Etiket: SİLİVRİ

  • Gül’den Erdoğan’a Doğum Günü Hediyesi!

    Gül’den Erdoğan’a Doğum Günü Hediyesi!

    gül

    Ahmet Sever’in “Abdullah Gül İle 12 Yıl” isimli kitabını okuyunca, Abdullah Gül ile Recep Tayyip Erdoğan arasındaki ilişkilerin hiç de söylendiği gibi “Kardeşlik Hukuku” çerçevesinde yürümediği anlaşılmaktadır. Ahmet Sever’in, kitabının 176. sayfasında Gülün Veda resepsiyonu çerçevesinde anlattıkları her şeyi açıkça ortaya koymaktadır. Zira Ahmet Sever’e bakılırsa; Abdullah Gül, o resepsiyon sırasında Ahmet Sever’e “kendisine ve ailesine kendi partililerince yapılan saygısızlık konusunda bir soru sordurması” emrini vermiş, Ahmet Sever de gereğini yaparak bu yönde bir soru sordurarak Abdullah Gül’ün bu konuda bazı açıklamalarda bulunmasını sağlamıştır.

    Abdullah Gül’ün 2013 yılındaki TBMM açılışında yapmış olduğu konuşmada Gezi Eylemleri hakkında dile getirdiği “Gezi Parkı’nda çevre duyarlılığı ve şehir estetiği kaygılarını sergileyen gençlerin barışçı eylemlerini, demokratik gelişkinliğimizin yeni bir tezahürü olarak gördüm”(1) şeklindeki sözleri de herhalde Gezi Eylemleri’ni ısrarla “Darbe Girişimi” olarak değerlendiren Erdoğan ve Erdoğan yanlıları için herhalde bardağı taşıran son damla olmuştur.

    Geçenlerde medyaya yansıyan Abdullah Gül’ün AKP kurucular listesinden silindiğine dair haberi okuyunca nedense, aklımdan “Acaba, Erdoğan, Gül’den Gezi eylemleri sırasında takınmış olduğu tavrın intikamını mı alıyor?” diye bir soru geçmedi değil. Habere göre; AKP’nin resmi internet sitesindeki kurucular listesinde R.Tayyip Erdoğan’dan sonra ikinci sırada yer alan Abdullah Gül ismi silinmişti. Hatta Abdullah Gül’ün yanı sıra Yaşar Yakış, Nur Doğan Topaloğlu, Yasemin Kumral’ın da isimlerinin çıkarılarak kurucular kurulu listesinin 64’ten 60’a (64’ten 61’e)indirildiği belirtiliyordu(2).

    AYM’nin, hem de R.Tayyip Erdoğan’ın doğum günü olan 26 Şubat’ta Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni ve Erdem Gül hakkında vermiş olduğu tahliye (Hak İhlali) kararına “EVET” diyen AYM üye listesine bakıyorum da, sanki Abdullah Gül, Erdoğan’a “Doğum günü hediyesi” vermiş gibi bir durumla karşılaşıyorum ben! Zira “Hak İhlali” yönünde oy kullanan 12 üyeden 9 tanesini Abdullah Gül atamış ki; bu üyelerin içinde Başkan Zühtü Arslan ve Başkan Vekilleri Burhan Üstün ve Engin Yıldırım da var. “Evet” diyen diğer üç üyeden ikisini A.Necdet Sezer, birisini de TBMM seçmiş. Ret oyu veren üyelerden birisini Erdoğan, ikisini de (herhalde Erdoğan’ın ağırlığını koyduğu) TBMM seçmiş.

    Gazeteci Can Dündar, Silivri çıkışında “Erdoğan’a doğum günü hediyesi vermek istedik” dedi ama galiba Erdoğan’a asıl “Doğum Günü” hediyesini Abdullah Gül vermiş oldu! Bizimkisi elbette sadece espri. Biz yüksek mahkemenin onun bunun etkisinde kalarak karar verdiğine inananlardan değiliz. Ancak yandaş Star gazetesi ciddi ciddi bu yönde yazılar yazdırıyor ve haberler yapıyor gönlerdir.

    Cumhurbaşkanının Bu Sözleri Saygıyı Hak Etmiyor! 

    Cumhurbaşkanı Anayasa’nın Can Dündar ve Erdem Gül kararı için: “Karara uymuyorum, saygı da duymuyorum” dedi. Duysaydı şaşardım zaten. Anayasaya saygı duymayan bir kişiden Anayasa Mahkemesi’nin kararına saygı duyması zaten beklenemezdi. O da kendisinden bekleneni yaptı böylece. Esasen kendi kendisiyle çelişen, bu sebeple de ağzına geleni konuşan bir Cumhurbaşkanımız var bizim!

    “Ben Anayasa Mahkemesi’nin vermiş olduğu karara sadece sessiz kalırım o kadar ama onu kabul etmek durumunda değilim. Bunu çok açık net söyleyeyim ve verdiği karara da uymuyorum, saygı da duymuyorum” diyerek aynı cümlede hem “karar karşısında sessiz kalırım” diyor, hem de en üst perdeden “bu karara saygı duymuyorum ve uymuyorum” diyor. Belki saygı duymayabilirsiniz, ancak uymamak da ne demek? Uymayıp da ne yapacaksınız; Can Dündar ve Erdem Gül’ü tekrar tutuklatıp bu sefer de sarayınızın mahzenlerine mi atacaksınız? Yoksa arazisine el koyduğunuz hayvanat bahçesindeki aslanların ve kaplanların önüne yem olarak mı atacaksınız?

    Doğrusu şaşılacak derecede bir düşünce yapısına ve muhakeme kabiliyetine sahip Tayyip Bey. Geçenlerde de zaten İmam-Hatip liselerine profesörlerden müdür atanmasını gündeme getirerek göstermişti bunu. Sanki İmam-Hatip liselerinin müdürleri profesör olunca, bu okulların eğitim kalitesi kendiliğinden yükselecek! Gerçi şurası da muhakkak ki; ilahiyat profesörleri içinde İmam-Hatip liselerine müdür bile olamayacak çapsızlıkta adamlar çoktur. Bu durum, elbette diğer bilim dallarındaki pek çok akademisyen için de geçerlidir. Mesela geçenlerde “Aydınlar Bildirisi” adı altında bildiri yayınlayarak, devleti Güneydoğu’da sivil halka katliam uygulamakla itham edenler arasında da bu kabil adamlar çoktur.

    Yargıya Açık Müdahale! 

    TSK’ye kumpas maksadıyla uydurulan ve hemen tamamı beraetle neticelenen davaların savcısı olduğunu ilan ederek yargıya müdahale etmekte sakınca görmeyen Sayın Cumhurbaşkanı, dün muz cumhuriyetlerinden Fildişi Sahillerine ve Gine’ye uçarken ayaküstü yapmış olduğu konuşmada AYM’nin vermiş olduğu hak ihlali kararı hakkında;

    “…Bakın bu bir beraat kararı değildir, bu bir tahliye kararıdır. Aslında onlarla ilgili kararı veren mahkeme kararında direnebilirdi. Eğer kararında direnmiş olsaydı bu bireysel başvuru veyahutta Anayasa Mahkemesinin vermiş olduğu karar boşa çıkacak veyahutta şu anda tahliye edilmiş olan bu kişiler AİHM’e gideceklerdi. AİHM’e gittikleri zaman da oradan alacakları netice bellidir. Fakat bu süreç bu şekilde atılan adımlar bana göre doğru adımlar değildir.”(3) 

    diyerek yargıya müdahalede ısrarcı olduğunu bir kez daha göstermiştir. Bu sözleri de gösteriyor ki; Cumhurbaşkanı’nın asıl maksadı, Can Dündar ve Erdem Gül’ün olabildiğince uzun süre içeride kalmak suretiyle burunlarını sürçmektir. “AİHM’e gittikleri zaman da oradan alacakları bellidir” sözleri de zaten “nasıl olsa AİHM kararıyla tahliye olacaklardı” anlamına gelmektedir. Görüldüğü gibi; Cumhurbaşkanı bu konuyu tamamıyla şahsileştirmiş bulunmaktadır. Oysa herkesin Cumhurbaşkanı olduğunu iddia eden bir kişi, bu türlü konuşamaz, bağımsız yargıyı bu şekilde ayaklar altına alamaz. Bakınız, AYM’nin kararı üzerine “Kararı sevinçle karşıladık…” diyen(4) AKP Grup Başkan Vekili Bülent Turan bile Sayın Erdoğan’ın açıklamasından sonra yapmış olduğu açıklamada AYM’yi yetki gaspı yapmakla itham etmiştir(5). Peki, yarın öbürgün Can Dündar-Erdem Gül davasına bakan mahkeme de etkilenirse Erdoğan’ın bu çıkışından.

    Toplumsal Çalkantılardan Beslenen Bir Politikacı 

    Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dünkü açıklamaları sırasında söylediği “Tabii şimdi yurtdışına çıkıyorum, ortalık çalkalanır…” şeklindeki sözler bir kez daha göstermiştir ki; Tayyip Bey ve AKP, çalkantılardan ve toplumsal gerginliklerden beslenen bir siyaset izliyorlar. Ahmet Davutoğlu’nun 2015 yılında Ankara’da yaşanan patlamadan sonra yapmış olduğu “patlama sonrasında oylarımızda artış var” şeklindeki açıklaması da bunu göstermektedir ki; 2013 yılında yaşanan Gezi eylemleri sırasında dönemin Başbakanı Erdoğan’ın Fas’a giderken söylediği “Evlerinde zorla tuttuğumuz %50 var” şeklindeki sözleri de hala hatırlardadır.

    Oysa Cumhurbaşkanının görevi, toplumsal çalkantılara çanak tutmak değil, toplumsal gerginlikleri gidermek ve toplumsal ahengi temin etmektir. Zaten Anayasamızın 104. maddesi de “Cumhurbaşkanı Devletin başıdır. Bu sıfatla Türkiye Cumhuriyetini ve Türk Milletinin birliğini temsil eder; Anayasanın uygulanmasını, Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetir.” diyerek Cumhurbaşkanının görevinin toplumsal çalkantılar ve gerginlikler yaratmak değil, tam tersine, milletin birliğini ve devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetmek olduğunu amirdir. Gelin görün ki; Cumhurbaşkanı, yerel mahkemeleri Anayasa mahkemesine karşı direnmeye teşvik ederek devlet kurumlarını birbirine düşürmenin arayışları içinde bir görüntü sergilemektedir. Bu da Türk Milleti’nin şanssızlığı olsa gerekir.

    İşte bu noktada, Cumhurbaşkanından bir gün sonra olmak üzere; Türk Milleti’nin yegâne dayanağı olan TSK’nin “Casusluk Davası” nın beraatla sonuçlanması üzerine yapmış olduğu ve hukukun üstünlüğü vurgusunu ön plana çıkaran şu açıklamayı oldukça anlamlı ve umut verici buluyoruz:

     “Kamuoyunda farklı isimlerle adlandırılan, sonrasında sahte delillerin kullanıldığı ortaya çıkan ve süreç içerisinde Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarını derinden üzen davalar beklendiği şekilde beraat ile sonuçlanmıştır. Türk Silahlı Kuvvetleri olarak; hukukun üstünlüğüne saygının gereği ve adil yargılanma ilkesi çerçevesinde, söz konusu yargılamaların hakkaniyete uygun neticeleneceğine olan inancımız sürekli olarak muhafaza edilmiş, verilen beraat kararları ile birlikte bu yöndeki inanç ve beklentilerimizin haklılığı tekrar ortaya çıkmıştır…”(6).

    _________

    1-,

    2-http://www.diken.com.tr/akp-abdullah-gulu-sildi-ismi-kurucu-uye-listesinden-cikarildi/,

    3-http://www.hurriyet.com.tr/cumhurbaskani-erdogan-karara-uymuyorum-saygi-da-duymuyorum-40061344

    4- ,

    5-http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/siyaset/488976/Erdogan_konusunca_fikri_degisti.html,

    6-

  • Erdoğan mitinginde pankart şoku!

    Erdoğan mitinginde pankart şoku!

    123ABC

    Video:

    Başbakan Erdoğan’ın Edirne mitinginde “Silivri seni bekliyor büyük usta” pankartı açıldı.

    Deniz AYHAN/Sozcu.com.tr

    Başbakan Recep Tayyip Erdoğan bugün yerel seçim çalışmaları kapsamında Edirne’de bir miting düzenledi. Son günlerde gittiği illerde sık sık protestolarla karşılaşan Erdoğan, Edirne mitinginde de vatandaşın protestosundan kurtulamadı.

    “SİLİVRİ SENİ BEKLİYOR BÜYÜK USTA”

    Başbakan’ın miting konuşması yaptığı sırada ön sıralardan dev boyutlarda bir pankart açıldı. Pankartın üzerinde “Sen sözünün erisin, söz verdin mi tutarsın SİLİVRİ SENİ BEKLİYOR BÜYÜK USTA” yazdığı görüldü.

    Başbakan Erdoğan ve AKP’liler pankartın farkına varmazken, televizyon kanalları da bu görüntüyü yayınlamaktan kaçamadı.

    sözcü

     

     

  • Silivri’den başbakan çıkar mı?

    Silivri’den başbakan çıkar mı?

    Silivri Özel Yetkili Mahkemeleri yargılamalara başladığında, herkesin, darbe /demokrasi propagandasının esiri olduğu dönemleri yaşadık.

    Muhalefet gözünün önünde cereyan eden “kumpası” inatla görmekten kaçındı.

    “Yargı çözer” ifadesi günün modasıydı.

    İktidar yargıya güvenmeliyiz diyor, Cemaat yargıya güvenmeliyiz diyor, TSK yargıya saygılıyız diyordu.

    Anlayacağınız, o günlerde, herkes sütre gerisine girmek ve haksızlığa karşı çıkmamak için “yargı çözer” diyordu.

    Yargı çözer ifadesi, aslında, hukuksuzluğa verilen destek halini almıştı.

    Amerika da yargı çözer diyordu. Çünkü Büyük Ortadoğu Projesinin yapılacak işleri vardı.

    Böyle “kırk katır mı, kırk satır mı tehditlerinin savrulduğu, Doğu Perinçek ve arkadaşlarının tutsaklığının başladığı günlerdi, biz şöyle bir değerlendirme yaptık.

    Ergenekon Tutsaklarının siyasi nedenlerle, tutsak edildiğini, asıl operasyonun sahibinin, ABD gladyosu ve onun işbirlikçileri olduğunu değerlendirdik.

    Ve dedik ki; “Silivri’dekiler çıkacak, onların çıktığı yere, operasyonu yapanlar girecek”.

    Süreç bizleri haklı çıkarma yönünde ilerliyor.

    Şimdi belki bazıları “Silivri’den başbakan çıkar mı” sözüne inanmayacaklardır. Ama sürecin sonu bu işaretleri veriyor.

    Akrebin kendi kendini soktuğunu biliriz. Peki, akrep ne zaman kendini sokar?

    Ateş çemberi akrebe yaklaşmaya başladığında…

    Daralan ateş çemberi nedir?

    Ateş çemberi halkın kendisidir. Halkın daralttığı bu ateş çemberi akrebin kendisini sokmasına sebep oldu.

    Türk halkı, ne AKP’ye ne de Cemaate mahkûmdur.

    Bunlar tepemizde,” kırk katır mı, kırk satır mı” diye duruyorlar.

    Türk halkının seçeneği vardır.

    Erdoğan üç ay yattı diye başbakan oldu da, Silivri’de başbakan olacak  yiğit mi yok?

    Yurtseverler, bağımsızlıkçılar, Kemalistler ne AKP’ye ne de Cemaate eyvallah edemezler.

    Bu şebeke ya dağılır, ya da dağıtılır.

    Çağdaş, bağımsız, NATO’suz, Batı egemenliğine hayır diyen bir iktidar inşa etmemiz boynumuzun borcudur.

  • SİLİVRİ’DE İNSANLIĞIN UTANCI VE ONURU

    SİLİVRİ’DE İNSANLIĞIN UTANCI VE ONURU

    SİLİVRİ’DE İNSANLIĞIN UTANCI VE ONURU … Bedri Baykam

    Yine sabahın köründe kalkıp, iki saat uykuyla 06.00 da yollara düştük. Yine sanki harp sürecinde olan bir olağanüstü hal kontrol noktalarından geçtik. TEM’den gelişin akıl almaz yöntemlerle akışı engellendiği için Silivri’nin merkezinden, tilkice seçilmiş “iç” yollarından gelebildik ancak. Ergenekon davası bu sefer KCK davası yüzünden yukarıdaki küçük salona alınmıştı. Gerçi artık hazır olduğu söylenen yeni büyük salon da kullanılabilirdi ama bu tercih edilmedi. Sabah serinliğinde dostlarla sohbet edip zaman doldururken bir koşuşturma oldu. Bizimkilerin otobüsü gelmişti. Sanki bir 2. Dünya Harbi filmi seyredercesine gözlerim doldu, içim sıkıştı. Ufak pencere aralıklarından el sallayıp gülümsüyorlardı Balbaylar, Tuncaylar… Sonra kapılar açıldı. Sardalya kutusuna sığmaya çalışır gibi jandarmaların şüpheli bakışları arasında içeri dalabilenler daldı. Tuncay Özkan’ın nişanlısı Duygu bile son anda zor girebildi. 54 tutuklu yakını, belki 60-70 gazeteci, 3-4 CHP Milletvekili… Tabii aralarında koltuk değnekleri ile zor hareket eden dostumuz Mahmut Tanal. Nihayet sıra tutukluların içeri alınmasına geldi. Tutuksuz yargılanan Mehmet Ali Çelebi’yi gören İbrahim Özcan espriyi patlatmaktan geri kalmadı. “İşte bizim Genel Kurmay Başkanımız da geldi!” Her biriyle 9-10 metrelik mesafeye girip göz göze gelen herkes kucak dolusu sevgi ve öpücük yolluyor. Kime mi? Balbay’a, Özkan’a, Hurşit Tolon’a, Mehmet Haberal’a, Sevgi Erenerol’a, Turan Özlü’ye, Muzaffer Tekin’e, Erkan Önsel’e, Hasan Ataman Yıldırım’a, Hikmet Çiçek’e, Mehmet Perinçek’e, yani ezcümle hepsine! O kadar özlenmişler ki! Mesela Tuncay, kim olduğunu göremediğim bir hayranına şöyle sesleniyor o kalabalıkta: “Beni yüreğinde bir yere koy, ben senin bir şeyin olayım”
    Bunlar olayın anekdotik kısımları. Yani orada gümbürtüye götürülmek istenen “insan faktörü” ile ilgili olanlar. Hani Silivri’de insanlık ölmüş diyoruz ya? Aslında bir başka açıdan orada yaşanan aşklara, dostluklara, dayanışmaya bakarsanız insan direncinin, insan onurunun bir koca kalesi Silivri. Tüm insafsızlık ve hukuksuzluğun ortasında, “insan” dimdik inadına ayakta. Birbirine destek olmak için, canı pahasına Cumhuriyet ve Demokrasi’yi korumak için…
    Sevgili dost Av. Ceyhan Mumcu’yu görüyorum öğleden sonra seansına girerken. “Böyle bir dava örneği dünyada var mı?” diye sordu bana. “Tabii ki yok, Uganda’da bile yok” dedim, şu zavallı Afrika ülkelerinden her ne istiyorsak! Şöyle devam etti Mumcu: “Yıllar sonra bu olaya baktığınızda herkes Türk Hakimleri’nin, adaletinin, Siyasetçileri’nin, Savcıları’nın sınıfta kaldığını söyleyecek. Bir tek Türk Avukatları orada sınıfı geçmiş olacak.” Mumcu’ya kim gidip çok yanıldığını söyleyebilir ki?
    Durumun hukuki özetine gelince… Nasıl olsa bugün Cumhuriyet’te detaylı akışı yine bulacaksınız. Ama ben size yaşanan diyaloglardan bazı parçalar aktarmalıyım yine de: Zeynep Küçük:
    “Hakim Bey, madem kanunu o kadar iyi biliyorsunuz, size hatırlatmam lazım ki, önce sanığa ve müdafii avukatına söz vermeniz lazım. Yani ‘veya’ değil, ‘ve’ diyor kanun”, “Hayır bunlar konu ile ilgili değil şimdi”. Av. Ali Rıza Dizdar: “Bizler tarafından henüz okunmamış belgeler, dinlenmemiş onca tanığımız var”, “Şimdi bunların sırası değil”. Sanık ve Av. Mustafa Hüseyin Buzoğlu: “Hakim Bey, size göre maddi gerçek vuzuha erdiğine göre, 18 Şubat’ta siz kararınızı vermişsiniz. Yani siz artık tarafsız olmadığınıza göre, ya davadan çekilmeniz lazım, ya da reddi-hakim talebimizi kabul etmeniz lazım” “Hayır lütfen Mahkemenin itibarını düşünmeden konuşmayın, biz burada hukuka göre yargılama yapıyoruz”, “Bizim gözümüzde tarafsızlığınızı yitirmiş olmanız da AİHM nezdinde ciddi bir sorundur”Balbay: “Ben CHP İzmir Milletvekili Mustafa Balbay. Tanıkların dinlenmesi ve deliller üstüne konuşmak istiyorum. Burada Hukuk ve Millet iradesi ayaklar altında” (Mikrofonu kesiliyor). Cumhuriyet Savcısı Pekgüzel’in mütalaası (özet): “Burada sanıklar soyut kişisel değerlendirmelerle davayı uzatmak için reddi hakim talebinde bulunuyorlar, gerek yok”
    SONUÇ: Yeni şahitlerin dinlenmesi reddedildi, reddi hakim talebi reddedildi, Av. Celal Ülgen ve daha sonra Av. Ece Unutmaz için salondan çıkarılma kararı alındı. Ülgen’in yaşadığı tansiyon sorununun ardından yaşanan arbedede Av. Hüseyin Ersöz bir Binbaşı tarafından darp edildi.Uzun lafın kısası güzide bir “ileri demokrasi” günü daha başarıyla yaşama geçirildi!

  • Fuhuş parası ile açılan ‘Ergenekon’ Oteli kapatıldı

    Fuhuş parası ile açılan ‘Ergenekon’ Oteli kapatıldı

    Ergenekon davasının tutuksuz sanıklarının da kaldığı Silivri’deki Grand Otel ve Çınar Otel’e fuhuş geliriyle kuruldukları gerekçesiyle el konuldu

    71960

    5 yıldızlı Trakya Grand Otel

    İstanbul 12’inci Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen 10’u tutuklu 20 sanıklı fuhuş davasında, suç örgütü lideri Ali Balcıoğlu’na ait 5 yıldızlı Trakya Grand Otel ile Çınar Otel hakkında fuhuş suçundan elde edilen gelirle kuruldukları gerekçesiyle “işletme izinlerinin iptali” ve “el konulması” kararı verildi.

    3.5 yıl süren davanın karar duruşmasında Ali Balcıoğlu, fuhuş yaptırmak amacıyla suç örgütü kurmak, insan ticareti yapmak, kadınları hileyle kandırmak gibi suçlardan 82 yıl 6 ay hapse mahkûm oldu.

    Balcıoğlu grubundan ayrı olarak faaliyet yürüttüğü belirlenen “Hanımağa” lakaplı Tuğçe Kayacan hakkında ise örgüt kurmak suçundan 2 yıl 6 ay hapis, insan ticareti yapmak suçundan ise 10 yıl hapis cezası verildi.

    Silivri Cezaevi kampusuna yakınlığı nedeniyle, Ergenekon davasının tutuksuz sanıkları, sanık yakınları, avukatlar ve gazeteciler de konakladığı için “Ergenekon Oteli” olarak da anılan Trakya Grand Hotel hakkında, Silivri Kaymakamlığı’nca 2009’da 20 gün kapatma kararı verilmişti.

  • SİLİVRİ ARTIK MALTA’DIR!

    SİLİVRİ ARTIK MALTA’DIR!

    Sanki yıl 16 Mart 1920, İngilizler İstanbul’u işgal ediyor ve tutuklamalar Başlıyor…

    Sanki yıl 16 Mart 1920, İngilizler İstanbul’u işgal ediyor ve tutuklamalar Başlıyor… - Erdal Sarizeybek

    Bugün 21 Şubat 2011, Türk Ordusu’nun Kahramanlar Askerleri birer birer tutuklanıyor…

    Türk Milleti bu günü Unutma!

    “…16 Mart 1920 sabah 05.45 sularında İngiliz askerleri araca bindirilmiş iki birlik halinde Beyazıt Direklerarasında bulunan Şehzadebaşı 10. Kafkas Tümenine bağlı karargah birliği karakoluna geldiler. Bir araç asker dış güvenliği aldı, diğerleri koğuşunu bastılar. Askerlerin uyuduğu koğuşa giren İngiliz askerleri mızıka ve karargah bölüğü erlerinden beşini ateş açarak öldürdü, onunu yaraladı.

    Harbiye Nazırı Cemal Paşa’nın evi basıldı ve paşa öldürüldü. Harbiye nezareti ablukaya alındı ve İngiliz General Shuttleworth Harbiye nezaretinin kontrolünü eline aldı.

    Meclis-i Mebusan basıldı mebuslardan Albay Kara Vasıf Bey ve Rauf Bey İngiliz askerleri tarafından tutuklandı.

    Telgrafçı Hamdi Bey kendisini tehlikeye atarak İngilizlerin telgrafhaneyi bastığı ana kadar Ankara’ya Mustafa Kemal Paşa dikkatine telgraflarla gelişmeleri bildirdi...”

    SİLİVRİ ARTIK MALTA’DIR, BU GÜNÜ UNUTMA EY TÜRK MİLLETİ!

    Malta Sürgünleri…

    Sanki yıl 16 Mart 1920, İngilizler İstanbul’u işgal ediyor ve tutuklamalar Başlıyor… - yuzbasiahmetizzet edited
    Yüzbaşı Ahmet İzzet Bey

    Osmanlı İmparatorluğu, Birinci Dünya Savaşı’nda yenildiğini anlayınca, Ekim 1918’de mütareke ister. Mütarekeyi imzalamak görevi, Hüseyin Rauf Bey’e(Rauf Orbay) verilir. Hamidiye kahramanı Rauf Bey, o tarihte Ahmet İzzet Paşa kabinesinin on günlük Bahriye Nazırıdır. Müttefikler adına mütarekeyi imzalamak için de İngiliz Akdeniz Filosu Başkomutanı Amiral Sir Arthur Calthorpe seçilmiştir. İki düşman denizci 26 Ekim 1918 gecesi Limni adasının Mondros limanında buluşurlar1.

    Amiral Caltrophe, Rauf beyi bir düşman gibi değil, saygıdeğer bir konuk olarak karşılar. Nazik, kibar ve konuksever görünür. Türk heyetini kumandan gemisinin kaptan köşkünde barındırır. Rauf Bey anılarında;“…bizi güvertede samimi bir tarzda kabul eden Amiral, istirahatımızı sağlamak maksadıyla, geminin kendisine mahsus mevkilerini bize ayırtmak centilmenliğini gösterdi”, der. Rauf Bey’deki bu iyimserlik ve özlem, genellikle paylaşılır. Türkiye’de iyimserlik oldukça yaygındır. Mondros Mütarekesi Türk kamuoyuna bir başarı olarak tanıtılır. Osmanlı Parlamentosu, Mütareke anlaşmasını oy birliği ile onaylar. Osmanlı PTT’si, mutlu bir olayı kutlarcasına mütareke için anma pulları çıkarır…Derken, olaylar bambaşka bir biçimde gelmeye başlar. Rauf beyin iyimser demeçlerinden on gün sonra, 13 Kasım 1918 günü, 55 parçalık bir düşman donanması Çanakkale Boğazı’ndan girip Dolmabahçe önünde demirler. Bu büyük armada, 22 İngiliz, 17 İtalyan, 12 Fransız ve 4 Yunan gemisinden oluşmaktadır. Rauf Bey’in Balkan savaşından beri pekiyi tanıdığı Averof Zırhlısı, Yunan gemilerinin başlındadır.

    Oysa Amiral Caltrophe, hiçbir Yunan gemisinin Boğazlardan geçmeyeceği yolunda Mondros’ta söz vermiştir. Beyoğlu’na 3.500 düşman askeri çıkar. Amiral Caltrophe, şimdi İstanbul’da İngiliz Yüksek Komiseridir. Sömürge genel valisi gibidir. İstanbul’a tepeden bakar. İngiltere Büyükelçiliği binasında değil, Superb zırhlısında oturmaktadır. “Hiç bir Türk’e yüz vermeme” yolunda talimat almıştır. Düşman donanmasının Dolmabahçe önünde demir attığı gün, Mustafa Kemal Paşa, Suriye cephesinden İstanbul’a gelir. Rauf Bey, eskiden tanıdığı Paşa’yla yeniden ilişkiler kurar. İngilizler hakkında fikri değişmiştir. İngiliz artık güvenilir dost değil, Türkiye’yi yok etmeye kararlı bir düşmandır. Bundan sonra Rauf Bey, Atatürk’ün yanında görülür. Erzurum, Sivas kongrelerinin ikinci adamıdır. Milli hareketin öncülerinden biridir. Son Osmanlı Meclisi’ne Sivas Mebusu olarak seçilir. İngilizlerce damgalanmış bir kişi olarak İstanbul’a döner. Milli Misak’ın imzalanmasına öncülük eder. İngilizler darbeyi indirirler; 16 Mart 1920 günü İstanbul’u işgal ederler. Son Osmanlı Meclisi baskına uğrar. Aynı gün Rauf bey, bir gurup arkadaşıyla birlikte, Meclis binası içinde İngilizlerce tutuklanır. İki gün sonra İstanbul’daki yeni İngiliz Yüksek Komiseri Amiral de Robeck, Malta Valisi Lord Plumer’e şunu yazar;

    “18 Mart günü, 30 kadar önemli Türk siyasi suçlusunu Benbow gemisine yüklüyorum. Majesteleri hükümetinin talimatı uyarınca tutuklandılar. Bunların Malta’da kabulü ve emin bir yere hapsedilmeleri için emir verirseniz müteşekkir kalırım. Benbow 21 Mart’ta Malta’da olacak…”

    Amiral De Robeck, vapura yükleyip Malta’ya yolladığı bu kişileri kısaca Lord Curzon’a tanıtır, listenin üçüncü sırasında bulunan Hüseyin Rauf Bey için; “Eski Bahriye Nazırı, Milliyetçi hareketin başıca teşkilatçılarından biri, Sivas mebusu,” der. Adının karşısında da bir rakam vardır; 2776. Bu Rauf Bey’in Malta sürgün numarasıdır. Bundan böyle Rauf Bey, artık İngilizlerin bir konuğu değildir. Kaptan köşkünde ağırlanmaz. Tel örgüler arkasında Polverista kampında tutukludur. Hamidiye kahramanlığı, Bahriye nazırlığı, mütarekenin imzacısı nitelikleriyle de anılmayacaktır. Kendisinden Malta’da ‘savaş tutsağı, siyasal suçlu, savaş suçlusu’, diye söz edildiği olacaktır. Ama bu dönemin İngiliz belgelerinde o, sürekli olarak sadece bu numarayla anılır; 2776 Rauf Bey2! İşgalci İngilizlerin ilk Malta sürgünü böyle başlar.

    Mondros mütarekesinin ilk aylarında İngilizlerin dikkati, öncelikle Türk cephe komutanlarına dönüktür.Cephedeki komutanlar kaçak İttihatçılardan daha önemli sayılır. İlerde Malta’ya sürülmek ya da yargılanmak üzere, ilk mimlenen kişiler komutanlardır. Türkiye yenilmiştir. Mütareke imzalanmak zorunda kalınmıştır. Ama bu yenilgi, müttefiklerin özlediği gibi olmamıştır. Mütareke imzalandığın gün, bugünkü Türkiye toprakları işgal edilmiş değildir. Güney cepheler, aşağı yukarı Milli Misak sınırındadır. Suriye cephesinde Halep düşmüş ama Hatay henüz Türkiye’nin elindedir. Irak’ta cephe ise, Musul şehrinin 60 kilometre kadar güneyindedir. Kafkasya’da ise durum Türkiye için daha elverişlidir. Mütarekeyle bu durum olduğu gibi dondurulursa, Anadolu parçalanmadan kalacaktır…

    9 Kasım 1918’de İskenderun, 12 Aralık’ta Adana, 17 Aralık’ta Mersin işgal edilir. Buralarda, Nihat Paşa(Anılmış) komutasındaki İkinci Ordu’dan arta kalan birlikler Toroslar’ın kuzeyine çekilirler. İşgal edilen bu bölgeye Mondros Mütarekesinde Kilikya adı verilir. Kilikya’nın sınırı belli değildir. İngiltere Dışişleri Bakanlığınca hazırlanan 11 Kasım 1918 günlü bir belgede, Kilikya’da, Kuzey Suriye’de bir Ermeni Devleti kurulması öngörülür. İkinci Ordu Kumandanı Nihat Paşa, düşmanın bu planını sezer, istilacılarla birlikte üniformalı Ermenilerin de Çukurova’ya doluştuklarını görür. Bunlar, öç almak hırslarıyla doludur. Ordu Kumandanı, geri çekilirken yerli Türk halkını korumayı düşünür. Halka silah dağıtır. Köylerde, kasabalarda milli örgütler kurmaya çalışır. İngilizler Ordu Kumandanı Nihat Paşa’yı mimler.

    2 Ocak 1919 gün, İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiserliği, Babıâli’ye bir nota verir; Türk halkını örgütleyip silahlandırdığı, kasabalarda, köylerde İslam dernekleri kurduğu için Nihat Paşa’nın görevine son verilmesini ister. Harbiye Nazırı Cevat Paşa(Çobanlı) bu isteği kabul etmez. İngilizler buna da bir ‘mim’ koyup 16 Ocak’ta ikinci bir nota verirler. İngiliz baskısı karşısında Cevat Paşa istifa eder. Yerine gelen Ömer Yaver Paşa, 22 Ocak’ta, Hükümet’in kararıyla Nihat Paşa’yı İstanbul’a çağırır. İkinci Ordu’nun başına Cemal Paşa(Mersinli) atanır. Nihat Paşa, görevden alınmakla İngiliz hışmından kurtulur. Onu korumaya çalışan Cevat Paşa ise İngilizlerin kara listesine girer. 1920 yılında Cevat Paşa, Genelkurmay Başkanı bulunduğu bir sırada, Cemal Paşa (Mersinli) da Milli Savunma Bakanı iken İngilizlerce yakalanıp Malta’ya sürüleceklerdir.Onların Malta künyeleri de bir numara olacaktır; 2772 Cemal Paşa, 2773 Cevat Paşa3…

    Irak cephesinde durum, Suriye cephesinden daha çetindir. Mondros Mütarekesi, Irak’taki Türk garnizonlarının en yakın müttefik kumandanına teslimini öngörmektedir. Anlaşmada ayrıca, karışıklık çıkarsa, Müttefiklerin ‘Altı Ermeni Vilayeti’ni işgal edebilecekleri belirtilmektedir. Yani işgaller Irak’tan Doğu Anadolu’ya sıçrayabilecektir. İşgal edilen yerlerse artık Türkiye’ye geri verilmeyecektir. İngiltere Dışişleri Bakanı Mr. Balfour, 9 Kasım 1918’de bunu Amiral Caltrophe’a bildirir;

    “Farkında olduğunuz gibi, Irak, Suriye ve Arabistan’da işgal ettiğimiz toprakların Osmanlı egemenliğine veya yönetimine dönmeyeceği, siyasetimizin değişmez parçasıdır.”

    Irak’taki Altıncı Ordu Kumandanı Ali İhsan Paşa(Sabis) bu değişmez İngiliz siyasetini sezer. Bunu engellemek için çabalar. Orduyu düşmana teslim etmez. Musul şehrini ve vilayetini de boşaltmayı önce reddeder. Durum gerginleşir. Sonunda İngiliz baskısı ve İstanbul Hükümeti’nin buyruğu üzerine Ali İhsan Paşa, 10 Kasım’da, Musul şehrini boşaltmak zorunda kalır. Nusaybin’e çekilir ama silah, cephane ve erzak stoklarını İngilizlere pek kaptırmaz; kuzeye taşır. Askeri terhis işini de çok ağırdan alır. İngilizler 15 Kasım’da Musul şehrini, Kasım sonunda da Musul vilayetini işgal ederler. Ve oradan Antep’e doğru uzanırlar.

    Ali İhsan Paşa anılarında şöyle der;

    “Irak ve Suriye’nin elimizden çıktığı aşikardı. Hiç olmazsa altı doğu vilayetini bu akıbetten kurtarmak için uğraşmak lazımdı… Acz içinde İstanbul Hükümeti’nden enerji beklemek abesti… Her kasabanın ve şehrin, Müslüman halkının hukukunu muhafaza için, Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri ve mahalli milis teşkilatı kurmalarını valilerle mutasarrıflıklara tavsiye ettim; bu hususta icap eden silah ve cephaneleri Altıncı Ordu’nun kaynaklarından vereceğimi bildirdim…”

    Doğu Anadolu’da Ermeni Projesini engellemeye çalışan Ali İhsan Paşa, 1919 yılının ilk aylarında da İngilizleri uğraştıracak ve savaş suçlusu olarak damgalanacaktır. Malta’ya ilk sürülen Türk, Ali İhsan Paşa’dır. Mart 1919’da sürülmüştür. Yargılanacak kişilerin başında yer alır. Malta künyesi; 2667 Ali İhsan Paşa’dır4…”

    Malta sürgünleri İngiliz siyaseti ve işgaline karşı çıkanlardır. Kurtuluş mücadelesi verenlerdir. İngilizlerin ilk hedefi komutanlardır. Mütareke döneminin daha ilk aylarında mimlenen bir başka Türk komutanı da Yakup Şevki(Subaşı) Paşa’dır. Büyük taarruzda İkinci Ordu Kumandanı olan Yakup Şevki Paşa, Mondros Mütarekesi imzalandığı sıralarda Kafkasya’daki Dokuzuncu Ordu Kumandanı’dır. Mütareke haberi, Türk Ordusu’nu Azerbaycan, Dağıstan ve Kuzeybatı İran içlerinde bulur. Bakü ve Tebriz Türk birliklerinin elindedir. Bu uzak yerlerden Erzurum’a doğru çekilme görevi Yakup Şevki Paşa’ya verilir. Çetin bir iştir bu. Buralarda 30 bin ton kadar yiyecek stoku vardır. Batıya taşınması gerekir. Yoksa ordu hatta halk aç kalacaktır. Ermeniler, İngiliz himayesinde yürümek ve öç almak için sabırsızlıkla beklemektedir. Türk halkı can, mal, namus kaygısındadır. Ordu çekilmek zorundadır ve çekilir.

    Türk birlikleri 17 Kasım’da Bakü’yü, 18 Kasım’da Tebriz’i, 4 Aralık’ta da bütün Kuzeybatı İran’ı boşaltır. İngilizler, 11 Kasım 1918’de üç Sancak’ın yani Kars, Ardahan ve Batum’un da hemen boşaltılmasını isterler. İstanbul Hükümeti İngiliz isteğine boyun eğer. Boşlatılacak bu yerlere, İngilizlerle birlikte Ermenilerle Gürcülerin yürüyecekleri kesindir. Yerli Türk halkını gözle görülür bir ölüm beklemektedir. Yakup Paşa, Hükümet’in buyruğuna karşı gelemez ve direnişe karar veremez. Yalnız yerli Türklerin savunma hazırlıklarına yardımcı olur. Kars’ta, ordunun çekileceği Ardahan, Artvin, Oltu, Kağızman, Sarıkamış gibi yerlerde Milli Şura Hükümetleri kurulmasını destekler. Bu minyatür hükümetler, Ermenilere karşı kendi başlarının çaresine bakmaya ve bölgesel kurtuluş savaşına hazırlanır. Daha sonra On Beşinci Kolordu olarak örgütlenecek olan Dokuzuncu Ordu, Kurtuluş Savaşı başlarında Türkiye’nin Ordu denilebilecek tek askeri gücüdür. Bu ordunun kurtarılabilmiş olmasında Yakup Şevki Paşa’nın uyanık davranmasının büyük bir payı vardır.

    Ne var ki, Dokuzuncu Ordu’yu dağıtmayan, silahları, cephaneyi İngilizlerle kaptırmayan, gıda stoklarını batıya taşıyan ve Ermenilere karşı yerli Türkleri silahlandıran Yakup Şevki Paşa da kara listeye girer. Daha sonra Malta’ya sürülecektir. Onun gibi Kars Şurası’nın bütün üyeleri de Malta’ya sürülecekler arasındadır. Kafkas Ordusu’ndan Halil Paşa, Küçük Cemal Paşa, Tümen komutanlarından Ali Rıfat ve Mürsel Bey’ler gibi birçok Türk Subayı, Mütarekenin daha ilk aylarında İngilizlerce mimlenirler. Bunları yakalamak, yargılamak, sürmek için İngilizler pusudadır5…”

    Ocak 1919’da Medine kahramanı Fahrettin (Türkkan) Paşa, İngilizlerce teslim alınır ve Hicaz’dan Mısır’a sürülür. Paşa, Nil kıyısında bir kışlada sürgün yaşamı geçirir. Mısır halkı da İngiliz emperyalizmine karşı uyanmaya başlamıştır. İngilizlere karşı gösterililer için bahaneler arar. Medine kahramanı üniformasıyla sokakta görülünce, Mısırlılar ‘Yaşa Fahrettin Paşa’ diye gösteriler yapar.Gösterilerin artmaya yüz tutması üzerine, İngilizler Paşa’ya üniformasını çıkarmasını söyler. Paşa; ‘Ben Harbiye’den beri üniformamı çıkarmadım’ der ve direnir. Ondan sonra da bir daha Nil kışlasından dışarı çıkmaz. Fahrettin Paşa yedi ay kadar Mısır’da kalır. Devamını ünlü tarihçi Bilal Şimşir’den dinleyelim:

    “…5 Ağustos 1919’da, Fahrettin Paşa, yaveri Teğmen Şevket Ziya Bey ile üç askeri, bu kez Malta’ya sürülür. En fazla Malta’da sürgünde kalanlardan biri de Fahrettin Paşa ve ekibidir. İngilizlerce Ermeni soykırımından sorumlu tutulmaktadır. Medine’de savaşan bir komutanın ‘Ermenilik’ suçu ile lekelenmeleri, anlaşılır şey değildir. İngilizlerin cezalandırmak istedikleri her Türk’e, hazır kaftan gibi bu suçu yakıştırdıkları görülmektedir6…”

    Aradan iki yıl geçer. Mustafa Kemal’in başlattığı Kurtuluş mücadelesi İngilizlere karşı güç kazanmaya başlayınca, Malta Sürgünleri serbest bırakılır. Fahrettin Paşa, aynı yıl Batum’da İstihbarat Müdürü olarak görevli Feridun Kandemir ile karşılaşır. Artık bırakalım bu tarihi anı, bu olayı yaşayanlar anlatsın, Sayın Kandemir anlatsın;

    “…1921’de İstihbarat Müdürü olarak Batum’da bulunuyordum. Batum o zamanlar kominist Rusların henüz eline geçmiş olmakla beraber, Taşnak, Hınçak gibi Ermni komitecilerinin Türkler aleyhine entrikalar çevirip durdukları bir merkez halindeydi. Rusya’dan özellikle Moskova’dan Ankara’ya gitmek isteyenler, mutlaka buradan geçerlerdi. Elverişli başka yol yoktu. Ben burada, vaktiyle, yani bir yıl kadar evvel Enver Paşa’nın misafir kaldığı evde oturuyordum. Bir sabah, işimin başına gitmek için evden çıkarken, kapıdan merdivenin alt başında avcı elbisesi içinde, sırtı dönük ve sağ kolundaki bürülmüş bir battaniye ile duran birini görür görmez; o pehlivan yapısıyla, hele ensesi ve kalpağının biçimi ve dimdik duruşuyla Fahreddin Paşa’yı andırıyordu ki, rüya görüyorum sandım. Dikkatle bakarak, merdivenden inerken, o da ayak sesime başını çevirince, göz göze geldik. Dayanamayıp haykırdım:

    * Aaaaa!.. Vallahi Fahreddin Paşa! Ta kendisi…

    O da beni görür görmez şaşırmıştı. Hayret dolu bakışlarıyla boynuma sarılırken;

    * Hey koca Medineli hey, burada da buluşacağımız nereden aklıma gelirdi? Şu kısmete bak” diyordu.

    “…Gerçekten de akla gelecek şey değildi. Malta’daki Fahreddin Paşa’nın, binlerce kilometre uzaklardaki şu Batum’cağızda ne işi olabilirdi ki, böyle çıkagelsin? Karşı karşıya oturup, battaniyeyi de bir kenara koyunca, anlattı: Meğer en emniyetli yol olarak burayı bulduğu için, Ankara’ya gitmek, Anadolu’ya geçmek üzere gelmiş. Malta’dan, Almanya yoluyla gittiği Moskova’da, elçimiz Ali Fuad Paşa ile görüşmüş ve ondan aldığı vesikalarla uzun bir yolculuktan sonra buraya varmış. Getirdiği Ali Fuad Paşa imzalı mektuplardan biri, doğrudan bana idi. ‘Fahreddin Paşa’nın mümkün olduğu kadar süratle ve selamtle hududu geçerek Anadolu toprağına ulaşmasını’ sağlamam isteniyordu. Fahreddin Paşa, İngilizlerce mimlenmiş olduğu gibi, komiteci Ermenilerce de, kara listeye konmuştu…”

    Bir süre sonra Fahreddin Paşa ile Feridun Kandemir, Anavatan’a ulaşmak için yola çıkar. Türk hududuna gelince, araçtan inerler. Önde giden Fahreddin Paşa, hudut kulesinde dalgalanan Türk Bayrağı’nı görür görmez, dimdik durup selama geçer. Uzunca bir selamlamadan sonra, ağır ağır Türk hududunu geçer, vatan toprağına ayak basar basmaz, eğilir, toprağa sarılır ve ağlamaya başlar… Burada sözü tekrar Sayın Kandemir’e verelim, çünkü bu anı anlatmak, ancak ona yaraşır;

    “…Paşa, selamlamaktan doyamıyormuş gibi uzunca bir duruştan sonra, ağır ağır sınır çizgisini geçip, vatan toprağına ayak basınca, uğrunda can verilen o mübarek toprağı gözyaşlarıyla ıslatarak, öpmekten kendini alamadı. Bu esnada, haberleri olduğu için, sınır kulesinden gelerek kendisini saygı ile karşılayan subaylarla Mehmetçiklerin de gözleri yaşarmıştı. Paşa, kapandığı topraktan, başını kaldırıp da bunları görünce: ‘Ah evlatlarım’ diye hemen doğrularak, karşısındaki ilk Mehmetçiği kucaklayıp, hıçkıra hıçkıra, bağrına bastıkça basıyordu7…”

    Malta’daki iki buçuk yıllık esaretten kurtulup anayurda dönen Medine Müdafii Fahreddin Türkkan Paşa, 27 Ekim 1921’de, Büyük Millet Meclisi Hükümeti tarafından görevlendirilerek, Afganistan’a Kabil Sefiri olarak tayin edilir. Dört yıl bu görevde kalır. Ömer Fahreddin Paşa, 22 Kasım 1948’de, İstanbul’da Hakk’ın rahmetine kavuşur ve Rumelihisarı Mezarlığında ebedi istirahatgahına konulur, Allah rahmet eylesin…

    Bugün 11 Şubat 2011. Ana haber bültenleri haykırıyor; ‘Paşalara Tutuklama, 163 general, subay, astsubay sanık tutuklandı, Vatan’, ‘Şok Tutuklama, Korgeneraller, Koramiraller, Bir Üst Subaya Teslim Oluruz Dedi, Hürriyet’, ‘Türk Milleti Ordusuna Sahip Çıkmak İçin Meydanlarda, İlk Kurşun’, ‘Subaylar Hep Bir Ağızdan Harbiye Marşını Okudu, Haber Türk’… Sanki İngilizler İstanbul’u işgal etmiş ve kurtuluş savaşını verecek Türk Askeri’ni tutukluyor, kumandanları göz altına alıyor ve hepsini Malta’ya sürgüne gönderiyor, tıpkı Silivri’ye gönderilenler gibi…

    Türk Milleti, Türk Ordusu’na yapılan bu saldırıları unutma!

    Türk Milleti tarihini unutma, düşmanlarını unutma!

    Bugün düşman artık içimizdedir, dışarıda değil…

    ERDAL SARIZEYBEK
    İLK KURŞUN