Etiket: Turkish Forum

  • Size bir yazı yazacağım ama 9 – 10 gün sonra falan..

    Size bir yazı yazacağım ama 9 – 10 gün sonra falan..

    e-ustundag

     

    Eshabil Üstündağ
    adanams@gmail.com

    22.9.2016 13:38

    “Neden 9-10 gün sonra olduğunu O gün açıklayacağım..”

    ..ayın 5’inden itibaren 10 tane fotoğraf çektim ve şu an tamamlamam gereken fotoğraflar var.
    Özü’nü merak ederseniz, “Zaten sır orda!” (yeni fotolar ekleyeceğim ve bunun için takvime ihtiyacım var.
    ..Benim değil, “OLAY’ın!“)
    Ve Olayın seyrini anlamanız için,  “..9-10 gün dedim!”
    Çünkü şimdi dersem, istediğim kareyi çekemem, doğal seyr..!” 🙁
    hazır fotoların biri 5 Eylül tarihli, diğerleri 8 Eylül..

    Şu kadarını söyleyeyim;
    “Sizi ahmak yerine koyanların (Türk‘ü),  ..ve Yoketmek isteyenlerin, …nasıl da hîle desîseyle BAŞINIZA SEMBOL DİYE YUTTURULDUĞUNU VE ….NEREDEYSE ATANIZ KABUL ETTİRİLDİĞİNİ,
    + (“…….!”) BELGELERİYLE ANLATACAĞIM, ..Sağ kalırsam!”

    Bu kadar.

    [Şapkayla gözlüğüm eksik, Onu da sponsorum tamamlayacak..]4321

    Not (Bunu yazmak durumundayım);
    ..Bu yazıyı inanın “TAM BİR YIL ÖNCE DÜŞÜNDÜM VE
    “…FİLAN ŞEHİRDE; HALK OTOBÜSÜNDE;”
    ..VE TAM ..FİLAN KÖPRÜ ÜZERİNDEN GEÇERKEN, …BİR AFİŞ’E TAKILDI GÖZÜM, O ZAMAN KARAR VERDİM! AMA “ORAYA BURAYA ÇEKİLİR DİYE ERTELEDİM..” 🙁
    5’İNDE İSE, YAZMAYA KARAR VERDİM (2016 Eylül 5).

    Limanı olan bir şehir ve …Bir de uyduruk (tek oda) pansiyon tutum ..fotoları rahat çekeyim diye. (Kapaktaki foto betimleme amacıyla ve Bu Bayramda ..bir gezide çekmiştim, birinden emanet aldığım arabayla.. Sosyal medyada da paylaşmıştım) 🙂
    İnşallah Aksilik çıkmaz! 🙁
    Çıkarsa de, “Elimdeki 10 (On) foto yeterli.”

    ……

     

     

    Bu çocuk çok sevilen bir çocuk ve Türkiye’nin incisi…
    zaman zaman yazılarıma ekliyorum, Türkiye’ye mâlolduğu için.
    ..tad veriyor! (Türban işini çok garıştırdılar)4321

    45678

    THE.

     

    ..Gözlüklü adam da hoş ve aynen okuyun;
    “Gapapımması gereken bir şey,
    Özzütlütleli gısıtlıyollar.”

    Sonra kahramanımız dalış yapıyor ve Öncekinin sözünü keserek (tesadüfen ve istek üzerine)9876

     

     

  • Yılmaz DİKBAŞ: SÖZDE ATATÜRKÇÜLER PARLATILIYOR

    Yılmaz DİKBAŞ: SÖZDE ATATÜRKÇÜLER PARLATILIYOR

    y_dikbas

     

    Son günlerde Sözcü gazetesi ve bazı televizyon kanalları, “Sözde Atatürkçüleri” parlatmaya çalışıyorlar.
    Atatürk’ü, Silivri zindanına attıklarında kitap okuyarak öğrenmeye başlayan İlker Başbuğ da bunların başında geliyor.

    Değerli Dostlar,

    Atatürk’ün 77. ölüm yıldönümünde yazmış olduğum bir yazıyı, sözde Atatürkçü İlker Başbuğ’un maskesini düşürmek için bir kez daha yayınlıyorum.

    Saygılarımla,

    Yılmaz Dikbaş
    7 Eylül 2016, Çarşamba
    dikbas@kalinka.com.tr
    0532 233 31 52

    ……………………………………………………………………..

    İLKER BAŞBUĞ, ATATÜRK’Ü ANLATIYOR…

    Bugün 10 Kasım 2015.
    Büyük Devrimci Atatürk’ün ölümünün 77. yıl dönümü.
    Sabah saat 8.30’da FOX TV’yi izlemeye başlıyorum.
    Çalar Saat programında stüdyo konuğu, eski genelkurmay başkanı İlker Başbuğ.
    Sunucu İsmail Küçükkaya, izleyicilere duyuruyor: Sayın İlker Başbuğ, bu anlamlı günde Atatürk’ü anlatacak.
    İsmail Küçükkaya, ilk soruyu soruyor:
    “Efendim, Atatürk’ü 20. yüzyılın liderlerinden biri yapan en önemli özelliği sizce neydi?”
    İlker Başbuğ cevap veriyor:
    “Atatürk vizyoner bir liderdi.”

    Değerli Dostlar,
    Vizyoner, Türkçe bir sözcük değil.
    Halkımızın ortalama okul eğitim düzeyi, ortaokul 8. sınıf.
    Vizyoner sözcüğünün anlamını ne bilsin!
    Hem, vizyoner ne demek?
    İngilizcede de, Fransızcada da “vision” diye bir sözcük bulunmaktadır. Anlamı; görme duyusu, görüş, hayal gücü.
    İşte, İlker Başbuğ bu yabancı sözcüğü biraz bozarak “vizyoner” derken geniş görüşlü, ileri görüşlü, ufku geniş kimse tanımını yapmış oluyor.
    Peki, eski genelkurmay başkanı, emekli orgeneral İlker Başbuğ Türk halkına niçin Türkçe konuşmuyor!
    Neden, “Atatürk ufku geniş, ileri görüşlü bir liderdi” demiyor da çoğu kişinin anlamayacağı yabancı bir sözcük kullanıyor?

    İlker Başbuğ ile sunucu İsmail Küçükkaya, dakikalarca Atatürk’ün nasıl bir “vizyoner” olduğunu anlatıyorlar…
    Vizyoner muhabetti bittikten sonra İsmail Küçükkaya, ikinci sorusunu soruyor İlker Başbuğ’a:
    “ Efendim, Atatürk’ün yabancıları da etkileyen yanı sizce neydi?”
    İlker Başbuğ cevap veriyor:
    “Atatürk karizmatik bir liderdi.”
    Alın size bir yabancı sözcük daha!
    Anlamı; etkileyici.

    Bir süre de İsmail Küçükkaya ile İlker Başbuğ arasında geçen karizmatik sohbetini izliyoruz!

    Değerli Dostlar,

    Ekranın önünde oturmuş bekliyorum. Bu anlamlı günde İlker Başbuğ şöyle diyecek mi, diye:
    “Atatürk, bağımsızlık benim karakterim diyen bir liderdir!”
    İlker Başbuğ, bunu demiyor!
    Bekliyorum, eski genelkurmay başkanı İlker Başbuğ, Kurtuluş Savaşı’nı vermek üzere yola çıkarken Mustafa Kemal’in;
    “Temel ilke, Türk milletinin onurlu ve şerefli yaşamasıdır. Bunu sağlamak için de Türk milletinin tam bağımsız olması gerekir. Öyleyse, ya bağımsızlık, ya ölüm!” diye haykırmış yüce bir önderdir, diyecek mi?
    Hayır, İlker Başbuğ bundan da söz etmiyor!

    FOX TV’de Atatürk özel programında bir saat geçiyor, İlker Başbuğ, hem de önündeki yazılı notlara bakarak, sözde Atatürk ile ilgili bir sürü ıvır zıvırı geveleyip duruyor!

    Olası değil ya, acaba İsmail Küçükkaya, eski genelkurmay başkanına şöyle bir soru sorabilir mi diye merakla bekliyorum:

    “Efendim, araştırmacı yazar Yılmaz Dikbaş, iki yıl önce yayımlanmış ve büyük ilgi görmüş olan “ATATÜRKÇÜLER YENİLDİ” adlı kitabında sizin Mason olduğunuzu yazmıştı. Her yazdığı satırın belgeli olduğunu sürekli olarak vurgulayan Yılmaz Dikbaş’ın bu iddiasına ne dersiniz? İkinci bir sorum daha var. Yine aynı kitapta Yılmaz Dikbaş, 1977–1978 sürecinde Harp Okullarının sınıf kitaplıklarından Atatürk’ün “Söylev”inin kaldırılmış olduğunu yazdı. Bu doğru mudur? Siz, Silivri hapishanesindeyken “Söylev”i okumuş ve herkesin bu kitabı okumasını önermiştiniz. Hem Harp Okullarındaki kütüphanelerden “Söylev”i çıkartıyor hem de şimdi okunmasını öneriyorsunuz, bu bir çelişki değil mi?”
    Elbette İsmail Küçükkaya böyle bir soru sormadı, ben de boşuna hayale kapılmış oldum!

    FOX TV’deki Atatürk özel programının neredeyse sonuna yaklaşıyoruz.
    Her şeye karşın ümidimi yitirmiyor, İlker Başbuğ’un Atatürk’ün şu sözlerine vurgu yapmasını bekliyorum:
    “Efendiler!
    Biz, milletçe bizi mahvetmek isteyen emperyalizme ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı savaşmayı uygun gören insanlarız!”
    Boşuna umutlandığımı anlıyorum.
    Eski genelkurmay başkanı, emekli orgeneral İlker Başbuğ, Atatürk’ün antiemperyalist, antikapitalist ve devrimci yönlerinden hiç, ama hiç söz etmiyor!

    Değerli Dostlar,

    Ulusalcı bilinen bir televizyon kanalında, Atatürk’ün ölümünün 77. yıl dönümü gününde eğer Atatürk ile ilgili temel gerçeklerin hiçbiri anlatılmıyorsa; ABD vesayetinden hoşnut, NATO’cu, AB Mandacısı, Mason bir eski genelkurmay başkanı Türkçe olmayan sözcükler kullanarak saatlerce çene çalıp boy gösteriyorsa, gidilecek çok, ama çok uzun bir yolumuz var demektir!

    Yılmaz Dikbaş
    10 Kasım 2015, Salı
    dikbas@kalinka.com.tr
    0532 233 31 52

  • Ohal Uygulamaları, Sevr Antlaşması ve Türk Ordusu

    Ohal Uygulamaları, Sevr Antlaşması ve Türk Ordusu

    metinaydogan

    Sevr’i incelemenin, insana acı veren bir yanı vardır. Yüzyıl önce, Kurtuluş Savaşı ve Türk Devrimi’yle önlenen bu emperyalist saldırının, bugün uygulanan politika haline gelmesi, örneği olmayan toplumsal bir trajedidir. Antlaşma’nın siyasi ve ekonomik koşulları, Atatürk’ün ölümünden sonraki süreçte özellikle de 2000’den sonra hemen tümüyle gerçekleşti. Türk Silahlı Kuvvetleri, 1952’de NATO’ya girişle büyük zarar gördü ama kendini bugüne dek korumayı bildi. Ancak,15 Temmuz’dan sonra yürürlüğe koyulan OHAL kararlarıyla, Sevr’in orduyla ilgili koşulları 96 yıl sonra uygulandı ve ordu büyük oranda bir polis gücüne dönüştürüldü. Bu gerçeği, Sevr Antlaşması’nı inceleyen herkes kolayca görecektir.

    Parçalanma Antlaşması

    Birinci Dünya Savaşı’nın galip devletleri, 10 Ağustos 1920’de Paris’te biraraya gelerek Osmanlı İmparatorluğu’na bir yenilgi antlaşması imzalattılar. Paris’in banliyösü Sévres’te, yapılan barış görüşmelerinde, birbirleriyle ilişkili beş ayrı anlaşma imzalandı. Ana anlaşmaya Türk Antlaşması denmişti. Bu anlaşmayla, Osmanlı İmparatorluğu parçalanıyor ve Anadolu’daki Türk egemenliğine son veriliyordu.

    Osmanlı İmparatorluğu, bir oldu bittiyle Almanya yanında Birinci Dünya Savaşı’na katıldığında, büyük bir öfke dalgasının yayıldığı İngiltere’de, “Almanya kazanırsa Alman sömürgesi olacaksınız, İngiltere kazanırsa mahvoldunuz” diye açıklamalar yapılıyordu. “Türkler’in yok edilmesi, Anadolu’dan kovulması ve Türk pençesine düşmüş halkların özgürlüklerine kavuşturulması” gerektiği söyleniyordu. 1  İngiltere Başbakanı Lloyd George, Sevr Antlaşması yapılırken, “cennet Mezopotamya’yı çöle, Ermenistan’ı mezbahaya çeviren ve Avrupa’nın başına her zaman dert açan Türkler bir daha devlet kurmayacaktır, bunun ihtimali bile yoktur” diyordu. 2 

    Sevr Anlayışı

    Sevr, Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliğine son verecek siyasi ve ekonomik koşulların tümünü, en ince ayrıntısına dek kapsıyordu. İyi düşünülmüş ve en küçük ayrıntıya dek herşey hesaplanmıştı. 433 maddeden oluşuyordu. Türkler, “Orta Asya’ya sürülmüyor” ama 600 yıllık büyük bir imparatorluk, parçalanıp sömürgeye dönüştürülüyor ve geri dönüşü olmayan bir biçimde ortadan kaldırılıyordu.

    Sevr’in siyasi ve ekonomik hedefi; bugün, değişik adlar ve biçimler altında gerçekleşmiş durumdadır. Silahla kazanılan ve tarihin her döneminde her ülkede gerektiğinde silahla korunan ulusal haklar, küreselleşme ya da serbest ticaret adına ve hemen hiçbir sınır konmadan yabancılara devredilmiştir. Türkiye, Sevr’in amaçladığı gibi, bugün bir açık pazar ya da yarı-sömürge durumuna getirilmiştir.

    Türkiye, Atatürk’ten sonraki süreçte; silahlı güç kullanılmadan, ekonomi ve siyaset yoluyla ve işbirlikçiler aracılığıyla egemenlik altına alındı. 21.Yüzyıla gelindiğinde; ekonomisi çökertilmiş, yeraltı-yerüstü varsıllıkları paylaşılmış ve büyük bir borç yükü altına girmişti. Gizli işgal olgusunu yaşıyordu. Ancak, hala güçlü bir orduya ve savaşkanlık geleneğine sahipti. Sıra onun güçsüzleştirilip dağıtılmasına gelmişti. AKP dönemindeki kumpaslarla önce güçsüzleştirildi, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra yürürlüğe konan OHAL kararnameleriyle; ordu, tarihsel geleneklerinden koparılarak yokoluş sürecine sokuldu.

    Sevr ve Ordu

    Sevr Anlaşması’nda, savaş sonrasında yenen-yenilen arasında yapılan başka anlaşmalarda pek görülmeyen ilginç bir yan vardı. Genel bir tutum olarak, yenenler, yenilenlerin ordu gücünü sınırlıyor ya da tasfiye ediyordu. Ancak Sevr’de, Türk ordusunun tasfiyesi yapılırken, alınan onca önleme karşın, geleceğe yönelik kaygı duyuluyor ve bu kaygıyı giderecek önlemler geliştiriliyordu.

    Batılılar, Türklerin kurduğu ordulardan ve savaşım gücünden, tarihin her döneminde korkmuş ve önlem almaya çalışmıştır. Bu korku, onların genlerine işleyen bir gelenek haline gelmiştir. Winston Churchil, Birinci Dünya Savaşı başlarken; Türkler için, “kolayca yutulur, eli ayağı tutmaz ve meteliksiz” 3  diyordu ama İngilizler Türklerin ilerde bir gün yeni bir ordu kurmasından ciddi biçimde korkuyor ve bunu önlemek için elinden geleni yapıyordu. Sevr, bu amacı gerçekleştirecek yaptırımlar düzeninin, Türklere kabul ettirilerek uluslararası antlaşma haline getirilmesiydi.

    İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon, Sevr Antlaşması’na çok güveniyor ve antlaşmadan sonra, Türkler’in artık askerlik yapamayacağını söylüyor ve alaylı bir dille; “Türkler için, askerlik mesleği tümüyle kapanmıştır. Kuşkusuz, Türkler askerlik yapmak isterlerse, başka bir yere gidebilirler. Fransız lejyonu onları kabul edecektir. Ancak, İngiltere buna bile karşıdır. Çünkü Türkler öteki düşmanlarımızdan farklıdır, başka bir yerde bile askerlik yapmaları iyi değildir. Türkiye’ye dönüp yeni bir askeri dönem başlatabilirler” diyordu. 4 

    Sevr’in Orduyla İlgili Kararları

    Sevr Antlaşması’nda, Türklerin bir daha ordu kuramaması için her türlü önlem alındı ve bunlar padişaha kabul ettirildi. Antlaşmanın 152’den 208’e dek 56 maddesi, ordusuzluğu sağlayacak yaptırımları kapsıyordu. Her madde, bir başka maddenin tamamlayıcısı oluyor ve kesin kurallara bağlanmış uygulamalar seti, sağlam bir bütünlük oluşturuyordu.

    Sevr koşulları o denli ağırdı ki, bu antlaşmayı kabul eden herhangi bir ulusun yeniden ordu kurması gerçekten mümkün değildi. Ancak, Sevr’in imzalandığı günlerde Mustafa Kemal, Anadolu’da yokluklar içinde yeni bir ordu kuruyor, Londra’da alaycı açıklamalar yapan Curzon’a, sözle değil eylemle yanıt veriyordu.

    Ordudan Polis Gücüne

    OHAL kararlarıyla, Jandarma tümüyle İçişleri Bakanlığı’na, kuvvet komutanlıkları Milli Savunma Bakanlığı’na bağlandı. Sivillerin orgeneral rütbesiyle jandarma genel komutanı olabilmesi sağlandı (bu uygulama, Abdülhamit’in okuma yazma bilmez kimi kişileri paşa yapmasına benzemektedir). Genel Kurmay’la kuvvet komutanlıkları birbirinden ayrıldı. Genel Kurmay Başkanı, sivil dönemlerde ordu komutanı olmaktan çıkarıldı… Bu uygulamaların açık olmayan anlamı, ordunun polis gücü haline gelmesi yani tasfiye edilmesiydi.

    Sevr’in 152.maddesi, Türk ordusunu tasfiye ederken, silahlı güç olarak, yalnızca üç küçük birim bırakıyordu. Bu üç birim; padişahın güvenliğini sağlayacak 700 kişilik özel koruma birliği (hassa alayı), “içerde düzen ve güvenliği sağlayacak ve azınlıkların korunmasını güvence altına alacak” 35 bin kişilik jandarma birlikleri ve “önemli karışıklık durumunda jandarma birliklerini destekleyecek” 15 bin kişiyi aşmayacak özel birlikler. 5 

    Askeri Eğitim

    OHAL kararlarıyla; ilki 1789’da kurulan (Harbiye-i Umumiye) askeri liseler; 1834’te kurulan Kara Harp Okulu, 1873’te kurulan Deniz Harp Okulu ve 1848’de kurulan Harp Akademisi kapatıldı. Cumhuriyet döneminde eriştiği eğitim düzeyiyle uluslararası üne kavuşan bu kurumlar, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin nitelikli subay gereksinimini karşılıyordu.

    Sevr’in 168.ci maddesi; askeri liseleri, Kara ve Deniz Harp Okullarını ve Harp Akademisi’ni kapatıyor, Anadolu’daki her imtiyaz bölgesi için 1 subay okulu ve bir astsubay okulunun açılmasına izin veriyordu. Bu okullara girecek öğrencileri ve sayısını, Müttefikler Arası Denetleme ve Örgütlenme Komisyonu belirliyordu. 6 

    AKP’nin kuracağını açıkladığı ve imam hatiplilerin de gireceği bir adet askeri üniversite düşüncesi, yüzyıllık Sevr anlayışının güncel versiyonuydu.

    Askere Alma

    AKP, yönetime geldiği 2002’den bugüne dek zorunlu askerlik süresini birkaç kez düşürdü ve kısa dönem adını verdiği bir biçimle 5 aya dek indirdi. 15 Temmuz’dan sonra, daha da indirileceği açıklandı. 7  Bedelli askerlik adıyla, para ödeyerek askere gitmemeyi sağlayan uygulamada, bedel küçültülerek yararlanacak kitle sürekli genişletildi. Profesyonel ordu söylemiyle, ordu maaşlı çalışanlardan oluşan bir tür polis teşkilatına dönüştürülmeye çalışıldı.

    Sevr’in “Askere Alma” başlığını taşıyan 165.maddesi; zorunlu askerliği kaldırıyor, barış döneminde 36 ay olan askerlik süresini 12 aya indiriyordu. Ayrıca, askerlik (jandarmalık demek daha doğru olur çünkü ondan başka silahlı bir güce, hassa alayı dışında izin verilmiyordu), “etnik köken ve din ayrılığı gözetmeksizin”, Osmanlı uyrukların tümüne açılıyordu. Bu madde, hem subayları hem de erleri kapsıyordu. 8 

    Bu maddeye dayanılarak, özellikle Fransızların işgal ettiği bölgelerde, Ermenilerden oluşan Osmanlı Jandarma birlikleri kuruldu, bunlar Türk halkına şiddet uyguladı, kırım yaptı.

    Donanma ve Deniz Kuvvetleri

    AKP döneminde, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı, örneği yalnızca Türkiye’de değil herhalde dünyada olmayan, şiddetli bir saldırı ve tasfiye hareketi düzenlendi. Saldırı ordunun tümüne yönelikti ancak hava ve özellikle de deniz kuvvetleri ana hedef durumuna getirilmişti. Büyük bir gelişme içindeki Deniz Kuvvetleri, kendi gemisini yapar hale gelmiş, çok nitelikli bir komuta düzeni sağlamıştı. Yüzlerce rütbeli subay ordudan atıldı, hemen hepsi tutuklanarak cezaevine kondu. 15 Temmuz’dan sonra, OHAL kararnameleriyle, Deniz Kuvvetleri’nin liman, fabrika ve tersaneleri elinden alındı, gemi yapması önlendi. 9 

    Sevr Antlaşması’nda, deniz ve hava kuvvetlerinde uygulanacak yaptırımlara özel önem verilmiş ve bu yaptırımlar 15 ayrı maddede ayrıntılı biçimde ele alınmıştır. İşgalciler, bu iki gücü sıfırlamak için gereken her türlü önlemi düşünmüşlerdi.

    Antlaşma’nın 181.nci maddesi, Osmanlı savaş gemilerinin tümünün, müttefik güçlere “kesin olarak teslim edilmiş sayıldığını” söylüyor; Türkiye’de, “balıkçılık ve polis hizmetlerinde kullanılacak”, 7 gambot ve 6 torpidodan başka savaş gemisinin bulunmasına izin vermiyordu. 10 

    184.Madde, “Türkiye’de yapılmakta olan bütün gemiler yok edilecektir” diyor; 188.madde, Deniz Kuvvetleri’ne alınacak subay ve erlerin sayı ve niteliğine, Müttefiklerarası Deniz Kuvvetleri Denetleme Komisyonu’nun karar vereceğini söylüyordu. 11 

    Hava Gücü

    Türkiye, Cumhuriyet’le birlikte ve Atatürk’ün öngörüsüyle havacılıkta büyük atılımlar yapmış uçak fabrikaları kurmuştu. O ölünce fabrikalar kapatıldı ve havacılıkta tümüyle dışa bağımlı hale gelindi. ABD, Türkiye’ye savaş uçağı satıyordu ama mülkiyetini vermiyor, fabrika kurulmasını da önlüyordu. Uçak yapmak adeta yasaklanmıştı. Bu tutumun da kökleri Sevr Antlaşması’na dayanıyordu. AKP dönemindeki kumpas davalarında, en büyük darbeyi, Deniz Kuvvetleri’nden sonra Hava Kuvvetleri alıyor, onlarca nitelikli subay ordudan atılıyor ya da ayrılıyordu.

    Sevr’in 191.maddesi, Türk ordusuna henüz girme aşamasında olan hava gücünü kesin olarak yasaklıyor ve “Türkiye’nin askeri kuvvetlerinin hiçbir biriminde hava kuvveti bulunmayacaktır” derken. 192.Madde, “işbu antlaşma yürürlüğe girişinden başlayarak iki ay içinde Türk kara ve deniz kuvvetlerinde kadrolu olan bütün havacı personel terhis edilecektir” deniyordu. 12 

    Hava Sahası

    AKP, 15 Temmuz darbe girişiminden bir hafta önce, Türk hava sahasını NATO’ya açmıştır. İncirlik başta olmak üzere hemen tüm hava üslerini ABD’ye kullandırmaktadır.

    Bu uygulamanın da kökleri Sevr’e dayanmaktadır. 193.Madde şöyle söylemektedir; “Müttefik devletlerin uçakları, Türkiye’nin tümünde; havadan transit geçiş ve iniş özgürlüğüne sahip olacaktır”. 13

    Cehaletin Sonu İhanet

    Tarih affetmiyor. Geçmişten ders almayanlar benzer olayları yeniden yaşıyor. Bu gerçek, insanlar için olduğu kadar toplumlar için de geçerli. İnsanın geçmişten ders almaması, kişiyi ilgilendiren sonuçlar doğuruyor ancak sözkonusu toplum olduğunda, meydana gelen olumsuzluklar milyonlarca insanı etkiliyor. Toplumsal çözülme ve çatışmalar ortaya çıkıyor.

    Bir toplumun yaşamı ve geleceği için en büyük tehlike, bilgi ve bilinçten yoksun yetersiz kişilerce yönetilmesidir. Her toplum kendine uygun yöneticiler tarafından yönetilir yaklaşımı yanlış değildir. Ancak, kimi toplumlar kimi dönemlerde uygun olmayan yöneticiler tarafından yönetilebilir yaklaşımı da yanlış değildir. Toplumun gelişme isteğine uygun olmayan yöneticiler, kimi özel dönemlerde yönetime gelebilir ve baskı uygulayarak geçici egemenlikler kurabilir. Toplumsal gelişim yasalarıyla çelişen bu tür gerici ve tutucu egemenlikler kalıcı olamaz ancak insanların acı çektiği çalkantılara neden olur. Tarih, yöneten-yönetilen ilişkisinin uyumsuzluğu nedeniyle, ülkeleri felakete sürükleyen olaylarla doludur.

    Türkiye, bilgi ve bilinçten yoksun yetersiz kişiler tarafından yönetilmekte ve kaçınılmaz olarak çalkantılı bir yöne doğru gitmektedir. Sevr gibi bir antlaşmadan, Kurtuluş Savaşı gibi bir mucizeyle kurtulunmuşken ve geleceğe umutla bakan uygar bir toplum yaratılmışken; bugün aynı noktaya gelmek tarihte örneği olmayan bir geri dönüştür. Toplumsal bir trajedidir.

    Yüz yıl aradan sonra Sevr’i kendi ülkesinde uygulayan bir yönetim için en uygun tanımı kuşkusuz tarih verecektir.


    1  “Osmanlı İmparatorluğu’nda Ayrılıkçı Arap Örgütleri” Arba Yay., 2. Bas., İst.-1993, sf.103
    2  “Devrim Hareketleri İçinde Atatürk ve Atatürkçülük” Tarık Zafer Tunaya, Arba Yay., 3.Baskı, sf.141 ve “Çanakkale Olayı” David Walder, İst. 1971, sf. 287 ak. D.Avcıoğlu “Milli Kurtuluş Tarihi” İst. Mat. 1. Cilt sf.35
    3  “Goben’in Kaçışı ve Türkiye Savaşta” Richard Humble, “20. Yüzyıl Tarihi”, Arkın Kit., 11 Mart 1970, 18.Sayı, sf.346
    4  “Milli Kurtuluş Tarihi” D.Avcıoğlu, I.Cilt, İst.Bas., İst.-1974, sf.106
    5  “Mondoros, Sevr, Lozan Antlaşmaları”, İbrahim Sadi ÖZTÜRK, Ankara Ticaret Odası Yayını, sf.90
    6  a.g.e. sf.95
    7  Mili Savunma Bakanı açıkladı: Askerlik süresi kaç ay olacak;
    8  a.g.e. sf.94
    9  “Yüksek Askeri Şura Sivilleşti, Askeri Tersaneler Bakanlığa Bağlandı”,
    10  “Mondoros, Sevr, Lozan Antlaşmaları”, İbrahim Sadi ÖZTÜRK, Ankara Ticaret Odası Yayını, sf.105
    11  a.g.e., 107 ve 108
    12  a.g.e.sf. 110
    13  a.g.e.sf. 110

    Metin AYDOĞAN, 20 Eylül 2016

  • Peşmerge, PKK ve HDP bir araya geliyor!

    Peşmerge, PKK ve HDP bir araya geliyor!

    23456

     

    21.09.2016

    Irak’ın kuzeyinde Kürt konferansı toplanıyor. Peşmerge, PKK ve HDP bir araya gelecek!

    Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde ağırlanan Barzani’nin peşmerge generali PKK’ya sahip çıkmasının ardından yeni bir skandal daha yaşandı.

    Barzani, Irak’ın kuzeyinde Kürt Konferansı’nı topluyor. Son dönemde AKP ile ilişkileri iyice ilerleyen Barzani’nin, PKK’nın siyasi temsilcisi HDP’ye özel davet gönderdiği ortaya çıktı.

    21-24 Eylül tarihlerinde HDP heyeti de toplantıya katılacak

    HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş başkanlığındaki bir heyet, 21-24 Eylül’de Peşmerge Yönetimi’nin Hevler ve Süleymaniye kentlerini kapsayan bir ziyaret yapacak.

    HDP’den yapılan açıklamaya göre heyette Kadın Meclisi Sözcüsü ve Siirt Milletvekili  Besime Konca, Eş Genel Başkan Yardımcısı Fatma Kurtulan, Eş Genel Başkan Yardımcısı ve Van Milletvekili  Nadir Yıldırım ile İstanbul Milletvekili  Celal Doğan, Diyarbakır Milletvekili İmam Taşçıer, Mardin Milletvekili  Mithat Sancar, Diyarbakır Milletvekili  Nimetullah Erdoğmuş, Urfa Milletvekili  Osman Baydemir, ve Parti Meclisi Üyesi Abdullah Alagöz bulunacak.

    Sözde ‘Kürt sorunu’ konuşulacak

    Heyet, Peşmerge Yönetimi Başkanı Mesut Barzani, Cumhurbaşkanı ve YNK Lideri  Celal Talabani, “Peşmerge Hükümeti Başbakanı” Neçirvan Barzani, Gorran Hareketi Genel Başkanı  Noşirvan Mistefa, PDK (Kürdistan Demokratik Partisi) ile YNK (Kürdistan Yurtseverler Birliği) politbüro temsilcileri ile Yekgirtu, Komala, Tevgera Azadi liderleri ve çeşitli sivil toplum örgütleri ve kurumlarla bir araya gelecek.

    Yeniçağ

     

     

  • HANGİ KIBRIS’I KURTARALIM?

    HANGİ KIBRIS’I KURTARALIM?

    fotograf

     

    HANGİ KIBRIS’I KURTARALIM?

    Hüseyin MÜMTAZ

     

    Suriye, Çukurca, 15 Temmuz derken Kıbrıs’ı unuttuk zannedilmesin?

    (Yoksa o üç bahaneden yararlanılarak Kıbrıs’ta saman altından su mu yürütülüyor?)

    Okuyucu bilir, “Kıbrıs” derken “Türk Kıbrıs”ı kastederim.

    O halde başlıktaki soruyu tercüme edilmiş haliyle bir daha soralım;

    “Hangi KKTC”yi kurtaralım?

    Konuyla ilgili üç uzun alıntı yapacağım. Sıkılmadan, usanmadan, sabrınızın sınırlarını zorlayarak okuyun lütfen.

    İlk kaynağım, siyasi bakış açımın farklı olmasına rağmen görüş ve düşüncelerine ilgi duyduğum Birikim Özgür’den…

    Özgür soruyor; “KKTC’de asayiş berkemâl mi?” (Paragraf numaralandırılması tarafımdan yapılmıştır)

    “1.Ülkemizde adi suçlar gazete manşetlerinden inmez oldu. 5 günde 2 kuyumcu soyuldu. Suçluların en kısa sürede bulunması ve yargıya teslim edilmesi gerekiyor. Bu konuda iki kişinin tutuklanıp mahkemeye çıkarılması ve haklarında üçer gün tutukluluk kararı alınması önemli bir gelişme.

    2.Diğer yandan, bizim yasalarımız İnternet üzerinden yurtdışında bahis oynatmaya ve/veya bu hizmetin sunulmasına aracılık etmeye izin vermekte. Şans Oyunları Hizmetleri Vergi Yasası’nda bunun vergi oranları da belirlenmiş durumda. İzinsiz kumar oynanması veya oynatılması ise yasak. Şans Oyunları Yasası’na göre bunun para ve/veya hapislik cezası da var. Türkiye geçtiğimiz hafta kalktı, oturdu. Yurtdışından (KKTC dahil) oynatılan bahis oyunları nedeniyle kayıp 40 milyar TL civarında! Operasyonlar düzenleniyor. KKTC’de izinsiz bu işi yapanlar için sadece ‘bin avroya kadar’ para cezası ve/veya ‘bir yıla kadar hapislik’ gibi caydırıcı olmayan cezalar öngörülmüş. Kaldı ki bu iş izinli yapılabilmekte yani serbest. O halde siyasete burada büyük iş düşmüyor mu?

    Hükümet sadece ‘izliyor’, yani sessiz… Herhangi bir yasal düzenleme henüz Meclis’e gönderilmiş değil. Neden acaba? Eğer Türkiye 40 milyar TL kaybediyorsa KKTC’de apartman dairelerinde, evlerde, üniversite öğrencilerinin kaçak çalıştırıldığı ortamlarda kaçak ya da izinli bet ofislerinin bulunması asla düşünülemez. Derhal gerekli yasal düzenlemeler yapılarak internet üzerinden yurtdışında bahis oynatma da yasaklanarak derhal bu sözde yazılım şirketleri tespit edilerek en ağır şekilde cezalandırılmalıdır.

    3.Bir başka dikkat çekici konu ise Türkiye’de yaşanan darbe girişimi sonrasında FETÖ terör örgütünün KKTC’deki varlığına ilişkindir. T.C. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, birkaç hafta önce, ‘KKTC’de FETÖ terör örgütü listesine alındı. Başbakan Hüseyin Özgürgün’e ve KKTC hükümetine teşekkürlerimi iletiyorum. Buralara kaçanlar da var onları da getireceğiz’ dedi. Eğer T.C. Dışişleri Bakanı böyle bir açıklama yapmışsa, muhakkak bu konuda iki devlet arasında gerekli bilgi alış-verişi de sağlanmıştır. Ne var ki KKTC’de bu konuda derin bir sessizlik var. Türkiye bu isimleri KKTC’ye bildirdi mi? Bildirilmemişse, kamuoyuna bu yönde bir açıklama yapılmalıdır. Eğer bildirilmişse ve henüz bu kişilerin yakalanmasına ilişkin operasyonlardan sonuç alınamamışsa, bu konuda da halkımızın bilgilendirilmesi şarttır. Sessizlik kötü bir şey! Hükümetin daha duyarlı ve ciddi bir tavır sergilemesi gerekiyor…

    4.Ülkemizde çok ciddi yapısal sorunlar var. Kamu maliyesinin sürdürülemez yapısı ve mali yönden dışa bağımlılık en ciddi sorun olarak tüm diğer yapısal sorunlarımızın çözümünü de güçleştirmekte ve ‘reformların finansmanı’ noktasında hatta kamunun cari harcamalarının karşılanmasında dahi işbirliklerini de zorunlu kılmakta. Kamu maliyesini sürdürülebilir bir yapıya kavuşturma mücadelesinde politik irade ve kararlılık şart.

    Ülkemizde şeffaflığın ve kamu ciddiyetinin temel göstergesi olması beklenen kamu ihalelerine güvenin ciddi şekilde düştüğü bir dönemden geçmekteyiz. İhalelerin yandaşlara peşkeş çekildiği yönünde duyumlar var. Bir başka duyum ise elektrik kurumuna yağyakıtla (fuel-oil) çalışan dört yeni dizel motor alınacağı yönünde. Bunu da hem teknik yönden hem de alım şekli bakımından mercek altına almakta büyük yarar var.

    ‘Asayişin’ berkemal olmaması ile ‘yapısal dönüşüme ve kamu kaynaklarının etkin kullanımına dair politik irade ve kararlılık sergilenmemesi’ arasında bir mantık ilişkisi kurmak dahi mümkün.

    O halde, elde delil olmaksızın herhangi bir kişiyi suçlama hatasına da düşmeden, bir yerden başlamak gerekmiyor mu?

    ‘Asayiş’ sorununun üstüne gitmek, bu sorunları tartışmak, eğer varsa ilişkileri ortaya çıkarmayı denemek, en azından bu konuyu gündeme taşımak ve farklı görüşlerden haberdar olmak belki bir kapı aralayabilir.

    Ne dersiniz?” diye soruyor Özgür…

    İkinci alıntıyı da “Bu ülkeye ne oldu?” diye soran Didem Menteş’den yapacağım.

    “Ülkede olaysız an geçmiyor, ya birileri tecavüze uğruyor ya bıçaklanıyor ya da bir yerler soyuluyor, kundaklanıyor…  Mahkeme koridorları suçlularla dolarken, mahkeme salonları artık zanlılara yetmez vaziyette. Sokaklar polis operasyonlarına sahne olurken, suçlular da aramızda gezmeye, suçlar artmaya devam ediyor…

    Özellikle Başkent Lefkoşa’da 10 Eylül’de Taşkınköy’deki Erdinç Kuyumculuğun soyulması ardından 5 gün sonra Küçük Kaymaklı’daki Assos (Altınbaş) Kuyumculuğun soyulup soğana çevrilmesi Teksas’a döndüğümüzün bir göstergesi oldu. Öte yandan Lefkoşa’da 19 Şubat’ta King Oto Plaza, Özmerhan Ltd ve Opel Plaza isimli iş yerine aynı anda yanıcı madde dökülerek ateşe verilmesi korku yaratmıştı.

    Girne’de bir köyde 24 yaşındaki engelli bir kıza tecavüz edilmesinin yansı sıra 24 Haziran’da Lefkoşa Kızılbaş bölgesinde 5 yaşındaki kız çocuğunun tecavüze uğraması ise ülke gündemine bomba gibi düşmüştü.

    Bu olaylar yılın ilk 8 ayında yaşanırken, polis verilerine yansıyan suçlar da ülkedeki ürkütücü tabloyu ortaya koydu. YENİDÜZEN’in Polis Basın Subaylığından elde ettiği verilere göre 1 Ocak ila 31 Ağustos 2016 tarihleri arasında 555 suç meydana gelirken, bu suçlardan 952 kişi gözaltına alındı.

    Bu suç türleri içerisinde ‘adam öldürmeye teşebbüs’, ‘yaralama’, ‘ev açma’, hırsızlık’, ‘kundaklama’, ‘kasti hasar’ ve ‘kumar oynamak’ suçları yer aldı. Raporda ‘tecavüz’ suçlarına ise yer verilmedi.

    Verilere göre en fazla ‘hırsızlık’ olaylarının yaşandığı dikkat çekerken, kundaklama olayları dahil ‘kasti hasar’ suçları da ilk sıralarda yer aldı.

    Suç türlerinin bölge dağılımlarına bakıldığı zaman en fazla suç Başkent Lefkoşa’da işlendi. Lefkoşa’yı ise 33 olay ile Güzelyurt ilçesi izledi. Lefkoşa’da 175 olay ile 175 kişi, Mağusa’da 146 olay ile 335 kişi, Girne’de 151 olay ile 284 kişi, Güzelyurt’ta 33 olay ile 54 kişi ve İskele’de 50 olay nedeniyle 103 kişi hakkında işlem yapıldı.

    Polis raporlarına göre bu yıl içerisinde bir kez ‘adam öldürmeye teşebbüs’ suçu meydana geldiği görüldü. Güzelyurt’ta bir restoranda meydana gelen olayda 1 kişi tutuklanarak hakkında dava açılmıştı. 2016 yılında meydana gelen suçlar içerisinde ‘yaralama’ olayları da dikkat çekti. Lefkoşa’dan İskele’ye kadar her ilçede yaralama olayları meydana gelirken, bu rakam 24 olarak kayıtlara geçti. İlçe bazında 9 yaralama olayıyla Başkent Lefkoşa ilk sırada yer alırken, bu sırayı 7 yaralama olayıyla Mağusa takip etti. Girne’de 4, Güzelyurt’ta ise 2 yaralama olayı meydana gelirken, İskele’de 1 yaralama suçu gerçekleşti. Bu olaylardan 24 kişi gözaltına alındı.

    Soygun olayları başta olmak üzere ülkede meydana gelen hırsızlık suçları yine başı çekti. Polis verilerine göre ilk 8 ayda 231 hırsızlık olayı meydana gelirken, 287 kişi bu suçtan dolayı gözaltına alındı. Hırsızlık olaylarının en fazla yaşandığı yer Lefkoşa oldu. İlk 8 ay içerisinde Lefkoşa’da 100 hırsızlık olayı yaşanırken, 58 hırsızlık olayıyla Girne ikinci sırada yer aldı. Girne’yi 40 ayrı hırsızlık olayı ile Mağusa takip ederken, Güzelyurt’ta 21 olay, İskele’de ise 12 hırsızlık olayı meydana geldi. Bu olaylarda yakalanan suçlu sayısına bakıldığı zaman ise Lefkoşa’da 100; Mağusa’da 58; Girne’de 78; Güzelyurt’ta 34 ve İskele’de de 17 kişi tutuklandı.

    Bu arada Eylül ayında ise Lefkoşa’da 2 soygun olayı meydana geldi. Bu soygun olaylarıyla ilgili soruşturma sürerken, şu anda 1 kişi gözaltına alındı.

    Hırsızlık patlamasının  yansıra ülkede dikkat çeken suç türlerinden biri de ‘ev açma’ oldu. Yılın ilk sekiz ayında 85 ev açma olayı meydana gelirken, bu olaylarla ilgili olarak 101 kişi tutuklandı. Ev açma olaylarında bu kez Girne bölgesi ilk sırada yer aldı. Girne’de 38 kişinin tutuklandığı 32 ev açma olayını, 26 kişinin tutuklandığı 21 ev açma suçuyla Mağusa izledi. Lefkoşa’da ise 18 ev açma olayından 18 kişi tutuklanırken, bu rakamı 15 kişinin tutuklandığı 12 ev açma olayının meydana geldiği İskele bölgesi takip etti. Güzelyurt’ta ise 2 ev açma olayı gerçekleşirken 4 kişi bu suçlardan dolayı tutuklandı.

    Ülkede yoğun olarak yaşanan olaylar içerisinde ‘kasti hasar’ suçları da dikkat çekti. Polis verilerine göre ilk sekiz ayda 90 kasti hasar olayı meydana gelirken, 102 kişi hakkında bu olaylarla ilgili yasal işlem yapıldı. En fazla Lefkoşa’da gerçekleşen kasti hasar olayları, en az Güzelyurt bölgesinde yaşandı. Lefkoşa’da 29 kasti hasar olayında 29 kişi, Mağusa’da 26 olayda 29 kişi, Girne’de 22 olayda 30 kişi, İskele’de 7 olayda 8 kişi ve Güzelyurt’ta 6 kasti hasar olayından 6 kişi tutuklandı.

    Bu yıl en dikkat çeken olaylar içerisinde yer alan kundaklama olayları da verilere yansıdı. Yılın ilk sekiz ayında 8 kundaklama olayının yaşandığı ülkede, 10 kişi tutuklandı. Lefkoşa’da 5 kundaklama olayında 5 kişi hakkında yasal işlem başlatılırken, Mağusa’daki 3 olayda ise toplam 5 kişi zanlı olarak kayıtlara geçti.

    Kıbrıslı Türkler için yasak olan kumar suçu da polis verilerindeki yerini aldı. Ocak ila Ağustos ayları içerisinde 117 kumar suçundan dolayı 428 kişi hakkında yasal işlem başlatıldı. En fazla kumar oynan ilçe olarak Mağusa ilk sırada yer alırken, bunu Girne ve İskele izledi. En az kumar oynanan ilçe ise Güzelyurt oldu. Kumar suçundan Lefkoşa’da 14 kişi; Mağusa’da 211 kişi; Girne’de 134 kişi; Güzelyurt’ta 7 kişi ve İskele’de 62 kişi kumar oynamaktan işlem gördü”.

    KKTC’deki “mevcut durumu” anlatan üçüncü alıntım yine “muhalefet”ten, TDP Milletvekili, Psikiyatrist Prof. Dr. Mehmet Çakıcı’dan:

    Ülkede uyuşturucu ile mücadelede önlemlerin yetersiz olduğunu belirten Çakıcı, “Mücadele vardır deniliyor ama mücadelenin çok başındayız” diye konuştu. Çakıcı, Uyuşturucu ile Mücadele Komisyonu’nun 2015 yılında YDÜ’de dört büyük çalışma yaptığını belirterek, ilkokul, ortaokul ve liselerde yaygınlık yanında bir de ev çalışması yapıldığını kaydetti. Çakıcı, yapılan çalışma sonucuna göre, yıllara göre uyuşturucu kullanımının arttığını ifade ederek, ilk kez 2015 yılında ilkokullar üzerinde bir çalışma yapıldığını ve yabancı madde kullanımının ilkokullarda,  yüzde 1,2 olduğunu açıkladı.

    Çakıcı, yapılan araştırmada liselerde yasa dışı madde kullanımının 1996 yılında yüzde 2’den 2015 yılında yapılan araştırmaya göre yüzde 5,6’ya yükseldiğini belirterek, geçmiş yıllara bakıldığında artışın üç katı olduğunu söyledi. Uyuşturucu kullanımının halk arasında 2003 yılında yüzde 3 olduğunu, 2015 yılında yapılan çalışmalarda bu oranın yüzde 8’e çıktığını kaydetti. Çakıcı, uyuşturucu kullanımının ilkokullara kadar indiğini ifade ederek, halk arasında da giderek artmakta olduğunu söyledi. Çakıcı, uyuşturucu kullanımının önüne geçmek için önleme programı hazırlanması gerektiğinin altını çizerek, liselere yönelik hazırlanan eğitim programının 16 yıl önce hazırlandığını anımsattı.

    Evet, şimdi ister şapkanızı önünüze koyup, ister bir bardak soğuk su içip düşünmeye başlayın…

    Hangi Kıbrıs’ı kurtaralım.

    Kuzey Kıbrıs bu hâle nasıl geldi?

    Biz ne yaptık, kim ne yaptı yahut kimler neleri yapmadı da böyle oldu?

    Üç alıntım da “muhalefet” cephesinden… Üç, beş aylık iktidarı eleştirmeleri; yılların sorunu/birikimi olan bütün bu meselelerin mevcut iktidarın yanlışları sonucu oluştuğunu ortaya çıkarmaz.

    Geçen sene kendileri iktidardaydı. Yazdıklarını hiç eleştirmiyorum çünkü fotoğrafı geniş açıdan ve renkli çekmişler.

    Mevcut ve gelmiş geçmiş bütün iktidar(lar) da sorumluluğu; “Ne yapayım, polis bana bağlı değil” mazeretinin arkasına sığınarak üzerinden atamaz.

    Yargı da; “Kararlarım uygulanmıyor” diyemez.

    Yasama, yürütme ve yargı ayrı ayrı “durum felaket” diyorlarsa taşın altına kimin önce elini koyacağı düşünülmelidir artık.

    Gökten başlarına taş düşse Türkiye’den bilen kırma “navigötor” linobambakiler yukarıda sayılan bütün olumsuzlukları Türkiye’ye bağlarlar.

    Devletten, Türkiye’nin uydusu “Türk”sat’a çıkmak için yine devletten para alan tv kanallarında sabahtan akşama devlete ve Türkiye’ye söverler.

    En basiti; KKTC’de kasabalar arasındaki yollar çöple, atıklarla, her türlü pislikle doluymuş, hep Türkiye’den gelenler kirletiyormuş.

    Peki öyleyse; Türkiye’nin binlerce kilometre uzunluğundaki devlet otoyollarını Kıbrıslılar mı temiz tutuyor?

    “Rum tarafı temiz, tertipli, aynı Avrupa” diyenler bırakın köyleri, Lefkoşa Dereboyu’nu, Girne antik liman üstündeki sokakları kimin kirlettiğini düşünüyorlar?

    “Federal yargı” hazırlığı yapılıyor, Amerikalılar gelip “federal polis” çalıştayları düzenliyor.

    Bu kafayla, bu yabancı hayranlığıyla giderseniz, muhayyel/müstakbel federasyonun hangi katmanında kendinize yer bulabileceğinizi zannediyorsunuz?

    Şimdi sınıfta herkes birbirine baksın ve suçu/günahı en az olan parmak kaldırsın.21 Eylül 2016

     

  • Kalleş ve alçak

    Kalleş ve alçak

    husnumahalli

    Çarşamba günkü yazının başlığı ‘Yan çizmek’ idi.

    ABD ve müttefiklerine asla güvenilmeyeceğini anlatmaya çalıştım.

    Bir gün sonra ABD İsrail’e 38 milyar dolarlık yardım paketi anlaşmasına imza attı.

    ABD 1950-2015 döneminde İsrail’e 260 milyar dolar vermiş.

    ABD bu parayı Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleriyle olan karanlık ve kanlı ilişkilerinden kazandı.

    ABD bu parayla Müslümanları Müslümanlara kırdırdı.

    İran-Irak savaşı, Saddam’ın Kuveyt işgali ve son olarak ‘Arap Baharı’.

    Trilyonlarca dolar.

    Milyonları aşan ölü, yaralı, dul ve yetim.

    Her yeri kaplayan sınırsız acılar.

    Başka türlüsü olamazdı.

    Emperyalistlerin ve onların işbirlikçi yerel gerici müttefikleri başka olamazdı.

    Herkes İsrail için çalıştı çalışıyor.

    Irak ve Suriye bunun son örneği.

    Birçok kez söyledim ve söyleyeceğim:
    Dünya tarihinde benzeri bir saldırı yaşanmadı.

    100 ülke, 100 bin yerli ve yabancı ruh hastasıyla birlikte Suriye halkının üzerine çullandı.

    5 yıl geçti Suriye halkını yenemediler ve asla yenemeyecekler.

    Onurlu Suriye halkı sonsuza dek var olacaktır.

    Alçak korkak ve hainler hariç.

    Onlar da emperyalizme, Siyonizm’e ve uşaklarına hizmet etmeyi sürdürecek.
    Şimdi olduğu gibi.

    Üç haftadır TSK kuzey bölgelerinde Suriye devletine karşı savaşan ÖSO ve müttefiki ruh hastalarına yardım ediyor.

    Bir haftadır İsrail uçakları Golan bölgesine saldırılarını yoğunlaştıran Nusra’ya destek veriyor.

    Önceki akşam ABD uçakları ülkenin doğusunda IŞİD’e karşı savaşan Suriye askerini bombaladı.

    Yedi dakika sonra saldıran IŞİD o bölgeyi ele geçirdi.

    Emperyalistler, Siyonistler ve bölgesel ve yerel işbirlikçileri her taraftan saldırıyor.

    Doğudan, Güneyden ve Kuzeyden.

    Kalleşçe ve alçakça.

    Haziran 2014’de Musul işgali sonrasında kurulan Uluslararası Koalisyon, IŞİD’e değil Suriye devletine, halkına ve ordusuna karşı savaşıyor.

    Hiç birinin IŞİD’ten farkı yok.

    Nusra, ÖSO ve onlarca benzeri gruptan da.

    Hepsi aşağılık yaratıklar.

    Müthiş paraları var.

    Türkiye başta olmak üzere her yerde yeşil sermaye var.

    Yaklaşık iki trilyon dolar.

    CIA ve MOSSAD kontrolünde ve emrinde.

    Sınırsız teknolojik olanaklarıyla.

    Türlü türlü silahları, casus uyduları ve daha neler neler…

    Herşey onların kontrolünde.

    Telefonlarımız, yazışmalarımız ve sosyal medya hesaplarımız.

    Yetmiyor dünyanın her tarafında sayısız radyo, televizyon, ajans, dergi, gazete ve bilumum medya araçları.

    Yetmiyor dünyanın her yerinde satılık dönek ve yalakaları var.

    İnsan bu kadar mı adileşir.

    İnsan bu kadar mı köleleşebilir.

    Karakter meselesi.

    Çoğu zaman da genetik.

    Coğrafyamızın kaderi.

    100 yıl önce Atatürk bu kaderi değiştirmek istedi.

    Emperyalistler ve onların bölgesel uşakları karşı çıktı.

    Karşı çıktığı için 1928’de Müslüman Kardeşler örgütünü Mısır’da kurdular.

    Bu coğrafyanın tüm pisliklerinde bu örgütün rolü ve payı var.

    Yavuz Selim 1517’de Kahire’de Halife ilan edilmişti.

    Atatürk 3 Mart 1924’de Halifeliği kaldırmıştı.

    Siyasal İslamın ne denli tehlikeli olduğunu bildiği için.

    Siyasal İslamın ne denli bağnaz, gerici, çağ dışı ve ilkel olduğunu bildiği için.

    Mezhep düşmanlıklarını körüklediği için.

    ‘Arap Baharı’ Atatürk’ten intikam alma projesidir.

    ‘Arap Baharı’nda emperyalistler ve onların bölgesel ve yerel uşakları Atatürk ve onun ideolojisinden intikam almak istediler.

    Onlar bu hedefte birleşti ama Atatürk ideolojisinin sevdalıları bir araya gelemedi.

    Suriye halkının direnişi onlara örnek olamadı.

    Aydınım diye geçinirler ama emperyalizme hizmet ederler.

    Bilerek bilmeyerek.

    Hala emperyalizmin diliyle konuşurlar…

    ‘Esad rejimi, Esad’ın ordusu, Esad yandaşları, diktatör Esad, neden bırakıp gitmedi…’.

    Kasıtlı değilse tam bir zekâ kıtlığı.

    Suriye halkı ve ordusu olmasaydı Esad’ın hiç bir anlamı yoktu ve olamazdı.

    Bu halk ve ordu dünyanın en büyük saldırısına karşı direndi ve direnecek.

    Bu direniş olmasaydı bugün bu coğrafya ve özellikle ‘Halife ve Sultan’ Erdoğan’ın Türkiye’si çok daha karanlık ve kanlı olacaktı.

    Hala bunu anlamayan varsa cehenneme kadar yolu var.

    Ben bunu ilk günden itibaren anlattım ve anlatmaya devam edeceğim.

    Suriye’nin kurtuluşu için.

    Türkiye’nin daha karanlık olmaması için.

    Ruh hastası Vahabi Suudilerin desteklediği Siyasal İslamcı ruh hastalarının yenilmesi için.

    Onurlu insan Büyük Devrimci Tarık Akan rahat uyusun diye.

    Hüsnü MAHALLİ

  • Rumların müzakerelerden beklentisi çok yüksek … Prof. Dr. Ata ATUN

    Rumların müzakerelerden beklentisi çok yüksek … Prof. Dr. Ata ATUN

    Hiçbir Rum siyasinin veya da emekli olmuş Rum politikacının, Kıbrıs konusunda sürmekte olan müzakerelerin önünün açılması veya sonuca gitmesi veya da “biz de fedakarlıkta bulunalım” düşüncesi ile “Güzelyurt’u, eski ismi ile Omorfo’yu almasak da olur” dediğini duymadım. Bırakın söylemeyi veya teşbih yapmayı, böylesi bir imada bile bulunmadılar bu güne değin. Rumlara göre müzakerelerin sonucu ne olursa olsun illaki Güzelyurt kendilerine iade edilecek. Edilmezse böylesi bir anlaşmaya karşı çıkacaklarmış ve AB’nin bir gün müdahale ederek KKTC sınırları içinde kalan topraklarının kendilerine geri vermesini bekleyeceklermiş.

    Aynı kapsam içinde Gazimağusa’nın hemen bitişiğindeki “kapalı Maraş, eski ismi ile Varosha da geri verilmese de olur” diyene rastlamadım bu güne değin. Makarios’tan beri tüm görüşmecilerin iddiası ve olmazsa olmaz isteği “Kapalı Maraş çevresi ile birlikte, yani Anadolu, Canbolat, Harika, Lala Mustafa Paşa, Namık Kemal, Piyale Paşa ve Zafer Mahalleleri ile birlikte daha ilk günden geri verilsin”dir. Rumlara Kapalı Maraş ve KKTC’nin sebze üretim merkezi olan çevre mahalleleri ve tarlalar daha ilk günden verilmezse asla böylesi bir anlaşmaya “Evet” demezlermiş, çözüm de asla gerçekleşmezmiş ve sabırla AB’nin bir gün müdahale etmesini bekleyeceklermiş.

    Yıllardır kurulan hayaller Rum siyasiler tarafından çok büyük boyutlarda tutulmuş. Kıbrıslı Rumların bütün güvenceleri ve beklentileri son 2 yüz yıldır olduğu gibi hala daha Avrupa Devletlerinden. İllaki bir gün, şimdiki adı Avrupa Birliği olan Hristiyan Avrupa devletlerinin birleşerek, bundan bir asır önce Osmanlı Devletine baskı yapıp, bir tek mermi atmadan ve savaşmadan Yunanistan’ı Osmanlı Devletinden koparıp bağımsız bir devlet haline getirdikleri gibi Kıbrıs adasını da zamanı gelince Kıbrıslı Türklerden temizleyecek ve saf bir Helen adası olarak Rumların egemenliğine verecek olması. Bütün Kıbrıslı Rumların hayalleri bu rüya ile dolu. Bu nedenle de müzakerelerden beklentileri çok yüksek.

    Zannediyorlar ki Birlemiş Milletler denilen tek taraflı düşünen kuruluş ve bu kuruluşun beynini olan Güvenlik Konseyi, Kıbrıs Türk halkı pes diyene dek bu insanlık dışı izolasyonları ve ambargoları kaldırmayacak ve büyük bir ısrarla sürdürecek. Gün gelecek, Kıbrıslı Türklerin içine yerleştirdikleri taraftarları ve provokatörlerin kışkırtması ile Kıbrıslı Türkler bu izolasyonlardan ve ambargolardan bıkacak ve KKTC’yi lav ederek Rumların egemenliği altına girmeyi kabul edecekler.

    Anastasiadis müzakerelerin sonucunda “Dört Özgürlüğün” yani Rumların adanın istedikleri yerine yerleşebileceği, iş kurabileceği, dolaşabileceği ve mal alıp-satabileceğinin daha ilk günden derhal başlayacağını Kıbrıslı Türklerin kabul edeceği beklentisi içinde. Bunu da Kıbrıs Rum halkına çekinmeden her açılışta, her törende daha doğrusu her fırsatta dile getiriyor ama hayal ektiğinin farkında bile değil maalesef.

    İşin ilginç ve garip tarafı hiçbir Rum düşünür ve siyaset bilimcinin bu eşiğin, 2004 yılında yapılan Referandumda çıkan sonuçtan sonra üzerinden atlanıldığını hala daha farkında olmaması. Kıbrıslı Türklerin bir kısmı o dönemde “Kıbrıs sorunu yeter ki çözülsün de biz gene göçmen olmaya, elimizdeki toprakları, işyerlerini ve evlerimizi Rum’a iade etmeğe hazırız” derken günümüzde bunu diyen bir tek Kıbrıslı Türk yok artık.

    Rumlar arasında bazı deneyimli kişiler müzakerelerin nereye doğru gittiğinin ve sonucunun ne olacağının farkına yeni yeni varmaya başladılar. Bunların arasında yer alan Kıbrıs Rum Yönetiminde bir zamanlar Bakanlık yapmış olan eski Planlama ve İnşaat Dairesi Müdürü Yakovus Aristidu’nun bir müddet evvel Rum halkına yönelik yayınladığı önerisi çok ilginç gerçekten. Önerisinde Aristidu özetle “Mülkiyet işi Arap saçına döndü. Kıbrıslı Rumlar KKTC’de emlak işi yapan şirketlerle temasa geçip, en azından bir zamanlar sahibi oldukları malların inkişaf edilmesine ortak olması daha olumlu sonuçlar verecektir” tavsiyesinde bulunmakta.

    İşin garip tarafı bu önerisini de 1977 yılında rahmetlik Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf R. Denktaş ile Makarios arasında gerçekleştirilen Birinci Doruk anlaşmasına dayandırmakta Aristidu. “Mal mübadelesinden söz eden Denktaş’la keşke daha işin başında anlaşsaydık” diyerek Kıbrıslı Rumlara “Kıbrıs Rum Yönetiminin tüm karşı çıkmasına ve yasalarla önlemeye çalışmasına rağmen, Kıbrıslı Türklerle temas kurun ve KKTC sınırları içindeki taşınmaz mallarınızı, Kıbrıslı Türklerin Güney Kıbrıs sınırları içinde bıraktığı taşınmaz mallarla takas ediniz” tavsiyesinde bulunmakta…..

    Ata ATUN
    e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com

    Facebook: AtaAtun1

    19 Eylül 2016

  • Tarık Akan vefat etti

    Tarık Akan vefat etti

    tarik-akan

    Ajanslardan son dakika Tarık Akan ölüm haberi geldi. Yeşilçam’ın usta ismi, oynadığı filmler ile akıllara kazınan Tarık Akan, bu sabah saatleri itibari ile yaşama gözlerini yumdu. Peki Tarık Akan kaç yaşında ve neden vefat etti?. İşte tüm bu soruların yanıtları ve Tarık Akan kimdir? sorusuna istinaden kısaca onun biyografisi haber7.com’da…

    Son dakika Tarık Akan ölümü ve sonrasında yaşananlar ile ilgili tüm güncel gelişmeleri haberimizden takip edebilirsiniz..

    ACI HABER BU SABAH GELDİ: TARIK AKAN NEDEN VEFAT ETTİ?

    Uzun bir süredir kanser ile mücadele efsane oyuncu Tarık Akan yaşamını yitirdi. Tarık Akan’ın ölümü sanat dünyasını ve hayranlarını yasa boğdu.

    Acı haberi ise Milliyet Gazetesi yazarı Ali Eyüboğlu, sosyal medya hesabı üzerinden duyurdu.

    TARIK AKAN KAÇ YAŞINDA VEFAT ETTİ?

    Yeşilçam’ın usta ismi Tarın Akan, 66 yaşında akciğer kanseri sonucu yaşamını yitirdi.

    TARIK AKAN KİMDİR? BİYOGRAFİSİ

    1949 senesinde dünyaya gelen Tarık Akan aslen Gümüşhane‘lidir. Ortaokul ve Liseyi İstanbul Bakırköy’de tamamlayan usta sanatçı Tarık Akan üniversite eğitimini ise Yıldız Teknik Üniversitesi Makine Mühendisliği ve İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsü’nde tamamlamıştır.

    1971 yılında ilk sinema filmi Solan Bir Yaprak Gibi ile oyunculuk kariyeri’ne adım atmıştır ve başarılı bir oyunculuk sergilemiştir.

    TARIK AKAN’IN GERÇEK İSMİ

    Gercek ismi Tarık Tahsin Üregül olan usta oyuncu, Ses Dergisi’nin yarışmasında birinci seçilerek sinemaya girdi.

    SANATINDAN ÖDÜN VERMEDİ

    Sinemacılığın kötü gittiği 1975-1980’li yıllarda ticari taksi alarak kiralama sistemi ile ticarete devam edip cinsel içerikli filmlerde yer almamayı tercih eden usta oyuncu, eğitim konusunda da diğer işlerinde olduğu gibi başarılı oldu.

    Toplam 111 sinema filminde rol alan usta oyuncu Tarık Akan sadece 4 dizide oynamıştır.

    Dönemin en popüler oyuncularından biri olan Tarık Akan Hababam Sınıfı adlı sinema filmi ile hafızalara kazınmıştır.

    Kansere yakalanan ve hayranlarını yasa boğan Tarık Akan bir süredir inzivaya çekilmiştir.

    TARIK AKAN’IN ÖLÜMÜ SANAT DÜNYASINI YASA BOĞDU

    Usta oyuncunun ölümü ardından canlı yayına bağlanan Hale Soygazi, “Söyleyecek bir şey bulamıyorum çok çok fenayım” dedi.

    Tarık Akan’ın ölümünü bağlandığı canlı yayın esnasında öğrenen sanatçı Hale Soygazi, şöyle konuştu:

    O kadar beklenmedik bir şey ki.  Çok iyi bir arkadaşımdı en güzel filmleri birlikte yaptık, birden bire oldu. Hiç beklemediğim bir şeydi, söyleyecek bir şey bulamıyorum çok çok fenayım. Telefonda görüşüyorduk. Çok takdir ettiğim çok farklı bir oyuncuydu.

    “ÖLDÜ” HABERLERİNİ BİZZAT YALANLAMIŞTI

    Akciğer kanseri hastalığıyla mücadele eden ve son üç aydır tedavisi sürdürülen Tarık Akan, son olarak geçtiğimiz günlerde hakkında çıkan öldü haberlerini bizzat yalanlamış tedavisinin sürdüğünü açıklamıştı.

  • Kıbrıs müzakerelerine halklar ne diyor … Prof. Dr. Ata ATUN

    Kıbrıs müzakerelerine halklar ne diyor … Prof. Dr. Ata ATUN

    İkinci doktoramı yaptığım “Uluslararası İlişkiler” dalındaki asıl uzmanlık sahalarımdan bir tanesi de Kıbrıslı Rumların ne düşündükleri, ne istedikleri, okullarında nasıl bir eğitim aldıkları, Kıbrıslı Rumların düşünce tarzı ve bunlardan oluşan Kıbrıs Rum Politikası ile siyasi hayatıdır. Zaten yıllardın getirdiği deneyim ile Kıbrıslı Rumların kafa yapılarını, hayal güçlerini ve ideallerini en az Rumlar kadar iyi biliyorum.

    Kıbrıs Rum halkı müzakerelerin gidişatından memnun değil. Kıbrıs Rum halkının ikinci beyni olan Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi ise hiç memnun değil. Birkaç gün evvel Başpiskopos Hrisostomos acilen Sen Sinod Meclisini topladı ve gerekçeleri ile birlikte müzakereler sonrasında yapılacak referandumda “Hayır” oyu kullanılması kararını verdi.

    Sen Sinod Meclisinin gerekçesi kendilerine göre çok doğru ve geçerli ama bana biraz ilginç, biraz da paranoyak geldi. Metropolitlerin hemfikir oldukları gerekçe bana Nasreddin Hoca’nın “Borcunu ödemek için yol kenarına dikenli çalı ekmesi” hikayesini hatırlattı.

    Başpiskopos’un ve Metropolitlerin oy birliği ile hem fikir oldukları gerekçe basitçe ve özet olarak, müzakereleri yürüten Rum Lider Anastasiadis Türklere çok fazla taviz vermiş. Müzakereler sonrasında Kıbrıs’ta yaşayan her iki halkın yapılacak referandumda oylarının “Evet” olması durumunda kurulacak yeni Federal Devletin bir ayağını oluşturacak olan, -Rumların müzakerelerin ana dili olan İngilizcede kullanılan “State” kelimesini İngilizceden Rumcaya çevirisinde algıladıkları şekli ile- “Kıbrıs Türk Eyaleti”, Türklerin algıladıkları şekli ile “Kıbrıs Türk Devleti”, statü olarak “Kıbrıs Rum Devleti/Eyaleti” ile eşit haklara sahip olacağından, bu gelişme Türkiye’nin ebediyen Kıbrıs adasına yerleşmesi demek olacakmış. Bu nedenle de Kıbrıslı Rumları yapılacak referandumda “Hayır” oyu kullanmalı ve Türkiye’yi adadan uzak tutmalıymışlar.

    Müzakereleri yürüten Kıbrıslı Rum lider Anastasiadis’e sadece Kıbrıs Ortodoks Kilisesi karşı çıksa ve taviz vermekle suçlasa neyse de, DISY dışında Kıbrıs Rum Meclisinde yer alan 7 parti de şu veya bu gerekçelerle Anastasiadis’e ve müzakerelerin gidişatına karşılar. Rum Meclis Başkanı Sizopulos, müzakere tutanaklarının tümümün kendisine verilmemesinden şikayetçi. Nasıl olsa iş Referanduma kadar giderse “Ne olup bittiğini işte o vakit okuyup son kararımızı ondan sonra vereceğiz” diyor ve “Türkler bizimle birlikte eşit haklara sahip olacaklarsa Hayır oyu kullanacağız” demekte.

    Mecliste, DISY dışında geri kalan 7 siyasi partinin arasında en ılımlıları ve dünya üzerinde halen bu görüşü savunan birkaç Komünist partiden bir tanesi olan AKEL bile “Birleşik Kıbrıs” mantığını savunmasına rağmen halen tereddütte. Müzakereleri destekleyelim mi yoksa sabote mi edelim çelişkisi içinde gidip geliyor.

    Rum halkı yıllardır siyasi liderleri tarafından “Tüm göçmenler evlerine geri dönecek” hayali ve vaadi ile kandırılmış. Günümüzde bu tanım “100 bin Rum iade edilecek topraklara geri dönecek, 60 bin Rum da Türk Eyaleti içindeki evlerine geri dönüp orada yaşayacak” oldu.
    Olmasına oldu da, KKTC toprakları içinde ev almış, arsa alıp içinde ev yapmış, tarla alıp arsaya dönüştürmüş ve sonra da içine yollar yapıp konutlar inşa etmiş, dükkan alıp hayatını onun üstüne kurmuş, apartmanlar yapıp içine yerleşmiş ve bir kısmını da satmış, benzeri 1974 sonrasında şu veya bu şekilde mülk alıp geliştirmiş kişiler bunları geri vermek, bir daha göçmen olmak ve de hayatlarını yeni baştan kurarak sıfırdan başlamak istemiyorlar…

    Gerçekte Kıbrıs sorunundaki çözüm, 1923 yılında imzalanan Lozan Anlaşmasından sonra Türkiye ile Yunanistan arasında yapılan ve başarı ile uygulanmış olan “Mal Mübadelesinde” yatmaktadır. Rumlar son dakika “Biz tanınmış devletiz, Türkler tanınmamış devlettir. Biz onlarında yer alacağı 5’li bir konferansa katılmayız” diyerek caymazlarsa, Ekim ayında yapılacağı planlanan “5’li Konferans”ta bence sadece “Mal mübadelesi” konuşulmalı ve mutabakat olana kadar da sürmeli konferans…

    Ata ATUN
    e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com

    Facebook: AtaAtun1

    16 Eylül 2016

  • TÜRK’Ü YOKETME ANLAŞMASI, “SEVR!”

    TÜRK’Ü YOKETME ANLAŞMASI, “SEVR!”

    sevr_1

     

    Ahmet AVCI

    5 ŞUBAT 2011

     

     

    SEVR ANTLAŞMASI – ANLAMI VE ÖNEMİ – 10 AĞUSTOS 1920

     

     

                12 Ocak 1920 tarihinde toplanan Osmanlı Meclisi Mebusan’ı 28 Ocak 1920 tarihinde Misak-ı Milli’yi kabul etmişti.

                İtilaf Devletleri, önce Misak-ı Milli’nin geri alınmasını istemiş, Meclis geri almayınca da, baskılar, Padişah ve Osmanlı Hükümetine yöneltilmişti.

    Baskılara dayanamayan Ali Rıza Hükümeti, 3 Mart 1920’de çekilmiş, Salih Paşa’nın Kurduğu hükümet de İstanbul’un 16 Mart’ta işgali üzerine istifa edince, 5 Nisan 1920’de Hükümeti Damat Ferit Paşa kurmuştu.

                Heyeti Temciliye buyruğu ile yeni seçimlerin yapılması ve Ankara’da TBMM’nin toplanma hazırlıklarının başlaması Vahdettin’in yönünü iyice belli etmişti. Toplanacak Meclisin yeni bir devlet kuracağını ve kendisinin otoritesinin yok olacağını anlamıştı.

    Vahdettin, öncelikle ‘Meclis’in toplanmasını önlemeye çalıştı. 11 Nisan 1920’de Şeyhülislam Dürrizade Abdullah’tan Mustafa Kemal ve yakın arkadaşları için bir fetva alındı. Fetva’da; “Bu hainlerin, Devlete ayaklandığı, böylece öldürülmelerinin dini kurallara uygun olduğu” yazılı idi.

    Bu fetva, çoğaltılarak tüm yurda yayıldı. Bu fetvaların dağıtılmasında İngiliz ve Yunan uçakları da kullanıldı.

    Amaç; halkı meclisin açılmasına karşı kışkırtmaktı.

    Heyeti Temsiliye Başkanı Mustafa Kemal’in öncülüğünde; 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet açılıp ve Milli Hükümet kurulunca; tepki daha da büyüdü.

    Tepki İstanbul’dan geliyordu. Çünkü artık ihtilal fiilen başlamıştı.

                Padişah ‘Ulusal Devleti’ yok etmek için her çareye başvuracaktı. Çünkü ona göre bu hükümet hukuki değildi. Bu yolda ona en büyük yardımı da İşgal devletleri yapmıştır.

               

    İlk tepki olarak; İşgal Devletleri ile Osmanlı Devleti arasında bir barış antlaşması imzalanacaktır.

     Beklenen yarar şu idi; Barış anlaşması ile savaş sona erecek, böylece Anadolu halkı rahata kavuşacaktı.

    Bu durumda Mustafa Kemal’in çabaları boşa gidecekti. Artık TBMM’de halk tarafından benimsenmeyecekti.

     

                SAN-REMO KONFERANSI (18- 26 NİSAN 1920)

     

                İngiliz, Fransız ve İtalyan Devlet adamları, San-Remo’da toplanarak, başta Osmanlı Devleti olmak üzere, Almanya ve Rusya’nın yıkılmasıyla ortaya çıkan sorunları görüşmeye baladılar. Ancak bu Konferansta, Türk topraklarının parçalanması söz konusu olduğu halde, İtilaf Devletleri Türklerin görüşünü almaya gerek duymamışlardır.

                Türklere dayatılacak koşulların ağırlığı göz önüne alınırsa, yeni bir savaşın kaçınılmazlığı ortaya çıkmakta idi. Oysa ne İtalyan ne de Fransız Kamuoyu, arık savaş istemiyordu.

    Ancak İngiliz Başbakanı Lloyd George‘nün İtilaf devletlerinin belirleyeceği koşulların Türklere savaş yoluyla zorla kabul ettirileceğini açıklamasından sonra, askeri uzmanların görüşünün alınması gereği ortaya çıkmıştır.

                Askeri uzmanlar, bu ağır koşulların Türklere kabul ettirilebilmesi için, Yunan Kuvvetlerinin yeterli olmadığını ifade ettilerse de gerek Venizelos’un (Yunan Başbakanı) direnmesi, gerekse İtalya ve Fransa’nın savaş karşıtlığında ısrarlı olmamaları nedeniyle askeri uzmanların görüşleri dikkate alınmadı ve 21 Nisan 1920’de alınan kararların tebliğ edilmesi için Türklerin Konferansa çağrılması uygun görüldü.

    Tevfik Paşa başkanlığındaki Türk Heyeti, bu gelişme üzerine, 11 Mayıs 1920’de Paris’e gitmiştir.

                Osmanlı Delegasyonu Başkanı Tevfik Paşa’ya beş dakikalık toplantıda, tebliğ edilen San-REMO kararları şunlardır:

    1. Irak ve Filistin’de; İngiliz, Suriye’de; Fransız Mandası kurulacak, Güney ve Güneydoğu Anadolu’da; Anadolu içlerine kadar uzanan İtalyan ve Fransız ‘Nüfuz Bölgeleri’ meydana getirilecek.
    2. Vilayet-i Sitte, Ermenilere verilecek, ayrıca Doğu Anadolu’da İngilizlerin himayesinde Kürt Devleti kurulacak.
    3. İzmir ve Batı Trakya ile Doğu Trakya’nın büyük bir kısmı Yunanlılara verilecek.
    4. Boğazlar uluslar arası bir kurula bırakılacak.

     

    Tevfik Paşa bu kararların kabul edilemeyeceğini belirterek İstanbul’a dönecektir.

     

    SEVR BARIŞ ANTLAŞMASININ İMZALANMASI: 10 AĞUSTOS 1920

     

    San Remo’da hazırlanan taslak metin, Osmanlı Heyeti Başkanı Tevfik Paşa tarafından İstanbul’a bildirilirken, bu kararların; “İstiklal ve hatta devlet kavramları ile bağdaşmadığı” da belirtilmiştir.

    Bunun üzerine hazırlanan itirazlar Damat Ferit Paşa tarafından Konferansa sunuldu. Ancak İtilaf devletleri, Türklerin isteklerini, 16 Temmuz 1920’de SPA Konferansında reddettiler. Ve anlaşmanın kabul ya da reddi için 27 Temmuz 1920 akşamına kadar süre verdiler.

    Bu gelişme üzerine, TBMM 18 Temmuz’da yaptığı toplantıda, ”Misak-ı Milli sınırları içindeki Milleti ve Vatanı kurtarmak için” ant içti.

    Buna karşılık, Osmanlı Hükümeti, ”20 Temmuz’da antlaşmasının imzalanmasını tavsiye kararı aldı.”

    Öte yandan, barış koşullarının “kabulü ya da reddi için bir kaz daha devlet büyüklerinin ve askeri şahsiyetlerin düşüncelerine başvurulmasını”  uygun gören Padişah, Yıldız Sarayı’nda  “Saltanat Şurasını” topladı.

    Kendisinin başkanlık ettiği toplantıya, Veliaht, Hükümet Üyeleri, o dönemdeki devlet ileri gelenleri ile Büyük Rütbeli Generaller ve bilginlerden kimi kişiler katılmıştı.

    Bu şurada ‘Sevr Barış’ taslağı görüşüldü ve kabul edildi.

    Karara yalnızca, Ferik Rıza Paşa katılmadı.

    10 Ağustos 1920 Salı günü saat 16’da; Hadi Paşa, Rıza Tevfik ve Raşad Halis beyler tarafından Paris yakınlarındaki Sevres (SEVR) kasabasında Osmanlı tarihinin en büyük kara lekesi olan SEVR Barış anlaşması imzalandı.

    Birinci Dünya savaşı sırasında gizlice yapılan paylaştırma, uygulama alanına konulmuş oluyordu. Sevr Barışı ile artık Osmanlının yaşaması mümkün değildir.

    Sevr Fransa’da Paris yakınlarında bir kenttir.

    Sevr Antlaşması; Osmanlı Devleti ile İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Ermenistan, Belçika, Yunanistan, Hicaz, Polonya, Sırp-Hırvat-Sloven (Yugoslavya) Devleti ve Çekoslovakya arasında imzalandı.

     

    SEVR BARIŞ ANLAŞMASININ HÜKÜMLERİ İLE

    1. Osmanlı İmparatorluğunun ülkesi; İstanbul dolayları ve Anadolu’nun ufak bir parçası ile sınırlanıyordu. İstanbul Başkent olarak kalacaktı, ancak Osmanlı bu anlaşma hükümlerini uygulamazsa yeni karar alınacaktı. Ayrıca İstanbul’un diğer yurt bölgeleri ile de bağı kesilmişti. Osmanlı sınırları, Trakya’da, Midye’nin çok daha doğusundan başlayarak, Büyük Çekmece gölüne inecek, bu hattın batısında kalan Trakya Yunanistan’a verilecekti. Güney sınırı ise, Karataş (ADANA) Burnundan başlamak suretiyle Antep, Urfa ve Mardin’i dışta bırakarak Irak sınırına varacaktır.
    2. İstanbul ve Çanakkale Boğazları, savaş sırasında bile tüm devletlerin gemilerine açık tutulacak, Boğazlar, kendisine mahsus bayrağı ve bütçesi olan bir Avrupa komisyonu tarafından yönetilecektir.
    3. İngiliz, Fransız, İtalyan ve Japonlardan kurulacak bir komisyon, Osmanlı Adli Kapitülasyonlarının yerine geçmek üzere, koyacağı bir usulü Osmanlılar kabul edeceklerdi. Kapitülasyonlardan tüm Müttefik tebaası yararlanacaktır.
    4. İngiliz, Fransız, İtalyan ve Osmanlılardan oluşacak bir KOMİSYON, ”Türkiye’nin servetini idame ve tezyit için” gerekli tedbirleri alacak, bütçe üzerinde son sözü söyleme yetkisine sahip olacak, Türk parasının cins ve miktarını düzenleyecekti. BU komisyonun izni olmadıkça, Osmanlılar, içte ve dışta, borç yapamayacaklardı. Türkiye’nin “tüm servet ve gelirin” emrinde bulunduracak olan bu komisyon, elde ettiği paraları; sıra ile kendi masraflarını, İşgal kuvvetlerinin masraflarını, savaş sırasında zarar görmüş olan müttefik vatandaşlarının zararlarını karşılamaya ayıracak, geri kalan kısmı da Osmanlılar için harcayacaktı. Bu komisyonda bulunan Osmanlı üyesinin yalnızca “Bilgilendirme niteliğinde” bir konuşma hakkı olacaktır.
    5. Azınlıklar her derecede okul açabileceklerdi.
    6. Türkiye’nin askeri kuvveti; 15 bini Jandarma olmak koşulu ile 50.700 kişiden ibaret olacak ve topları bulunmayacaktı. Subaylarının da % 15’ini müttefik ya da tarafsız ülke subayları oluşturacaktı. Zorunlu askerlik hizmeti olmayacaktı.
    7. Osmanlı Devletinin, 600 tonilatodan aşağı olmamak üzere, 13 gambot ve torpidosu olabilecek, fakat karada ve denizde askeri uçağı bulunmayacaktı. Türkiye’de herhangi bir “tahkimat” yapılamayacak ve Türk Silahlı kuvvetleri, Müttefik Komisyonların kontrolü altında bulanacaktır.
    8. Antlaşmanın uygulanmasına başlandıktan bir yıl sonra, Kürtler; Doğu Anadolu’da bağımsız bir kuruluş meydana getirmek isterlerse ve onların bu istekleri; ”Cem’iyyet-i Akvam” tarafından kabul edilip, Osmanlılara tavsiye edilirse, Osmanlılar bu tavsiyeyi yerine getireceklerdir.
    9. Van, Erzurum, Bitlis ve Trabzon illerinin bulunduğu alanda, bir Ermenistan Devleti kurulacak, ”Bu devletin sınırlarının belirlenmesi, ABD Başkanının hakemliğine bırakılacaktır.”
    10. Hicaz bağımsız bir devlet olacak, Osmanlılar, Mısır üzerindeki tüm haklarından vaz geçecek, Suriye, Irak ve Filistin için, ”Belirlenecek kararları” da kabul edecekti.
    11. Oniki ada, İtalyanlara, Akdeniz’deki diğer adalar da Yunanlılara bırakılacaktır.
    12. “İzmir şehri ile Tire, Ödemiş, Akhisar ve Bergama”yı da içine alan bölgedeki “Osmanlı Hâkimiyet”i Yunanistan’a bırakılacak, yalnız ‘Osmanlı Hâkimiyetine’ işaret olmak üzere İzmir Kalelerinden birine Türk Bayrağı çekilecektir. Fakat “Mahalli Parlamento”, beş yıl sonra, çoğunluk kararı ile İzmir’in Yunanistan’a bağlanmasını, Cemi’yyet-i Akvam’dan isteyebileceği gibi aynı konu için referanduma da karar verebilecektir.
    13. Antalya ve Konya bölgeleri İtalyanların; Adana, Sivas Ve Malatya ise Fransızların ‘Manda’ alanı olmuştu.
    14. Savaşta zarar görenlere tazminat ödenecekti.

     

                Sevr Barışından birkaç gün sonra; İngiltere, Fransa ve İtalya aralarında ayrı bir anlaşma imzalayarak, Osmanlıya bırakılan toprak parçası üzerinde nüfuz bölgeleri kurdular. Her devlet kendi bölgesinde nüfuz sahibi olacaktı.       

                Böylece Anadolu’nun Güney yarısı ve Akdeniz bölgesi –Yunanistan’a bırakılan Ege kesimi dışında- Tüm Batı Anadolu İtalyanların;

                Silifke, Kayseri, Tokat, Mardin Çizgisini içine alan bölge Fransızların;

                Mardin doğusu da İngilizlerin nüfuz bölgesi oldu.

     

                SEVR BARIŞ ANLAŞMASININ DEĞERLENDİRİLMESİ:

     

    Sevr Antlaşması, tarihte örneği olmayan trajik bir antlaşmadır.

    Yalnız kabul edenler için değil, böyle bir antlaşmayı hazırlayan Batılılar için de bir utanç belgesidir.

    Sevr barış hükümlerinin anlamı çok açıktır. Osmanlı Devletinin Doğu Trakya, boğazlar ve hatta İstanbul üzerindeki egemenliği sona ermiştir.

    Doğu Anadolu elden gitmiştir. Ayrıca elde kalan ufacık bölgenin büyük bölümü de itilaf devletlerinin nüfuzuna girmişti.

    Osmanlı devletinin artık Ordusu yoktur. Ekonomik denetimini yitirmiştir. Azınlıklar üzerinde Osmanlının hiçbir hakkı kalmamıştır.

    Bu duruma düşen bir devlete artık var denemezdi.

    Eylemsel olarak Mondros ateşkesinden sonra yok olan Osmanlı devleti bu anlaşma ile hukuken de ortadan kalkıyordu.

    Bu antlaşma ile Osmanlı Devleti, İngiltere’nin isteği doğrultusunda, ‘bir daha Batıya kafa tutamayacak kadar küçük ve güçsüz bir devlet’ haline getirilmekte idi.

    Çatalca’ya kadar Doğu Trakya Yunanlılara verilmekte, Anadolu; Türkler, Yunanlılar, Ermeniler, Kürtler ve Fransız Mandası altındaki Suriye arasında bölüştürülmekte, kapitülasyonlar, daha ağırlaştırılıp genişletilmekte, devletin her etkinliği denetim altına alınmakta idi.

    Marmara ve Boğazların yönetimi, ayrı bir bayrağı olan milletle arası bir kuruma bırakılmaktadır.

    Ayrıca; Üçlü Anlaşmayla Anadolu, iyice sömürülmek üzere, İngiliz, Fransız ve İtalyan çıkar bölgelerine ayrılmaktadır.

    İngiliz Başbakanı Lloyd George Avam Kamarasında şöyle seslenecektir:

    “Türkiye sahneden siliniyor diye üzülecek değiliz.” (The Times, 25.5.1920)

    Sevr Antlaşmasını ve Üçlü Anlaşmayı Milliyetçilere silah zoruyla kabul ettirmek görevi, İngilizlerin aracılığıyla Yunan Ordusuna verilecektir.

    Yunan devleti bu hizmetine karşılık, İzmir ve Doğu Trakya’dan başka İstanbul’un da Yunanistan’a verilmesini bekleyecektir.

                Padişah’ın bu anlaşmayı nasıl kabul ettiği tam bir bilmecedir.

    ‘Anadolu İhtilalı’nı ve ‘Yeni Türk Devletini’ boğmak ve ödünlerle saltanat hakkını sürdürebilmek için bu anlaşmayı kabullenen Vahdettin’in devlet adamlığı niteliğinden ne kadar yoksun olduğu anlaşılmaktadır.

                TBMM’nin Sevr Barışına tepkisi çok sert oldu. Bu barışı TBMM kabul etmiyordu. Bu anlaşmayı onaylayan tüm Osmanlı devlet adamları 19 Ağustosta TBMM’nce alınan kararla vatan haini ilan edildiler. Ve vatandaşlık haklarından yoksun kılındılar.

    Sevr; Yurttaki direnme bilincini biledi.

                Sevr’in yürürlüğe girmediğini de belirtmek gerekir. Çünkü Anayasaya göre Bu anlaşma ‘Meclis’te onaylanmamıştır. Çünkü Meclis 11 Nisan 1920’de Padişahça dağıtılmıştı.

    BU YÜZDEN SEVR HUKUKEN DE GEÇERSİZDİR.

                Sevr Barışı Dünya savaşından sonra işgal edilmeye başlanan Türk Yurdunun 1920 Yılı ortalarındaki durumunu tescil etmekten öte bir yenilik getirmemişti.

                Osmanlı Devletinin yalnızca adı kalmıştı bir de hiçbir yetkisi olmayan Padişahı.

                Görüşmeler sırasında Osmanlı Hükümeti, İtilaf Devletlerinin Ülkeyi parçalama, egemenliğini yok etme planlarında en küçük bir değişiklik bile yapamamıştır.

                Böylece pek çok Batılı gözünde; altı yüz yıl önce başlayan; ”Türk Sorunu” sona eriyordu. Türkler yalnızca Avrupa’dan atılmamışlardı. Anadolu’daki varlıkları da sona ermiş sayılırdı.

                Türkiye Cumhuriyeti tarafından Tarihin çöp sepetine atılan bu ANTLAŞMANIN kabul edilemez hükümlerinin, bugün; Büyük Ortadoğu Projesiyle ve AVRUPA Birliği KARARLARI’YLA önümüze konulduğunu görmek, yüreğimizi sızlatmaktadır.

                Sevr Antlaşması Lozan Antlaşmasından daha iyi idi diyen devlet büyüklerimizin de bu doğrultuda kitap yazan aydınlarımızın da onları alkışlayanların da acaba vicdanlarında, hak ve adalet duygularında bir sızlama olmayacak mı?

     

               

    KAYNAKLAR:

    1. Prof.Dr. Ahmet MUMCU, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi.
    2. Prof. Dr. Ergün AYBARS, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi.
    3. Lord KİNROS, Osmanlı İmparatorluğunun Yükselişi ve Çöküşü
  • TÜRKÇEM BENİM SES BAYRAĞIM

    TÜRKÇEM BENİM SES BAYRAĞIM

    karamanoglu-mehmet-bey_326975

     

     

    “TÜRKÇEM BENİM SES BAYRAĞIM”[i]

    Hüseyin MÜMTAZ

     

    Hadi Dağlarca’yı hiç okumadınız, onu anladık.

    Karamanoğlu Mehmet Bey’i de mi duymadınız?

    Öyle uzun boylu ciltler karıştırmaya lüzum yok; uyun modaya, işin kolayına kaçın, açın tek tıkla Vikipedi’yi, okuyun;

    “Karamanoğlu Mehmed Bey, Karamanoğulları’nın ikinci beyi Kerimüddin Karaman’ın oğludur. Doğum tarihi belli olmayıp ölümü 1280’dir. Mehmet Bey askerî ve idarî yönden bilgili bir devlet adamı idi. Bilim adamlarını etrafına toplayıp onlara büyük önem vermiştir.

    1. yüzyıl ortalarında Selçuklular, devlet işlerinde Farsça’yı kullanırlardı. Halk ise öz dilleri olan Türkçe’yi kullanıyordu. Mehmet Bey millet olarak birlikte yaşamanın ilk şartı olan dil birliğinin sağlanmasının gerekliliğine inanıyordu. Bu birliği gerçekleştirmek için Toroslar üzerinde yaşayan bütün Türkmen boylarını çevresinde toplayarak bir ordu oluşturdu… İdareciliği sırasında Türkçeyi resmi dil olarak ilan eden fermanını vermiştir.

    Şimden gerü hiç gimesne divanda, dergahda, bergahda ve dahi her yerde Türk dilinden özge söz söylemeye. (13 Mayıs 1277)”

    Onu da mı anlamadınız?

    Bakın Atatürk ne diyor?

    “Türk milletinin dili Türkçe’dir. Türk dili dünyada en güzel, en zengin ve en kolay olabilecek bir dildir. Onun için her Türk, dilini çok sever ve onu yüceltmek için çalışır. (1929)”

    “Ülkesini yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır. (1930)”

    “Milliyetin çok belirgin niteliklerinden biri de dildir. Türk milletindenim diyen insan, her şeyden evvel mutlaka Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk kültürüne, topluluğuna bağlılığını iddia ederse buna inanmak doğru olmaz. (1931)”

    Yetmedi mi?

    O zaman “vatandaşı olduğunuz”, kimlik kartı ve pasaportunu taşıdığınız, adında hâlâ ve her şeye rağmen “TÜRK” olan “TÜRK”İYE CUMHURİYETİ’nin; uymaya mecbur olduğunuz yürürlükteki anayasasına bir göz atın.

    “Madde 3- Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.

    Bayrağı, şekli kanunda belirtilen, beyaz ayyıldızlı al bayraktır.

    Milli marşı ‘İstiklal Marşı’dır.

    Başkenti Ankara’dır”.

    “DİLİ TÜRKÇE’DİR” yazıyor.

    O zaman bana kim, nasıl anlatacak memleket dahilindeki bazı belediyelerin kapısında, Türk alfabesinde olmayan harfler kullanılarak yazılan yazıları?

    Okumadınız, görmediniz, duymadınız mı?

    Bir zahmet açın herhangi bir arama motorunu, “Güneydoğudaki Belediye Tabelaları” yazıp, “görsel”e basınca çıkacak yüzlerce fotoğrafa bakın.

    Bitirmeden; hani memleketin yüzde 95’inde kamyon, otobüs, taksi, minibüs, binek otolarının motor kaputlarına, arka bagaj kapaklarına, bazılarının tavanlarına şeref ve iftiharla ay-yıldız yapıp, Atatürk imzaları atıp;  araçların her tarafına bayraklar asarak divanda, dergâhda, bargâhda gururla gezmek moda oldu ya…

    “Anayasa’nın açık hükmüne rağmen” o “beyaz ay yıldızlı al bayrakla” kalan yüzde beşte de gezilebiliyor mu merak ediyorum…

    Gidenler, görenler, bilenler anlatırsa çok memnun olacağım.    14 Eylül 2016

     

                    NOT; Çıldır, günün moda deyimiyle sınırın sıfır noktasındadır. Türkiye’ye güneş oradan doğar, horozlar ilk orada öter, sabah ilk orada olur.

                    Yıldırım Tepe’ye çıkınca çıplak gözle “Sovyetler Birliği” tarafındaki köy evlerinin tüten dumanları görülür.

                    Yıl 1972. Çıldır’da “asker”im. Kış Ramazanı.  Ekim-Kasım ayları. Oruç tutanlar için sahur vakti ayrı yemek çıkıyor, iftarı da bölük yemekhanesinde tahminen akşam 16.30-17 sıraları hep beraber yapıyorduk.

    Ramazan Bayramı’nın ilk günü 8 Kasım sabahı idi. Dışarıda diz boyu kar ve dondurucu soğuk vardı.  Bayram Namazı’nı, Keşif Bölüğü olarak tam 44 yıl önce o sabah Hudut Taburu ile beraber onların yemekhanesinde kıldık.

    Siyah beyaz televizyon ne kelime; TRT uzun dalga Erzurum radyosuna bile “hava ve rüzgâr şartlarına” bağlı olarak ancak “gün battıktan” sonra erişebiliyorduk.

    İşte onun için bizim 44 yıl önce sıfır noktasında kıldığımız Bayram Namazını ulusal basına servis edememiştik.

    Basında hiç yer almamış; gönlümüzde, ruhumuzda unutulmaz bir hâtıra olarak kalmıştı.

                    Demem o ki bu memlekette 44 yıl önce de sıfır noktasındaki kışlalarda oruç tutulur, bayram namazları kılınırdı.

                    88 yıl önce de, 132 yıl önce de…

     

    [i] Fazıl Hüsnü Dağlarca

  • Yan çizmek

    Yan çizmek

    h_mahammi

     

    Hüsnü Mahalli

    14-09-2016

    Rusya ile ABD’nin uzlaşısı sonucu varılan ateşkes uygulaması önceki akşam saat 19.00’da yürürlüğe girdi.
    Anlaşma gereği IŞİD ve Nusra  kapsam dışı.
    Suriye ordusu ‘Bize saldırılmadığı sürece biz uyarız’ dedi.
    Birinci gün birçok grup ateşkese uyacağını açıkladı. Ancak dün aralarında ÖSO ve müttefiki bazı gruplar yan çizmeye başladı.
    Gerekçe çok ilginç :
    ‘Müttefikimiz Nusra vuruluyor’.
    Anlamı: ‘Biz de Nusra gibi teröristiz’
    İyi de size terörist muamelesi yapmayan ABD şimdi ‘Nusra IŞİD gibidir’ diyor ve Rusya ile bombalamaya hazırlanıyor.
    Anlamı: Uslu durmazsanız siz de bombalanacaksınız.
    Tabi ABD yan çizmezse.
    Adamların bütün tarihi katakulli.
    Özgürlük Anıtı’nın havasını basarlar ama özgürlük düşmanıdırlar.
    ‘Demokrasi ABD demektir’   derler ama her yerde halk düşmanıdırlar.
    Suriye’de olduğu gibi.
    Suriye’de ‘Alevi diktatörlüğü var’ dediler ve ‘halk ayaklanmasını’ desteklediler.
    Kimse onlara ‘İyi de 80-90 ülkeden on binlerce ruh hastası katilin Suriye’de ne işi var’ diye sormadı soramadı.
    Hiç kimse onlara bu ruh hastası katillere destek veren Suudi Arabistan, Katar, Ürdün ve AKP Türkiye’sinin özgürlük ve demokrasi düşmanı olduklarını söylemedi söyleyemedi.
    Çünkü dünya medyası onların kontrolünde.
    Çünkü para onlarda.
    Herkese yalan söylüyorlar itiraz etmeye çalışanları ise satın alıyorlar.
    Ama her zaman başarılı olamadılar.
    Hep birlikte çuvalladılar.
    Başta AKP olmak üzere.
    AKP var olan iç ve dış politikalarından vaz  geçmezse Türkiye’yi çok karanlık zamanlar bekliyor.
    ABD bile gerçeği gördü oturup Rusya ile anlaştı :
    Gel beraber IŞİD ve Nusra’yı vuralım.
    ABD kaytarmazsa Suriye sorunu çok kolay çözümler. Çünkü IŞİD, Nusra ve müttefikleri yok edilirse geri kalan dandik grupların işi kolay.
    Önemli olan ABD’nin bir kez olsun emperyalist kimlik ve karakterinden vazgeçmesidir.
    Son Kongre yasasında olduğu gibi.
    Yasaya göre artık her ABD vatandaşı 11 Eylül saldırısıyla ilgili olarak Suudi Arabistan’ı mahkemeye verebilir.
    Bu olursa dünyanın bütün pislikleri aydınlanır.
    Ciddi söylüyorum.
    Başta İslam âlemi olmak üzere dünyanın tüm pisliklerinde Vahabi Suudilerin rol ve parmağı vardır.
    Her karanlık işte Suudi parası var.
    Son 70 yılda Suudiler dünyadaki tüm İslamcı parti, örgüt, dernek, cemaat, okul, vakıf, medya ve bilumum oluşumlara en az 300 milyar dolar dağıttılar.
    CIA’nin bilgisi ve çoğu zaman  onayıyla.
    CİA demek MOSSAD yani İsrail demek.
    Aynı İsrail şimdi ateşkese uymayan Nusra’cılara hava ve kara desteği veriyor.
    Yaralanan yüzlerce Nusracı İsrail hastanelerinde tedavi görüyor.
    Radikal Yahudiler radikal İslamcılara yardım ediyor.
    Özetle Vahabi Suudi’ler olmasaydı belki de bugün biz İslamcı terör örgütlerinin hiç birinin adını bile bilmeyecektik.
    Başkan Obama yasayı veto edeceğini söyledi.
    Suudilerin ABD’de en az 2 trilyon dolar  parası var. Bunların 800 milyarı Amerikan hazine bonosu.
    Suudiler her yıl ABD’den 20-30 milyar dolarlık silah satın alırlar.
    Suudiler ABD’nin düşmanı Rusya, İran ve Venezüella iflas etsin diye petrol fiyatlarını 110 dolardan 45 dolara düşürdü.
    Kendisi iflas etti ama önemli değil.
    Adamlar resmen moron.
    Hem de Siyasal İslam adına.
    Çoğunu bire bir tanırım.
    Başkalarını tanıdığım gibi.
    Bağnaz, tutucu, kıt zekâlı, analiz yeteneğinden yoksun, ilkel, cahil ve hepsinin toplamı.
    57 Müslüman ülkesinde var olan durumun açıklaması.
    Adam olmaları imkânsız.
    Onları adam edecek ya da edebilecek kimse de yok.
    İşimiz mucizeye kaldı.
    Benim umudum Putin.
    Ama öncesinde Suriye’de olduğu gibi halkların direnişinde.
    İran ve Lübnan Hizbullah’ın desteğini unutmadan.
    Dünya tarihinde benzeri olmayan bir saldırıyla 100 ülke 100 bin ruh hastasıyla Suriye’ye saldırdı ama Suriye halkı hepsini yendi ve yenecek.
    Hiç bir zaman tersini düşünmedim.
    Şimdi Suriye kazanırsa Türkiye ve tüm coğrafya kazanacak.
    Geriye ABD seçimleri kalıyor.
    Artık bunak Hillary çekilecek gibi.
    Yerine ‘sol söylemli’ Sanders  aday gösterilir ve kazanır.
    Yoksa herkes Trump’ın sürprizlerine hazır olsun.
    Başta Siyasal İslamcılar.
    Tabi o da yan çizmezse.

    Yurt

  • Metin Aydoğan: 12 EYLÜL’ÜN GERÇEK YÜZÜ

    Metin Aydoğan: 12 EYLÜL’ÜN GERÇEK YÜZÜ

    12eylul

     

    13.9.2016

    12 Eylül Darbesi diyince akla; askerler, cezaevleri, idamlar ve aydınlara uygulanan yoğun kıyım geliyor. Bu doğrudur. Bunlar şiddet döneminin yaygın uygulamalarıdır ve o dönem insanlarının yaşadığı gerçeklerdir. Ancak, 12 Eylül’ün niteliği ve gerçek amacı konusunda görülemeyen ya da yeterince görülemeyen bir yanı vardır. Önemli olan bunu görmektir. 12 Eylül, ulusal pazarın uluslararası şirketlere koşulsuz açılarak küresel işleyişin parçası durumuna getirilmesi girişimidir. 24 Ocak Kararları, bu girişimin en açık anlatımıdır. 24 Ocak, Türkiye’de ancak 12 Eylül gibi bir “demir yumruk” la uygulanabilirdi.

    Yalnızca Askeri Darbe mi?

    Kenan Evren, 12 Eylül için, 1983’de kaleme aldığı anılarında şu saptamayı yapıyor: “12 Eylül harekatının başarılı olmaması demek, bir iç savaş sonucu Türkiye’nin parçalanması ve bin seneye yakın bir zamandır bizim olan bu toprakların değişik ellere geçmesi, başka bir deyişle Türklüğün ve Türklerin, Asya’daki diğer Türkler’in durumuna düşmesi demekti”.1

    Bu yargı, ne kadar gerçeği yansıtmaktadır? “Harekat başarılı olmasa” Türkiye nasıl ve kimler tarafından “parçalanacaktır?” Anadolu Türklüğünü “Asya’daki Türkler’in durumuna” kim düşürecektir?

    Türkiye’nin, 12 Eylül’ün başarılı olmaması durumunda parçalanıp parçalanmayacağı bilinmez, ama aradan geçen 35 yılın ortaya çıkardığı açık gerçek; Türkiye’nin bugün, parçalanma kaygıları yaşayan bir ülke durumuna gelmesi ve bu duruma gelişte 12 Eylül’ün belirleyici düzeyde payının olmasıdır.

    Kenan Evren, “Türkiye’yi parçalayacaklar” suçlamasıyla 50 kişiyi astırdı, binlerce aydını tutuklattı, işkenceden geçirtti. Ancak, daha sonra, darbe yaparken Türkiye’yi parçalayacak bir düşünce içinde olduğunu kendisi açıkladı. 2000 yılında; “Türkiye’nin valilerini halkın seçtiği 4 eyalte ayrılmasını istedim, olmadı” dedi.2 2007’de, eyalet sayısını artırdı ve şunları söyledi: “Türkiye eyalet sistemine geçmeli ve 8 eyalete ayrılmalıdır. Ben bunu 1980’den beri düşünüyorum. Bu güne kadar yapılamadı ancak Türkiye mutlaka eyalet sistemine geçecektir”.3

    Kenan Evren ve 12 Eylül Yönetimi; bu konuyu düşünce düzeyinde bırakmamış, ciddi biçimde ele alarak, Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etütler Başkanlığı’na bir yazanak (rapor) hazırlatmıştı. Başkan olarak Tümgeneral Mahmut Boğuşlu’nun imzaladığı yazanakta şunlar söyleniyordu: “Türkiyemiz bugün tek merkezden idare edilebilme imkanlarını yitirme sınırına gelmiştir… Her il merkezi; yasama, yürütme ve yargı yetkileriyle donatarak, 67 il merkezimizde millet meclisleri kurulmalıdır… Yunanlılar eski Osmanlı vatandaşlarıdır, Yunanistan ile de bir federasyon kurulmalıdır”.4

    1980 yılı Türkiye için, ekonomi ve siyaset başta olmak üzere, toplumsal yaşamın her alanında büyük bir çöküşün yaşandığı bir kırılma yılıdır. 1980’den söz edilince herkesin aklına doğal ve haklı olarak, silahlı bir hareket yani darbe gelir. Bu, olayın gerçek boyutunu ortaya koymayan eksik bir yaklaşımdır. 1980 olayları, bir bütün olarak ve biraz dikkatlice ele alınacak olursa, yaklaşımın yetersizliği kolayca görülecektir. 12 Eylül sabahı uygulamaya sokulan eylem, söylendiği ya da uygulayıcılarının sandığı gibi “terör olaylarının” zorunlu kıldığı bir sonuç değil, ülkeyi küresel isteklere sınırsızca açarak, ulus-devlet varlığını ortadan kaldırmaya yönelen bir girişimdir.

    1980’de, siyasi çatışmanın Türkiye’yi kan gölüne döndürdüğü doğrudur. Darbe’nin amacının, “kardeş kanının akmasını ve terörü önlemek” olarak açıklandığı da doğrudur. Doğru olmayan, 12 Eylül’ü Türkiye’ye yönelik küresel politikadan bağımsız, yerel bir sorunmuş gibi ele almaktır. 12 Eylül’le gerçek darbe; Türkiye’nin ekonomisine, siyasetine, aydınlarına ve anlamını Atatürkçülükte bulan ulusal bağımsızlık geleneklerine yapılmıştır. Darbe’nin tarihi, gerçekte 12 Eylül değil, 24 Ocak 1980’dir. 12 Eylül, çalışan kesimlerin ve aydınların 24 Ocak Kararları’na tepki gösteremez duruma getirilmesi eylemidir.

    24 Ocak Kararlarının Önemi

    1979’da Başbakan olan Süleyman Demirel, Başbakanlık Müsteşarlığına getirdiği Turgut Özal’a, yeni bir ekonomik istikrar programı hazırlama görevi verdi. Program, IMF’de hazırdı. Kısa süre içinde devreye sokuldu ve 24 Ocak 1980’de kamuoyuna açıklandı.

    Tarihe 24 Ocak Kararları olarak geçen ve IMF’nin daha önce yaptıramadığı isteklerini içeren program; Türkiye’yi tek taraflı olarak yabancı sermayeye açıyor, tarım, ticaret ve sanayide ulusal hedeflerden vazgeçiliyor ve günlük kur uygulamasına geçilerek Türk lirasındaki değer yitimi sürekli hale getiriliyordu. Milli kambiyo rejiminden vazgeçiliyor, ithalat liberasyonu adıyla dışalım serbest kılınıyor, kotalar kaldırılıyor ve kamu yatırımları kısılıyordu. KİT’lerin özelleştirileceği, temel ürünlerde destek fiyatlarının kaldırılacağı, ücret artışlarının düşük tutulacağı, tarım ürünlerindeki taban fiyatlarının sınırlanacağı açıklanıyordu.5

    Programın ön uygulamaları bile etkisini hemen gösterdi. 1980 başında 47 TL olan 1 Amerikan Doları, yıl sonunda 90 Liraya çıktı, programa karşı gösterilen tepki, ‘iç savaş’ durumuna getirilen terör eylemleriyle birbirine karıştı.

    24 Ocak Kararları ancak 12 Eylül gibi, bir “demir yumruk”la uygulanabilirdi. Emek örgütleri başta olmak üzere mesleki kuruluşlar, dernekler ve partiler kapatılmalı, yasama ve yürütme gücü, tartışmasız bir ortamda, sınırsız yetkilerle donatılmış bir yönetime verilmeliydi. Nitekim öyle oldu ve ABD başta olmak üzere Avrupa Birliği’nin “demokratik” desteği altında; beş kişilik Milli Güvenlik Konseyi’nin her kararı yasa sayıldı. Tüm siyasi partiler, dernekler, meslek örgütleri kapatıldı, yüzbinlerce insan gözaltına alındı, binlercesi tutuklandı, 50 kişi idam edildi.

    12 Eylül’ün Türk toplumunda yarattığı çöküntü çok yönlü ve çok boyutludur. Ancak, en büyük zarar Cumhuriyet’le kurulan ulus-devlet yapısına, bu yapıya biçim veren yönetim anlayışına ve tümünü içine alan siyasi işleyişe verilmiştir. Bağımsız iç ve dış politika, sosyal devlet anlayışı ve ulusal hakları koruma istenci, hemen tümüyle yok edilmiştir. Siyasi bozulmanın partilere yansıyan etkisi, doğal olarak bölünme, parçalanma ve yabancılaşma oluşmuştur. CHP ve Demokrat Parti ya da CHP ve Adalet Partisi’nden oluşan iki partili düzen bozulmuş, ortaya içinde yasallaştırılan İslamcı ve Kürtçü partilerin de olduğu bir parti karmaşası çıkmıştır.

    Darbe Hazırlamak

    1980 öncesinde çatışmaları önlemede; Meclis’in, partilerin ve kolluk güçlerinin yaklaşımı, dikkat çekici bir ilgisizlik ve olağan olmayan bir başarısızlık içerir. Toplumu derinden etkileyen olaylar yaşanırken, yönetim gücünü elinde bulunduran politikacılar, çoğu kez olaylarda taraftır. Emniyet güçleri, siyasi erkten olayları sona erdirmeyi amaçlayan bir davranış göremediği için, kararlı bir tutum içine girememiştir. Görev sorumluluğu duyarak olayların üzerine giden kamu yöneticileri sahipsiz bırakılıyor, emniyet müdürleri ve savcılar öldürülüyordu.

    Çatışmaları önlemek için kullanılmayı bekleyen yasal yetki, özellikle sıkıyönetim bölgelerinde yeterince vardı. Ancak politikacılar sürekli yetkisizlikten söz ediyor, yasama gücü ellerinde olmasına karşın, yasa çıkarmıyordu. Örneğin Başbakan Süleyman Demirel, 1980’de yaptığı bir açıklamada, Başbakan değil de sıradan bir yurttaşmış gibi şunları söylüyordu: “Olayları yapanları ve yaptıranları devlet olarak biliyoruz. Ancak, sıkıyönetim komutanlarının ne yazık ki yetkileri çok az”.6

    Demirel’in bu sözlerle neyi anlatmak istediğini düşünmek gerekir. Meclis çoğunluğuna sahip olmasına karşın, neden yasal düzenlemeler yapmamıştır. Bunu yaptırmayan güç kimdir?

    1980 Ocağı’nda yaşanan bir başka ilgi çekici gelişme, Demirel’in Başbakanlık Müsteşarlığı’na getirdiği Turgut Özal’ın, 24 Ocak Kararları’ndaki “ekonomik önlemler paketi”ni, Kenan Evren ve Kuvvet Komutanlarına sunmasıydı. Türk Silahlı Kuvvetleri’nde, hükümetlerin ekonomik uygulamalarına karışmak, onay vermek ya da hükümetlerden ekonomik “birifing” almak gibi bir gelenek yoktu. Bu tür işler, doğrusu ya da yanlışıyla hükümetlerin yetkisine bırakılmış, o güne dek taraf olunmamıştı. Ancak, bu kez CIA personel biyografisinde, “gelmiş geçmiş en Amerikan yanlısı Türk lideri” denilen7 Turgut Özal’ın IMF isteklerinden oluşan programı dinleniyor ve onay veriliyordu. Kamuoyuna pek de duyurulmayan bu uygulamada alışılmadık bir durum vardı.

    Alışılmadık durumun gerçekte, küresel güçlerin isteklerini yerine getirecek bir darbeye doğru gittiği, sekiz ay sonra ortaya çıkacaktır. Türkiye’nin Cumhuriyet’le kurulmuş ulus-devlet yapısını çökertecek olan bir sürece, onay veriliyordu. Bu onay, gerçekte, onay sahiplerinin yönetime hazırlandığının göstergeleriydi. Nitekim Evren, üç ay sonra 24 Mayıs 1980’de, “karargah etüdü istediği üç kişilik özel bir ekiple” yaptığı toplantıdan sonra not defterine şunları yazıyordu: “Birinci Ordu-Selimiye: Bugün görüştüğüm kuvvet komutanları, artık müdahale etmekten başka bir çare kalmadı dediler”.8

    ABD ve Darbe

    Amerikan Silahlı Kuvvetleri, yayın organı U.S. Armed Forces, Evren’in yazdığı bu nottan bir hafta sonra çıkan Haziran 1980 sayısında şunları yazıyordu: “Türkiye’deki gelişmeler, öyle bir noktaya gelmiştir ki, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin müdahalesinden başka bir çıkış yolu görülmemektedir. Ordu müdahale edecek, ancak gelişmeleri uzun vadede o da düzeltemeyecektir”.9

    Kenan Evren, 12 Eylül’den önceki en sert ve son açıklamasını 30 Ağustos’ta yaptı. Bu konuşmada “demokratik düzenin ve ülke bütünlüğünün yok edilmesini amaçlayan idrakten yoksun vatan hainleri”nden söz ediyor, bunların “tarihimizde bir zamanlar türemeye yeltenen benzerleri gibi” ezileceğini söylüyor ve Türk ulusu “sonsuza kadar daha birçok 30 Ağustosları, refah ve mutlulukla kutlayacaktır” diyordu.10

    12 Eylül, Türk Ulusunu Evren’in söylediği gibi “refah ve mutluluğa” değil, yoksulluk ve karanlığa götürdü. Turgut Özal’ın başkanlığındaki ANAP tarafından geliştirilen ve sırasıyla DYP, SHP, RP, DSP, MHP ve AKP gibi partilerce ara vermeden sürdürülen ekonomik ve siyasi programlar; Türkiye’yi kendi gücüyle ayakta duramayan, dış karışmalara açık, rejim sorunu yaşayan bir ülke durumuna getirdi. Yalnızca ekonomide değil; siyasetten yönetim yapılanmasına, dilden kültüre, eğitimden sanata, toplumsal yaşamın hemen her alanında büyük bozulmalar yaşandı. Ulusal değerlerin yaşatılmasında öncülük edecek aydınlar ayırımsız bir biçimde ve benzeri az görülen bir şiddetle ezildiler. Ülkeyi ve ulusu sevmek, onun için bir şeyler yapmaya çalışmak, bağımsızlıktan yana olmak, örgütlenip halka öncülük etmek, en ağır cezaları göze almayı gerektiren eylem ve eğilimler durumuna geldi. Sonuçta ortada, ulusal hakları savunan, ülke sorunlarına duyarlı insan kalmadı. Çıkarcılar, işbirlikçiler ve vatan satıcılar, köşe başlarına yerleştiler. Türkiye, Cumhuriyet tarihinin en karanlık ve en sahipsiz dönemine girdi.

    ABD Türkiye sorumlusu Paul Henze, 11 Eylül gecesi, yani darbeden bir gün önce, dünyadaki önemli gelişmelerin anında bildirildiği The White House Station adlı birim tarafından arandı ve kendisine Türkiye’de beklenen darbenin o gece yapılacağı bildirildi.11 Bir gün sonra ABD Dışişleri Bakanı Muskie, Başkan Carter’a, “herhangi bir kaygıya gerek olmadığını, Türkiye’de müdahale yapması gerekenlerin müdahale ettiğini” haber verdi.12

    Darbe’ye Avrupa Birliği Desteği

    12 Eylül Darbesi’yle yalnızca Amerikalılar ilgilenmediler. Başta Almanya olmak üzere Avrupa Topluluğu (Avrupa Birliği’nin o zamanki adı) ve Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) içindeki gelişmiş ülkelerin tümü, Türkiye’deki gelişmelerle yakından ilgileniyordu. Birleştikleri nokta, yönetim yapısının değiştirilmesi ve Türkiye’nin küresel güçlerin kullanımına açılmasıydı. Batı başkentlerinde, “Türkiye’nin çok tehlikeli bir yere doğru, hızlı adımlarla” gittiği konuşuluyor, “gidişi durduracak kesin çözümlerin gerektiğinden” söz ediliyordu.13

    Sürekli olarak, seçilmiş yönetimlerin vazgeçilmezliğini ileri süren Batının “demokrat” yöneticileri, konu Türkiye olduğunda askerleri içeren “kesin çözümler” istemekten çekinmiyordu. Olaylara bakışları şöyleydi: “Afganistan’a Rus müdahalesi olmuştur. İran’da durum kritikdir. Şah gitti gidecektir.. Sırada Türkiye vardır. Acaba Türkiye de aynı duruma düşebilir mi? Türkiye’yi kurtarmak gerekmez mi?”14 Batı medyasında ve diplomatik çevrelerde bunlar tartışılıyordu.

    Avrupa’da konunun bu biçimde işlenmesi doğal olarak tartışma düzeyinde kalmadı, somut uygulamalara dönüştü. Kamuoyu “ikna” edildi. Türkiye’nin ulusal haklarını zedeleyecek uygulamalar söz konusu olduğunda “ödünsüz demokratlar” olan Avrupalılar, bir anda darbe destekleyen anti-demokratlar oldular.

    12 Eylül gerçekleştirildiğinde Bonn Büyükelçisi olan Vahit Halefoğlu, o günlerdeki siyasi yaklaşımlar konusunda şöyle söyler: “12 Eylül’den önce Türkiye’deki hadiseleri gören tanıdıklarımız, arkadaşlarımız (Almanlar y.n.) ‘Bu anarşiye asker neden müdahale edip son vermiyor? Bu böyle devam edemez’ diye bir takım fikirler ortaya sürüyorlardı. Türkiye’deki olaylar o kadar çığrından çıkmıştı ki, Almanya’daki insanlar dahi bunun bir müdahale ile halledilmesinin doğru olacağına inanıyordu… Türkiye’yi düştüğü badireden kurtarmanın, Batılıların yararına bir hareket olacağına karar verdiler. OECD içinde bir konsorsiyum kurarak, Türkiye’ye her yıl 1 milyar dolardan fazla bir yardım yapma kararı aldılar. Yardım işini yürütmek için de Almanya’yı görevlendirdiler…” 15

    Dönemin Almanya Başbakanı Helmut Schmidt, darbenin üzerinden henüz 48 saat bile geçmeden bir açıklama yapıyor, “Türkiye artık dipsiz kuyu değil”16 diyerek duyduğu mutluluğu dile getiriyor ve Türkiye’ye yardımı sürdüreceklerini söylüyordu. Schmidt’in açıklamasından bir gün sonra, 15 Eylül’de Avrupa Topluluğu, Türkiye ile “normal ilişkilerin sürdürüleceği”ni açıklıyor, aynı gün Frankfurter Allgemeine Zeitung, Bonn’un Türkiye’ye açık destek vereceğini birinci sayfadan duyuruyordu. Gazetede yer alan haber-yorumda; “Almanya’nın tutumunun her durumda Türkiye’nin iç işlerine etki yapacağı” söyleniyor, “yapılacak mali yardım ödemeleri, generalleri güçlendirecektir” deniyordu.17

    Almanya, 12 Eylül’ün sıkı biçimde uygulamaya soktuğu 24 Ocak Kararları’nı, büyük bir dikkatle izledi, uygulamaları yönlendirdi. Turgut Özal sık sık Almanya’ya gidiyor, Alman hükümetiyle “garantisiz ticari borçlar, kredi ertelemesi ve yeni ödeme kuralları” ve AB üyeliği gibi konularda görüşmeler yapıyordu. Turgut Özal, 1988 yılında verdiği AB başvuru dilekçesine eklediği kitapcıkta şunları söylüyordu: “Bizi Türk sanarak dışlıyorsanız, bilin ki Türk denecek bir yanımız yoktur. Uygarlık adına neyimiz varsa hepsini Yunanlılardan aldık. Bizim kültürümüz Yunan kültürüdür… Biz, başımızda Türk olmayan yöneticiler bulunmasını yadırgayan bir toplum değiliz. Örneğin, ben Kürt kökenliyim.”18

    Almanya, Halefoğlu’nun söylemiyle “Türkiye’ye karşı büyük bir anlayış” gösteriyordu.19 Helmut Schmidt’e çok yakın bir gazeteci olan ve Almanya’nın en etkili gazetelerinden Die Zeit’in başyazarlığını yapan Theo Sommer, 19 Eylül’deki yazısını Türkiye’deki gelişmelere ayırmış ve bu yazıda Almanya’nın “siyasi ve mali angajmanlarla” Türkiye’nin iç işlerine doğrudan karıştığını ileri sürmüştü. Sommer, “Boğaziçi’nde reform şansına yatırım yapıyoruz” diyor, açıksözlü bu yaklaşımıyla, 12 Eylül’ün ekonomiye dayanan ana hedefinin ne olduğunu, belki de en iyi anlatan Batılı oluyordu.20

    Son Ve Kesin Vuruş

    12 Eylül’le başlayan ekonomik uygulamalar, ulusal pazarı küresel sermayenin kullanımına tümüyle açan süreci başlattı. Silahla kazanılan ve tarihin her döneminde her ülkede gerektiğinde silahla korunan ulusal haklar, küreselleşme ya da serbest ticaret adına ve hemen hiçbir sınır konmadan yabancılara devredildi. Türkiye, Osmanlı’nın son döneminde olduğu gibi bir açık pazar, bir yarı-sömürge durumuna getirildi. Temelinde Kurtuluş Savaşı bulunan ulusal bağımsızlık, savaşsız ve çatışmasız bir biçimde yitirildi. Türkiye, silah gücüyle değil, ekonomi ve siyaset yoluyla egemenlik altına alınarak, silahlı işgalin yapacağı hemen tüm işler, işbirlikçiler aracılığıyla “barış içinde” gerçekleştirildi. Türkiye gizli işgal olgusuyla karşı karşıya kaldı.

    Türkiye Cumhuriyeti, ulus-devlet olarak varlığını, artık yalnızca görünüşte koruyan ve parçalanma çekincesi yaşayan bir ülke durumundadır. Bütünlüğünü koruması, artık kendi gücüne değil, küresel güç merkezlerinin kararına bağlıdır. Günümüzde, üstelik yoğun biçimde sürmekte olan uygulamalar durdurulup bağımsızlık yönünde köklü dönüşümler gerçekleştirilmezse, görünüşte sürdürülmekte olan bugünkü kamusal varlık, uzun sürmeyen bir zaman içinde eylemsel olarak da yitirilecektir.

    12 Eylül uygulamaları, karar yetkilerini dışarıyla paylaşan, bir bölümünü tümüyle devreden “yeni” bir düzen, daha doğrusu düzensizlik dönemi başlattı. Ulusal varlığı çözülmeye götüren bu “düzen”in kalıcı kılınması, kaçınılmaz olarak, uygulamalara karşı çıkacak aydınların susturulmasını ve ulusal örgütlerin ortadan kaldırılmasını gerektiriyordu. Aydınlar, 12 Eylül’e dek hemen her dönemde baskı altına alınmış, örgütleri kapatılmış ancak bir türlü yok edilememişti. 12 Eylül şimdi bunu yapacak ve aydınlar’ı yok edecekti. Kenan Evren’in deyimiyle, “kahredici bir yumruk altında ezileceklerdi”.21

    12 Eylül ve Aydın Kırımı

    Türkiye’de aydınlar söylendiği gibi “bir yumruk” değil, belki de binlerce “yumruk” altında ezildiler. 12 Mart öncesi ve sonrasında yoğunlaştırılmış olan şiddet, 12 Eylül’le birlikte adeta zincirlerinden boşandı ve olağanüstü boyuta ulaştı. Her meslek ve yaştan yüzbinlerce eğitimli insan; sorgular, hapisler, işkenceler ve direnilmesi olanaksız bir kıyımla karşılaştı. Kendileriyle birlikte, aileleri ve yakın çevreleri de büyük acılar çeken bu insanlar, bedensel ve tinsel sağlıklarını, okul ya da işlerini ve hepsinden önemlisi ülkelerine olan sahiplenme duygusunu yitirdiler.

    Pek çok aydın, doğrudan yaşamını yitirdi, pek çoğu bedensel ya da tinsel olarak sakat kaldı. Türkiye, yalnızca aydınlarını değil, geleceğini de yitirdi. Bağımsızlıktan yana olan bilim adamları, yazarlar, gazeteciler sürekli olarak tehdit altındaydılar. Aydınlar azalıyor, toplumsal değerler yıpranıyor ve herşeyden önemlisi, ülkenin temel dayanağı orduyla aydınlar arasında köklü bir yabancılaşma yaşanıyordu. 1960’da “ordu-millet elele” diyerek eyleme geçen genç aydınlar, artık çok ayrı şeyler söylüyor, ülke eğitimsiz ve duyarsız insanların yaşadığı bir yer oluyordu.

    12 Eylül uygulamalarıyla 650 bin kişi gözaltına alındı ve bunların büyük çoğunluğuna işkence yapıldı. İşkenceler, yalnızca konuşturmak, bilgi sağlamak amacıyla değil, kişilikleri ezmek, direnme gücünü yok etmek için herkese yapılıyordu. 1 milyon 683 bin kişi fişlendi, fişlenenler kamusal alanlar başta olmak üzere birçok haktan yoksun kılındı. Açılan 21 bin davada 230 bin kişi yargılandı, 7 bin kişinin idamı istendi, 517 kişiye idam cezası verildi, 259 idam dosyası Meclis’e gönderildi. Devrimci ve ülkücüleri içeren 50 kişi idam edildi.22

    Halkevleri, mühendis ve tabip odaları, sendikalar başta olmak üzere çalışanlara ait tüm kitle örgütleri kapatıldı; yöneticileri tutuklandı. 98 bin 404 kişi “örgüt üyesi olmak”, 71 bin kişi örgüt yönetmek suçlarından yargılandı. 23 bin 677 dernek kapatıldı. 388 bin kişiye pasaport verilmedi, 30 bin kişi “sakıncalı” olduğu için işten atıldı. 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı, 30 bin kişi mülteci olarak yurtdışına kaçtı. 300 kişi kuşkulu biçimde öldü, 171 kişinin sorgu sırasında “işkenceden öldüğü” belgelendi. 299 kişi cezaevinde, 95 kişi “çatışmada” öldü, 43 kişi “intihar” etti.23

    Öğretmen örgütlenmesinde görev alan, önder konumdaki 5 bin 854 öğretmenin işine birkaç ay içinde son verildi. Üniversitelerde 120 profesör ve doçent, Adalet Bakanlığı’ndan 47 hakim atıldı. 400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi ve bunlara 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi. 300 gazeteci saldırıya uğradı, üçü silahla öldürüldü. Zararlı görülen gazeteler, toplam 300 gün yayın yapamadı. 39 ton kitap ve dergi imha edildi. 937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı, TRT’nin çektiği kimi belgeseller yakıldı.24

    Cumhuriyet’in biçim verdiği okullar ve üniversiteler, geleneksel yurtsever çizgisinden uzaklaştırılırken, eğitim açık ve yoğun biçimde dinselleştirildi. Kenan Evren, “imam-hatip okullarında iyi eğitim veriliyor. O çocuklardan zarar gelmez. Türkiye laikliği dinsizlik olarak anlamış, yanlış tatbikatlar yapmıştır. 1930’lardaki laiklik anlayışını yanlış olarak görüyorum” diyordu.25

    3 Mart 1924’te gerçekleştirilen Öğretim Birliği (Tevhid-i Tedrisat) ilkesi, imamhatip okullarının yaygınlaştırılmasıyla; yasası korunan ancak kendisi uygulanmayan bir duruma düşürülerek, eylemsel olarak uygulamadan kaldırıldı. Din dersleri Anayasal bir zorunluluk durumuna getirilerek laiklik ilkesi çiğnendi. Üniversitelerde okuyan öğrencilerden, harç ve eğitime katkı adıyla para alınmaya başladı. Vakıf üniversiteleri kurulmasına izin verildi, devlet üniversitelerinin gelişmesi engellendi.26

    DİPNOTLAR

    1              “Kenan Evren’in Anıları” Kenan Evren, Milliyet Yay., 1.Cilt, 4.Bas., 1990, sf.19

    2         Yeni Bin Yıl Gazetesi, 28 Mayıs 2000

    3         Hasan Tüfekçi, 1 Mart 2007, hürriyet.com.tr

    4         Belgelerle Türk Tarih Dergisi, Şubat 1997, ak.Mehmet Birol Şahin, blog.milliyet.com.tr

    5              Büyük Larousse, Gelişim Yayınları, 19.Cilt,  sf.11 827

    6              a.g.e.  sf.392

    7              “Teksas–Malatya” Ufuk Güldemir, sf.87; ak. Emin Değer “Oltadaki Balık Türkiye” Çınar Araştırma, 5.Baskı,  sf.224

    8              “12 Eylül Saat 04:00” Mehmet Ali Birand, Karacan Yay. 1984,  sf.33

    9              a.g.e.  sf.33

    10           “Türkiye’de Gençlik Hareketleri” T.S.Yılmaz, Top.Dön.Yay., 2000, sf.393, 394

    11           “Ülkücü Hareket – I” Hakkı Öznur, Akik, Ankara–1996,  sf.267

    12           “12 Eylül Saat 04:00” Mehmet Ali Birand, Karacan Yay., 1984,  sf.34

    13           “Almanya Bize Yardımcı Oldu” Osman Çutsay, Cumhuriyet 17.09.2000

    14           a.g.g. 17.09.2000

    15           “Almanya Bize Yardımcı Oldu” Osman Çutsay, Cumhuriyet 17.09.2000

    16           “Darbeye Sosyal Demokrat Destek” Osman Çutsay, Cumhuriyet 20.09.2000

    17           a.g.g. 20.09.2000

    18           a.g.d. 1 Mart 2007

    19           “Almanya Bize Yardımcı Oldu” Osman Çutsay, Cumhuriyet 17.09.2000

    20           “Darbeye Sosyal Demokrat Destek” Osman Çutsay, Cumhuriyet 20.09.2000

    21           “Türkiye’de Gençlik Hareketleri” T.S.Yılmaz, Top.Dön.Yay., 1997, sf.394

    22           Darbenin Bilançosu, Cumhuriyet 12.09.2000

    23           a.g.g. 12.09.2000

    24           a.g.g. 12.09.2000

    25           “Haftaya Bakış” Ahmet Taner Kışlalı, Cumhuriyet 03.03.1986

    26           “İlk Darbe Öğretim Birliğine” Cumhuriyet 12.09.2000

  • KKTC’de Türkiyelileri vatandaş yapmamanın itirafı … Prof. Dr. Ata ATUN

    KKTC’de Türkiyelileri vatandaş yapmamanın itirafı … Prof. Dr. Ata ATUN

    Dün, KKTC Meclisinde halen milletvekilliği görevini sürdüren ve uzun bir dönem de Bakanlık yapmış olan, Bakanlık döneminde de özellikle Türkiye’den adamıza yıllar önce gelmiş, burayı vatan yapmış, çocukları burada doğmuş kişilerin vatandaş olmasına engel olmak için elden geleni ardına koymamış bir siyasinin, mevcut hükümeti eleştirmeye çalışırken hiç fark etmeden açığa vurduğu itiraflarını okudum yerel gazetelerimizde.

    Aklınca bu siyasi, vatandaşlık konusunda mevcut hükümeti eleştiriyor ve özetle “UBP-DP hükümetinin Anayasa’ya aykırı şekilde kanun gücünde kararnamelerle Meclis’i by-pass ederek ülkeyi yönettiğini” iddia ediyor ve “muhaceret affının çıkarılarak kaos yaratıldığını” savunuyor.

    Rumlar Kıbrıs sorununa çözüm bulmak için sürdürülen müzakerelerde, Türk tarafına kurulacak devlette 4 Rum’a karşın 1 Türk olacağını kabul ettirmeye çalışırken ve bizleri üstü kapalı olarak “Azınlık sınıfı”na sokmaya uğraşırken, yıllarca vatandaşlıklar verilmesine mani oldukları ve bu nedenle de KKTC’nin artamayan nüfusu nedeni ile artık adada “Azınlık” statüsüne indirgendiğimizi kulak ardı etmişe benziyor bu siyasimiz ve mensubu olduğu siyasi parti. Yıllarca ektikleri “Türkiye düşmanlığı” ve “Türkiye’den gelenleri kötülemek, devlet dairelerinde işlerinin yapılmamasını sağlamak” prensibi maalesef iyice kök salmış durumda ülkemizde.

    Ekonomimizin gelişmesi, yerel şirketlerimizin güçlenmesi, ülke içinde dönen paranın artması, mükellef askerlik süresinin kısalması ve Rumlara karşı askeri gücümüzün artması ve de Rumlarla adada aynı nüfusa sahip olursak müzakere masasında elimizin daha da güçlü olacağını göz ardı ederek dünyanın hiçbir gelişmiş ülkesinin vatandaş olmak kriterlerine uymayan, çağ dışı bir vatandaşlık yasası geçirmeye çalışmalarının zararlarını şimdi fazlası ile görmekteyiz. Rumların çoğunluk, Türklerin azınlık olarak yer alacağı yeni bir devletin kurulması için sürdürülen müzakerelerde nüfus yapısının 4 Rum’a 1 Türk’ün olacağı uygulaması, ülkemizde zaman zaman iktidarı ele geçiren ve KKTC’yi silip atmak için elden geleni yapan bu hastalıklı beyinlerin ürünü maalesef.

    4 yaşındayken adamıza gelen, KKTC vatandaşı biriyle evli olan annesiyle burada yaşayan, saygın bir meslek sahibi olan annesi KKTC vatandaşı olmasına rağmen aradan geçen 10 yılda binbir bahane ile bu çocuğun vatandaş yapılmasına mani olacak uygulamalar üretmek hep bu hastalıklı beyinlerin marifeti. Okula burada başlayan ve yurtdışında hiçbir bağı olmayan bu çocuk otomatikman vatandaş yapılmadığı için Bakanlar Kurulu devreye giriyor. Burada da eleştiri hazır: “Reşit olmayan kişiye Bakanlar Kurulunda vatandaşlık verilemez!” Bu çocuğa vatandaşlık vermemenin kendi ayıpları olduğunu umursamadan bu lafı edebiliyorlar.

    ABD’de 500 bin Dolar yatırım yapana önce ikamet, sonra da vatandaşlık verilirken, Rum tarafı adeta vatandaşlıkları para karşılığı satarken, bizim ülkemizde neredeyse 500 Milyon Dolar yatırım yapmış kişiyi ve çocuklarını vatandaş yapmamak için bu hastalıklı beyinler ellerinden geleni ardlarına hiç koymadılar, ta ki usandırıp kaçırtana dek. Herkes ülkesine yatırımcı gelsin diye binbir takla atarken, bizim siyasiler yatırımcıları kaçırtmak için yeni yeni formüller ürettiler yıllarca.

    Söz konusu siyasi bakın vatandaşlıkların kapısını açtığı için hükümeti eleştirmeye çalıştığı açıklamasını hangi cümleler ile bitirmiş. Ki bu açıklama vatandaşlıklara niye karşı olduklarını açıklıyor: “Kıbrıs Sorunu konusunda devam eden müzakerelerde yılsonuna kadar olumlu bir takvim çıkma ihtimaline karşı hükümet alelacele çıkıntılık yapmaya başladı. Maalesef oluşması muhtemel çözümle ilgili zemine ‘hayır hareketini’ canlandırmak, organize etmek için kendi içlerinde telaşa düştüler ve neredeyse bu bir yarışa dönüştü. Sayın Serdar Denktaş, Sayın Tahsin Ertuğruloğlu, Sayın Hüseyin Özgürgün sürekli bunu körüklüyor. ‘Hayır’cılara zemin oluşturmaya çalışıyorlar ama Kıbrıs konusunda gelinen noktada Kıbrıs Türk halkı günü geldiğinde üzerine düşeni yapacak ve sorunun çözümlenmesi için gerekli adımı atacaktır.” İşte yazımın başında belirttiğim itiraf da burada, bu cümle içinde saklı.

    Söz konusu siyasi ve aynı çatı altında toplandıkları siyasi partinin bir tek hedefi var. KKTC’yi yaşatmamak, Rumların egemen olacağı, bizlerin de içinde azınlık haklarına sahip olacağımız yeni bir devletin kurulmasını sağlamak, Türkiye ile ipleri koparmak, Türkiye’den gelip bu adayı vatan kabul etmiş kardeşlerimizi geri göndermek ve Türk Ordusunun adayı terk etmesini sağlamak için vatandaşlıkları yasaklamak ve olası bir referandumda Kıbrıs Türkleri tarafından “Evet” oyunu çıkarttırmak. Rumların Megali İdeasına (Büyük ülkü) benzer büyük bir hayal bu sadece. Zamanı gelince hep birlikte göreceğiz hayal olup olmadığını.

    KKTC’deki “Linobambaki”ler bunu alkışlar ve destekler ama günü geldiğinde “Türk Tarihi”nin bunu başka türlü yorumlayıp yazacağı kesin….

    Ata ATUN
    e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com

    Facebook: AtaAtun1

    12 Eylül 2016

    NOT: Linobambaki, Kıbrıs’a özgü bir grup insana verilen tanımlamadır. Osmanlı döneminde vergi memuru geldiğinde vergi vermemek için Müslüman olduğunu iddia eden, Askere alım memuru kapıyı çaldığı vakit de askere gitmemek için Hristiyan olduğunu iddia eden kişileri tanımlamaktadır.

  • FIRAT’IN ÖTESİ-3

    FIRAT’IN ÖTESİ-3

    el-cezire-turk-tanklari-suriyeye-girdi-46201612219584-660x330

    FIRAT’IN ÖTESİ-3

    (Türkiye şehitlerini uğurluyor)

    Hüseyin MÜMTAZ

    Türkiye, 24 Ağustos’ta sınır ötesine geçti.

    TSK o günden bu yana her gün durumla ilgili bilgi veriyor.

    7 Eylül tarihli açıklama şöyleydi; “Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) tarafından gerçekleştirilen operasyonlar sonucunda 4 köye (Vukuf, Sadvi, El Eyyubiyah ve Şandi) ilave olarak Sinekli ve Abubiyat köyleri ele geçirildi. 6 Eylül’de ele geçirilen köy sayısı 6’ya ulaştı”.

    “Sınırı geçen” TSK anladık da köyleri “ele geçiren” neden ÖSO?

    ÖSO kim?

    Ne derece “özgür”?

    Yeteneği, ehliyeti, gücü, kuvveti ve en önemlisi kimliği ne? Kimlerden müteşekkil?

    Ne derece güvenilir?

    Geçmişte “eğitip/donatılan” ÖSO elemanlarının “silahlarıyla birlikte” YPG/PYD hâttâ IŞID’a katıldıklarını duymadık mı?

    Vukuf, Sadvi, El Eyyubiyah, Şandi, Sinekli ve Abubiyat…

    “Bir zamanlar” Musul, Kerkük, Süleymaniye, Erbil, Tuzhurmatu’dan ağzımız dolu dolu bahsederken “şimdi” coğrafya ufkumuzun hudutlarının köylere indirgendiğini görüyoruz.

    Kader utansın.

    “Dar görüşlü” Misâk- Millî’den; Malezya/Exeter diplomalı son derece “derin strateji” üstad-ı azâmları sayesinde “Şah-Sultan-Hilafet” rüyasına terfi edince bulutların üzerinde gezinmeye başlamıştık.

    Birden acı gerçeklerle yüz yüze kaldık, ayaklarımız yere değdi.

    “Leyla’yı, Mecnun’u, Ferhat’ı, Aslı’yı”;

    Musul, Kerkük, Süleymaniye’yi bilmeden… Nasıl Halep, Şam, “Bağdat’ı iki gözün kapalı” bulabilirsin?

    Başika; Vukuf, Sadvi, El Eyyubiyah, Şandi, Sinekli ve Abubiyat…ile idare et derler adama.

    Kitap “aynı anda iki cephe açılmaz” yazar ama Türkiye şu anda 3 cephede birden savaşıyor…

    1.15 Temmuz travması; 2.”Dış”arıda Suriye ve 3.”İç”eride Çukurca.

    24 Ağustos’tan bu yana sınır ötesinde üç tankımızda 4 (yazı yazılırken 7 oldu) şehit verdik ama memleket dahilinde bunun neredeyse 10 katı.

    Gazete manşetleri artık ne yazık ki “Türkiye şehitlerini uğurluyor” şeklinde atılıyor.

    1

    Ajanslar sık sık “son dakika haberi” veriyorlar; “Çukurca’da 157…186… PKK’lı terörist etkisiz hale getirildi”…

    Hâlbuki “eskiden” iki, üçü geçmezdi “etkisiz hâle getirilenler”… Ne zaman, nereden, nasıl girdi bu kadar “leş”, silahlarıyla birlikte?

    Kimse görmedi mi? Görmüyor mu?

    Neden görmüyor?

    Jandarma Genel Komutanı; “Çukurca’da ölüm kalım savaşı veriliyor” diyor.

    “Ölüm kalım savaşı”nı Anafartalar, Dumlupınar, Sakarya’da vermemiş miydik?

    “Melhâme-i Kübrâ”yı o zaman yaşamamış mıydık?

    Çukurca, bırakın Misâk-ı Millî’yi; 1923’den beri Cumhuriyet sınırları içindedir efendiler…

    “Mesele” bu raddeye gelene kadar nerelerdeydiniz?

    Madem ölüm kalım savaşı veriliyor; “savaş”, sınır dışında olduğu gibi sınır içinde de neden “askerî kurallara” göre yürütülmüyor?

    Eskiden TSK savaşa girince (Kore, Kıbrıs) Edirne’den Ardahan’a, Sinop’tan Antalya’ya bütün memleket bir ve beraber olmaz mıydı?

    Neden, nasıl, ne zaman böyle olduk, bu hâle geldik biz?

    Elbette hazır elimiz değmişken “Irak da” terörden temizlenmelidir ama Irak’ın bölünmesine Özal’lı yıllarda “36’ıncı paralel” hikâyesiyle yine biz göz yummadık mı?

    (“Koalisyon” neden sadece “havadan” da “Mehmet” hep dağ-taş-dere-tepe-toz ve toprak içinde “yerden”?)

    Özal zamanında 500.000 peşmerge şimdiki gibi bir gecede sınırı geçip Türkiye’ye gelmedi mi?

    Sınırda, “TC vatandaşı ABD Elçiliği çalışanı tercümanlar” tarafından karşılanıp/seçilenler Guamtanamo’ya gönderilerek; eğitilip/donatıldıktan sonra “Barzanistan” kurulmadı mı?

    “Barzanistan” kurulunca Irak bölünmedi mi?

    “Silahlarıyla beraber” Türkiye’ye bir gecede gelen 500.000 peşmergenin kaçı “yerleşti”, kaçı döndü, kalanlardan kaçı sonraki yıllarda “silahlarıyla beraber” PKK teröristi oldu?

    CIA Başkanı John Brennan, Irak ve Suriye’nin devlet yapısının telafi edilemeyecek şekilde bozulmuş olabileceğini söylüyor. Brennan, “Irak ve Suriye’nin toprak bütünlüğünün yeniden sağlanabileceğinden kuşkulu olduğunu” ve iki ülkenin de merkezi bir hükümet tarafından yönetilebileceğini tahmin etmediğini belirtiyor. Aynen 100 yıl önceki Sykes/Picot; 15 yıl önceki Rice/Ralph Peters “projelerini” tekrarlıyor.

    Yâni CIA (Amerika) Irak ve Suriye’nin bölünebileceğini söylüyor.

    Prof. Jane Hathaway; Osmanlı’nın Arap topraklarındaki 1516-1800 arası hâkimiyet yıllarını anlattığı kitabında diyor ki;

    “Kürt terimi antikçağdan beri, Farsça ile akraba bir Hint-Avrupa dili konuşan ve Güneydoğu Anadolu, Kuzeydoğu Suriye, Kuzey Irak ve Batı İran’da yerleşik bir halkı ifade etmek için çok genel bir biçimde kullanılmıştır”.

    (“OSMANLI HÂKİMİYETİNDE ARAP TOPRAKLARI”-Jane Hathaway. Türkiye İş Bankası Kültür Yay. Mayıs 2016, İstanbul. Sayfa 34-35)

    Batının bölgeyle ilgili yapay Kürt(istan) düşüncesi 100 değil, 500 yıldır değişmiyor.

    “4 Parça”yı “dışarıda” Barzani ağzını her açtığında söylüyor, “içeride” Ahmet Türk, Osman Baydemir vs. sık sık tekrarlıyor, CIA Başkanı gözümüzün içine baka baka anlatıyor…

    Yetmiyor, tarihçiler yazıyor.

    Bırakınız Sykes/Picot’u, Rice/Ralph Peters haritalarını, fakat kimse tarih de mi okumuyor bu memlekette?

    Neydi o tarih/tekerrür tekerlemesi?10 Eylül 2016

     

     

     

     

  • NATO Türkiye’yi hedefe oturtuyor

    NATO Türkiye’yi hedefe oturtuyor

    nato

     

    10.09.2016

    Fırat Kalkanı harekatıyla IŞİD, Türkiye sınırlarından uzaklaştırıldı. IŞİD tehdidi azaldığı halde NATO, Türkiye’ye asker göndermeye hazırlanıyor. 3’te 1’inin Alman, çoğunluğunun ise ABD askerlerinden oluşacak NATO gücünün Türkiye’ye konuşlanması, Türkiye-Rusya ilişkilerini zora sokabilir.

    Türkiye’nin Cerablus’tan başlattığı Fırat Kalkanı harekatından sonra NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, bugün temaslarda bulunmak için Türkiye’ye geliyor. Yarın Türkiye’den ayrılacak olan Stoltenberg’in ajandasında hangi konuların olduğu tam olarak belli değil ama sözkonusu ziyaretin NATO’nun Baltık’taki askeri gücünü Türkiye’ye göndermeye hazırlandığı yönündeki haberlerin ortaya atılmasından hemen sonra gelmesi dikkatlerden kaçmadı.

     

    İddialara göre 29 Ağustos’ta gerçekleşen toplantıda NATO, Baltık’daki askeri birliklerin Türkiye’ye kaydırılması yönünde karar aldı. NATO’nun Baltık’taki askeri birliklerinin 3’te 1’ini Alman askerleri oluşturuyor. Geri kalan NATO askerlerinin büyük çoğunluğunu ise Amerikan askerleri oluşturacak.

    una göre Baltık’tan Türkiye’ye kaydırılacak NATO birlikleri, Suriye hava sahasını kontrol etmekte görevlendirilecek. Almanya’dan gelecek askeri birliklerin Türkiye’ye gönderilmesi için takvim de belirlenmiş.

     

    Alman hükümeti, 12 Ekim’de yapacağı Bakanlar Kurulu toplantısında Türkiye’ye asker göndermek için karar alacak ve karar, 12-17 Ekim tarihleri arasında toplanacak Federal Meclis’e gönderilecek. NATO’nun planladığı gibi askerlerin Ekim sonu veya Kasım başı Türkiye’ye gönderilmesi için meclisin onayı gerekecek.

     

    Tehdit azaldı NATO geliyor

     

    Türkiye’nin Suriye’de gerçekleştirdiği Fırat Kalkanı harekatıyla birlikte IŞİD terör örgütü Türkiye sınırlarından uzaklaştırılmış durumda. Dolayısıyla IŞİD tehdidi bu bağlamda Fırat Kalkanı harekatı başlamadan öncesine göre büyük oranda azalmış durumda.

     

    Hal böyleyken tehdit büyükken Türkiye’ye asker göndermeyen NATO, şimdi neden askeri yığınak yapma kararı aldı? Kafaları kurcalayan yegane soru bu değil. NATO’nun Baltık’taki askeri gücüne Rusya’nın tepkisi büyük olmuştu. NATO’nun, Rusya’ya karşı 4 Baltık ülkesinde askeri varlığını arttırma kararı Rusya tarafından, ‘soğuk savaşın düğmesine basılıyor’ şeklinde sert tepki ile karşılanmıştı.

     

    Rusya’nın tepkisine neden olan askeri birlikleri Türkiye’ye kaydırmak Türkiye ile Rusya’nın zorlukla normalleşme sürecine giren ilişkilerini baltalamayacak mı? Bütün bunlar NATO askerlerinin Türkiye’yi korumak için gelmediğini ortaya koyuyor.

     

    Gelecekleri belli gidecekleri belirsiz

    NATO kisvesi altında sınırlarımız içerisinde yerleşecek olan çoğunluğu Amerikan askerlerinden oluşan NATO askeri varlığı, Türkiye’yi koruma bahanesiyle ucu açık bir zaman diliminde ülkemizin güneydoğusunda kalacak.

     

    Üstelik kimse NATO birliklerinin Türkiye’den ne zaman gideceğini konuşmuyor. 1 Aralık 2015’te İklim Değişikliği Konferansı için bulunduğu Paris’te konuşan ABD Başkanı Obama, “Türkiye-Suriye sınırının güvenliğini tam olarak sağlamak için “sınırın Türkiye tarafında” Amerikan ve Türk ordularının hava ve kara unsurlarının nasıl bir kombinasyon içinde görev yapabileceği üzerinde birlikte çalıştığını” açıklamıştı.

     

    Halihazırda ABD’nin Türkiye’ye gönderdiği ve geçen hafta IŞİD’e karşı kullanılan HIMARS (Yüksek Hareket Yetenekli Topçu Roket Sistemi) füze sistemi için 50 kadar ABD askeri Türkiye’de Gaziantep Almalıtepe mevkiisine konuşlanmış durumda.

    asikurtlar.com

  • Osman PAMUKOĞLU’ndan İlginç Açıklama

    Osman PAMUKOĞLU’ndan İlginç Açıklama

    pamukoglu

     

    10.9.2016

    HEPAR kurulduktan dört gün sonra, Vatikan Radyosu bizden söz etti..

    Vatikan’ın ardından; Avusturya, Almanya ve Hollanda gazeteleri ile dergileri de bize yer verdi.

    ”Türkiye’de şöyle bir parti kuruldu, başındaki kişi şu, partinin ilkeleri de bu” dediler..

    Rahatsız mı oldular?

    Ne oldu böyle birden?

    Daha bir haftalık bir partiyi niye birdenbire televizyon ve radyolarının gündemine aldılar?

    ”Bu parti farklı” diyorlar.

    Bizim ”Ben topraklarımda müstemleke valisi gibi adam dolaştırmam.” sözümüze değiniyorlar.

    İşte bu bizim AB görüşümüzü ortaya koyuyor.

    Bizi bu ülkede yaşayanlardan önce onlar anladı! Hem de bir haftada.

    Parti büyür, gelişir; o zaman anlarım! Ama daha dördüncü günde farkettiler.

    Çünkü bu partinin ne olacağını bunlar içeridekilerden daha iyi biliyor.

    HEPAR, ülkenin geleceğidir…

    Osman PAMUKOĞLU

     

    11141

     

     

     

     

  • CIA Başkanı: Suriye ve Irak bölünebilir

    CIA Başkanı: Suriye ve Irak bölünebilir

    44321-9

     

    9 Eyl, 2016

    İki ülkede toprak bütünlüğünün yeniden sağlanabileceğinden kuşku duyduğunu belirten ABD’nin istihbarat şefi, Türkiye’nin komşularının merkezi bir hükümet tarafından yönetilebileceğini tahmin etmediğini söyledi.
    ABD’nin Merkezi İstihbarat Teşkilatı CIA Başkanı John Brennan, Irak ve Suriye’nin devlet yapısının telafi edilemeyecek şekilde bozulmuş olabileceğini söyledi.

    CIA Başkanı, Irak ve Suriye’nin toprak bütünlüğünün yeniden sağlanabileceğinden kuşkulu olduğunu ve iki ülkenin de merkezi bir hükümet tarafından yönetilebileceğini tahmin etmediğini belirtti. Brennan, “Suriye ve Irak’ın yeniden biraraya gelip gelemeyeceğini bilmiyorum” dedi.

    West Point askeri akademisi tarafından çıkarılan ‘CTC Sentinel’ adlı yayın organına mülakat veren Merkezi İstihbarat Teşkilatı Başkanı Brennan, dökülen kan ve yapılan tahribat kadar etnik ve mezhep gerginliklerinin sürmesinin de iki ülkeye büyük zarar verdiğini, Suriye ve Irak’taki Kürt bölgeleri gibi birçok özerk bölgenin ortaya çıkabileceğini ifade etti.

    CIA Başkanı, terör örgütü IŞİD’in iç savaşın hüküm sürdüğü Yemen’e sızmasıyla ilgili görüşlerini de dile getirdi. Brennan, IŞİD’in Yemen’de terör şebekesi El Kaide’ye bağlı gruplarla işbirliği yaptığını da sözlerine ekledi.

    Kaynak: Deutsche Welle

    Milliyet

    İlk Kurşun