen) ile yaklaşık beş saatte gidilmektedir.

    Nazi Almanları’nın Yahudilere soykırım uyguladıkları Auschwitz ve Birkenau toplama kamplarını Polonya’da ziyaret ettikten sonra, ikinci büyük insanlık suçunun işlendiği Hiroşima’yı görmek istemişimdir.

    Japonya , 8 Aralık 1941 tarihinde ABD ve müttefikleri ile savaşa girmiştir.
    17 Temmuz 1945’de Almanya’nın Potsdam kentinde Müttefik liderleri Harry S Truman, Winston Churchill ve Josef Stalin’in katılımıyla Potsdam Konferansı açılmış, 26 Temmuz 1945 tarihinde Müttefikler Potsdam Bildirisi ile Japonya’yı teslim olmaya çağırmıştır.

    Fakat taslakta var olan İmparatorluk sisteminin korunmasına ilişkin madde kaldırıldığı ve şartsız teslim olma şartı sebebiyle Japon Başbakanı Kantarō Suzuki Potsdam Bildirisi’ni kabul etmemiştir.

    Bunun üzerine Başkan Truman nükleer savaşı sonlandırmak amacıyla Japonya’ya atom bombası atılmasına karar vermiştir.

    6 Ağustos 1945 tarihinde, bundan tam 67 yıl önce bugün yerel saatle 8.15’de Enola Gay adlı bir B-29 bombardıman uçağından bırakılan “little boy” isimli atom bombası Hiroşima’yı yok etmiştir.

    ABD saldırıyı Japonların en çok dışarıda oldukları sabah 08.15 olarak seçmiştir.
    Bundan tam 67 yıl önce bugün ABD, Japonya’nın Hiroşima kentine atom bombası atarak bir insanlık suçu işlemiştir.

    İnsanlık tarihi boyunca ilk defa Hiroşima’da kullanılan 15 bin tonluk TNT eşdeğerindeki patlayıcı, kentin yüzde 60′ı haritadan silmiş, kent üzerinde 13 kilometrekarelik bir radyasyon bulutu oluşmasına sebep olmuştur.

    ABD Hiroşima’daki saldırısından 3 gün sonra 9 Ağustos 1945 saat 11.02’de Nagasaki’de Plütonyum 239 tipi atom bombası “fat man” ile ikinci saldırıyı gerçekleştirmiştir.

    360 bin masum insanın ölümüne, on binlerce insanın yaralanmasına yol açan atom bombalarının zararları radyasyondan etkilenen insanların yakalandıkları genetik sakatlıklar da ilave edildiğinde, felaketten etkilenen insan sayısı milyonları geçmektedir.

    Bu sebeple 6 Ağustos insanlık tarihi açısından bir “soykırım” ve “utanç” günü olmalıdır.

    Savaşı sonlandırmak ve daha fazla insanın ölmesini önlemek amacıyla bile olsa, savaşa taraf olmayan kadın, yaşlı ve çocukların da ölmesine sebep olan ve radyasyon sebebiyle olumsuz etkileri hala devam eden bir katliamı insanlığın unutmaması gerekir.

    Bazı bilim insanlarına göre bu bombanın etkileri halen sürmektedir.
    Hiroşima’da yaşanan bu soykırım her yıl 6 Ağustos’da tüm dünyada ve Hiroşima’da yer alan Hiroşima Barış Anıt Parkı’nda milyonlarca kişi tarafından anılmaktadır.

    6 Ağustos 2005 tarihinde Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı Başkanı Muhammed El Baradey, (1997-2009 döneminde Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı Başkanı, Nobel Barış Ödülü sahibi ve son Mısır Başkanlık seçimlerinde aday) Hiroşima ve Nagasaki kentlerine 60 yıl önce Amerika’nın attığı atom bombasının yaptığı yıkımın, insan hayatı için nükleer silahların ortadan kaldırılması gerektiğini gösterdiğini söylemiştir.

    El Baradey, Viyana’da Hiroşima ve Nagasaki’ye atom bombası atılmasının 60’ıncı yıldönümü için düzenlenen anma töreninde yaptığı konuşmada, “Zamanın, dünyanın nükleer silahların ne kadar yıkıcı olduğunu unutmasına izin vermemesi gerektiğini” açıklamıştır.

    Hiroşima ve Nagasaki’ye atılan atom bombasının, bu tür silahların yayılmasının ve kullanılmasının neden önüne geçilmesi gerektiğini daima hatırlatması gerektiğini belirten Baradey, nükleer silahsızlanmanın, dünya ve insan ömrü için çok önemli olduğunu belirtmiştir.

    Atomu keşfeden Albert Einstein, Hiroşima ve Nagasaki’nin bombalanmasından sonra “Ben atomu iyi bir şey için keşfettim,ama insanlar atomla birbirlerini öldürüyorlar” diyerek bu çılgınlığa son verilmesini istemiştir.

    Kasım 1945’te The Atlantic Monthly dergisi için kaleme aldığı makalede, atom silahlarının kullanılmasına son verilmesi için bir Dünya Hükümeti’nin kurulmasını önermiş, aksi halde silahlanmanın kontrol edilemez hale geleceğini ifade etmiştir.

    Hiroşima, 6 Ağustos 1945′ten sonra, bir “barış kenti” olarak yeniden inşa edilmiş, bombanın yıktığı alanda, ayakta kalan ilk bina Hiroşima Barış Anıtı olarak seçilmiştir.

    Her yıl Hiroşima’da yaşamını yitirenler için anma töreni düzenlenmektedir. 6 Ağustos’ta atom deposuna dönüştürülen dünyada, nükleer silahlara sahip ülkelerin her an insanlığı yok edilebileceği biliniyor.

    Ancak, dünya üzerinde bombayla egemenlik kurabileceğine inanan devletler milyonlarca insanın her 6 Ağustos’ta yükselen çığlığına kulak tıkamaya devam ediyorlar.

    Bombanın düştüğü yer yakınında kurulan Barış Parkı’nda binlerce insan bir araya gelerek, bombalamada yaşamını yitirenlerin anısına saygı duruşunda bulunan insanları görmezden geliyorlar.

    Barış İçin Belediye Başkanları Örgütü (Mayors For Peace) bu aktivitelerde ön plandadır. 5.312 kent ve 153 ülkeyi (1 milyar insan) temsil etmektedir.
    Eskişehir’deki belediyelerin Örgüt’e üye olup olmadıklarını bilmiyorum. 2020 yılına kadar nükleer silahların kaldırılmasını amaçlayan bu örgüte üye değillerse, üye olmalarını öneririm.

    Çünkü, barış kenti Eskişehir’e bu yakışır.

    Nevşehir’de bugün Kapadokya Kültür ve Sanat Merkezi’nde “Hiroşima ve Nagazaki’ye Atılan Atom Bombaları 5 Bin Üye Kilometre Taşı” (The 5000 Member Milestone Exhibition) afiş sergisi açılmıştır.

    Hiroşima’daki müzeyi gezerken, insanlık adına utanç duydum. Müzenin çıkışındaki deftere ben ve eşim büyük Önder Atatürk’ün şu veciz sözünü herkes anlasın diye İngilizce yazdık:

    “Peace at Home, Peace in the World.”

  • İspanya, İzlanda ve Diğer Batılı Ülkelere Örnek Olmalı

    İspanya, İzlanda ve Diğer Batılı Ülkelere Örnek Olmalı

    İspanya’nın Bask bölgesinde faaliyet gösteren Amaiur Koalisyonu’ndan 2 milletvekilinin İspanya Meclisi’nde gündeme getirdiği 1915 olaylarına ilişkin Ermeni iddialarının tanınmasına ilişkin öneri, Dışişleri Komisyonu’nda 31 Mayıs 2012 tarihinde 3′e karşı 36 oyla reddilmiştir.

    Tasarıya sadece Birleşik Sol (IU) ile Bask bölgesinde faaliyet gösteren Bask Milliyetçi Partisi(PNV) destek verirken, iktidardaki Halk Partisi (PP) ve ana muhalefetteki Sosyalist İşçi Partisi (PSOE) başta olmak üzere diğer tüm siyasi partiler karşı çıkmıştır.

    Komisyon’da yapılan konuşmalar sırasında iktidar partisi PP’nin grup sözcüsü Jose Maria Beneyto, “Tarihi bir revizyon yapmaya karşı olduklarını, bunun yerine Türkiye ve Ermenistan arasındaki yakınlaşmayı teşvik etmek istediklerini” belirtmiştir.

    Ana muhalefet partisi PSOE’nun milletvekili Meritxell Batet de, “Fransa örneğinde olduğu gibi bu tip kararlar Türkiye-Ermenistan ilişkilerine olumsuz yansımaktadır. Uzlaşmayı teşvik etmek en yararlı yoldur, sadece bu şekilde gerçek bir çözüm olur” açıklamasında bulunmuştur.

    Demokrasi ve İlerici Birlik (UPyD) milletvekili Irene Lozano da, “Buraya gelip, Ermeniler için timsah gözyaşları dökmeden ve kahramanlıktan bahsetmeden önce Bask bölgesinde terör saldırılarında hayatını kaybedenler için ağlayın ve bu terör saldırılarını kınayın. Bence bu hareket tam bir ikiyüzlülük. Ermeniler için en kötüsü, onları sizin savunmanızdır” demiştir.

    İspanya Meclisi’nde gündeme getirilen öneriden önce Katalonya Cumhuriyetçi Sol Partisi’nin (ERC) Mart 2010’daki bir başka önerisi reddedilmişti.

    İspanya’da bu gelişmeler olurken, Kuzey’in en küçük ülkesi İzlanda faklı bir tutum izlemektedir.

    İzlanda, Avrupa Birliği üyeliği yakın Kuzey denizinde küçük bir ülkedir. Bu küçük ülkede Ermeni diasporası son günlerde etkin bir faaliyet içine girmiştir.

    Ermenistan devletine yakınlığı ile bilinen Panarmeniansitesi, () Hareket Partisi Milletvekili Margrit Tryggvadyttir’in, İzlanda Parlamentosu’nun soykırım iddialarını kabul etmesi için yasa teklifi hazırladığını Nisan ayında açıklamıştı. Site, Tryggvadyttir’in önerisine parlamentodaki bir diğer parti olan Dayanışma ve Gelecek Partisi’nden de destek geldiğini yazmıştı.

    Annesi Türk, Babası Ermeni Olan İlköğretim Öğrencisi Klara Yeteroğlu Ahmet Rasim Ödülünü Kazandı

    Türk basınında 21 Mayıs’ta yayınlanan bir haberin manşeti şöyleydi: Annesi Türk, Babası Ermeni Olan İlköğretim Öğrencisi Klara Yeteroğlu Ahmet Rasim Ödülünü Aldı, ABD’deki Ermeniler Yazıyı Manşet Yaptı”

    ABD’de Ermeni Soykırımı Araştırma Merkezi’nin (Armenian Genocide Recource Center), Internet sitesinin manşetindeki yazı şöyleydi: To be Armenian in Turkey (Türkiye’de Ermeni Olmak)

    Yazının sahibi Klara Yeteroğlu. Erdil Koleji 8. sınıf öğrencisi.

    Gazeteci, yazar, tarihçi, bestekar Ahmet Rasim’i genç kuşaklara tanıtmak, Ahmet Rasim ismini yaşatabilmek amacıyla Darüşşafaka Lisesi, bu yıl beşinci kez yarışma düzenlemiştir.

    Yarışmada Klara Yeteroğlu’nun “Benim adım Klara, Soyadım Yeteroğlu. Sanırım Bu Her Şeyi Özetliyor” başlıklı yazısı birinci olmuştur.

    “Kendimi bildim bileli bir tarafım Türk ve Müslüman, bir diğer tarafım da Ermeni ve Hıristiyan. Son yıllarda ülkemizde meydana konmak istenen bazı kavgaları ve anlaşmazlıkları görünce aklıma sorular geliyor. Neden yüzyıllarca bir arada yaşayan bu iki dost topluluk birbirine düşürülmek isteniyor? Acaba ben hangi tarafta olmalıyım? Ya da bir tarafta olmak zorunda mıyım?

    Ben annesi Türk, babası Ermeni olan biriyim. Ben bu ülkede Ermeni okulunda okuyup, kilisede ibadetimi yapabiliyorum. Ermenice çıkan gazete ve dergileri rahatlıkla satın alıp Ermeni gündemini takip edebiliyorum. Ulusal bayramlarımızı rahatlıkla kutlayıp cemaatimizle her türlü faaliyeti gerçekleştirebiliyorum. İşin ilginç yanı bütün bu faaliyetlerimizde devletimizin bize sürekli maddi manevi destek vermesini de büyük bir gururla ifade etmek istiyorum. Peki, o zaman sorun nedir? Bence sorun yine dış kaynaklı güçler. Bizim bu ülkede rahat olmamızı istemiyorlar. Ben hem Türk’üm hem de Ermeni. Ben aslında Türkiyeliyim. Benim gibi düşünen insanların da çok olduğunu düşünüyorum. Yeri geldiğinde Kurban Bayramı’nı, yeri geldiğinde Noel’i kutluyoruz. Biz herkese saygı duyuyoruz ve herkes de bize saygı duyuyor.

    Ben şu an bir Türk okulunda okuyorum. Arkadaşlarım, öğretmenlerim bana karşı en küçük bir ayrımcılık göstermiyorlar. Kendi inancımı rahatlıkla yaşayabilirken arkadaşlarımla her türlü konuda rahatlıkla konuşabiliyor, dertleşebiliyorum. Benim en iyi arkadaşlarım Türk ve sanırım ben de birkaç Türk arkadaşımın en iyi arkadaşıyım. Yıllar önce ne yaşandığını düşünmek ya da o günlerde yaşanan kötü olayların sonuçlarını bize çektirmek isteyenlerden bıktım artık. Bizi kendi halimize bırakmalarını ve dostça yaşamlarımıza müdahale etmemelerini istiyorum.”

    Ermeni sorunu, en azından Kürt sorunu kadar önemlidir. Çünkü sorun, 21 Eylül 1929 tarihinde Milletler Cemiyeti’nde gündeme getirilmiştir. Belgesi aşağıdadır.

    Kadına Yönelik Şiddetin Durdurulması İçin Bir Fırsat

    Bu köşede Çarşamba günü yayınlanan “Türkiye’de Kadına Şiddete Sıfır Tolerans” başlıklı yazım üzerine özellikle hanım okurlarımdan olumlu tepkiler aldım.

    Bu tepkilerin fiiliyata dönüşmesi için şimdi kendilerine bir fırsat doğmuştur.

    Avrupa Birliği, Türkiye’deki toplumsal cinsiyet eşitliği ve kadın hakları çalışmalarına, özellikle de Belediyeler Yasası’nın ilgili hükümlerinin uygulanmasını sağlamak üzere destek vermektedir.

    Türkiye ve Avrupa Birliği’nin kadın haklarının iyileştirilmesi yönündeki ortak çabaları kapsamında, kadına yönelik şiddetin önlenmesinde aktif rol alan sivil toplum örgütlerinden, 24 ilde yürütülecek projeler için hibe başvurusunda bulunmaları mümkündür.

    Başvuru için son tarih 27 Temmuz 2012’dir.

    Hibe programı, yerel ve ulusal sivil toplum örgütlerinin kadına yönelik şiddeti engelleme çabalarının güçlendirilmesi, bu örgütler arasında ağ oluşturma çalışmalarının teşvik edilmesi ve kadınlara yönelik hizmet sunan yerel yönetimlerle ortaklıkların desteklenmesi amacıyla 2.97 milyon Euro’luk bir fon oluşturulmuştur.

    Hibe projeleri, aile içi şiddete maruz kalan kadınlara destek sağlanması için 24 ilde şiddetten koruma hizmetlerinin kaliteli şekilde sunulmasına katkıda bulunacak, ülkede toplumsal cinsiyet eşitliğini geliştirecek etkili çözümlerin aranması için halka en yakın kuruluşlar olan yerel yönetimlere, kadın haklarının aktif şekilde savunulması konusunda destek sağlayacaktır.

    Projeler; Adana, Afyon, Ankara, Antalya, Bursa, Çanakkale, Denizli, Düzce, Erzurum, ESKİŞEHİR, Gaziantep, Isparta, İstanbul, İzmir, Kırşehir, Kocaeli, Konya, Manisa, Mersin, Nevşehir, Sakarya, Samsun, Şanlıurfa ve Trabzon illerinde uygulanacaktır.

    İçişleri Bakanlığı Mahalli İdareler Genel Müdürlüğü programın teknik uygulamasından, Merkezi Finans ve İhale Birimi idari ve mali uygulamadan sorumlu kuruluşlardır.

    Hibe programı ve başvuru süreçlerine ilişkin sorular ve bilgi talepleri en geç 27 Temmuz 2012 saat 16.00’ya kadar ihale biriminin e-posta adresine (vaw@cfcu.gov.tr) iletilebilir.

    Başvuru belgeleri aşağıdaki adreslerden indirilebilir: ; figen.tunckanat@eeas.europa.eu


    Anadolu Üniversitesi’nden 5 Bin Öğrenci Mezun Oldu

    17 Haziran Pazar günü Atatürk Stadyumu’nda yapılan törenle, 2011-2012 öğretim yılında Anadolu Üniversitesi’nden 5 bine yakın öğrenci mezun olmuştur.

    Törene, rektör Prof. Dr. Davut Aydın, rektör yardımcıları, AÖF, İktisat ve İşletme Fakülteleri Dekanları, Senato ve Yönetim kurulu üyeleri ile öğretim elemanları, öğrenciler ve velileri dahil binlerce kişi katılmıştır.

    15 Haziran Cuma günü Radyo A’da Nur Demir’in sunduğu Misafir Odası programına katılan Rektör Aydın, bilginin çok hızlı eskidiğini açıklayarak “Zaten mezun oldukları gün bilginin yarısı eskimiş oluyor. O nedenle bu bilgi çağında bildiğiniz gibi ‘Yaşam Boyu Eğitim’ vizyonumuz içerisinde ikinci üniversite uygulamamız var. Bunu dışında sertifika programlarımız var. Eylül ayında en yakın Açıköğretim Bürosuna giderek mezunlarımız ikinci üniversite programlarımıza katılsınlar. İkinci üniversite olarak eğitimlerini sürdürsünler ki kendilerini yenilesinler. Bunun dışında yine sertifika programlarına girsinler. Böylelikle kendilerini sürekli geliştirmek zorundalar. Anadolu Üniversitesi ailesinin bir üyesi olarak ilişkilerinizi devam ettirin diyoruz” demiştir.

    Tören sonrasında bu yılın sanatçı konuğu olan Ayhan Sicimoğlu ve Latin All Stars’ın konserini onbinlerce davetli büyük bir coşku ile izlemiştir.

    Üniversitemizden bu yıl diploma alan tüm mezunlarımızın vatanımızın bölünmez bütünlüğüne sahip çıkarak ülkemize ve insanlığa faydalı olmaları benim bir hoca olarak dileğimdir.

    Bundan sonraki yaşamları sağlıklı, mutlu ve başarılı olsun.

    Tüm mezunlarımızın üniversiteleri ile olan ilişkilerini mezuniyetten sonra da devam ettirmelerini, kendilerini geliştirmeleri için uzaktan eğitim sistemi içinde meslekleri ile ilgili konulardaki yayınları izlemelerini özellikle tavsiye ediyorum.

  • Türk Dünyası’nın Kültür Başkenti Eskişehir

    Türk Dünyası’nın Kültür Başkenti Eskişehir

    UNESCO Somut Olmayan Kültürel Miras Hükümetlerarası Komitesi Endonezya’nın Bali adasında 22-29 Kasım 2011 tarihlerinde yapmış olduğu 6’ncı Olağan Toplantısında,  2013 yılında yapılması planlanan etkinlikler programını görüşmüştür.

    Gündemin 21’nci maddesinde Türkiye’nin kutlama takvimi  kabul edilmiş ve  Eskişehir’in 2013 yılında Somut Olmayan Kültürel Miras Başkenti olması uygun bulunmuştur: “Madde 21: 2013 yılının Sözleşmenin kabulünün 10. Yılı olması nedeniyle yapılacak ulusal ve uluslararası etkinlikler ele alındı. Bu kapsamda Taraf  Devletler tarafından önerilen kutlama programı kabul edildi. Bu kapsamda aralarında Eskişehir’i 2013 yılında Somut Olmayan Kültürel Miras Başkenti İlan Etme projesi de kabul edilmiş oldu. Türkiye’nin ilan edilen bu karar doğrultusunda 2013 yılı SOKÜM etkinliklerini Eskişehir’de yapması beklenmelidir. “

    Eskişehir’in seçiminde, kültürel zenginliklerin ve farklı kültürel toplulukların birarada yaşadığı kent kimliği öne çıkmıştır.

    Bu doğru bir tespittir. Eskişehir, yerli halkın ve başta Kırım olmak üzere, Kafkasya, Balkanlar ve Kazan’dan göçenlerin uyum içinde yaşadıkları bir kenttir. Eskişehir’in seçiminde, somut olmayan kültürel mirasları kültürel çeşitlilik içinde yaşatması ve gelecek kuşaklara bunları aktarması da dikkate alınmıştır.

    Türkiye’nin 2013 yılında yapacağı somut olmayan kültürel miras alanındaki bilimsel, kültürel ve sanatsal etkinlikler, Eskişehir’i  bir yıl boyunca Türk dünyasının başkenti yapacaktır.

    Eskişehir 2013 yılında sempozyumlara ev sahipliği yapacak,  somut olmayan kültürel miras alanında sanatlarını icra edenlerin Merkezi olacaktır.

    Kuruluşundan itibaren ortak Türk kültürünün araştırılması, geliştirilmesi, tanıtılması ve gelecek kuşaklara aktarılması için faaliyetlerini sürdüren TÜRKSOY, 2010 yılında İstanbul’da düzenlenen Türk Dili Konuşan Ülkeler Devlet Başkanları 10’ncu Zirvesi’nde Türk Dünyası Kültür Başkenti uygulamasını önermiş ve bu öneri oybirliği ile kabul edilmiştir.

    Alınan karar doğrultusunda Astana  2012 Türk Dünyası Kültür Başkenti olarak ilan edilmiştir.

    Açılış töreni;  24 Şubat 2012 tarihinde TÜRKSOY Dönem Koordinatörü Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, Azerbaycan Kültür ve Turizm Bakanı Ebulfez Garayev, Kırgızistan Kültür Bakanı İbrahim Cunusov, KKTC Turizm Çevre ve Kültür Bakanı Ünal Üstel, Altay (R.F) Kültür Bakanı Vlademir Konçev ve Başkurdistan (R.F.) Başbakan Yardımcısı Salavat Sagitov’un katılımlarıyla Kazakistan Kültür ve Bilgi Bakanı Darhan Mınbay’ın ev sahipliğinde düzenlenmiştir.

    Başbakan Recep Tayyip Erdoğan geçen hafta Kazakistan ziyareti sebebiyle  22 Mayıs’ta   BNews.kz ajansına verdiği röportajda kendisine sorulan “Bu sene Astana Türk dünyasının kültürel başkentli olarak ilan edildi. Türk şirketleri Astana’nın inşasına önemli katkı sağladılar. Bir zamanlar İstanbul şehrinin belediye başkanı ve şimdi hükümet başkanı olarak Astana şehrinin gelişmesi hakkında ne düşünüyorsunuz?”sorusuna şu cevabı vermiştir:

    “Kazakistan’ın hızla gelişmesinin sembolü olan Astana şehrinin inşasında Türk şirketlerinin de büyük emekleri vardır. Şahsen ben bundan övünç duyuyorum. Astana şehrinin 2012 yılında Türk dünyasının kültür başkenti olarak ilan edilmesi, hiç şüphesiz ki, gurur verici bir olaydır.” )

    18 Mayıs 2012 tarihli Resmi Gazete’de Eskişehir’in 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti olmasıyla ilgili Yasa yayımlanarak yürürlüğe girmiştir.
    Anadolu Ajansı’nın, Eskişehir’in Kültür Başkenti olmasıyla ilgili haberi İstasyon Caddesindeki konuşan iki kadın heykeli fotoğrafını koyarak yayınlaması ise ilginçtir.
    Yasa’ya göre kurulacak olan Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı, Eskişehir’i 2013 yılı Türk Dünyası Kültür Başkenti olarak hazırlayacak, bu amaçla 2013 yılında yapılacak etkinlikleri planlayıp, yönetecek, kamu ve sivil kuruluşların yapacakların koordinasyonunu sağlayacaktır.
    Merkezi Eskişehir’de bulunacak Ajans, tüzel kişiliğe sahip olacaktır. Ajans, Koordinasyon Kurulu, Danışma Kurulu, Yönetim Kurulu ve Genel Sekreterlikten oluşacaktır.
    Ajansın gelirleri; Eskişehir İl Özel İdaresi, Eskişehir Büyükşehir, Odunpazarı ve Tepebaşı Belediyelerinin 2012 ve 2013 bütçelerine bu amaçla konulacak ödenek, Eskişehir Ticaret ve Sanayi Odaları tarafından 2012 ve 2013 yıllarında aktarılacak tutarlar, genel bütçeden yapılacak yardımlar, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi ile Anadolu Üniversitesi’nden 2012 ve 2013 yıllarında alınacak tutarlar, her türlü naklen yayın, reklam ve sponsorluk gelirleri ile bağış ve yardımlardır.

    Eskişehir’in gelecek yıl Türk Dünyası’nın Kültür Başkenti olması sebebiyle bu köşede 27 Şubat 2012 tarihinde   yayınlanan yazımda dile getirdiğim konuya bir defa daha değinmek istiyorum.

    Başta Fransa olmak üzere bazı Avrupa ülkelerinde Ermeniler sözde Ermeni soykırım anıtları dikmektedirler . Bunların en önemlisi Paris’in Sevr banliyösündeki sözde Ermeni Soykırım anıtıdır.

    Fransa, Osmanlı İmparatorluğunu tarihe gömen Sevr (Sevres) Anlaşması’nın imzalandığı Paris’in Sevr banliyösündeki seramik müzesinin önüne Ermeniler tarafından 8 Mart 2001 tarihinde Ermeni soykırım anıtı açılmasına izin vermiştir. Anıtın üzerinde “1915’te Jön Türk Hükümeti tarafından Birinci Dünya Savaşı’nda soykırıma uğratılan 1.5 milyon Ermenin anısına”yazılıdır.

    Müze’nin önüne sözde Ermeni soykırım anıtı dikilmesinin sebebi şudur: “Biz Ermeniler Türkiye Cumhuriyetini kuran Lozan Anlaşmasını tanımıyoruz. Bizler Sevr Anlaşması’nın halen yürürlükte olduğunu kabul ediyoruz. Çünkü Sevr’de büyük Ermenistan vardır.”

    Bakü’de bir sanat eseri olan Hocalı Soykırım Anıtı yapılmıştır. Bu anıtın bir benzerinin (aynısının) Türk Dünyası Kültür Başkenti etkinlikleri kapsamında Eskişehir’de Kızılay Meydanı’na dikilmesini öneriyorum.

    Meydanın ortasına anıtın dikilmesi, Eskişehir’in bir Türk Dünyası Kültür Başkenti olmasına katkı sağlayacaktır. Meydanın 100 metre ilerisinde de Kırım Türklerinin 18 Mayıs Kırım Sürgün Anıtı vardır.

    Tarihte soykırıma ve sürgüne uğramış iki Türk kavminin anıtlarının aynı mekanlarda bulunması çok anlamlı olacaktır.

    Eskişehir’de Kırım Türklerinin Kırım’dan sürgün edilişini anmak için Dr. Tacettin Sarıoğlu’nun Tepebaşı Belediye Başkanlığı döneminde 2007 yılında temelini attığı Tunalı Parkı’nda  polyester malzeme kullanılmadan yapılan Kırım Sürgün Anıtı’na komşu Hocalı Soykırım Anıtı’nın dikilmesi, Türk Dünyası Kültür Başkenti olan Eskişehir’e çok yakışır.

    Bir Kırım Türkü, Kırım Gelişim Vakfı kurucu üyesi ve Eskişehir Kırım Derneği’nin eski başkanı olarak Kırım Sürgün Anıtı’nın  açılması için girişimde bulunan biri olarak, Eskişehir’e bir de Hocalı Soykırım Anıtı açılması için Eskişehirlilerden destek bekliyorum.

    Bakü’deki Hocalı Soykırım Anıtı’nın bir benzerinin Eskişehir’e 2013 yılında kazandırılması için Bakü’de yaşayan ve bir Azeri Şirketi’nde üst seviyede yönetici olan öğrencim Reşat Ahmedov, heykel yapım giderlerinin yarısını, ulaşım giderlerinin ise tamamını karşılayabileceklerini bana ifade etmiştir.

    Hocalı soykırımından sonra Azerbaycan’da ve diğer ülkelerde Hocalı soykırım anıtları açılmaya başlamıştır. Bu anıtların ilki Hollanda’nın başkenti Lahey’de (Den Haag) inşa edilmiştir. 2008 yılında Budapeşte’de Hocalı soykırım anıtı yapılmıştır. 24 Şubat 2012 tarihinde de Bosna-Hersek’in  Başkenti Saraybosna’da Hocalı Katliamı Anıtı açılmıştır.
    Türkiye’de ilk Hocalı Soykırımı Anıtı Ankara’nınKeçiören Belediyesi tarafından 2005 yılında dikilmiş, daha sonra diğer kentlerde de soykırım anıtları yapılmıştır.

    Başta TBMM Milli Eğitim Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Nabi Avcı olmak üzere tüm Eskişehir Milletvekilleri ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından desteklenen Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti projesi kapsamında Eskişehir’de  Hocalı Soykırım Anıtı’nın inşa edilmesi, Türkiye ve Azerbaycan’ı  birbirine daha da yaklaştıracak, Türk Dünyası’na da  örnek olacaktır.

    1990-1992 yılları arasında Türk Cumhuriyetlerinden sorumlu olarak Başbakanlık Başmüşavirliği’nde görev yaparken Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinin başkentlerine gittiğimde gördüğüm sosyalist liderlerinin abartılı heykelleri artık bu coğrafyada yoktur.

    Komünist yönetimler işbaşından gittikten sonra bu anıtların büyük bir kısmı sökülmüş, bunların yerlerine Türk Dünyası’nın önde gelenlerinin ve de soykırıma uğrayan Türk halklarının anısına heykeller yapılmıştır.

    Bunlardan biri Taşkent’teki Ali Şir Nevai Anıtı, (Farsça’nın resmi dil olduğu, Türk aydınlarının bu dille eser vermeyi hüner kabul ettiği bir zamanda Nevai, Çağatay TürkçesininFarsçadan üstün bir dil olduğunu savunmuştur)  diğeri ise Bakü’deki Hocalı Soykırım Anıtı’dır.

    Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Anadolu Üniversitesi’nin ortaklaşa düzenlediği İşbirliği Çalıştay’ında Bakanlık Müsteşarı Özgür Özaslan’a Eskişehir’de Hocalı Soykırım Anıtı yapılması konusunu ilettim ve Bakanlığın bu konuya sıcak bakabileceği cevabını kendisinden aldım.

    Bu girişime tüm okurlarımdan ve Eskişehirli hemşerilerimizden destek bekliyorum.

  • On Yıl Sonra Türkiye’de Eksen Kayması Olur mu?

    On Yıl Sonra Türkiye’de Eksen Kayması Olur mu?

    Türkiye’nin 2023 Vizyonu ve Uluslararası İlişkiler

    Anadolu Üniversitesi

    22 Mayıs 2012

    Prof. Dr. S. Rıdvan Karluk

    Anadolu Üniversitesi

    İktisat Fakültesi Dekanı

    Ignoranti quem portus petat nullus ventus suus est”

    Hangi kapıya yöneldiğini bilmeyen hiçbir zaman uygun esen rüzgarı bulamaz.”

    Lucius Annaeus Seneca

    Türkiye, Tanzimat’tan bu yana Batı’ya yönelmiş dünyadaki tek Müslüman ülkedir. Ayrıca Türkiye, laik ve demokratik ilkeleri benimsemiş, Batı dünyası ile ortak sınıra sahip ve ona komşu, AB ülkeleri ile tarihi ilişkileri bulunan, dünya üzerinde mevcut 57 islam ülkesi arasında ekonomik, politik, sosyal, kültürel ve sportif alanlarda en gelişmişler arasında yer alan, hayat tarzı olarak kendi kültürel değerlerini koruyarak Batı’yı seçmiş bir ülkedir.

    Büyük Önder Atatürk’ün ifade ettiği gibi Türkler, Batı’ya yönelmiş bir millettir. Atatürk, 29 Ekim 1923 tarihinde bu konudaki tercihini şöyle açıklamıştır: “Memleketimizi asrileştirmek istiyoruz. Bütün çalışmamız Türkiye’de asri binaenaleyh batılı bir hükümet vücuda getirmektir. Medeniyete girmek arzu edipte Batı’ya yönelmemiş millet hangisidir?”

    Atatürk’ün bu direktifi üzerine Türkiye Cumhuriyeti ilan edildikten sonraki tüm hükümetler Batı Dünyası ile olan ilişkileri geliştirmek için çaba harcamışlardır. Bu kapsamda Türkiye Cumhuriyeti, Uluslararası Futbol Federasyonları Birliği (FİFA) 1923; Avrupa Konseyi 9 Ağustos 1949; Avrupa Yayın Birliği (EBU) 1950; Stratejik İhracatın Çok Taraflı Kontrolü Koordinasyon Komitesi (COCOM) 1953; Avrupa Sivil Havacılık Konferansı (ECAC) 1955; Eurochambers 1958; Avrupa Sanayici ve İşverenler Konfederasyonu Birliği (UNICE) 1958; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM, ECHR) 1959; Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) 14 Aralık 1960; Avrupa Futbol Federasyonları Birliği (UEFA) 1962; Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT, OSCE) 25 Haziran 1973; Uluslararası Enerji Ajansı (IEA) 15 Kasım 1974; Kara Paranın Aklanmasının Önlenmesine İlişkin Mali Çalışma Grubu (FATF) 24 Eylül 1991; Europol 1999; Avrupa Patent Ofisi (EPO) 1 Kasım 2000; Avrupa Telekomünikasyon Standartları Enstitüsü (ETSI) 14 Aralık 2011 ve bazı Avrupa Birliği Ajanslarına üye olmuştur. (S. Rıdvan Karluk, Uluslararası Kuruluşlar, Beta, İstanbul, 2007)

    Türkiye için zaman zaman “Batıya giden gemide Doğuya koşan ülke” benzetmesi de yapılmıştır ama bunun doğru olmadığı Türkiye’nin üye olduğu Avrupalı ekonomik, askeri ve siyasi kuruluşlar tarafından ispatlanmıştır. Türkiye’nin dışında hiçbir Batı dünyası dışındaki ülke yukarıda sayılan Avrupalı kuruluşlara üye değildir.

    Uluslararası ekonomik ve siyasi ilişkilerde ülkelerin birbirlerini nasıl algıladıkları çok önemlidir. Bu algı, tarafların birbirlerine karşı tarihsel imaj ve kültürel birikimlerin etkisinden geçerek oluşur. Algılar bazen peşin yargılardan etkilenir ama algıların varlığı maddi gerçekliğin küçümsenmesi anlamına gelmez. Maddi gerçekliğe anlam kazandıran ise, o gerçekliğe taraflarca atfedilen önlemdir. Günümüzün küresel dünyasında algılar statik olmayıp hızla değişebilmektedir. Tarafların eylemleri algıları doğurur. Bu sebeple eylem değişince algı da değişebilir.

    Türkiye’nin gösterdiği ekonomik performans ve izlediği aktif dış politika, ülkemizin Batı dünyasındaki algısının değişmesini sağlamıştır. Türkiye değişirken Batı’nın Türk dış politikası algısı da değişmektedir.NATO üyeliğinden sonra Türkiye, Batı Dünyası’nın sadık bir müttefiki olarak algılanmıştır. Türkiye’nin dış politikada belli değer ve ilkeler belirleyerek bunları uygulamaya koyması, son yıllarda ABD ve Avrupa Birliği’nde endişe doğurmuştur ama bu, bir eksen kayması anlamına gelmemektedir.

    NATO Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi, ABD’nin Chicago kentinde NATO’nun en yüksek karar organı Kuzey Atlantik Konseyi’nin açılış oturumuyla 20 Mayıs’ta başlamıştır. NATO üyeleri arasında en fazla ilgi gören ülkeler arasında Türkiye bulunmaktadır. McCormick Kongre Merkezi’nde düzenlenen zirvede Türkiye’yi, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ve Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz temsil etmektedir.

    ABD’de üçüncü, başkent Washington dışındaki bir kentte ise ilk kez düzenlenen NATO zirvesinde, 28 NATO üyesi ülkenin yanı sıra Afganistan konusundaki oturumla birlikte 60 kadar ülke ve kuruluş da temsil edildiği için zirve, şimdiye kadarki en geniş katılımlı NATO toplantısıdır.

    Cumhurbaşkanı Gül’ün zirvede Fransa’nın yeni seçilen Cumhurbaşkanı François Hollande ile görüşmesi, Türkiye- Fransa ve Türkiye- AB ilişkilerinin geleceği açısından önemlidir. Çünkü Fransa Türkiye AB müzakere sürecini tıkayan iki ülkeden biridir. Ayrıca yeni Cumhurbaşkanı eski Cumhurbaşkanı Sarkozy gibi sözde Ermeni soykırımını desteklemektedir. Bu durum, iki ülke ve AB Türkiye ilişkileri açısından kırılgan bir nokta olup, eksen kayması için uygun bir ortam yaratmaktadır.

    Türkiye’nin dünyada daha etkin bir rol oynamasını istemeyenler, eksen tartışması gibi yapay bir tartışma başlatmışlardır. 2023 yılında dünyanın en büyük 10 ekonomisi içinde yer alma hedefi biraz iddialı olsa da, bazı araştırmalar Türkiye’nin ekonomik büyüklük (GSMH) açısından dünyanın ilk yirmi ekonomisi (12’nci büyük ekonomi) arasında olacağı tahmininde bulunmaktadır. ; EU ISS, Global Trends 2030,s.64; TÜSİAD, Vizyon 2050 Türkiye Raporu, 27 Eylül 2011.

    İstanbul’da 10 Haziran 2010 tarihinde düzenlenen 3. Türk-Arap İşbirliği Forumu çerçevesinde Türkiye, Suriye, Ürdün ve Lübnan Dışişleri Bakanlarının bir araya gelerek imzaladıkları bildiri ile uzun vadeli stratejik ortaklığın geliştirilmesi ve ekonomik entegrasyona doğru ilerlenmesi için Yüksek Düzeyli Dörtlü İşbirliği Konseyi (YDDİK) kurulmuştur. Fakat Suriye’deki son gelişmeler bu girişimin başarı şansını yok etmiştir. Bu tip girişimler, hiçbir şekilde Türkiye’nin yüzünü doğuya çevirdiği anlamına gelmemekte ve eksen kayması olarak da yorumlanmamaktadır.

    1950 yılında Adnan Menderes Hükümeti döneminde TBMM kararıyla Kore Savaşı‘na Birleşmiş Milletler komutası altında ABD ve Güney Kore‘nin yanında çarpışmak üzere asker gönderilmesiyle Batı dünyasının askeri kanadı NATO ile başlayan ilişkiler hızla gelişmiştir. Kuzey Atlantik Anlaşması’na Londra’da 17 Ekim1951 tarihinde düzenlenen bir Protokol ile Türkiye ve Yunanistan‘ın da katılımları onaylanmıştır. Böylece Türkiye, 18 Şubat 1952 tarihinde NATO’ya üye olarak Batı dünyasının askeri koruma şemsiyesi altına girmiştir.

    4 Nisan 1949 tarihinde Washington Anlaşması ile kurulan NATO, bir kollektif savunma örgütüdür. Kurucu Anlaşma’nın beşinci maddesi Türkiye açısından önemlidir. Bu madde, herhangi bir üyeye saldırıldığında, bu saldırıyı tüm üyelere karşı yapılmış bir saldırı olarak kabul etmektedir. Nitekim ABD’nin NATO Daimi Temsilcisi Ivo Daalder, ”Türkiye’ye Suriye’den ya da başka herhangi bir yerden bir saldırı olması halinde, NATO’nun 5’nci maddesinin işletilmesinin değerlendirilebileceğini” söylemiştir. )

    ABD Dış İlişkiler Konseyi (Council on Foreign Relations: CFR) Amerika’nın önde gelen düşünce kuruluşlarından biridir. Barack Obama, George W. Bush’tan başkanlık görevini almadan önce Obama’ya Ortadoğu’da yol haritası çizen “Dengenin Yeniden Kurulması: Sonraki Başkan İçin Ortadoğu Stratejisi” (Restoring The Balance: A Middle East Strategy For The Next President) Rapor’u CFR ile Brookings Enstitüsü (Saban Center)ortaklaşa hazırlamışlardı. Rapor, Obama için Ortadoğu ve Türkiye konusunda bir yol haritası oluşturmuş, Türkiye’nin arabuluculuğunda devam eden İsrail ile Suriye dolaylı görüşmelerinin barışı sağlamaya katkıda bulunduğuna işaret etmiştir.

    Dış İlişkiler Konseyi bu defa 8 Mayıs’ta New York’ta, ABD eski Dışişleri Bakanlarından Madeleine K. Albright ve ABD’nin eski ulusal güvenlik danışmanlarından Stephen J. Hadley’in eş başkanlığını yaptığı, CFR uzmanı Steve A. Cook direktörlüğünde toplam 23 uzmandan oluşan çalışma grubunun hazırladığı “Türkiye-ABD İlişkileri: Yeni Ortaklık” (U.S.-Turkey Relations A New Partnership) başlıklı raporu açıklamıştır.

    23 uzman arasında Soner Çağatay, (Washington Institute for Near East Policy), Nur O. Yalman, (Harvard University) ve bir Kırım Türkü, Osmangazi Üniversitesi’nde Yrd. Doç. olan Naci Bayraçlı’nın yeğeni Elmira Bayraşlı da vardır. )

    Rapor, yeni ortaklık kavramına açıklık getirmeye çalışmakta, Türkiye’nin son 10 yılda dış politikada önemli bir aktör olduğuna dikkati çekmektedir. İran’ın nükleer programı konusunun çözülmesi için Türkiye’nin sunduğu katkı, Irak ve Suriye ile son zamanlarda yaşadığı sorunlara rağmen istikrarın sağlanması konusundaki çabaları ve Ortadoğu’da model olarak gösterilmesi, Afganistan’dan Pakistan’a, Kafkaslar’dan Balkanlar’a ABD ile birçok noktada ortak bir vizyonu paylaşmasıRapor’da öne çıkan olumlu tespitlerdir.

    Bununla beraber İran’ın nükleer programı konusunda yaşanan istikrarsızlıklar, İsrail ile Türkiye arasındaki sorunlar, İslam’ın siyasi yaşamdaki etkisi konusunda dış dünyadaki kaygının varlığını sürdürmesi Rapor’da yer alan olumsuz tespitlerdir.Türkiye’nin bu sorunları giderecek önlemlere başvurması Türkiye’den istenmektedir.

    ABD Başkanı Obama ile Başbakan Erdoğan arasındaki görüşmelerin daha kurumsal ve kalıcı bir şekilde yaygınlaştırılması ve kalıcı hale getirilmesi de Rapor’da yer almaktadır.ABD ile Türkiye arasındaki ilişki Obama’nın Türkiye ziyaretinde TBMM’de yaptığı konuşma bugüne kadar “stratejik ortaklık” olarak tanımlanmıştı. Fakat o günden sonra ilişkiler “model ortaklık” olarak isimlendirilmeye başlanmıştır. Rapor’da stratejik ortaklık ve model ortaklık tanımının ötesinde, ilişkinin öncelikle ne olduğunun tanımlanması gerektiğine dikkat çekilmektedir.

    Türkiye’nin önemli bir ülkesi olan ABD ile ilişkileri gelişirken, NATO’nun Avrupa Kanadı’nı oluşturan Avrupa Birliği ile ilişkilerde son dönemde bir durgunluk gözlenmektedir.Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı (SETA) tarafından 10 Mayıs’ta açıklanan Avrupa’da Türk Dış Politikası Algısı (European Perceptions of Turkish Foreign Policy) Rapor’una göre Avrupalıların Türk dış politikası algısı rasyonel temellere dayanmaktadır. Avrupalılar, Türkiye’nin bölgesinde giderek artan etkinliğinden ve yapıcı rolünden memnuniyet duymakta ve Türkiye’nin çok yönlü diplomasisinin küresel bir aktör olmayı hedeflediğine vurgu yapmaktadır.

    SETA’dan Müjge Küçükkeleş, son dönemde dünya kamuoyunda Türk dış politikası hakkında yapılan tartışmalar çerçevesinde “Türkiye nereye gidiyor?” sorusundan yola çıkılarak yapılan araştırmanın amacının, Avrupalı entelektüellerin (karar alıcılar, siyasetçiler, akademisyenler, uzmanlar, gazeteciler) son on yılda izlenen Türk dış politikası hakkındaki algılarını ortaya koymak olduğunu söylemiştir.

    İngiltere, Fransa ve Almanya’da toplam 32 derinlikli mülakat gerçekleştirerek yapılan çalışma, sadece üç ülke ile sınırlandırılmış olması sebebiyle Avrupa kamuoyunda var olan genel algıyı yansıtmaktan çok, karar alma süreçlerini etkileyecek aktörlerin algısını ölçmeye yöneliktir.

    SETA Dış Politika Direktörü Talip Küçükcan, Avrupa’daki Türk dış politikası algısının olumlu olduğunu vurgulamış, Türkiye’nin dış politikası ile ilgili soru işaretlerinin de olduğunu söyleyerek Türk dış politika yapıcılarının söylemlerinde daha dikkatli olmaları gerektiğini belirtmiştir. Küçükcan, Türk dış politikasına kültürel ya da ideolojik bir perspektiften çok daha rasyonel ve objektif bir bakış açısının hâkim olduğunu açıklamıştır.

    2003 yılında Türkiye’nin Irak işgaline onay vermemesiyle birlikte özellikle ABD’de öne çıkan eksen kayması tartışmalarının Avrupa’da pek karşılık bulmadığını söyleyen Küçükcan, Türkiye’nin Ortadoğu politikalarının ideolojik değil rasyonel bir yaklaşım olarak algılandığını, Arap ülkelerindeki ayaklanmalarla birlikte, Türkiye’nin Ortadoğu ülkelerine “model ülke” olarak gösterildiğini hatırlatmış ve yeni Osmanlıcılık tartışmalarının çok ciddi bir tartışma konusu olmadığı bulgusuna ulaştıklarını açıklamıştır.

    Türkiye’nin son yıllarda bölgesinde göstermiş olduğu diplomatik aktivite, bazı kesimlerce ülkenin eksen kayması yaşadığı ve hatta İslamlaştığı şeklinde yorumlanmaktadır. Oysa Avrupalılar , eksen kayması ve Yeni Osmanlıcılık gibi Türk dış politikasında dini faktörleri ön plana çıkaran yaklaşımlara önem vermemektedirler. ABD kökenli Time Dergisi’nin, 18 Nisan’da yayınlanan sayısında 2012 yılının en etkili 100 ismi arasında Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğluve Başbakan YardımcısıAli Babacan da bulunmaktadır. NBC News´un Kahire muhabiri Ayman Mohyeldin Davutoğlu ve Babacan´dan Yeni-Osmanlılar(Neo -Ottomans) olarak söz etse de, bu algı yanlıştır.

    Türkiye’nin 2023 vizyonu tartışılırken,son yıllarda izlenen aktif dış politika sebebiyle Türkiye’nin dış politikasında bir eksen kayması var mı sorusu gündeme gelmiştir. Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği’nin(TÜSİAD) Görüş Dergisi Ağustos 2010 tarihli sayısında dış politikadaki eksen kayması tartışmalarını ele almış ve “Sarkaç doğuya kayıyor: Türkiye sürüklüyor mu, sürükleniyor mu?” kapak sloganıyla çıkmıştır. )

    Görüş Dergisi’ne açıklamalarda bulunan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu öncelikle eksen kelimesine bakmak gerektiğini belirterek çok kutuplu olunabileceğini, fakat çok eksenli olunamayacağını şöyle vurgulamıştır: “Türkiye’yi anlamlı kılan sahip olduğumuz tarihi birikimle yarattığımız müdahil olabilme kabiliyetidir. Biz müdahil olabilme kabiliyetimizi kullandığımız zaman bir pozisyon oluşturuyoruz. Eksen kayması tartışması da bu noktada başlıyor. ‘Siz etken olmayın, müdahil olmayın, siz karışmayın, siz söyleneni yapın’ deniyor.”)

    Soğuk savaş sırasında bir eksenden söz edilebileceğini ifade eden Davutoğlu, ancak şu anda dünya siyasetinin son derece dinamik ve sürekli hareket halinde olduğunu, bu kadar dinamik bir zeminde pozisyon sahibi olmak için bir duruşun olması gerektiğini şöyle açıklamıştır: 

    Eskiden duruşu yukarıdaki aktörler, süper güçler belirliyordu. Siz de o duruşa intibak ediyordunuz. İki kutuplu düzende bu anlaşılabilir bir şeydi. Büyük güçler vardı, küresel güçler vardı. Değişik kategoriler pozisyon belirliyor, siz de onlara intibak gösteriyordunuz. Ama şimdi her şey değişti. Orada sizin sözünüz olmalı ki pozisyonunuz olsun….Eksen kaymasından kast edilen, ’pozisyonu onlar belirlesin Türkiye de uyum sağlasın’ ise, bu Türkiye’ye ve Türkiye’nin kapasitesine yakışan bir davranış olmaz. O pozisyon da bizim pozisyonumuz olmaz. Çünkü şimdi Türkiye’nin bütün pozisyon belirlemesi gereken konular herkesten çok Türkiye’yi ilgilendiriyor…”

    Görüş Dergisi’ne bir makale ile katkıda bulunan TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Ümit Boyner ise yeni küresel dengeler kapsamında Türkiye’nin dış politika eğilimlerini değerlendirmiştir. Türkiye’nin dış politika gelişmelerinin gerçekten önemle izlenmeyi ve tartışılmayı hak edecek nitelikte olduğunu ifade eden Boyner, 2009 yılı başında Davos’ta yaşanan Erdoğan-Peres tartışması, Ermenistan açılımı, komşu ülkeler politikası, ABD ile ilk defa büyükelçi çekme aşamasına ulaşan 24 Nisan krizi ve son olarak Türkiye ile Brezilya’nın BM’nin İranambargo kararına karşı tutumunun, geleneksel parametreler çerçevesinde ele alınmayacak bir çeşitlilik içerdiğini şöyle belirtmiştir:

    “Kürede değer yaratma eğilimi bariz bir şekilde Doğuya kayıyor. Dünyanın değer yaratan alanları artık nispi olarak Türkiye’nin batısından doğusuna doğru ilerlemiş durumda. Üstelik bu gelişmede hiç şaşırtıcı bir unsur yok. Soğuk savaş dönemi sonrasında ticari bir oyuncu haline gelen Rusya, enerji piyasasında söz sahibi olan Karadeniz ve Hazar Denizi ülkeleri, her yıl Anglosakson dünyasının 5-6 katı büyüyen bir Güney Doğu Asya her koşulda Doğu-Batı üretim ve tüketim dengesini şüphesiz kaydıracaktı…2008 yılı itibariyle ortaya çıkan küresel kriz, bu Batı-Doğu salınımını daha da hızlandırdı ve saydamlaştırdı. Doğu’da büyüme önemli bir kayıp söz konusu olmadan devam etti; üstelik bölgenin önemli bir bölümünde piyasa ekonomisi kuralları, bağımsız merkez bankası, müdahaleli olmasına rağmen dalgalı kur ve disiplinli kamu maliyesi anlayışı da geçerliydi veya kontrollü bir geçiş için emniyetli bir aşamadaydılar.”

    Türkiye’nin bulunduğu bölgede Soğuk savaş dönemi dış politikasının belirlediği kısıtlamalar ortadan kalktıkça, ekonomik açıdan hak ettiği rolü oynamaya başladığını ve bölgede önemli bir güç haline dönüştüğünü Boyner şöyle açıklamıştır:

    Bu ölçekte anlaşılır bir gelişmeden bahsetmek mümkün: Türkiye için, ekseni kayan dış politikadan ziyade küresel refah dengesine uyum gösteren bir dış politikadan bahsetmek gerekiyor…Yani ekonomik birimler olarak, tüketici, işveren, işçi olarak, Türkiye’yi sürdürülebilir yatırım ve ticaret kanallarından uzaklaştıran dış politika tercihlerini benimseyemeyiz. İran’ın ürettiği nükleer gücün barışı mı/savaşı mı getireceği konusu şüphesiz önemlidir, ancak Türkiye açısından risk ne kadar bölgesel ne kadar küreseldir? Bunları bilmek pek mümkün değil, uzmanlık alanımız hiç değil. İsrail ile ilişkilerde yaşanan kopma, dolaylı olarak Ermenistan probleminin çözümsüz kılabilir mi? ABD ile ilişkiler gerilirse, NATO’da Yunanistan – Türkiye dengesi değişir mi? Bu konuların hiç birisinin yanıtını tam olarak bilmiyoruz…Ancak iyi bildiğimiz birkaç konu var: Birincisi, Batı-Doğu salınımı sürecinde, Türkiye’yi bölgesel güç olma düzeyine taşıyan temel öğe, bölge ülkelerine göre neredeyse bir asırlık farkla kurma yoluna girdiği, demokrasi, laiklik ve piyasa ekonomisine dayalı sistemdir.”

    Ekonomik çıkarların Türkiye’nin dış politikasını şekillendiren en önemli faktör olduğu SETA Rapor’unda yer almaktadır. Avrupalılar Türkiye’nin dış politika alanında yoğun faaliyet yürütmesinden ya da bağımsız hareket etmesinden rahatsızlık duymamakla beraber, Türkiye’nin kullandığı dilden ve bağımsızlığını ifade biçiminden biraz tedirgin olmaktadırlar.

    Türkiye’nin Batı’nın çifte standartlarına yönelik Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslar gibi Batılı olmayan bölgelerde seslendirdiği sert eleştiriler zaman zaman Türkiye’nin bir ortak değil, ‘‘rakip güç’’ olarak algılanmasına yol açmakta, Ortadoğu’daki Batı karşıtı aktörler ve gruplarla sıkı ilişkileri ise Türkiye’nin Avrupa’da ne tür bir ortak olacağı konusunun sorgulanmasına yol açmaktadır.

    Türkiye’nin Arap Baharı sürecinde izlediği siyaset Batı dünyasını rahatsız etmese de Avrupa, Türkiye’nin bölgenin geleceğinde ne türlü bir rol oynaması konusunda henüz karar vermiş durumda değildir. Diğer taraftan Türkiye’nin Avrupa Birliği’nde hak ettiği yeri alamaması, ülkede Avrupa’ya karşı bir güvensizlik yaratmaktadır.

    Türkiye’nin dış politika algısı karar alıcılar arasında Avrupalı aydınlara göre daha az olumludur. Nitekim ABHaber’e göre (13.05.2012) Almanya’nın ARD televizyonunda Menschen bei Maischberger adlı programa katılan Richard von Waizsäcker (eski Alman Cumhurbaşkanı) Peter Scholl Latour (Gazeteci Yazar, oryantalist) Arnulf Baring (tarihçi) Jakob Augstein (Gazeteci, Der Spiegel) Sarkozy sonrası AB’nin ele alındığı programda program sunucusunun Türkiye’nin ekonomik performansı ve bölgesinde artan etkinliği ile AB üyesi olabilir mi sorusunu, hep birlikte Türkiye AB üyesi olamaz şeklinde cevaplandırmışlardır. Bu anlamda Türkiye’nin, bazı Avrupalı ülkelerince (Fransa ve Almanya) bölgesinde ve gelecekte de Avrupa Birliği ve dünya siyasetinde potansiyel bir rakip olarak görülmesi mümkündür.

    Avrupa’nın ekonomik krizle boğuştuğu bir dönemde Türkiye sergilemiş olduğu ekonomik performansı sürdürmeye devam ederse, dış politika alanında etkili olmaya devam edebilir. Türkiye’nin önümüzdeki yıllarda AB’nin göz ardı edemeyeceği bir dış politika ortağı olma ihtimali yüksektir. Bunun için şimdiye kadar imajını belirleyen İslam ve göç korkusu gibi rasyonel olmayan faktörlerin etkilerini azaltma konusunda daha çok çaba harcaması gerekmektedir.

    Avrupa Parlamentosu üyesi, Muhafazakar ve Reformcular Grubu Başkan Yardımcısı İngiliz Parlamenter Geoffrey van Orden İktisadi Kalkınma Vakfı’nın 14 Mayıs’ta düzenlediği “Türkiye-AB İlişkilerinde Yapıcı İyimserlik: Yeni bir İvmeye Doğru” adlı panelde yaptığı konuşmada, Türkiye’nin bugünkü siyasi ve ekonomik durumu ile AB’nin görmezden gelemeyeceği bir ülke olduğunu ve AB karşısında güçlü bir konumda bulunduğunu açıklamıştır.

    Türkiye’nin AB’ye katılımı önünde birtakım engellerden bulunduğunu açıklayan Orden, Fransa’da Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin yerini François Hollande’a bırakmasının ilişkilere esneklik getireceğini ve yeni Fransa Cumhurbaşkanının Türkiye’nin üyeliği konusunda Sarkozy’e göre daha olumlu olduğunu açıklamıştır.

    Van Orden, Türkiye’yi AB’nin dışında bırakmanın akıl dışı olduğunu ifade ederken, Türkiye ile Yunanistan ve Bulgaristan gibi bazı AB üyelerinin arasındaki kültürel benzerliklere dikkat çekmiş, AB ülkelerinde yaşayan milyonlarca Müslüman, Hindu, Budist ve Sih olduğuna değinerek, Türkiye’nin AB üyeliğine din veya kültürel sebeplerle karşı çıkanları eleştirmiştir.

    Orden, bugünün AB’sinde en fazla endişe ile karşılanan konuların başında göçün geldiğini belirtmiştir. Bulgaristan’ın AB üyesi olmasından önce 8 milyon Bulgarın AB’ye göç edeceği gibi rakamların ileri sürüldüğünü oysa Bulgaristan’ın toplam nüfusunun 7 milyon olduğunu ve ülke AB’ye girdikten sonra gerçekleşen göçün sadece 50.000 dolayında kaldığını, Türkiye’nin AB’ye girdiğinde nüfusu en fazla olan üye devlet olacağını ve bu durumun Almanya gibi bir ülke tarafından endişe ile karşılandığını, Türkiye’nin üye olduğu takdirde, AB Konseyi’nde Almanya’dan daha fazla oy ağırlığına ve Avrupa Parlamentosu’nda da en fazla üyeye sahip olacağını açıklamıştır.

    Alman yayın kuruluşu Deutsche Welle, Stefan Füle’nin son İstanbul ziyaretine ilişkin haberinde, Fransa’da Türkiye’nin AB üyeliği karşıtı Nicolas Sarkozy’nin seçimde koltuğunu kaybetmesinin, Türkiye’nin Avrupa Birliği umutlarını artırdığını belirtmiş, “Pozitif gündem ile de halen askıda olan önemli 8 müzakere başlığında, Türkiye ile AB müzakereler sürüyormuş gibi teknik çalışmaları sürdürülecek. Siyasi tıkanıklık aşıldığında, Türkiye birçok başlıkta müzakereleri kapatmaya yaklaşmış olacak” yorumunu yapmıştır.

    DW, haberinde Türkiye’nin AB Daimi Temsilcisi Büyükelçi Selim Yenel’in değerlendirmelerine de yer vermiştir. Büyükelçi Yenel, “Pozitif gündem kapsamında, Türkiye ile AB arasında, siyasi diyalog, enerji, terörle mücadele, Türk vatandaşlarına vize muafiyeti gibi konularda da daha yoğun işbirliği hedefleniyor. Ancak son sözünü üye ülkelerin söyleyeceği ve Rum Yönetiminin 1 Temmuz’da AB Dönem Başkanlığını üsteleneceği için 2013 yılı başına kadar ciddi sonuçlar alınması beklenmiyor. Eğer Rumlar bu inatlarını sürdürürlerse ve tek başlarına bu şekilde devam ederlerse, o zaman bu dönem başkanlığı süresince biz Türkiye olarak, Komisyon ile, Konsey ile, Dış İlişkiler Servisi ile, Parlamento ile ilişkilerimizi sürdüreceğiz. Ama Dönem Başkanlığı ile ilişkilerimiz hiç olmayacak. Zaten Lizbon Antlaşması’ndan sonra da Dönem Başkanlığı’nın rolü azaldı Dolayısıyla, fazla bir temas yeri zaten olmayacak. Bizi bir toplantıya çağırırlarsa, bu toplantıya kendileri başkanlık edeceklerse, ya da adanın kendi taraflarında bu olacaksa, biz buna katılmayacağız.” demiştir.

    Türkiye’de eksen tartışmalarının doğmasına zemin hazırlayan gelişme, Türkiye – AB ilişkilerinin bir çıkmaz sokağa girmesidir. Türk kamuoyu artık Türkiye’nin bir gün AB üyesi olacağına inanmamaktadır. Devlet Bakanı ve Baş müzakereci Egemen Bağış pek çok AB vatandaşının Türkiye’ye karşı saldırgan ve olumsuz tavrından, Türkiye’ye karşı reddedici tutumla iç politikada puan toplamak isteyen siyasetçileri sorumlu tutmaktadır.

    1999-2005 yıllarında kamu oyunun yaklaşık yüzde 80’i tam üyeliğe destek verirken, bu oran son yıllarda yüzde 50’ler düzeyine gerilemiştir.Ankara Üniversitesi, Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi’nin 2010 yılında yaptığı ankete göre, Türk halkının yüzde 32,8´,i AB üyeliğinin hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğini düşünmekte, yüzde 83,9´u, AB’nin Türkiye’ye karşı güvenilir ve samimi davranmadığına inanmaktadır.

    Türkiye’nin AB’ye ortak üyelik için yaptığı başvurunun (31.07.1959) üzerinden 53, 14 Nisan 1987 tarihinde o dönemki adıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu’na üyelik başvurusu üzerinden 25, gümrük birliğinin gerçekleşmesinin (31.12.1995) üzerinden 16, adaylık statüsü kazanmasının (12.12.1999) üzerinden 13, müzakerelerin başlamasının (3 Ekim 2005) üzerinden 7 yıl, Avrupa Birliği Kapısında Türkiye kitabını yayınlamamın üzerinden de 10 yıl geçmiştir. Bu süre içinde Avrupa Birliği 15 üyeden 27 üyeye ulaşmıştır. Hırvatistan’ın 1 Temmuz 2013 tarihinde AB’ye katılımıyla üye sayısı 28’e çıkacaktır. Sırada Sırbistan dahil Balkan ülkeleri ve İzlanda vardır.

    Avrupa Birliği Devlet ve Hükümet Başkanlarının 17 Aralık 2004 Zirvesi’nde aldığı karar doğrultusunda Türkiye 3 Ekim 2005 tarihinde AB’ye katılım müzakerelerine başlamıştır. Bu karar alınırken, Avrupa Komisyonu’nun Türkiye’nin Kopenhag siyasi kriterlerinin yeterli ölçüde karşıladığını belirten tavsiye kararı dikkate alınmış ve Türkiye’nin AB üyelik sürecinde son aşamaya girilmiştir. Tarama Süreci 20 Ekim 2005 tarihinde başlamış ve 13 Ekim 2006’da sorunsuz biçimde tamamlanmış, belirlenen takvime bağlı kalınmıştır. (S. Rıdvan Karluk, Avrupa Birliği ve Türkiye, Beta, İstanbul, 2007)

    11 Aralık 2006tarihli AB Genel İşler Konseyi’nde Dışişleri Bakanları 8 başlıkta müzakerelerin başlatılmamasını öneren 29 Kasım 2006 tarihli Komisyon Tavsiyesini kabul etmiştir. Böylece Komisyon Türkiye’nin Ek Protokol’e ilişkin taahhütlerini yerine getirdiğini doğrulayana kadar, Türkiye’nin Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ne yönelik kısıtlamalarını ilgilendiren politika alanlarını kapsayan 8 başlığın açılmayacağı ve geçici olarak kapatılmayacağı kararlaştırılmıştır. Bu başlıklar şunlardır: Malların Serbest Dolaşımı, Yerleşim Hakkı ve Hizmet Sunma Serbestisi, Mali Hizmetler, Tarım ve Kırsal Kalkınma, Balıkçılık, Ulaştırma Politikası, Gümrük Birliği, Dış İlişkiler.

    Fransa’da tam üyelik öngördüğü gerekçesiyle 5 müzakere başlığının açılmasını veto etmiştir. Kıbrıs sorunu ve eski Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin engellemeleri sebebiyle süreç bugün donmuş durumdadır.
    AB ile müzakerelerde şimdiye kadar 13 başlık müzakereye açılmış, bunlardan sadece Bilim ve Araştırma başlığı geçici olarak kapatılmıştır. Müzakereye açılan başlıklar şunlardır: Bilim ve Araştırma, İşletme ve Sanayi Politikası, İstatistik, Mali Kontrol, Trans-Avrupa Ağları, Tüketicinin ve Sağlığın Korunması, Fikri Mülkiyet Hukuku, Şirketler Hukuku, Bilgi Toplumu ve Medya, Sermayenin Serbest Dolaşımı, Vergilendirme, Çevre, Gıda Güvenliği, Veterinerlik ve Bitki Sağlığı Politikası.

    Türkiye Avrupa Birliği arasındaki siyasi ilişkiler istenilen ölçüde gelişmez ve müzakere sürecinde istenilen ilerleme sağlanamazken, ekonomik ilişkiler hızla ilerlemekte ve ekonomik bütünleşme “de facto” olarak gerçekleşmektedir. 16 Mart tarihinde ajansların verdiği habere göre Türkiye geçen yıl Japonya’yı geride bırakarak Avrupa Birliği’nin 6’ncı büyük ticaret ortağı olmuştur. Türkiye, AB’nin yedinci en büyük ticari ortağı, AB ise Türkiye’nin en büyük ticari ortağıdır. Türkiye’nin toplam ticaretinin yarısı AB ile gerçekleşmekte ve Türkiye’deki doğrudan yabancı yatırımların yaklaşık yüzde 80’i AB’den gelmektedir.

    AB’nin geçen yıl en büyük ticaret ortağı 444,8 milyar Euro ile ABD’dir. Bu ülkeye 260,6 milyar Euro’luk ihracat gerçekleştiren AB karşılığında 184,2 milyar Euro’luk ithalat yapmış ve ABD ile olan ticaretinden 76,3 milyar Euro’luk fazla vermiştir. Çin Halk Cumhuriyeti 428,3 milyar Euro’luk ticaret hacmiyle ikinci sırayı alırken AB’nin bu ülkeye ihracatı 136,2 milyar Euro’ya çıkmıştır. Çin’den 292,1 milyar Euro’luk ithalat gerçekleştiren AB’nin bu ülkeye karşı verdiği dış ticaret açığı 155,9 milyar Euro’ya düşmüştür.

    AB’nin üçüncü büyük ticaret ortağı 306,8 milyar Euro ile Rusya olurken ihracatı 108,4 milyar, bu ülkeden ithalatı 198,4 milyar Euro’ya çıkmış ve Rusya’ya karşı 89,9 milyar Euro dış ticaret açığı vermiştir. AB’nin Türkiye’nin önünde sıralanan diğer büyük ticaret ortakları 212,9 milyar Euro ile İsviçre ve 140,1 milyar Euro ile Norveç’tir. Sıralamada Türkiye’yi 116,5 milyar Euro ile Japonya, 79,7 milyar Euro ile Hindistan, 73,5 milyar Euro ile Brezilya ve 68,6 milyar Euro ile Güney Kore izlemiştir.

    AB istatistik kurumu Eurostat’ın verilerine göre geçen yıl Türkiye AB pazarına ihracatını bir önceki yıla göre yüzde 12 artışla 47,6 milyar Euro’ya çıkarmıştır. Buna karşılık ithalatı yüzde 19 artışla 72,7 milyar Euro’ya ulaşmış ve AB ile ticaret hacmini geçen yıl yüzde 16 artırarak 120,3 milyar Euro’ya yükseltmiştir. Türkiye, bir önceki yıl 103,6 milyar Euro’luk ticaret hacmiyle AB’nin dış ticaret ortakları arasında 7’nci sırada bulunuyordu. Türkiye geçen yıl AB’nin en çok ihracat yaptığı 5’nci ve en çok ithalat yaptığı 7’nci ülkesi idi.

    Türk ve AB ekonomilerinin giderek bütünleştiği AB’nin 12 Ekim 2011 tarihli Türkiye 2011 Yılı İlerleme Raporu’nda da şu ifadelerle yer almıştır:“AB’nin Türkiye’nin toplam ticareti içindeki payı 2009 yılında yüzde 42,6 seviyesinde iken, 2010 yılında yüzde 41,7’ye gerilemiştir… AB ülkeleri kaynaklı doğrudan yabancı sermaye girişleri -gayrimenkul ve diğer yatırımlar hariç- 4,356 milyar Euro’dan 4,723 milyar Euro’ya çıkmıştır…Sonuç olarak, AB ile ticari ve ekonomik bütünleşme yüksek seviyelerde seyretmeye devam etmiştir.”

    Mali yardım konusunda Türkiye’ye, 2011 yılında Katılım Öncesi Mali Yardım Aracından (IPA) yaklaşık 781,9 milyon Euro tahsis edilmiştir. 2011-2013 Çok Yıllı Endikatif Planlama Belgesi taslağı, Haziran 2011’de Komisyon tarafından kabul edilmiştir. AB’nin desteği, yargıdaki ve kolluk hizmetlerindeki siyasi reformlarla doğrudan ilgili kurumlara, öncelikli alanlarda AB müktesebatının kabul edilmesi ve uygulanmasına ve ekonomik, sosyal ve kırsal kalkınmaya odaklanmıştır. 2011 yılında, uygulama aşamasına geçilmiş ve fonların kullanımı artmaya başlamıştır.

    Türkiye, aşağıdaki AB programlarına ve ajanslarına aktif olarak katılmaktadır: Yedinci Araştırma Çerçeve Programı, Gümrük 2013 Programı, Fiscalis 2013 Programı, Avrupa Çevre Ajansı, Rekabet Edebilirlik ve Yenilikçilik Çerçeve Programı (Girişimcilik ve Yenilikçilik Programı ile Bilgi ve İletişim Teknolojileri Politikası Destek Programı da dahil), Progress Programı, Kültür 2007 Programı, Hayat Boyu Öğrenme ve Gençlik Eylem Programı. IPA fonları, bu programların çoğunda katılım maliyetlerinin bir kısmını karşılamak amacıyla kullanılmaktadır.

    Türkiye AB ilişkilerinin gelişmesinin önündeki en büyük engel Kıbrıs’tır. Bir zamanlar eski Başbakan Mesut Yılmaz’ın ifade ettiği gibi AB üyeliğinin yolu Diyarbakır’dan geçmemektedir. ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz, 16 Aralık 1999 tarihinde Başbakan Yardımcısı olarak gittiği Diyarbakır´da “Avrupa Birliği´ne üyeliğimize giden yolun Diyarbakır´dan geçtiğine inanıyorum” demişti.Kıbrıs , Türkiye AB ilişkilerinin gelişmesinin önünde bir engel olmamalı ve Almanya, Fransa ve Avusturya da Güney Kıbrıs’ın arkasına sığınarak Türkiye’ye karşı çifte standart uygulamaktan vazgeçmelidir.

    AB Türkiye’ye üyelik için tarih vermelidir. Müzakereler somut bir katılım tarihi verilmeksizin ucu açık bir şekilde yürütülmemelidir. Eğer siz AB üyesi olamayacaksanız, o zaman neyi müzakere ettiğiniz sorusu gündeme gelir. Ben Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 100. yılı olan 2023’ün Türkiye’ye üyelik tarihi olarak belirlenmesi düşüncesindeyim. Çünkü AB´de 2014-2020 bütçe döneminde, Türkiye’nin üyeliğini dikkate alan bir bütçe planlaması yapılmamış, açıkçası Avrupalılar Türkiye’yi 2014-2020 arasında üye olarak görmemişlerdir.

    AB’nin iki lokomotif ülkesi Almanya ve Fransa, Türkiye AB sürecinin iç politika malzemesi yapmamalıdırlar. Avrupa Komisyonu’ndan bir bürokrat ABHaber’e Türkiye-AB ilişkilerinin bazı AB üyesi ülkelerde iç politika malzemesi yapılmasının kötü örnek olduğunu belirtmiştir: “Ya bu kararı almayacaksınız .Veya aldıysanız kendi kararınızı tartışmaya açmayacaksınız. Türkiye ile müzakerelerin başlatılması kararının altına imza atıp hayır ben görüşümü şimdi değiştirdim deyip seçim meydanlarında AB-Türkiye müzakere sürecine karşı çıkmak ne kadar doğru.”

    ABHaber’e göre (14.04.2012) Deutsche Welle, Türkiye´nin tam üyelik başvurusuna bulunduğu tarihten bu yana 25 yıl geçtiğini, bu zamanda mutsuzluğun ön plana çıktığını belirterek Yeşiller Partisinin AP Milletvekili Reinhard Bütikofer’un ´´AB bir Hıristiyan Kulubü ise Türkiye dışarda demektir´´ görüşünü dile getirmiştir.AP Milletvekili Alman CDU´lu Elmar Brok ise, “Bence AB mevcut haliyle Türkiye gibi büyük bir ülkeyi kaldıramaz. Bu, AB´nin fazla genişlemesi anlamına gelir” görüşündedir.

    Kıbrıs’ta, Rumların AB dönem başkanı olacağı 1 Temmuz’a kadar bir çözüm bulunmaması durumunda, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin (KKTC) adı, Annan Planı’nda olduğu şekliyle Kıbrıs Türk Devleti olarak değiştirilebilecek, daha sonra dünyadan Kıbrıs Türk Devleti olarak tanınma istenebilecektir. KKTC, İslam Konferansı Örgütü’nde 2004 yılında alınan bir kararla, Kıbrıs Türk Devleti adı ile temsil edilmeye başlamıştır.

    2004 yılında yapılan halk oylamasında Rumlar tarafından yüzde 75 ‘hayır’ oyuna karşılık Kıbrıslı Türkler tarafından yüzde 65 ‘evet’le kabul edilen Annan Planı’nda, kurulacak yeni devletin yapısını Kıbrıs Türk Devleti ile Kıbrıs Rum Devleti’nin oluşturması öngörülmüştür.

    Avrupa Birliği Bakanı Egemen Bağış, ziyaret ettiği Malta´da Türkiye´nin AB´ye entegrasyon sürecinin yüzde 60´nın tamamladığını, siyasi engeller olmazsa 2-3 yıl içinde kolayca üye olabileceğini vurgulamıştır ama bu bir hayaldir. Tıpkı eski Başbakan Tansu Çiller’in 7 Mayıs 1995 tarihli Hürriyet Gazetesi’ne verdiği “En geç 1998’de Avrupa Birliği’ne üyeyiz” demecindeki gibi. ( S. Rıdvan Karluk, Avrupa Birliği ve Türkiye, Beta Basım, 9. Baskı, 2007, s. 693.) Malta ziyareti sırasında Times of Malta gazetesi ile bir mülakat yapan Egemen Bağış,“Müzakere sürecinde siyasi blokaj olmasa iki üç yıl içinde kolayca üye olabilirdik” demişti.

    AB’nin Kıbrıs konusunda Türkiye’ye yaptığı baskılar devam ederse, Batı ve Avrupa Birliği ile olan ilişkiler kopma noktasına gelebilir. Ahmet Davutoğlu, “Kıbrıs konusunda bir ilerleme kaydedilmediği takdirde AB’den kopar mıyız?” sorusuna şu cevabı vermiştir: “Kopmayız. Eğer Kıbrıs sorununun çözümü yolunda bir ilerleme olmazsa ve Avrupa Birliğinde bazı ülkeler bu sorunu bahane ederek fasılları engellemeye devam ederse belli bir durağanlık dönemine girer. Ama kopma olmaz. Umut ederiz ki bu yıl içinde kapsamlı çözüm gerçekleşir ve bu sorun temelli bir şekilde gündemden düşer. Ama o olmazsa, umut ederim Kıbrıslı Türklere verilen sözler yerine getirilir ve Türkiye’nin limanlarını açması adil bir şekilde dengelenir, böylece Türkiye’nin önü açılır.”

    AB, Kıbrıslı Türklere verdiği sözleri yerine getirmeyeceğine ve de Türkiye’ye karşı uyguladığı BOBON kriterleri sebebiyle Türk kamuoyunda AB’ye verilen destek daha da düşeceğine göre, bazı alternatifler gündeme gelebilecektir. Çünkü, kamuoyu desteği olmadan Türkiye Cumhuriyeti’nde hiçbir hükümet AB’ye üyelik konusunda istekli olmayacak, bu durumda Türkiye ile Batı dünyası arasındaki ilişkiler zayıflayacak ve Türkiye’de bir eksen kayması belki bu durumda olabilecektir.

    İşte bu sebeple AB, ilişkileri koparmamak ve Türkiye’nin başka denizlere yelken açmasını önlemek amacıyla “Pozitif Gündem” adıyla yeni bir girişim başlatmıştır. Bu yeni yaklaşım katılım sürecinin yerine geçmeyi değil onu tamamlamayı, ayrıca AB-Türkiye arasında daha yapıcı ve olumlu bir ilişkinin geliştirilmesini hedeflemektedir. Öncelikli alanlar arasında; Türkiye’deki mevzuatın AB’ninkine yakınlaştırılması, Suriye gibi ortak dış politika konularında ortak çalışmalar yürütülmesi, enerji konularında daha yoğun işbirliği yapılması ve Türk vatandaşlarının AB’ye seyahatlerinin daha kolay hale getirilmesi yer almaktadır.

    Komisyon, katılım müzakerelerine paralel olarak, Türkiye’nin reformları gerçekleştirme ve müktesebat ile uyum sağlama çabalarını desteklemek üzere -ulaştırma gibi müzakerelerin başlatılamayacağı başlıklar da dahil olmak üzere- çeşitli alanlarda işbirliğini arttırmayı amaçlamaktadır. Pozitif gündem kapsamında Türkiye’de temel hakların iyileştirilmesi amacıyla siyasi reformlara (yeni anayasa çalışması dahil); müktesebata yani AB politika ve mevzuatına daha fazla uyumun sağlanmasına; vize, mobilite ve göç; enerji; ticaret ve gümrük birliği; AB programlarına katılma; terörle mücadele ve dış politika diyaloguna ağırlık verilecektir.

    AB Bilgi Dagitim Sistemi

    Sayın S. Rıdvan karluk, Aşağıda Avrupa Birliği Türkiye Delegasyonu’nun Son Basın Duyurusunu bulabilirsiniz. AVRUPA BİRLİĞİ TÜRKİYE DELEGASYONU İLETİŞİM PROGRAMI Basın Duyurusu Başkan Yardımcısı Kallas AB-Türkiye arasında ulaştırma alanındaki işbirliğinin güçlendirilmesini

    22:02 (Çar)

    AB-Türkiye ilişkilerine yeni bir dinamik getirmeyi amaçlayan yeni pozitif gündem, 17 Mayıs’ta Ankara’da, Genişleme ve Komşuluk Politikasından sorumlu Komisyon Üyesi Štefan Füle ile Türkiye Cumhuriyeti Avrupa Birliği Bakanı ve Baş Müzakereci Egemen Bağış tarafından başlatılmıştır. Neredeyse kopma noktasına gelen AB ile ilişkilerin yeniden canlandırılmasını amaçlayan Pozitif Gündem, Türkiye’nin katılım sürecini canlı tutmak ve bu süreci bir süredir devam eden durgunluğun ardından yeniden rayına oturtmaktır.

    Avrupa Birliği, ilişkilerin canlandırılmaması durumunda Türkiye’de bir eksen kayması olabileceğini düşüncesindedir ki Komisyon Üyesi Füle, “ Amacımız, katılım sürecini canlı tutmak ve bir süredir devam eden ve her iki tarafta da hayal kırıklığına yol açan durgunluğun ardından bu süreci, yeniden rayına oturtabilmektir… Yeniden enerji kazanmış Avrupa-Türkiye dinamizmine giden yolu bulmak ve ilişkilerimize yeni bir ivme kazandırmak üzere, ortak başarılarımız ve ortak stratejik menfaatlerimizden yola çıkarak somut bir çalışma başlatıyoruz” demiştir. )

    Eksen tartışmalarına son noktayı Başbakan Erdoğan 12 Ağustos 2010 tarihinde Ankara’daki büyükelçilere vermiş olduğu iftar yemeğinde“Türkiye’nin dış politika ekseni değişmemiştir” dese de ) önümüzdeki 50 yıl içinde dünyada, bölgemizde ve Avrupa’da büyük değişikler olacaktır.

    Aslında eksen zaten Batı’dan Doğu’ya kaymak üzeredir. Bu gerçeği görerek Türkiye yeni bir strateji belirlemek zorundadır. 63 yıl önce NATO kurulduğunda hiç kimse 1989 yılında Sovyetler Birliği’nin çökeceğini, Avrupa’nın iki bloklu yapısının ortadan kalkacağını, Varşova Paktı’nın 1 Temmuz 1991’de dağılacağını ve böylece Savaş sonrası Avrupa’sının iki kutuplu yapısının askeri bakımdan tarihe karışacağını, Polonya, Çek ve Slovak Cumhuriyetleri, Slovenya, Macaristan, Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya ve Bulgaristan gibi eski sosyalist ülkelerin bir gün Türkiye’den önce Avrupa Birliği üyesi olacaklarını tahmin etmiyordu.

  • AB Kapısında Bekleyerek 25 Yıl Geçti

    AB Kapısında Bekleyerek 25 Yıl Geçti

    Yukarıda başlığını verdiğim Avrupa Birliği Kapısında Türkiye kitabını yayınladığımız 10 yıl oldu. Bu süre içinde Avrupa Birliği 15 üyeden 27 üyeye ulaşmıştır. Hırvatistan’ın 1 Temmuz 2013 tarihinde AB’ye katılımıyla üye sayısı 28’e çıkacaktır. Sırada Sırbistan dahil Balkan ülkeleri ve İzlanda vardır. - karluk

    Yukarıda başlığını verdiğim Avrupa Birliği Kapısında Türkiye kitabını yayınladığımız 10 yıl oldu. Bu süre içinde Avrupa Birliği 15 üyeden 27 üyeye ulaşmıştır. Hırvatistan’ın 1 Temmuz 2013 tarihinde AB’ye katılımıyla üye sayısı 28’e çıkacaktır. Sırada Sırbistan dahil Balkan ülkeleri ve İzlanda vardır.

    Türkiye’nin AB’ye ortak üyelik için yaptığı başvurunun (31.07.1959) üzerinden 53, 14 Nisan 1987 tarihinde o dönemki adıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu’na üyelik başvurusu üzerinden 25, gümrük birliğinin gerçekleşmesinin (31.12.1995) üzerinden 16, adaylık statüsü kazanmasının (12.12.1999) üzerinden 13, müzakerelerin başlamasının (3 Ekim 2005) üzerinden de 7 yıl geçmiştir.

    Bu kapsamda CHP Milletvekili Umut Oran’ın Güney Kıbrıs ile 1 Temmuz’dan sonra Hükümetin 6 ay boyunca AB ile ilişkileri dondurma kararını eleştirmesinin hiçbir anlamı yoktur.

    53 yıldır AB ile ilişkiler çok iyi mi gitmektedir? Oran, 23, 24 ve 19’ncu başlıklarının açılmasının dondurma sebebiyle gecikeceğini açıklamıştı.

    Avrupa Birliği Devlet ve Hükümet Başkanlarının 17 Aralık 2004 Zirvesi’nde aldığı karar doğrultusunda Türkiye 3 Ekim 2005 tarihinde AB’ye katılım müzakerelerine başlamıştır. Bu karar alınırken, Avrupa Komisyonu’nun Türkiye’nin Kopenhag siyasi kriterlerinin yeterli ölçüde karşıladığını belirten tavsiye kararı dikkate alınmış ve Türkiye’nin AB üyelik sürecinde son aşamaya girilmiştir.

    Tarama Süreci 20 Ekim 2005 tarihinde başlamış ve 13 Ekim 2006’da sorunsuz biçimde tamamlanmış, belirlenen takvime bağlı kalınmıştır.

    11 Aralık 2006 tarihli AB Genel İşler Konseyi’nde Dışişleri Bakanları 8 başlıkta müzakerelerin başlatılmamasını öneren 29 Kasım 2006 tarihli Komisyon Tavsiyesini kabul etmiştir.

     

    Böylece Komisyon Türkiye’nin Ek Protokol’e ilişkin taahhütlerini yerine getirdiğini doğrulayana kadar, Türkiye’nin Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ne yönelik kısıtlamalarını ilgilendiren politika alanlarını kapsayan 8 başlığın açılmayacağı ve geçici olarak kapatılmayacağı kararlaştırılmıştır.

     

    Bu başlıklar şunlardır: Malların Serbest Dolaşımı, Yerleşim Hakkı ve Hizmet Sunma Serbestisi, Mali Hizmetler, Tarım ve Kırsal Kalkınma, Balıkçılık, Ulaştırma Politikası, Gümrük Birliği, Dış İlişkiler.

     

    Fransa’da tam üyelik öngördüğü gerekçesiyle 5 müzakere başlığının açılmasını engellemektedir. Kıbrıs sorunu ve Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin engellemeleri sebebiyle süreç bugün donmuş durumdadır.

    AB Dışişleri Bakanları ile Türk Dışişleri Bakanının bir araya geldiği Hükümetlerarası Konferans’ta müzakere sürecine ilişkin siyasi kararlar alınmakta, müzakerelerin resmen açılmasına ilişkin bildirimin yapılması, müzakerelerin hangi müktesebat başlıklarında başlayacağının açıklanması, müzakerelerin sonuçlandığının ilan edilmesi ile ilgili konular görüşülmektedir.

    Fiili müzakereler AB üye devletlerinin Brüksel’deki Daimi Temsilcileri ve Türkiye’nin Baş Müzakerecisi başkanlığındaki Müzakere Heyeti arasında yapılmaktadır.

    AB ile müzakerelerde bugüne kadar 13 başlık müzakereye açılmış, bunlardan sadece Bilim ve Araştırma başlığı geçici olarak kapatılmıştır. Müzakereye açılan başlıklar şunlardır: Bilim ve Araştırma, İşletme ve Sanayi Politikası, İstatistik, Mali Kontrol, Trans-Avrupa Ağları, Tüketicinin ve Sağlığın Korunması, Fikri Mülkiyet Hukuku, Şirketler Hukuku, Bilgi Toplumu ve Medya, Sermayenin Serbest Dolaşımı, Vergilendirme, Çevre, Gıda Güvenliği, Veterinerlik ve Bitki Sağlığı Politikası.

     

    1999-2005 yıllarında kamu oyunun yaklaşık yüzde 80’i tam üyeliğe destek verirken, bu oran son yıllarda yüzde 50’ler düzeyine gerilemiştir.

     

    Ankara Üniversitesi, Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi’nin (ATAUM) 2010 yılında yaptığı ankete göre, Türk halkının yüzde 32,8′,i AB üyeliğinin hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğini düşünmekte, yüzde 83,9’u, AB’nin Türkiye’ye karşı güvenilir ve samimi davranmadığına inanmaktadır.

     

    Avrupa’da Türkiye’nin üyeliğine karşı olan kesimlerin yaptıkları kimi açıklamalar, Türk halkının AB’ye yönelik tepkisinde büyük rol oynamıştır.

    Türkiye Avrupa Birliği arasındaki siyasi ilişkiler istenilen ölçüde gelişmez ve müzakere sürecinde istenilen ilerleme sağlanamazken, ekonomik ilişkiler hızla ilerlemekte ve ekonomik bütünleşme de facto olarak gerçekleşmektedir.

     

    16 Mart tarihinde ajansların verdiği habere göre Türkiye geçen yıl Japonya’yı geride bırakarak Avrupa Birliği’nin 6’ncı büyük ticaret ortağı olmuştur. Türkiye, AB’nin yedinci en büyük ticari ortağı, AB ise Türkiye’nin en büyük ticari ortağıdır. Türkiye’nin toplam ticaretinin yarısı AB ile gerçekleşmekte ve Türkiye’deki doğrudan yabancı yatırımların yaklaşık yüzde 80’i AB’den gelmektedir.

     

    AB’nin geçen yıl en büyük ticaret ortağı 444,8 milyar Euro ile ABD’dir. Bu ülkeye 260,6 milyar Euro’luk ihracat gerçekleştiren AB karşılığında 184,2 milyar Euro’luk ithalat yapmış ve ABD ile olan ticaretinden 76,3 milyar Euro’luk fazla vermiştir.

     

    Çin Halk Cumhuriyeti 428,3 milyar Euro’luk ticaret hacmiyle ikinci sırayı alırken AB’nin bu ülkeye ihracatı 136,2 milyar Euro’ya çıkmıştır. Çin’den 292,1 milyar Euro’luk ithalat gerçekleştiren AB’nin bu ülkeye karşı verdiği dış ticaret açığı 155,9 milyar Euro’ya düşmüştür.

     

    AB’nin üçüncü büyük ticaret ortağı 306,8 milyar Euro ile Rusya olurken ihracatı 108,4 milyar, bu ülkeden ithalatı 198,4 milyar Euro’ya çıkmış ve Rusya’ya karşı 89,9 milyar Euro dış ticaret açığı vermiştir.

    AB’nin Türkiye’nin önünde sıralanan diğer büyük ticaret ortakları 212,9 milyar Euro ile İsviçre ve 140,1 milyar Euro ile Norveç’tir. Sıralamada Türkiye’yi 116,5 milyar Euro ile Japonya, 79,7 milyar Euro ile Hindistan, 73,5 milyar Euro ile Brezilya ve 68,6 milyar Euro ile Güney Kore izlemiştir.

    AB istatistik kurumu Eurostat’ın verilerine göre geçen yıl Türkiye AB pazarına ihracatını bir önceki yıla göre yüzde 12 artışla 47,6 milyar Euro’ya çıkarmıştır. Buna karşılık ithalatı yüzde 19 artışla 72,7 milyar Euro’ya ulaşmış ve AB ile ticaret hacmini geçen yıl yüzde 16 artırarak 120,3 milyar Euro’ya yükseltmiştir.

     

    Türkiye, bir önceki yıl 103,6 milyar Euro’luk ticaret hacmiyle AB’nin dış ticaret ortakları arasında 7’nci sırada bulunuyordu. Türkiye geçen yıl AB’nin en çok ihracat yaptığı 5’nci ve en çok ithalat yaptığı 7’nci ülkesi idi.

    Türk ve AB ekonomilerinin giderek bütünleştiği AB’nin 12 Ekim 2011 tarihli Türkiye 2011 Yılı İlerleme Raporu’nda da şu ifadelerle yer almıştır:

     

    AB’nin Türkiye’nin toplam ticareti içindeki payı 2009 yılında yüzde 42,6 seviyesinde iken, 2010 yılında yüzde 41,7’ye gerilemiştir… AB ülkeleri kaynaklı doğrudan yabancı sermaye girişleri -gayrimenkul ve diğer yatırımlar hariç- 4,356 milyar Euro’dan 4,723 milyar Euro’ya çıkmıştır…Sonuç olarak, AB ile ticari ve ekonomik bütünleşme yüksek seviyelerde seyretmeye devam etmiştir.”

     

    Mali yardım konusunda, Türkiye’ye, 2011 yılında Katılım Öncesi Mali Yardım Aracından (IPA) yaklaşık 781,9 milyon Euro tahsis edilmiştir. 2011-2013 Çok Yıllı Endikatif Planlama Belgesi taslağı, Haziran 2011’de Komisyon tarafından kabul edilmiştir.

     

    AB’nin desteği, yargıdaki ve kolluk hizmetlerindeki siyasi reformlarla doğrudan ilgili kurumlara, öncelikli alanlarda AB müktesebatının kabul edilmesi ve uygulanmasına ve ekonomik, sosyal ve kırsal kalkınmaya odaklanmıştır. 2011 yılında, uygulama aşamasına geçilmiş ve fonların kullanımı artmaya başlamıştır.

     

    Türkiye, aşağıdaki AB programlarına ve ajanslarına aktif olarak katılmaktadır: Yedinci Araştırma Çerçeve Programı, Gümrük 2013 Programı, Fiscalis 2013 Programı, Avrupa Çevre Ajansı, Rekabet Edebilirlik ve Yenilikçilik Çerçeve Programı (Girişimcilik ve Yenilikçilik Programı ile Bilgi ve İletişim Teknolojileri Politikası Destek Programı da dahil), Progress Programı, Kültür 2007 Programı, Hayat Boyu Öğrenme ve Gençlik Eylem Programı.

     

    IPA fonları, bu programların çoğunda katılım maliyetlerinin bir kısmını karşılamak amacıyla kullanılmaktadır.

     

    Türkiye AB ilişkilerinin gelişmesinin önündeki en büyük engel Kıbrıs’tır. Bir zamanlar eski Başbakan Mesut Yılmaz’ın ifade ettiği gibi AB üyeliğinin yolu Diyarbakır’dan geçmemektedir.

    ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz, 16 Aralık 1999 tarihinde Başbakan Yardımcısı olarak gittiği Diyarbakır’da “Avrupa Birliği’ne üyeliğimize giden yolun Diyarbakır’dan geçtiğine inanıyorum” demişti.

    Kıbrıs , Türkiye AB ilişkilerinin gelişmesinin önünde bir engel olmamalı ve Almanya, Fransa ve Avusturya da Güney Kıbrıs’ın arkasına sığınarak Türkiye’ye karşı çifte standart uygulamaktan vazgeçmelidir.

    AB Türkiye’ye üyelik için tarih vermelidir. Müzakereler somut bir katılım tarihi verilmeksizin ucu açık bir şekilde yürütülmemelidir. Eğer siz AB üyesi olamayacaksanız, o zaman neyi müzakere ettiğiniz sorusu gündeme gelir.

    Ben Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 100. yılı olan 2023’ün Türkiye’ye üyelik tarihi olarak belirlenmesi düşüncesindeyim. Çünkü AB’de 2014-2020 bütçe döneminde, Türkiye’nin üyeliğini dikkate alan bir bütçe planlaması yapılmamış, açıkçası Avrupalılar Türkiye’yi 2014-2020 arasında üye olarak görmemişlerdir.

    AB’nin iki lokomotif ülkesi Almanya ve Fransa Türkiye AB sürecinin iç politika malzemesi yapmamalıdırlar. Avrupa Komisyonu’ndan bir bürokrat ABHaber’e Türkiye-AB ilişkilerinin bazı AB üyesi ülkelerde iç politika malzemesi yapılmasının kötü örnek olduğunu belirtmiştir:

    Ya bu kararı almayacaksınız .Veya aldıysanız kendi kararınızı tartışmaya açmayacaksınız. Türkiye ile müzakerelerin başlatılması kararının altına imza atıp hayır ben görüşümü şimdi değiştirdim deyip seçim meydanlarında AB-Türkiye müzakere sürecine karşı çıkmak ne kadar doğru.”

    Devlet Bakanı ve Baş müzakereci Egemen Bağış pek çok AB vatandaşının Türkiye’ye karşı saldırgan ve olumsuz tavrından, Türkiye’ye karşı reddedici tutumla iç politikada puan toplamak isteyen siyasetçileri sorumlu tutmaktadır.

    ABHaber’e göre (14.04.2012) Deutsche Welle, Türkiye’nin tam üyelik başvurusuna bulunduğu tarihten bu yana 25 yıl geçtiğini, bu zamanda mutsuzluğun ön plana çıktığını belirterek Yeşiller Partisinin AP Milletvekili Reinhard Bütikofer’un ”AB bir Hıristiyan Kulubü ise Türkiye dışarda demektir” görüşünü dile getirmiştir.

    AP Milletvekili Alman CDU’lu Elmar Brok ise, “Bence AB mevcut haliyle Türkiye gibi büyük bir ülkeyi kaldıramaz. Bu, AB’nin fazla genişlemesi anlamına gelir.” Görüşündedir.

    Kıbrıs’ta, Rumların AB dönem başkanı olacağı 1 Temmuz’a kadar bir çözüm bulunmaması durumunda, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin (KKTC) adı, Annan Planı’nda olduğu şekliyle Kıbrıs Türk Devleti olarak değiştirilebilecek, daha sonra dünyadan Kıbrıs Türk Devleti olarak tanınma istenebilecektir.

    KKTC, İslam Konferansı Örgütü’nde 2004 yılında alınan bir kararla, Kıbrıs Türk Devleti adı ile temsil edilmeye başlamıştır.

    2004 yılında yapılan halk oylamasında Rumlar tarafından yüzde 75 ‘hayır’ oyuna karşılık Kıbrıslı Türkler tarafından yüzde 65 ‘evet’le kabul edilen Annan Planı’nda, kurulacak yeni devletin yapısını Kıbrıs Türk Devleti ile Kıbrıs Rum Devleti’nin oluşturması öngörülmüştür.

    Avrupa Birliği Bakanı Egemen Bağış, ziyaret ettiği Malta’da Türkiye’nin AB’ye entegrasyon sürecinin yüzde 60’ını tamamladığını, siyasi engeller olmazsa 2-3 yıl içinde kolayca üye olabileceğini vurgulamıştır ama bu bir hayaldir.

    Tıpkı eski Başbakan Tansu Çiller’in 7 Mayıs 1995 tarihli Hürriyet Gazetesi’ne verdiği “En geç 1998’de Avrupa Birliği’ne üyeyiz” demecindeki gibi. ( S. Rıdvan Karluk, Avrupa Birliği ve Türkiye, Beta Basım, 9. Baskı, 2007, s. 693.)

    Malta ziyareti sırasında Times of Malta gazetesi ile bir mülakat yapan Egemen Bağış, “Müzakere sürecinde siyasi blokaj olmasa iki üç yıl içinde kolayca üye olabilirdik” demişti.

    AB’nin Kıbrıs konusunda Türkiye’ye yaptığı baskılar ve Türkiye’ye karşı uyguladığı BOBON kriterleri (BO: Bizden Olanlar, BON: Bizden OlmayaNlar) sebebiyle Türk kamuoyunda AB’ye verilen destek giderek düşmektedir.

    Bu destek olmadan Türkiye Cumhuriyeti’nde hiçbir hükümet AB’ye üyelik konusunda istekli olmayacak, bu durumda Türkiye ile Batı dünyası arasındaki ilişkiler zayıflayacak ve Türkiye’de bir eksen kayması olacaktır.

    ABD kökenli Time Dergisi’nin, 18 Nisan’da yayınlanan sayısında 2012 yılının en etkili 100 ismi arasında Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ve Başbakan Yardımcısı Ali Babacan da bulunmaktadır.

    NBC News’un Kahire muhabiri Ayman Mohyeldin Davutoğlu ve Babacan’dan Yeni-Osmanlılar (Neo -Ottomans) olarak söz etmektedir.

  • Yeni Anayasa ve Ekonomik Hükümler

    Yeni Anayasa ve Ekonomik Hükümler

    Geçtiğimiz hafta 12 ve 13 Nisan tarihlerinde İstanbul Aydın Üniversitesi’nin düzenlemiş olduğu Anayasa Çalıştay’ına katıldım ve yeni anayasada olması gereken ekonomik hükümler konusunda bir bildiri sundum.

    Geniş katılımlı Çalıştay öncesinde Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç“Darbenin mahsulü olan anayasanın bugün yürürlükte olması aslında çok düşündürücü, biraz da üzüntü ve utanç vericidir. Yani onlarca sebep var ki, yeni bir anayasaya, artık parlamentonun yapacağı bir anayasaya ihtiyacımız var” demiş ve devamla şunları söylemiştir:

    Anayasa hepimizin anayasası, en temel belge. Yani beğensek de beğenmesek de böyle. Ama bugün artık bu anayasayı yeniden, yeni baştan daha demokratik, daha özgürlükçü, daha çağdaş, birey odaklı, neresinden bakarsanız bakın 1960 ve 1980 darbeleriden sonra yapılmış hazırlanmış ve kabul edilmiş bir anayasayı reddediyoruz ve yeni bir anayasayı TBMM‘nin yapmasını arzu ediyoruz.”

    Arınç, TBMM Başkanı Cemil Çeçik’in bu yıl sonuna kadar da yeni anayasanın kabul edilme imkanı olabileceğini anımsatarak şu yorumu yapmıştır: “Bizler de aynı düşüncedeyiz. Meclis’teki temsil oranları, temsil edilen tüm siyasi partilerin yüzde 80’inin üzerindedir. Eğer bir anayasa yazımında ve uzlaşmasında başarı sağlarlarsa, yıllardan beri beklediğimiz ama bir türlü göremediğimiz bir hayali gerçekleştirmiş olacağız.”

    Yeni anayasada, hukuk devleti, insan hakları, temel özgürlükler, yargının bağımsızlığı, pozitif ayrımcılık ilkelerine önem verilmelidir. Diğer taraftan, farklı görüşlerin siyasi partiler ve sivil toplum örgütleri aracılığıyla seslerini duyurabildikleri ve katkıda bulunabildikleri bir anayasa sürecinin de anayasanın içeriği kadar önemli olduğu unutulmamalıdır.

    Anayasa sürecinde AB ile ilişkiler, dış politika ve dış ekonomik ilişkiler marjinal konu olacak gibidir. Oysa bunlar, küreselleşen dünyada iç politik konular kadar önemlidir.

    1982 Anayasamızda ekonomik ve mali hükümler bir bütün olarak değil, aksine dağınık bir şekilde yer almıştır. Anayasada Mali ve Ekonomik Hükümler başlıklı bir Kısım bulunmakla beraber, bu düzenleme Ekonomik Anayasa olarak düşünülemez. Çünkü 1982 Anayasası, ekonomik ve mali hükümlerin tamamının tek bir Kısım’da toplandığı bir anayasa değildir.

    Ekonomik anayasa somut kurallar bütünüdür. Anayasalarda soyut kavramlara yer verilmesi ekonomik anayasa felsefesi ile bağdaşmaz. Ekonomik anayasa, siyasi iktidarı sınırlamaktan çok siyasi iktidarın ekonomik konularda sınır tanımayan icraatlarına sınır getirerek küresel dünyada son zamanlarda sıklıkla ortaya çıkan krizlere karşı bir anayasal sübap etkisi yaratır.

    Kısaca, günümüzün çağdaş anayasalarında ekonomik hükümler en az politik hükümler kadar önemlidir.

    Küreselleşen ve krizlerin arttığı bir dünyada ekonomik anayasa yapmak diğer bir deyişle anayasaya ekonomi için bağlayıcı hükümler koymak önemlidir. Anayasada, siyasal iktidarın ekonomi yönetimine ilişkin yetkilerini düzenleyici, piyasa ekonomisinin kriz yaratmadan işlemesi için kurallar bulunmalıdır. Böylece ekonomik düzenin hukuki çerçevesini oluşturan kural ve kurumlar anayasal hükümler haline gelir ve siyasal iktidarın bu kuralları yok saymasının önüne geçilir.

    Demokrasilerde iktidarlar çoğunluğa dayanarak ekonomik kuralları hiçe sayma alışkanlığındadırlar. Eğer yasama organında mutlak bir çoğunluğa sahip iseler, bu kurallar görmezden gelinebilir.

    Oysa ekonominin iyi işlemesi için gerekli ilke ve kurallar anayasada olursa, bundan sapma olmaz. Ekonomik ve mali konularda saydamlığın sağlanması, ekonomi yönetiminin denetlenebilir ve hesap verebilir olması, hem demokrasinin yerleşmesi ve hem de ekonomide yolsuzlukların önlenmesi açısından önemlidir.

    Türkiye’de Ekonomik Anayasa yapma konusu bugüne kadar gereken ilgiyi görmemiştir. Aynı durum Avrupa Birliği’nde geçmiştesöz konusu olmuştur. Avrupa Birliği’nde Maastricht Anlaşması (Avrupa Birliği Anlaşması) 1 Kasım 1993 tarihinde yürürlüğe girerek ekonomik anayasada olması gereken temel kuralları (Maastricht kriterleri) önemli ölçüde düzenlemiştir. Buna rağmen bazı Avrupa Birliği ülkelerinde son dönemde yaşanan krizlere engel olunamamıştır.

    Brüksel’de 1-2 Mart 2012 tarihlerinde gerçekleştirilen AB Zirvesi’nde AB Devlet ve Hükümet liderlerinden 25’i yüksek bütçe açığına karşı Mali Sözleşme’yi imzalarken, İngiltere ve Çek Cumhuriyeti’nin sözleşmeye taraf olmayı reddetmeleri tepkiyle karşılanmıştır.

    Bu gelişmeler, AB’de de tüm üyeleri bağlayıcı ekonomik bir anlaşmanın ne kadar gerekli olduğunu ortaya koymuştur.

    Avrupa Parlamentosu Türkiye’nin yeni anayasa hazırlık çalışmaları sürecini desteklemektedir. Bu süreç Türkiye açısından gerçek bir anayasa reformu, hukukun üstünlüğü ve demokrasinin güçlendirilmesi, temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması açısından bir fırsat niteliğindedir.

    Parlamento, 29 Mart 2012 tarihinde kabul ettiği ve Hollandalı Hıristiyan Demokrat Ria Oomen-Ruijten tarafından kaleme alınan Türkiye yıllık ilerleme raporunda yeni sivil anayasa sürecine destek vermiş, tüm siyasi parti ve diğer aktörlerin sürece yapıcı katkı sağlaması gereğini vurgulamıştır.

    Rapor’da; yeni anayasa için bir model oluşturacak şekilde, tüm grup ve bireylerin haklarını koruyan, güçler ayrımını garanti altına alan, yargının bağımsızlığını ve tarafsızlığını sağlayan, orduya sivil denetim getiren bir anayasa tanımı yapılmıştır.

    Yeni anayasanın Avrupa Parlamentosu’nun belirlediği kriterlere uygun olarak ve de 2011 İlerleme Raporu’nun ışığında katılımcı bir şekilde hazırlanması, küresel dünyada ortaya çıkan ekonomik ve finansal krizlerden korunmak için bazı temel ekonomik kriterlerin anayasa konulması, Türkiye’nin daha demokratik ve ekonomik krizlere daha dayanıklı bir anayasaya sahip olmasına katkı sağlayacaktır.

    Yeni anayasada anadil konusu çok tartışılacak gibidir. Konu çok hassastır ve Türkiye’nin bölünmez bütünlüğü ile ilgilidir.

    1982 Anayasası’nın 3’ncü maddesinde “Türkiye Devleti ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir” denmiştir. 4’ncü madde de bu maddenin değiştirilmeyeceği hükme bağlanmıştır.

    Yeni anayasada bu hükmün aynen kalması bir zorunluluktur. Aydın Üniversitesi’ndeki bazı konuşmacılar, özellikle aynı zamanda rektör olan bir konuşmacı ısrarla 1982 Anayasamızın ilk 3 maddesinin değiştirilmesini ve 4’ncü maddenin de kaldırılmasını istemiştir.

    Bu ısrar karşısında ben de bu üç maddeyi kaldırdığımızı varsayarsak, bu maddelerin yerine ne konulmasını açıklamasını istediğim zaman bu maddeler yerine konulmasını istediği maddeleri söylemek istememiştir.

    Söz gelimi “Dili Türkçe ve Kürtçedir” denebilir mi soruma cevap vermemiştir. Acaba bilmediği için mi söylememiştir yoksa bildiği halde şimdilik kaydıyla henüz ortam yeterince uygun olmadığı için mi açıklamamıştır?

    Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’a Çalıştay’da “Kürt dili medeniyet dili değildir dediniz, bununla ilgili ne söyleyeceksiniz?” sorusu sorulması üzerine Arınç şunları söylemiştir: “Anadilde eğitim konusu anayasal engelle karşı karşıyadır. Anayasada bundan sonra bir engel olmayacaksa bu dilde bir eğitim yapılabilir mi, yapılamaz mı tartışması vardır.”

    Kürtler’in ne etnik kökenlerine ne dillerine ters gözle bakmadığını ifade eden Arınç, “Bu dilde baştan sona bir eğitim yapmak mümkün müdür? Siz buna evet diyebilirsiniz, ben de buna evet demek için çalışmalarımı tamamlamak üzereyim. Ancak böyle bir eğitim ancak Kuzey Irak’ta Süleymaniye‘de bir yerde var. Dünyanın hiçbir yerinde yok. Dolayısıyla böyle bir eğitime müsait midir? Kimliği ile kimyasıyla, astronomik politikayla her şeyi ifade etmeye yeterli midir? Ben aydınlanmak, tatmin olmak ihtiyacındayım, dürüst siyasetçi böyle olur.” demiştir.

    Türk vatandaşı olan Kürtlerin anadillerine ilişkin talepleri, eğitim ve öğretimi aşan, başta sağlık belediyecilik ve adalet olmak üzere bütün kamusal hizmetleri kapsayan bir taleptir.

    Kürt kökenli Türk vatandaşların anadillerine ilişkin talepleri sadece Kürtçeyi yaşatmayı amaçlayan ve bir dili koruma amacına dayanmamaktadır.

    BDP ve diğer kuruluşlar Uzlaşma Komisyonu’na sunmak üzere hazırlıkları anayasa taslağında, Kürtçenin resmi dil olmasının yanı sıra, her düzey Kürtçe eğitim ve öğretim verilmesini talep etmiştir. Türkçe dışında anadili olan tüm Türk vatandaşlarının ana dilini öğrenmek, konuşmak, yazılı ve görsel alanlarda serbestçe kullanmak hakkına sahip olması onların demokratik haklarıdır.

    Kürtçenin ikinci dil olarak eğitim dili olması ve de kamusal alanda kullanılmaya çalışılması bireysel bir hak ve özgürlük talebi değil, Türk ve Kürt uluslarından oluşan federatif bir yapı oluşturma talebidir.

    Bu talep demokratik bir hak gibi savunulsa da, üye olmak için 53 yıldır kapısında beklediğimiz Avrupa Birliği’nde bile kabul edilmemektedir.

    Bir Avrupa Birliği üyesi olan Letonya’da Rusçanın ikinci resmi dil olmasına ilişkin yasa teklifi 18 Şubat 2012 tarihinde yapılan halk oylamasında reddedilmiştir. Kayıtlı seçmenlerin yaklaşık yüzde 70’inin katıldığı oylamada sandık başına giden Letonyalıların yüzde 75’i Rusçanın Letonya’nın ikinci resmi dili olması önerisine hayır oyu vermiştir. Rusçanın ikinci resmi dil olabilmesi için oylamaya katılan seçmenlerin en az yüzde 51’inin evet oyu gerekliydi.

    2,1 milyonluk Letonya nüfusunun yaklaşık yüzde 44’ünü oluşturan Rus kökenlilerin Rusçanın ülkede ikinci resmi dil olması talebi daha önce de Letonya Meclisi’nde görüşülmüştü. 2010 yılında 100 üyeli Letonya Meclisi’nde Rusçanın ikinci resmi dil olarak benimsenmesine yönelik bir yasa teklifi 34 milletvekilinin olumlu oyuna karşı 60 milletvekilinin hayır oyuyla reddedilmişti.

    Kürt kökenli Türk vatandaşları devletin resmi dili olan Türkçeyi öğrenmek zorundadırlar. Bu, anadillerini unutmak anlamına gelmez. ABD yasalarına göre ABD vatandaşı olmak için aranan şartlardan birisi iyi ahlaklı olmak, bir diğeri ise İngilizce bilmektir. İngilizce bilmeyen ABD vatandaşı olamaz. Türkiye’de de Türkçe bilmeden Türk vatandaşı olunamayacağı açıktır.

    Hürriyet Gazetesi’nde 5 Mart 2012 tarihinde yayınlanan bir haber bu bakımdan ilginçtir. Berlin Yabancılar Dairesi, 34 yıldır Almanya’da yaşayan ve kulakları ağır işittiği gibi yürüme zorluğu çeken 79 yaşındaki Zebo Nine’ye “Almanca öğren ondan sonra gel” demiştir.

    34 yıldan beri Almanya’da yaşayan 1933 doğumlu Zebo Bozkurt’un süresiz yerleşme izni talebini değerlendiren Berlin Yabancılar Dairesi, talebin reddini yeteri kadar Almanca bilmediği gerekçesine dayandırmıştır.

    Eğer Kürtçenin resmi dil olması isteniyor ise, tıpkı bir AB üyesi olan Letonya’daki gibi TBMM’de bu konu oylanır ve de bir halk oylaması yapılarak kökeni ne olursa olsun tüm Türk vatandaşlarına bu durum sorulur.

    Eğer TBMM’deki oylamada ve halk oylamasında Kürtçenin resmi dil olması sonucu çıkarsa, o zaman buna kimse itiraz edemez.

  • Çanakkale Geçilmez Vatan Bölünmez

    Çanakkale Geçilmez Vatan Bölünmez

    Türkiye’de son zamanlarda Lozan’ı yok sayıp Sevr’i hortlatmak isteyenler var. Bunlar Sevr’e uygun haritaları yayınlamaktan çekinmiyorlar. Bu haritaların bir kısmı yurt dışı kaynaklı.

    Türkiye’de son zamanlarda Lozan’ı yok sayıp Sevr’i hortlatmak isteyenler var. Bunlar Sevr’e uygun haritaları yayınlamaktan çekinmiyorlar. Bu haritaların bir kısmı yurt dışı kaynaklı. - isgalSevr’de Anadolu topraklarında hangi devletlerin gözü olduğunu anlamak ve hangi sanal devletlerin kurulmak istendiği görmek için yukarıdaki haritaya bakmak yeter. Bu ortamda Çanakkale Şehitlerini hatırlamak ve anmak çok önemli.

    Dün Kurşunlu Külliyesi’nde Odunpazarı Belediyesi, MÜSİAD ve Damla Derneği’nin katkılarıyla düzenlenen 18 Mart Çanakkale Şehitlerini Anma Günü etkinliğini bu bakımdan anlamlı bulduğumu ifade etmek isterim.

    2015 yaklaşıyor. Çanakkale Savaşlarının 100’ncü yılında tüm tarafların katılımıyla büyük bir anma töreni yapmak için sanırım ilgililer gerekli hazırlıklara başlamıştır. Yeni Zelanda Başbakanı 25 Nisan 2005 tarihinde Anzak Törenleri’nde Türkiye’ye bir teklifte bulunmuştur: “Gelibolu Yarımadasında kutlamaları birlikte yapalım.”

    O dönemde Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı olan Abdullah Gül bir genelge yayınlamıştır: “….Türkiye ve bu ülkeler, Lozan Antlaşması’nda da açık ve ayrıntılı biçimde ifade edildiği şekilde, Gelibolu Milli Parkını korumak ve bu amaçla yakın işbirliği yapmak yükümlülüğünü üstlenmişlerdir.” Lozan’da 330 bin dönümlük yarımada da değil, yüz dönümlük mezarlıklar üzerinde ilgili ülkelere söz hakkı verilmiştir.

    Nerdeyse yüz yıl önce bu topraklar için canını vermiş 250 bin şehidimizi ve Çanakkale’den sonraki şehitlerimizi dün saygı ile andık. Çanakkale Şehitliği’ni her Türk gencinin mutlaka ziyaret etmesi gerektiğini düşünüyorum. Sözde Ermeni Soykırımı konusunda Türkiye’yi suçlayanlara, Çanakkale’de ne işleri olduğunu hep birlikte soralım ve Çanakkale’de yatan 250 bin vatan evladını da hiçbir zaman unutmayalım.

    Müttefik Kuvvetlerin İkinci Dünya Savaşı’nda çıkarma yaptıkları Fransa’nın Normandiya sahillerini gezmiş biri olarak, Çanakkale’deki ruhu o topraklarda bulamadım.

    Çanakkale içinde vurdular beni, ölmeden mezara koydular beni” dizelerindeki heyecanı Çanakkale Şehitliği’ni her ziyaretimde gönülden hissederim. Çünkü böyle bir şehitlik, dünyanın hiçbir yerinde bu şekliyle yoktur.

    Çanakkale Savaşları’ndan çok sonra 1934 yılında Merih Çimenciler’in sahneye koyduğu Çanakkale Şehitleri Balesi’nde Büyük Önder Atatürk Avustralya ve Yeni Zelandalılar (Anzaklar) için şöyle demişti: “Bu memleketin topraklarında kanlarını döken, İngiliz, Fransız, Avustralyalı, Yeni Zelandalı, Hintli kahramanlar! Burada bir dost vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükun içinde uyuyun. Sizler Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar bu toprakta canlarını verdikten sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.”

    Büyük Önder’in savaşta ayrı tarafta vuruşanların, savaş sonrasında nasıl dost olabileceklerini gösteren bu sözler, Yeni Zelanda ve Avustralya’nın başkentlerinde (Welligton ve Canberra) dikilen anıt kitabelerde de yer almıştır.

    Çanakkale Savaşları’nın kumandanı Alman kökenli Beşinci Osmanlı Ordu Kumandanı Mareşal Liman Von Sanders, Çanakkale’de savaşan Türk askerlerinin kahramanlığına hayran kalmıştır. Von Sanders, Çanakkale’de devleri dize getiren Türk askeri için şöyle demiştir: “Bir asker için mutluluk denen bir şey varsa, Türklerle omuz omuza savaşmaktır diyebilirim. Türkler fakir insanlardır. Buğday kırığından yapılma çorba en önemli yemekleriydi. Sağlıksız su içerlerdi. Çamur barınaklarında yatarlardı. Fakat, en modern silah ve araçlarla donanmış düşmanlarına karşı aslan gibi savaşırlardı. Bu insanların kalplerinde sadece ve sadece ulvi bir vatan sevgisi vardır. Ölüme onlar kadar gülümseyerek giden bir millet daha görmedim.”

    Çanakkale’de şehit olan binlerce vatan evladından biri olan yedek subay Hasan Edhem 17 Nisan 1915 tarihinde annesine yazmış olduğu son mektubunda hislerini şöyle açıklamaktadır: “Ey Türklerin Ulu Tanrısı! Ey şu öten kuşun, şu gezen ve meleyen koyunun, şu secde eden yeşil ekin ve otların, şu heybetli dağların Haliki! Sen bütün bunları Türklere verdin. Yine Türklere bırak. Çünkü böyle güzel yerler, seni takdir eden ve seni ulu tanıyan Türklere mahsustur.”

    Mehmet Akif Ersoy, Çanakkale Şehitleri isimli şiirinde 18 Mart’ın ruhunu şöyle ifade etmiştir: “Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor! Bir hilal uğruna ya Rab ne güneşler batıyor!”

    Necmeddin Halil Onan’ın Gelibolu yamaçlarında yazmış olduğu Bir Yolcuya şiirindeki duygu yüklü mısralarındaki ruhu hissetmeden yaşayan bazıları Türkiye’yi bölmek isteyenlerle ortak bir çaba içinde olsalar da, Türkiye Cumhuriyeti sonsuza kadar baki kalacaktır. “Dur yolcu! bilmeden gelip bastığın, Bu toprak, bir devrin battığı yerdir. Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın,

    Bir vatan kalbinin attığı yerdir.”

    Büyük Önder Atatürk’ün aşağıdaki sözlerini hiçbir zaman unutmayalım:“Türk çocukları ecdadını tanıdıkça, ona sahip çıktıkça yine çok büyük işler, yapacaktır. Medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi parlayacak ve tarih sayfalarına yine Türk adı ile yazacaktır.”

    Çanakkale’de Türk ulusu beşeri sermayesini yitirmiştir. Ülkedeki eğitim düzeyinin oldukça düşük olduğu o dönemde savaşta kaybedilenlerin önemli bir bölümü eğitimli kesimden oluşmaktaydı. Bir İngiliz generalinin şu sözleri konuya ışık tutması açısından çok önemlidir: “Çanakkale’nin İngilizler açısından kazancı, Türk milletinin okumuş aydın kesimimin şehit edilmesi, gençliğinin ve geleceğinin elinden alınmasıdır.”

    M. Niyazi Özdemir, Çanakkale’de yaşanan vahşeti şöyle yazıyor: “Çanakkale Savaşı’nı Mehmetçik Burnu önlerine demir atmış ünlü Queen Elizabeth zırhlısından komuta eden Müttefik Orduları Başkomutanı Hamilton, cephenin durumunu inceleyip, askerlerle konuşup moral verdikten sonra, kurmay heyetiyle Hunter Weston’a veda ederken kıyıda dikilen esir alınmış 22 asker dikkatini çekti. Giyimleri, bakımlı olup olmadıkları onu ilgilendirdi, fena değillerdi. Başkomutan oradan ayrılıp Hunter Weston da ileri hatlara gidince, Yüzbaşı John Weistock, Seddülbahir’in en uç kısmında tahtadan bir baraka yaptırdı. Yirmi iki eserin yirmisi Türk, ikisi Alman’dı. Onları bu barakanın içine doldurttu, benzin döktürdü, paçavraları yaktırarak attırdı. Anadolu tarafındaki Kumkale’den, Arıburnu’ndan, Seddülbahir’in tepelerinden görünen baraka tutuştu. Yirmi iki esir sağa sola kaçışmaya çalıştılar. Alev ağaç boyunca yükselip baraka çöktü. Feryat figan arasında yirmi ikisi de can verdi. Çevreyi feci bir insan eti kokusu sardı.”

    Türkiye’yi soykırım yapmakla suçlayanlara, acaba Çanakkale’de ANZAC’lar ve diğer Batılı ülkelerin özellikle Fransızların hangi sebeple bulunduklarını sormak gerekir.

  • Savaş Gümbür Gümbür Geliyor mu?

    Savaş Gümbür Gümbür Geliyor mu?


    BDP, Güney Doğu Anadolu’da tam veya kısmi kontrol sağlayarak de facto olarak kendi kendilerini yönetip bağımsızlık mı istemektedir? - karlukBDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş gerginlik yaratıp ipleri germe, belki bilinçli bir şekilde koparma siyaseti izlemektedir. ”Hükümetin dayattığı savaş gümbür gümbür geliyor, hükümet bu konuda tek söz söylemiyor. Gelinen noktada Kürt halkı duygu düzeyinde devletten kopmuş durumda. Kürt halkı bu devleti artık kendi devleti olarak görmüyor. En azından Kürt halkının büyük bir kısmı görmüyor” diyerek bir anlamda Türkiye Cumhuriyeti’nden ayrılma sinyali vermektedir.

    BDP, Güney Doğu Anadolu’da tam veya kısmi kontrol sağlayarak de facto olarak kendi kendilerini yönetip bağımsızlık mı istemektedir?

    Yüzyıllar boyunca bu topraklarda hoşgörü ve sevgi ortamında her dinden, her ırktan her mezhepten insan bir arada yaşamaktadır. Gerek Osmanlı döneminde ve gerekse Türkiye Cumhuriyeti’nde hiçbir ırk ve din mensuplarına bir ayırımcılık yapılmamıştır. Kimse kimliğinden dolayı hor görülmemiştir.

    Eğer öyle olsaydı Avrupa’da İtalya sınırından, Afrika’da ise Fas’tan Kars’a kadar bu coğrafyada yaşayan halklar Türkçe konuşur, tüm Balkan ulusları (Boşnak ve kısmen Arnavutlar dışında) Müslüman olurdu. Ama öyle olmadı. Çünkü Türkler Batılılar gibi asimilasyon politikası izlememiştir.

    DYP 20’nci dönem Milletvekili Musevi kökenli Cefi Kamhi bu konuda şunları söylüyor: “Bu vatan için her şeyinden vazgeçebilecek kişi Türk milliyetçisidir; ben dahil…Yaşadığımız topraklara sahip çıkmak herkesin hakkı…İsrail ile bir siyasi gerginlik olduğunda insanlar bizimle sohbete ‘Sizinkiler…’ diye başlıyor, ben, ‘Ankara’yı mı kastediyorsun’ deyince ‘Yok İsrail’ diyorlar. İsrail’dekiler benimkiler değil. Nasıl Hıristiyanlar Vatikan vatandaşı değilse, nasıl bütün Müslümanlar Suudi Arabistan vatandaşı değilse ben de İsrail vatandaşı değilim. Ben belki Türkiye’nin senden çok fazla asırdan beri vatandaşıyım.(Hürriyet, 11.03.2012.)

    Kendini Kürt olarak kabul edenler, Kürt kimliğini korumuş, hatta bazıları devletin resmi dili olan Türkçeyi bile öğrenmemişlerdir. ABD yasalarına göre ABD vatandaşı olmak için aranan şartlardan birisi iyi ahlaklı olmak, bir diğeri ise İngilizce bilmektir. İngilizce bilmeyen ABD vatandaşı olamaz. Ama Türkiye’de Türkçe bilmeden Türk vatandaşı olunmaktadır.

    Hürriyet Gazetesi’nde 5 Mart 2012 tarihinde yayınlanan haber bu bakımdan enteresandır. Berlin Yabancılar Dairesi, 34 yıldır Almanya’da yaşayan ve kulakları ağır işittiği gibi yürüme zorluğu çeken 79 yaşındaki Zebo Nine’ye “Almanca öğren ondan sonra gel” demiştir.

    34 yıldan beri Almanya’da yaşayan 1933 doğumlu Zebo Bozkurt’un (aşağıdaki fotoğraf) süresiz yerleşme izni talebini değerlendiren Berlin Yabancılar Dairesi, talebin reddini yeteri kadar Almanca bilmediği gerekçesine dayandırmıştır.

    Türkiye’de Demirtaş’ın ifadesiyle “en azından Kürt halkının büyük bir kısmı,” haksızlığa uğradıklarını, devletin kendilerine ayrımcı bir politika izlediğini öne sürmektedir. Oysa böyle bir durum söz konusu değildir.

    DPT eski AB Genel Müdürü (bu Genel Müdürlük tarafımdan kurulmuştur) Devlet Bakanı Cevdet Yılmaz çok önemli bir gerçeği açıklamıştır: “Eğer ayrımcılık olsaydı bizler o noktaya gelemezdik, Türkiye’nin kalkınması bir Zaza’ya teslim edilmezdi.”

    Maliye Bakanı Mehmet Şimşek“Ben de sizin gibi Kürt’üm, ben de Kürtçe biliyorumdiyerek, herkesin birinci sınıf vatandaş olduğunu şöyle vurgulamıştır:“Birinci sınıf olmazsa Maliye Bakanlığı’nı niye bir Kürt’e teslim ediyorlar? Kürtçe üzerinde bir yasak var mı? Yok. Kürtlere kötü bir muamele yapılıyor mu? Yok.”

     

    Türkiye’de Kürt kökenli Türk vatandaşların nüfusu daima tartışma konusu olmuştur.

    Türkiye’ninDoğu ve Güney Doğu Anadolu Bölgesi’nde 21 il vardır. Adrese dayalı nüfus kayıtlarına göre 21 ilde toplam 18 milyon kayıtlı nüfusun tamamı Kürt ve Zaza kökenli değildir. Mesela Erzurum ağırlıklı olarak Türk’tür. Diğer illerde de Türk ve Arap kökenli Türk vatandaşları yaşamaktadır.

     

    Nitekim Kürtçe yayın yapan TRT Şeş’teki Zazaca programların azlığından yakınan Kalkınma Bakanı Cevdet Yılmaz Zazacaya yeterince yer verilmediğini savunmuştur: “Ben Zazayım. Bingöl’de Zazalar ağırlıklıdır. Zazaca bilirim ama çok iyi değil, iyi anlarım ama iyi konuşamam. Kürtçe’yi de çok az anlarım. TRT Şeş’te Zazaca’ya yeterince yer verilmiyor. Hakikaten şikayet ediyorum. Biraz daha artması lazım. Kürtçe’ye karşı değiliz daha da artsın ama Zazaca’nın da ihmal edilmemesi lazım.”

     

    18 milyon nüfusun ortalama olarak yüzde 30’u (6 milyon) bu iki bölge dışındaki illerde yerleşiktir. Diyelim ki Anayasa’mıza ve uluslararası hukuka aykırı bir şekilde Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde Sevr Anlaşması’nda öngörüldüğü gibi bir Kürt Devleti kurulduğunu hayal edelim. Yeni devletin sınırları dışında kalacak olan 6 milyon insan acaba yerini yurdunu bırakıp Güney Doğu Anadolu’ya mı göçecek?

    Bu nüfusun kendi illerine dönmesi şartıyla bir halk oylaması yapılsa, bu insanlar ayrı devlete evet derler mi? Marmara’yı, Ege’yi, Akdeniz’i, İç Anadolu’yu kendi ülkesi olarak bilmiş ve buralarda huzur içinde yaşayan Kürt kökenli insanlar artık bu bölgelerde huzur içinde yaşayabilirler mi?

     

    Demirtaş’ın ifadesiyle eğer “Kürt halkı bu devleti artık kendi devleti olarak görmüyor” ise, bu durumda Türkiye Cumhuriyeti’ne pasaportla seyahat etmek zorunda kalacaklardır. Türkiye’ye gelmek için Schengen Alanı’na ve de ABD’ye gitmek isteyen Türk vatandaşlarının katlandıklarından çok daha fazla bürokratik zorlularla karşılaşacaklar, belki bazıları hiçbir zaman Türkiye’ye gelemeyeceklerdir.

     

    Diğer taraftan Kürt kökenli Türk vatandaşlarının yoğun olarak yaşadıkları Diyarbakır’da BDT’ye oy vermeyen vatandaşların durumu ne olacaktır?

     

    2002 milletvekili Genel Seçimlerinde Adalet ve Kalkınma Partisi (diğer partilere verilen oylar dikkate alınmamıştır) Diyarbakır’da 67 bin oy (%16) , DEHAP ise 236 bin oy (%56) almıştır. 2007 seçimlerinde AKP yüzde 41 oy oranına ulaşırken DTP çizgisinin desteklediği adayların aldığı oy oranı yüzde 43 olmuştur. 2009 İl Genel Meclisi seçimlerinde DTP’nin aldığı oy yüzde 59, AKP’nin oyu ise yüzde 30’dur. 2011 seçimlerinde AKP’nin oyu 218 bin, (%32,1) BDP’nin desteklediği bağımsız adayların oyu ise 397 bindir. (% 58) Seçimlerde şiddet, seçmene baskı, tehdit ve saldırıların, sandık başı hilelerin etkin olduğu iddialarını da hiçbir zaman göz ardı etmemek gerekir.

    Diyarbakır’da AKP’ye oy veren 218 bin seçmen (CHP, MHP ve diğer partilere oy verenleri ihmal etsek bile) ve onların aileleri acaba Diyarbakır’dan ayrılmak isteyecekler midir? Bu soruya Demirtaş’ın cevap vermesi gerekir.

     

    2011 seçimlerinde Türkiye genelinde bağımsız adaylar (BDP) yüzde 6,58 oy almış (2.8 milyon oy) ve 36 milletvekilliği kazanmışlardır. BDP Grubu’nun TBMM’de 34 milletvekili vardır. Seçimlerde kullanılan toplam oy miktarı 43.913.859’dur. Bu durumda Batı’da ve Doğu’da 41.087.828 seçmen BDP’ye oy vermemiştir.

     

    Güney Doğu Anadolu’da ayrı bir devlet olsa, Batı illerinde bağımsız adaylara (BDP’ye) oy veren vatandaşlar Doğu’ya mı göç edecekler?

     

    Türkiye etnik bir mozaiktir. Bu mozaikte Türkler ve Kürtler eşit ağılıktadır” görüşü bir uydurmadır.

     

    Bu konuda en ciddi çalışma yarım kalmasına rağmen “Türkiye’deki Etnik Grupların Dağılım Raporu”dur. Rapor, Malatya’daki Kitabevi cinayeti davası dosyasına konmuş, sonuçları kamuoyuna açıklanmamıştır. Rapor, MGK tarafından 2000 yılında Erciyes, Elazığ Fırat ve Malatya İnönü Üniversitesi’ndeki öğretim üyelerince hazırlanmıştır.

     

    Prof. Dr. Şaban Kuzgun başkanlığında yürütülen proje kapsamında Türkiye’deki 68 ilde yapılan çalışmada insanların hangi kökenden, mezhepten ya da tarikattan olduklarının profili çıkarılmaya çalışılmıştır. Prof. Kuzgun, 14 Mayıs 2000 tarihinde trafik kazasında hayatını kaybedince proje yarım kalmıştır. Rapor’da Türkler 55 milyon, Kürtler (Zazalar hariç) 3 milyon olarak belirlenmiştir.

    Türkiye’de 1927-1965 arasında yapılan nüfus sayımlarında ana dil sorulmuştu. DİE’nin (TÜİK) 1965 nüfus sayımına göre halkın yüzde 90.11′i ana dilini Türkçe, yüzde 7,07′si Kürtçe (31.391.421 Türkiye nüfusunun 2.219.502’si) ve yüzde 0.48′i Zazaca olarak beyan etmiştir.

    27 Şubat 1993 tarihinde açıklanan Milliyet Gazetesi Konda Büyük Araştırması’na göre genel nüfus içinde Türkler yüzde 65.0; Türk ve Müslümanlar yüzde 21 (%86); Müslümanlar yüzde 4.0; Kürt kökenli Türkler yüzde 3.7; Kürt-Zazalar yüzde 3.90 oranındadır. Deneklerin yüzde 89.7’si kimlik olarak Türk kimliğini benimsemişlerdir. Deneklerden farklı kimlik bildiren ve yüzde 1’i aşan tek grup yüzde 3.9’luk oranla Kürtlerdir. Türk değilim diyen grupların toplam oranı yüzde 5.39’dur.

    1995 Aralık Genel Seçimlerinde HADEP, Kürtler dışındaki sol oyların da eklenmesiyle ancak yüzde 4.17 oranında oy alabilmiştir. ABD’deki Ethnologue Data From Languages of World’un 2001 yılı öngörüsüne göre Türkiye’deki etnik kökenliler arasında Türkler yüzde 86.21, Kürtler yüzde 8.36, Zazalar yüzde 0.53 oranındadır.

     

    3 Kasım 2002 Genel Seçimlerinde DEHAP yüzde 6.2 oranında oy alarak yüzde 10’luk seçim barajının altında kalmıştır. Eylül 2005 AB Eurobarometer Anketi‘nde ana dilini Türkçe olarak bildirenlerin oranı yüzde 93 olarak bulunmuş ve Kürtleri de içine alan geri kalan nüfusun yüzde 7’yi geçmediği görülmüştür.

     

    Ali Tayyar Önder 2006 yılında 74 milyonluk Türkiye nüfusu içerisinde Kürt sayısını 5 milyon (%6.76), Zaza sayısını 800 bin (%1.08) olarak belirlemiştir. Zazalar Kürt olmadıkları halde- Kürt ve Zaza nüfusunun toplam içindeki oranı yüzde 7.84’dir.

    Konda’nın 2007 yılı araştırmasında ise nüfusun yüzde 84.5 Türk, yüzde 9.02 Kürt-Zaza kökenlidir. PKK eylemlerinin yoğun olarak yaşandığı illerde (Ağrı, Batman, Bingöl, Bitlis, Diyarbakır, Hakkâri, Muş, Mardin, Siirt, Şırnak, Tunceli, Van) Kürtlerin oranı yüzde 80,49 iken, aynı bölgede Türklerin oranı yüzde 3,92, Arapların oranı yüzde 6, Zazaların oranı yüzde 8,87 ve diğer etnik gruplar yüzde 0,69’dur.

     

    Bilgesam’ın bir araştırmasında, (Doğu ve Güneydoğu İllerinde Etnik ve Mezhepsel Yapı, Yayımlanmamış Demografik Çalışma, İstanbul, 2010) PKK eylemlerinin fazla yaşanmadığı Doğu ve Güneydoğu illerinde (Adıyaman, Erzurum, Elazığ, Gaziantep, Kahramanmaraş, Malatya, Şanlıurfa) Kürtlerin oranı 3 yüzde 2,62, Türklerin oranı yüzde 55,1, Arapların oranı yüzde 7,27, Zazaların oranı yüzde 4,75 ve diğer etnik grupların oranı yüzde 0,24’dür.

     

    KONDA’nın bir araştırmasında, (Bekir Ağırdır, ‘‘Kürtler ve Kürt Sorunu’’, KONDA Raporu, s. 4-5, Kasım 2008, www.konda.com.tr, erişim Aralık 2010) Türkiye’deki Kürt ve Zazaların toplam nüfusa oranı yüzde 15,7 ve yaklaşık nüfusları 11 milyon olarak verilmektedir. Aynı çalışmada Kürt ve Zazaların yüzde 66’sının yani 2/3’ünün Doğu ve Güneydoğu Anadolu illerinde yaşadıkları vurgulanmaktadır.

     

    Bilgesam’ın bir diğer (2010) çalışmasında Doğu ve Güneydoğu Anadolu illerinde yaşayan Kürt ve Zaza nüfusun toplamı yaklaşık olarak 8 milyon olarak hesaplanmıştır. Bu sayı KONDA’nın Kürt ve Zazaların yüzde 34’ünün Batıda yaşadığı bulgusu ile birleştirildiğinde Türkiye’deki Kürt ve Zaza nüfus için 11-12 milyonluk bir tahmin ortaya çıkmaktadır. Çalışmaların hata payları da dikkate alındığında Türkiye’deki Kürt ve Zaza nüfus 11-12 milyon civarındadır.

     

    Kürt ve Zazalar arasında BDP’ye oy verdiğini söyleyenlerin oranı PKK eylemlerinin fazla yaşanmadığı Doğu illerinde yaşayanlar arasında yüzde 17,6 iken bu oran eylemlerin fazla yaşandığı illerde yüzde 42,5 ve İstanbul ve Mersin’de göç ile oluşan mahallelerde yaşayanlar arasında yüzde 57,4’dür. (Bilgesam, Türkiye’de Kürtler ve Toplumsal Algılar, İstanbul, 2012)

    Bu araştırma ve veriler, Türkiye’de nüfusun en az yüzde 85’inin Türk kökenli olduğunu ve böyle bir ülkeye de mozaik denilemeyeceğini ortaya koymaktadır.

    Sorbonne Üniversitesi’nde Kurmanci bölümü sorumlusu İbrahim Seydo Aydoğan, Türkiye’de Kürtlerin okula giden çocukları zorla Türkçeyi öğreniyorlar. Bu bir soykırımdır”diyor. (Özgür Gündem, 04.03.2012)

    Bu mantıkla hareket edersek, acaba Almanya’da Alman okuluna giden ve Almanca öğrenen yüz binlerce Türk öğrenciye Almanlar soykırım suçu mu işliyorlar?

    Toplumda böyle peşin yargılı kişiler olduğu sürece Demirtaş’ın “Kürt halkı bu devleti artık kendi devleti olarak görmüyor” görüşü geçerli olur ama ben Kürt kökenli Türk vatandaşlarının büyük bir kesiminin İbrahim Seydo Aydoğan gibi düşünmediği görüşündeyim.

  • Fransa’da Hukuk Siyaseti Yendi

    Fransa’da Hukuk Siyaseti Yendi

    Fransız Anayasa Konseyi, sözde Ermeni soykırımı iddialarının reddinin suç sayılmasını öngören yasanın iptali için yapılan başvuruyu geçen hafta kabul ederek Fransa’nın gerçekten bir hukuk devleti olduğunu ortaya koymuştur. -http://www.conseil-constitutionnel.fr/conseil-constitutionnel/francais/les-decisions/acces-par-date/decisions-depuis-1959/2012/2012-647-dc/communique-de-presse.104950.html) - sarkozyFransız Anayasa Konseyi, sözde Ermeni soykırımı iddialarının reddinin suç sayılmasını öngören yasanın iptali için yapılan başvuruyu geçen hafta kabul ederek Fransa’nın gerçekten bir hukuk devleti olduğunu ortaya koymuştur. -http://www.conseil-constitutionnel.fr/conseil-constitutionnel/francais/les-decisions/acces-par-date/decisions-depuis-1959/2012/2012-647-dc/communique-de-presse.104950.html)


    Yasa’nın kabulünün ardından Anayasa Konseyi’ne gitmek için Senato’da Avrupa Demokratik ve Sosyalist Birlik Grubu Başkanı Jacques Mezard‘ın öncülüğüyle başlayan girişime 77 üyenin imza atması sağlanmıştır. Meclis’te ise iktidardaki Halk Hareketi Birliği (UMP) üyesi Michel Diefenbacher‘ın girişimiyde 65 imzaya ulaşılarak Anayasa Konseyi’ne itiraz edilmişti.

    Bu köşede 6 Şubat 2012 tarihindeki yazımda Anayasa Mahkemesi’nin Yasa’yı iptal edeceğini yazmış ve konu ile ilgili görüşlerimi sizlerle paylaşmıştım:

    Fransa Senatosu, Irkçılıkla Mücadele Edilmesi Konusundaki Avrupa Birliği Hukukunun İç Hukuka Aktarılması gerekçesiyle 23 Ocak 2012 günü iç siyaset hesaplarıyla “Sözde Ermeni Soykırımını iddialarını kabul etmeyenlere para ve hapis cezasını öngören” bir kararı 127 evet ve 86 red oyu ile kabul etmiştir.

    Yasa tasarısına oy verenler, yasanın, Fransız Ceza Yasası hükümlerinin ırkçılık ve yabancı düşmanlığının belirli şekilleri ve ifadelerine karşı ceza hukuku yoluyla mücadele hakkındaki 2008/913/JHA sayılı ve 28 Kasım 2008 tarihli ve AB Konsey Çerçeve Kararı’nda tanımlanan yükümlülüklere uyumlaştırmayı amaçladığını ifade etmişlerdir.

    Oysa Çerçeve Kararı, İkinci Dünya Savaşı sırasında Yahudiler’e karşı işlenen soykırım suçlarına ilişkindir. Nürnberg Uluslararası Askeri Ceza Mahkemesi Madde 6’da tanımlanan suçların cezalandırılmasını hükme bağlar. Uluslararası Askeri Ceza Mahkemesi kararı; soykırım suçlarına, insanlık suçlarına ve savaş suçlarına yöneliktir.

    Bir üye devletin ulusal mahkemesinde ve/veya uluslararası bir mahkemede ya da sadece uluslararası bir mahkemede verilen nihai karar ile kabul edilen suçları kapsar. Nürnberg Mahkemesi, yasama organlarınca tanınan soykırımlara atıfta bulunmamaktadır.

    Türkiye hakkında sözde Ermeni soykırımı ile ilgili verilmiş bir mahkeme kararı yoktur.

    Ayrıca, 1948 tarihli BM Soykırım Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına İlişkin Sözleşme ile tanımlanan Ermenilere yönelik bir soykırım da söz konusu değildir. Çünkü, Osmanlı Devleti, 1915 yılında ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir grubu toptan ya da onun bir bölümünü yok etmek niyetiyle Hitlerin Yahudilere yaptığı gibi bir katliam yapmamış, Hitler’in Yahudileri fırınlarda yaktığı gibi Ermenileri yok etmemiş, devlet politikası haline gelmiş eylemlerde bulunmamıştır.

    1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nin 11’nci maddesindeki“düşünce ve ifade özgürlüklerinin en kutsal haklar arasında olduğunu” tüm dünyaya ilan eden ülke Fransa’dır. 223 yıl sonra bu sözde yasa teklifine oy veren Fransız senatörler büyük bir çelişki içindedirler.

    Descartes, Voltaire ve Rousseau’nun tepkilerini almak mümkün olsaydı, bu düşünürler bizlerden çok daha fazla sözde tasarıya oy verenleri eleştirirlerdi. Yasama organlarınca tarihin yeniden yazılması mümkün değildir.

    Montesquieu’nün, “anlamsız yasalar, önemli yasaları da işe yaramaz hale getirir” ifadesi, Senato’daki oylama sonucunda timsah gözyaşı döken teklif sahibi Valerie Boyer’in girişimlerinin sonucunda Senato tarafından kabul edilen sözde yasa için geçerlidir.

    Sözde yasanın Avrupa Birliği Hukuku gerekçe gösterilerek savunulması İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nin yerleşik içtihadı ile de çelişmektedir. Fransa, bu yasa ile Türkiye’yi soykırımı kabul etmeye zorlamayı ve Türkiye’nin Avrupa Birliği hedefinden vazgeçmesini hedeflemektedir.

    Fransız Senatosu, İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nin Düşüncelerin, fikir ve kanaatlerin başkalarına serbestçe söylenmesi insanın en değerli haklarındandır. Her vatandaş, serbestçe konuşabilir, yazabilir ve yayın yapabilir ilkesini yok saymıştır.

    Anayasa Konseyi, bizdeki Anayasa mahkemesine denk bir kurumdur. Üyeleri dokuz yıllığına seçilen üyelerden üçünü Meclis Başkanı, üçünü Senato Başkanı, üçünü Cumhurbaşkanı belirlemektedir. Eski Cumhurbaşkanları Konsey’in üyesidirler.

    Anayasa Konseyi Başkanı Jean Louis Debre, bu tür yasalara karşıdır. Debre, Meclis Başkanı olduğu dönemde 2006 yılında Jacques Chirac’ın da talimatıyla yine aynı yönde bir yasa teklifini engellemiştir. Büyük ihtimalle Konsey bu sözde yasayı iptal edecektir.

    Nitekim eski Anayasa Konseyi Başkanı, eski Adalet Bakanlarından Robert Badinter, geçen yıl 4 Mayıs’ta Senato Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada, senatörleri bu yöndeki bir yasa teklifini kabul etmemeleri konusunda uyarmıştı.

    Anayasa Konseyi’nin, kendisine yapılan bir itirazda, söz konusu yasaya dayanak olan diğer yasaları da incelediğini hatırlatan Badinter, reddinin cezalandırılması suç sayılan yasanın anayasaya aykırı bulunması halinde, ilk yasanın da yine anayasa hukukuna göre iptal edilebileceğini söylemişti.

    Ayrımcılığa, nefrete ve şiddete teşvik, 29 Temmuz 1881 tarihli Fransa Basın Yasası’nın 24’ncü maddesinde de bir suç olarak tanımlanmaktadır.

    BANA GÖRE ANAYASA KONSEYİ BU AYIN SONUNU BEKLEMEDEN İPTAL KARARI VERECEK VE YAPILAN BÜYÜK HATAYI GİDERECEKTİR. BU KARAR, PARLAMENTOLARINDAN SÖZDE ERMENİ SOYKIRIMINI TANIMA KARARI ALMIŞ 20 ÜLKE İLE AVRUPA PARLAMENTOSU İÇİN DE BİR EMSAL OLUŞTURACAKTIR.”

    Yasa’nın iptali, başta Sarkozy ve Boyer olmak üzere sözde yasaya oy verenleri, Ermeni diasporasını ve Fransa’da yasayı destekleyenleri üzmüştür. Türkiye’de ise tepkiler olumlu olmuştur.

    Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç Soykırım Yasası’nın iptal kararını muhtemel bir krizin önlenmesi olarak değerlendirmiş ve “Anayasa Konseyi siyasi kaygılardan uzak doğru bir karar vermiştir. Bu karar,Fransa ile Türkiye arasında yaşanması muhtemel büyük bir krizi önlemiştir. Umarım, bu karar hukuk dışı girişimler için büyük bir ders olur” demiştir.

    Avrupa Birliği Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış“Akıl, akılsızlığa galip geldi ve tarihi bir hatadan dönüldü” yorumunu yapmıştır.

    CHP Bolu Milletvekili Tanju Özcan kararı, “Umarım bu karar, ülkemizde ifade özgürlüğünü kısıtlamaya çalışan hükümete de bir örnek olur” değerlendirmesinde bulunmuştur.

    AKP Genel Başkan Yardımcısı ve Dış İlişkiler Başkanı Ömer Çelik Fransa’ya yönelik yaptırımların duracağını açıklamıştır: “Anayasa Konseyi’nin kararı Türkiye’nin ikinci ve üçüncü yaptırıma geçmesini durduracak.”

     

    Dışişleri Bakanlığı’nın değerlendirmesi ise şöyledir:“Yasanın Anayasa Komisyonu tarafından iptal edilmesini, Fransa’da ifade ve araştırma özgürlüğü, hukuk devleti ve uluslararası hukuk ilkeleriyle bağdaşan; tarihin siyasallaştırılmasına karşı duran bir adım olarak görüyoruz… Fransa’nın bundan böyle Türkiye ile Ermenistan arasında tarih konusundaki ihtilafın, adil ve bilimsel temelde ele alınması için yapıcı bir yaklaşım içinde olmasını; sorunu daha derinleştiren değil, çözümü destekleyen katkılar yapmasını ümit ediyoruz. Böyle bir yaklaşım, Türk-Fransız ilişkilerinin hak ettiği mecrada ve her alanda geliştirilmesine de katkı sağlayacaktır.”

    Fransız Le Monde gazetesi (1 Mart 2012) Anayasa Konseyi’nin üstlendiği rolü yerine getirdiğini belirterek, yasanın ifade özgürlüğüne karşı olması sebebiyle iptal edilmesine dikkat çekmiş, yasanın Anayasa Konseyi’nce iptal edilmesiyle yanlış yoldan dönüldüğünü açıklamıştır.

     

    Uluslararası Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü (RSF), soykırım inkarını hapisle cezalandıran yasanın iptal edilmesini memnuniyetle karşıladıklarını açıklamış, ifade özgürlüğüne sahip çıkma sırasının Türkiye’de olduğunu belirmiştir: “Ancak girişim, Fransa’nın savunduğu demokratik değerlerin inanırlığına, insan hakları savunucularına ve Türkiye’deki Ermeni davasına bir kere zarar vermiş oldu. Tüm Fransa politik sınıfına sesleniyoruz; buna tekrar kalkışmayın. Son deneyim kesin olarak gösterdi ki, anma yasalarıyla resmi tarih oluşturmaktan vazgeçilmeli.”

    RSF, soykırımların cezalandırılmasını öngören düzenleme henüz Fransa Meclisi’ne ve Senatosu’na gelmeden önce yasaya karşı çıkmış, son olarak da parlamenterlere gönderdiği mektuplarla onları Anayasa Konseyi’ne itiraz etmeye çağırmıştı.

    Bu olumlu değerlendirmelere bakıp rehavete kapılmamak gerektiği kanısındayım. Çünkü, su uyur düşman uyumaz.

     

    Nitekim ABD Kongre üyesi Adam Schiff, Robert Dold ve diğer 59 üyesi Ermeni soykırımı konusundaki fikirlerini değiştirmesi için ABD Dışişleri Bakanı Clinton’a bir mektup göndermiş ve Clinton’ı, Türkiye Cumhuriyeti’ni bu tarihsel ayıbı göz ardı etmesine teşvik edici olmakla suçlamışlardır.

     

    Ayrıca Amerika Ermeni Ulusal Komitesi (ANCA), İstanbul’daki Hocalı gösterilerinde ırkçılık ve şiddet körüklendiği savıyla ABD Büyükelçisi Ricciardone’ye Türkiye’yi kınama çağrısı yapmıştır.

     

    ANCA Müdürü Aram Hamparian, “Bunlar basit bir şekilde soykırım sonrası bir devletin şiddet yankıları değil ancak soykırım öncesi Türk toplumunun kararlı eylemleridir. Türk toplumu kızgın bir şekilde hayallerindeki düşmanlara saldırıyor ve bir sonraki hedeflerini artıyorlar. ABD Büyükelçisi Ricciardone’den derhal güçlü bir şekilde ve açıkça bu hükümetin şiddeti onaylamasını, teşvik etmesini kınamasını istiyoruz” demiştir.

    Ben, gösteride atılan “Hepiniz Ermenisiniz hepiniz piçsiniz”, “Bugün Taksim, yarın Erivan, bir gece ansızın gelebiliriz” sloganlarını uygun bulmadığımı özellikle belirtmek isterim. Bu gibi aşırı ve ideolojik sloganlar haklı bir davada Türkiye ve Azerbaycan’ı haksız duruma düşürür.

    Uluslararası ilişkilerde his değil, akıl ve mantık ön planda tutulmalıdır.

  • Türk Kültürel Miras Başkenti Eskişehir ve Hocalı Soykırımı

    Türk Kültürel Miras Başkenti Eskişehir ve Hocalı Soykırımı

    20 Nisan 2009 tarihinde bu köşede yayınlanan yazımda, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün 6 Eylül 2008 tarihinde futbol maçı izlemek için Erivan'a yaptığı ziyaretin ardından bir yorumda bulunmuştum. Yorumumda; Türkiye-Ermenistan arasında başlayan yakınlaşma sürecinde atılan olumlu adımlar eğer karşılıklı olursa, bundan tüm tarafların yarar sağlayacağını açıklamış, bu süreçte önem verilmesi gereken noktalara dikkati çekmiştim: - karluk20 Nisan 2009 tarihinde bu köşede yayınlanan yazımda, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün 6 Eylül 2008 tarihinde futbol maçı izlemek için Erivan’a yaptığı ziyaretin ardından bir yorumda bulunmuştum. Yorumumda; Türkiye-Ermenistan arasında başlayan yakınlaşma sürecinde atılan olumlu adımlar eğer karşılıklı olursa, bundan tüm tarafların yarar sağlayacağını açıklamış, bu süreçte önem verilmesi gereken noktalara dikkati çekmiştim:

    • Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Yüksek Sovyetinin 23 Ağustos 1990 tarihli Bağımsızlık Bildirisinin 12nci maddesinde Ermenistan Cumhuriyeti, 1915 Osmanlı Türkiyesi ve Batı Ermenistanda gerçekleştirilen soykırımın uluslararası alanda kabulünün sağlanması yönündeki çabaları destekleyecektirdenilmektedir.

    • Ermenistan Parlamentosu, 23 Eylül 1991 tarihinde aldığı bağımsızlık kararındaErmenistan Bağımsızlık Bildirisine sadık kalacağınıaçıklamış ve taahhüt etmiştir.

    • 1995 yılında kabul edilen Ermeni AnayasasındaErmenistanın Bağımsızlık Bildirisinde ki ulusal hedeflere bağlı kalacağıbir anayasa hükmü olmuştur. Soykırım yalanının uluslararası alanda tanınmasının Ermenistan’ın dış politika hedefi olduğu belirtilmiştir.

    • Erivan´da yapılan Gelişen Ermenistan Partisi’nin 4’ncü Kurultayına katılan Devlet Başkanı Serj Sarkisyan, Bağımsızlık Karabağ halkının seçimidir. Uluslararası hukuk dahi bu konuda farklı yaklaşım ortaya koyamaz” demiştir.
    • Ermenistan’daki okul duvarlarında asılan haritalarda Türkiye’nin 12 ili yer almıştır.
    • Ermenistan Milli Marşı’nda ”topraklarımız işgal altında, bu toprakları azat etmek için ölün, öldürün” yazılıdır.
    • Karabağ’da katliam yapan Ermeni kuvvetlere komutanlık yapan bugünkü Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan’dır. (yukarıdaki fotoğraf)
    • Sarkisyan İngiliz yazar Thomas De Waal’a, “Hocalı’dan önce Azeriler bizim şaka yaptığımızı sanıyordu, Ermenilerin sivil topluma karşı el kaldırmayacaklarını sanıyorlardı. Biz bunu- stereotipi- (zeka geriliği) kırmayı başardık” demiştir.

    O tarihten bu yana geçen sürede Ermenistan ile olan ilişkiler gelişmemiş aksine geriye gitmiştir. Üstelik Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin Ermenistan ziyaretinin ardından Fransa ile ilişkiler nerdeyse kopma noktasına gelmiştir. Türkiye’yi soykırım yapmakla suçlayan Sarkozy, Azerbaycan Cumhuriyeti‘nın Dağlık Karabağ Bölgesi’nde bulunan Hocalı’da Ermenilerin yaptığı soykırımı görmezden gelmiştir.

    26 Şubat 1992 tarihinde güçlü silahlarla donatılmış Ermenistan silahlı kuvvetleri ile Hankendi’nde konuşlanmış bulunan Albay Zarvigarov komutasındaki 366′nci Rus Motorize Alayı’nın koruması altındaki Ermeni çeteleri Hocalı’ya saldırarak tarihin en vahşi katliamlarından birini yapmış, çocuk, yaşlı, kadın, bebek demeden birçok Azeri’yi vahşice katletmiştir.

    Hocalı’da Ermeni çeteleri insanların kafa derilerini yüzmüş, sağ olarak ele geçirdiklerini işkenceye tabi tutmuş, testereler ile insanların kol ve bacaklarını kesmiş, genç kızların kafa derilerini yüzmüş, babanın gözü önünde evladını, evladın gözü önünde babayı kurşuna dizmiş, kesik kafaları sepetlere doldurmuş, 56 hamile kadının karnını yarmışlardır.

    Günümüzde Ermeni soykırımı olarak tüm dünyayı arkasına çekmek isteyenler önce bunun hesabını vermelidirler.

    Hocalı katliamda babası ve 22 aile ferdini kaybeden 20 yaşındaki Zarife Guliyeva, Hocalı katliamının 20’nci yıldönümü sebebiyle Nicolas Sarkozy ve Serj Sarkisyan‘a birer mektup göndermiştir. Sarkozy’ye yazdığı mektupta, ”Siz söyleyin, eğer bu soykırım değilse, sormak lazım soykırım nedir?” sorusunu yönelten Guliyeva, 1915 olaylarıyla ilgili Ermeni iddialarının reddinin suç sayılmasının öngören yasanın tasarısın Fransa Senatosu tarafından kabul edilmesinden sonra Azerbaycan halkının Sarkozy’nin taraflı olduğunu düşündüğünü açıklamıştır.

    Guliyeva, Serj Sarkisyan’a gönderdiği mektupta ise Azerbaycan’ın işgal altında bulunan Hocalı kasabasında Ermeni askerler tarafından yapılan soykırım sebebiyle Sarkisyan’ın yapacağı itiraf durumunda, Azerbaycan-Ermenistan ilişkisi ve Yukarı Karabağ sorunun çözümünde yeni bir sayfanın açılabileceğini belirtmiştir.

    Ermeni güçleri 1992 yılının 25 Şubatı 26 Şubat’ta bağlayan gece Hocalı kasabasında 83 çocuk, 106 kadın ve 70’den fazla yaşlı dahil olmak üzere toplam 613 Azeri Türkünü öldürülmüş, 487 kişi bu saldırıda ağır yaralanmış, 1275 kişi rehin alınmış, 150 kişi kaybolmuştur. Cesetler üzerinde yapılan incelemelerde cesetlerin yakıldığı, gözlerinin oyulduğu, başlarının kesildiği görülmüştür.

    Eski ASALA eylemcilerinden Monte Melkonian, Hocalı’ya yakın bölgede Ermeni askeri birliklere komutanlık yapmış ve katliamdan bir gün sonra Hocalı çevresinde gördüklerini günlüğünde anlatmıştır. Melkonian’ın olümünden sonra Markar Melkonian kardeşinin günlüğünü Benim Kadeşimin Yolu (My Brother’s Road: An American’s Fateful Journey to Armenia, I.B.Tauris,2005) isimli kitapta Hocalı katliamı için şunları yazmıştır: “Hocalı stratejik bir amaç olmasından başka aynı zamanda bir öç alma eylemiydi.”

    Büyük Ermenistan idealistlerinden ve İnterpol tarafından ( 1994 Bakü metro bombalaması suçu) tüm dünyada aranan Zori Balayan (sağ alttaki fotoğraf) 1995 yılında yayınlanan Ruhumuzun Canlanması (Heaven and Hell, Los Angeles 1997, Yerevan 1995) kitabında (s. 260-262) Hocalı’da soykırımın yapıldığını itiraf etmiştir:

    Arkadaşımız Haçatur’la ele geçirdiğimiz eve girerken askerlerimiz 13 yaşında bir Türk çocuğunu pencereye çivilemişlerdi. Türk çocuğunun bağırışları çok duyulmasın diye, Haçatur çocuğun annesinin kesilmiş memesini çocuğun ağzına soktu. Daha sonra 13 yaşındaki Türk’e onların atalarının bizim çocuklara yaptıklarını yaptım. Başından ve karnından derisini soydum. Saate baktım, Türk çocuğu yedi dakika sonra kan kaybından öldü. İlk mesleğim hekimlik olduğu için hümanist idim, bunun için de Türk çocuğuna yaptığım bu işkencelerden dolayı kendimi rahatsız hissetmedim. Ama ruhum halkımın yüzde birinin bile intikamını aldığım için sevinçten gururlanırdı. Haçatur daha sonra ölmüş Türk çocuğunun cesedini parça parça doğradı ve bu Türk’le aynı kökten olan köpeklere attı. Akşam aynı şeyi üç Türk çocuğuna daha yaptık. Ben bir Ermeni vatansever olarak görevimi yerine getirdim. Haçatur da çok terlemişti, ama ben onun gözlerinde ve diğer askerlerimizin gözlerinde intikam ve güçlü hümanizmin mücadelesini gördüm. Ertesi gün biz kiliseye giderek 1915’te ölenlerimiz ve ruhumuzun dün gördüğü kirden temizlenmesi için dua ettik. Ancak biz Hocalı’yı ve vatanımızın bir parçasını işgal eden 30 bin kişilik pislikten temizlemeyi başardık.”

    Azerbaycan Parlamentosu 1994 yılında Hocalı’da yaşanan katliamı soykırım olarak kabul etmiştir. Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi‘nin 30 üyesi (12 Türkiye, 8 Azerbaycan, 3 Birleşik Krallık, 2 Arnavutluk, 1 Bulgaristan, 1 Lüksemburg, 1 Yugoslavya Federal Cumhuriyeti, 1 Makedonya Cumhuriyeti, 1 Norveç, 1 Polonya) tarafından imzalanan, “Ermeniler tüm Hocalıları öldürdüler ve tüm şehri harap ettiler ifadesinin yer aldığı ve 19’ncu yüzyılın başlarından bu yana Ermeniler tarafından Azerilere karşı işlenen katliamları soykırım olarak tanımaya adım atılması gerektiğini belirten 324 Nolu bildiri yayınlamıştır.

    2009Şubat ayında Kaliforniya Eyalet Alt Senatosu‘nun üyesi Felipe Fuentes, Cumhurbaşkanı İlham Aliyev‘e yazdığı mektupda Hocalı olaylarını Azeri katliamı şeklinde nitelendirerek, kurbanların ailelerine başsağlığını sunmuştur. Meksika Senatosu 2011 yılında ve İslam Konferansı Örgütü Parlamentolar Birliği Hocalı katliamını soykırım olarak tanımıştır. Pakistan Senatosu Dış İlişkiler Komitesi 1 Şubat 2012 tarihinde Ermenilerin Azerbaycan Türklerine uyguladığı soykırımı kabul eden ve kınayan kararı kabul etmiştir.

    Hocalı soykırımından sonra Azerbaycan’da ve diğer ülkelerde Hocalı soykırım anıtları dikilmeye başlanmıştır. Bu anıtların ilki Hollanda‘nın başkenti Lahey’de (Den Haag) inşa edilmiştir. 2008 yılında Budapeşte‘de Hocalı soykırım anıtı yapılmıştır.

    Türkiye‘de ilk Hocalı soykırımı anıtı Ankara‘nın Keçiören Belediyesi tarafından 2005 yılında dikilmiş, daha sonra diğer kentlerde de soykırım anıtları yapılmıştır.

    Şimdi sıra Eskişehir’dedir.

    Eskişehir’de Kırım Türklerinin Kırım’dan sürgün edilişini anmak için Dr. Tacettin Sarıoğlu’nun Tepebaşı Belediye Başkanlığı döneminde 2007 yılında kendisinin temelini attığı Tunalı Parkı’nda bazı heykellerde olduğu gibi “polyester” malzeme kullanılmadan Kırım Sürgün Anıtı yapılmıştır.

    Bir Kırım Türkü, Kırım Gelişim Vakfı kurucu üyesi ve Eskişehir Kırım Derneği’nin eski başkanı olarak bu anıtın açılmasına katkıda bulunanları kutluyorum.

    Büyükşehir Belediyesi önündeki parka “mermer” ya da “tunç”tan Hocalı Soykırım Anıtı neden yapılmasın?

    Bu görüşümü Cumartesi günü Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Anadolu Üniversitesi’nin ortaklaşa düzenlediği İşbirliği Çalıştay’ında Bakanlık Müsteşarı Özgür Özaslan’a da ilettim. Sayın Müsteşar olaya sıcak yaklaştı ve Bakanlık olarak bu girişime katkıda bulunabileceklerini söyledi.

    Eskişehir heykeller kenti unvanına sahip olduğuna ve de gelecek yıl Türk Kültürel Miras Başkenti olacağına göre Eskişehir’e Hocalı Soykırım Anıtı yapmak yakışır.

    Bilindiği gibi Eskişehir, UNESCO Somut Olmayan Kültürel Miras Hükümetlerarası Komitesi Endonezya’nın Bali adasında 22-29 Kasım 2011 tarihlerinde yapmış olduğu 6’ncı Olağan Toplantısı’nda, gündemin 21’nci maddesinde görüşülen kutlama programında Türkiye’nin önerisiyle Eskişehir 2013 yılında Somut Olmayan Kültürel Miras Başkenti olarak kabul edilmiştir.

    Eskişehir Milletvekili Prof. Dr. Nabi Avcı tarafından geliştirilen ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından desteklenen Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti projesi kapsamında hazırlıklara başlanılmıştır. Bu kapsamda Eskişehir’de tıpkı “Kırım Sürgün Anıtı” gibi “Hocalı Soykırım Anıtı” olmasının tüm Türk dünyasına bir mesaj olacağını düşünmekteyim.

    Ben, 1990-1992 yılları arasında Türk Cumhuriyetlerinden sorumlu olarak Başbakanlık Başmüşavirliği’nde görev yaparken tüm Türk Cumhuriyetlerinin başkentlerine gittiğimde hep komünist liderlerin abartılı heykel anıtları ile karşılaştım. Ama şimdi durum değişti.

    Orta Asya’daki Cumhuriyetler de Hocalı soykırımına duyarsız kalmamalı, bir şekilde tepki göstermeli ve Hocalı soykırımını gelecek nesillerin hatırlaması için birer anıt dikmelidirler.

    Eskişehir gelecek yıl Türk Dünyası Kültür başkenti olacağına göre, bu konuda üzerine düşen görevi öncelikle yerine getirmelidir.

    ***

    Sevgili Okurlar,

    adresine girerek dünya liderlerine Hocalı Soykırımı ile ilgili olarak yazılmış dilekçeyi kabul ederek oy veriniz. Ben Cumartesi günü oy verdiğimde 142734 kişi liderlere mektup göndermişti.Oylama sonucunda bana gönderilen cevapta katılımım ve duyarlılığım için teşekkür edilmektedir: “Dear Friend, We appreciate your sending appeal to World Leaders to recognize the Khojaly massacre as a crime against humanity. We consider it as your valuable contribution to the campaign to enable not only bringing justice to one of the worst genocidal killings of XX century but also by raising global awareness to prevent ethnic cleansings and genocides around the globe. We will keep you informed on the results of Petition action. Sincerely, JFK campaign team”

    Marmara Grubu Vakfı, Hocalı soykırımının 20’nci yılında Ermenistan’ı Hocalı’da yaptığı soykırımdan ötürü kınamıştır. Dün İstanbul’da Vakfın da desteklediği Türkiye’de bulunan Azerbaycan Türkleri ile yurdun birçok yerinden gelen vatandaş ve sivil toplum kuruluşlarının katılımıyla “Ermeni iddialarına sessiz kalma” mitingi düzenlenerek Türk kamuoyunun soykırıma dikkati çekilmiştir. Etkinliğe katılan tüm duyarlı sivil toplum kuruluşlarını kutluyorum.

  • Naziler Soykırım Yaptı Ama Almanlar Soykırımla Neden Suçlanmadı

    Naziler Soykırım Yaptı Ama Almanlar Soykırımla Neden Suçlanmadı

    Geçen hafta Fransız Senatosu’ndan geçen sözde erkeni soykırımını inkar edenlere ceza verilmesine ilişkin yasa teklifi, Fransa’nın Türklere ve Türkiye’ye yönelik hasmane bir tutumdur.

    Geçen hafta Fransız Senatosu’ndan geçen sözde erkeni soykırımını inkar edenlere ceza verilmesine ilişkin yasa teklifi, Fransa’nın Türklere ve Türkiye’ye yönelik hasmane bir tutumdur. - musluman nazilerSiz Yahudilere karşı Almanların soykırım yaptığı duydunuz mu hiç? Naziler soykırım yaptı deniyor. Peki, Ermenilere soykırım konusu olduğu zaman Türkler, Türkiye soykırım yaptı deniyor.

    Çünkü Türklere ve Müslümanlara Batı’nın bakış açısı, peşin yargısıdır bu durum.

    Sözde Erkeni soykırımını 20 ülkenin parlamentosu ile Avrupa Parlamentosu kabul etmiştir. Bunlar içinde bir tek Müslüman ülke vardır: Lübnan. Bu ülkede de tıpkı Fransa’da olduğu gibi etkili bir Ermeni diasporası vardır.

    Nazi döneminde Almanlar arasında Yahudi nefreti doruğa ulaşmıştır. Alman ırkından olan Nazilere göre Yahudiler yaşamaya hakkı olmayan alt-sınıf ırklar olarak görülmüştür. Tıpkı şimdilerde Almanya’da Alman Neo Naziler tarafından öldürülen Türkler gibi.

    Yahudi Soykırımı bir insanlık suçudur. Bu suçu işleyenler Nazi olarak adlandırılmaktadır ama onlar Almandır.

    Alman ulusundan olan Nazilerin 6 milyon kişinin sistemli bir şekilde öldürüldükleri katliama Holokost da (Yunanca Holókauston) denilmektedir.

    Yahudileri esir kamplarında fırınlarda yakan Naziler sanki uzaydan gelmiş insanlar gibi görülmektedir. Fransa Almanya’yı (Almanların yaşadığı ülke: Deutschland ) soykırım yapmakla suçlamamaktadır.

    Bu nasıl bir çifte standarttır?

    Adolf Hitler‘in 1933 yılında başa geçmesiyle birlikte, Yahudilere yönelik baskı başlamıştır. Hitlerin NSDAP partisine ait Sturmabteilung örgütü ( SA), 1 Nisan 1933 tarihinde Alman halkını Yahudi dükkanlarına karşı boykota çağırmış, boykot Yahudi dükkanlarının yağmalanmasıyla sonuçlanmıştır.

    15 Eylül 1935 tarihinde Nürnberg Yasaları çıkarılarak alt sınıf insanların ari ırktan olanlarla evlenmeleri yasaklanmıştır.

    Aslında Adolf Hitler 1925 yılında yazdığı Mein Kampf (Kavgam) adlı kitabında Yahudi soykırımı yapacağını açıklamıştır.

    1939 yılında Almanya’da bulunan bütün Yahudilerin toplanıp Polonya‘da gettolara yerleştirilmeleri kararı verilmiştir. 20 Ocak 1942’de Adolf Eichmann tarafından yönetilen yüksek devlet memurlarının Yahudi sorununun nihai çözümünün organize edilmesinin ayrıntılarını konuştukları Wannsee Konferansı gerçekleşmiştir.

    Bu protokole göre öldürülmeleri tasarlanan Avrupa Yahudilerinin sayısı 11 milyondur.

    1941 yılından sonra Öldürme Fabrikaları kurulmuştur.

    Bunların en bilineni ve büyüğü Polonya’daki Auschwitz-Birkenau (1941) ölüm kampıdır.

    Bu kampı ben gezdim. Yahudilerin duş alacaksınız diye gaz odalarına doldurulup, üzerlerine öldürücü gaz sıkıldıktan sonra küçük bir tren hattı ile gaz odalarına götürülerek yakıldıklarını gördüm.

    Soykırım, ırk, milliyet, etnik ve din farklılıkları nedeniyle insan gruplarının yok edilmesidir. Bu suç bir hükümet tarafından veya onun rıza göstermesi ile işlenebilir. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, dünyada soykırım suçunu önlemek ve cezalandırmak için 1948’de Soykırım Sözleşmesi’ni kabul etmiş ve Türkiye Sözleşme’ye 1950 yılında taraf olmuştur.

    Talat Paşa, 23 Mayıs 1915 tarihinde 4. Ordu Komutanlığına bir şifre göndererek, “Erzurum, Van ve Bitlis vilâyetlerinden çıkarılan Ermenilerin, Musul vilâyetinin Güney kısmı, Zor sancağı ve Merkez hariç olmak üzere Urfa sancağına; Adana, Halep, Maraş civarından çıkarılan Ermenilerinse Suriye vilâyetinin Doğu kısmı ile Halep vilâyetinin Doğu ve Güneydoğusu’na sevk ve iskân edilmelerini” istemiştir.

    Talat Paşa Ermeni tehcirini başlatmış ve 30 Mayıs günü konuya ilişkin bir geçici yasa çıkarılmasını sağlamıştır.

    Talat ve Enver Paşalar soykırım yapılmasını istememiştir.

    Atatürk, 1 Mart 1922 tarihinde TBMM Üçüncü Toplanma yılı açış konuşmasında şunları söylemiştir: “Ermeni meselesi denilen ve Ermeni milletinin gerçek çıkarlarından ziyade dünya kapitalistlerinin ekonomik çıkarlarına göre halledilmek istenen mesele, Kars Antlaşması’yla en doğru çözüm şeklini buldu. Asırlardan beri dostane yaşayan iki çalışkan halkın dostluk bağları memnuniyetle tekrar kuruldu.”

    Nürnberg Uluslararası Askeri Ceza Mahkemesi Nazi partisini insanlık suçu, savaş suçları, dünya barışına karşı işlenen suçlar ve savaşa sebep olmak suçlarından yargılamıştır.

    Dünya barışına karşı işlenen suçlar tanımından ilk defa bu davada söz edilmiş ve yargılanan 24 kişi beraat ve 10 yıl hapis cezasından idam cezasına kadar değişen cezalar almışlar ve çoğu idam edilmiştir.

    Talat Paşa ve Enver Paşa için verilmiş bir uluslararası mahkeme kararı yoktur.

    10 Ağustos 1920’de imzalanan Sevr Antlaşması’nda Osmanlı İmparatorluğu bazı suçlarla ilgili olarak yapılacak bir mahkemeye razı olmuştur. (Md. 226) Mahkemeyi oluşturmak galiplere bırakılıyor; istenen kişilerin yakalanıp mahkemeye teslimi taahhüt ediliyordu.

    Savaş sonunda işgal altındaki İstanbul’da kurulan Nemrut Mustafa Divan-ı Harbi, Malta’ya götürülen sanıklar İngiliz Kraliyet savcısının kanıtları yetersiz bulması sonucunda salıverilmişlerdir.

    Sevr yerine 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Antlaşması’nda 1 Ağustos 1914 ile 20 Kasım 1922 arasında işlenen tüm suçların affı için bir bildiri yer almıştır.

    Osmanlı İmparatorluğunu tarihe gömen Sevr (Sevres) Anlaşması’nın imzalandığı Paris’in Sevr banliyösündeki Porselen müzesinin önüne Ermeniler tarafından 8 Mart 2001 tarihinde Ermeni Kin Anıtı açılmıştır. Bu Anıt’ın (fotoğrafı aşağıdadadır) üzerinde “1915’te Jön Türk Hükümeti tarafından katledilen 1.5 milyon Ermenin anısınayazılıdır.

    Bu ifade aynen yukarıda fotoğrafını verdiğim Auschwitz-Birkenau toplama kampının önünde de vardır. Bir farkla.

    1.5 milyon Yahudi 1.5 milyon Ermeni olarak değiştirilmiştir. Bu belgeyi tüm konuyla ilgililerin bilgisine sunuyorum. Çünkü bu bir uluslararası intihaldir.

    Fransız Senatosu’nun sözde Ermeni soykırımını inkar edenlere ceza verilmesi ile yasayı kabul etmesini ben bir akıl tutulması olarak değerlendiriyor ve 1933’de Nazilerin yakmaya başladıkları kitapların yazarı Yahudi kökenli Stefan Zweig’ın şu sözüne gönderme yapıyorum: “Akıl ve siyaset nadiren aynı yolda buluşur.”

  • Bahçeşehir Üniversitesi Siyaset Okulu Analitik ve Önyargısız Düşünceye Katkı Sağlar

    Bahçeşehir Üniversitesi Siyaset Okulu Analitik ve Önyargısız Düşünceye Katkı Sağlar

    İstanbul Bahçeşehir Üniversitesi Hükümet Liderlik Okulu tarafından düzenlenen Siyaset Okulu Sekizinci Programı kapsamında “Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Dönem Başkanlığı ve Fransa ile Gerginleşen İlişkiler Kapsamında Türkiye AB İlişkilerinin Geleceği” konusunda 4 Şubat 2012 tarihinde bir konferans verdim.

    İstanbul Bahçeşehir Üniversitesi Hükümet Liderlik Okulu tarafından düzenlenen Siyaset Okulu Sekizinci Programı kapsamında “Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Dönem Başkanlığı ve Fransa ile Gerginleşen İlişkiler Kapsamında Türkiye AB İlişkilerinin Geleceği” konusunda 4 Şubat 2012 tarihinde bir konferans verdim. - sarBahçeşehir Üniversitesi Hükümet ve Liderlik Okulu, bu konuda Türkiye’de bir ilki başarmıştır. 15 hafta boyunca Cumartesi günü düzenlenen programın amacı, küreselleşen dünyada siyasetin ve siyasetçinin değişen profiline uyum sağlayabilmek için bugünün ve yarının liderlik adaylarını objektif verilerle donatmaktır.

    Bu yılki Siyaset Okulu 7 Ocak’ta başlamıştır. 80 saat sürecek program 14 Nisan 2012’de son bulacaktır.

    Programın hedefi; dünden bugüne siyasetçi var etmek değil, Türkiye’nin ekonomik, kültürel ve diplomatik gerçeklerini gözler önüne sermek, siyasete ilgi duyan katılımcıları bilgilendirerek donanımlarına katkıda bulunmaktır.

    Bu kapsamda Türkiye’nin geçmişten günümüze yaşanan önemli gelişmeleri, olayların içinde doğrudan bulunmuş siyasetçiler, akademisyenler, diplomatlar, iktisatçılar, bilim insanları, askerler, iş adamları ve sanatçılar tarafından katılımcılara aktarılmaktadır. Programların hedef kitlesi ise, yönetim alanında söz sahibi olmak isteyen farklı sektörlerden katılımcılardır.

    Okul Başkanı Yrd. Doç. Dr. Burak Küntay Siyaset Okulu kitabında şunları yazmıştır:Siyaset Okulu, her meslek grubundan, her siyasi partiden ve farklı görüşten ayırım yapmaksızın kaydolan öğrencilerine yine bir çok siyasi partinin ve farklı görüşlerin temsilcilerinden eğitim alma olanağı vermiştir. Doğrunun, her zaman farklı bakış açılarından değişik görülebildiğini, şartların her koşulu değiştirebildiğini, insanların uzlaşmak, hizmet etmek ve toplumun ihtiyaçlarını karşılamak için yaptıkları siyasette, en önemli şartın analitik düşünce ve önyargısız bir fikir olduğunu ispatlamaya çalışmıştır.”

    Benim izlenimim, bu Okul’dan sertifika alan öğrencilerin ileride Türk siyasetinde önemli rol alacakları ve siyasete yön verecekleri yönündedir. Konferans sonrasında bana yöneltilen sorular bunun delilidir.

    Konuşmamda, Fransa’da kabul edilen sözde Ermeni soykırımını inkar edenlere ceza getirilmesine yönelik yasa ve bunun Türkiye AB ilişkileri üzerine etkisi üzerinde durdum. Şimdi, öğrencilere aktardığım görüşlerimi sizlerle de paylaşmak istiyorum.

    Öncelikle şunu belirtmeliyim. Soykırımı inkar yasa teklifini hazırlan Valeria Boyer, bir Türk düşmanıdır.

    İktidar partisi Halk Hareketi Birliği (UMP) milletvekili Boyer, Ermenilerin Fransa’da en yoğun yaşadığı kent olan Marsilya milletvekilidir. Seçilmeden önce Fransız-Ermeni Dostluk Derneği’nin başkan yardımcılığı görevinde bulunmuştur. Sarkisyan’ın Fransa gezisi sırasında Marsilya’nın Ermeni kökenli Belediye Başkanı Didier Parakian ile birlikte Sarkisyan’ı ziyaret ederek tasarıya son şeklini veren kişidir.

    Boyer, Türkiye için “ Türkiye’nin AB’ye girmesine kesinlikle karşıyım. Bu ülke Asya kıtasında bulunuyor ve 20’nci yüzyılın en büyük soykırımını yapmış. Bu yüzden bizim inşa ettiğimiz insan haklarına dayanan Avrupa’da yeri yok” demiştir.

    Cahil, peşin yargılı, ırkçı ve hukuk tanımayan kişilerin Batı dünyasında etkili olmaları durumunda, uluslararası ilişkilere ne kadar büyük zarar verecekleri, bu son olayda ortaya çıkmıştır.

    Bilindiği gibi Fransız Senatosu, Irkçılıkla Mücadele Edilmesi Konusundaki Avrupa Birliği Hukukunun İç Hukuka Aktarılması gerekçesiyle 23 Ocak 2012 günü iç siyaset hesaplarıyla “Sözde Ermeni Soykırımını iddialarını kabul etmeyenlere para ve hapis cezasını öngören” bir kararı 127 evet ve 86 red oyu ile kabul etmiştir.

    Yasa tasarısına oy verenler, yasanın, Fransız Ceza Yasası hükümlerinin ırkçılık ve yabancı düşmanlığının belirli şekilleri ve ifadelerine karşı ceza hukuku yoluyla mücadele hakkındaki 2008/913/JHA sayılı ve 28 Kasım 2008 tarihli ve AB Konsey Çerçeve Kararı’nda tanımlanan yükümlülüklere uyumlaştırmayı amaçladığını ifade etmişlerdir.

    Oysa Çerçeve Kararı, İkinci Dünya Savaşı sırasında Yahudiler’e karşı işlenen soykırım suçlarına ilişkindir. Nürnberg Uluslararası Askeri Ceza Mahkemesi Madde 6’da tanımlanan suçların cezalandırılmasını hükme bağlar. Uluslararası Askeri Ceza Mahkemesi kararı; soykırım suçlarına, insanlık suçlarına ve savaş suçlarına yöneliktir.

    Bir üye devletin ulusal mahkemesinde ve/veya uluslararası bir mahkemede ya da sadece uluslararası bir mahkemede verilen nihai karar ile kabul edilen suçları kapsar. Nürnberg Mahkemesi, yasama organlarınca tanınan soykırımlara atıfta bulunmamaktadır.

    Türkiye hakkında sözde Ermeni soykırımı ile ilgili verilmiş bir mahkeme kararı yoktur.

    Ayrıca, 1948 tarihli BM Soykırım Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına İlişkin Sözleşme ile tanımlanan Ermenilere yönelik bir soykırım da söz konusu değildir. Çünkü, Osmanlı Devleti, 1915 yılında ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir grubu toptan ya da onun bir bölümünü yok etmek niyetiyle Hitlerin Yahudilere yaptığı gibi bir katliam yapmamış, Hitler’in Yahudileri fırınlarda yaktığı gibi Ermenileri yok etmemiş, devlet politikası haline gelmiş eylemlerde bulunmamıştır.

    1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nin 11’nci maddesindeki“düşünce ve ifade özgürlüklerinin en kutsal haklar arasında olduğunu” tüm dünyaya ilan eden ülke Fransa’dır. 223 yıl sonra bu sözde yasa teklifine oy veren Fransız senatörler büyük bir çelişki içindedirler.

    Descartes, Voltaire ve Rousseau’nun tepkilerini almak mümkün olsaydı, bu düşünürler bizlerden çok daha fazla sözde tasarıya oy verenleri eleştirirlerdi. Yasama organlarınca tarihin yeniden yazılması mümkün değildir.

    Montesquieu’nün, “anlamsız yasalar, önemli yasaları da işe yaramaz hale getirir” ifadesi, Senato’daki oylama sonucunda timsah gözyaşı döken teklif sahibi Valerie Boyer’in girişimlerinin sonucunda Senato tarafından kabul edilen sözde yasa için geçerlidir.

    Sözde yasanın Avrupa Birliği Hukuku gerekçe gösterilerek savunulması İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nin yerleşik içtihadı ile de çelişmektedir. Fransa, bu yasa ile Türkiye’yi soykırımı kabul etmeye zorlamayı ve Türkiye’nin Avrupa Birliği hedefinden vazgeçmesini hedeflemektedir.

    Fransız Senatosu, İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nin Düşüncelerin, fikir ve kanaatlerin başkalarına serbestçe söylenmesi insanın en değerli haklarındandır. Her vatandaş, serbestçe konuşabilir, yazabilir ve yayın yapabilir ilkesini yok saymıştır.

    Türk devlet geleneğinde kültürlerin yaşatılması vardır. Katliam, soykırım, intihal (fikir hırsızlığı) yoktur.

    Osmanlı İmparatorluğunu tarihe gömen Sevr (Sevres) Anlaşması’nın imzalandığı Paris’in Sevr banliyösündeki Porselen müzesinin önüne Ermeniler tarafından 8 Mart 2001 tarihinde Ermeni Kin Anıtı dikilmiştir. Bu Anıt’ın kaidesinin (fotoğrafı aşağıdadır) üzerinde “1915’te Jön Türk Hükümeti tarafından katledilen 1.5 milyon Ermeninin anısına” yazılıdır.

    Bu ifade Auschwitz-Birkenau toplama kampının önüne dikilen taşta (fotoğrafı aşağıdadır) vardır. 1.5 milyon Yahudinin Naziler tarafından İkinci Dünya Savaşı’nda burada katledildiği taşta yazılmıştır.

    Bu, bir uluslararası intihal olayıdır.

    Ermenilerin, 1.5 milyon Ermeninin Türkler tarafından katledildiği yalanını nereden çaldıkları bellidir.

    Orhan Pamuk bu hırsızlığı bilseydi Das Magazin adlı haftalık İsviçre dergisine verdiği bir röportajda, “Bu topraklarda 30 bin Kürt ve 1 milyon Ermeni öldürüldü” ifadesini acaba kullanır mıydı? Bence Nobel ödülünü almak için bu Ermeni yalanını bilseydi bile kullanırdı.

    Justin McCarthy’nin Ölüm ve Sürgün (Death and Exile, İnkilap Kitabevi, 1995) kitabında, 19’ncu yüzyıl ile yirminci yüzyılın başlarında Balkanlarda, Ortadoğu’da ve Asya’da milyonlarca Müslümanın öldürülmesi ve tehcir edilmesini yazmaktadır. Anadolu’da, Balkanlar’da ve Güney Rusya’da Müslümanların çoğunluğunu oluşturdurduğu bir nüfus vardır. Bu nüfus bölgeye egemen olan Osmanlı devletinin yıkılmasıyla aniden yok olmamıştır.

    Bulgarların, Ermenilerin ve Rumların uğradığı kıyımları anlatan ders kitapları ve tarih kitapları, Türklerin uğradığı aynı tür kıyımları yok saymıştır. Müslümanların uğradığı kayıplara Batılı ders kitaplarında değinilmediğini McCarthy eleştirmektedir.

    Fransa’da 77 senatör ve 65 milletvekilinin Senato’da kabul edilen yasaya Anayasa Konseyi’ne itiraz etmesi, büyük bir yanlıştan dönülmesine ve gerginleşen Türkiye Fransa ve AB ilişkilerinin şimdilik yumuşamasına yol açmıştır. Anayasa Konseyi’nin iptal kararı, kopma noktasına gelen ilişkilerin yeniden rayına girmesini sağlayacaktır.

    Anayasa Konseyi, bizdeki Anayasa mahkemesine denk bir kurumdur. Üyeleri dokuz yıllığına seçilen üyelerden üçünü Meclis Başkanı, üçünü Senato Başkanı, üçünü Cumhurbaşkanı belirlemektedir. Eski Cumhurbaşkanları Konsey’in üyesidirler.

    Anayasa Konseyi Başkanı Jean Louis Debre, bu tür yasalara karşıdır. Debre, Meclis Başkanı olduğu dönemde 2006 yılında Jacques Chirac’ın da talimatıyla yine aynı yönde bir yasa teklifini engellemiştir. Büyük ihtimalle Konsey bu sözde yasayı iptal edecektir.

    Nitekim eski Anayasa Konseyi Başkanı, eski Adalet Bakanlarından Robert Badinter, geçen yıl 4 Mayıs’ta Senato Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada, senatörleri bu yöndeki bir yasa teklifini kabul etmemeleri konusunda uyarmıştı.

    Anayasa Konseyi’nin, kendisine yapılan bir itirazda, söz konusu yasaya dayanak olan diğer yasaları da incelediğini hatırlatan Badinter, reddinin cezalandırılması suç sayılan yasanın anayasaya aykırı bulunması halinde, ilk yasanın da yine anayasa hukukuna göre iptal edilebileceğini söylemişti.

    Benim görüşüme göre Anayasa Konseyi bu ayın sonunu beklemeden iptal kararı verecek ve yapılan büyük hatayı giderecektir. Bu karar, parlamentolarından sözde Ermeni soykırımını tanıma kararı almış 20 ülke ile Avrupa Parlamentosu için de bir emsal oluşturacaktır.

    Sevgili Okurlar,

    Ermeni isyanlarını konu alan ve Amerikalı yönetmen Philip M. Callaghan tarafından çekilen Ermeni İsyanı 1894-1920 başlıklı belgeseli mutlaka izlemeli ve de başkalarının da izlemesini sağlamalısınız.

    Türkçe için: , İngilizce için: The Armenian Revolt: 1894-1920:

  • YAŞAR KEMAL FRANSA’DAN ÖDÜL ALDI AMA MANDELA ATATÜRK ÖDÜLÜNÜ RED ETTİ

    YAŞAR KEMAL FRANSA’DAN ÖDÜL ALDI AMA MANDELA ATATÜRK ÖDÜLÜNÜ RED ETTİ

    Türkiye‘nin tüm itirazlarına rağmen Fransa Meclisi, soykırım iddialarını inkar etmeyi suç sayan yasa teklifini 22 Aralık 2011 tarihinde kabul etmiştir. Oylamaya 577 milletvekilinin sadece onda biri katılmış, teklif oy çokluğuyla kabul edilmiştir. Teklifi kaleme alan iktidar partisi Halk Hareketi Birliği (UMP) milletvekili Valerie Boyer, “Burada amacımız ilişkileri bozmak değil, Fransavatandaşlarının korunması. Sizi bu tasarıyı destek vermeye çağırıyorum, sevgili meslektaşlarım. Bazı ülkeler 1915 olaylarını inkar ederek suç işlediler. Cezasız kaldılar. 1914 yılındaki Ermenilerin üçte ikisi ya tehcir edildi ya da katledildi. Sizden destek bekliyorum” demiştir.

    Eğer teklif Senato’dan da geçer ve yasalaşırsa, Türkiye’nin 50 yıldır süren AB macerası son bulur, Türkiye’de eksen kayması olur, Türk halkı da AB’nin iki yüzlülüklerinden kurtulmuş olur. Sarkozy’nin amacı da budur. Çünkü Sarkozy, sözde Ermeni soykırımını bahane ederek Türkiye’nin AB yolunu Almanya Başbakanı Merkel ile birlikte tıkayan iki siyasetçiden biridir.

    Türkiye'nin tüm itirazlarına rağmen Fransa Meclisi, soykırım iddialarını inkar etmeyi suç sayan yasa teklifini 22 Aralık 2011 tarihinde kabul etmiştir. Oylamaya 577 milletvekilinin sadece onda biri katılmış, teklif oy çokluğuyla kabul edilmiştir. Teklifi kaleme alan iktidar partisi Halk Hareketi Birliği (UMP) milletvekili Valerie Boyer, "Burada amacımız ilişkileri bozmak değil, Fransavatandaşlarının korunması. Sizi bu tasarıyı destek vermeye çağırıyorum, sevgili meslektaşlarım. Bazı ülkeler 1915 olaylarını inkar ederek suç işlediler. Cezasız kaldılar. 1914 yılındaki Ermenilerin üçte ikisi ya tehcir edildi ya da katledildi. Sizden destek bekliyorum" demiştir. - Rwanda poster

    8 Haziran 2004 tarihinde sosyalist parlamenter Didire Migaud Fransa Meclisine 1673 sıra numarası ile bir inkar yasası teklifi sunmuştu. Yasa teklifi, sözde Ermeni soykırımını inkar edenlere bir yıla kadar hapis ve 45 bin Euro para cezası verilmesini öngörmüştü. 2006 Ekim ayında soykırımı inkarı suç sayan öneri Parlamento’nun alt kanadından geçmiş, fakat Senato gündemine alınıp oylanmadığından yasalaşmamıştı. 5 Temmuz 2010 tarihinde 30 sosyalist senatör, bekleyen yasayı bir kenara bırakarak, aynı içerikli yeni bir inkar yasa teklifi hazırlamıştı. 19 Mayıs 2010 tarihinde de Komünist Parti’den Senato Başkan Yardımcısı Guy Fischer benzer bir teklif hazırlamıştı.

    Fransa Meclisi’nin kararı Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı’nın 11’nci maddesine aykırıdır: Herkes, ifade özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, kamu makamlarının müdahalesi olmaksızın ve ülke sınırları dikkate alınmaksızın, görüş sahibi olma ve fikir ve bilgilere erişim ve yayma serbestisini içerir. Medyanın özgürlüğü ve çoğulculuğu gözetilir.”

    Karar ayrıca Fransız ihtilalinin sloganı ve Fransa devletinin dayandığı temelleri oluşturan “liberte”, “egaliteve “fraternite” ile de (eşitlik, özgürlük, kardeşlik) bağdaşmamaktadır.

    Yasaya göre, ikinci bir kişiyle konuyu tartışan her hangi bir Türk’ten, bunu bir panelde anlatan bir uzmana, konuyu araştıran bilim adamı ve tarihçilerden siyasetçilere, basın yoluyla yayan gazetecilere kadar, “Ermeni soykırımının olmadığını” açıklayan herkes yargılanabilecektir. Yasayla, 1881 tarihli Basın Yasası’na da atıfta bulunularak, inkarın basın yayın yoluyla yayınlanması da yasaklanmaktadır. Medyada yer alabilecek “sözde soykırım” ifadesi Fransa’da suç sayılacak, yayın kuruluşu da yasa karşısında sorumlu tutulacaktır.

    İsviçre’de 2003 yılında İsviçre Parlamentosu’nun alt kanadı olan Ulusal Konsey sözde Ermeni soykırımını tanıyan bir tasarıyı kabul ederek Ermeni soykırımını resmen tanımış ve 2005 yılında Ermeni olaylarının soykırım olmadığını söyleyenlere ceza öngören yasayı da kabul etmişti.

     

    Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, 2004’de Türkgücü Derneği tarafından Winterhur’da düzenlenen bir konferansta Ermeni iddialarının aksini savunan bir tebliğ verince İsviçre makamları Halaçoğlu hakkında tutuklama kararı çıkarmıştı. İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek ise, 2005’de Lozan’da yaptığı konuşma sebebiyle İsviçre mahkemesince yargılanmış ve 2007’de 90 gün ertelenmiş hapis cezasına ve 3.000 İsviçre Frankı para cezasına çarptırılmıştı.

     

    Fransa, Türkiye’yi tarihte yapılmayan sözde Ermeni soykırımı ile suçlayan ve bu konuda parlamentosundan yasa çıkaran ilk ülkedir. 29 Ocak 2001 tarihinde onaylanan bir cümlelik yasa şöyledir:“Fransa , Ermenilerin 1915 yılında maruz kaldığı soykırımı tanır.”

     

    Fransa, Osmanlı İmparatorluğunu tarihe gömen Sevr (Sevres) Anlaşması’nın imzalandığı Paris’in Sevr banliyösündeki Porselen müzesinin önüne Ermeniler tarafından 8 Mart 2001 tarihinde Ermeni Kin Anıtı açılmasına izin veren ülkedir. Bu sözde kin Anıtı’nın (fotoğrafı yukarıdadır) üzerinde “1915’te Jön Türk Hükümeti tarafından katledilen 1.5 milyon Ermenin anısına” yazılıdır.

     

    Fransa’da bir banliyödeki müzenin önüne sözde Ermeni soykırım anıtı dikilmesinin sebebi şudur: “Biz Ermeniler Türkiye Cumhuriyetini kuran Lozan Anlaşmasını tanımıyoruz. Bizler Sevr Anlaşmasının halen yürürlükte olduğunu kabul ediyoruz. Çünkü Sevr’de büyük Ermenistan vardır.” Ermenistan, Türkiye’nin doğu sınırlarını tanımamakta ve Ağrı dağını kendi toprağı olarak görmektedir.

     

    Fransa, 24 Nisan 2003 tarihinde Paris’te Kanada meydanına Komitas Sogomonyan adına bir sözde Ermeni kin anıtı dikilmesini de onaylamıştır. Azerbaycan, Fransa’nın hiçbir yerinde Karabağ’da Ermeniler tarafından yapılan soykırımı ile ilgili bir anıt dikemez. Türkiye’de Fransa topraklarında Gaziantep’te, Kahraman Maraş’ta yapılan Fransız ve Ermeni katliamları için de anıt açamaz.

     

    Fransa, Türkiye’nin Paris Büyükelçisini koruyamamış ve büyükelçi İsmail Erez’in 1984 yılında Ermeni terör örgütü Asala tarafından şehit edilmesine engel olamamıştır. Fransa, beş diplomatımızın Ermeni Asala teröristlerince şehit edildiği bir ülkedir.

     

    Fransa, Büyükelçiliğimizin arkasında bulunduğu Paris’in en küçük sokağına (148 m. uzunluk, 15 m. genişlik) Ankara (rue d’Ankara) adını veren ülkedir. Ankara büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, söylediği sözün arkasında durmalı ve Ankara’nın en güzel caddelerinden biri olan Paris Caddesi’nin adını gecikmeden değiştirmelidir.

     

    Paris’te beş yıl görev yapan biri olarak neden Ankara’nın en seçkin semtlerinden birinin merkezinde olan caddeye Paris adının verilmesini anlamış değilim.


    Ruanda, 1994 yılında yaklaşık 800 bin kişinin öldürüldüğü soykırımda Fransız yetkililerin de rolü bulunduğunu iddia etmiştir. Yaşanan katliamla ilgili bir rapor hazırlayan Ruanda Adalet Bakanlığı’nın gündeme getirdiği iddialar çarpıcıdır. Suçlanan kişiler arasında, 1996’da ölen Fransa’nın eski cumhurbaşkanlarından François Mitterand, eski başbakanlardan Dominique de Villepin ile Edouard Balladur, Alain Juppe ve Hubert Vedrine de bulunmaktadır.

     

    Fransa’yı soykırımı katılmakla suçlayan Ruanda hükümeti, raporda 33 Fransız siyasi ve askeri yetkilinin adalet önüne çıkarılmalarını istemiştir. Fransa’nın soykırımdaki rolünü araştırmak için Adalet Bakanlığı bünyesinde kurulan bağımsız komisyon tarafından yayımlanan 500 sayfalık raporda, “Fransız desteğinin siyasi, askeri, diplomatik ve lojistik doğasının bulunduğu” ifade edilmiştir.

     

    Ruanda Devlet Başkanı Paul Kagame, 6 Ağustos 2008 tarihinde Fransa’nın Hutu rejimi ile bağı olduğuna ilişkin ellerinde güçlü kanıtlar olduğunu öne sürmüştür. Fransa Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Romain Nadal, “Bu rapor, Fransız siyasetçiler ve askeri yetkililere karşı kabulü mümkün olmayan suçlamalar içermektedir” demiştir.

     

    Fransa eski Cumhurbaşkanı François MitterrandO ülkelerde bir soykırım yaşanması o kadar da önemli bir şey değil” şeklinde açıklamada bulunmuştur. (Le Figaro, 12 Ocak1998) Sarkozy, 2006’da Cezayir’e yaptığı bir ziyarette “Babalarının yanlışları için oğulların özür dilemesi beklenemez” sözleriyle Fransa’nın Cezayir’de işlediği insanlık suçlarını tanımayacağını söylemişti.

     

    Fransa ayrıca Cezayir’de gerçekleştirdiği soykırımın hesabını henüz vermemiştir.

     

    Cumartesi akşamı TRT 1 de yayınlanan yönetmen Terry George’ın 2004 yapımı Otel Ruanda’yı seyretmemiş olanlar mutlaka bu filmi seyretmeliler ki, Fransa’nın Ruanda’da yaptıklarını anlayabilsinler.

     

    Türkiye’nin karşı çıkmasına rağmen şimdiye kadar 20 ülkenin parlamentoları sözde Ermeni soykırımı iddialarını tanımıştır: Uruguay (1965, 2004, 2005), Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (1982), Arjantin (1993, 2003, 2004, 2005, 2006, 2007), Rusya Federasyonu (1995, 2005), Kanada (1996, 2000, 2004), Yunanistan (1996), Lübnan (1997, 2000 ), Belçika (1998), İtalya (2000), Vatikan (2000), Fransa (2001), İsviçre (2003), Slovakya (2004), Hollanda (2004), Polonya (2005), Almanya (2005), Venezüella (2005), Litvanya (2005), Şili (2007) ve İsveç (2010). Bu 20 ülke arasında tek Müslüman ülke Lübnan’dır.Birleşik Krallığı’nın bir parçasını olmasına karşılık Galler, 20 Nisan2007‘de Bask Parlamentosu, 23 Kasım2007‘de Mercosur Parlamentosu ile Avustralya‘nın Yeni Güney Galler eyaleti sözde Ermeni soykırımını kabul etmiştir.

    Avrupa Parlamentosu 18 Haziran 1987, 15 Kasım 2000, 28 Şubat 2002 ve 28 Eylül 2005 tarihlerinde, Avrupa Konseyi de 24 Nisan 1998 ve 24 Nisan 2001 tarihlerinde Ermeniler lehine karar almıştır. Bu kararlar dururken Türkiye’nin AB üyesi olamayacağını defalarca yazmama rağmen hiç kimse bu konuyu ciddiye almamıştır.

    Eski Dışişleri ve Milli Savunma Bakanı Hasan Esat Işık 1968’lerde Paris Büyükelçisi’dir. Fransa’daki Ermenilerin kışkırtıp dayatması sonucu Marsilya’da yapılacak Ermeni soykırımı anıtına karşı çıkar. Anıtın açılış törenine Fransız hükümetinin resmen katılmamasını ister. Ancak anıtın açılışına Fransız bakanlardan birinin katıldığını görünce sabrı taşar ve Ankara’ya sorma gereğini dahi duymadan Paris’i terk edip Ankara‘ya döner, gelişmelere karşı dik bir duruş sergiler.

     

    Işık, bağırıp çağırmadan karşı tarafa anlamlı bir diplomatik ders vermiştir. Hemingway, “Cesaret, olaylar karşısında gösterilen zarafettir” der.

     

    1983 yılında DPT AET Dairesi Başkanı (Genel Müdür) idim. Zamanın başbakanı Bülent Ulusu, sözde Ermeni soykırımı sebebiyle Fransa ile gerginleşen ilişkiler üzerine DPT Müsteşarına Fransa’ya bir yaptırım uygulanması talimatı vermiştir. Müsteşar Yıldırım Aktürk benden bu ülkeye nasıl bir yaptırım uygulayabileceğimiz konusunda çalışma yapmamı istemiştir.

     

    O dönemde Fransa’dan Eskişehir’deki Tülomsaş için ana hat lokomotifleri için parça ve Bursa’daki Renault için de yedek parça ithal ediyorduk. Fakat bu iki fabrika için ithal edilen parçalara kısıtlama getirsek, bindiğimiz dalı kesmiş olacak ve Fransa’nın ihracatında çok küçük bir tutuğu için de bu ülkeye zarar veremeyecektik. Bunun üzerine AB ülkelerinden ithal edilen demir çelik ürünlerine yüzde 15 fon uyguladık ve tüm AB’yi cezalandırdık ama bu da bir işe yaramadı.

     

    Sözde Ermeni soykırımını kabul eden ülkelere ciddi ekonomik, siyasi ve askeri yaptırım uygulama gücünüz ve de iradeniz yoksa, gerisi ancak laf-ı güzaftır.

     

    2015 yaklaşırken hükümetin gerekli önlemleri şimdiden almasında yarar vardır. Bu konuda alınacak en etkin önlem, yasa çıkarmaya niyetli ülkelerdeki Türk diasporasının etkili ve kalabalık mitingler düzenleyerek ülke yöneticileri üzerinde siyasi baskı kurmak olmalıdır. Bu mitingler bir merkezden koordine edilmeli, gerekli maddi ve organizasyon desteği bürokrasiye boğulmadan sağlanmalıdır. Gerekirse bu konuda yeni bir yapılanmaya gidilmelidir.

     

    Paris’te beş yıl yaşamış bir Türk vatandaşı olarak ilk defa Fransa’daki Türklerin etkili bir şekilde demokratik haklarını kullandıklarına ve Parlamento’nun önüne Ermenilerin toplanarak propaganda yapmalarına engel olduklarına tanık oldum. Çünkü, daha önce bu şekilde Paris’te bir miting düzenlenmemiştir.

     

    Diğer etkili bir önlem ise, Fransa’dan alınan nişanların Sarkozy’ye yazılacak bir protesto mektubu ile birlikte iade edilmesidir. Bu iadelerin yapıldığını da Fransız basın yayın kuruluşlarına mail, posta ve diğer kanallar ile ulaştırmaktır.

     

    Bu kapsamda Eskişehir’de Fransa’dan Legion d’Honneur nişanı alanlar, bu nişanları Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’ye iade ederek öncülük etmelidirler. Hiç kimse “ben Fransa’dan Legion d’Honneur nişanı almadım” diyerek yan çizmemeli, aldıkları nişanları basın yayın kuruluşlarının önünde Fransa’yı protesto ederek iade etmelidirler.

     

    Yaşar Kemal de 18 Aralık 2011 tarihinde İstanbul’da kendisine sunulan Legion d’Honneur Grand Officier’i (büyük subay) nişanını geri vermelidir. Bu nişan Yaşar Kemal’e onur kazandırmaz. Çünkü Yaşar Kemal, bana göre Orhan Pamuk’tan çok daha başarılı bir yazar olmasına rağmen, Orhan Pamuk gibi Türk ulusunu soykırım yapmakla suçlamamıştır. linkini tıklayanlar, Yaşar Kemal’in ödül törenine katılanların memnuniyetini göreceklerdir. Acaba bu katılımcılar şimdi ne düşünüyorlar?

    12 Ekim 2006 tarihinde Fransızların Ermeni soykırımını inkara ceza yasasını parlamentolarından geçirdikleri gün Ermeni soykırımını kabul eden Orhan Pamuk’a Nobel Edebiyat Ödülü verilmiştir. Acaba sizce bu bir tesadüf müdür yoksa bir merkezden yönetilen bir planın parçası mıdır? Orhan Pamuk, İsviçre’de yayınlanan günlük Tagesanzeiger gazetesinde 6 Şubat 2005 tarihinde yayınlanan röportajında “Türkiye’de otuz bin Kürt ve bir milyon Ermeni öldürüldü. Neredeyse benim dışımda hiç kimse konuşmaya cesaret edemiyor ve milliyetçiler bunun için benden nefret ediyorlar” dediği için Nobel almıştır.

    Orhan Pamuk bu demecinin ardından ABD‘de yayımlanan Time dergisinin 8 Mayıs 2006 tarihli sayısının Time 100: Dünyamızı Biçimlendiren Kişiler başlıklı kapak yazısında tanıtılan 100 kişiden biri olmuş, 2007 Mayıs‘ında yapılan 60. Cannes Film Festivali‘nde jüri üyeliği yapmıştır.

    Her nedense tüm bu başarılar 6 Şubat 2005 tarihinden sonra gelmiştir.

    Yaşar Kemal geçen hafta bu ödülü reddetseydi, Fransa’ya çok önemli bir ders vermiş olacaktı. Tıpkı Nelson Mandela’nın Türkiye’ye verdiği ders gibi.

     

    Güney Afrika’nın eski Devlet Başkanı Mandela 1992 yılında Atatürk Uluslararası Barış Ödülü’nü reddetmişti. 93 yaşındaki Mandela ABD’nin Houston Üniversitesi bünyesinde faaliyet gösteren Gülen Enstitüsü’nün 2010 Barış Ödülünü 27 Ocak 2011’de almıştır.

     

    Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy Cumhurbaşkanımız Sayın Gül’ün telefonuna büyük bir saygısızlık göstererek çıkmamıştır. Gül, “Savaşta bile cumhurbaşkanları birbirleriyle konuşurlar” diyerek nazik bir şekilde tepkisinin göstermiştir.

    Ben Ziya Paşa’nın bir beyti ile konuya açıklık getireceğim:

    Bed-asla necâbet mi verir hîç üniforma,

    Zerdûz palan ursan eşek yine eşektir.

    (Mayası bozuk olanlara üniforma –yüksek makam görevi- asalet verir mi hiç? Altın ile yapılmış palan da vursanız, eşek yine eşektir.)

    Sevgili Okurlar,

     

    Fransız Le Monde gazetesinde devam eden parlamentoların bu tip kararlar almasına karşı, aşağıdaki linki tıklayarak oy kullanın.

    Oylamada ikinci sıradaki “pas favorable” ile başlayan şıkkı seçin.

    Ben oyumu kullandığımda ankete katılanların yüzde 85,2’yi parlamentoların bu tip karar almalarına karşı oy kullanmışlardır.