Etiket: Viyana Kuşatması

  • Zenta

    Zenta

    • 1697’ye Gidelim organizasyon hatalarına bakalım
    • Avrupa’daki insanlar neden hala çocuklarına Senta veya Zenta ismini koyar?

    1697’de Osmanlı ordusunun Kutsal İttifak güçleri tarafından bozguna uğratıldığı yer.

    Günümüzde Sırbistan Cumhuriyeti’nin Voyvodina eyaletine bağlı Baçka bölgesinde bir şehir olup (2020 nüfusu 23.397) Macarca Szenta, Sırpça Senta şeklinde anılır. Şehir Tuna’nın kollarından Tisa nehrinin sağ kıyısında yer alır. Bugün önemli bir tarımsal ticaret merkezi, aynı zamanda bir sanayi şehridir (dokuma, mobilya, makine). Zenta’nın bulunduğu kesimin tarihi eski çağlara kadar iner. Bir yerleşim yeri olarak adı ilk defa 1216’da Szintarev şeklinde geçer. Uzun süre Macar Krallığı idaresinde kalan kasaba 1241-1242’de Moğol akınlarına hedef olmuştur. Bir ara Sırp despotlarının nüfuzu altına girdikten sonra 1506’da Macar Kralı II. Vladislav zamanında serbest bir şehir statüsü kazandı. Bu sırada bir kale, iskele ve manastırdan ibaret yerleşme yeri durumundaydı. 1526’da Mohaç Savaşı’nın ardından Macar Krallığı yıkılınca Voyvodina bölgesini ele geçiren Çar Yovan’ın (Jovan Nenad) nüfuzu altına girdi. 1527’de Yovan’ın öldürülmesinden sonra Osmanlı himayesindeki Macar Kralı Szapolyai’nin idaresine katıldı. 1541’de Budin eyaleti teşkil edilince şehirde doğrudan Osmanlı hâkimiyeti kuruldu ve Segedin sancağına bağlandı. XVII. yüzyılın ortalarında Evliya Çelebi burayı küçük bir palankası olan kasaba şeklinde tarif eder. Birkaç dükkân, bahçeler, kiliseden çevrilme bir caminin yer aldığını yazar. Kasabanın bulunduğu yer, özellikle 1683’te Osmanlılar’ın Viyana bozgunu sonrasında stratejik açıdan büyük önem kazandı. Osmanlı birlikleriyle Habsburglar’ın başını çektiği müttefik kuvvetler arasındaki ilk çarpışmalar 1686 Ekiminden itibaren başladı. Fakat Zenta’ya asıl önem kazandıran savaş 11 Eylül 1697’de kasaba yakınlarında Tisa nehri geçidinde vuku buldu. Zenta bozgunu diye anılan bu mücadele Avrupa tarihinde, Osmanlılar’ın Macaristan’dan tamamen çıkarılmasının son halkasını teşkil eden bir dönüm noktası olarak kabul edilir.

    1697’de Osmanlı ordusunun Kutsal İttifak güçleri tarafından bozguna uğratıldığı yer. - 11 September 1697 zenta senta savasi

    II. Viyana Kuşatması’nın ardından kaybedilen toprakları geri almak için sefere çıkan II. Mustafa 1695 ve 1696’daki seferlerde başarılı olunca üçüncü bir sefere daha karar vermişti. Sefer 12 Nisan 1697 günü tuğlar dikilerek ilân edildi. 18 Haziran’da padişah ordunun başında Edirne’den hareket etti. 1 Ağustos’ta Sofya’dan ayrılan ordu Niş’e doğru ilerledi. Bir taraftan da Belgrad muhafızı Amcazâde Hüseyin Paşa’ya gönderilen hükümlerle Tuna ve Sava nehirleri üzerine birer köprü inşa ettirmesi bildirildi. Henüz ordunun Varadin’e mi yoksa Orta Macaristan ve Erdel’e mi yöneleceği belli değildi. Bu iki nehir üzerine köprü kurularak müttefiklerin hazırlık yapması engellenmek isteniyordu. Habsburglar bu yüzden güçlerini Varadin, Orta Macar ve Erdel bölgesinde dağınık halde tutmak zorunda kalacaktı. 10 Ağustos’ta varılan Belgrad’da seferin yönünü belirlemek için toplantı yapıldı. Belgrad’a çağrılan Tımışvar muhafızı Koca Câfer Paşa’nın Orta Macar ve Erdel’e gidilmesi yolundaki fikri toplantıda öne çıktı. Ordu Pançova (Pančevo) istikametine yönelecek, Titel’den sonra Segedin Gyula (Göle) ve Yanova alınacak, oradan Varadin’e geçecekti. Habsburg müttefik güçlerinin başında bulunan Prens Eugène, Osmanlı ordusunun Varadin’e saldıracağını tahmin ediyor, ancak kesin bir bilgi edinemediği için orduyu seyyar halde tutuyordu. Osmanlılar’ın Pançova’ya doğru ilerlemeye başlaması üzerine Prens Eugène yeni bir harekât planı hazırladı. Bu son gelişmeyle Osmanlılar’ın doğrudan Varadin’e değil Orta Macar ve Erdel’e saldıracağını anlamıştı. Osmanlı ordusu 20 Ağustos’ta Pançova’ya ulaştı. Fakat Avusturya ordusunun Titel ve Segedin arasında bulunduğu öğrenilince harekât planı tekrar gözden geçirildi ve Titel’e saldırılmasına karar verildi.

    Prens Eugène şaşkınlık içinde Türk tarafını adım adım izlerken Osmanlı ordusu 27 Ağustos’ta köprüden geçip Titel Kalesi’ni aldı. Titel’in fethine rağmen padişahın hâlâ Tisa nehrinin karşı tarafında beklemesi Prens Eugène’in Osmanlı sefer planını anlamasını güçleştiriyordu. 30 Ağustos’ta II. Mustafa ve Osmanlı ordusu Titel’den ayrılıp gösteriler eşliğinde Tisa nehrinden geçti. Avusturya birliklerinin uzakta olduğu yönündeki haberler üzerine yapılan toplantıda Vezîriâzam Elmas Mehmed Paşa daha önce karşı çıktığı Varadin’e yürünmesi fikrini savunmaya başladı. Ancak Varadin’e saldırmak için güzergâhta dokuz farklı yerde köprü kurmak ve bataklık arazileri aşmak gerekiyordu. Türkler’in Varadin’e yönelmesiyle Prens Eugène birliklerinin bir kısmını 2 Eylül’de buraya yardım için yola çıkardı. Segedin Kalesi saldırıya açık hale geleceğinden Eugen oraya da bazı birlikler gönderdi. Müttefiklerin Varadin önlerinde tabyalara yerleşmesi kaleyi fethetmek amacıyla hazırlık yapan Osmanlı ricâlini telâşa düşürdü. Bunun üzerine Osmanlı ordusu, isyan eden Tökeli İmre’nin başında bulunduğu Macarlar’la da iş birliği yapmak için istikametini tekrar Segedin’e çevirdi ve 8 Eylül’de Zenta Kalesi’ni zaptetti. Bu sırada yine bir plan değişikliği yapıldı. Küçük Kanije önlerinde köprü kurulması yerine Zenta önlerinden Tisa nehrinin geçilmesine karar verildi. Nehir üzerine tombazlardan oluşan bir köprü inşasına başlandı. Prens Eugène’in hızla yaklaştığı haberleri geldiğinden bir an önce karşı yakaya ulaşılması gerekiyordu. Ancak bu bölge nehri aşmak için uygun bir yer değildi ve saldırıya açık bir arazi durumundaydı. Osmanlı ordugâhında yoğun bir çalışma başlatıldı, Tisa nehri üzerine seksen üç araba tombazından büyük bir köprü kuruldu. Köprüden ilk önce otâğ-ı hümâyun, iç halkı, rikâb-ı hümâyun ağaları, hazîne-i âmire ile padişah geçti. Onları yeniçeri, sipahi ve silâhdarlar, cebeciler, cephane, yedi kolunburna, on iki şâhî ve üç havan topuyla birlikte topçu ve top arabacı ocakları neferleri takip etti (10 Eylül). Ertesi gün diğer asker ve mühimmat malzemelerinin geçişi sürdü. Prens Eugène’in 60.000 kişilik bir orduyla Segedin’e yardıma geldiği ve bir saldırı planladığı yönünde haberler ulaşınca köprü ve Tisa nehriyle Habsburg birlikleri arasında sıkışmamak için bazı kuvvetler onları karşılamak amacıyla ileriye yollandı.

    Osmanlı ordusunun Zenta önlerinde Tisa nehrini aşmaya başladığı haberlerine Prens Eugène bir türlü inanamıyordu. Zira arkalarında hızla yaklaşan Habsburg ordusu varken köprüden geçmeye çalışmak çok tehlikeli bir işti. Eugen en kötü ihtimalle Osmanlılar’ın ordularını ikiye ayırdıklarını, bir kısmının Tisa nehrinden geçerek Erdel taraflarını zaptetmek için gideceğini, diğer kısmının ise Segedin üzerine yürüyeceğini düşünüyordu. Tisa nehrini geçen grubun ardına düşmek imkânsız gibiydi. Çünkü ağır toplar geride bırakılmıştı ve uzun bir takip için yeterli erzak yoktu. Bu sebeple Eugen en azından Segedin düşmeden yardım edilmesi kararında ısrar ediyordu. Ancak 11 Eylül’de Boşnak Câfer Paşa esir alındığında düşünceleri değişti. İşkenceyle tehdit edilen Câfer Paşa padişahın, sipahinin ve bütün ağırlıkların köprüden geçtiğini ve Osmanlı ordusunun bir kısmının Zenta tarafında bulunduğunu anlattı (Memoirs of Prince Eugen of Savoy, s. 50-51). Câfer Paşa’nın ifadeleri gözcülerin ve diğer esirlerin verdiği bilgilerle örtüşüyordu. Eugen yine de bunlara inanmayıp durumu bizzat görmek istedi. Osmanlı ordugâhını gözleyebileceği bir yere gitti. Burada gördükleri istihbarat kaynaklarını doğruluyordu. Böylece Osmanlı ordusunu sıkışık durumda yakalama fırsatını elde etmişti. Yine de âni bir saldırı yerine daha temkinli hareket etmeyi düşünüyordu. Fakat Osmanlı birliklerinin düzensiz şekilde çekilmeye çalıştığı yönünde alınan yeni bir haber üzerine hemen saldırı emrini verdi.

    11 Eylül günü ikindi vaktinde savaş düzeni almış müttefikler yoğun top ve tüfek atışına başladı. Asıl taarruza ise saat altıdan sonra geçildi. Önce Osmanlılar tarafından terkedilen ilk metris zaptedildi. Daha sonra ikinci metrise iki defa hücum düzenlendiyse de buradaki askerler yerlerini terketmedi. Üçüncü saldırıda da arabalarla oluşturulan çift siper ve kalın zincirlerle iki sıra halinde tahkim edilen savunma hattı aşılamadı, ayrıca yoğun top ateşi hücumun başarısızlıkla sonuçlanmasına yol açtı. Hatta bir ara yıpranan sağ kanada destek için Kont Rabutin’in birliklerinin kaydırılması Habsburg ordugâhını saldırıya açık hale getirmiş, fakat Osmanlı askerlerinin savunma durumundan çıkamaması yüzünden müttefik ordusu büyük bir tehlikeden kurtulmuştu. Ağır kayıplar vermesine rağmen kesin bir üstünlük elde edemeyen Eugen, Osmanlı ordugâhına başka bir cepheden saldırmaya karar verdi. Yeni saldırı yönü Segedin’di. Osmanlılar, Segedin yönünden bir taarruz beklemedikleri için bu yöndeki metris yeterince tahkim edilmemişti (Anonim Osmanlı Tarihi, s. 128; Kantemir, III, 278-279).

    Prens Vaudemont kumandasında Segedin tarafına giden Avusturya süvarisi birden Osmanlı ordugâhına saldırdı ve bunlara mukavemet etmek mümkün olmadı. Osmanlı askerlerinin nehre doğru kaçtığını gören Avusturya ordusunun sol kanadı yoğun tüfek atışlarıyla Segedin tarafındaki yamaçlardan taarruza geçti. Kaçan Osmanlı askerleri nehri aşmak için köprüye akın etti. Ancak köprünün sağ ve sol tarafına arabalarla siperler oluşturulduğundan askerler birbirini ezerek Tisa nehrine döküldü ve çoğu boğuldu. Bu arada Osmanlı sağ kanadında da büyük bir bozgun yaşanıyordu. Sağ kolun bozulmasıyla ordugâhın merkezi kuşatıldı. Prens Eugène de Stirya alayının başında bizzat savaşa katıldı. Osmanlı askerlerinin bir kısmı savunmanın artık mümkün olmadığını görünce yine köprüye doğru kaçmaya başladı. Bunu gören Sadrazam Elmas Mehmed Paşa köprünün iki tombazını kaldırdı ve askerleri cepheye geri döndürmeye çalıştı. Hatta elindeki kılıçla köprünün önüne gelip kaçanları engellemek istemesi hayatına mal oldu. Habsburg birlikleri Osmanlılar’ın kaçış yolunu tutarak köprüyü parçaladı, nehri geçemeyen askerler neredeyse tamamen imha edildi.

    Avusturya kaynaklarında savaş meydanında veya nehre düşerek ölen Osmanlı askerinin sayısı 30.000 civarında gösterilir. Yaklaşık 4000 asker de esir düşmüştü (Memoirs of Prince Eugen of Savoy, s. 52; Angeli, s. 111). Bazı Osmanlı kaynaklarında ise kayıp miktarının 7-8000 dolayında olduğu belirtilir. Sadrazam Elmas Mehmed Paşa, Koca Câfer Paşa, Anadolu Beylerbeyi Mısırlızâde Vezir İbrâhim Paşa, Adana Beylerbeyi Vezir Fazlı Paşa, Diyarbekir Beylerbeyi Kavukçu İbrâhim Paşa, Maraş Beylerbeyi Yûnus Paşa, Rumeli Beylerbeyi Küçük Câfer Paşa, birçok sancak beyi ve kumandan hayatını kaybetmişti (Nusretnâme, s. 323; Kantemir, III, 281). Osmanlı tarafının kayıpları çok büyük olmamakla beraber asıl mesele tecrübeli kumandanların çoğunun savaş meydanında kalmasıydı. Müttefik tarafında ise yirmi sekiz subay ve 401 er ölmüş, 133 subay ve 1465 er yaralanmıştı. 12 Eylül sabahı Habsburg askerleri Osmanlı ordugâhına girince yedi tuğ, 423 sancak, seksen yedi topla birlikte Osmanlı ordusunun çok sayıda teçhizat ve mühimmatını ele geçirdi (Angeli, s. 111). Nehrin karşısındaki ordunun tamamen yok edildiği haberini padişaha gecenin ilerleyen saatlerinde Bozoklu Mustafa Paşa bildirdi. Gece yarısı padişah otağında bir toplantı yapıldı. Burada Avusturya ordusu üzerine yürüme veya Tımışvar’a çekilme konuları tartışıldı. Sonunda Osmanlı ordusu Tımışvar’a doğru yola çıktı. Bazı tarihçiler, Prens Eugène’in üzerlerine geldiğini öğrenen Osmanlı kuvvetlerinin nehri geçmek yerine sipere girip savunma yapmış olması durumunda bu bozgunun yaşanmayacağını dile getirmişlerdir. Zira Prens Eugène hem donanım olarak genel bir saldırıya hazır değildi hem de asıl niyeti Segedin’e yardım ulaştırmaktı. Bu yüzden Zenta “Eugen’in bile beklemediği” bir zaferdi. 1683’te başlayan büyük Türk savaşlarının sonuncusu olan Zenta, Osmanlılar’a karşı teşkil edilen mukaddes ittifakın önemli bir başarısı kabul edilmiş ve Batı dünyasında büyük bir heyecana yol açmıştır. Bu bozgun aynı zamanda kaybedilen toprakları yeniden kazanma gayret ve düşüncelerinin sonunu getirmiştir. 1699’da imzalanan Karlofça Antlaşması da bu bozgunun bir neticesidir.

    Saygilarimla,
    Selen Atasoy

    KÜTÜPHANE

    Târîh-i Vak‘anâme-i Ca‘fer Paşa, Macar İlimler Akademisi, Doğu Külliyatı, Török F., nr. 60, vr. 157a-166a.

    Anonim Osmanlı Tarihi: 1099-1116/1688-1704 (haz. Abdülkadir Özcan), Ankara 2000, s. 126-128, 613-626.

    Târîh-i Mehmed Giray (1094-1115/1682-1703): Değerlendirme-Çeviri-Metin (haz. Uğur Demir, yüksek lisans tezi, 2006), MÜ Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, s. 96-97.

    P. Rycaut, The Turkish History: The Origin of that Nation and the Growth of the Ottoman Empire with the Lives and Conquests of their Feveral Kings and Empires, London 1704, II, 551-552.

    Silâhdar, Nusretnâme: Tahlil ve Metin (haz. Mehmet Topal, doktora tezi, 2001), MÜ Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, s. 276-325.

    Uşşâkīzâde İbrâhim, Uşşâkīzâde Târihi (haz. Raşit Gündoğdu), İstanbul 2005, I, 274-280.

    D. Kantemir, Osmanlı İmparatorluğunun Yükseliş ve Çöküş Tarihi (trc. Özdemir Çobanoğlu), Ankara 1980, III, 260-282.

    Marsigli, Osmanlı İmparatorluğunun Askeri Vaziyeti, s. 214-215, şekil 29.

    Memoirs of Prince Eugen of Savoy (trc. W. Mudford), New York 1811, s. 49-55.

    A. Arneth, Prinz Eugen von Savoyen, Wien 1864, s. 98-107.

    M. E. von Angeli, Feldzüge gegen die Türken 1697-1698 und der Karlowitzer friede 1699, Wien 1876, tür.yer.

    Gy. Dudas, Zenta Csata, Szeged 1886.

    Romen Kaynak ve Eserlerinde Türk Tarihi I: Kronikler (haz. Mehmet Ali Ekrem), Ankara 1993, s. 203.

    Orhan F. Köprülü, “İlm-i Nücûma Âid Bir Risâlenin Tarihî Kaynak Olarak Ehemmiyeti”, TD, II (1950), s. 317-318.

    Mücteba İlgürel, “Zenta”, İA, XIII, 535-538.

    Geza David, “Zenta”, EI2 (İng.), XI, 492.

  • Kahraman İsmet Paşa ve Küçük Enver

    Kahraman İsmet Paşa ve Küçük Enver

    Büyük Adamları Büyük Milletler Yaratır

    1.Petro olarak da bilinen Büyük Petro’yu bilir misiniz? Elbette bilirsiniz. O, Rusya’nın en büyük Çarlarından ve devlet adamlarından birisidir. Belki de birincisidir. Türk Milleti olarak her ne kadar “Deli Petro” diye aşağılasak da 1.Petro, Ruslar için büyük bir devlet adamıdır. Örneğin, birkaç gün önce 11 tane Rus Savaş Gemisi, sanki bir savaş varmışçasına boğazlarımızdan geçip Akdeniz’e açıldıysa, bunun sebebi Büyük Petro’dur. Çünkü Rusların meşhur “Sıcak denizlere inme siyaseti” onun eseridir. Oysa bizim Çorumlu(Osmancıklı) Baltacı Mehmet Paşa, 1711 yılında bu Deli Petro’yu Prut bataklıklarında kıstırıp yenmemiş miydi. Evet yenmişti. Ancak, kim ne derse desin Rus Milleti, büyük bir millet olduğu için 1.Petro’ya sahip çıkmış, o da sonunda üst üste zaferler kazanarak, milletine büyük hizmetler yaparak tarihteki yerini almıştır.

    Peki, Napolyon Bonaparte’ı bilir misiniz? Elbette bilirsiniz. Fransa’nın milli kahramanlarından ve büyük devlet adamlarından birisidir. Hatta o, dünya tarihinin büyük askerlerinden birisi kabul edilir. Fransa bu gün Suriye, Lübnan, Mısır ve diğer Kuzey Afrika ülkeleri konusunda kendisinde söz söyleme hakkı görüyorsa bunu, büyük ölçüde  Napolyon Bonaparte’a borçludur. Oysa bizim Cezzar(Kasap) Ahmet Paşa, 1799 yılında bu Napolyon Bonaparte’i Suriye’de Akka kalesi önlerinde yenip perişan etmemiş miydi? Evet etmişti.

    Ancak Fransız Milleti, tıpkı Ruslar gibi büyük bir millet olduğu için ve Napolyon’daki devlet adamlığı kumaşını ve komutanlık ışığını gördüğü için ona sahip çıkmış, o da Napolyon Bonaparte olarak dünya tarihine geçmiştir. Halbuki; bizim Cezzar Ahmet Paşamız ve Akka Zaferimiz o kadar büyüklerdir ki; koca Napolyon Bonaparte bile uğramış olduğu bu yenilgi sonunda “Akka’da durdurulmasaydım, bütün Doğu’yu ele geçirebilirdim.demek zorunda kalmıştır. Böyle bir sözü, ancak cihangirlik iddiasında bulunan fatih ruhlu insanlar söyleyebilir. Ve siz, bu sözü söyleyene değil söyletene bakınız. Onun adı Cezzar Ahmet Paşa ve onun kumanda ettiği Türk Ordusu’dur…

    Bu örnekleri neden verdiğime gelince: CHP lideri Kılıçdaroğlu Enver Paşa için “Küçük Enver” nitelemesi yaptı ya. İşte bu niteleme karşısında benim kırgınlığım ve üzüntüm geçecek gibi değildir. Çünkü böyle küçük adamların yoğunlukta olduğu bir millet büyük adamlar çıkaramaz. Oysa Türk Milleti de büyük bir millettir ve tarihte çok büyük adamlar yetiştirmiştir ki; bu büyük adamların sonuncusu Büyük Atatürk’tür…

    Kahraman İsmet Paşa!

    CHP, şimdilerde hükümeti, İsmet Paşa’nın adını ders kitaplarından çıkarmakla suçluyor ve İsmet Paşa’nın bir Milli Kahraman olduğunu söylüyor. Peki, İsmet Paşa ne kadar kahramandır? “İsmet Paşa’yı tarihteki şerefli yerine göndermekten” bahsederek elindeki valililiği de yitiren Kırklareli Valisi arkadaşım Sayın Cengiz Aydoğdu’nun durumuna düşmek istemem. Ayrıca hiç gereği yokken İsmet Paşa düşmanlığı ile de nitelenmek düşüncesinde değilim. Esasen benim İsmet Paşa’ya karşı herhangi bir düşmanlığım da yoktur.

    Ancak itiraf etmek gerekirse; İsmet Paşa, öyle CHP’lilerin vasfını tasvir ettikleri gibi büyük bir kahraman da değildir. Belki büyük bir devlet ve siyaset adamıdır ama, İsmet Paşa’ya asla “Büyük bir askerdi” denilemez. Çünkü İsmet Paşa, Mustafa Kemal Paşa’nın yanında ve gölgesinde olmak üzere; sürekli ikinci, bazen de üçüncü ve dördüncü adam olarak kalmıştır.  Örneğin Atatürk ölürken İsmet Paşa, onun çok uzağındadır ve bu iki tarihi şahsiyet küslerdir. Hatta helalleşmemişlerdir bile. Atatürk Dolmabahçe’de son nefesini verirken başında İsmet Paşa değil, Celal Bayar vardır. İsmet Paşa, her şeyini borçlu olduğu ve bir zamanlar “Velinimetim-efendim” olarak nitelendirdiği Atatürk’e küsmüş, daha doğrusu Atatürk, kendisini maiyetinden uzaklaştırmıştır.

    İsmet Paşa’yı kahraman haline getiren olay, Batı Cephesi Komutanı olarak İnönü’de peş peşe kazandığı söylenen iki zaferdir. Peki; İsmet Paşa’nın komuta ettiği ordu tarafından İnönü’de kazanılan zaferler, askerlik tarihimiz bakımından kayda değer zaferler midir? En doğrusunu elbette askerler ve stratejistler bilir ama bana göre her iki İnönü Zaferi de örneğin Mustafa Kemal Paşa’nın sevk ve idare ettiği “Sakarya Meydan Savaşı” ve “Dumlupınar Meydan Savaşı” ölçeğinde zaferler değildir. Zira iki İnönü Zaferi arasında sadece 2.5 aylık bir süre vardır. Öyle ya; Birinci İnönü Zaferi diye bir savaş ve zafer varsa sadece 2.5 ay sonra  aynı yerde ikincisine neden ihtiyaç duyuldu?  Madem Eskişehir İnönü’de peş peşe iki zafer kazanıldı o zaman Yunan Ordusu Polatlı-Haymana hattına kadar, yani Ankara’nın burnunun dibine kadar neden ve nasıl ilerledi? O zaman bu iki savaşa sadece küçük çaplı birer muharebe nazarıyla bakmakta fayda var demektir.

    Tarihlerin kaydettiği üzere; Türk Milleti, girdiği her savaşa “Ya herru ya merru” anlayışıyla girmiştir. Yani Türklerin girdiği hemen her savaş, kesin sonuçlu savaşlardır ve Türkler, aynı yerde birden fazla savaş asla yapmamıştır. Bunun tek istisnası Kosova’da yapılan iki savaştır. Ancak burada yapılan iki savaş arasında tam yarım asır ve dört kumandan(padişah) bulunmaktadır. 1389 yılında yapılan Birinci Kosova Savaşı’nda, başkumandan olan Padişah 1.Murad (Hüdavendigâr)’ın da şehitler arasında olması, Türklerin girdiği her savaşın kesin sonuçlu savaş olduğuna işaret etmektedir. Dolayısıyla 1921 yılında 2.5 ay arayla İnönü’de yapılan savaşlara savaş değil, dense dense ancak muharebe(savaşın küçük bir parçası-çatışma) denebilir.

    İsmet İsmet Bu Ne Rezalet?

    Merhum kayınpederim anlatırdı. O da, babasından duymuş. Milli Mücadele yıllarında babası Vildan Efendi askermiş. Görevi Ankara Garı’ndaymış Vildan Efendi’nin. O sırada Mustafa Kemal Paşa’nın üssü, yani Milli Mücadele’nin komuta merkezi Ankara İstasyon binasındadır. Yunan Ordusu Polatlı-Haymana hattına dayanmıştır. Top sesleri Ankara’dan duyulmaktadır. Bir grup üst düzey komutan toplanmışlar ayak üstü ve hararetli hararetli kendi aralarında tartışmaktadırlar. O sırada Mustafa Kemal Paşa öfke ve hiddetle elindeki bastonu önce İsmet Paşa’nın bağrına dürter, sonra da top seslerinin geldiği ciheti işaretle şöyle bağırır Garp Cephesi İsmet Paşa’ya;

    -“İsmet, İsmet! Bu ne rezalet?”

    Özetle; İsmet Paşa’nın askeri dehası ve kahramanlığı bu kadardır değerli okuyucularım. Ancak İsmet Paşa, tarihimizde iz bırakmış bir siyaset ve devlet adamıdır. Şu ya da bu şekilde milletimize hizmet etmiştir. Lozan Barış görüşmeleri sırasında hizmetleri vardır. Ayrıca İkinci Dünya Savaşı sırasında oynadığı rol ve bütün baskılara rağmen ülkeyi savaşa sokmaması milletimiz için önemlidir. İkinci Dünya Savaşı boyunca kıtlık yaşandığını ileri sürerek kendisini tenkit edenlere, “Çocuklarınızı aç bıraktım ama yetim bırakmadım” demiştir.  Kuzeyden gelen Rus tehdidine karşı sessiz ve Türkiye’ye sığınan bir grup Azerbaycan Türkü’nü Rusya’ya iade ederek katledilmelerine sebep olması örneğinde olduğu gibi; korkak ve tâvizkâr bir tutum izlemesini tenkit edenlere cevap verirken “Büyük devletlerle komşuluk etmek, ayıyla yatağa girmeye benzer. Ayının ne zaman ne yapacağı pek belli olmaz” demiştir. Ünlü Johnson mektubu üzerine de “Yeni bir dünya yeniden kurulur, Türkiye orada yerini bulur” şeklindeki ünlü sözünü söylemiştir. DP iktidarı için söylediği “Bana savaş çizmelerimi tekrar giydirmeyin” ve “Sizi ben bile kurtaramam!” sözleri de pek ünlüdür İsmet Paşa’nın…

    Bunun yanında, özellikle dini sahada izlediği politikalar ve uygulamalarla, bu konuda Atatürk üzerinde kurmuş olduğu etki, geniş toplum kesimleri arasında onu sürekli tartışılır hale getirmiştir.

    Merzifonlu Kara Mustafa Paşa ve Enver Paşa

    Yazımızın giriş bölümünde verdiğimiz Büyük Petro ve Napolyon Bonaparte örnekleri de gösteriyor ki; büyük devlet adamları ve büyük askerler de hayatlarında yenilgi ile tanışmış insanlardır. Onları büyük yapan, sebep oldukları hataları telafi etmiş olmaları ve hatalarını telafi etme imkanı bulmalarıdır. Oysa Merzifonlu Kara Mustafa Paşa ve Enver Paşa örneğinde olduğu gibi bizim tarihimizde de büyük askerler ve cihangir ruhlu komutanlar vardır. Ancak ne çare ki; onlar hatalarını telafi etme imkanından yoksun oldukları, daha doğrusu yoksun bırakıldıkları için sadece birer kahraman olarak kalmışlar, büyük devlet adamı seviyesine çıkamamışlardır. Belki biraz da gençliklerinden kaynaklanan hırslarına mağlup olmuşlardır.

    1683 yılında İkinci Viyana Kuşatması’nı gerçekleştiren Osmanlı Orduları Başkumandanı ve Sadrazam olan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, kesinlikle büyük bir asker ve kahramandır. Ancak o,  Kanuni Sultan Süleyman’ın ulaşamadığı bir başarıyı gerçekleştirme hırsına kapılıp aceleci davranmış, tedbirsizlik göstermiş ve bu sebeple başarısız olarak Osmanlı’nın Avrupa’daki gerilemesinin alt yapısını hazırlayan adam durumuna düşürülmüştür. Düşürülmüştür diyorum, çünkü eğer hemen öldürülmeyip kendisine başarısızlığını telafi etme imkanı verilseydi şüphesiz Türk ve Dünya tarihinin yönü başka türlü tecelli ederdi. Umum tarihçilerin ortak fikri, Merzifonlu’da böyle bir istidadın ve potansiyelin bulunduğudur.

    Rivayete göre; İkinci Viyana kuşatması sırasında Merzifonlu, izlenecek yöntem bakımından kendisiyle ters düşen paşalardan Arnavut (Koca) İbrahim Paşa’yı öldürtmüştür. Ancak o İbrahim Paşa ki; engin bilgi ve tecrübesiyle Kara Mustafa Paşa’daki devlet adamlığı istidadını gördüğü için ölmeden önce celladına verdiği ve Padişah’a hitaben kaleme almış olduğu mektubunda şöyle demiştir;

    -“Padişahım, Mustafa Paşa kulunuz, şüphesiz beni bihakkın (haksız yere) öldürtmektedir. Ancak sakın ola selameti vatan için kendisine dokunulmaya…”

    Oysa savaşın seyri ve sonucu Arnavut İbrahim Paşa’yı haklı çıkarmıştır. Çünkü kendisi, Viyana Kalesi’nin kuşatılmasından önce yol üzerinde ve civarda bulunan irili, ufaklı kalelerin ve yardım güzergâhlarının ele geçirilip tutulmasını, bundan sonra şehrin kuşatılmasını teklif etmiş, ancak Merzifonlu, bir an önce Viyana’yı ele geçirerek sonuca ulaşmayı istediğinden, kendisine muhalefet eden İbrahim Paşa’ya celallenip boynunu vurdurmuştur. Anlaşılan Merzifonlu da, tıpkı Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran Savaşı sırasında yaptığını yapmak istemiş, Yavuz’un savaş alanında Sadrazam Hemdem Paşa’nın kellesini vurdurduğu gibi  Koca İbrahim Paşa’nın kellesini vurdurarak kararlılık göstermek istemiş, ancak hata etmiştir. Bu hatasını ise kendi kellesini yitirerek ödemiştir. Hem de katlettirdiği muhatabının bütün karşı çıkmalarına karşın. Bütün bunlara rağmen Merzifonlu yine  de büyük bir asker ve şüphesiz o da bir kahramandır…

    Küçük Enver Meselesi

    Bir önceki yazımızda da dediğimiz gibi;

    Enver Paşa gerçek bir kahramandır. (Üstelik) bu kahramanın diğer kahramanlardan farklı yönleri de var. Enver Paşa, ‘Kahraman’ sınıfında sayılan insanların ortak yönleri olan, cesaret, korkusuzluk, ataklık, kararlılık, azim, sebat, yurt sevgisi gibi özelliklere sahip olmanın yanında yüksek seviyeli bir komutan olması sebebiyle sevk ve idare kabiliyeti, astlarına karşı hoşgörü, yüksek ideal sahibi (ülkücü) olma ve milletini sevme (milliyetçilik) gibi hasletleri de olan bir kahramandır. Üstelik onda diğer kahramanlarda olmayan bir özellikle daha vardır. Dindarlık! Evet, Enver Paşa, son derece dindar bir Müslüman’dır. Hayatının hiçbir devresinde içki içmeyen, harama uçkur çözmeyen, beş vakit namazını kılıp orucunu tutan, hayatı boyunca koynunda Kur’an-ı Kerim taşıyan ve onu sürekli okuyan bir kahramandır. Bütün bunları, en zor şartlar altında bile yapan bir insandır Enver Paşa. Enver Paşa’da eksik olan şey, galiba sürekli erken terfi almasından kaynaklanan bilgi ve tecrübe eksikliği ile siyasi ayak oyunlarını bilmemesidir.

    Bu sebeple Enver Paşa, dünyada olan biteni yeterince değerlendirememiş ve istikbali iyi hesap edememiştir. Enver Paşa’yı başlı başına kahraman yapan da zaten bu yönüdür. İstikbal kaygısı taşımaması ve geleceği düşünmemesi. Geleceği düşünerek sürekli hesap kitap yapsaydı zaten kahraman değil, politikacı olurdu! O, bütün askerlik hayatı boyunca politikadan uzak durmuş ve sadece askerlik yapmıştır. Politikaya bulaşmış subayları ise derhal emekliye sevk etmiştir…”(*)

    Enver Paşa, sürekli Sarıkamış hezimeti ile anılır ve bu sebeple hakaretlere maruz bırakılır. Oysa “Çanakkale” ve “Kut’ul Ammare” zaferlerinin başkumandan vekili de aynı Enver Paşa’dır. Edirne’yi Bulgarların elinden geri alıp vatan toprağına katan da odur, Batı Trakya’nın elimizden çıkmaması için bir tedbir olması bakımından Batı Trakya Türk Devleti’ni kuran da odur. Hatta MİT’in çekirdeğini teşkil eden “Teşkilat-ı Mahsusa”yı kurup, sırf bu teşkilat vasıtasıyla 1918’in sonuna kadar Arap yarımadasını şu yada bu şekilde Osmanlı’ya bağlı kılan da odur.

    “Enver Paşa, Osmanlı İmparatorluğunu savaşa sokan ve böylece İmparatorluğun yıkılmasına sebep olan adamdır…” lafları tamamıyla yalan ve iftiradır. Çünkü bütün İmparatorluklar gibi Osmanlı da devrini tamamlamış ve yerini ulus devletlere bırakmak zorunda kalan bir devletti. Aynı yıllarda Rus Çarlığı, Avusturya-Macaristan ve Alman İmparatorlukları da yıkılmıştır. Dolayısıyla Osmanlı’nın yıkılması da mukadderdi ve yıkıldı. Enver Paşa ve arkadaşlarının şanssızlıkları, imparatorluğun yıkılma döneminde iktidarda bulunuyor olmalarıdır. Unutulmasın ki; Cumhuriyeti kuranlar da Enver Paşa’nın yakın arkadaşları ve aynı partinin (İttihat ve Terakki)üyesiydiler…

    “Enver Paşa kurmaydır ama onda kurmaylığın gerektirdiği istidat yoktur…” diyenler kanaatince hata ediyorlar. Enver Paşa’da kurmaylığın gerektirdiği her şey vardır. Ancak o, aynı zamanda bir gönül ve ideal adamıdır da. Enver Paşa’nın Mustafa Kemal Paşa ile kıyaslanması ve Mustafa Kemal Paşa’ya paye vermek için Enver Paşa’nın kötülenmesi de yanlıştır. Oysa her ikisi de hemen hemen aynı yaştadırlar ve Enver Paşa, sürekli olarak Mustafa Kemal Paşa’dan önce terfi etmiştir. Her ikisi de Trablus ve Bingazi’de İtalyanlara karşı Milislere kumanda etmişlerdir. Aynı kıza (Naciye Sultan) aşık olmuşlardır ama hedefine ulaşan yine Enver Paşa olmuştur.

    Yani Enver Paşa ile Mustafa Kemal Paşa, hayatları boyunca tabiri caizse hep rekabet içinde olmuşlardır. Ancak sonunda şans ve baht Mustafa Kemal Paşa’ya gülmüştür. Enver Paşa Naciye Sultan’a eş olma mutluluğu ile sınırlı kalırken, Mustafa Kemal Paşa bütün bir millete lider olma şans ve mutluluğunu yakalamıştır. Daha doğrusu önüne çıkan fırsatları iyi değerlendiren, duygularından çok aklıyla hareket eden ve kazanan Mustafa Kemal Paşa olmuştur. Allah her ikisine de rahmet eylesin ve onları cennetine koysun…

    13 Temmuz 2012

    ______________

    (*)http://www.haberiniz.com.tr/yazilar/koseyazisi58129-Turk_Islam_Ulkusunun_Kahraman_Sehidi_Enver_Pasa.html &