13.9.2016
12 Eylül Darbesi diyince akla; askerler, cezaevleri, idamlar ve aydınlara uygulanan yoğun kıyım geliyor. Bu doğrudur. Bunlar şiddet döneminin yaygın uygulamalarıdır ve o dönem insanlarının yaşadığı gerçeklerdir. Ancak, 12 Eylül’ün niteliği ve gerçek amacı konusunda görülemeyen ya da yeterince görülemeyen bir yanı vardır. Önemli olan bunu görmektir. 12 Eylül, ulusal pazarın uluslararası şirketlere koşulsuz açılarak küresel işleyişin parçası durumuna getirilmesi girişimidir. 24 Ocak Kararları, bu girişimin en açık anlatımıdır. 24 Ocak, Türkiye’de ancak 12 Eylül gibi bir “demir yumruk” la uygulanabilirdi.
Yalnızca Askeri Darbe mi?
Kenan Evren, 12 Eylül için, 1983’de kaleme aldığı anılarında şu saptamayı yapıyor: “12 Eylül harekatının başarılı olmaması demek, bir iç savaş sonucu Türkiye’nin parçalanması ve bin seneye yakın bir zamandır bizim olan bu toprakların değişik ellere geçmesi, başka bir deyişle Türklüğün ve Türklerin, Asya’daki diğer Türkler’in durumuna düşmesi demekti”.1
Bu yargı, ne kadar gerçeği yansıtmaktadır? “Harekat başarılı olmasa” Türkiye nasıl ve kimler tarafından “parçalanacaktır?” Anadolu Türklüğünü “Asya’daki Türkler’in durumuna” kim düşürecektir?
Türkiye’nin, 12 Eylül’ün başarılı olmaması durumunda parçalanıp parçalanmayacağı bilinmez, ama aradan geçen 35 yılın ortaya çıkardığı açık gerçek; Türkiye’nin bugün, parçalanma kaygıları yaşayan bir ülke durumuna gelmesi ve bu duruma gelişte 12 Eylül’ün belirleyici düzeyde payının olmasıdır.
Kenan Evren, “Türkiye’yi parçalayacaklar” suçlamasıyla 50 kişiyi astırdı, binlerce aydını tutuklattı, işkenceden geçirtti. Ancak, daha sonra, darbe yaparken Türkiye’yi parçalayacak bir düşünce içinde olduğunu kendisi açıkladı. 2000 yılında; “Türkiye’nin valilerini halkın seçtiği 4 eyalte ayrılmasını istedim, olmadı” dedi.2 2007’de, eyalet sayısını artırdı ve şunları söyledi: “Türkiye eyalet sistemine geçmeli ve 8 eyalete ayrılmalıdır. Ben bunu 1980’den beri düşünüyorum. Bu güne kadar yapılamadı ancak Türkiye mutlaka eyalet sistemine geçecektir”.3
Kenan Evren ve 12 Eylül Yönetimi; bu konuyu düşünce düzeyinde bırakmamış, ciddi biçimde ele alarak, Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etütler Başkanlığı’na bir yazanak (rapor) hazırlatmıştı. Başkan olarak Tümgeneral Mahmut Boğuşlu’nun imzaladığı yazanakta şunlar söyleniyordu: “Türkiyemiz bugün tek merkezden idare edilebilme imkanlarını yitirme sınırına gelmiştir… Her il merkezi; yasama, yürütme ve yargı yetkileriyle donatarak, 67 il merkezimizde millet meclisleri kurulmalıdır… Yunanlılar eski Osmanlı vatandaşlarıdır, Yunanistan ile de bir federasyon kurulmalıdır”.4
1980 yılı Türkiye için, ekonomi ve siyaset başta olmak üzere, toplumsal yaşamın her alanında büyük bir çöküşün yaşandığı bir kırılma yılıdır. 1980’den söz edilince herkesin aklına doğal ve haklı olarak, silahlı bir hareket yani darbe gelir. Bu, olayın gerçek boyutunu ortaya koymayan eksik bir yaklaşımdır. 1980 olayları, bir bütün olarak ve biraz dikkatlice ele alınacak olursa, yaklaşımın yetersizliği kolayca görülecektir. 12 Eylül sabahı uygulamaya sokulan eylem, söylendiği ya da uygulayıcılarının sandığı gibi “terör olaylarının” zorunlu kıldığı bir sonuç değil, ülkeyi küresel isteklere sınırsızca açarak, ulus-devlet varlığını ortadan kaldırmaya yönelen bir girişimdir.
1980’de, siyasi çatışmanın Türkiye’yi kan gölüne döndürdüğü doğrudur. Darbe’nin amacının, “kardeş kanının akmasını ve terörü önlemek” olarak açıklandığı da doğrudur. Doğru olmayan, 12 Eylül’ü Türkiye’ye yönelik küresel politikadan bağımsız, yerel bir sorunmuş gibi ele almaktır. 12 Eylül’le gerçek darbe; Türkiye’nin ekonomisine, siyasetine, aydınlarına ve anlamını Atatürkçülükte bulan ulusal bağımsızlık geleneklerine yapılmıştır. Darbe’nin tarihi, gerçekte 12 Eylül değil, 24 Ocak 1980’dir. 12 Eylül, çalışan kesimlerin ve aydınların 24 Ocak Kararları’na tepki gösteremez duruma getirilmesi eylemidir.
24 Ocak Kararlarının Önemi
1979’da Başbakan olan Süleyman Demirel, Başbakanlık Müsteşarlığına getirdiği Turgut Özal’a, yeni bir ekonomik istikrar programı hazırlama görevi verdi. Program, IMF’de hazırdı. Kısa süre içinde devreye sokuldu ve 24 Ocak 1980’de kamuoyuna açıklandı.
Tarihe 24 Ocak Kararları olarak geçen ve IMF’nin daha önce yaptıramadığı isteklerini içeren program; Türkiye’yi tek taraflı olarak yabancı sermayeye açıyor, tarım, ticaret ve sanayide ulusal hedeflerden vazgeçiliyor ve günlük kur uygulamasına geçilerek Türk lirasındaki değer yitimi sürekli hale getiriliyordu. Milli kambiyo rejiminden vazgeçiliyor, ithalat liberasyonu adıyla dışalım serbest kılınıyor, kotalar kaldırılıyor ve kamu yatırımları kısılıyordu. KİT’lerin özelleştirileceği, temel ürünlerde destek fiyatlarının kaldırılacağı, ücret artışlarının düşük tutulacağı, tarım ürünlerindeki taban fiyatlarının sınırlanacağı açıklanıyordu.5
Programın ön uygulamaları bile etkisini hemen gösterdi. 1980 başında 47 TL olan 1 Amerikan Doları, yıl sonunda 90 Liraya çıktı, programa karşı gösterilen tepki, ‘iç savaş’ durumuna getirilen terör eylemleriyle birbirine karıştı.
24 Ocak Kararları ancak 12 Eylül gibi, bir “demir yumruk”la uygulanabilirdi. Emek örgütleri başta olmak üzere mesleki kuruluşlar, dernekler ve partiler kapatılmalı, yasama ve yürütme gücü, tartışmasız bir ortamda, sınırsız yetkilerle donatılmış bir yönetime verilmeliydi. Nitekim öyle oldu ve ABD başta olmak üzere Avrupa Birliği’nin “demokratik” desteği altında; beş kişilik Milli Güvenlik Konseyi’nin her kararı yasa sayıldı. Tüm siyasi partiler, dernekler, meslek örgütleri kapatıldı, yüzbinlerce insan gözaltına alındı, binlercesi tutuklandı, 50 kişi idam edildi.
12 Eylül’ün Türk toplumunda yarattığı çöküntü çok yönlü ve çok boyutludur. Ancak, en büyük zarar Cumhuriyet’le kurulan ulus-devlet yapısına, bu yapıya biçim veren yönetim anlayışına ve tümünü içine alan siyasi işleyişe verilmiştir. Bağımsız iç ve dış politika, sosyal devlet anlayışı ve ulusal hakları koruma istenci, hemen tümüyle yok edilmiştir. Siyasi bozulmanın partilere yansıyan etkisi, doğal olarak bölünme, parçalanma ve yabancılaşma oluşmuştur. CHP ve Demokrat Parti ya da CHP ve Adalet Partisi’nden oluşan iki partili düzen bozulmuş, ortaya içinde yasallaştırılan İslamcı ve Kürtçü partilerin de olduğu bir parti karmaşası çıkmıştır.
Darbe Hazırlamak
1980 öncesinde çatışmaları önlemede; Meclis’in, partilerin ve kolluk güçlerinin yaklaşımı, dikkat çekici bir ilgisizlik ve olağan olmayan bir başarısızlık içerir. Toplumu derinden etkileyen olaylar yaşanırken, yönetim gücünü elinde bulunduran politikacılar, çoğu kez olaylarda taraftır. Emniyet güçleri, siyasi erkten olayları sona erdirmeyi amaçlayan bir davranış göremediği için, kararlı bir tutum içine girememiştir. Görev sorumluluğu duyarak olayların üzerine giden kamu yöneticileri sahipsiz bırakılıyor, emniyet müdürleri ve savcılar öldürülüyordu.
Çatışmaları önlemek için kullanılmayı bekleyen yasal yetki, özellikle sıkıyönetim bölgelerinde yeterince vardı. Ancak politikacılar sürekli yetkisizlikten söz ediyor, yasama gücü ellerinde olmasına karşın, yasa çıkarmıyordu. Örneğin Başbakan Süleyman Demirel, 1980’de yaptığı bir açıklamada, Başbakan değil de sıradan bir yurttaşmış gibi şunları söylüyordu: “Olayları yapanları ve yaptıranları devlet olarak biliyoruz. Ancak, sıkıyönetim komutanlarının ne yazık ki yetkileri çok az”.6
Demirel’in bu sözlerle neyi anlatmak istediğini düşünmek gerekir. Meclis çoğunluğuna sahip olmasına karşın, neden yasal düzenlemeler yapmamıştır. Bunu yaptırmayan güç kimdir?
1980 Ocağı’nda yaşanan bir başka ilgi çekici gelişme, Demirel’in Başbakanlık Müsteşarlığı’na getirdiği Turgut Özal’ın, 24 Ocak Kararları’ndaki “ekonomik önlemler paketi”ni, Kenan Evren ve Kuvvet Komutanlarına sunmasıydı. Türk Silahlı Kuvvetleri’nde, hükümetlerin ekonomik uygulamalarına karışmak, onay vermek ya da hükümetlerden ekonomik “birifing” almak gibi bir gelenek yoktu. Bu tür işler, doğrusu ya da yanlışıyla hükümetlerin yetkisine bırakılmış, o güne dek taraf olunmamıştı. Ancak, bu kez CIA personel biyografisinde, “gelmiş geçmiş en Amerikan yanlısı Türk lideri” denilen7 Turgut Özal’ın IMF isteklerinden oluşan programı dinleniyor ve onay veriliyordu. Kamuoyuna pek de duyurulmayan bu uygulamada alışılmadık bir durum vardı.
Alışılmadık durumun gerçekte, küresel güçlerin isteklerini yerine getirecek bir darbeye doğru gittiği, sekiz ay sonra ortaya çıkacaktır. Türkiye’nin Cumhuriyet’le kurulmuş ulus-devlet yapısını çökertecek olan bir sürece, onay veriliyordu. Bu onay, gerçekte, onay sahiplerinin yönetime hazırlandığının göstergeleriydi. Nitekim Evren, üç ay sonra 24 Mayıs 1980’de, “karargah etüdü istediği üç kişilik özel bir ekiple” yaptığı toplantıdan sonra not defterine şunları yazıyordu: “Birinci Ordu-Selimiye: Bugün görüştüğüm kuvvet komutanları, artık müdahale etmekten başka bir çare kalmadı dediler”.8
ABD ve Darbe
Amerikan Silahlı Kuvvetleri, yayın organı U.S. Armed Forces, Evren’in yazdığı bu nottan bir hafta sonra çıkan Haziran 1980 sayısında şunları yazıyordu: “Türkiye’deki gelişmeler, öyle bir noktaya gelmiştir ki, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin müdahalesinden başka bir çıkış yolu görülmemektedir. Ordu müdahale edecek, ancak gelişmeleri uzun vadede o da düzeltemeyecektir”.9
Kenan Evren, 12 Eylül’den önceki en sert ve son açıklamasını 30 Ağustos’ta yaptı. Bu konuşmada “demokratik düzenin ve ülke bütünlüğünün yok edilmesini amaçlayan idrakten yoksun vatan hainleri”nden söz ediyor, bunların “tarihimizde bir zamanlar türemeye yeltenen benzerleri gibi” ezileceğini söylüyor ve Türk ulusu “sonsuza kadar daha birçok 30 Ağustosları, refah ve mutlulukla kutlayacaktır” diyordu.10
12 Eylül, Türk Ulusunu Evren’in söylediği gibi “refah ve mutluluğa” değil, yoksulluk ve karanlığa götürdü. Turgut Özal’ın başkanlığındaki ANAP tarafından geliştirilen ve sırasıyla DYP, SHP, RP, DSP, MHP ve AKP gibi partilerce ara vermeden sürdürülen ekonomik ve siyasi programlar; Türkiye’yi kendi gücüyle ayakta duramayan, dış karışmalara açık, rejim sorunu yaşayan bir ülke durumuna getirdi. Yalnızca ekonomide değil; siyasetten yönetim yapılanmasına, dilden kültüre, eğitimden sanata, toplumsal yaşamın hemen her alanında büyük bozulmalar yaşandı. Ulusal değerlerin yaşatılmasında öncülük edecek aydınlar ayırımsız bir biçimde ve benzeri az görülen bir şiddetle ezildiler. Ülkeyi ve ulusu sevmek, onun için bir şeyler yapmaya çalışmak, bağımsızlıktan yana olmak, örgütlenip halka öncülük etmek, en ağır cezaları göze almayı gerektiren eylem ve eğilimler durumuna geldi. Sonuçta ortada, ulusal hakları savunan, ülke sorunlarına duyarlı insan kalmadı. Çıkarcılar, işbirlikçiler ve vatan satıcılar, köşe başlarına yerleştiler. Türkiye, Cumhuriyet tarihinin en karanlık ve en sahipsiz dönemine girdi.
ABD Türkiye sorumlusu Paul Henze, 11 Eylül gecesi, yani darbeden bir gün önce, dünyadaki önemli gelişmelerin anında bildirildiği The White House Station adlı birim tarafından arandı ve kendisine Türkiye’de beklenen darbenin o gece yapılacağı bildirildi.11 Bir gün sonra ABD Dışişleri Bakanı Muskie, Başkan Carter’a, “herhangi bir kaygıya gerek olmadığını, Türkiye’de müdahale yapması gerekenlerin müdahale ettiğini” haber verdi.12
Darbe’ye Avrupa Birliği Desteği
12 Eylül Darbesi’yle yalnızca Amerikalılar ilgilenmediler. Başta Almanya olmak üzere Avrupa Topluluğu (Avrupa Birliği’nin o zamanki adı) ve Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) içindeki gelişmiş ülkelerin tümü, Türkiye’deki gelişmelerle yakından ilgileniyordu. Birleştikleri nokta, yönetim yapısının değiştirilmesi ve Türkiye’nin küresel güçlerin kullanımına açılmasıydı. Batı başkentlerinde, “Türkiye’nin çok tehlikeli bir yere doğru, hızlı adımlarla” gittiği konuşuluyor, “gidişi durduracak kesin çözümlerin gerektiğinden” söz ediliyordu.13
Sürekli olarak, seçilmiş yönetimlerin vazgeçilmezliğini ileri süren Batının “demokrat” yöneticileri, konu Türkiye olduğunda askerleri içeren “kesin çözümler” istemekten çekinmiyordu. Olaylara bakışları şöyleydi: “Afganistan’a Rus müdahalesi olmuştur. İran’da durum kritikdir. Şah gitti gidecektir.. Sırada Türkiye vardır. Acaba Türkiye de aynı duruma düşebilir mi? Türkiye’yi kurtarmak gerekmez mi?”14 Batı medyasında ve diplomatik çevrelerde bunlar tartışılıyordu.
Avrupa’da konunun bu biçimde işlenmesi doğal olarak tartışma düzeyinde kalmadı, somut uygulamalara dönüştü. Kamuoyu “ikna” edildi. Türkiye’nin ulusal haklarını zedeleyecek uygulamalar söz konusu olduğunda “ödünsüz demokratlar” olan Avrupalılar, bir anda darbe destekleyen anti-demokratlar oldular.
12 Eylül gerçekleştirildiğinde Bonn Büyükelçisi olan Vahit Halefoğlu, o günlerdeki siyasi yaklaşımlar konusunda şöyle söyler: “12 Eylül’den önce Türkiye’deki hadiseleri gören tanıdıklarımız, arkadaşlarımız (Almanlar y.n.) ‘Bu anarşiye asker neden müdahale edip son vermiyor? Bu böyle devam edemez’ diye bir takım fikirler ortaya sürüyorlardı. Türkiye’deki olaylar o kadar çığrından çıkmıştı ki, Almanya’daki insanlar dahi bunun bir müdahale ile halledilmesinin doğru olacağına inanıyordu… Türkiye’yi düştüğü badireden kurtarmanın, Batılıların yararına bir hareket olacağına karar verdiler. OECD içinde bir konsorsiyum kurarak, Türkiye’ye her yıl 1 milyar dolardan fazla bir yardım yapma kararı aldılar. Yardım işini yürütmek için de Almanya’yı görevlendirdiler…” 15
Dönemin Almanya Başbakanı Helmut Schmidt, darbenin üzerinden henüz 48 saat bile geçmeden bir açıklama yapıyor, “Türkiye artık dipsiz kuyu değil”16 diyerek duyduğu mutluluğu dile getiriyor ve Türkiye’ye yardımı sürdüreceklerini söylüyordu. Schmidt’in açıklamasından bir gün sonra, 15 Eylül’de Avrupa Topluluğu, Türkiye ile “normal ilişkilerin sürdürüleceği”ni açıklıyor, aynı gün Frankfurter Allgemeine Zeitung, Bonn’un Türkiye’ye açık destek vereceğini birinci sayfadan duyuruyordu. Gazetede yer alan haber-yorumda; “Almanya’nın tutumunun her durumda Türkiye’nin iç işlerine etki yapacağı” söyleniyor, “yapılacak mali yardım ödemeleri, generalleri güçlendirecektir” deniyordu.17
Almanya, 12 Eylül’ün sıkı biçimde uygulamaya soktuğu 24 Ocak Kararları’nı, büyük bir dikkatle izledi, uygulamaları yönlendirdi. Turgut Özal sık sık Almanya’ya gidiyor, Alman hükümetiyle “garantisiz ticari borçlar, kredi ertelemesi ve yeni ödeme kuralları” ve AB üyeliği gibi konularda görüşmeler yapıyordu. Turgut Özal, 1988 yılında verdiği AB başvuru dilekçesine eklediği kitapcıkta şunları söylüyordu: “Bizi Türk sanarak dışlıyorsanız, bilin ki Türk denecek bir yanımız yoktur. Uygarlık adına neyimiz varsa hepsini Yunanlılardan aldık. Bizim kültürümüz Yunan kültürüdür… Biz, başımızda Türk olmayan yöneticiler bulunmasını yadırgayan bir toplum değiliz. Örneğin, ben Kürt kökenliyim.”18
Almanya, Halefoğlu’nun söylemiyle “Türkiye’ye karşı büyük bir anlayış” gösteriyordu.19 Helmut Schmidt’e çok yakın bir gazeteci olan ve Almanya’nın en etkili gazetelerinden Die Zeit’in başyazarlığını yapan Theo Sommer, 19 Eylül’deki yazısını Türkiye’deki gelişmelere ayırmış ve bu yazıda Almanya’nın “siyasi ve mali angajmanlarla” Türkiye’nin iç işlerine doğrudan karıştığını ileri sürmüştü. Sommer, “Boğaziçi’nde reform şansına yatırım yapıyoruz” diyor, açıksözlü bu yaklaşımıyla, 12 Eylül’ün ekonomiye dayanan ana hedefinin ne olduğunu, belki de en iyi anlatan Batılı oluyordu.20
Son Ve Kesin Vuruş
12 Eylül’le başlayan ekonomik uygulamalar, ulusal pazarı küresel sermayenin kullanımına tümüyle açan süreci başlattı. Silahla kazanılan ve tarihin her döneminde her ülkede gerektiğinde silahla korunan ulusal haklar, küreselleşme ya da serbest ticaret adına ve hemen hiçbir sınır konmadan yabancılara devredildi. Türkiye, Osmanlı’nın son döneminde olduğu gibi bir açık pazar, bir yarı-sömürge durumuna getirildi. Temelinde Kurtuluş Savaşı bulunan ulusal bağımsızlık, savaşsız ve çatışmasız bir biçimde yitirildi. Türkiye, silah gücüyle değil, ekonomi ve siyaset yoluyla egemenlik altına alınarak, silahlı işgalin yapacağı hemen tüm işler, işbirlikçiler aracılığıyla “barış içinde” gerçekleştirildi. Türkiye gizli işgal olgusuyla karşı karşıya kaldı.
Türkiye Cumhuriyeti, ulus-devlet olarak varlığını, artık yalnızca görünüşte koruyan ve parçalanma çekincesi yaşayan bir ülke durumundadır. Bütünlüğünü koruması, artık kendi gücüne değil, küresel güç merkezlerinin kararına bağlıdır. Günümüzde, üstelik yoğun biçimde sürmekte olan uygulamalar durdurulup bağımsızlık yönünde köklü dönüşümler gerçekleştirilmezse, görünüşte sürdürülmekte olan bugünkü kamusal varlık, uzun sürmeyen bir zaman içinde eylemsel olarak da yitirilecektir.
12 Eylül uygulamaları, karar yetkilerini dışarıyla paylaşan, bir bölümünü tümüyle devreden “yeni” bir düzen, daha doğrusu düzensizlik dönemi başlattı. Ulusal varlığı çözülmeye götüren bu “düzen”in kalıcı kılınması, kaçınılmaz olarak, uygulamalara karşı çıkacak aydınların susturulmasını ve ulusal örgütlerin ortadan kaldırılmasını gerektiriyordu. Aydınlar, 12 Eylül’e dek hemen her dönemde baskı altına alınmış, örgütleri kapatılmış ancak bir türlü yok edilememişti. 12 Eylül şimdi bunu yapacak ve aydınlar’ı yok edecekti. Kenan Evren’in deyimiyle, “kahredici bir yumruk altında ezileceklerdi”.21
12 Eylül ve Aydın Kırımı
Türkiye’de aydınlar söylendiği gibi “bir yumruk” değil, belki de binlerce “yumruk” altında ezildiler. 12 Mart öncesi ve sonrasında yoğunlaştırılmış olan şiddet, 12 Eylül’le birlikte adeta zincirlerinden boşandı ve olağanüstü boyuta ulaştı. Her meslek ve yaştan yüzbinlerce eğitimli insan; sorgular, hapisler, işkenceler ve direnilmesi olanaksız bir kıyımla karşılaştı. Kendileriyle birlikte, aileleri ve yakın çevreleri de büyük acılar çeken bu insanlar, bedensel ve tinsel sağlıklarını, okul ya da işlerini ve hepsinden önemlisi ülkelerine olan sahiplenme duygusunu yitirdiler.
Pek çok aydın, doğrudan yaşamını yitirdi, pek çoğu bedensel ya da tinsel olarak sakat kaldı. Türkiye, yalnızca aydınlarını değil, geleceğini de yitirdi. Bağımsızlıktan yana olan bilim adamları, yazarlar, gazeteciler sürekli olarak tehdit altındaydılar. Aydınlar azalıyor, toplumsal değerler yıpranıyor ve herşeyden önemlisi, ülkenin temel dayanağı orduyla aydınlar arasında köklü bir yabancılaşma yaşanıyordu. 1960’da “ordu-millet elele” diyerek eyleme geçen genç aydınlar, artık çok ayrı şeyler söylüyor, ülke eğitimsiz ve duyarsız insanların yaşadığı bir yer oluyordu.
12 Eylül uygulamalarıyla 650 bin kişi gözaltına alındı ve bunların büyük çoğunluğuna işkence yapıldı. İşkenceler, yalnızca konuşturmak, bilgi sağlamak amacıyla değil, kişilikleri ezmek, direnme gücünü yok etmek için herkese yapılıyordu. 1 milyon 683 bin kişi fişlendi, fişlenenler kamusal alanlar başta olmak üzere birçok haktan yoksun kılındı. Açılan 21 bin davada 230 bin kişi yargılandı, 7 bin kişinin idamı istendi, 517 kişiye idam cezası verildi, 259 idam dosyası Meclis’e gönderildi. Devrimci ve ülkücüleri içeren 50 kişi idam edildi.22
Halkevleri, mühendis ve tabip odaları, sendikalar başta olmak üzere çalışanlara ait tüm kitle örgütleri kapatıldı; yöneticileri tutuklandı. 98 bin 404 kişi “örgüt üyesi olmak”, 71 bin kişi örgüt yönetmek suçlarından yargılandı. 23 bin 677 dernek kapatıldı. 388 bin kişiye pasaport verilmedi, 30 bin kişi “sakıncalı” olduğu için işten atıldı. 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı, 30 bin kişi mülteci olarak yurtdışına kaçtı. 300 kişi kuşkulu biçimde öldü, 171 kişinin sorgu sırasında “işkenceden öldüğü” belgelendi. 299 kişi cezaevinde, 95 kişi “çatışmada” öldü, 43 kişi “intihar” etti.23
Öğretmen örgütlenmesinde görev alan, önder konumdaki 5 bin 854 öğretmenin işine birkaç ay içinde son verildi. Üniversitelerde 120 profesör ve doçent, Adalet Bakanlığı’ndan 47 hakim atıldı. 400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi ve bunlara 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi. 300 gazeteci saldırıya uğradı, üçü silahla öldürüldü. Zararlı görülen gazeteler, toplam 300 gün yayın yapamadı. 39 ton kitap ve dergi imha edildi. 937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı, TRT’nin çektiği kimi belgeseller yakıldı.24
Cumhuriyet’in biçim verdiği okullar ve üniversiteler, geleneksel yurtsever çizgisinden uzaklaştırılırken, eğitim açık ve yoğun biçimde dinselleştirildi. Kenan Evren, “imam-hatip okullarında iyi eğitim veriliyor. O çocuklardan zarar gelmez. Türkiye laikliği dinsizlik olarak anlamış, yanlış tatbikatlar yapmıştır. 1930’lardaki laiklik anlayışını yanlış olarak görüyorum” diyordu.25
3 Mart 1924’te gerçekleştirilen Öğretim Birliği (Tevhid-i Tedrisat) ilkesi, imamhatip okullarının yaygınlaştırılmasıyla; yasası korunan ancak kendisi uygulanmayan bir duruma düşürülerek, eylemsel olarak uygulamadan kaldırıldı. Din dersleri Anayasal bir zorunluluk durumuna getirilerek laiklik ilkesi çiğnendi. Üniversitelerde okuyan öğrencilerden, harç ve eğitime katkı adıyla para alınmaya başladı. Vakıf üniversiteleri kurulmasına izin verildi, devlet üniversitelerinin gelişmesi engellendi.26
DİPNOTLAR
1 “Kenan Evren’in Anıları” Kenan Evren, Milliyet Yay., 1.Cilt, 4.Bas., 1990, sf.19
2 Yeni Bin Yıl Gazetesi, 28 Mayıs 2000
3 Hasan Tüfekçi, 1 Mart 2007, hürriyet.com.tr
4 Belgelerle Türk Tarih Dergisi, Şubat 1997, ak.Mehmet Birol Şahin, blog.milliyet.com.tr
5 Büyük Larousse, Gelişim Yayınları, 19.Cilt, sf.11 827
6 a.g.e. sf.392
7 “Teksas–Malatya” Ufuk Güldemir, sf.87; ak. Emin Değer “Oltadaki Balık Türkiye” Çınar Araştırma, 5.Baskı, sf.224
8 “12 Eylül Saat 04:00” Mehmet Ali Birand, Karacan Yay. 1984, sf.33
9 a.g.e. sf.33
10 “Türkiye’de Gençlik Hareketleri” T.S.Yılmaz, Top.Dön.Yay., 2000, sf.393, 394
11 “Ülkücü Hareket – I” Hakkı Öznur, Akik, Ankara–1996, sf.267
12 “12 Eylül Saat 04:00” Mehmet Ali Birand, Karacan Yay., 1984, sf.34
13 “Almanya Bize Yardımcı Oldu” Osman Çutsay, Cumhuriyet 17.09.2000
14 a.g.g. 17.09.2000
15 “Almanya Bize Yardımcı Oldu” Osman Çutsay, Cumhuriyet 17.09.2000
16 “Darbeye Sosyal Demokrat Destek” Osman Çutsay, Cumhuriyet 20.09.2000
17 a.g.g. 20.09.2000
18 a.g.d. 1 Mart 2007
19 “Almanya Bize Yardımcı Oldu” Osman Çutsay, Cumhuriyet 17.09.2000
20 “Darbeye Sosyal Demokrat Destek” Osman Çutsay, Cumhuriyet 20.09.2000
21 “Türkiye’de Gençlik Hareketleri” T.S.Yılmaz, Top.Dön.Yay., 1997, sf.394
22 Darbenin Bilançosu, Cumhuriyet 12.09.2000
23 a.g.g. 12.09.2000
24 a.g.g. 12.09.2000
25 “Haftaya Bakış” Ahmet Taner Kışlalı, Cumhuriyet 03.03.1986
26 “İlk Darbe Öğretim Birliğine” Cumhuriyet 12.09.2000