“Bozkurt İşareti: Türk Dünyasının Ortak Sembolü ve Güney Azerbaycan Milli Mücadelenin İfade Aracı”
Bozkurt işareti, sadece Türkiye’ye ait olmayıp bütün Türk dünyasının önemli bir sembolüdür. Güney Azerbaycan Türkülerinde “Ben Türk’üm” diyen herkes tarafından benimsenmiş ve kullanılmaktadır.
Bu sembol, Türk kimliğini ve birliğini simgeler. Özellikle çeşitli etkinliklerde ve Güney Azerbaycan’da traktör futbol takımı gösterilerde, 80-90 bin kişi gibi büyük gruplar tarafından birlikte sergilenmiştir ve bunun birçok videosu ve görüntüsü mevcuttur.
Bu işaret, Türklüğümüzü ve milli kimliğimizi vurgulamak için önemli bir araç olarak kabul edilir. Bu tür semboller, Türkler arasındaki ortak bağları ve dayanışmayı pekiştirme amacı taşır ve Türk milletinin birlikte hareket etme ve ortak değerleri koruma iradesini simgeler.
MESUT HARAY – GÜNEY AZERBAYCAN /TURKISHFORUM- ABDULLAH TÜRER YENER
3 bin yıllık şaşırtan gerçek! Türkler tavuk yemedi, kebabı ise…
Dünyanın en eski mutfaklarından biri olarak kabul edilen Türk mutfağı, kadim bir tarihe sahip. Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanan bu lezzet öyküsünün hikâyesi de çok ilginç. Bin yıl önce Anadolu’ya göçen Türklerin tavuk yememesi, çatalı hiç kullanmamaları hatta kabak yetiştirdikleri kocaman tarlalarının olması bunlardan yalnızca birkaçı.
Gülşah Karaman / Yemek olgusu, zaman içerisinde toplumun kültür ögesi hâline geldi. Yemeğin nasıl hazırlandığı, hangi malzemelerin kullanıldığı ve yemeklerin sunumu gibi pek çok faktör, kültürler arasında bir etkileşime girdi. Özellikle dünyada meydana gelen göç, savaş gibi olayların mutfak kültürlerinin ortaya çıkmasında etkisi büyük. Türk mutfağı ise göçebe bir kültürün etkilerini yansıtıyor olsa da, uluslararası üne kavuşup en önemli mutfaklar arasında yerini aldı.
Türk mutfağının arkasında Göktürk Devleti’nden Osmanlılar’a kadar Eski Türk devletlerini çerçeveleyen birçok kültürün izi bulunuyor. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü Öğretim Görevlisi Doç. Dr. Hayrettin İhsan Erkoç ile Eski Türklerin gündelik sofralarında bulunan yemekleri, ikramları, içecek ve tatlıları ve bunların günümüzde nasıl bir değişime uğradığını
YAYLAKLAR İLE KIŞLAKLAR ARASINDA GÖÇ OLURDU’
Eski Türkleri oluşturan boyların çoğu çeşitli araştırmacılar tarafından göçebe, göçer evli veya konar-göçer olarak adlandırılan bir yaşam tarzına sahiplerdi. Burada özellikle “göçebe” teriminin kullanılmasının sıkça tartışıldığını söyleyen Doç. Dr. İhsan Erkoç, “Atlı göçebe boylara mensup insanlar genellikle ahşap iskeletli keçe çadırlarda veya üzeri keçeyle kaplı arabalar (kağnılar) yani hareketli evlerde kalırlardı. Su kaynakları ile otlaklar tükenene kadar da aynı yaylaklar ve kışlaklar arasında göçler sürdürülürdü; kaynakların tükenmesi, doğal felaketlerin yaşanması veya düşman istilaları gibi durumlarda boylar ata topraklarını terk etmek ve başka bölgelere göç etmek zorunda kalırlardı” dedi.
Bozkır göçebelerinin ise genellikle koyun, at, sığır, deve, keçi ve yak (Tibet öküzü) gibi hayvanlar yetiştirdiğini belirten Doç. Dr. Erkoç, taze et ihtiyacı için avcılığa sıklıkla başvurduklarını ifade etti. Eski Türkler arasında tek bir yaşam tarzı olmayıp döneme ve bölgeye göre çeşitli yaşam tarzları karşımıza çıksa da atlı göçebeliğin çok yaygın olduğu görülüyor. Doç. Dr. Erkoç bu durumu şöyle özetledi:
“Eski Türklerin beslenmeleri de tamamen yaşam tarzlarına uygun olarak biçimlenmişti. Daha ziyade hayvansal ürünler, kısmen de tahıl ürünleri tüketilmekteydi. Ayrıca iklim koşulları nedeniyle kendi yetiştiremedikleri çeşitli besinleri ticaret, haraç veya ganimet gibi yollarla yerleşik komşularından ediniyorlardı.”
ÇATAL PEK KULLANILMIYORDU, ALTINDAN YEMEK TAKIMLARI VARDI
Eski Türkler mutfakta en çok başta kazanlar olmak üzere metal ve ahşaptan çeşitli mutfak aletleri kullanırlardı. Günümüzün aksine çatal pek kullanılmazdı, ancak kepçe, kaşık ve bıçak gibi aletler yaygındı. Eski Türkler için kazan çok önemli bir malzemeydi ki özellikle hem Asya hem Avrupa Hunları’nda karşımıza çıkan büyük kazanlar oldukça ünlüdür. Bu kazanlarda pişirilen yemekler kaplara veya tabaklara servis edilirdi. Zenginlerin ve beyler altından yemek takımları kullanılırdı. Doç. Dr. İhsan Erkoç bu konuyu, “448’de Avrupa Hunlarına giden Doğu Roma elçi heyetinde yer alan Priskos, Attila’nın sarayında Hunlara ve diğer halklara mensup beylerin altından yemek takımlarında yemek yiyip altın kadehlerden içerken Attila’nın ahşap bir tabakta yemek yiyip ahşap bir kadehten içtiğini anlatıyor” şeklinde açıkladı.
HAYVANIN EN DEĞERLİ KISMI AİLEDEKİ EN YAŞLI KİŞİYE VERİLİRDİ
Yemek sırasında bir hayvanın en değerli kısmı başı kabul edilir, ortamdaki en muteber ve büyük rütbeli kişiye verilirdi; aile içerisinde bu, en yaşlı kişiye denk gelirdi. Öte yandan Türkler geçmişten beri misafirperverlikleriyle ünlülerdir. Bir kişi göçebe bir Türk obasına konuk olursa hemen kendisi için bir koyun kesildiğini belirten Doç. Dr. Erkoç, “Bu önemli bir ayrıntıdır, çünkü bozkır göçebeleri her ne kadar hayvansal ürün ağırlıklı besleniyorlarsa da kendi hayvan sürülerindeki koyunları her zaman kesmezlerdi çünkü sürünün devamlılığının sağlanması gerekiyordu. Değerli bir mal olarak görülen koyunun misafir için kesilmesi, misafire verilen değeri gösteriyor. Ayrıca Türklerde misafirler yoğun bir şekilde yedirilip içirilir”
EN ÇOK ET YESELER DE ‘KURUTULMUŞ PEYNİR’ EN ESKİ YEMEKLERİNDEN
Eski Türkler günlük hayatlarında en çok et, çeşitli sakatat, çorba, tahıl ürünleri, hamur işleri yer, hem alkollü hem alkolsüz çeşitli içecekler tüketirlerdi. Gerek Yunan, Roma ile Çin gibi yerleşik uygarlıklarda gerek Türkler arasında kaleme alınan yazılı kaynakların, Eski Türklerin genellikle et yediklerinden ve kımız içtiklerinden söz ettiğini belirten Hayrettin İhsan Erkoç, “Arkeolojik buluntulardan bu konuda bilgi edinmek biraz zor. Ancak kurganlarda çıkan iskeletler üzerinde yapılan bazı çalışmalar gerçekten de yoğun miktarda et tüketimine işaret ediyor. Ayrıca Müslüman coğrafyacılar çeşitli Türk topluluklarının yetiştirdikleri tahıl ürünlerini ayrıntılı bir biçimde anlatıyorlar” bilgisini paylaştı.
MANTI GÜNÜMÜZE GELENE KADAR DEĞİŞİME UĞRADI
Eski Türkler; ciğere “öpke” veya “övke” derlerdi. Günümüzdeki öfke sözcüğünün ise buradan geldiğini doğrulayan Erkoç, Eski Türklerdeki bazı ürünlerin yapımının neredeyse hiç değişmeden günümüze kadar ulaştığını, bazılarının ise değişim geçirdiğini belirtip şu örneği verdi: “Mantı, günümüzde Türkiye’de çok küçük parçalar şeklinde yapılıyor, hatta bilindiği üzere bir mantı parçası ne kadar küçük olursa onu hazırlayan o derece yetenekli görülüyor. Hâlbuki diğer Türk halklarında ve Çin’de, mantılar çok daha büyük olup yaklaşık avuç içi boyutundadır. Tabii bunların yapımı ve malzemeleri de bölgeden bölgeye değişiklik gösterebiliyordu.”
‘BOZA’ GÜNÜMÜZDEKİ GİBİ DEĞİL, ALKOLLÜ BİR İÇEÇEKTİ
Boza ve rakı gibi ürünlerinde de geçmişten günümüze değişime uğradığını vurgulayan İhsan Erkoç, özellikle bozanın günümüzde alkolsüz bir içecekken aslında Eski Türklerde tahıl ürünlerinden yapılan alkollü bir içki olduğunun altını çizip, “Çin kaynaklarında ve Eski Türkçe belgelerde geçen ‘begni’ kelimesinin bozaya veya benzer şekilde bir tahıldan yapılan, bira benzeri bir içkiye denk geldiği düşünülüyor”
KEBAP TARZI ET YEMEKLERİNE YABANCIYDILAR, HAŞLAYARAK YERLERDİ
Bazı yemeklerin yapım tarzlarında zaman içerisinde değişiklikler yaşandığına da değinen Erkoç, “Günümüzde özellikle Güneydoğu Anadolu bölgesinde yaygın olan baharatlı kebap tarzı et yemekleri, Eski Türklere biraz yabancıydı çünkü Türkler etlerini daha ziyade haşlama olarak pişirirlerdi. Peynir de her ne kadar Türklerin bildiği bir ürün olsa bile eski dönemlerde peynir çeşitleri günümüze göre daha azdı ve daha ziyade kurut şeklinde oluyordu. Zaten Türkçedeki ‘peynir’ kelimesinin Farsça kökenli olması bu duruma işaret ediyor” i
TAZE ET DIŞINDA EN ÖNEMLİ BESİN KAYNAĞI: KURUTULMUŞ ET
Erkoç, Eski Türkler’de en çok tercih edilen etin koyun eti olduğunu belirtip, onun dışında sığır, at ve keçi gibi hayvanların da etlerinin yendiğini söyledi. Zaman zaman balık da yiyen Eski Türkler taze etin yanı sırakurutulmuş et de yerlerdi. Kurutulmuş et onlar için en önemli besin kaynaklarından biriydi. Konuyla ilgili Erkoç, “Sürü hayvanları yaz ayları boyunca otlaklarda semirdikten sonra bir bölümü ayrılır ve kesilir, etleri iste kurutularak uzun süre dayanmaları sağlanır, pastırmaya benzeyen bu kurutulmuş etler yıl boyunca yenilirdi. Askerler seferlerde yanlarında genellikle kurutulmuş et taşırlar, böylece lojistik sorunlarını önemli ölçüde çözerlerdi”
CEZASI İDAM OLARAK BELİRLENMİŞTİ!
Sonbaharda toplu kesilen sürü hayvanları dışında, misafirler için de sürü hayvanları kesilirdi. Kurutulmuş et çok önemli bir besindi, çünkü sürünün çoğalarak devam etmesi için hayvanların belirli bir sayının altına inmemesi gerektiğini açıklayan İhsan Erkoç, “Eğer gereğinden fazla hayvan kesilirse sürü küçülmeye başlar ve ileride yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalırdı” ifadelerini kullanıp, Bozkır halkları hakkında önemli bir açıklamada bulundu. Erkoç, “Bozkırlarda kaynaklar çok kısıtlı olduğu için bir hayvanın her parçası önemli sayılırdı. Bozkır halkları bu işi o kadar çok önemsemişlerdir ki Cengiz Han ünlü yasalarında bir hayvanın kesildikten sonra parçalarının yenilmeyip atılmasının cezasını idam olarak belirlemiştir”
HAMUR İŞLERİNE DE ÇOK DÜŞKÜNDÜLER
Eski Türkler, süt ürünleri olarak süt, ayran, kımız, yoğurt ve kurut tüketirdi. Buğday, arpa ve darıdan yapılan tahıl ürünlerinin de sıklıkla yenildiğini ifade eden İhsan Erkoç, börek ve pişi benzeri hamur işlerinin çok yaygın olduğunu, hatta etten sonra en çok tüketilen yemeklerin hamur işleri olduğunu belirtti.
Öte yandan Bozkır halkları arasında tatlının ise çok sevilmediğini ancak bal tüketildiğini söyleyen Erkoç, tahıl ürünleri ve kuruttan yapılan bazı çorba çeşitlerinin sıklıkla, özellikle de sabahları ve yolculuklar sırasında tüketildiğini dile getirdi.
BAZI AĞAÇLARIN ÖZSULARINDAN İÇKİ YAPIYORLARDI
Kımız ve sert kara kımızın yanı sıra begni, Eski Türklerin “bor” dedikleri şarap ve bazı ağaçların özsularından yapılan sert içkiler, sevilen alkollü içecekler arasındaydı. Bozkırlarda üzüm yetişmediği için Eski Türkler pek fazla şarap üretemezler, kımızdan daha yüksek alkol oranına sahip olduğu için daha çok sevdikleri ve lüks bir tüketim maddesi olarak gördükleri şarabı ya haraç ya da ticaret yoluyla Çin ve Türkistan gibi bölgelerden elde etmeye çalışırlardı. Erkoç bu durumu şöyle açıkladı:
“Eski Türklerde şarap yapımında istisna olarak Uygurları sayabiliriz, çünkü Uygurlar 840’tan sonra Doğu Türkistan’a yerleştikleri zaman eski yurtları Moğolistan’a göre daha ılıman bir iklime sahip bu bölgede üzüm yetiştirilebiliyor olmaları sayesinde şarap yapımına başlamışlardı. Müslüman coğrafyacılar da Türklerin az önce değindiğim ağaç özsularından yaptıkları sert içkilerden ayrıntılı olarak söz ediyorlar.”
O DÖNEMDE BİRDEN ÇOK YEMEK TEMALI ŞÖLENLER YAPILIRDI
Hem yabancı kültürler hem de bizzat Türklerin kendileri tarafından yazılan tarihî kaynaklar, ayrıca Türk mitolojisine ait efsanevî anlatılar, Eski Türklerde zengin bir şölen geleneğinden söz eder. Doğu Roma elçisi Priskos’un, kendilerinin şerefine Attila’nın düzenlediği ve günler süren içkili şölenleri ayrıntılı bir şekilde anlattığını söyleyen Erkoç, “Karahanlı ve Selçuklu dönemlerinde bu tarz şölenlere‘toy’ denilmekteydi ki bunlarla ilgili bilgiler çok sayıda kaynakta bulunuyor. Moğol döneminde ise “şölen” kelimesi Moğolcadan Türkçeye geçmiştir ki bu kelimenin Moğolcadaki asıl anlamı ‘çorba’dır. Moğolları ziyaret eden çeşitli Avrupalı gezginlerin seyahatnamelerinde, Moğol şölenleri ayrıntılı bir şekilde anlatılıyor. Oğuzlara ait efsanevî Dede Korkut Hikâyeleri’nde de toylarda ‘dağ gibi et yığılıp göl gibi kımız sağıldığı’ pek çok kez ifade ediliyor”
BİRLİKTE YEMEK YİYEN KİŞİLERİN ARASI BOZULURSA…
Eski Türkler için yemek ve yemekli toylar tıpkı günümüzdeki gibi sosyal ilişkilerde önemli bir yer tutuyordu. Birlikte yemeğini paylaşmak, insan ilişkileri bakımından önemli bir aşamaydı. Birlikte yemek yiyen kişilerin aralarının bozulmasının çok ayıplandığını söyleyen Erkoç, ayrıca eğer bir avcı, bir hayvan avlar ve başka bir kişiyle karşılaşırsa, karşılaştığı kişinin av etinden pay alma hakkı olduğunu ifade etti.
DOMUZ VE TAVUK ETİ YEMEZLERDİ
Bozkır halklarının tarih boyunca domuza mesafeli yaklaştıkları görülüyor. Yunan tarihçi Herodotos, İskitlerin avlayıp yedikleri hayvanları yazarken yalnızca domuz avlamadıklarından ve etini yemediklerinden söz ettiğini söyleyen Erkoç, “Eski Türkler hakkında bilgi veren Çin, Roma-Bizans, İslam, Ortaçağ Avrupa vs. kaynaklarında da Türklerin domuz yetiştirip etini yediklerine ilişkin pek fazla kayıt yok. Bunun sebebi basit, çünkü domuz hantal bir hayvan olup yüzlerce kilometre göç eden bozkır halklarının yaşam tarzına pek uygun değil. Koyun, at, deve, sığır, keçi gibi hayvanlarla uzak mesafeler kolayca aşılabilirken, bunu domuzla yapmak pek mümkün değildi. Zaten domuzun dünya çapında yaşadığı bölgelerin haritasına baktığınızda, Avrasya bozkırlarında pek fazla bulunmadığını görebilirsiniz”
Ancak ormanlık bölgelerde kısmen yerleşik bir yaşam süren özellikle bazı Moğol ve Tunguz halklarının domuz yetiştirdiklerini, bozkırlara indiklerinde bunun izlerinin görüldüğünü, nitekim günümüzde de Moğolistan’da domuz yetiştiriciliğinin ön planda olduğunu da sözlerine Ekleyen İhsan Erkoç, sözlerine şöyle devam etti:
“Her ne kadar Eski Türkler pek fazla domuz yetiştirmiyorsalar da bu, domuzu tamamen kötü bir hayvan olarak gördükleri şeklinde algılanmamalı. Nitekim Eski Türklerin kullandıkları On İki Hayvanlı Takvim’de bilindiği üzere her on iki yıla birer hayvan adı verilmektedir ki bunlardan birisi domuz’dur; Türkler, kökeni tartışmalı olan bu takvimde söz konusu hayvanı kullanmaktan çekinmemişler.”
Domuzun dışında, yerleşik yaşama geçişin ve İslamiyet’in kabulünün artmasından önceki dönemlerde Türklerin yaygın bir şekilde yetiştirmedikleri bir başka hayvanın ise tavuk olduğunu belirten Erkoç, “Günümüzde Türk mutfağında tavuk tüketimi çok yaygınlaşmışsa da tıpkı domuz gibi uzak mesafeleri aşmak için pek uygun bir hayvan olmaması nedeniyle özellikle göçebe boylar büyük olasılıkla pek tavuk yetiştirmemiş olabilirler. Çünkü Eski Türklerden söz eden yazılı kaynaklar onların tavuk yetiştiriciliğinden pek bahsedilmiyor. Ancak yine de Türklerin tavuğu tanıdıklarını onu On İki Hayvanlı Takvim’de bir yıl adı olarak kullanmalarından anlayabiliyoruz” diye açıkladı.
‘RAKI’NIN ORTAYA ÇIKIŞININ ARDINDAKİ İLGİNÇ HİKÂYE
Altaylarda ekşi sütten rakı yapıldığı, kımız içme törenlerinin daha sonraları rakı içme törenlerine dönüştüğü belirtiliyor. Peki, bunu günümüzdeki rakı gibi düşünebilir miyiz? Doç. Dr. İhsan Erkoç, Eski Türkler ve diğer bozkır halkların genellikle kımız içtiğini doğrulayıp, “Mayalandırılmış kısrak sütünden yapılan ve alkol oranı düşük olan bu içki, adeta bozkır göçebeleriyle özdeşleştirilmiştir. Ancak 13. yüzyılda elçilik veya misyonerlik gibi faaliyetler dolayısıyla Moğolları ziyaret eden çeşitli Avrupalı gezginler, Moğolların çok tükettikleri kımızın yanı sıra daha nadir bulunan ‘kara kımız’ adında başka bir içki daha içtiklerini anlatırlar.Kımızın yeniden damıtılmasıyla elde edilen, hafif yağlı su görünümüne sahip bu içkinin içimi kaynaklara göre kımıza göre daha yumuşak olmasının yanı sıra tadı da daha güzeldir ve alkol oranı daha yüksektir” ifadelerini kullandı. Modern araştırmacılar ise bu dönemlerde kımızın alkol oranının yaklaşık %1-2, kara kımızın alkol oranının ise yaklaşık %4-5 yani aşağı yukarı günümüzdeki biralar kadar olduğunu belirtiyor.
“Kara kımız” adının Türkçe olmasına değinen Erkoç, “Moğolları ziyaret eden bu kişilerin söz konusu içkiyi Moğol ordusundaki Türk kökenli askerlerden öğrendiklerine işaret ediyor. Çünkü ‘kımız’ Türkçe bir kelime olup normalde Moğollar kımıza kendi dillerinde ‘airag’ diyorlar. Orta Çağ’daki Avrupalı seyyahların betimledikleri kara kımız, günümüzde çeşitli Türk topluluklarının “Arakı” veya “Arak”, Moğolların da “Arhi” olarak adlandırdıkları içkidir” diyerek nasıl rakıya dönüştüğünü şu şekilde anlattı:
“Bu kelimelerin kökeni Arapça olup Anadolu Türkçesindeki şekli “Rakı”dır. Ancak Osmanlı döneminden beri Türkiye’de tüketilen rakı, bildiğiniz üzere anasondan yapılıyor ve kara kımız gibi kısrak sütünden imal edilmiyor. Yine bilindiği üzere Balkanlarda da çeşitli meyvelerden yapılan farklı rakı çeşitleri mevcuttur. Güçlü içkiler için kullanılan genel bir terim olarak gözüken ‘rakı’, anlaşıldığı kadarıyla çeşitli Türk boyları tarafından zaman içerisinde kara kımız için kullanılır olmuş.”
‘YOĞURDU DÜNYAYA TÜRKLER TANITTI’
Öte yandan Eski Türklerin sıklıkla tükettiği bir gıda da yoğurttu. İnek, koyun, kısrak ve manda sütünden bolca elde edilen yoğurt, yemeğin yanında, çorbalarda terbiye ve katık olarak da kullanılırmış. “Yoğurdu dünyaya tanıtan Türkler olabilir mi?” sorusunu yanıtlayan İhsan Erkoç, “Yoğurt tarih boyunca Türk topluluklarının yaygın şekilde tükettikleri gıdalardan birisi. Zaten gördüğümüz üzere ağırlıklı olarak hayvansal ürünlerden beslenen Türkler, bundan dolayı yoğurdu da yoğun bir şekilde üretip tüketmişlerdir. Yoğurdu dünyaya Türklerin tanıttığını rahatlıkla söyleyebiliriz, zaten kelimenin Türkçe oluşu ve “yoğur-” fiil kökünden gelmesi bunun kanıtı. Kımızın tüketimi Anadolu Türkleri arasında zamanla ortadan kaybolmuş olsa da ayran ve yoğurt gibi ürünler, yaygın bir şekilde üretilip tüketilmeye devam etti”
TÜRKİYE’DE TÜKETİLMEYEN AT ETİ, O DÖNEMİN BAŞ TACIYDI
Uygurların yerleşik yaşama geçmelerinden sonra bile yoğun bir şekilde et yediklerini ifade eden İhsan Erkoç, 981 yılında Turfan Uygurlarına giden Çinli elçi Wang Yande’nin, Uygurlarda zenginlerin at, sıradan halkın ise sığır ve yaban kazı yediklerinden söz ettiğini belirtti. Doç. Dr. Erkoç, “Eski Türklerde koyun eti çok daha yaygın bir şekilde bulunabildiği için at eti ondan daha değerli görülmekteydi. Burada tabii şunu da belirtmeliyiz ki Türkler her atı rastgele kesip yemezlerdi, bu iş için özel yetiştirilen besi atları vardı. At eti lezzetli olduğu gibi, Avrasya bozkırlarının sert soğuklarında yendiğinde insan vücudunu ısıttığına inanıldığı için değerli görülüyordu. Günümüzde Türkiye Türklerinde at eti tüketimi kalmamış olmakla birlikte hem Müslüman olan hem de olmayan diğer Türk topluluklarında hâlâ sevilip tüketilen bir besin olma özelliğini sürdürüyor”
KABAK EN ÇOK YETİŞTİRDİKLERİ SEBZEYDİ
Peki, Türkler sebze ve meyve yetiştirip tüketiyorlar mıydı? Araştırmacılar, Türklerin tarih sahnesine çıktıkları bozkır coğrafyasının, bol otlaklarıyla hayvancılığa çok elverişli olmasıyla birlikte kuru tarım yapılabilecek ölçüde rutubetli bir yayla özelliği de taşıdığını söylüyor. Hatta Orta Asya’da, özellikle de Anau’da yapılan tarih öncesi kazılarının, ziraat ürünleri ve sulama kültürünü ortaya çıkarması Türklerin tarım yaptıklarının bir göstergesi olarak görülüyor.
Türkler, Orta Asya’da her ne kadar göçebe bir hayat tarzı sürdürseler de Çin kaynakları, onların her birinin küçük de olsa ekili-dikili bir arazilerinin olduğuna dikkat çekiyor. Öyle ki Hunlar, göçebe bir hayat yaşamalarının yanında tarım işleriyle de uğraşıyorlardı. Bu amaçla su kanalları ve ekip dikilecek alanlar açılıyor, tarımda kürek, orak ve saban demiri, ürünü saklamak için açılan özel çukurlar, tahılı ezmek için taşlar kullanılıyordu. İslamiyet’ten önce Türklerde yiyecekler ve içecekler hakkında araştırma yapan Prof. Dr. Sami Kılıç ve Doç. Dr. Ali Albayrak, Türkler’in yetiştirdiği sebzeleri şöyle sıraladı:
“Türklerin yetiştirip tükettikleri başlıca sebzeler, patlıcan (bütüge), fasulye (bosu), pancar (dünüşge), havuç (gezer/geşiir/gizri) kabak, sarımsak (samursak/sarmusak), soğan (sogun), salatalık (turmuz), turp (turma), şalgam (çagmur), biber (burç), kabak, bakla idi. Özellikle kabak, kabaklık adı verilen tarlalarda çokça yetiştirilir, hem taze hem de kurutulmuş olarak tüketilirdi.”
‘KAVUN, ERİK VE CEVİZ YETİŞTİRDİKLERİ BAHÇELERİ VARDI’
“Türkler çok çeşitli meyveleri de üretip yerlerdi” diyen Prof. Dr. Kılıç ile Doç. Dr. Ali Albayrak, şu bilgileri de paylaştı:
“Elma (alma/almula), şeftali (aluç, tülüg erük), kaysı (sarıg erük), erik (kara erük), armut, ayva (auya), dut (üjme), üzüm, karpuz (büken), kavun (kagun), iğde (yigde), fıstık (bitrik, şekirtük), fındık (kosuk), ceviz (yagak) bunların başında geliyordu. Özellikle kavun, erik ve ceviz yetiştirdikleri tarla ve bahçeleri vardı. Kavun tarlasına kagunluk, erik tarlasına erüklük, ceviz bahçesine yagaklık, üzüm bahçesine de borluk adını verirlerdi. Erik, şeftali, üzüm gibi meyveleri taze olarak tükettikleri gibi kurutulmuş olarak da yerlerdi. Kurutulmuş meyvelere genel olarak kak ismi verilirdi. Ancak kurutulmuş üzüme üskenteç denirdi. Üzümden pekmez (bekmes) ve sirke yapmayı da biliyorlardı.”
Ben Selen Atasoy, bir Bozkır çocuğu olarak, tavuk eti yemem, babam’ da yemez. Et yemeği sadece kaynatılır, Almanya gelmeden önce yemekler % 85 sulu yemek olduğu için çatal tutmasınıda bilmiyorduk, Almanlar ekmeği bile çatal ve bıcakla yerken biz Türklere sofra kültürü olmayan barbarlar dediler… Bende şöyle söyledim önce Türklerin kültürünü tanıyın, kim olduklarını öğrenin hangi şartlar altında yaşadılar, Türkler göçebedir, yörüktür, yani hiç durmadan Türk yürür.Türkün, öyle sizin gibi bir yerde sabit mutfağı yoktu, onlar zamanında makro ekonomiyi bulmuş insanlar” az öteberi ile büyük başarı saglayan , sıfırın altında 60 derecede çoluğunu, çocuğunu, itini, atını hayatta tutana Türk denilir.
Kamçı (kırbaç) Türk halklarının hayat biçimi ve medeniyetinin önemli bir parçası olup, göçebe Türk boylarının yaşamında her zaman yer almıştır. Gerçek Türk yiğitini atsız ve kamcısız düşünmek mümkün değildir. Kamçı göçebe halklarının sadece atlarını yönlendirmek için kullandıkları alet olmamış, aynı zamanda bir çok gelenek ve görenekleri de içinde barındırmıştır. Kamçı atadan oğula miras olarak da bırakılır. Erkeklere kamçı hediye edilmesi onlara verilen değeri ve gücü de gösterir. Çadırlarda her zaman evin kutu olarak baş köşede asılı durur.
Kamçı hakiki deriden elde edilir ve sapı ağaç, boynuz ve kemikten yapılıp demir parçalarla sabitlendirilir. Bu durumda da kamçı gerçek bir silaha dönüşmüş olur.
Kamçı Türk boylarında kutsal sayılıp erkekliğin ve savaşçı kimliğin simgesi olarak da bilinir. Diğer yandan kamçı Şamanların (Kamların) da nitelikli aletlerinden sayılır. Bu durumda da ister istemez akla Kam kelimesi ile kamçı kelimesinin benzerliği gelir.
Kamçı göçebe hayat yaşayan her erkeğin yanında bir kemer, bir bıçak kadar önemli alet olarak taşınılır. Kamçıyı Türkler bindikleri atı yönlendirmek için kullanmamışlar. Çünkü boz kırlarda büyüyen erkek çocukları daha 3-4 yaşlarında iken at binmeyi öğrendikleri için kamçı kullanmalarına gerek kalmamıştır. Kamçı ne ata, ne yere, ne çadıra, ne kadına ne de çocuğa vurulmuştur. Kırgız ve Kazakların geleneksel Kız Kuumay (at üstünde kız yakalama) oyunlarında ise hem kızın, hem erkeğin elinde kamçının bulunması her iki tarafın da güç, hız ve hırs duygularını anlatmakta ve oyunda sadece kızın kamçıyı hafif ata dokunulmasına izin verilmektedir. Bu örnek Türk boylarında kadına verilen ayrıca önemi de sergilemektedir.
Kamcı ayrıca göçebe halkların hayvanlarını yayarken havaya boş sallayarak yönlendirmelerine, avcılık sırasında ise yırtıcı hayvanları ürkütmek ve kovmak, savaş durumlarında ise de bir silah olarak kullanmalarına yol açmıştır. Göçebe halkların erkekleri bellerine kalın deri kemer takmışlar ve kemerlerine diğer aletlerin yanı sıra kamçılarını da sıkıştırmışlar.
Kırgız ve Kazaklar çadıra girerken kamçılarını kapının dışında bırakmışlar. Bu ise evin içine şiddet, saldırganlık ve tehdit gibi olumsuz düşüncelerin girmemesi ve hane içinde barış, huzur sağlanması anlamında algılanmıştır. “Kamçı Kaldıruu”(kamçı kaldırma) geleneğinde dünür olma isteği ile kız evine gelen oğlan tarafı eğer kızı beğenirlerse çadırın bir köşesine kamcılarını asılı bırakmışlar. Kız tarafı da bu duruma olumlu bakıyorlarsa kamçıya dokunmamışlar ve geri vermemişler. Böylece evlilik yolundaki ilk adım atılmış olup, kızın başı bağlanmış sayılmış. “Kamçı Kaytaruu” (kamcıyı geri verme) geleneği ise olayın olumsuz sonuçlandığını belirtmiştir.
“Kamçı Taştoo” (kamçı bırakma) geleneği genelde boylar arasında yaşanan anlaşmazlık durumlarında halkı toplayıp, kamçıyı ortaya bırakmalarıyla gerçekleştirilmiştir. Bu ise sorunların ortaya yatırılıp çözümlenmesi gerektiğini belirtmiş. Böylece halk o an yaşanan tüm sorunları sonlandırmış ve barış sağlanmıştır.
Altay Türkleri’nde ise kamçı seyislerin, çobanların ve kamların olmazsa olmaz önemli aletlerinden olmuştur. Altaylılar kamcı yaparken dana ya da buza derisini kullanmışlar. Kamcının sapı boynuz ve ya sedir ağıcından yapılmış. Sapının baş kısmı çoğu zaman kurt ya da pars başı şeklinde olmuştur. İsteğe göre değerli taşlar ve demir parçaları ile de süslenmiştir. Kamçının sapı elde en iyi biçimde tutula bilecek şekilde tasarlanır. Altaylılar için de kamçı güç ve ihtidamın simgesidir. Ayrıca Altaylılarda; ” kurt başı”, “pars başı”, “savaşçı” adını verdikleri kamçı türleri vardır.
Böylece Türk dünyasının ortak kültürü olan kamcının hemen hemen tüm Türk boylarında aynı anlam; güç, hız, ve ihtidamı temsil ettiğini ve asırlardır yaşam biçimlerinin vazgeçilmez bir parçası olduğunu görmekteyiz.
Çiğbörek yiyen uzun yaşar, hastaysan şifa niyetine çiğbörek yemelisin.
Sanırım dünyada yemeklerine hikayeler ya da destanlar ekleyen tek toplum Türk toplumudur. Düşünün bir kere, bir hamur işi çeşidi olan çiğböreğe o kadar bağlanıp onu aşkla seviyorlar ki, onunla ilgili muhteşem bir destan yazıyorlar. “Çiğbörek yiyen uzun yaşar, hastaysan şifa niyetine çiğbörek yemelisin” gibi ifadeler olan bir destandır bu.
Su, un ve tuzdan yapılan ve oldukça sert bir hamurdan açılan çiğböreğin içine soğanlı kıyma harcı koyuluyor. Döküm bir kazanda kızdırılan ve sıcaklığı neredeyse 240-250 dereceye çıkan sıvıyağda kırk saniye kadar kızartılıp çıkarılan çiğbörek hiç yağ çekmiyor. Daha önce de yazdığım gibi börek elle ortadan açıldığında su akarsa “sorpalı” deniyor ve zaten çiğböreğin makbul olanı da bu. Un, tuz ve sirkeyi derin bir kaba koyun. Bir taraftan suyu azar azar ilave ederken bir taraftan da yoğurmaya başlayın. İyice yoğurup pürüzsüz bir hamur elde etmelisiniz. Hamur kulak memesi yumuşaklığında olmalı ve ele yapışmamalı. Hamuru eşit büyüklükte 20 adet bezeye-parçaya ayırıp oda sıcaklığında en az bir saat dinlendirin.
Diğer taraftan, iç harcını hazırlamak için; ayıklanmış pırasaları incecik halkalar halinde doğrayın ve bir tencereye koyun. Zeytinyağını ekleyip orta ısılı ateşte, sürekli karıştırarak yumuşayıncaya kadar, 8-10 dakika kavurun. Ocaktan alıp, tuz ve biberi serpin.
Yumurtaları ve peyniri ilave edip iyice karıştırın ve bir kenarda bekletin. Dinlenen hamur parçalarından birini hafif unlu tezgahta 20 santim çapında (pasta tabağı boyutlarında) açın. Eritilmiş yağ ve zeytinyağını bir kasede karıştırın. Açtığınız hamura 2-3 yemek kaşığı kadar yağ gezdirin. Diğer dokuz hamuru da aynı şekilde açıp yağladıktan sonra 10 hamuru üst üste koyun. Üst üste dizilmiş hamurları ayırmadan merdaneyle neredeyse 35-40 santim çapında bir yufka elde edecek şekilde açın. İkinci 10 adet hamura da aynı işlemleri uygulayıp tek bir yufka elde edin.
Diğer taraftan, yaklaşık 35-40 santim çapındaki bir tepsiyi katı yağla yağlayın. Açtığınız yufkalardan birini tepsiye buruşturarak yayın. Üzerine hazırladığınız pırasalı harcı yerleştirin. Aynı şekilde açtığınız ikinci hamuru üzerine yerleştirin. Böreği dilimleyin ve kalan yağı üstüne gezdirin. Böreği önceden ısıtıp 180 dereceye ayarladığınız fırında en az 60 dakika, iyice kabarıp kızarıncaya kadar pişirip çıkarın. Sıcak sıcak servise sunun.
Sahrap Soysal-Kırım Tatarı / TURKISHFORUM – ABDULLAH TÜRER YENER
Türklerin en erken devirlerden beri oluşturdukları devlet anlayışı, diğer milletlerden ayrılır. “Türk Cihan Hakimiyeti”, ile ifade edilen “üniversal” yani “cihanşümul” devlet fikrinin temelinde elbette Türklerin üzerinde bulunduğu coğrafyanın, yaşayış ve inanç tarzının etkisi büyüktür. Bunları bilmeden Türk milleti ve devletini izah edebilmek, Türklerin imparatorluklar kurma ve yaşatma başarısını anlayabilmek oldukça güçtür.
Devlet bir anlamda milletin en üst seviyede organize olmuş şeklidir ve bu anlamıyla günümüzde hemen her devletin yapılanması birbirine benzer. Ancak devlet anlayışı, milletlerin tarih ve kültürü ile doğrudan ilişkilidir. Bu sebeple Türk devlet anlayışı kendine mahsus özelliklere sahiptir. Devleti tanımlayan veya devletin unsurlarını oluşturan kavramlar dahi, Türklerin köklü ve kendine has bir devlet fikrine sahip olduklarını gösterir. Daha önce de belirtildiği gibi Türk devletleri “cihanşümul” bir anlayış ile oluşturulmuştur. Yani cihana hakim olma ve yönetme düşüncesi tarihte kurulan Türk devletlerinin ortak hususiyetidir. Bu düşüncenin oluşmasında elbette eski Gök Tanrı inancının izleri görülür. Nitekim Göktürk kitabelerinde bu anlayış açık bir şekilde dile getirilmiştir:
Üstte mavi gök altta yağız yer kılındıkta, ikisin arasında kişioğlu (insanoğlu) yaratılmış ve kişioğlunun üzerine babam, amcam Bumin Kağan ve İstemi Kağan (Tanrı tarafından) oturtulmuştur”.Kağanlığa oturma görevi Tanrı tarafından verilmektedir. Nitekim II.Göktürk Devleti’nin kuruluşu anlatılırken, İlteriş Kağan ve İlbilge Hatun’un “Türk Tanrısı”, tarafından tepelerinden tutulup katına çekilerek kağanlığın verildiği ifade edilir.
Devlet Anlayışı ve Hükümdar
Günümüz devlet kavramına göre devletin oluşabilmesi için şu unsurların bir arada bulunması gerekmektedir; ülke, millet, siyasi hakimiyet ve teşkilatlanma. Türkler en eski çağlardan beri bu unsurları esas alan pek çok devlet kurmuş ve yaşatmıştır. Gerek İslam öncesi olsun, gerek İslami dönemde olsun kurulan her Türk devleti birbirinin devamı niteliğindedir. Çünkü, devletlerin adı veya coğrafyası farklı da olsa, Türk devlet anlayışı umumi hatlarıyla hep aynı kalmıştır.
Daha önce de belirttiğimiz gibi Türk devlet anlayışı cihan hâkimiyetini esas alan ilâhî kaynaklı bir hâkimiyet esasına dayanır. Tanrı yönetme yetki ve gücünü Türk kağanına vermiştir. Kitabelerde bu durum; “kutum var olduğu için, tanrı yarlıgadığı için özüm kağan oldu.” şeklinde sık sık geçmektedir.
Dolayısıyla Türklerde kağan olabilmek için üç unsur gerekmektedir;
1-Kut Sahibi olmak; Tanrının devlet yönetme yetki ve gücü
2-Yarlık Sahibi olmak; Tanrının emretme ve bağışlama yetkisi
3-Ülüg Sahibi olmak; İyi şans, talih ve kadere sahip olmak.
Bu özelliklere sahip olduktan sonra hükümdar “ün” sahibi de olur.
Tanrı, Türk’ün yeri suyu ıssız kalmasın diye kağanlık görevini tevdi etmektedir. Hâkimiyetin ilâhî menşeli olduğu bu anlayış, İslâmî döneme girildiğinde de nispeten devam etmiştir. İslâmî dönemde de aleme nizam verme ülküsü “gaza ve cihat” yoluyla sürdürülmüştür.
Kağan olduktan sonra bir hükümdarda bulunması gerekli özellikler ise şunlardır;
1-Alplik
2-Bilgelik
3-Erdem
İslami dönemde, eski Türk devlet anlayışında görülen ve geçiş sürecinde Kutadgu Bilig’de sisteleştirilmeye çalışılan, alplik, erdem ve bilgelik gibi kavramlar, mahiyet itibariyle biraz daha islamileştirilerek sürdürülmüştür. Buna ilave olarak Türklerdeki mevcut anlayışa “adalet” kavramı, daha ağırlıklı olarak girmiştir. Törenin yerini adaletin alması, hukuk kavramının tek taraflı olarak algılanması anlayışını biraz daha kuvvetlendirmiştir. Bu nedenle, İslami müesseseler Osmanlı dönemine kadar adalet kavramı dışında pek etkili değildir. Siyasetnamede devlet protokolünün ve işleyişinin daha sağlam olması gerektiğine dair öneriler bu açıdan değerlendirilebilinir.
Türk devlet anlayışına göre devlet hanedanın ortak malıdır ve sonuçlarına katlanmak şartıyla hanedan üyeleri taht üzerinde hak iddia edebilirler. Bu anlayış da Osmanlı tarihine kadar bütün Türk devletleri tarafından korunmuştur. Ancak batıda olduğu gibi yönetme yetki ve kudreti babadan oğula süren ve soy asaletine bağlı olan bir anlayışla açıklanamaz. Aksine Türklerde hükümdarlık “liyakat” ile kazanılır. Kutadgu Bilig’de devlet yönetiminin esasları açık bir şekilde ortaya konmuştur.
Kut, doğrudan doğruya tanrının bir kişiye devlet yönetme güç ve yetkisini vermesidir. Zaman içerisinde bu kavram doğrudan doğruya devletin kendisini ifade eder olmuştur. Yarlıg da umumiyetle kut kavramı ile beraber kullanılmıştır. Kelime anlamıyla bu söz, tanrının emir ve bağışlamasını ifade eder. Tanrının devlet yönetme yetkisini vermesi, bu görevi bahşetmesi de yeterli değildir. Bu özelliklerin yanı sıra kağanın iyi talih ve kadere sahip olması yani ülüg’ünün de bulunması gereklidir. Bütün bu özellikleri şahsında toplayan kağan kül yani şan ve şöhret sahibi olabilir.
PROF.DR. ÜÇLER BULDUK-ANKARA ÜNİVERSİTESİ / TURKISHFORUM – ABDULLAH TÜRER YENER
Kazak Türkleri Nevruz bayramına bir hafta kala “Amal” geleneğini bir kutlamayla gerçekleştirirler. “Amal” insanlar arasındaki hoş görü, affetme, helalleşme, saygı ve paylaşımı yansıtır. Kutlama, Nevruz bayramından önce tüm küslüklerin ve dargınlıkların sona erdirilmesiyle yeni yıla barış ve huzur içinde girme amacıyla düzenlenir. Bu kutlama unutulan bir geleneğin yeniden canlanmasının bir örneğidir. Amal bayramı, Kazak halkının Nevruz bayramından önce kutlanan güzel bir bayramı olarak bilinir. Eskiden bu bayram sadece Batı Kazakistan ve Rusya sınırındaki Kazaklara has bir gelenekken, daha sonraları bütün Kazakistan halkı kutlamaya başlamış. Yeni Yılı Baybaktı Kazıbek takvimine göre kutlayanlar 14 Nevruzu Amal ya da “Körisu (görüşme, kavuşma)” günü olarak biliyorlar. O gün köy halkı erkenden kalkıp kendisinden büyük insanlara selam verir ve hal hatır sorar. Selamlaşarak “Yeni yaşın kutlu olsun!”, “Nice yaşlara, ömrün uzun olsun!” diye dilek dilerler. Körisu gününde eski kırgınlıklar, kızgınlıklar, öfkeler, küs olanlar birbirini misafirliğe çağırır, akrabalarla esenlik, sağlık sorulur, birbirine kut-bereke dilerler. Ayrıca Körisu gününde kış mevsiminden sağ-salım çıktıkları için sevinerek birbirlerini yoklama yaparlar. Körisü gününü sabırsızlıkla bekleyen her aile kendi sofrasını önceden hazırlamaya başlarlar. Sofralara Kazak halkına özel tatlılar, pişiler, yemekler konulur. Körisu günü, herkesin birbirine sadece selam verme, iyi dilekler dileme günü değil, büyüklere saygı gösterme günü olarak da bilinir. Körisu günü sadece bir gün değil, günlerce devam edebilmiş. Böylelikle herkesin birbirine dilediği iyi dileklerle dolu olan kutlama 22 Mart, Nevruz bayramına kadar uzamış.
Kazak Türklerinde Nevruz günü Mevlid okutulur. Evler boyanır, temizlenir. Yeni ve temiz elbiseler giyilir. Ateş üzerinden atlanır. Bu uygulamyı yaparak eski yılın kötüklerini ve hastalıklarını yok edip, yeni yıla sağliklı ve mutlu şekilde girdiklerine inanılır. O gün yapılan yemeğe “Nevruz köcö” adını verilir ve komşulara dağıtılır. Kırgızistan’da da 20 Mart günü, Nevruz kutlamasından bir gün önce halk küslük ve dargınlığın sona ermesi için helâlleşme adetini gerçekleştirirler ve o gün tüm küslükler biter. Aynı gün halk bir araya toplanır ve Nevruz günü yenilecek olan geleneksel bayram yemeği sümölök için hazırlıklara başlarlar.
SHURUBU KAYHAN -KIRGIZ / TURKISHFORUM- ABDULLAH TÜRER YENER
Türk lokumu aslında Yunan mı? Yunanlılar buna Yunan lokumu mu diyor?
Türk lokumunun (Türkçe deyimiyle lokum) kökenleri 1700’lü yıllara dayanmaktadır. Osmanlı Sarayı şekercisi Hacı Bekir Efendi tarafından icat edilmiştir. Sultan II. Mahmud, Hacı Bekir Efendi’yi imparatorluk şeref madalyası ile ödüllendirdi.
Hacı Bekir Efendi’nin İstanbul’daki tarihi dükkanı (1777’den beri)
Konstantiniye’de lokum üreten ilk şekerlemeciyi Hacı Bekir’in açtığını kimse inkar edemezken, tatlılar tarihçisi Tim Richardson, Hacı Bekir’in lokum mucidi olarak popüler sıfatını sorgulayarak, “belirli isimler ve tarihler genellikle özellikle ticari nedenlerle değil, belirli tatlıların icadıyla yanlış bir şekilde ilişkilendirilmiştir”. Nişasta ve şeker kullanımı da dahil olmak üzere benzer Arap ve Pers tarifleri Bekir’den birkaç yüzyıl önceye dayanmaktadır.
Geçmişi 9. yüzyıla kadar uzanan sakızlı, şuruplu tatlılara dair kanıtlar var” diye yazdı Richardson. Persler yeni yıl anlamına gelen “roozsuz” bir tatlı geliştirdiler. O da şeker ve nişastadan yapılmış ve parçalar halinde kesilmişti. .Kolyelerde sergilenir ve özel kutlamalarda yenirdi. Tarif Hacı Bekir’den yarım bin yıl öncesine tarihlenen el yazmalarında tekrarlanır.
Oxford Companion to Food, Bekir’in genellikle buluşla anılmasına rağmen, buna dair kesin bir kanıt bulunmadığını belirtiyor.
Hindistan’da hayat bulan helva gibi batıya doğru ilerlerken yöresel tatlara uyum sağladı. Orijinali tam olarak kimin yaptığı ve en iyi yerel versiyonun hangisi olduğu bu güne kadar hararetli bir tartışma konusu.
Hıdrellez, bütün Türk dünyasında bilinen mevsimlik bayramlarımızdan biridir. Ruz-ı Hızır (Hızır günü) olarak adlandırılan hıdrellez günü, Hızır ve İlyas Peygamber’in yeryüzünde buluştukları gün olması nedeniyle kutlanmaktadır. Hızır ve İlyas sözcükleri birleşerek halk ağzında hıdrellez şeklini almıştır. Hıdrellez günü, Gregoryen takvimine göre 6 Mayıs eskiden kullanılan Rumi takvim olarak da bilinen Julyen takvimine göre 23 Nisan günü olmaktadır.
Halk arasında kullanılan takvime göre eskiden yıl ikiye ayrılmaktadır: 6 Mayıs’tan 8 Kasım’a kadar olan süre Hızır Günleri adıyla yaz mevsimini, 8 Kasım’dan 6 Mayıs’a kadar olan süre ise Kasım Günleri adıyla kış mevsimini oluşturmaktadır. Bu yüzden 6 Mayıs Günü kış mevsiminin bitip sıcak yaz günlerinin başladığı anlamına gelir ki, bu da kutlanıp bayram yapılacak bir olaydır.
Hızır ve Hıdrellezin kökeni hakkında çeşitli fikirler ortaya atılmıştır. Bunlardan bazıları Hıdrellezin Mezopotamya ile Anadolu kültürlerine ait olduğu; bazıları ise İslamiyet öncesi Orta Asya Türk kültür ve inançlarına ait olduğu yolundadır. Oysaki Hıdrellez Bayramı’nı ve Hızır inancını tek bir kültüre mal etmek olanaksızdır. İlk çağlardan itibaren Mezopotamya, Anadolu, İran, Yunanistan ve hatta bütün Doğu Akdeniz ülkelerinde bahar ya da yazın gelişiyle ilgili bazı tanrılar adına çeşitli tören ve ayinlerin düzenlendiği görülmektedir.
Hızır, yaygın bir inanca göre, hayat suyu (ab-ı hayat) içerek ölmezliğe ulaşmış; zaman zaman özellikle baharda insanlar arasında dolaşarak zor durumda olanlara yardım eden, bolluk-bereket ve sağlık dağıtan, Allah katında ermiş bir ulu kişidir. Hızır’ın hüviyeti, yaşadığı yer ve zaman belli değildir. Hızır, baharın, baharla vücut bulan taze hayatın sembolüdür.
Ülkemizde Hıdrellez Bayramı 6 Mayıs tarihinde kutlanır. Bugün Hıristiyanlarca da baharın ve doğanın uyanmasının ilk günü olarak kabul edilir; bu günü Ortodokslar Aya Yorgi, Katolikler St.Georges Günü olarak kutlamaktadırlar.
Mevsimlik bayramlarımızdan biri olan Hıdrellez, ülkemizde etkin bir biçimde kutlanmaktadır. Büyük şehirlerde daha az olmak üzere, kasaba ve köylerde hıdrellez için önceden hazırlıklar yapılır. Bu hazırlıklar, evin temizliği, üst-baş temizliği, yiyecek-içeceklerle ilgili hazırlıklardır. Hıdrellez gününden önce evler baştanbaşa temizlenir. Çünkü temiz olmayan evlere Hızır’ın uğramayacağı düşünülür. Hıdrellez günü giyilmek üzere yeni elbiseler, ayakkabılar alınır.
Anadolu’nun bazı yerlerinde Hıdrellez Günü yapılan duaların ve isteklerin kabul olması için sadaka verme, oruç tutma ve kurban kesme adeti vardır. Kurban ve adaklar “Hızır hakkı” için olmalıdır. Zira tüm bu hazırlıklar Hızır’a rastlamak amacına yöneliktir.
Hıdrellez kutlamaları daima yeşillik, ağaçlık alanlarda, su kenarlarında, bir türbe ya da yatırın yanında yapılmaktadır. Hıdrellezde baharın taze bitkilerini ve taze kuzu eti ya da kuzu ciğeri yeme adeti vardır. Baharın ilk kuzusu yenildiğinde sağlık ve şifa bulunacağına inanılır. Bugünde kırlardan çiçek veya ot toplayıp onları kaynattıktan sonra suyu içilirse bütün hastalıklara iyi geleceğine, bu su ile kırk gün yıkanılırsa gençleşip güzelleşileceğine inanılır.
Hıdrellez gecesi Hızır’ın uğradığı yerlere ve dokunduğu şeylere feyiz ve bereket vereceği inancıyla çeşitli uygulamalar yapılır. Yiyecek kaplarının, ambarların ve para keselerinin ağızları açık bırakılır. Ev, bağ-bahçe, araba isteyen kimseler, Hıdrellez gecesi herhangi bir yere istedikleri şeyin küçük bir modelini yaparlarsa Hızır’ın kendilerine yardım edeceğine inanırlar.
Hıdrellezde baht açma törenleri de oldukça yaygın olarak uygulanan geleneklerimizdendir. Bu törene İstanbul ve çevresinde “baht açma”, Denizli ve çevresinde “bahtiyar”,Yörük ve Türkmenlerde “mantıfar”, Balıkesir ve çevresinde “dağara yüzük atma”, Edirne ve çevresinde “niyet çıkarma”, Erzurum’da “mani çekme” adı verilir.
Törenler baharda doğanın ve tüm canlıların uyanmasıyla eş anlamlı olarak insanların da talihlerinin açılacağı inancıyla, şanslarını denemek için yapılır. Hıdrellezden bir gece önce bahtını denemek ve kısmetlerinin açılmasını sağlamak isteyen genç kızlar yeşillik bir yerde veya bir su kenarında toplanırlar. İçinde su bulunan bir çömleğe kendilerine ait yüzük, küpe, bilezik gibi şeyler koyarak ağzını tülbentle bağladıktan sonra bir gül ağacının dibine bırakırlar. Sabah erkenden çömleğin yanına giderek sütlü kahve içip ağızlarının tadının bozulmaması için dua ederler. Ardından niyet çömleğinin açılmasına geçilir. Çömlekten içindekiler çıkarılırken bir yandan da maniler söylenir. Buna göre eşyanın sahibi hakkında yorumlar yapılır. Hıdrelleze özgü bu uygulama temelde bu şekilde yapılmakla birlikte, yörelere göre bazı farklılıklar da gösterebilmektedir.
Sonuç olarak, Anadolu’da hala görkemli törenlerle kutlanan Hıdrellez Bayramı insanlık tarihinde çok eski zamanlardan beri kutlanmaktadır. Farklı zamanlarda, farklı isimler altında kutlansa da Hıdrellez motiflerine pek çok yerde rastlamak mümkün olmaktadır. Baharın gelişi ve doğanın canlanması insanlar tarafından bayramlarla kutlanması gereken bir durum olarak algılanmıştır. Böylece bir bahar bayramı olan Hıdrellez evrensel bir nitelik kazanmıştır.
T.C. KÜLTÜR VE TURİZM BAKANLIĞI / TURKISHFORUM – ABDULLAH TÜRER YENER
Arapça Shawarma, Türkçe Çevirme (chevirme) kelimesinden gelmektedir. Basitçe “dönmek” anlamına gelir. Bu et istifleme ve et çevirme tarzı Osmanlı İmparatorluğu’ndan geliyor veya Osmanlılar tarafından popüler hale getirildi. Bu yüzden Arapça, İngilizce ve diğer diller (çevirme) Shawarma’nın bir versiyonunu kullanıyor.
Meksikalı ünlü taco El pastor, Lübnanlı göçmenlerin Meksika’da yaptıkları shawarma’dan kaynaklandı. Lübnan mutfağının Osmanlı döneminden etkilendiği yer zamanlardan kalma.
Shawarma, ve Lübnan’lı göçmenlerin Meksika’ya getirdikleri hali ile El Pastor “Döndürülmüş kebap” olarak Osmanlı döneminden geliyor.
AZERBAYCAN TÜRKLERİNDE AHIR ÇERŞENBE (SON SALI) GELENEĞİ – DOC.DR. SHURUBU KAYHAN /TURKİSHNEWS- ABDULLAH TÜRER YENER
“Ahır çerşenme”, Azerbaycan Türklerinde yılın son salı gününü kutlama geleneğidir. Yeni yılın gelişini beklerken eski yılın son salı gününe veda etmektir. O gün insanların üzgün, mutsuz, uyuşuk ve gergin olmamaları gerekir. Çünkü yılın tüm kötü ruhları insanları bırakıp gidecektir.
Kötülükleri uğurlarken sevinç ve mutluluklarını yansıtmalıdırlar. İnsanların mutlulukları gelecek yeni ruhların daha çok sevinç ve huzur getirmelerine yansıyacağı düşünülmektedir. O gün insanlar tüm cömertliklerini sergilemelidirler. Kışın insanlara getirdiği soğuk, açlık ve zorluklarının bir an önce sona ermesi ve yeni yılla birlikte tokluk ve bereketin gelmesi beklenir. Doğanın canlanmasıyla onlara sunulan toprağın nimetlerini kullanmak amaçlı o gün yılın ilk tohumu yada fidanı iyi dileklerle ekilir. Azerbaycanlılar için “Ahır çerşenme” tüm salıların en güzeli ve önemlisidir. O gün yılın tüm kötülüklerinden kurtuldukları gündür. “Ahır çerşenbe” günü “gülag falı” gelecek için fal baktırmak adettendir. Kış boyu uyuyan toprağın canlanmasıyla geleceğe yönelik yeni umutlar da doğar. Yeni yıla yeni dilekler tutarak fal baktırılır.
“Ahır çerşenme” bir çok adet ve inançları içermektedir. O gün yapılmaması gerekenler; kavga etmemek, sinirlenmemek, birilerine borç para yada eşya vermemek, mumu sonuna gelmeden söndürmek, geç yatmamaktır. Yapılması gerekenler ise; aile bireyleri kadar mum yakmak, gelen misafiri güzel ağırlamak, iyi dilekler dilemek, “üzerlik” otu yakıp kokusunu koklamak gerekir. O güne özel fal baktırmak ve geleceğe yönelik yeni umutlar için adetleri yerine getirmek şarttır. Bunların içinde en ilginç olanı evlenmeyen kızların o gün yatmadan önce tuzlu hamur yoğurup, yatarken o hamurdan yemeleridir. Hamuru yerken su içmezler. O gün rüyasında çok susamış olmaları ve ona gelecekte evleneceği erkeğin su vereceği inanışıyla bu uygulamayı gerçekleştirirler. Bir diğer uygulanan adetse, genç kızlar yatmadan önce gök yüzüne bakıp, 7 yıldız seçip dilek tutalarıdır. Bu dileklerini uyuyana kadar kimseyle paylaşmamalıdırlar. Böylece o gece uykusunda müstakbel eşini görmüş olacaklarmış. Hamurla ilgili bir diğer inanç ise o gün aynı büyüklükte 3 adet poaca yapılır ve birine falcı tarafından demir para yada boncuk konulur. Akşam, kız poacaların birini kapının, birini pencerenin önüne, diğerini ise evin bir köşesine koyar. Sabah olunca poacaları tek tek açıp bakar. Kapıdakindeyse o yıl evlenir gider, penceredekindeyse bekler, evin köşesindekindeyse o sene de evde kalır.
Evlilikle ilgi bir inanç daha vardır. Evlenecek kızın saçından bir tel koparıp evli olan yakınlarının yüzüğünü ona bağlayıp su dolu bardağa üç kere bırakırlar. Bu sırada yüzük bardağın kenarına kaç kere vurursa o kadar yaşında evlenecektir. Diğer bir adet de kız o akşam ayakkabısını kapıdan dışarıya atar, ayakkabının burnu yola bakarsa, o yıl evlenecek demektir. Bunun dibi inançlar oldukça çoktur. Burada “Ahır çerşenbe” geleneğinin en önemli simgeleri ise “gülag falı” ve “gapı pusmak” âdetleridir.
“Ahır çerşenbe” sabahında tanı ve güneşin doğuşunu erken kalkıp karşılamak “dan atma” yada “tan tutma” adetinin de insanlara mutluluk, başarı ve dileklerinin kabul olmasını sağlayacağı düşünülür. O gün de diğer salı günlerinde olduğu gibi akşam komşulara ateş dağıtılır. Sofraya yuvarlak şekilde ekilen buğday çimi, etrafına tatlı ve kuruyemişten oluşan tabak konulur. Tabağın ortasına ekilen buğday çimi yer yüzünün ve toprağın bereketini, hamur tatlılardan gagal Güneş’i, şekerbura Ay’ı , pahlava ise Yıldızları simgelemektedir. Buradan Azerbaycan Türkler’inin ata babalarından kalma evrene olan inanç ve bağlılıklarını görmekteyiz. O güne özel olarak pişirilen hamur tatlılarının bunu yansıttığı aşikâr. Tabağın etrafındaki kuru yemişler ise evrendeki toprağın insanlara sunduğu nimetinin simgesidir. Hazırlanan tabağın yanına mum yakılır. Mumun tamamen yanıp bitmesiyle hazırlanan tabaktaki yiyecekler yeni yıl için dilenen iyi dileklerle yenilir.
“Ahır çerşenbe” geleneği; güneşin doğmasını karşılamaları “tan tutma”, evlenmemiş genç kızların fal baktırmaları “gülag falı” ve evlenmek için uyguladıkları adetleri “gapı pusmak”, yakılan ateşi ve mumları ile evreni yansıtan yiyecek tabakları “honçı” ile akıllarda iz bırakmaktadır.
DOLGAN TÜRKLERİNİN GELENEKSEL “HEYRO” YA DA “KİLVEY” KUTLAMALARI – doc-dr-shurubu-kayhan / Abdullah Türer Yener
Dolganlar kendilerine Dolgan, Tıakiler, Saha da demektedirler. Onlar Krosnoyarsk bölgesinin esas halkıdır. Halkın çoğunluğu Taymır bölgesinde, azınlığı ise Eneseyin eteklerinde yaşamaktadırlar. Rusya Federasyonunun en genç halklarından olan Dolganlar 7300 kişilik nüfusa sahiptirler. Dolgan dili Saha lehçesinin bir şivesidir. Günümüzde ise Dolgan dili ayrı bir lehçe olarak bilinir ve Türk dilinin Altay aile grubuna aittir. Kendi içinde: Batı, Doğu ve Anabar şiveleri olarak bölünür. Dolganların inançları Şamanizm ve Animizm üzerine kurulmuştur. 1989 nüfus sayımında ilk defa Dolganlar 416 kişi olarak belirlenir. 1930 lardan beri Saha Otonom Cumhuriyeti içinde yaşayan Dolganlar Saha halkı ile karışarak yaşadıklarından kendi halklarının özelliklerini kaybetmişlerdir. Fakat halk kendi geleneklerini ve örf adetlerini yaratmışlardır. Onların bu özellikleri tekrar halk olarak canlanmalarını sağlamıştır. 2002 nüfus sayımında 1272 kişi olan Dolganlar bugün, 7300 kişiye ulaşmışlardır. Bu artışın en temel sebebi ise Dolganların milli anlayışlarının artmalarıdır.
“Heyro” güneş bayramıdır. Eskiden Dolganlar bu bayrama Geyik ya da “Kilvey” günü da demişlerdir. “Heyro” göçebe geyikçilerin meslek bayramları olarak da bilinir. Bu bayram yaz mevsiminin güneşli ve bereketli geçmesi dileğiyle düzenlenir. “Heyro” Dolgan Türkler’inin uzun kutup gecelerinden sonra güneşin doğuşunu kutladıkları bir gündür. Dolganların bu geleneksel kutlamalarında sert ve zor kış döneminden sağ sağlım çıktıkları için minnet duyan halk ruhlardan aileleri için sağlık ve mutluluk diler. Kutlama yeni bir hayatın başlangıç simgesidir. Halk bu güne özel yakılan büyük bir ateşin etrafına toplanır ve el ele tutuşarak çember yapıp dönerler. Bu gelenek eskiden nasıl kutlandıysa günümüzde de aynı şekilde kutlanıyor. Kutlamanın en önemli etkinliği ise geleneksel oyunlarıdır; milli güreş, halat çekme, balta ve кızak oyunları.
“Kilvey”, geyik bakıcılarının geyikleri barınağa doğru getirmeleri ve kadınların büyük ateşler yakarak karşılamaları ile başlar. Bu gelenek çok eski zamanlardan beri devam etmektedir. Geyikleri getirirken bakıcılar çok yüksek seslerle bağırırlar ve havaya ateş açarlar. Karşılayanlar da aynı şekilde cevap verirler. Dolganlar bu eylemi yaparak geyiklerle birlikte gelebilecek kötü ruhları korkutarak kaçırdıklarını düşünürler. Eylemi erkekler ve kadınlar sırayla yaparlar. Bu kutlamaya komşu köylüler de katılırlar. Davetler onlara daha önceden bildirilir. Katılımın kalabalık olması kutlamanın daha da eğlenceli olmasını sağlamıştır. Davet edilen önemli misafirlere katılımlarından dolayı minnet ve teşekkür niyetiyle geyik derisi ve geyik yavruları hediye edilmiştir. Bu tür hediyeler onlar için çok değerli sayılmıştır.
“Kilvey” kutlaması genelde geyiklerin doğum dönemine denk gelir. Yavru geyiklerin dünyaya gelişini kutlayarak eğlenmelerinin yanı sıra önemli bir görevi de yerine getirmiş oluyorlar: sürümdeki büyük geyikleri anne ve yavru geyiklerden ayırırlar. Yeni doğum yapan geyikleri yavruları ile birlikte daha özenle beslemeye ve bakmaya dikkat ederler. Bu arada erkekler yaşlı, çocuk ve kadınlar için de büyük geyiklerin etinden yedek erzak hazırlarlar. Kutlama bittikten sonra yerliler ikiye ayrılırlar. Yaşlı, kadın ve çocuklar kışlakta hazırlanmış erzakları ile yeni yavrulayan geyiklerle kalırlar. Kalanlar balıkçılık ile hayatlarına devam ederler. Erkekler ise büyük geyiklerle birlikte daha otlak ve sıcak bölgelere göç ederler. Göç eden erkekler için çok zor ve tehlikeli bir dönem başlamış olur. Onlar genelde kutup denizinin yakınlarına kuzeye giderler.
Geyik sürüsüyle uzun bir dönem ailelerinden uzak kalan Dolgan erkekleri için “Heyro” ve ” Kilvey” kutlamaları özlem giderme ve sevinç bayramları olarak da anımsanır…
TÜRKMENİSTAN’DA DÜĞÜN HAZIRLIKLARI -doc-dr-shurubu-kayhan/ turkishforum – Abdullah Türer Yener
ürkmenistan’da düğünler geleneklere ve dini inanışlara göre yapılır. Eski gelenekler günümüzün şartlarına göre değişmesine rağmen temel amacını kaybetmemiştir.
Bir çok Türk boylarında olduğu gibi düğün hazırlıkları ve masrafları erkek tarafının sorumluluğundadır. Bu nedenle de erkek çocuğu olan Türkmenler erken yaşlarından itibaren düğün için ayrıca para biriktirmeye başlarlar. Bu duruma erkek çocuğun akrabaları da destek verir. Kız ailesi bu durumdan karlı çıkmalarına rağmen, erkek tarafı kadar sevinmezler. Türkmenlerde erkek çocuğunun önemi soyunun devam etmesini sağlamasının dışında, evlendikten sonra da ailesiyle birlikte yaşamaya devam etmesidir.
Türkmenistan’da düğüne 9 gün kala erkek tarafı kız evine gelir ve düğün hazırlığı için kız tarafının isteklerini ve ihtiyaçlarını sorar. Bu istekler kızın hem özel, hem de ev ve düğün ihtiyaçlarını içerir. O gün erkeğin ailesi gelin adayına altın küpe takarlar ve her şeyi usulüne göre hazırlamaya başlarlar.
Kız tarafı ise daha önceden hazırladıkları çeyizleri sergilerler. Düğün kıyafeti Türkmenlerde çok çeşitlidir. Bunların içinde en yaygını ise kırmızı ipek üzerine altın yada gümüş rengindeki ipliklerle işlenmiş elbisedir. Yazma ve kaftan ise geleneksel Türkmen hali desenleriyle süslenir ve takılarla tamamlanır.
Eskiden gelini erkek evine deve yada meşhur Türmen atlarıyla getiriyorlarsa şimdilerde arabayla getirirler. Araçların süslemelerini de kızın çeyiziyle birlikte daha önceden hazırlarlar. Araç süslemelerinde muhakkak geleneksel Türkmen halısı ve el işleri kullanılır. Gelin adayına çeyiz hazırlarken yakınları ve arkadaşları da yardım ederler. Gelinin düğün günü çıkacağı Türkmen çadırı da günler öncesinden geleneksel örf ve adetlerine uygun şekilde süslenilir ve düğün günü için bekletilir.
Orta Asya Türklerinde Misafir Karşılama Adetleri – Doc.Dr.Shurubu Kayhan – Turkishforum- Abdullah Türer Yener
Orta Asya’da misafirin iyisi ya da kötüsü, zengini yada fakiri, genci yada yaşlısı, kadını yada erkeği, tanıdık yada tanımadık olmasının hiç bir önemi yoktur. Onlara göre misafir her zaman Tanrı’nın bir elçisidir. Orta Asya Türkleri gelen her misafire yemez yedirir, içmez içirir. Kazak atasözünde olduğu gibi “misafirle hiçbir yiyecek olmazsa bile sıcak ve samimi sohbet yeter” derler. Orta Asya’da kapısı çalınan her ev gelen misafiri evine alır, güzel bir sofra hazırlar, gerekirse gece de kalmasını sağlar ve uğurlarlar.
Bu gelenek Orta Asya’da çok eski dönemlerden beri süre gelmektedir. Kimine göre bu gelenek Cengiz Han’ın askerlerini doyurmak için geçtiği bölgelerdeki hanelere dağıtmasıyla başladığını, kimilerine göre de Büyük İpek Yolu’nun başlamasıyla bu yol üzerinde yaşayan halklarla tüccarların arasında gelişen konaklama ihtiyacından doğduğunu belirtirler. Burada önemli olan bu güzel geleneğin bizlere kadar ulaşmasıdır. İhtiyacı olan herkesin güvenle kalabileceği ve rahat edebileceği ortamın sağlanmasıdır. Karşılıksız, sorgusuz yardımlaşma ve destektir. Bunun en güzel örneklerinden biri de İkinci Dünya Savaşı sırasında Orta Asya Türklerinin ırkı ve dinine bakmadan savaştan olumsuz nasibini alan herkese evlerinin kapılarını açmaları ve birlikte hayata devam etmeleridir.
Orta Asya Türklerine göre bu gelenekleri yerine getirirken bazı kurallara da dikkat edilmesi gerekir. Örneğin, gelen misafirin herkesle elini göğsüne getirip eğilerek selamlayıp hal hatır sormaları, en ufak yaş farkına rağmen herkese “siz” diyerek saygıyla hitap etmesi şarttır. Bu geleneğin en önemli manevi özelliği ise herkese saygıyla, hürmetle paylaşarak iletişim kurmayı gelenek haline getirmesidir. Orta Asya’da gelen misafiri eli boş göndermezler. Aileler durumlarına göre hediye, yiyecek vererek uğurlarlar. Özbek Türklerinde “misafir babadan daha önemlidir” diye atasözü bile vardır. Bu, onların misafire saygı, hürmet göstermelerinin en önemli kanıtıdır.
Ani gelen misafir karşılamanın yanısıra düğün, ölüm ve eğlence durumlarımda özel olarak davet edilen misafirler için uygulanan adetler de vardır. Bu durumda gelen misafirler ev sahipleri için özel hazırlıklarla gelirler. Hanımlar tüm mutfak hünerlerini gösterirler. Büyük ağaç dallarından örülen sepetlere elde yapılmış tatlı ve tuzlu hamur işleri, ekmek gibi yiyecekler hazırlayıp sofraya sararak getirirler. Ev sahibi de geri sepeti çeşitli yiyeceklerle doldurup gönderir. Gelen misafir akil ya da yetenekli biri ise onun içtiği ve yediği yemeğinin kalanını ev sahibinin çocuğuna yedirirler. Bu adet çocuğun o kişiye çekeceği anlamına gelmektedir. Eğer gelen misafire ortaya büyük tabakla yemek sunulursa ona aileyle eş diğer mamule gösterdiklerini ve ayrı tutmadıkları anlamına gelir. Özbek Türkleri buna “hom tobak” yada “inok tobak”, kardeşliğin ve dostluğun tabağı derler.
Orta Asya tarihine önemli izler bırakan ünlü alimler; Abu Reyhan Birûni, Abu Abdullah Harezmi, Fıtrat, Abu Ali İbn Sinalar da hayat felsefelerinde dostluk, kardeşlik, saygı ve paylaşım gibi güzel kişilik nitelikleri her zaman öne sürmüşlerdir. Bu gelenekler bizlere babalarımızdan ve geçmişimizden kalan kutsal, altın diğerindeki manevi zenginliklerimizdir. Orta Asya Türklerinin misafirperverlikleri her şeyden önce iyiliğin, hoşgörünün ve saygının simgesidir. Bu özellikleriyle de hep ayrı bir yere sahip olmuşlardır ve kendilerinden söz ettirmişlerdir.
Orta Asya Türklerinin İslamiyet’ten önce de kendilerine has hayat tarzlarına uygun bir inançları vardı. Doğayla içi içe yaşayan Orta Asya Türkleri tabiat ve iklimin olumlu ve olumsuz etkilerine göre yaşam tarzlarını oluşturmuşlar. Bu bölgelerin kışları dondurucu ve fırtınalı, yazları ise sıcak ve kuru geçer. Orta Asya’da genelde iki mevsim; kış ve yaz olarak yaşanmıştır. Bu iklim ve dağlık coğrafik şartlar yerleşik ve tarımsal hayata elverişli olmamıştır. Bu nedenle de geçim kaynaklarını hayvan ve hayvan ürünlerinden sağlamışlardır. Göçer konar hayat sürdüren Türkler kışın “kışlak”, yazın “yaylak” olarak yer değiştirmişler. Zor ve uzun geçen kıştan sonra yazın gelmesi adeta bir kurtuluş ve özgürlük olarak algılanır ve kutlama, eğlence ve coşkuyla karşılanır. Orta Asya Türklerinin, yazın müjdecisi baharı, bir bayram olarak kutlamalarının sebebi buradan kaynaklanmaktadır.
Orta Asyalıların eski dini “Gök Tanrı” inancına dayanmaktadır. Tek tanrıya inanan bu insanların “Gök Tanrı”, evrenin ve tüm canlıların tek yaratıcısı anlamındaydı. Onlara göre başta insan olmak üzere tüm canlıların idaresi Tanrıya bağlıydı. Tabiatı ve hayatı o düzenliyordu. Bu nedenle de insanlar ondan dilek ve istekte bulunurlardı. Dolayısıyla insanlar her zaman hayatları üzerinde mutlak söz sahibi olarak “Gök Tanrıyı” görürlerdi. Bunun için de bayramlarına ona kurban keserek başlamışlardır. Kurban olarak da hayatlarındaki en önemli unsur olan atı tercih etmişler.
Orta Asya Türkleri XI. asırda topluca Müslüman olup, İslam medeniyetinin çemberine girerler. Bu dönemlerde peşi peşine devletler kuran Türkler, milli zenginliklerini tümüyle koruyarak İslam topluluklarının içinde gelişmeye devam ederler. Fakat İran ve Arap kültürü bu bölgelerde nüfus edememiştir. Bayram, doğum, düğün ve ölüm olaylarında eski Türk adetleri devam etmiştir. Aynı zamanda Türkler kendi dillerinin bütünlüğünü korurken yan yana yaşayan halkların dillerinden de bazı kelime ve kavramları alıp kullanmışlar. Örneğin “nevruz” bunlardan biridir. Farsça kökenli bu kelime, Türk boylarında da aynı anlam taşıyarak, yeni gün, başlangıç, canlanma manasına gelmektedir.
Dini Bayramların Dünü ve Bugünü
Dini bayramlar “kameri takvim”e göre hesaplandığı için her yıl aynı tarihe denk gelmez. Günlük gerilemeye denk gelen Ramazan Şevval ayının ilk üç günü, Kurban bayramı ise Zilhicce ayının onuncu gününde kutlanır. Orta Asya Türkleri İslamiyet döneminden önce “Gök Tanrı”ya inanarak Tanrı adına dilek ve isteklerini yerine getirilmesi için kurban keserek kutladıkları bayramı zamanla İslamiyet’in yayılmasıyla, İslam usullerine göre değiştirmişlerdir. Fakat Kırgız ve Kazak Türkleri eskiden beri süre gelen “Gök Tanrı” inanışlarını İslam inanışları ile harmanlayarak devam ettirmişler.
Sovyetler Döneminde Orta Asya Türkleri ister istemez Rus kültürünün etkisinde kalarak dinden ve dini inanışlarından uzak kalmışlardır. Bu Rus nüfusunun yoğun yaşadıkları bölgelerde daha etkili olmuştur. Kazakistan’ın bundan daha fazla etkilendiğini söyleyebiliriz. Kırgızistan’ın Kuzey bölgesi bu durumdan daha çok etkilenirken, güney bölgesi; Oş ,Batken, Calalabad bölgeleri İslam dininin etkilerini daha yoğun devam ettirmişler. Özbekistan ve Türkmenistan ise coğrafi olarak Fars kültürü ağırlıklı yaşanan Tacikistan’la iç içe yaşadıkları için bu olaydan en az etkilenen bölgelerdir. Buralarda İslam dininin etkisi her zaman daha baskın olmuştur. Dini bayramlar ve inanışlar bu bölgelerde her zaman varlığını sürdürmüştür. 1917’den 1991 yılına kadar süren bu dönem sırasında İslam dininden çok az haberi olan bir nesil yaşamıştır. Orta Asya Türkleri dönemin siyasi ve sosyal ideolojisine göre “Ateist” bir dönem yaşamışlardır.
1991 yılından itibaren Orta Asya Türkleri; Kırgızistan, Kazakistan, Özbekistan ve Türkmenistan’ın bağımsızlıklarını ilan etmeleriyle birlikte yepyeni bir dönem başlamıştır. Bir dönem neredeyse kendi halklarının inanışlarından uzak kalan bu ülkeler yeniden milli diğerlerine ve manevi inanışlarına dönüş yaparak, dini değerlerini canlandırmayı başarmışlardır. Türk Cumhuriyetleri bu dönem içinde Türkiye ile de kardeşlik bağlarını güçlendirerek, siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik anlamda da yeni gelişmelere yol açmışlardır. Bu bölgelerde din yeniden canlanır; camiler, din okulları, din dernekleri artar. Diyanet İşleri Bakanlığı ve Müftülükler açılmıştır. Yeniden dine ve dini inanışlara ilgi doğar. Bu gelişmeler beraberinde dini bayramların da gündeme gelmesini sağlamıştır.
Orta Asya Türklerinde Ramazan Bayramı
Ramazan ayına son 25 yıl içinde Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinde ilgi oldukça artmıştır. Ramazan süresince ilginç adetler sergilenmektedir. 30 gün boyunca her gün iftar saatinden sonra her mahallenin çocukları kendi mahallelerinde “caramazan” (Ramazan türküsü) söyleyerek ev ev dolaşıp para ve hediye toplarlar. Son dönemde artan bu gelenek hemen hemen tüm Türk boylarında aynıdır. Örneğin, Kırgız Türklerinde “caramazan” bu şekilde şöylenmiştir;
Caramazan bizde aytılgan, Yar ramazan bizde söylenir,
At bayladım tereke tereke, At bağladım kabak ağcına
Uşul uygö bereke,bereke. Şu eve bereket gelsin diye
Aylanayın, aylanayın ceneke… Sevimli mi sevimli yengeciğim…
Ayrıca her mahallede dini bilgilere sahip, oruç tutan ve namaz kılan din insanlarından oluşan bir ekip sırayla her gün bir aileye iftara giderler. Bu insanlar ziyaret eden evlerde dini bilgiler vermektedirler. Aynı zamanda da aile içinde herhangi bir sorun varsa onlar tarafından değerlendirilir ve çözümlenir. Davet eden aile durumlarına göre bu insanlara hitaben dua ederek ve dilek dileyerek koyun keserler. İftarda kesilen koyunun eti pişirilir ve ikram edilir. Sofraya konulan tüm yiyecekler iftar sonrası herkese eşit paylaştırılır. Kadir gecesindeyse tüm akraba ve komşular bir eve toplanırlar. O gece geleneksel sofra hazırlanır ve dini konularda sohbetler yapılır. Kuran’dan konuşulur ve dua edilir. Bu uygulama sahur saatlerine kadar devam eder. Orta Asya Türklerinde Arife günü öğleden sonra ramazan bayramı için hazırlıklar başlar. Evler temizlenir ağaçlar budanır, çamaşırlar yıkanır. Aile bireyleri için yeni ve temiz kıyafetler hazırlanır. Milli yemekler olan hamur işleri: tandır ekmek “patir”, “borsok”, “çakçakey”, “kattama” gibi yiyecekler o gün hazırlanır ve bekletilir. Bayram sabahı, bayram namazı sonrası aile mezarlıklarını ziyaret edilerek güne başlanır. Mahallede son bir yıl içinde vefat eden aileler varsa onların evine büyükten küçüğe doğru ziyaret edilir. Bu aileler sabahın erken saatinde vefat eden birey adına kurban kesilir ve eti pişirip milli yemeklerin yanında ziyarete gelenlere ikram edilir. Bu uygulama için davet edilmez ve beklenmez sıra ile gidilir. Anma ve mevlüt sonrası akrabalar kendi aralarında bir birlerini ziyaret ederler. Her gittikleri yerdeki ikramlar paylaştırılır ve dua okunur. Küçük yaştaki çocuklar bu ziyaretlere katılmazlar.
Ramazan bayramı Orta Asya Türklerinde Türkiye’de olduğu gibi eğlence ve şenlik havasında değil hüzün ve anma ile buruk geçer. Oruç tutamayanlar fitre verirler. İmkanı olanlar da ramazan ayını kutsal topraklarda geçirirler. Ramazan bayramı otuz günlük oruç sonrası kutlanan bir bayramdır. Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinde Ramazan Bayramı bir gün resmi tatildir.
Orta Asya Türklerinde Kurban Bayramı
Kurban bayramı Ramazan Bayramına göre daha durgun geçer. Kurban bayramında İslam dinine göre Kurban kesmek maddi gücü yerinde olan her bir kul için borçtur. Kurban olarak koyun, keçi, sığır, at ve deve kesilir. Kurban edilecek hayvan sağlıklı olup hamile olmamalıdır. Orta Asya’da kurban kesiminde uygulanan bazı gelenekler vardır. Bunların bir kısmı İslam dinine göre bir kısmı da uluslara ve bölgelere göre değişir. Örneğin bazı yörelerde kurbanlık koyun ve koç temizlenir ve duvak ya da kurdele ile süslenir. Kesilen kurban etinin üçte biri önce yakın akrabalara daha sonra komşulara dağıtılır. Geri kalan kısmı pişirilir ve ziyarete gelenlere ikram edilir. Ramazan Bayramında olduğu gibi Kurban Bayramında da sabah namazından sonra aile mezarlığı ziyaret edilir ve dua okunur. Yine büyükten küçüğe doğru aileler arasında son bir yıl içinde vefat eden bireyi olan aileler varsa ziyaret edilir. Bu uygulamadan sonra akrabalar birbirlerini ziyaret ederler. Kurban Bayramında eğlence ve şenlik yapılmaz. Kurban Bayramı da bir gün kutlanır ve resmi tatildır.
Orta Asya’da Nevruz Kutlamaları
Orta Asya’da yaşayan Türkler yıl başı olarak kabul ettikleri güne, Farsça “Nev” (yeni), “Ruz” (gün) kelimelerinin birleşmesinden oluşan ve yeni gün anlamına gelen Nevruz adı verilir. Nevruz gece ile gündüzün eşit olduğu Miladi 22 Mart, Rumi 9 Mart gününe denk gelerek Nevruz, “Mart Dokuzu” adıyla bilinir. Orta Asya Türklerinde ve diğer Türk topluluklarının neredeyse hepsinde Nevruz geleneği canlı olarak günümüze kadar yaşatılarak süre gelmiştir.
Kazakistan
Kazak Türklerinde Nevruz günü Mevlid okutulur. Evler boyanır, temizlenir. Yeni ve temiz elbiseler giyilir. Ateş üzerinden atlanır. Bu uygulamayı yaparak eski yılın kötülüklerini ve hastalıklarını yok edip, yeni yıla sağlıklı ve mutlu şekilde girdiklerine inanılır. O gün yapılan yemeğe “Nevruz köcö” adını verilir ve komşulara dağıtılır.
Kırgızistan
Kırgızlar, gece ile gündüzün eşit olduğu bu güne “Nooruz” derler. Bu güne özel “Sümölök” adını verdikleri yemek yapıp yerler. “Auz köcö” denilen darı yarması ve buğday, bulgur konulan tirit de bu günün özel yemeğidir. 21 Mart’ta kutlanan bu bayram, şarkı, türkü, milli oyunlar ve eğlencelerle devam eder.
Özbekistan
Özbekistan’da Nevruz bayramı bir hafta devam eder. Nevruz bayramına Özbekler “Seyil Eğlenceleri” adını verir. Seyil Yerleri dönme dolaplar, çalgıcılar, beçeler, seyyar satıcılarla dolar. Bayramın ilk günü insanlar ev ev gezerek birbirlerinin bayramlarını kutlarlar. Her aile bu güne özel milli yemekleri olan “aş” etli pilav yaparlar ve ziyaretçilere ikram ederler. Ayrıca yeşil, siyah çay ve meyve de ikram edilir. Çeşitli eğlenceler ve oyunlar sergilenir. Nevruz bayramından esinlenen tiyatro oyunları sergilenir.
Türkmenistan
Yeni günün ilk gününe Türkmenler “Novruz” derler. Türkmenler “Novruz”dan bir hafta önce temizliğe ve hazırlığa başlarlar. O güne özel Türkmen çöreği, Türkmen petiri, külçe, yağlı börek, şekşeke, koko, bavursak ve Türkmen pilavı yaparlar. Ne kadar çok yemek yaparlarsa yeni yılın o kadar bereketli ve bolluk içinde geçeceğine inanırlar. Türkmenlerde Semeni, Nevruzun özel yiyeceğidir. Komşular bir araya gelerek büyük bir kazanda buğday özüne, un, şeker ve su ekleyerek hazırlarlar. Bir gün önceden pişirilmeye başlayan bu yiyecek bayram sabahı yenir.
Nevruz geleneğinin uygulamalarda bazı farklılıklar görülmekle birlikte, Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinde aynı tarihler arasında her toplum tarafından kendine özgü ayrıcalıklarla kutlanan geleneksel bayram niteliğini taşır. Ayrıca Orta Asya kökenli olan Nevruz bayramı İslami döneminde de Nevruz adıyla kutlanmıştır.
Altay atları Altay bölgesinde yaşayan yabani atlara verilen isimdir. Bu atlar Altay bölgesinin dağlık şartlarına ve çok sert kış ortamlarına uyum sağlamış bir türdür. Hayvancılık ve atçılık bu bölgelerde çok eski göçebe dönemlerden beri bilinmektedir. Altay bölgesinin tabiatı atçılık için çok uygun olup, her mevsim otlamarı ve rahat dolaşmaları için uygundur. Altay atları dağlık ortamlarda çalıştırılmaya alışkındırlar.
Altay atlarının dış özellikleri; boyları orta, gövdeleri uzun ve geniştir(1.7 m). Ayrıca oldukça güçlü yapıya ve bacaklara sahiptirler. Kafa yapısı orta büyüklükte olup etli boyunu uzun ve kalın yelelerle örtülür. Vücudunun düz ve yapılı güçlü bacaklara sahip olması dağ, taş ve tepeler için oldukça uygun ve kullanımda dayanıklılık sağlar. Ayak bilekleri ile toynaklarının birleştiği yerlerde uzun yeleleri vardır. Bu özelliği ise taşlı yollarda yük taşırken kaymamasını sağlar. Altay atlarını güzelleştiren diğer bir özelliği ise parlak ve uzun kuyruklarıdır. İlkbahar ve sonbaharda çok hızlı semiren bu atların kısrakları yaz aylarında 8-10 litreye kadar günlük süt vermektedirler. Ağırlık olarak yaklaşık 450- 490 kg, boy olarak da 1.45-1.50m kadar ulaşmaktadırlar. Altay atlarının tür özellikleri; renk olarak siyah, sarı, kahve, gri, leopar veya kaplan desenlidirler. Ayrıca çok güçlü ve dayanıklılardır fakat boyları kısadır. Bu atların en büyük özellikleri başka tür ile karışmamaları ve temiz kan olarak devam etmeleridir.
Altay bölgesinde yaşanan ağır ve sert kış şartlarına olukça dayanıklı olan bu tür, sürü içinde de çok sakin ve uyumludurlar. En büyük özellikleri ise zor şartlarda ağır işlerde dayanıklı olmalarıdır.
Altay atlarının tarihi çok eski dönemlere dayanmaktadır. Sibirya’nın Tayga bölgesinin sert kış şartları zamanla bu türün ortaya çıkmasına neden olmuştur. Altay bölgesinde yapılan arkeolojik kazılarda m.ö. 4-3 yüz yıllara ait at kalıntıları bulunmuştur. Bu bilgilere göre o dönemlerdeki atlar şimdikilerden daha büyük ve hacimli olduğu görülmektedir. Asil ve karışmamış bu tür artık çok az sayıda olup daha dağlıklı bölgelerde bulunmaktadırlar.
18 ve 19 uncu asırlarda bu türün daha geliştiği, işlevliliğinin ve dayanıklılığının arttığı görülür. 20 asırdan itibaren de uzmanlar Altay atları üzerinde yoğun çalışmalar başlatmışlardır. 2000 lerde ise Altay’da yeni bir at türü oluşturulmuştur. Bu tür iri ve ağır Rus atları ile karışık olup et ve süt üretimi üzerine amaçlanmıştır ve adlarına “Cumuş atları” denilmektedir.
Yabani asil Altay atları günümüzde yok denecek kadar azalmıştır. Bu nedenle de Altaylı’lar günlük hayatlarında atları kullanmak için bu türü başka türlerle birleştirerek çoğaltmaya çalışmaktadırlar.
Düğün insan hayatındaki en büyük kutlamadır. Nikahın kıyılmasıyla aile kurumuna geçiş ve kendi ailesini kurma sorumluluklarının başlangıcı doğar. Bu ailenin kurulmasından önce büyük kutlama ile devam eden toy, düğün düzenlenir. Altay düğünü dört aşamadan oluşur; dünür gitme, düğün hazırlıkları, düğün ve düğün sonrası. Her aşama ayrı ayrı gelenek ve adetlerle devam eder.
Dünür Gitme
Dünür gitme geleneği dünür olmadan önce hazırlık görüşmeleriyle başlar ve taraftarlar anlaştıktan sonra kız istemeye gidilir. İki tarafın da gelişmeye olumlu karar vermeleriyle akraba olma yolunda ziyaretler başlar. Hem kız hem de erkek tarafının aileleri birbirlerini iyice tanımaya çabalarlar. Kız 10-12 yaşına geldiğinde, erkek ailesi hediye ile ziyarete gelirler. Bu ziyaret anlaşmayı hatırlatma amaçlı yapılır. Bu ziyaretler kız yetişkin yaşa gelene kadar her sene tekrarlanır. Ziyaret sırasında erkek tarafı kız için tilki, samur kürkleri, ileride başlık yapıp giydirmek için kürk getirirler. Elbise ve kaftan diktirmek için de ipek ve kadife kumaşlar ve çarşaf, havlu getirirler. Kızı verme vakti geldiğinde (döp detse) erkek tarafı dünür gelir ve kutlama ile kız istenir. Kız isteme adeti damadın perde arkasında (köcögö) oturan kızın yanına getirilerek kızı göstermesiyle biter. Ardından köy ya da mahallede geleneksel kutlama başlar. O gün erkek tarafı gelin getirme “kız ekelgeni” kutlaması düzenler. Dünür taraftarlar o gün düğün gününü belirlerler. Akabinde iki taraf da düğün hazırlıklarına başlar.
Düğün Öncesi Hazırlıklar.
Bu dönemde düğün öncesi adetleri gerçekleştirirler. Altaylılar genelde düğünleri son bahar mevsiminde yaparlar. Nikah sonrasında oluşacak akrabalık (dünürlük) için önceden görüşmeler, ziyaretler, yemekler düzenlenir. Damat ailesi kız ailesine defalarca kumaş, deri, kürk ve yün hediye gönderirler. Önceden anlaştıkları kadar malı da azar azar getirmeye başlarlar. Kız tarafı evlenirken verecekleri çeyiz (dööcö, sep) için kız daha beş yaşındayken hazırlanmaya başlarlar. Çeyizler deri torbalarda (kaptar) ve tahta sandıklarda (kayıpçaktar) saklanır. Düğün günü dööcö damadın evine götürülür. Erkek tarafı düğünden önce yeni evlenecekler için ev inşa ederler. Bir gün belirlenir ve ev yapımında yardımcı olmaları için akraba, dost ve komşular davet edilir. O gün hep birlikte evin inşatını tamamlamaya çalışırlar. Buna Altaylılar “ayıl tuduştın köçözü” ya da “aylançıktın çayı” derler.
Düğünün en önemli geleneği gelinin oturduğu odanın bir köşesine daha önceden özenle el işleri ile yapılmış bir beyaz perdenin “köcögö” çekilmesidir. Bu perdenin eni 1.5, uzunu 5.3 metre büyüklüğünde olup kenarları ipek fırfırlar ve boncuklarla işlenir. Köcögö o gün sabah dağnın doğu tarafında yetişen huş ağcının kalın dallarından kesilen iki budağa takılır. Bu adet Altaylıların dini inançlarına göre uğurlu sayılır. Düğün öncesi birde niyet edilerek adak kesilir.
Geleneksel Düğün Oyunları
Eğer kaçırdığı kızı erkek kendi akrabalarının evine götürürse, oraya damadın ve kızın ebeveynleri de davet edilir ve barışma görüşmeleri yapılır. Daha sonra damadın kendi evine götürürler. Fakat o evden çıkmadan önce akrabalarının evinde tahta tabakta ” tepşi blaacarı” sunulan eti yiyip bitirmeleri şarttır. Ancak ondan sonra çıka bilirler. Akrabaları müstakbel dünürleri ağırladıktan sonra düğün evine uğurlarlar.
Kızın akrabaları damat tarafından kızları için belli bir ölçüde hak talep ederler. Kızı damadın köyüne getirmeden önce bazı geleneksel oyunları oynarlar. Onlardan biri “dööcö sadarı” oyunudur. Kızın çeyizinden bazı parçaları överek damat tarafına pazarlayarak satma oyunudur. Bu oyunda gelin adayının erkek yeğenleri kadın kıyafeti giyerek “Kime kız lazımsa satın alacak” diyerek satış yaparlar. Kızın çeyizini getirirken de ayrı bir oyun sergilerler. Çeyizi eve getirmeden çeşitli ikramlarda bulunarak, sözlü atışma oyunları oynarlar. Çeyizi satın alma, ikramla memnuniyet belirtme adetleri gerçekleştikten sonra iki tarafın kadın akrabaları düğün evini çeyizle süslerler. Daha sonra damat tarafı gelini getirmek için yola çıkarlar. Giderken ellerine ardıç budakları “arçina”, ikramlar, çeyizden bayram kıyafetleri alıp götürürler. Önde gelin için hazırlanan “köcögö”, sol tarafta damadın , sağ tarafta ise gelinin akrabaları yürürler. Gelin adayının oturduğu eve geldiklerinde şarkı söylemeye başlarlar. Damadın büyük yengesi yeni evlenecekler için ocakta ateş tutuşturma adetini gerçekleştirir. Gelini başlık parası karşılığında aldıktan sonra süsleyip köcögö ile örtüp yeni evine getirirler. Uzun kollu elbisesinin kolu ile yüzünü kapattırırlar. Bundan sonraki adetleri ise nikah merasimi ile ilgili devam eder. Geline evden çıkarken kayınvalidesi süt ikram eder ve iyi dileklerde bulunur. Damadın evine geldiklerinde ise eve girmeden gelini iki kere evi dolaştırırlar daha sonra evin baş köşesine doğu yönüne doğru oturturlar. Bu arada gelinin yüzü hiç açılmaz. Daha sonra gelinin saçı ikiye ayrılarak örülür (çaç öreri). İki saç evli kadın anlamına gelir. Saçın tam ortadan ikiye ayrılması ailedeki kadının haklarını ve yerini anlatır. Saçın sağ tarafını kız, sol tarafını erkek tarafı örer.
Buysa kızın artık yer değiştirerek, damat tarafına geçtiğini anlatır. Örülen saçın üzerine çok yüksek şık ve süslü başlık giydirirler. Altay’da yüksek başlığı ” kuraan börük”ü evli kadınlar giyer. Bu geleneği çok çocuklu, mutlu evliliği olan kadınlar gerçekleştirirler. Köcögönün ardından gelini evli kadın kıyafeti “çegedek” giydirirler. Bunu kadınlar şarkı söyleyerek yaparlar. Daha sonra müstakbel eşlere süt ikram ederler ve iyi dilekler söylenilir. Böylece gençler bu adet gerçekleştikten sonra karı koca sayılır ve yeni bir aile doğar…
TATAR TÜRKLERİNİN GELENEKSEL SABANTUY KUTLAMALARI – Doç. Dr. Shurubu KAYHAN / Turkishforum- A.Türer Yener
Sabantuy Tatar Türkler’inin her sene Mayıs ayının bir Pazar gününde kutladıkları geleneksel bayramlarıdır. Bu bayramın adı “sabantuy” düğün anlamından gelir. Kazan Tatarlarının baharın gelişi ve doğanın uyanışıyla duydukları sevinci, yeşillik bir alanda geniş bir katılımla toplanarak gerçekleştirdikleri kutlama törenleridir.
Sabantuy bayramı çok eskilere dayanır ve esasında Çuvaşlar, Başkurtlar ve pek çok Türk kökenli halklarda da kutlanmıştır. Yer ile ruhların bağlantısını simgeler. O gün yerden ekin ekmek için izin istenir. Sabantuyun eğlenceli geçmesi ve hazırlanan sofraların zenginliği gelecek yılın bol hasatlı olmasının beklentisidir. Kutlamada cömertlik sergilenmelidir. Herkes kendisi ve ailesi için bereketli bir yıl geçirmesi dileğinde bulunur. Sabantuy önce köylerde başlar sonra kentlerde devam eder kımızlar içilir, atlara binilir, yiğitlik gösterileri yapılır. Bayram’ın amacı geçmişle gelecegi bağdaştırmak ve de gelecek yılda daha çok ürün kazanmak için çeşitli törenler sergilenmesidir.
Sabantuy sabahı erkek çocukları yeni ve şık kıyafetlerini giyerler ve daha önceden dikilen kumaş nakışlı torbaları ile her eve giderek o gün için özel hazırlanan boyalı yumurtaları toplarlar. Ayrıca ev sahipleri gelen küçük çocuklar için de “karga botkası”, karga muhallebisi hazırlayıp kırmızıya boyanmış yumurta ile birlikte ikram ederler. Karga onların inancına göre hem canlı hem cansız dünyada yaşayabilen bir kuştur. Bu nedenle de çocuklara ikram edilen muhallebi karga ile bağdaştırılır. Kışın ölen yer, baharın gelmesiyle canlanır, kar ve buzdan arınır. Yerin ruhundan ekin ekmek için izin istenilir. Takvime göre de bu dönem Mayıs ayına denk gelir.
Bazen yumurtanın yerine yağda kızartılmış “borsak”(pişi) da ikram edilmiş. Daha sonraki dönemlerde tatlı poğaçalar ve kurabiyeler de ikram edilmeye başlamış.
Çoçukların gezmeleri bittiğinde halk meydanlara toplanır ve eğlence başlar. Eğlencenin en başında at yarışları “baya”gelir. Akabinde milli oyunları güreş, koşu, dayanıklılık ve esneklik yarışları yapılır. Halk oyunları, şarkılar ve türküler de olmazsa olmazlardandır. Subantuy kutlamalarına herkes geleneksel kıyafetleriyle katılırlar ve hünerlerini sergilerler. Bereketi ve boluğu simgeleyen bu kutlama çok renkli ve eğlenceli geçen en büyük bayramlardandır.
Eğer Türk Dünyasının ortak simgesini arayacak olursak bunların en başında beşik gelir. Ona Baykal’dan Balkanlar’a kadar hepsi “besik”, “beşik”, “pezik” derler.
Türk haklarının bu geleneksel sallanan bebek yatağı daha büyük Türk hanlıklarının döneminde de vardı. Bebeğin doğal olarak rahat etmesi, sallanma özelliği ile taşına bilir olması beşiğin en önemli özelliklerindendir.
Beşiğin kullanma alanı çok geniş olup Kafkaslardan Orta Asya’ya, Povoljiyeden İran’a ve Mısır’a, bir çok batı Asya halklarında Gürcistan’da , Ermenistan’da, Uygurlar’da, Dunganlar’da, Salarlar’da da karşılaşılmaktadır. Bu kadar geniş ve sayısız halkların kullanmalarına rağmen beşiğin yaratıcıları Türklerdir. Göçebe Türk halklarının hayat şartlarına uygun şekilde tasarlanan, taşınabilir özelliği ile göç sırasında bebeği kucakta taşımadan at ve ya deve üzerinde beşiği bağlayarak taşınması onu özel yapmıştır.
Beşiğin yüksek ayaklarının sayesinde bebek soğuktan ve nemden korunmuştur. Sallanabilir özelliği ise bebeğin çabucak uyumasını sağlamıştır. Alt kısmına yerleştirilen lazımlık ise bebeği temiz tutmuştur.
Eğer bugün beşik Altay’dan çıktı diyecek olursak, oradan da Avrupa ve Asyaya dağıldı diyebiliriz. Bunun yanı sıra tüm Türklerde Tuvadan Balkanlar’a insan hayatındaki ilk kutlama veya toy “Beşik Toyu”dur.
Örneğin bir Azerbaycan Türklerinin beşiğine baktığımızda onun Kırgız ya da Kazak Türklerinin beşiğinden hiç farkı olmadığını görürüz. Ya da bir Kazak beşiğine baktığımızda bundan bir çok Türk halkları kendi geleneksel beşiğini görür. Kırgız beşiği Kazak ve Özbek beşiğinden neredeyse hiç ayırt edilmez. Özbekistan’da en çok satılan beşik Buhara beşiğidir. Buralardaki tek fark her bölgenin beşik süsleme adetlerinin farklı oluşudur.
Beşik hristiyan Türkleri olan Gagauz, Çuvaş ve Karaimlerde de karşılaşılmaktadır. Kırım Tatarları ile Başkurt Türklerinin beşikleri benzerlik taşırken, Karaçay, Balkar ve Kumuk beşikleri ise bir birlerinin aynısıdır.
Sibirya’daki Türk’lerin hayat şartlarının farklılıklarından dolayı beşik bazı değişikliklere uğramıştır. O bölgelerde beşiğin ayak tarafı baş tarafından daha alçaktadır. Tuva Türklerinin paziği (beşik) çok ilginçtir.
20 asra kadar Orta Asya beşikleriyle aynıyken, daha sonraki dönemlerde değişime uğramış ve ayak kısmı baş kısmından alçak yapılmaya başlamış.
Bir çok Türk boylarında tavana asılmış beşikler de görülmektedir. Özelikle bu tür asma beşikler Başkurt ve Tatar Türklerinde daha çok rastlanır. Bu halkların folklor kaynaklarında da beşik örnekleri sıkça geçer. Onlarda da Beşik Toy kutlamaları yapılmaktadır. Tatar ve Başkurt Türklerinde karşılaşan değer bir beşik türü de yüksek ayaklı beşiktir. Farkı ayakları ve gövdesinin geniş ve dikdörtgen olmasıdır. Geleneksel Başkurt ve Tatar beşiği Macar beşiğini de anımsatır. Burada akla ilk Hun medeniyetini gelir. Onların tarihinde Kıpçakların da etkisi baskındı. Buradan yola çıkarak beşiğin Povoljiye türümün de korunmuş olduğunu görürüz.
Fakat beşiğin en yaygın geleneksel türü Türk olmayan halklarda da bulunmaktadır.
Aşağıdaki örneklerde İran halkına ait beşik gösterilmekte, ama beşik Türk halklarına ait beşiktir. Buradaki örnek komşu halkların bir birleri ile olan kültürel alış verişlerinin belirgin bir örneğidir. Gürcistan halkı da beşik kullanmıştır. Tarihe baktığımızda Kıpçakların Atrah başçılığında Gürcü hanı David’e yardıma geldikleri malum. Şimdilerde Gürcistan’da Kıpçaklar yok, fakat kullandıkları beşik Kıpçak beşikleridir.
Osman İmparatorluğu döneminde Arnavut Türkleri ve Kıpçaklar şimdiki Ermenistan topraklarında yaşamışlardır. Böylece bir çok Türk izleri o bölgelerde kalmıştır. Tabiki bunların içinde beşik de. Kafkas bölgesindeki beşiklerin diğer halklardan farkı daha alçak ve yassı oluşudur.
Ünlü Kazak edebiyatçısı Muhtar Auezov;
“Halk olmak istersen, önce beşiğini kur” demiştir. Gerçek şu ki beşik Avrupa ile Asya’yı birleştiren en büyük ortak kültür örneğidir. Beşik halkına hizmet eden nice büyük insanlarımızı, kahramanlarımızı, alimlerimizi yetiştiren temel yuvamızdır.
Günümüzde beşik hayat şartlarının ve teknolojinin gelişmesiyle unutulmaya yüz tutsa da tarih ve geçmiş bunu bize hep hatırlatır. Buna rağmen beşik her dönemde çağa uyum sağlayarak ufak dokunuşlarla daha kullanışlı ve rahat hale dönüşmüştür. Şimdilerde ise uzaktan ayarlana bilen son derece çağdaş teknoloji ile donatılmış beşik türleri mevcuttur.
Beşik Türk halklarının tarihten günümüze kadar ulaşan en yaygın ortak kültürünü yansıtan en büyük mirasıdır…