Etiket: PKK

Bölücü terör örgütü

  • PKK’nın ihanet toplantısı ve gelen tehditler…

    PKK’nın ihanet toplantısı ve gelen tehditler…

     

    NECDET BULUZ

     

                                                   Yoğun gündem nedeni ile, AKP Hükümeti’nin, PKK’lılarla olan çözüm konusundaki anlaşmada hangi noktaya gelindiği bir bilmece olarak karşımızda duruyor. PKK’nın çekilme süreci ne durumda, ortaya konulan istekler hangi noktalarda yerine getirildi, bundan sonra atılması gereken adımlar ne olacak? Hükümet kanadı, her şeyin yolunda gittiğini söylüyor, PKK kanadından yapılan açıklamalarda da Hükümetin hiçbir adımı atmadığı ifade ediliyor.

                                                     Geçenlerde Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay ile bir toplantıda karşılaştık. PKK ile çözüm sürecinde etkin rol oynayan Atalay bize “Barış süreci şu ana kadar hedeflendiği gibi gidiyor, herhangi bir sorun yok. Konuyu provoke etmek isteyenler ortaya olumsuz görüşler koyuyor “ dedi. Atalay, aynı şekilde PKK’lıların çekilmesi konusunda da şu ana kadar herhangi bir olumsuz hareketle karşılaşılmadığının altını çizdi.

                                                          DİYARBAKIR’DAKİ İHANET TOPLANTISI

                                                  Bizim için asıl önemli olan, bundan sonra Kürt’lerin ne istediği, hangi isteklerde direndiği ve tehdit üzerine tehdit savurmasıdır. Bunları görmezden gelemeyiz. Örneğin, İmralı canisinin talimatı ile Diyarbakır’da bir ihanet konferansı düzenlenmiş, BM’ye de gönderileceği açıklanan bildirgede pazarlıklar ortaya konulmuş, bazı istekler de Hükümetin önüne konulmuştur. Diyarbakır’da yapılan Kuzey Kürdistan Birlik ve Çözüm Konferansı bir ihanet ve Türkiye’yi paylaşma toplantısı özelliği taşıyor. Hükümet olanlar buna neden sessiz kalıyor? Bunların ne olduğuna bir göz atalım:

                                                            * Kürtler özerklik, federasyon, bağımsızlık gibi siyasal talepleri belirleme hakkına sahiptir. Kendi kaderini tayin hakkı Kürdistan halkına aittir. Kürdistan’ın statüsünü kabul edin, kaynak aktarın. 

                                                           * İmralı’da tutulan Abdullah Öcalan’ı tahliye edin. Terör gerekçesiyle tutuklananları serbest bırakın. PKK’yı terör örgütleri listesinden çıkarın. Kürtçeyi resmi dil olarak kabul edin. 

                                                           * Kamu kaynaklarını pozitif ayrımcılık ilkesi temelinde Kürdistan’a aktarın. Ana dilde eğitimi anayasal güvenceye kavuşturun. Yeni karakolların yapımını durdurun. Koruculuğu kaldırın.

                                                         KANDİL YİNE TEHDİT ETTİ

                                                     PKK ile başlatılan çözüm sürecinde ne oluyor, ne bitiyor şu ana kadar kamuoyu bunları bilmiyor. Çözüm süreci ile başlayan günlerde Başbakan da, kurmayları da “ Biz, hiçbir konuda PKK ile pazarlık yapmadık ve hiçbir vaatte bulunmadık” demişlerdi. Bugün, PKK kanadından yükselen sesler bunun hiç de böyle olmadığını gösteriyor.

                                                    PKK’nın siyasi uzantısı BDP’liler ve terör örgütünün silahlı gücü Kandil’deki Murat Karayılan, yine tehdit üzerine tehdit yağdırmaya başladı. Açıklamalarda AKP Hükümeti’ne “Verdiğiniz sözleri tutun, size 3 hafta mühlet veriyoruz” deniliyor. Bu da, iki taraf arasında bir pazarlığın var olduğunu gösteriyor.

                                                    Konuyu daha iyi anlayabilmek için, Kandil’den Murat Karayılan’ın şu açıklamalarını bakmak gerekiyor, bakın terör örgütünün ele başlarından Karayılan neler diyor:

                                                                “Biz AKP’nin düşüncesi nedir anlamak istiyoruz. Koruculuğu lağvedecek mi, etmeyecek mi. Bu, savaş nedeniyle oluşturulmuş bir yapıdır. Şimdi savaş sona erdiğine göre bu yapı varlığını sürdürecek mi, sürdürmeyecek mi. Bu konuda açıklama yapılmasını bekliyoruz. Neden biz geri çekilmeyi sürdürürken yeni korucu kadroları alınıyor. Bu, ciddi bir durumdur. Bir ara keşiflerin hafiflediğini belirtebilirim ama şimdi medya savunma alanları dediğimiz güney bölgelerinde daimi bir şekilde keşif var. Bu keşifler neyi amaçlıyor. Askerlikte keşif demek, bir eyleme hazırlanmak demektir. O zaman ben de PKK’nın güçlerine, ’siz de gidin devlet ve güvenlik kuvvetlerini keşfedin, eyleme hazırlanın’diyebilirim. Böyle mi diyelim yani. Böyle süreç gelişir mi. Böyle gelişmezse devlet niye bunu sürdürüyor. AKP, gerçekten barış istiyorsa ortaya çıksın, koruculuğa ilişkin ne yapmak istiyor, bu kadar özel operasyon birliklerini yerleştirmekle neyi hedefliyor, bunları açıklasın. Bütün bunlar olurken biz nasıl rahat olalım.” 
    Önümüzdeki 2-3 hafta içerisinde, özellikle de TBMM kapanmadan bazı adımların atılmasını bekliyoruz. Madem 6 aydır bir süreç başladı, tek mermi patlamıyor, PKK geri çekiliyor ve birinci aşama bitti, o zaman tutuklu siyasetçilerin de bırakılması gerekiyor.
    Eğer sorun gerçekten çözülecekse bu İmralı tecrit sisteminin değişmesi gerekiyor. Önderliğin dışarıyla rahat bağ kurması gerekiyor. Bizimle rahat iletişim kurması ve görüşebilmesi gerekiyor. Bu konuda da herhangi bir yenilik yok. Tecrit halen devam ediyor. Lafla söylemek olmaz. Buyurun siz de samimi adımlar atın, bir görelim sizi. İmralı’da tecrit devam edecek, Kürt siyasetçileri tutuklu kalacak, hastalar cezaevlerinde ölecek, güçler de askeri hazırlıklarını sürdürecek, bir de kalkıp samimiyetten bahsedilecek. Bu böyle olmaz. Öcalan, Kürt halkının temsilcisidir ve resmi olarak devlet ve hükümetle bu vasıfla diyalog sürdürmektedir. Çözüm sürecinin gelişmesi için biz görevlerimizin gereğini yaptık. Aynı proje çerçevesinde devletin ve hükümetin de yapması gerekenler var.”

    e.mail: necdetes@mynet.com

     

  • Barış İçin Ön Şart: 8 Mayıs 9 Mayıs Gibi Kutlanmamalı

    Barış İçin Ön Şart: 8 Mayıs 9 Mayıs Gibi Kutlanmamalı

    BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş  geçen hafta PKK’nın  8 Mayıs’ta  Türkiye’den çekileceğini  duyurmuş ve “Geri çekilme resmen başlıyor. 3 -4 ay süreceğini tahmin ediyoruz. Bölge halkında duyarlılık var. Aynı duyarlılık ve dikkatin devletin ve askeri yetkililerde de olacağını tahmin ediyoruz” demiştir.

    Öcalan’ın Nevruzda okunan mektubunda dile getirdiği “Artık yeni bir dönem başlıyor, silah değil, siyaset öne çıkıyor. Artık silahlı unsurlarımızın sınır ötesine çekilmesi aşamasına gelinmiştir” çağrısının PKK tarafından kabullenilmesi ve 8 Mayıs‘tan itibaren bu sürecin başlaması çok önemlidir.

    Basında yer alan haberlere göre daha önce PKK Türkiye Cumhuriyeti sınırlarından  çekilmeye başlamıştır  ama resmi çekilişi  8 Mayıs’ta Şemdinli’de başlatmıştır.

     

    Acaba  8 Mayıs’ın  ve de Şemdinli’nin özel bir anlamı var mıdır?

     

    Acaba PKK’nın ilk eylemi 29 yıl önce Şemdinli ve Eruh’ta  başlatmasından dolayı mı  çekilme 8 Mayıs’ta başlatılmıştır?

     

    Acaba  8 Mayıs 9 Mayıs Avrupa Günü’nde olduğu gibi bir sembolizm midir?

     

    Acaba barıştan sonra  8 Mayıs tıpkı Nevruz kutlamalarında olduğu gibi mi kutlanılacaktır?

    Acaba 8 Mayıs belli çevrelerce kutlanırsa, bazıları da Abdullah Öcalan’ın yakalandığı tarihi kutlamak isterse, barıştan söz etmek mümkün olacak mıdır?

    Samimi olalım ve kendimizi aldatmayalım.

    Eğer 8 Mayıs bir sembolizm ise, bu çok yanlış olur ve barışı isteyenlerin samimiyetinin sorgulanmasına yol açar.

    Geçmişteki ızdırapları hatırlayarak bir yere varılamayacağını, bu tür  hatırlamaları  “nekrofil” (ölümü yüceltme,  her hangi bir şey için ölmeyi kutsal addedenlerin marazı) zevke dönüştürmenin barışa hizmet etmeyeceğini hepimizin bir daha hatırlamasında yarar vardır.

    Türkiye’de bu gelişmeler olurken, Avrupa Birliği de hareketlenmiştir. Bunun ilk örneğini geçen hafta  Antalya’da katıldığım uluslararası bir toplantıda tanık oldum.

    Akdeniz Üniversitesi Avrupa Birliği Araştırma ve Uygulama Merkezi (AKVAM) tarafından  Antalya’da düzenlenen benim de konuşmacı olarak katıldığım bir toplantıda, eski Avrupa Parlamentosu üyesi ve Türkiye Raportörü Hollandalı Joost Lagendijk, “Dünden Yarına Avrupa’da Türkiye” konusunda bir konuşma yapmıştır.

    Lagendijk, özellikle Kürt sorununa değinerek bu konuda  alınacak mesafe ile sivil anayasa yapma konusunda  ilerleme sağlanması durumunda, 2014 yılındaki İlerleme Raporu’nun bu yılki rapordan çok daha iyi olacağını söylemiştir.

    İngiltere Başbakanı David Cameron, telefonla görüştüğü Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı çözüm sürecinden dolayı kutlarken, İngiltere’nin Kuzey İrlanda tecrübesini   hatırlatarak Türk hükümetinin istemesi durumunda çatışmaların çözümlenmesi (conflict resolution) konusunda   işbirliği yapabileceklerini  açıklamıştır.

    Avrupa Birliği’nin Ankara’da Büyükelçisi Jean-Maurice Ripert, AB’nin katılım öncesi mali yardımlarının (IPA) Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmasını amaçlayan projelerde kullanılabileceğini söylemiş,   başlatılan  sürecin yazılmakta olan yeni anayasaya da olumlu etki yapacağını  dile getirmiştir.

    AB Başkanı Herman von Rompuy‘un 23 Mayıs’ta yapacağı Türkiye ziyareti sırasında da benzer destek açıklamalarında bulunması beklenmektedir.

    Ripert, çözüm süreci ile yeni anayasa arasında  bağ  kurarken, bu süreç sonunda Türkiye’nin demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi temel alanlardaki çıtasını yükseltmesini beklediklerini söylemiştir.

    AB’nin  sürece ilişkin bir başka dikkat çektiği nokta, çözüm sürecinin başarıya ulaşması durumunda PKK’nın Avrupa ülkelerindeki faaliyetlerini de sona erdirebileceği ve Türkiye ile AB arasında yaşanan siyasi krizlerin ortadan kalkacağı beklentisidir.

    Ripert, PKK’nın halen AB terör listesinde yer aldığını hatırlatırken, listeden çıkarılması konusunda henüz hiçbir üye ülkeden bir talep gelmediğini söylemiştir.

    PKK, ABD ve Avrupa Birliği tarafından terörist bir örgüt olarak  tanınmasına rağmen ABD’nin  PKK’dan terörist bir örgüt değil de “ayrılıkçı grup” (Kurdish separatist group) olarak söz etmesi, acaba bir tesadüf müdür yoksa bilinçli bir politikanın uygulamaya konulması mıdır?

     PKK, Birleşmiş Milletler, NATO  ve Avrupa Birliği tarafından  terör örgütü olarak kabul edilmiş ve NATO Genel Sekreteri Jaap de Hoop Scheffer tarafından  terör örgütü olarak tanımlanmıştır.

    U.S. Departman of  State  tarafından da   PKK  en aktif  terörist örgüt olarak belirlenmiştir. (the most active terrorist organization in Turkey)

    Şimdi ne değişti de Batılı dostlarımız tarafından PKK’lılar terörist değil “aktivist”, PKK’da terör örgütü de “ayrılıkçı grup” olarak tanımlanmaya başlamıştır?

    Tüm bu gelişmeler, Suriye sorunu da dahil Türkiye dışından bir merkezden mi yönetilmektedir sorusunu insanın aklına getirmektedir.

    Bu çelişkileri Âkil Adam’ların daha doğrusu “akıllı adamların-insanların-“ (wise men) dikkatine sunmak isterim.

    Barış sağlandıktan sonra Newruz kutlamalarında olduğu gibi “8 Mayıs” bir propaganda konusu asla yapılmamalıdır.

    Aslında Âkil Adam ifadesi de doğru değildir.  Murat Bardakçı, 27 Mart 2013 tarihinde  Habertürk‘teki köşesinde  âkil kelimesinin bilinenin aksine çok farklı bir anlamı olduğunu şöyle açıklamıştır: 

    “Âkil adam demek obur ve yamyam demektir…Kürt meselesinin hallinde iş yapabilecek aklı başında isimleri belirlediklerini söylüyorlar ama Türkçeleri bu işe pek yetmediğinden olacak, ‘akıllı’ değil, ‘obur adam’ listeleri yapıyorlar!  Meselinin aslı şöyle; Bu şekilde listeler hazırlanırken ‘akıllı’ ve ‘bilge’ yerine kullanılması gereken kelime ‘âkil’ değil ‘âkıl’dır. ‘Âkil’ çok yemek yiyen ve obur demektir. ‘Âkil’ sıfatı yemek fiiilinin karşılığı olan ‘ekl’ sözünden, kullanılması gereken ‘âkıl’ ise ‘akl’dan yani bildiğimiz ‘akıl’dan gelir.”

  • PKK’nın çekilmesinin perde arkası…

    PKK’nın çekilmesinin perde arkası…

     

    NECDET BULUZ

     

                                                  Yazımızın hemen başında şunu vurgulayalım:

                                                   PKK, Türkiye topraklarını terk etmeye başladı ya, bunun bugünkü AKP ile PKK’nın bir anlaşması sonucu oluştuğu doğrudur. Ancak, bu anlaşmayı isteyen ve destekleyenlerin dış güçler olduğunu da herkes bilmelidir. 30 yıldır silahlı mücadele veren bir örgütün, birden bire böyle bir hareketin içine girmesi kolay olabilir mi? Siz 30 yıldır Bağımsız bir Kürdistan için savaşın, sonra da bu işten bir anda vaz geçip, Türkiye’den ayrılın, buna inanılır mı? Bu işin içinde bir işin olduğunu düşünmez misiniz? 

                                                             Çekilmeye başlayan PKK’lıların nereye gideceğine, ne yapacaklarına Başbakan Erdoğan ve tayfası değil, dış güçler karar vermiştir. Kararın kaynağı Batı ülkeleridir. Daha açık ifade edelim, dış güçler yıllardır Türkiye’yi piyon, PKK’yı da maşa olarak kullandılar.

                                                 PKK       ‘LILAR SURİYE’YE GİDİYOR

                                                           Kuzey Irak’ta, dış güçlerin desteği ve isteği ile “Güney Kürdistan”kurulmadı mı? Şimdi sıra Suriye’nin güneyinde kurulması düşünülen “ Batı Kürdistan”a geldi. Böylece Akdeniz’e açılan bu topraklar üzerinde tam hâkimiyet sağlanmış olacak. Sıra İran’ın güneyine gelecek. Çünkü bu topraklar, Batı’nın Ortadoğu planları için yeterli olmuyor.

                                                          Uzun zamandır medyada seslendirilen “Türkiye’den ayrılan silahlı PKK grupları Suriye’de Esad’a karşı savaştırılacaklar”  iddialarının doğruluğunu da göz önünde bulundurmak gerekiyor. Burada şu gerçek ortaya çıkıyor. PKK, Türkiye’den Hükümet istediği için gitmiyor. Batı, PKK’yı Suriye’de savaşmak ve orada özerk Batı Kürdistan Devleti’nin temellerini atmak için Türkiye’den çekiyor. Bunun, Amerika’nın ve Batı’nın bir askeri stratejisi olduğunu görmekteyiz.

                                                   TÜRKİYE DIŞ GÜÇLERE TESLİM OLDU

                                                   Şu noktaya da dikkatlerinizi çekelim:

                                                      Bugün Batı, artık maşa olarak kullandığı PKK’sız da Türkiye’den istediğini alabilecek noktaya geldiğine inanıyor. AKP Hükümeti, Batı’nın isteklerinin yerine getirilmesinde bir engel çıkarmayacak gibi görünüyor. Peki, engel çıkarırsa ne olur? O zaman, eli silahlı Türkiye’yi terk eden PKK’lılar, silahları ile yeniden tehdit oluşturmaya başlarlar. Bu işi organize edenlerin artık dış güçler olduğunu görürsek, bu gelişmelerin de sürpriz olmadığını görürüz.

                                                          Batı için, artık sorun çıkarmayacak düzeye gelmiş olan Türkiye’de ihtiyaç duyulmayan PKK’nın Türkiye topraklarından çekilerek, Suriye topraklarına gönderilmesi, Batı için en kolay yoldur. PKK, Suriye’de yeniden konuşlandırılacak, eğitilecek, yeni silahlarla donatılacaktır. Çünkü Güney Suriye toprakları bugüne kadar bu iş için hazırlandı. PKK’nın Suriye kolu ile de bu konu oluşturuldu. Suriye’deki iç savaş bitirildikten sonra da dış güçler Suriye’nin Güneyinde hâkimiyeti ele almış olacaktır.

     

                                                             “ Barış süreci” adı altında yürütülen çalışmalarda Türkiye, dış güçlere teslim olmuştur. Bu arada, “demokratikleşme “adı altında da PKK’nın isteklerini yerine getirme çalışmalarına başlanmıştır. Ancak, bu “demokratikleşme” konusunda da Batı’nın da baskısını var olduğunu söylemeliyiz.  

                                                       HEP TÜRKMENLER EZİLİYOR

                                                           Bazıları “5 bin PKK’lıya Türkiye teslim oldu, diz çöktü”diyor. Bugün yapılanlar karşısında ne oluyor ne bitiyor bilemiyor. Herkesin kafası karışık. Aslında, Türkiye 5 bin PKK’lıya değil, dış güçlere teslim olmuş durumdadır. Bugünkü Hükümet yetkilileri ortaya çıkıp, bunu açıklayamıyorlar. “Biz, PKK’nın Türkiye’den çekilmesi konusunda terör örgütü ile pazarlık yapmadık, hiçbir vaatte de bulunmadık” diyorlar. Bu açıklamalar inandırıcı gibi gelmese de, bir doğruluk payının var olduğunu da söylemliyiz.

                                                  Geçmişte, Kuzey Irak’ta yapılan hatalar, şimdi de Güney Suriye’de yapılıyor. Kuzey Irak’taki hatalar nedeni ile buradaki Türkmen kardeşlerimizi koruyamadık, kurulan Kürdistan’ın gölgesi altında bıraktık. Şimdi ise, Suriye’de bulunan Türkmen kardeşlerimiz, kurulmakta olan Güney Suriye’deki Kürdistan’ın altında ezilecekler. Ne acıdır ki, Türkiye Irak ve Suriye’deki Türkmen kardeşlerimin korunmasında hiçbir siyasi varlık gösterememektedir.

                                                    Özetleyecek olursak, Hazar Denizi’nden Akdeniz’e giden yol, Orta Asya’daki gaz ve petrollerin Batı’ya gidişinin en kısa ve en ekonomik yoludur. Dış güçler işte bu yol üzerindeki İran, Irak ve Suriye’nin kuzey bölgelerini istediği gibi kullanabileceği oluşumları hiç kimsenin gözünün yaşına bakmadan gerçekleştiriyor.

    e.mail: necdetes@mynet.com

     

     

  • PKK’nın çekilme süreci ve bitmeyen istekler…

    PKK’nın çekilme süreci ve bitmeyen istekler…

    NECDET BULUZ

     

                                                Bugüne kadar çok söyledik, çok yazdık ama bir kez daha vurgulayalım: Barış mutlaka yapılmalıdır. Bunu herkes istiyor. Böyle bir barış sağlanırken de terör örgütünün önünde diz çökülmez, ödün verilmez, Türkiye’nin geleceği konusunda pazarlık yapılamaz. Bunları isteyenleri ve seslendirenleri hem Hükümet hem de atanan akil adamlar “Barışı istemeyenler var” diye suçluyor. “Süreci sabote ediyorlar” diye de korku veriyorlar. Eğer siz diz çökerek, boyun eğerek, korku içinde bu sürecin başarıya ulaşacağını sanıyorsanız fena halde yanılıyorsunuz demektir.

                                                  Ortada bir şey varsa, gelişen olaylar varsa bunu bu millet bilmek, görmek ve izlemek durumundadır. Millet, barış sürecinde neler oluyor, ne pazarlıklar yapılıyor hala bunu bilmiyor. Süreci başlatanlar açıklama yapmıyor. Yapılan açıklamalara karşı da PKK ve yandaşları tam tersi yanıt veriyor.

                                                      PKK SİLAH BIRAKMAMAKTA KARARLI

                                               Başbakan ne diyor:

                                                   “ İlkemiz nedir? Bir defa silahları bırakmak suretiyle ülkemizi terk etmeleridir. Onların tarihi açıklaması filan, bu tür şeyler de yanlış. Nasıl, nereden girdiyseler oradan da çıkmasını bilirler.”

                                                Peki, buna karşı Kandil ne diyor:

                                                   “ Biz silahlarımızı bırakmayacağız. İsteklerimiz kabul edilinceye kadar da silahlı kalacağız. Önder Apo serbest kalacak, tüm KCK ve PKK’lı tutuklular serbest kalacak. Bize hiç kimse hiçbir şekilde müdahale etmeyecek. Yeni Anayasada tüm isteklerimiz yerine gelecek. O zaman silah bırakmayı düşünebiliriz. Yoksa silahlı güçlerimiz daha güçlü biçimde silah gücü ile isteklerini yerine getirmek için savaşacaklardır.”

                                                          Bunları biz söylemiyoruz, uydurmuyoruz. Ortada çelişkiler var. PKK silah bırakmadığı sürece barış olabilir mi? Kaldı ki, bu şekilde çekilme, terör örgütünün dinlenmesi, toparlanması, daha da güçlenerek Türkiye için daha büyük tehdit oluşturması anlamına gelecektir. Başbakan Erdoğan, hadi gücünüz yetiyorsa, ilke olarak ortaya koyduğunuz silah bıraktırmayı gerçekleştirin de görelim. PKK, ilkelerinizi filan dinlemiyor.

                                                İSTEKLERİN SONU GELMİYOR

                                                Bitmedi, PKK’nın Meclis’teki uzantıları BDP milletvekilleri de başka telden çalıyorlar. Sınırdan yapılan her türlü kaçakçılığın önünün açık olması gerektiğini, buna kesinlikle güvenlik güçlerinin müdahale etmemesi gerektiğini vurguluyorlar. Tehdit üstüne tehdit yağdırıyorlar. “Burada yaşayan insanların tek geçim kaynağı sınır kaçakçılığıdır. Bu önlenirse bu insanlar neyle geçinecek, ne yiyip, ne içecekler?” diyorlar.

                                                        Bir de bu çekilmenin hukuki yönü var. Cinayet işlemişler, vurmuşlar, kırmışlar, askeri, polisi, öğretmeni katletmişler, kan dökmüşler. Şimdi ise hiçbir şey olmamış gibi ellerini kollarını sallayarak,üstelik ir silahları ile çekilecekler. Böyle bir şey olabilir mi? Bunlara karşı gelinince de “Süreç sabote ediliyor” deniliyor. Kimsenin ses çıkarmasını istemiyorlar. Suskun bir toplum olunması isteniliyor. Şehit aileleri, akillere tepki gösteriyor, karşılarına “Barışı istemiyorlar” suçlaması ile çıkılıyor.

                                                       HERKES BARIŞ İSTİYOR AMA…

                                                           Yineliyoruz: Bu ülkede herkes barıştan yanadır. Hiç kimse kan dökülmesini istemiyor. Kardeşçe yaşanabilecek bir ortamın özlemini hepimiz çekiyoruz. Ama kirli pazarlıklarla, terör örgütünün önünde diz çökmekle, boyun eğmekle, meydanı bunlara bırakmakla bir çözümden yana da değiliz. Çünkü bunun sonunda Türkiye’nin üniter yapısının bozulması, bölünme ve insanların kamplara ayrılması yatıyor. Millet işte bunlara karşı çıkıyor.

                                                 Kaldı ki, çekilme sürecinin sonunda neler olacak, bunu bile kimse bilmiyor. PKK’lılar çekilmeye başlamadan önce bir başka istekle yine karşımıza çıktılar. İHA’ların uçuş yapmamasını istediler. Yetmedi, yeni karakolların yapımının durdurulmasını, bölgede barajların yapımının bölgede provokatör hareketlere neden olabileceği gerekçesi durdurulmasını buyurdular. Çekilmenin de aylar alabileceğini, kendilerine KCK’lıların eşlik edeceğini de duyurdular.

                                                            Burada ortaya çıkan tablo, PKK’nın silahlı mücadelesi ile bir zafer kazandığıdır. PKK ve yandaşları bunu böyle okuyor. Bu nedenle de istek üzerine istekte bulunuyorlar. Savaşta zafer kazanmış bir ordu gibi hareket ediyorlar. İşte, Türk milletini kahreden ve içine sindiremediği de budur. Böylesine güvensiz ve böylesine kirli pazarlıklar sonunda bir barışın sağlanması mümkün olabilir mi?

    e.mail: necdetes@mynet.com

     

     

     

  • Öcalan Mandela Olmasın!..

    Öcalan Mandela Olmasın!..

    Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi (AKPM) Genel Kurulu’nda görüşülen Türkiye Siyasi Denetim Raporu, 23 Nisan’da oylanarak kabul edilmiştir.

    Rapor’da, “PKK terörizmi” yerine “PKK ile çatışma”, “Türk” yerine “Türkiye vatandaşları” ifadeleri kullanılmıştır.

    Avrupa Konseyi (Council of EuropeConseil de l’Europe) 1949 yılında  insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğünü savunmak amacıyla Avrupa çapında kurulmuş hükümetlerarası bir kuruluştur.

    Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Avrupa Konseyi’ne bağlıdır. Konsey’in  Belarus, Kazakistan, Kosova ve Vatikan dışında  47 üyesi vardır.  Türkiye Avrupa Konseyi kurucu üyesi  olup,  Konsey’e  9 Ağustos 1949 tarihinde katılmıştır.

    Avrupa Konseyi’ni Avrupa Birliği  ya da  Avrupa Parlamentosu ile karıştırmamak gerekir. Çünkü geçen hafta Ruhat Mengi, Avrupa Konseyi’nde oylanan rapordan söz ederken, Avrupa Konseyi yerine Avrupa Birliği ifadesini kullanmıştır. 

    Avrupa Konseyi PKK terörizmi  yerine PKK ile çatışma dese de, Avrupa Parlamentosu’nda  18 Nisan 2013 tarihinde kabul edilen  2012 Türkiye İlerleme Raporu görüşmelerinde   PKK’nın “terör örgütü” olduğuna  ilişkin ifadelerin  rapordan çıkartılmasını içeren maddeler reddedilmiş idi.

    AKPM’de  BDP Mersin Milletvekili Ertuğrul Kürkçü‘nün verdiği, “Kürt sorunu ve PKK terörizmi 40 binden fazla kişinin ölümüne neden oldu” ifadesinin “Türkiye’deki Kürt sorunu ve Türk devletiyle PKK arasındaki çatışma 40 binden fazla kişinin ölümüne neden oldu” şeklinde değiştirilmesini içeren önerge   kabul edilmiştir.

    İzleme komitesinin verdiği ve genel kurulda kabul edilen önergeye göre de raporda PKK’lılardan “PKK aktivisti”  (PKK activists)  olarak  söz edilmiştir.

    Aktivist,  (Batı dillerinde militan) herhangi bir alanda “aktif” olan, sadece söz  söylemeyen,  fiilen bir şeyler yapan kişidir.   Sosyal  ya da  politik aktivist,  yasalar çerçevesinde eylem yapar.

    Aktivisti teröristten ayıran en önemli fark, teröristin yasa dışı eylem yapmasıdır. Diğer bir deyişle terörist, ulusal ve de uluslararası hukukun suç saydığı fiilleri işler.

    Avrupa Konseyi  eğer aktivist diyerek, PKK’yı terörist saymaktan vazgeçiyor ise,  Avrupa Konseyi üyesi 47 ülkede yasalar çerçevesinde adam öldürmek, insanları kaçırmak,  taşıtlara molotof kokteyli atarak masum insanları  yakmak, çocuk, bebek, kadın demeden köy basıp insanları öldürmek, okul yakmak, acaba bir aktivist eylem mi oluyor?

    Önergeye oy veren parlamenterlerin ülkelerinde böyle hareket edenlere acaba aktivist mi deniyor yoksa terörist mi?

    Avrupa Konseyi, PKK’ya yasal bir kılıf uydurarak PKK’yı  artık “siyasal muhatap” almak istiyor.

    Tıpkı Güney Afrika örneğinde olduğu gibi.

    Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi’nde görüşülen rapor; 142 evet, 35 hayır ve 6 çekimser oyla  Genel Kurul’da kabul edilmiştir.  Rapor’daki “Ülkenin gelecekteki demokratik sistem ve meclis şeklini Türk kurumları ve Türk halkı belirler” ifadesi ise yine Kürkçü’nün verdiği önergenin kabul edilmesiyle “Türkiye vatandaşları ve kurumları” olarak değiştirilmiştir.

    Basına yansıyan bilgilere göre AKP  milletvekilleri Mevlüt Çavuşoğlu, Şaban Dişli, Tülin Erkal Kara, Pelin Gündeş Bakır, Burhan Kayatürk ve Ahmet Türkeş hayır oyu kullanmıştır. AKP  Milletvekili Nursuna Memecan ve CHP Milletvekili Haluk Koç ise çekimser kalmışlardır.

    PKK, kendini terör listesinden çıkarmak amacıyla Batı dünyasında büyük bir çaba içine girmiştir.

    Terör,  (Fransızca terreur)  siyasal, dinsel ve  ekonomik hedeflere ulaşmak amacıyla sivillere, kamu kurumlarına ve çalışanlarına  yönelik baskı, yıldırma ve her türlü şiddet içeren  fiildir.

    Terör uygulayan organize gruplara  “terör örgütü”,  terör uygulayan şahıslara ise “terörist” denir.

    Boston’daki patlamalara yol açan Çeçen iki kardeş, aktivist değil, teröristtir.

    Bunlara siz aktivist dendiğine şahit oldunuz mu? PKK’lılar aktivist  ise, o zaman El Kaide’liler de  terörist değil aktivisttir.

    Teröristin Latince  anlamı  korkudan titremedir. Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nde, “yıldırma, cana kıyma ve malı yakıp yıkma, korkutma, tedhiş” olarak tanımlanmıştır.

    PKK’lılar , AKPM tarafından  “aktivist” olarak tanımlansa da, Batılı kurumlarda ve Batılı ülkelerde PKK terörist bir örgüt olarak kabul edilmektedir.

    NATO, 19 Aralık 2005  tarihinde  PKK’yı terörist  örgüt olarak listeye almış ve NATO Genel Sekreteri  Jaap de Hoop Scheffer Ankara’yı ziyaretinde PKK’yı   terör örgütü olarak tanımlamıştır. , )

    Avrupa Birliği, 2012 Yılı İlerleme Raporu’nda “AB’nin terör örgütleri listesinde bulunan PKK’nın terör saldırılarında ciddi bir artış olmuştur” tespitinde bulunmuştur.

    Rapor’un 53’ncü  maddesinde yer alan “AB, terör örgütleri listesinde yer alan PKK ve diğer tüm terör örgütlerinin devam eden terörist şiddeti en güçlü ifadelerle kınadığını yineler”  (Reiterates its condemnation, in the strongest terms, of the terrorist violence committed by the PKK, which is on the EU list of terrorist organisations)  cümlesindeki “devam eden” ibaresi çözüm süreci dikkate alınarak çıkarılmış, fakat PKK terör örgütü olarak kabul edilmiştir.

    Avrupa  Birliği Konseyi  26 Haziran 2012 tarihinde yeniden düzenlediği  terör örgütleri listesine  PKK’yı 15’nci sıradan terör örgütü olarak belirlemiştir.  (Council Decision 2012/333/CFSP of 25 June 2012, Official Journal L 165 , 26/06/2012 P. 0072 – 0074, )

    ABD  28 Eylül 2012 tarihinde PKK’yı, 10 Ağustos 1997 tarihinde almış olduğu listede  yabancı terör örgütleri arasında yeniden saymıştır. ()

     

     

    Benzer şekilde Kanada’nın terör örgütleri listesinde de PKK vardır. (

    Avustralya  17 Aralık 2005 tarihinde listeye aldığı PKK’yı, 28 Eylül 2007, 8 Eylül 2007, 8 Eylül 2009 ve 18 Ağustos 2012 tarihlerinde yenilediği  listede  terör örgütü olarak tanımlamıştır. )

    Mehmet Barlas, geçen hafta NTV’de Sırrı  Süreyya Önder ile yaptığı programda Önder’e PKK’nın terörist bir örgüt olduğunu kabul ettirememiştir.

    Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu “Avrupa Konseyi’nin PKK’yı terörist olarak tanımlamaktan vazgeçmediğini” söylerken haklı olabilir ama,  bu gidişle PKK yakında  Batılı müttefiklerimiz tarafından listeden çıkarılırsa, hiç şaşmayalım.

    Mardin Milletvekili Ahmet Türk, Avrupa Parlamentosu’nda  Filistin Kurtuluş Örgütü’nü örnek göstererek, AB’nin Kürt mücadelesini terörist hareket olarak görmesini eleştirmiş ve “PKK’nın terör örgütleri listesinden çıkarılması gerektiği” mesajını vermiştir.

    Türk’ün bu açıklamayı yapmasının  sebebi, Avrupa Parlamento’su Genel Kurulu’nda  görüşülen  Türkiye raporunda, çözüm sürecine destek verilirken PKK’nın terör örgütü olduğunun vurgulanmış olmasıdır.

    Terörist vurgusu yapılmasını haksızlık olarak nitelendiren Türk, “Dünyadaki pek çok örgüt Avrupa tarafından geçmişte terörist ilan edilmişti ancak bugün demokratik zeminde siyaset yapar duruma geldiler. Filistin Kurtuluş Örgütü gibi” demiştir.

    Nitekim Yalçın Doğan  26 Nisan’da PKK’yı  “siyasal bir örgüt”  olarak tanımlamıştır.

    Murat Karayılan’ın  “8 Mayıs’ta çekiliyoruz” açıklamasında üzerinde  durduğu  en önemli konu,  Öcalan’a özgürlük talebidir.

    Hükümet bugüne kadar yapılan açıklamalarda Öcalan’ın serbest kalmasına net bir tavır almıştır. Ama bundan sonrası için acaba nasıl bir tavır takınacaktır?

    Eskişehir’e gelen Akıllı Adamlara  (wise men) şehit İsmail Tetik’in ablası  Mehtap Karataş şunları söylemiştir: “ Kesinlikle Öcalan Türkiye içinde kalmasın. Kanımız yerde kalmasın.  İçerden çıkacaksa da o bizim kardeşimizin kanını aldı, Türkiye bayrağı altında asla durmasın.”

    Aslında Türkiye’de kamu oyunun büyük bir kesimi bu düşüncededir.  Ama  bir senaryo da şöyledir: PKK  terör örgütleri listesinden çıkarılacak,  Öcalan af edildikten sonra   sivilleşen PKK’nın başına  geçerek  TBMM’ne  girecek.

    Bu bir hayaldir diyenlere  Güney Afrika’yı ve Nelson Mandela’yı hatırlatmak isterim.

    Nelson Rolihlahla Mandela, Güney Afrika’lı Anti Apartheid aktivistidir. Aktivisttir, çünkü onbinlerce kişinin öldürülmesine yol açan eylemleri organize etmememiştir.

    1962’de tutuklanarak,  hükümeti devirmek  için komplo kurmak ve sabotaj etmekten dolayı ömür boyu hapis cezasına çarptırılmıştır.

    27 yıl sonra  hapishaneden çıkmış,  önce ANC başkanı, daha sonra  Devlet Başkanı olmuştur.

    1993 yılında Nobel Barış Ödülünü almıştır.  ABD Başkanlığı Özgürlük Madalyası ve Sovyet Lenin Nişanı da dahil olmak üzere 250’nin üzerinde ödül kazanmıştır.

    1992 yılında Atatürk Uluslararası Barış Ödülü’nü reddetmiştir ama ABD’nin Houston Üniversitesi bünyesinde faaliyet gösteren Türk kökenli bir Enstitüsü’nün 2010 Barış Ödülünü 27 Ocak 2011 tarihinde  almıştır.

                           

     

    Geçen haftaki yazımda “Acaba PKK’nın  AB terör örgütü listesinden çıkarılması  Türkiye’nin gündemine yakında girer mi?” demiştim.  Bir hafta geçmeden dediğim çıktı: “Eğer PKK terör örgütü değil de demokratik bir kitle örgütü olarak Türkiye’de tanınır  ya da Avrupa Parlamentosu bu yönde bir karar alırsa, (tıpkı sözde Ermeni soykırımının Türkiye tarafından tanınmasını isteyen 4 kararında olduğu gibi) Abdullah Öcalan’ın durumu da Melson Mandela gibi mi olur?”

    BDP de benzer bir isteği gündeme getiriyor, uluslararası kuruluşların ve Batılı devletlerin  PKK’yı terör örgütü olarak tanımlamasından vazgeçmesini istiyor.

    Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nde bu yönde önergeyi veren  BDP milletvekili Ertuğrul Kürkçü’dür.

    Kürkçü, 27 Mart 1972’de Ünye’deki NATO üssündeki yabancı görevlileri kaçıran grup içinde yer almıştır.  Kızıldere’de 30 Mart 1972 günü yapılan operasyonda  samanlığa kaçan ve saklanan Ertuğrul Kürkçü dışında evdekilerin tümü öldürülmüştür.

    Bunlar arasında SBF’de birinci sınıfta yakın arkadaş olduğum, ama sonra bizden ayrılan  Sabahattin Kurt da vardı.

    Merak ettiğim konu şudur:  Kürkçü tek başına  önerge vererek PKK’yı terörist örgüt, PKK’lıları da terörist  olmaktan çıkarırken,  AKPM üyesi diğer 11  üye  ne yapmıştır?

    Sadece oylamaya katılıp hayır oyu mu verdiler yoksa   PKK’lıları demokrasi havarisi  “aktivist” yapan önergenin çıkmaması için çaba mı gösterdiler?

    Eğer bir kişi AKPM’de  tüm Batılı kuruluş ve ülkelerin terör örgütü olarak tanıdığı PKK’nın  aktivist  örgüt olarak  tanımlanmasını sağlamış ise, ben bu konuda   tek  bir söz  söyleyebilirim:  Sözün bittiği yer! Ne demiş şair:

    Ne söylememi bekliyorsun?

    Beni anlamaksa niyetin, 

    Boşuna uğraşma,

    Sen ben değilsin.
     

     

  • Ermenilerin yitik geçmişi…

    Ermenilerin yitik geçmişi…

    20. yüzyılın başında Sivas, Merzifon ve Samsun’da fotoğrafçılık yapan Dildilian ailesinin arşivinden fotoğraf ve belgelerle Depo’da açılan sergi, Anadolulu Ermenilerin hayatına ve şiddet dolu bir tarihe ışık tutuyor…

    Haber: MÜGE AKGÜN / Arşivi

    Tophane’deki sanat galerisi Depo’da açılan ‘Dildilian Kardeşlerin Objektifinden Bir Ermeni Ailesinin Yitik Geçmişine Tanıklıklar 1872- 1923’ başlıklı sergide yaşamlarını Anadolu’nun farklı kentlerinde fotoğrafçılık yaparak sürdüren Dildilian ailesinin öyküsü anlatılıyor. Aile, bir yandan Anadolu’da yaşanan trajik döneme objektifleriyle tanıklık ederken bir yandan da yaşananları tüm ayrıntılarıyla kaleme almış. Geçmişin karanlık sayfalarından biriyle ilk kez böylesine kapsamlı yüzleşmemizi sağlayan serginin açılış tarihi 25 Nisan 2013’ü de PKK ’nın silah bırakma kararıyla birlikte, Türkiye ’de önemli bir başka eşiğin aşıldığı günlerden biri olarak not etmemiz gerekiyor. Çünkü bu sergi bize yaşanan acıları paylaşmak ve anlamak imkânı veriyor. Bugüne dek çeşitli nedenlerle üç maymunu oynayan, empati kurmaktan kaçınan, hep ‘ama’ları olan bizlere gerçekliği tüm çıplağıyla gösteriyor. Tarihe tanıklık yapmamızı sağlıyor.
    Bize tanıklık fırsatı verdikleri için hem Dildilian ailesine hem de bu sergiyi hazırlayan Armen T. Marsoobian, Kirkor Sahakoğlu, Anna Turay ve tüm Depo ekibine bence teşekkür borçluyuz… Serginin öyküsünü Marsoobian, Sahakoğlu ve Turay’la konuştuk…

    Anna tüm metinler senin elinden geçti, neredeyse yeniden yazdın, bu sergiyi nasıl tanımlamak lazım?

     Anna Turay: Serginin ne olduğunu anlatmak için ne olmadığını anlatmak belki de daha doğru olur. Bu bir nostaljik fotoğraflar sergisi değil. Zarafet ve şıklık aramayın. Fotoğraflarda genellikle ayakkabılar çamurlu. Aile fotoğraflarının birinde çocuklardan birinin giydiği nakışlı yün çorabın ucu delik. Kadınların güzel olduğunu da kimse söyleyemez, kemerli Ermeni burunları, ciddi bakışlı siyah gözleri var. İfadeleri biraz hüzünlü, biraz utangaç. Şehir panoramaları da iç geçirtecek türden değil. Bu sergi plastik değil, estetik hiç değil, çok sahici. 100 yıl öncesinin Anadolu’sunu olanca çıplaklığıyla ve gerçekliğiyle ifade ediyor. O kadar dümdüz bir gerçeklik ki canınızı acıtabilir.
    Tehcir önemli yer tutuyor…

     Evet ama tehcir ve katliam pornografisi yapmıyor. 150’ye yakın fotoğraf kullanıldı. Tehcir bu ailenin kırılma noktası. Koskoca bir halkın kırılma noktası. İki fotoğraf dışında tehcirle doğrudan ilintili fotoğraf yok sergide. Ama ister istemez her fotoğrafın ucundan başını çıkartıyor, bütün satırların arasına sinmiş durumda. İrkiltiyor, rahatsız ediyor, ötekilerden rol çalıyor.
    Serginin neredeyse yarısı metinlerden, ailenin öyküsünden oluşuyor.

     Doğru. Bu haliyle de alışılagelenden bir hayli farklı, hatta sergi kavramını zorlar nitelikte… Armen’in sunduğu yazılı malzemelerde o denli çarpıcı anekdotlar, detaylar vardı ki bunları paylaşmadan olmazdı. Daha önemlisi, bu ailenin hikâyesi ne kadar kendine özgüyse bir o kadar da tipik. İmparatorluğun en çalkantılı döneminde bütün yaşananlara ışık tutuyor. Sergide en az fotoğraflar kadar aile üyelerinin kaleme aldığı hatıralardan derlenen metinler de önemli yer tutuyor. Bu metinler, o fotoğraflar çekilirken fonda nelerin olup bittiğini anlatıyor. Bu haliyle bir sergi olmaktan çok bir bellek kazısı…
    Birkaç cümleyle özetlemek gerekirse serginin bize anlattığı gerçekler neler?

     Kunduracı Krikor’un 100 yıl önce, her Anadolulu erkek gibi pastırma ve beyazpeynirle her akşam demlendiğini ama bu arada her yıl evinde şarap yapıp etiketlediğini, bir şarap koleksiyonuna sahip olduğunu… Sivas’ta ilk tabela takan dükkânın ona ait olduğunu, pencerelerini sardunyalarla süslediğini… Terlikle gezen Osmanlı Valisi’ni ayakkabıyla tanıştırdığını… Prof. Manisacıyan’ın Amasya’nın bir kazasında, içinde 7 bin çeşit hayvan ve bitki örneği olan bir Doğa Tarihi Müzesi kurduğunu… 100 yıl önce Merzifon’da işitme engelliler için kurulan deneysel bir okulda Arşaluys Hanım’ın, ellerinde ayna tutan öğrencilerine konuşmayı öğrettiğini… Düğünlerinde hem keman hem de davul-zurna çalındığını… Anadolulu Ermenilerin yalnızca 1915’te değil daha önceki ve daha sonraki tarihlerde de kitlesel olarak katledildiğini… Ölümden kurtulmak için Müslüman olanların bunu nasıl yaptığını… 2 bin kişilik gemilere 5 bin kişinin nasıl yük hayvanları gibi bindirilerek yurtlarından sürgün edildiğini… Kıyımlardan kalan yetimlere neler olduğunu… Anadolu’da bir zamanlar kanlı canlı, bol çocuklu Ermenilerin olduğunu ve şimdi geride yıkık dökük manastır duvarları dışında hiçbir şey kalmadığını…
    Sergide fotoğraflar dışında bir duvarda çizimler de var…

    Aram Dildilian’ın karakalem çizimleri… Sivas’taki aile evinden hiç fotoğraf kalmadığı için hayalindeki görüntüleri tek tek kâğıtlara geçirmiş. Onca yıl sonra, bütün ayrıntılarıyla… Bir insanın doğup büyüdüğü topraklardan zorla kopartılması ölümden sonra başına gelebilecek en büyük felaket… Ölü sayıları üzerinden pazarlık yapmak gereksiz. Bu da başlı başına bir tür soykırım bence… Ahlaksızca, vicdansızca…
    En çok etkilendiğin şey ne oldu?
    Yetimler… Gözleri içimi acıtıyor. Berlin’deki Yahudi Müzesi’ni kısa süre önce ziyaret ettim. Küçük bir çocuktan kalan kirlenmiş oyuncak ayı beni gözyaşlarına boğmuştu. Dildilianlar’ın fotoğraflarındaki yetimleri ve kafilelerde ölüm yolculuğuna çıkan çocukları her düşündüğümde “Onların geceleri sarılıp uyuyacak bir oyuncak ayısı bile olmadı” diyorum. Oysa karınları bile doymuyordu, ayıcık derdine düşmek ne saçmalık…

    Böyle bir serginin Türkiye’de açılacağı hayal bile edilemezdi

    Armen T. Marsoobian: Ailenin fotoğraf işinin kurucusu Tsolag Dildilian’ın torunuyum. Dedem 1872’de Yozgat’ta doğmuş, Sivas’ta büyümüş ve fotoğraf kariyerine 1888’de başlamış. Ve ailesiyle Aralık 1922’de Türkiye’yi terk etmeye zorlanmış. Ailenin kökleri 1700’lerde Sivas’a dek uzanıyor. Dedemin babası ve kardeşi kunduracılık, marangozluk, nalbantlık, fotoğrafçılık gibi işler yaparlar. Annem Alice dahil ailenin altı üyesi fotoğrafçıydı. Annem Yunanistan’da 1948 yılına dek fotoğrafçılık yapmış. Dayım da Amerika’ya gittikten sonra 1970’lere dek fotoğrafçılık mesleğini sürdürmüş. Osmanlı Türkiye’sinde Sivas, Amasya, Adana, Merzifon, Samsun ve Konya’da farklı yıllarda fotoğraf stüdyoları varmış.
    Günlükler ne zaman başlıyor? 1750’lerde başlıyor, Amerika’ya göç ettikleri döneme dek devam ediyor. Anıların büyük bölümü büyük amcam Aram Dildilian, büyük dedem Tsolag ve kız kardeşlerinin kızı Maritsa Medaskian’ın günlüklerinden oluşuyor. Aram Dildilian anıları 1923’te, Tsolag’ın anıları da 1920’lerde kesiliyor. Tsolag’ın oğlu Humayag’ın anılarını ise oğlu Ara 1968’de üç saat teybe kaydediyor. 1989’da da annemin anılarını 2.5 saat videoya çekmiştik.
    Siz bir akademisyensiniz, ne zaman karar verdiniz belgeleri bir araya getirmeye?
    Belgelerin büyük çoğunluğu 1990’larda bana kaldı. Ancak aktif biçimde çalışmaya 2008’de başlayabildim. 2009’da da belgeler hakkında ders vermeye başladım.
    Nasıl bir çalışma yaptınız,? Aile anıları ve mektupları sayesinde fotoğrafların kimlere ait olduğunu buldum. Parisli kuzenim Haik Der Haroutiounian araştırmamda destek verdi. Anadolu Koleji’nin Amerikan misyonerlerinin raporlarını araştırdım.
    Türkiye’ye ilk kez ne zaman geldiniz? Türkiye’ye ilk kez 2002’de Dünya Felsefe Kongresi sırasında geldim. Sonra 2009’da Hrant Dink Tarihi Araştırma Ödülü’nü almak üzere döndüm. 2011 ve 2012 yıllarında da Merzifon’da annemin doğduğu ve hâlâ var olan evi ziyaret ettim. Şimdiki sahipleri bana “Evine hoş geldin” dediler.
    Aile büyükleri böyle bir serginin İstanbul ’da açılacağını hayal eder miydi?
    Sanmam. Annemin ve babamın kuşağının büyük bölümü artık aramızda değil. Ve böyle bir serginin Türkiye’de açılmasının mümkün olacağını akıllarının ucundan bile geçirmezlerdi.

    Dildilian ailesinin kaçıncı kuşağısınız?

     

    ‘Fotoğraflar vicdanı olan herkese ayna vazifesi görüyor’

    Projeye nasıl dahil oldunuz? Kirkor Sahakoğlu: 1.5 yıl oluyor, bir gün Osman Kavala aradı, buluştuk. Armen’den, Dildilianlar’dan ve koleksiyondan bahsetti. Projeyi birlikte gerçekleştirmeyi teklif etti. Tabii ki kabul ettim. Armen’le tanıştık, işe koyulduk. İlk dönem daha yavaş ilerliyordu, son üç ay Anna’nın da dahil olmasıyla ciddi bir tempo kazandı.
    Sergi iki kata yayılıyor, fotoğrafların ne kadarını kullanabildiniz? Ve nasıl bir sınıflama yaptınız? Armen’den (T. Marsoobian) 350’ye yakın fotoğraf geldi, yaklaşık 160 fotoğraf kullandık. Fotoğraflar manzaralar, portreler, genel yaşam gibi bölümlerden oluşuyor. Portrelerde veya manzaralarda bir fotoğraf sanatçısının dehasına hayranlık duyarken yetimler bölümünde boğazım düğümleniyor. O fotoğraflar aklı veya vicdanı olan herkese bir ayna vazifesi görüyor. Yüzleşme de kaçınılmaz oluyor ve “100 yıl önce bu facia yaşanmasaydı, bu topraklar kim bilir nasıl bir yer olurdu?” sorusu beyninize saplanıyor.
    Seçim yaparken öncelikleriniz nelerdi?
    İşin belki de en zor kısmı burasıydı. Armen doğal olarak bu fotoğrafların tamamını sergide görmek istiyordu. Bu imkânsızı anlatmak ve ikna etmek hiç de kolay olmadı. Ben bu kadar fotoğrafı kullanabileceğimi dahi tahmin etmiyordum. Şu anda neredeyse 350 fotoğrafın hepsini belleğime kaydettim. Bu fotoğraflara bakarken bir zaman tünelinde kameranın arkasına geçiyordum. Zaman içinde bu duygularla baktığınızda seçmek, ‘elemek’ gerçekten çok zorlaştı. Haksızlık etmekten daima ürktüm. Anna’nın muhteşem yorumu ile yazılan bu yeni yazı rehberlik etti bana. Tabii ki bu kriterlere teknik ve estetik kaygıları da ekledim. Bugün fotoğraf çektirmek veya çekmek geleneği olmayan bir toplumla yaşıyoruz biz. Bu sergide yer alan tüm fotoğrafların cam negatiflerden basıldığını, hiçbir rötuş yapılmadığını da hatırlatmak isterim.
    Belgesel de yapıldı değil mi?
    Sergide iki film var. Biri Armen’in annesi Alis Marsoobian ile gerçekleştirilen bir video kaydı, diğeri Ara Dildilian’ın bir ses kaydından yola çıkarak gerçekleştirilen bir film.

  • Avrupa Konseyi Parlemanterler Meclisi kararının düşündürdükleri

    Avrupa Konseyi Parlemanterler Meclisi kararının düşündürdükleri

    Avrupa Konseyi Parlemanterler Meclisi kararının düşündürdükleri

    Onur Öymen, Emekll Büyük Elçi

    PKK’ya devlet statüsü
    image002Emekli Büyükelçi Onur Öymen, teröristlere aktivist denilmesini öngören Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi raporunu eleştirdi. Öymen, bu kararla PKK’nın terör örgütü olmaktan çıkarılarak savaşan taraf kabul edildiğini ve Cenevre Sözleşmesi’ne tabi olacağını açıkladı:

    „Dün Avrupa Konseyi Parlemanterler Meclisi’nin Türkiye ile ilgili olarak Kabul ettiği rapor hakkında çeşitli gazete ve televizyonlara verdiğim demeçlerde özetle şunları söyledim:
    Avrupa Konseyi Parlemanterler Meclisinin Türkiye’yle ilgili raporunun oylanmasından önce Türk Delegasyonun bir üyesi olan Ertuğrul Kürkçü’nin verdiği değişiklik önergeleri Türk delegasyonunun karşı oylarına rağmen çoğunluğun oylarıyla kabul edilmiştir. Bu değişikliklerle rapordaki PKK terör örgütü mensupları ifadesi çıkartılmış, bunlara aktivist denilmiş, “Kürt sorunu ve PKK terörizmi 40 binden fazla kişinin ölümüne sebep oldu” sözleri çıkartılmış, onun yerine “Tükiye’deki Kürt sorunu ve Türk devleti ile PKK arasındaki çatışma 40 binden fazla kişinin ölümüne sebep oldu” şeklinde bir ifade konulmuştur.. Türk halkı sözü de metinden çıkartılmış, onun yerine “Türkiye vatandaşları” sözü eklenmiştir.
    Daha önce de belirttiğimiz gibi, Türkiye’de İmralı ile müzakere süreci başlatıldığı andan itibaren bu gibi olumsuz gelişmeleri beklemek lazımdı. Çünkü siz hükümet olarak bir terör örgütünü muhatap alırsanız, devlet görevlileriniz aracılığıyla onlarla görüşmelere başlarsanız ondan sonra yabancılardan daha farklı bir tutum beklemeniz zor olur.. Başta yapılan hatanın sonuçlarıdır bunlar. İşin bir tarafı budur.
    İkinci tarafı şudur: maalesef artık bu mesele uluslararası bir hale getirilmiştir. Türkiye’de terörle mücadele yerine, şimdi terörist bile denilmeyen silahlı gruplarla müzakeresi gündemdedir ve yabancılar da bu konuda kendilerini söz sahibi hissetmeye başlamışlardır.
    Üçüncü tarafı şu: Görüyoruz ki yalnız terör örgütünün beklentileri doğrultusundaki bazı ifadeleri benimsemekle kalmıyorlar, aynı zamanda Türkiye’deki tartışmalara da taraf oluyorlar. Bu karara bakacak olursak artık yabancılar da,Türk halkı dememizi istemiyorlar, BDP’lilerin beklentisi doğrultusunda “Türkiye vatandaşları” diyorlar bu konuda tavır alıyorlar. Bunlar son derece kaygı verici şeylerdir.
    Kuşkusuz bu karara verilen oy sadece bu rahatsızlık verici değişiklerle ilgili değildir. Tasarının tamamı oylanmıştır. Tasarının tamamına baktığınız zaman orada hepimizin paylaştığı görüşler de var. Türkiye’de insan hakları ihlalleri konusunda, demokrasi konusunda, basın özgürlüğü konusunda, yargı bağımsızlığı konusunda bizim de paylaştığımız eleştiriler var. Bunları gözardı etmek kabil değil. Tasarıda sizin benimseyebileceğiniz bir çok unsur varsa ve aynı zamanda da ona sizin kabul edemeyeceğiniz bazı ilaveler yapılmışsa o zaman siz o ilaveler oylanırken olumsuz oy verirsiniz ve tasarının tümüne olumlu oy verdikten sonra da bir oy açıklaması yaparak tutumunuzu belirtirsiniz. Sayın Deniz Baykal da bunu yapmıştır. Hem bu terör ile ilgili değişiklik önerilerine olumsuz oy verip, tepki göstermiştir hem de tasarının tamamına oy verdikten sonra oy açıklaması yapmıştır. Bu tasarıda yer alan yukarıda belirttiğimiz değişiklikleri kesinlikle kabul etmediğini açıklamıştır.
    Bİr dikkat çekici unsur da şudu: maalesef orada iktidar partisi ve anamuhalefet partisi milletvekillerinin bu değişiklik önerilerine karşı oy kullanmaları Avrupa Konseyi Parlemanterler Meclisi’nin çoğunluğu tarafından dikkate alınmamış, çoğunluk küçük, radikal ve terör örgütünü öteden beri desteklediği bilinen bir partinin temsilcisinin önerilerini büyük oy farkı ile kabul etmiştir. Bu da son dereec düşündürücüdür. Öyle anlaşılıyor ki, iktidar partisi mensuplarının bir taraftan Türkiye’de PKK’yla görüşmeleri sürdürürken bir taraftan da onları terörist saymaya devam etiklerini ilan etmeleri inandırıcı olmamıştır. Neticede ortaya çıkan tablo son derece kaygı vericidir. Dışişleri Bakanının kararı küçümseyen sözleri biraz karanlıkta ıslık çalmaya benziyor.
    Bundan sonra bu karar bir bir emsal oluşturabilir. Arkadan Avrupa Parlamentosu buna benzer kararlar alabilir. Daha sonra, şimdiye kadar PKK’yı terör örgütü sayan Avrupa Birliği Komisyonu bu örgütü terör örgütleri listesinden çıkartabilir. Bir süre sonra belki ABD de bunu yapabilir. Yani siz yıllardan beri büyük çabalar sarfederek binbir güçlükle terör örgütleri listesine sokturduğumuz PKK’yı izlediğiniz yanlış politikalarla bu listeden çıkartmalarına fırsat verecek bir yola girmiş oldunuz. İleride uzlaşamadığınız takdirde yeniden terörist saldırılar olursa bir kere daha PKK’yı terör örgütleri listesine kolay kolay sokturamazsınız.
    Bence İmralı görüşmelerinin ne kadar yanlış olduğunun somut sonuçları ortaya çıkmaya başlamıştır. Benim beklentim meclisteki siyasi partilerin, özellikle ana muhalefet partisinin açıkça ortaya çıkıp bu sürecin ne kadar yanlış olduğunu, silah zoruyla siyasi çözüm dayatmaya, anayasa değişikliği yaptırmaya çalışan bir terör örgütü ile müzakere edilemeyeceğini, mücadele edileceğini açıkça ilan etmeleridir.

    Saygılar, sevgiler.“

  • Hani PKK ile hiç bir konuda pazarlık yapılmamıştı…

    Hani PKK ile hiç bir konuda pazarlık yapılmamıştı…

     

    NECDET BULUZ

     

                                                    Geçenlerde bu köşede bir yazı yazmış ve “Biz, devletimizin, Başbakan’ımızın sözlerine güvenmek istiyoruz”demiştik. Başbakan Erdoğan da barış sürecinde PKK ile bir pazarlık içinde olmadıklarını, hiç kimseye hiçbir özsün verilmediğini söylemişti. Ancak, açıklamalar, yapılanlar ve gündem oluşturan konular hiç de bu işin Başbakan Erdoğan’ın söylediği gibi olmadığını gösteriyor.

                                                     Kandil’deki bölücü başı Öcalan ile yapılan müzakerelerde, Hükümet kanadı suskunluğunu gösteriyor. Ancak elde edilen bilgilerin kamuoyuna yansıması ile Öcalan’ın istediklerinin yerine getirilmeye başlandığını görüyoruz. Kandil’den ve PKK’nın siyasi uzantıları BDP’den gelen sesler ve isteklere de bakacak olursak, ortada çok önemli pazarlıkların yapılmış olduğunu da görüyoruz.

                                                           HEDEF ÖCALAN’A ÖZGÜRLÜK

                                                               Milletten bir şey saklanmasın. Her şey şeffaf olsun,açık olsun, tartışma yapılabilsin. Bakıyoruz, kimse bir şey bilmiyor. Başbakan tarafından atanan akil adamlar bile kendilerine yöneltilen sorulara yanıt veremiyor. Hükümet kanadından milletvekillerin bile yapılanlardan habersiz olduğu söyleniyor. Kandil’de yapılan toplantıda Karayılan bile “Hükümetin yol haritası nedir bilemiyoruz, bekleyip göreceğiz” diyor. Ortada bilinmeyen o kadar çok konu var ki, bunlara her geçen gün yenileri de ekleniyor.

                                                    Önce, Öcalan’ın ne istediklerine bakalım:

                                                    Öcalan, İmralı heyeti ile yapılan görüşmelerde tutanaklarda kendisi dahil, tüm KCK ve PKK’lı tutukluların özgürlüğe kavuşacağını, bunun sözünün verildiğini açıklamıştı. Nitekim o görüşmelerden bugüne kadar 200’ün üzerinde KCK tutuklusunun serbest kaldığını görüyoruz. Gerek BDP, gerekse Kandil”Öcalan serbest kalmazsa, barış süreci başarıya ulaşmaz” diyor. Kendimizi kandırmayalım.

                                                           “DEMOKRATİKLEŞME” ADI ALTINDA

                                                               İstekler arasında korucuların tasfiye edilmesi, özel timin bölgeden çekilmesi, özerklik, anayasal değişiklikler sıralanmıştı. Anayasadan da Türk ve Atatürk isimlerinin kaldırılması istenmişti. Yine istekler arasında “genel af” adı altında Öcalan’a özgürlük ilk sırada yer almıştı. AKP Hükümeti “demokratikleşme” adı altında bu istekleri yerine getirmeye çalışıyor mu çalışmıyor mu?

                                                     Kaldı ki, barış süreci adı altında yürütülen bu çalışmalara Amerika’nın ve Batı’nın tam destek vermesi, Türkiye’nin bölünüp parçalanması için yapılan hesapların doğruluğunu da gösteriyor. 30 yıllık teröristlerin birdenbire aktivist olması başka ne anlama gelebilir?

                                                    Şimdi ise “Terörle Mücadele Yasası”nın yürürlükten kaldırılması isteniliyor. Bu konuda BDP Milletvekili Ayla Akat Ata, hem Öcalan’ın hem de Kandil’in seslendirdiği Terörle Mücadele Yasası’nın yürürlükten kaldırılması için TBMM’ye bir yasa önerisinde bulundu. Önerinin gerekçesinde  “Terörle Mücadele Kanunu toplumun adalet duygusunu sarsacak bir düzeyde hukuksuzluklara neden olmaktadır.   Hukuk devletinde terörle mücadele yasasına gerek yoktur. Bu yasada yer alan tüm hükümler de Anayasa’ya aykırıdır. Terör suçlarına ilişkin yaptırımlar zaten Türk Ceza Kanunu’nda vardır. “deniliyor. Yasanın da tamamen yürürlükten kaldırılması isteniliyor.

                                                    MİLLETE HAZMETTİRECEKLER

                                                       İmralı, Kandil ve BDP’lilerin her isteği teker terek yerine getiriliyor. Şimdi, dikkat edin “Terörle Mücadele Yasası”nın yürürlükten kaldırılması konusunda hükümetin tutumu ne olacak hep birlikte göreceğiz. Bunların hep danışıklı dövüş olduğunu sanıyoruz. Bize göre, bu pazarlık içinde Anayasada Başkanlık sistemine geçiş kilit rol oynuyor. Her ne kadar BTP’liler Başkanlık sistemine sıcak bakmadıklarını söylüyorlarsa da İmralı’dan gelen ses bunları yalanlıyor.

                                                      Terör örgütünün Anayasa ve yasalarda değişiklik isteklerinin var olduğunu biliyoruz. Bunun yansımaları da başladı. Özellikle 8 Mayıs’ta PKK militanlarının sınır dışına çekilmesi ile birlikte bu isteklerin neleri kapsayacağını da daha net biçimde göreceğiz. Ortada bir pazarlığın var olduğu, bu pazarlıkta nelerin vaat edildiği ortaya çıkıyor. Bunlar zaman içinde millete hazmettirilmeye çalışılacak. Gelişen olaylardan biz bunu çıkarıyoruz.

                                                        Burada önemli nokta da şu:

                                                           İmralı, Kandil ve BDP’liler “Biz üzerimize düşeni yaptık, top şimdi Hükümettedir. Demokratikleşme konusunda bizi rahatlatacak adımların atılmasını bekliyoruz” diyorlar. Bunun ne olduğunu bekleyip, hep birlikte göreceğiz.

    e.mail: necdetes@mynet.com

     

     

     

          

  • PKK,hem toparlanacak,hem güçlenecek…

    PKK,hem toparlanacak,hem güçlenecek…

    NECDET BULUZ

     

                                                   Terör örgütü PKK ile yapılan müzakereler sonunda, Türkiye içindeki PKK militanlarının gruplar halinde 8 Mayıs’tan sonra Kuzey Irak’a çekilmeye başlayacakları açıklandı. Kandil’de Murat Karayılan tarafından yapılan açıklamada, PKK’lıların silah bırakmayacakları, silahları ile birlikte geldikleri gibi sınır dışına çıkacakları söylendi.

                                                Başbakan Erdoğan aylardır şu vurguyu yapıyordu:

                                                          “Bizim bütün amacımız, PKK’nın silah bırakmasıdır. Silahlarını bıraksınlar, nereye bırakırlarsa, gömeceklerse gömsünler, sonra da Türkiye’yi terk etsinler.”

                                                        Erdoğan’ın dışında Hükümet yetkililerinden de aylardır bu sözleri duymadık mı? Burada bütün hedef PKK’nın silahları bırakmasıydı, bugün bu gerçekleşmemiştir.

                                                      PKK SİLAH BIRAKMIYOR

                                                         Şimdi ise, söylenenleri tam tersi oluyor, PKK silah bırakmıyor. Zaten terör örgütünün yuvası Kuzey Irak’tır. Türkiye’ye de Kuzey Irak sınırından gelerek eylem yapıyorlar. Her türlü silah ve mühimmat da sınırdan sokuluyor. Şimdi, PKK militanlarının silahları ile geldikleri yere dönmeye başlayacak olması terörle mücadelede bir başarı mıdır?

                                               Yapılanlar, Kandil’deki basın açıklamalarından yansıyanlar, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin terör örgütünü “aktivistler” olarak tanımlaması adeta PKK’yı ödüllendirmiştir. Ortada PKK’nın silahlı bir zafer elde ettiği görüntüsü vardır. Murat Karayılan’ın “Silahlarımızla çekilme olacak” demesi de bir yerde meydan okuma değil de nedir?

                                                  Karayılan’ın, çekilme sürecinden sonra ikinci ve üçüncü adımlardan söz etmesi de önemlidir. Terör örgütü Lideri, devletten ve hükümetten atılması gereken adımların olacağını, bunları görmeden çözümden söz edilemeyeceğinin de altını çizmiştir. Burada akıllara takılan “ Müzakerelerde PKK’ya verilen sözler mi var?” sorusu geliyor. Hükümet olanların bugüne kadar bunlara yanıt vermemesi de kafaları karıştırmaktadır.

                                                   TERÖR ÖRGÜTÜNÜN İSTEKLERİ

                                                   Burada, PKK’nın beklentilerinin çok olduğu söylemeliyiz. Çünkü yapılan açıklamalarda, genel aftan söz ediliyor. Öcalan dahil, tüm KCK ve PKK’lı tutukluların serbest bırakılması gerektiği anımsatılıyor. Anayasa’daki değişikliklerin de istedikleri yönde belirlenmesine dikkat çekiliyor. Koruculuğun kaldırılması, getirilecek reformlar da bu değişiklik içinde yer alacak. Geçen süre içinde başka istekler de gündeme gelir mi bunu da göreceğiz. Tüm isteklerin yerine gelmesinden sonra silah bırakmanın gündeme gelebileceği de açık biçimde ifade ediliyor.

                                                   Çok açık ifade edelim:

                                                    Yapılanlar ve atılmak istenilen adımlar, terör örgütü PKK’nın toparlanması ve güçlenmesi demektir. AKP Hükümeti, terör örgütünü hem yasal hale getirmiş, hem kendisi bağlamış, hem de bu örgüte teslim olmuştur. Çözüm süreci, PKK’nın silahlı tehdidi altında olmayacaktır ama bu hiçbir zaman silahların susması anlamına da gelmemelidir. PKK, hükümet olanlardan isteklerini almadığında silahların yeniden devreye sokulacağı tehdidini de etmektedir. Müzakerelerin en zor döneminin PKK’lıların çekilmesinden sonra başlayacağı da açık biçimde görülüyor.

                                                    YAPILMASI GEREKENLER NE?

                                                       PKK’lıların silah bırakmamasının terör örgütünün toparlanma stratejisi olabileceğini, bunlar samimiyetine inanılmayacağını askeri makamlar da dile getiriyor. Burada önemli olan PKK’nın silahlı gücünü yitirmemiş olmasıdır. Nitekim MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, yaptığı açıklamada bu konuya değinmiş, duyulan kuşkuları dile getirmiş ve “Kuşkuya yer bırakmayacak şekilde söylemek lazımdır ki, PKK’lılar silahları ile birlikte güvenlik güçlerine teslim olmalı, arkasından da bağımsız yargı önünde döktükleri kanları hesabını vermelidirler” demiştir. Bu, bizce de doğru bir yaklaşımdır.

                                                          Başbakan Erdoğan “Terör örgütüne verilmiş bir sözümüz yoktur” diyor. Bu sözlere inanmak istiyoruz. Ancak, İmralı’dan, Kandil’den ve PKK’nın siyasi uzantıları BDP cephesinden gelen istekler, Başbakan’ın söylediklerini ters yüz ediyor. Özellikle Kandil’deki elebaşı Murat Karayılan’ın Hükümet ve devletten beklentilerin yerine getirilmesini beklediklerini söylemesi bu görüşü daha da güçlendiriyor. Çünkü kamuoyu, siyasi partiler, hatta hükümet içindeki milletvekilleri bile süreç ile ilgili atılacak adımların ne olduğunu bilmiyor. Başbakan Erdoğan da tüm ısrarlara rağmen yol haritasını açıklamıyor.

    e.mail: necdetes@mynet.com

     

     

                                                      

          

     

     

  • PKK’nın çekilmesi ve üniversiteler

    PKK’nın çekilmesi ve üniversiteler

    PKK’nın çekilmesi ve üniversiteler

    PKK’nın çekilme yalanının, önümüzdeki seçimler için, AKP+ PKK+ ABD anlaşması olduğunu yaşayıp göreceğiz.

    AKP iktidara geldiğinden beri uygulanan pratik, bu kez, içine barış sözcüğünü de ilave edilerek yürütülmektedir.

    8 Mayıs’ta silahları ile birlikte çekilecekleri, bir de, Karayılan tarafından açıklandı.

    TSK, bölgeden çekildiği ve bölgeyi PKK’ya bırakmış olduğu için, silahlı veya silahsız çekilmeleri de fark etmez.

    Anlaşmalar gereğince, bunların bir kısmı zaten bölgenin güvenlik güçleri olacaklar.

    Gerek Öcalan, gerekse teröristlerin diğer yetkilileri, siyasi mücadelenin devam edeceğini defalarca belirttiler.

    Gerçekten böyle olacağına inansak dahi, siyasi mücadele silahlı savaşın bir devamı şeklinde olacaktır.

    Bunun anlamı; bize söz verilenler yerine getirilmezse, her an yeniden silahlı teröre başvururuz demektir.

    Açıklamasının içinde var olan, yeni anayasa talebi zaten bunu açıkça belirtiyor.

    Böylece, yeni anayasa isteyenlerin sadece Amerika ve liberal çevreler olmadığı da, gün gibi aşikâr olmuştur.

    Siyasal mücadele de örgüt ile yapılır.

    Örgüt deyince aklınıza sadece parti gelmesin.

    PKK’nın dün Orta Doğu Teknik Üniversitesinde, üniversiteye yaptığı saldırı, siyaseten bir iktidar olma, siyasi bir mevzi tutma saldırısıdır.

    Bu saldırının, 23 Nisan’da, milli güçlerin bir araya gelme ve düşmanı ülkeden atma kararlılığının arkasından gelmesi oldukça manidardır.

    Yapılan bu saldırının tek anlamı, PKK’nın ODTÜ’de iktidar olması değildir.

    Bilime saldırıdır.

    Yurtsever gençleri ve bilim insanlarını susturmaya yönelik bu saldırılar, tüm üniversitelerde, bir iç savaş işareti olarak başlamıştır.

    Güney Doğudaki tüm üniversitelerde, hükümranlığını ilan eden PKK, şimdi de, Ankara ve İstanbul’daki üniversitelerde, sahte solcuları da yanına alarak iktidar kavgasını sürdürmektedir.

    İktidarın güvenlik güçleri, güneydoğuda olduğu gibi, üniversitelerde de, PKK’nın iktidar olması için gereken kolaylığı sağlayacağı anlaşılmaktadır.

    PKK için artık her yer Kandil’dir, Diyarbakır’dır.

    Böylece, çekiliyoruz diyen PKK’nın, yurdun her yerini, üniversiteleri kullandığı gibi kullanacağını söyleyebiliriz.

    Bunun anlamı şudur; PKK ile dağlarda asker olarak savaşan gençlerin, bu kez de, önce üniversitelerde, daha sonra tüm yurt sathında mücadele edeceği ortadadır.

    Bunu yapmayan veya yapamayan gençlik, PKK’nın iktidarını kabul etmiş demektir.

  • Türk: PKK  Terör Listesinden Çıkarılsın!

    Türk: PKK Terör Listesinden Çıkarılsın!

    Mardin Milletvekili Ahmet Türk, Avrupa Parlamentosu’nda  Filistin Kurtuluş Örgütü’nü örnek göstererek, AB’nin Kürt mücadelesini terörist hareket olarak görmesini eleştirmiş ve “PKK’nın terör örgütleri listesinden çıkarılması gerektiği” mesajını vermiştir.

    Türk’ün bu açıklamayı yapmasının  sebebi, geçen hafta  Avrupa Parlamento’su Genel Kurulu’nda  görüşülen  Türkiye raporunda, çözüm sürecine destek verilirken PKK’nın terör örgütü olduğunun vurgulanmış olmasıdır.

    Terörist vurgusu yapılmasını haksızlık olarak nitelendiren Türk, “Dünyadaki pek çok örgüt Avrupa tarafından geçmişte terörist ilan edilmişti ancak bugün demokratik zeminde siyaset yapar duruma geldiler. Filistin Kurtuluş Örgütü gibi” demiştir.

    Türk, Parlamento’daki  açıklamasında “Kürtlerin yüzde 90’ı ve Türk halkının yüzde 58’i sürece destek veriyor” demiştir.

    2012 Türkiye İlerleme Raporu 18 Nisan 2013 tarihinde Parlamento’da  451 oyla kabul etmiştir.

    Rapor’un 53’ncü  maddesinde yer alan “AB, terör örgütleri listesinde yer alan PKK ve diğer tüm terör örgütlerinin devam eden terörist şiddeti en güçlü ifadelerle kınadığını yineler”  (Reiterates its condemnation, in the strongest terms, of the terrorist violence committed by the PKK, which is on the EU list of terrorist organisations)  cümlesindeki “devam eden” ibaresi çözüm süreci dikkate alınarak çıkarılmış, fakat PKK terör örgütü olarak kabul edilmiştir. 

    Acaba PKK’nın  AB terör örgütü listesinden çıkarılması  Türkiye’nin gündemine yakında girer mi?

    Eğer PKK terör örgütü değil de demokratik bir kitle örgütü olarak Türkiye’de tanınır  ya da Avrupa Parlamentosu bu yönde bir karar alırsa, (tıpkı sözde Ermeni soykırımının Türkiye tarafından tanınmasını isteyen 4 kararında olduğu gibi) Abdullah Öcalan’ın durumu da Melson Mandela gibi mi olur?

    Bilindiği gibi Mandela Atatürk Barış Ödülü’nü almayı kabul etmemiş idi.

    12 Mayıs 1992 tarihinde Atatürk Uluslararası Barış Ödülü’nün verildiği açıklanan Nelson Mandela, partisi Afrika Ulusal Konseyi (ANC) aracılığıyla ödülü kabul etmediğini açıklamıştır.

    1986 yılında ihdas edilen   devlet ödülü  niteliğindeki Atatürk Uluslararası Barış Ödülü  2000 yılıyla beraber toplam 11 defa  verilmiş,  1992 yılında ise Nelson Mandela tarafından geri çevrilmiştir.

    Acaba akil adamlar bu konuda ne düşünürler?

    Ben, akil adamlardan bazılarının  (daha doğrusu içinde hanım üyeler de olduğu için Akil İnsanlar) hassas konularda  net  bir görüşe sahip olmadıkları kanısındayım.

    Çünkü  akil  bir güzel  “hanım,”  başkanlığını yaptığı toplantıda  önce  “Türk,”  hemen sonra  “Türkiyeli” demiştir ama bu durum basına yansımamış, yansıyan kısımda  ise bu durum  “es” geçilmiştir.

    13 Nisan Cumartesi  günü yapılan konuşmayı  radyodan dinledim ve şaşırıp kaldım.

    Acaba Türk demek çok mu ayıp?

    Eğer ayıp ise Mardin Milletvekili sayın  Ahmet Türk, bundan neden utanmıyor?

    Herhalde bu ikileme düşen hanım başkanın söyleyeceği bir söz olsa gerektir.

     

  • Boston Bombacıları PKK’yı taklit etmiş

    Boston Bombacıları PKK’yı taklit etmiş

    Boston’da teröristlerin kullandığı bomba türü bize hiç yabancı değil. Terör örgütü PKK 1 yıl önce aynı yöntemle iki kez saldırmıştı

    Amerikan Federal Soruşturma Bürosu FBI’ın yürüttüğü soruşturmada elde edilen, Boston Maratonu sırasında kullanılan bombaya ait görüntüler patlayıcının niteliğiyle ilgili soruları aydınlattı. Ortaya çıkan tablo terör örgütü PKK’nın yakın dönemde uyguladığı vahşi yöntemleri hatırlattı. Termos, piknik tüp ve düdüklü tencere içinde defalarca bombalı saldırı yapan terör örgütü PKK’nın yöntemi, Boston’u kana bulayan canilere de ilham vermiş

    Soruşturma sırasında tespit edilen ve basına dağıtılan görüntülerde, içine bir düdüklü tencere yerleştirilmiş siyah bir sırt çantası görülüyor.

    Saldırılarda biri sekiz yaşındaki bir çocuk olmak üzere üç kişi ölmüş, 170’ten fazla kişi de yaralanmıştı. Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Barack Obama, Perşembe günü anma töreni için Boston’a gidecek.
    Saldırıyla ilgili ilk açıklamalarında ‘terör eylemi’ tanımından kaçınan Obama bu kez, “Bombalar masum sivilleri hedef alırsa, bu terör eylemidir” dedi.

    ABD Başkanı saldırının ardında iç ya da dış bir örgüt, ya da ‘art niyetli bir bireyin’ olup olmadığının bilinmediğini vurguladı.

    BİRİLERİ BİLİYOR

    FBI Özel Ajanı Richard DesLauriers, düzenlediği basın toplantısında verdiği bilgide, patlayıcının düdüklü tencere içine metal parçaları ve çiviler doldurularak yapıldığını söyledi.
    DesLauriers, soruşturmanın henüz ilk aşamalarında olduğunu; saldırıyı henüz üstlenen olmadığını ve saldırının saikleri konusunda her türlü ihtimali değerlendirdiklerini de belirtti.
    DesLauriers, olay bölgesinde şüpheli davranışlarda bulunan birini görenlerin bilgilerini polisle paylaşmalarını da istedi.
    FBI ajanı, “Birileri, bunu kimin yaptığını biliyor” şeklinde konuştu.

    Bir yayın kuruluşunun soruşturmayla bağlantılı bir kaynağa dayandırarak verdiği haberinde, 7.2 litrelik düdüklü tencerelere yerleştirilen bombada metal parçaları ve çivilerin de kullanıldığını duyurdu.
    Kaynak, bombaların siyah sırt çantalarına yerleştirilerek yere bırakıldığını da söyledi.
    BBC’nin Kuzey Amerika Editörü Mark Mardell, Amerikalıların, Boston saldırılarından dolayı genel olarak üzgün olduklarını ancak bu saldırının 11 Eylül gibi bir Amerikan vatanseverliği dalgasına neden olmadığını söylüyor.

    BİR YIL ÖNCE AYNI BOMBA HAKKARİ’DE KULLANILACAKTI

    Boston’daki kanlı saldırının bir benzeri 1 yıl önce Hakkari’nin Yüksekova ilçesinde son anda önlendi. Bir menfez altına konulmuş düdüklü tencere içinde, 12 kilogram patlayıcı Terörle Mücadele ve Özel Harekat ekipleri tarafından imha edilmişti. Bu arada düzenlenen operasyonda terör örgütü PKK’nın gençlik yapılanması içinde faaliyet gösterdiği iddiasıyla 7 kişi yakalanmıştı.

    Bu olaydan 4 ay sonra 21 Ağustos 2012 tarihinde Şanlıurfa’da yapılan operasyonda düdüklü tencere içine kurulan düzenekte el yapılı bomba imha edilmişti. Yunus Emre Caddesi üzerine bırakılan paket içinden çıkan düdüklü tencere düzenekli bomba büyük bir gürültü ile patlarken, polis olayla ilgili 3 kişiyi göz altına almıştı..

    380 TERÖR SALDIRISI 

    ABD’de, 11 Eylül’den bugüne kadar çoğu amacına ulaşamamış 380 terör saldırı girişiminin yaşandığı bildirildi. Dün gerçekleştirilen Boston Maratonu’nu patlamalarının üzerinden yaklaşık 48 saat geçmesine rağmen saldırının failleri bulunamadı. Birçok terör uzmanı, 3 kişinin hayatını kaybettiği ve yüzlercesinin yaralandığı olayın, El-Kaide ideolojisini benimsemiş kişiler veya ülke içinde sayıları artan aşırı “vatanseverler” tarafından gerçekleştirilmiş olabileceğini belirtiyor.
    New America Vakfı kayıtlarına göre politik mesaj içerikli 380 bireysel saldırı girişiminden, 77’si bomba veya patlayıcı oluşturmak için gerekli bileşimleri elde etmeyi başarmış. Vakıf kayıtlarında, eylemi gerçekleştirmek üzere iken yakalananların 48’inin aşırı sağcı olduğu belirtiliyor. Geçtiğimiz 12 yıl içinde saldırı planı içinde iken yakalananlardan 23’ünün El-Kaide eksenli düşünen kimseler olduğu görülürken, 5’i “anarşist” birinin ise “çevreci terörist” olduğu bilgisi yer alıyor.

    Yüzlerce saldırı girişimi olduğu bilgisine karşın 11 Eylül’den sonra, ABD’de Boston’da olduğu gibi bombaların patladığı olay yalnızca bir kez yaşandı. 2004 yılında gerçekleşen olay, beyaz ırkçı Dennis Mahon’un evinde yaptığı bombayı paket içinde Afrikan-Amerikalı Don Logan’a göndermesi ile yaşanmıştı. Logan’ın elinde patlayan bomba, kollarını kaybetmesine yol açmıştı.

    AMERİKA BOMBALAMA OLAYLARINA YABANCI DEĞİL

    Tüm bunlarla birlikte, ABD bombalama olaylarına yabancı bir ülke değil. 90’lı yıllarda yaşanılan çeşitli bombalama olaylarında Amerika’da 200’e yakın insan yaşamını yitirdi. Bu olaylardan en kanlısı ise 19 Nisan 1995 tarihinde Oklahoma City’de yaşandı. Daha sonra “devlet düşmanı” olarak tarihe geçecek olan Birinci Körfez Savaşı gazilerinden Timothy McVeigh, bomba yüklü aracı federal hükümet binasında patlatınca 19’u çocuk olmak üzere, 168 kişi yaşamını yitirmişti.

    90’lı yılların en büyük ikinci bombalı saldırısı ise 11 Eylül saldırılarında yıkılan Dünya Ticaret Merkezi’ne karşı düzenlendi. 1993 yılında El-Kaide terör örgütü sempatizanın yapmış olduğu bombalı saldırıda, 6 kişi hayatını kaybetti. 1996 yılında ise kürtaj karşıtı aşırı sağcı Eric Rudolph, Atlanta şehrinde düzenlenen Olimpiyatları kana bulamıştı. Rudolph’un bombalı saldırısında ise bir kişi hayatını kaybetti.

    11 EYLÜL YALNIZCA TERÖRÜN ŞEKLİNİ DEĞİL MÜCADELE ALANINI DA DEĞİŞTİRDİ

    90’lı yıllar boyunca tarihinin en kanlı dönemini geçiren Amerika’yı terör konusunda en tedirgin hale getiren olay ise yine 11 Eylül saldırıları oldu. Yüzlerce kişinin hayatını kaybettiği olayda, Amerika’nın terör ile mücadelesinde tam anlamı ile bir dönüm noktası oldu. Kanlı saldırının ardından kurulan “Ortak Terörizm Görev Gücü” (Joint Terrorism Task Forces) birçok kolluk gücünü bünyesine katarak, Amerika genelinde şüpheli terörist faaliyetleri ortaya çıkarmak için harekete geçti.

    11 Eylül saldırılarından sonra bomba yapımında kullanılabilecek her türlü maddenin kayıtları ve bunları satın alan kimseler kolluk güçleri tarafından raporlandı. Raporlama sistemi o kadar abartıldı ki, 2005 yılında iş yeri için tüp gaz alan Ortadoğu kökenli bir Amerikalı dahi günlerce gözaltında tutuldu. Bu saldırılar sonrası ayrıca terörün yalnızca fiziksel değil sanal ortamda da sürdürülebileceğini gösterdi.

  • ABD Dışişleri Bakanı Kerry Neden “Türkiye Vatandaşları”  demiştir?

    ABD Dışişleri Bakanı Kerry Neden “Türkiye Vatandaşları” demiştir?

     

    ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, Şubat ayında göreve başladıktan sonra üç defa Türkiye’ye gelmiştir. İkinci gelişinde İstanbul’da  Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile görüştükten sonra düzenlenen ortak basın toplantısında  devam etmekte olan İmralı süreci konusundan  söz ederken   “Türkiye halkı” ifadesini kullanmıştır.

    ABD Dışişleri Bakanı seleflerinin aksine,  bir  jargon değişikliği  yaparak   “Türk halkı” (Turkish nation/Turkish people) ifadesi yerine “Türkiye vatandaşları” (Turkey’s citizens) ifadesini tercih etmiştir.

    ABD Büyükelçiliği de PKK terör örgütünü  “Kürt ayrılıkçı grup PKK”  olarak tanımlamıştır:

    “The secretary paid homage to Turkey’s efforts to peacefully end its struggle with the Kurdish separatist group, PKK. ‘Difficult steps lie ahead, but the foreign minister and I are confident that a lasting peace will improve the lives of all of Turkey’s citizens,’ he said. He urged the Turkish government, in its plans to redraft the constitution, to keep the protection of universal rights and basic freedoms at the center of the process.” ()

    PKK, ABD ve Avrupa Birliği tarafından terörist bir örgüt olarak tanınmasına rağmen ABD Dışişleri Bakanı’nın PKK’dan terörist bir örgüt değil de “ayrılıkçı grup”  (separatist group) olarak söz etmesi, acaba bir tesadüf müdür yoksa bilinçli bir politikanın uygulamaya konulması mıdır?

    PKK, Birleşmiş Milletler, NATO  ve Avrupa Birliği tarafından  terör örgütü olarak kabul edilmiş ve NATO Genel Sekreteri tarafından da terör örgütü olarak tanımlanmıştır:  “NATO Secretary-General Jaap de Hoop Scheffer said on Monday in Ankara that the Kurdish Workers’ Party (PKK) was certainly a terrorist organization. He said that fight against terrorism required an international cooperation, adding that the United States, the European Union and the United Nations included PKK in their lists of terrorist organizations.” )

    U.S. Departman of  State sayfasında  da PKK açıkça en aktif  terörist örgüt olarak belirlenmiştir :  “The Kurdistan People’s Congress (also known as Kongra Gel or KGK; formerly the Kurdistan Workers’ Party, or PKK) is the most active terrorist organization in Turkey.”

    Buna rağmen ABD Dışişleri Bakanı’nın PKK’yı “Kürt ayrılıkçı grup PKK”  olarak tanımlamasının acaba bir sebebi mi vardır?

    Eğer eski ABD Başkanı  Wilson’un   bir Amerikalı olduğunu ve Wilson ilkelerini  bilmesem, bundan bir anlam çıkarmam ve üstünde bile durmam.

    Wilson ilkeleri, dönemin Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Woodrow Wilson’ın 8 Ocak 1918 günü ABD Kongresi’nde yaptığı konuşmada  söz ettiği ilkelere verilen addır. On Dört Madde (Fourteen Points) olarak anılan bu on dört ilke, ABD’nin Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulmasını istediği dünya düzenine ilişkin görüşlerini  ifade eder.

    Wilson ilkelerinin 12’nci maddesi Türkiye Cumhuriyeti açısından çok önemlidir. Çünkü, hafıza-i beşer nisyan ile malüldür.

    Bu ilke ile Osmanlı imparatorluğunda Türklerin oturdukları  bölgelerin bağımsızlığının sağlanması, Türk egemenliği altında bulunan diğer uluslara da özerklik  için  bir fırsatın sağlanması öngörülmüştür.

    Sevr Anlaşması,  Birinci  Dünya Savaşı sonrasında İtilaf Devletleri ile Osmanlı Devleti  arasında 10 Ağustos 1920‘de Paris’in  Sevr (Sèvres) banliyösünde bulunan Seramik Müzesi’nde (Musée National de Céramique) imzalanmıştır.  433 maddeden oluşan Anlaşma’da  Büyük Ermenistan ve Büyük Kürdistan’ın kurulması öngörülmüştür.

    Birinci Dünya Savaşı sonrasında mağlup Osmanlı Devleti ile imzalanan Sevr Anlaşması’na göre  (Md.88-93) Osmanlı Devleti Ermenistan’ı tanıyacak, Türk-Ermeni sınırını hakem sıfatıyla ABD Başkanı belirleyecekti.

    Dönemin ABD Başkanı Woodrow  Wilson,  22 Kasım 1920‘de verdiği kararla Trabzon, Erzurum, Van ve Bitlis illerini Ermenistan’a vermiştir.

    Sevr Anlaşması’na göre Osmanlı topraklarında bir de  Kürt Bölgesi  kurulacaktı. (Md. 62-64)

    İngiliz, Fransız ve İtalyan temsilcilerinden oluşan bir Komisyon Fırat’ın doğusundaki Kürt vilayetlerinde bir yerel yönetim düzeni  oluşturacak,  bir yıl sonra Kürtler dilerse Milletler Cemiyeti’ne bağımsızlık için başvurabilecekti.

    Bu köşede 25 Temmuz 2010 tarihinde yayınlanan yazının başlığı “Sevr, Demokratik Özerklik ve Büyük Kürdistan” idi. Şimdi o yazımdan kısa bir pasajı sizlerle paylaşmak istiyorum.

    “Diyarbakır Silvan’da 13 şehidin verildiği günde Demokratik Toplum Kongresi demokratik özerklik ilan etmiştir.  Kongre’de BDP’yi temsil eden Batman Milletvekili Bengi Yıldız, Taraf Gazetesi‘nden Neşe Düzel’e demokratik özerkliğin ne anlama geldiğini kendine göre açıklamıştır.

    Yıldız, Demokratik Özerklik (muhtariyet-i mahalliye) ilan edilen bölgenin Kürdistan olduğunu belirterek bu bölgenin Sivas Koçgiri, Maraş’ın bir kısmı, Erzincan, Malatya, Elazığ tarihsel olarak Erzurum, Van, Ağrı, Batman, Diyarbakır ve  Doğu ve Güneydoğu’nun tamamı olduğunu söylemiştir.

    Sevr Anlaşması’nda da bu iller Türkiye’nin sınırları dışında tutulmuştur. Ne garip değil mi?

    Düzel’in Antep, Adıyaman, Siirt gibi iller de demokratik özerklik ilan edilen bölgenin içinde mi sorusuna ise  ‘Şimdi şüphesiz hedeflenen öyledir’ cevabını vermiştir:  ‘Ben bir milletim. Ben bir halkım. Benim dilim, kültürüm, tarihim var. Anadilimde eğitim görmek istiyorum. Kendi kendimi yönetmek istiyorum demek için BDP’ye oy vermek mi gerekir? AKP’ye oy veren insanlar da bunu pekâlâ talep edebilirler.’

    Demokratik özerkliğin olduğu iller devletten yardım alacak mı yoksa tamamıyla kendi yağıyla mı kavrulacak  sorusuna,  ‘Kendi yerelinde topladığı vergiler, şüphesiz oranın kalkınmasında ve Türkiye’nin diğer bölgeleriyle arasındaki makasın kapanmasında yeterli olmaz. Merkezin, pozitif ayırımcılık uygulayarak orayı desteklemesi gerekir. Yani Ankara’ya vergi vermemesi ama devletten yardım alması lazım. Geri kalmış yörelerin hepsi için bu böyle olmalıdır. Çünkü bu bölgeler yıllardır ihmal edildi. Devlet Ege’ye, Marmara’ya yatırım yaptı” demiştir.

    Neşe Düzel sormaya devam diyor.

    DTK’nın demokratik özerklik ilan ettiği illerde, devlet olmaz öyle şey dedi. O zaman ne olacak? Topyekûn bir halk ayaklanması mı düşünülüyor?

    Türkiye Cumhuriyeti, kendisini evrensel ölçülere uydurmak zorunda… İlan ettiğimiz şeyi ya kabul edecek ya kabul edecek… Başka bir şeyi var mı yani? Kabul etmezse gelsin hepimizi öldürsün, biz bunun mücadelesini vereceğiz. O zaman Kürtler olarak biz de bir araya gelip toplanacağız, değerlendirmeler yapacağız. Senin taleplerini hiçbir şekilde kabul etmiyorum  demek bağları koparmaktır. Biz bağları koparmaktan yana değiliz. Taleplerin kabul edilmemesi bu hareketi radikalleştirir ve bağları koparmaya doğru götürür.’

    Peki, bu özerklik işi yürümezse ne olacak?

    ‘Şu âna kadar ne oluyordu… Otuz yıldır ne oluyorsa, o olacak… Bu ülke bir imparatorluğun bakiyesidir. Burası çok dilli, çok dinli bir topluluktur. Ama Cumhuriyet bunu inkâr etti! Türkiye, yerel yönetimler, medeni ve siyasi haklar ve anadil konularında altına imza attığı uluslararası sözleşmelerdeki çekincelerini kaldırsa…’

    Sonuç ne olur?

    ‘Demokratik özerkliğin içini büyük ölçüde doldurur. Bunlar çağdaş ve evrensel sözleşmelerdir. Bu sözleşmelerin kabulü, önemli bir başlangıç olur. Bu kabul, Türkiye’yi de rahatlatır, bizi de. Demokratik özerklik ilanı Türkiye’nin üniter devlet yapısı içinde bir barış formülasyondur. Bunun görülmesi lazım…’

    Banu Avar,  14 Temmuz’da Bengi Yıldız’a soruyor: ‘91 yıl önce Sevr  anlaşması imzalanmıştı…Sevr, iki aşamada uygulanacaktı. Önce yerel özerklik sağlanacaktı. Suriye, Irak ve Türkiye sınırındaki bölge özerk olacaktı. Sonra, Bağımsız Büyük Kürdistan kurulacaktı. Milletler Cemiyeti özerklik isteyenlerin arkasında duracaktı! Türkiye, bu bölgeler üzerindeki bütün hak ve sıfatlarından vazgeçmek zorunda kalacaktı. Plan 1920 de buydu… Başarısız oldu. Peki ya şimdi…’

    Büyük önder Mustafa Kemal Sevr’de Kürtler ve Ermenilerin ortak bir devlet kurma yolunda adımlar attığını öğrenince,  Doğu’daki bazı Kürt aşiretlerini örgütleyerek Sevr’e protesto telgrafları göndertmiştir.  

    22 Şubat 1920 tarihinde  Erzincan havalisindeki Baban, Basuranlı, Bodmanlı, Bal, Medarlı, Göçerli, Abbas, Rol, Şadi ve Şişanlı aşiretlerinin reislerinden Fransız Yüksek Komiserliği’ne çekilen telgrafta, “Barış Konferansına bildiririz ki Kürtler, soy ve din olarak Türklerle aynı ülke içerisinde birleştikleri yasal kardeşlerdir. Osmanlı Hükümeti’nden başka hiç kimsenin Kürtler adına konuşma hakkı yoktur. Ermenilerle iş birliği yapma çabaları sonuçsuz kalacaktır.  Barış Konferansı’nın dikkatine sunuyoruz ki bizi Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayırmak için varlığımızdan hiçbir şey bırakmaksızın yok etmeleri gerektiğini kendilerine bildiririz”  deniyordu.

    Mustafa Kemal’in 23 Nisan 1920 tarihinde  Büyük Millet Meclisi’nin açış konuşmasındaki  sözleri, Türk-Kürt ittifakının hala önemli olduğunun kanıtıydı: ” Efendiler bu hudut sırf askeri mülahazalarla çizilmiş bir hudut değildir, hududu millidir,  Bu hudut dahilinde Türk vardır, Çerkes vardır ve anasırı saire-i İslamiye vardır… Efendiler, burada maksut olan ve Meclisi alinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkes değildir, yalnız Kürt değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep anasır-ı islamiyedir, samimi bir mecmuadır. (Atatürk”ün Söylev ve Demeçleri, C. I. 1997, s. 30 ve 74-75)

    Bütün bu gerçekler bilinmesine rağmen ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin  daha önce hem kendisi, hem de selefi Hillary Clinton tarafından kullanılan “Türk halkı”  ifadesini “Türkiye vatandaşları”  olarak değiştirmesi, bana Sevr’i ve Wilson’u hatırlatmıştır.

    Oysa Kerry ABD Dışişleri Bakanı olduktan sonra geldiği Ankara’da, Anıtkabir’e yaptığı ziyaret sırasında Şeref Defteri’ne “Türk milleti” yazmıştı:  “Bir asker, bir devlet adamı, bağımsızlığın ve eğitimin şampiyonu Mustafa Kemal Atatürk; Amerikan halkının temsilcisi olarak Türk milletine ve onun büyük liderine saygılarımı sunmaktan dolayı şeref ve gurur duydum” ifadesini kullanmıştı.


    ABD’nin bir önceki Dışişleri Bakanı  Hillary Clinton da, gerek konuşmalarında, gerekse Türkiye konusunda yaptığı yazılı açıklamalarda  hep  “Türk halkı” (Turkish people)  ifadesini kullanmıştı.

    Clinton, Türk savaş uçağının Suriye tarafından düşürülmesi olayının ardından yayınladığı yazılı taziye mesajında, “ABD, Türk hükümetine güçlü desteğini ve bu olay çerçevesinde Türk halkı ile dayanışma içinde olduğunu bir kez daha teyit eder” ifadesini kullanmıştı.

    ABD Başkanı Obama, 6 Nisan 2009‘da TBMM’de yaptığı konuşmada, tam sekiz defa  “Türk” kelimesini kullanmıştı.

    Türkiye’den ABD’ye göç edenler için “Türk kökenli Amerikalılar” ifadesini tercih eden  Obama, Türkiye’nin AB üyelik sürecinden söz ederken  de “Türk üyelik süreci” demişti.

    Obama, Türkiye ile Ermenistan arasındaki sorunlara değindiği bölümde  de “Türk halkı” ifadesini kullanmıştı.

    Acaba Kerry’deki bu dönüşümü nasıl yorumlamak gerekir? 

    ***

    Sevgili Okurlar,

    Geçen haftaki yazımla ilgili çok sayıda okurumdan  olumlu tepkiler  aldım.

    Bununla birlikte eczacı bir okurum  benim konuyu abarttığımı ifade ederek bazı kesimlerin Türk  yerine kullandıkları “Türkiyeli” ifadesinin “ Türkiye”  olarak kullanılmasının doğru olacağını bana iletmiş ve Baskın Oran’ın bu ifadeyi kullanmadığını iddia etmiştir.

    Oysa  Oran  A Haber’de Selin Ongun’un sunduğu Bi Sormak Lazım programında “1924 Anayasası’ndan bu güne kadar kullanılan Türk üst kimliği fevkalade parçalayıcı oldu… Ben Türkiyeliyi birleştirici buluyorum o (İlber Ortaylı)  saçma buluyor” demiştir.

    “Eskişehir  2013 TÜRK DÜNYASI Kültür Başkenti” ifadesini  “TÜRKİYELİ  DÜNYASI Kültür Başkenti” olarak  değiştirmemiz  mi gerekecektir?

    Eğer dersek, sayın Valimiz buna ne der?

    Bengi Yıldız’ın  “Burası çok dilli, çok dinli bir topluluktur” ifadesi ile Gaspıralı’nın dilde, fikirde işte birlik  fikrini akil adamlar nasıl bağdaştırmayı düşünmekteler acaba?

    Eğer Eskişehir’e gelirlerse kendilerine bu soruyu soracağım.

     

     

    Türk yerine Türkiyeli dersek eğer, “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti” ne akil adam Baskın Oran’a uyarak  “Kuzey Kıbrıs TÜRKİYELİ CUMHURİYETİ” mi diyeceğiz?

    Türk kahvesine Türkiyeli kahve,  Türk hamamına Türkiyeli hamam, Türk mutfağına Türkiyeli mutfak,   (tersinden Fransalı mutfak) Türk lokumuna da Türkiyeli lokum mu diyeceğiz!

    Bu hiç olur mu?

    Ne demiş atalarımız: DERVİŞİN FİKRİ NEYSE  ZİKRİ DE ODUR.

    O zikir bellidir.

    Yukarıdaki paragrafta birileri o zikri ifşa etmiştir.  

  • PKK’dan Türkiye ile ilgili şok açıklama !

    PKK’dan Türkiye ile ilgili şok açıklama !

    PKK’nın önemli isimlerinden Duran Kalkan ‘Şu an geri çekilme falan söz konusu değil. Tam tersi Irak’takiler Türkiye’ye gitmek istiyor’ dedi…!!

    549610_496992797022040_1446528664_n

    PKK’nın çekilmesi ile ilgili koşul öne süren Kalkan, ‘PKK’nın çekilmesi için ya somut adımlar olur, ya da ancak önder Apo doğrudan girişimde bulunur, ikna edebilir. Yoksa öyle kolay olacağını ben hiç sanmıyorum’ dedi.

    Örgütün en önemli yöneticilerinden ve kurucularından olan Duran Kalkan bir Kürt tv’sinde konuştu. Kalkan PKK’lıların Türkiye’den çekilmesi konusundaki soruya şu yanıtı verdi:

    BÖYLE BİR DURUM SÖZ KONUSU DEĞİL

    ‘Şunun kamuoyu tarafından da, özellikle de ilgili kesimler tarafından da iyi bilinmesini istiyorum ki gerilla çekilme meraklısı değil. Güle oynayarak kimse çekilmek falan istemiyor. Tersi geçerlidir. Hali hazırda çekilme pozisyonuna geçmiş olma durumu da söz konusu değil. O üretilen senaryoların hiçbir geçerliliği yok. Söz konusu iddiaların hiçbir geçerliliği yok. Herkes yerli yerinde ve gerilla ateşkes konumundadır. Yeni bir talimat da gerilla komutanlığına yoktur. Her hangi bir talimat karargaha ulaşmamış, birliklere de öyle bir talimat verilmemiştir. Gerillanın öyle kolay, rahat geri çekilmeye ikna edilmesi mümkün değil.

    ÖCALAN İKNA EDEBİLİR

    ANF’nin haberine göre Duran Kalkan PKK’lıların çekilmesi için iki koşul öne sürdü:

    “Bu konuda ya somut adımlar olur, yada ancak önder Apo doğrudan girişimde bulunur, ikna edebilir. Yoksa öyle kolay olacağını ben hiç sanmıyorum. Kimse de öyle düşünmemeli. Sanki gerilla güle oynaya bunu yapacakmış, bunun için hazırmış gibi bir hava yaratılıyor. İddiaların aksine Güney Kürdistan’daki gerillalar Kuzey Kürdistan’a gitmek istediklerini söylüyor. Geri çekilmenin başlayıp yürüyebilmesi için Öcalan’ın gerillaya doğrudan hitap edebilmesi şart. Bunu herkes bilmeli. Yönetimimiz bunları laf olsun diye, yada birilerini korkutmak için, siyasi üstünlük sağlamak için, yada şantaj yapmak için söylemiyor. ‘

  • Siz Türkiyeli misiniz, Yoksa Türk mü?

    Siz Türkiyeli misiniz, Yoksa Türk mü?

    Yukarıdaki  soru cümlesi,  bundan tam 8 yıl önce  6 Aralık 2004  tarihinde Eskişehir Sakarya gazetesinde   yayınlanan yazımın başlığı idi

    Malum, yeni ve demokratik bir anayasa yapma süreci ağır aksak sürüyor. Başkanlık sistemi de yoğun bir şekilde tartışılıyor.  Bu kapsamda aralarında akademisyen, siyasetçi ve emekli askerlerin bulunduğu 300’ü aşkın imzası bulunan  ve 27 Mart 2013 tarihinde yayınlanan Türk Milleti’ne Çağrı  adlı bildirinin yankıları da sürüyor.

    Anayasa’da vatandaşlık tanımı kapsamında “Türk” kelimesinin çıkarılması da bu kapsamda gündeme gelmiştir ama bunun tartışma konusu olması bence çok yersizdir.

    Anayasa’da, içinde etnik aidiyeti belirtmeyen bir vatandaşlık tanımı yapılabilir.

    Taha Akyol’un  CNN Türk’te  açıkladığı 1924 Anayasası’ndaki ifade kalabilir görüşüne  katılıyorum: “Türkiye’de din ve ırk ayırt edilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese Türk denir”.

    Aydınların  “Türk ifadesi Anayasa’dan çıkmasın” açıklamasına da katılmamak mümkün değildir.

    Bildiriye imza atanlar  arasında bulunan ve SBF’den yakın arkadaşım ve de dostum  Prof. Dr. İlber Ortaylı, “Türkiyeli” kavramının kabul edilemeyeceğini söylemiştir. Bu çağrının ardından Taraf gazetesinden aydınlara “Brakisefal Türkleri” şeklinde eleştiri gelmiştir.

    Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nde  brakisefal kelimesinin anlamı şöyledir: “Kafatasının genişliği ile uzunluğu hemen hemen eşit olan, kısa kafalı, kafa endeksi 80’in üzerinde olan.”

    Taraf, bildiriyi imzalayanları açıkça “kafatasçı” olarak tanımlamıştır.

    Türkiyeli  kavramının kabul edilemeyeceğini vurgulayan Ortaylı, “Birileri ben Kürt’üm diyecek diye ben Türklük’ten çıkamam” demiş ve bu  konudaki görüşlerine şöyle açıklamıştır:  

    Coğrafyayla kimlik edinilmez. Mesela Fransa memleketin adıdır. Hiç kimseye Fransa’dan türeme bir isim verilmez. Bizim adımızın da Türkiye’den mülhem olması şart değil. Türkiye bir memleketin adıdır. “Türkler’in ülkesi” demektir.”

    Melih Aşık  köşesinde şunları yazmıştır:

    “Gazeteci Banu Avar geçmişte Fransa’nın ünlü siyasetçilerinden Patrik Deveciyan’la bir mülakat yapmış. Aralarında şöyle bir konuşma geçmiş: Siz bir Ermeni olarak 1915 olayları hakkında ne düşünüyorsunuz? Ben Ermeni değil, Fransız’ım. Ama siz Ermeni kökenlisiniz. Burası bir ulus-devlet ve ben de Fransız yurttaşıyım. Yani Fransız’ım.”

    Fransa’da beş yıl yaşadım. 1988 yılında Ermenistan’da büyük bir deprem oldu. Ermeni kökenli Fransız şarkıcı  Charles Aznavour deprem sonrasında Fransa’da Ermenistan’a  yardım kampanyası başlatmıştır.

    Neden böyle bir kampanya başlattığı sorulduğunda, kendisinin bir Fransız, kökenini Ermeni olduğunu söylemiştir.

    Aznavour hiçbir zaman ben bir Ermeniyim dememiştir.

    Yurt dışında  Türk pasaportu taşıyan herkese  “Türk” diye hitap ederler. Nasıl Alman pasaportu taşıyan birine  biz Alman diyorsak.

    Türkiyelilik tanımlaması, Türk milletini bölüp parçalamak isteyen belli mihraklar tarafından kullanılmaktadır. Bazı iyi niyetli Türkler de bilmeyerek bu oyuna alet olmaktadırlar.

    Geçmişte, Ankara Cumhuriyet Başsavcısı Türkiyelilik üst kimliğini öneren   Azınlıklar Raporu sebebiyle şimdi akil   adam olan  Prof. Dr. Baskın Oran ile eski Başbakanlık İnsan Hakları Danışma   Kurulu  Başkanı Prof. Dr. İbrahim   Kaboğlu hakkında dava açmıştır.

    Başsavcılığın iddianamesinde Azınlık Raporu’nda  “Türklük yerine Türkiyelilik” kavramının   önerilmesinin neden suç oluşturduğu şöyle açıklanmıştır:


    “Burada kullanılan Türk kelimesi   etnik-sosyolojik ile bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını kapsamaktadır.   Nitekim bugün İngiltere devleti vatandaşına İngiltereli değil, İngiliz,   Almanya devleti vatandaşlarına Almanyalı değil Alman, Fransa devleti   vatandaşına Fransalı değil, Fransız denilmektedir. Bu ülkelerde tek bir ırk   yaşamamaktadır. Örneğin, Fransa milletini yani Fransa’yı oluşturan etnik   unsurları Kelt, Flaman, Alzas, Katalan, Bask, Bröton, Normanlar ve başka   ırklar oluşturmaktadır. Buradaki bir Fransız vatandaşının  Je suis Français (Ben Fransızım) derken Fransız   olduğunu söylemesi sorun yaratmazken, bir Türk vatandaşının Türkiyeli   olduğunu söylemesini istemenin nedeni nedir?”


     


    Özdemir İnce, bunu çok güzel şöyle açıklıyor:  Galya topraklarında Kelt, Flaman, Alzas,   Katalan, Bask, Bröton, Norman vb. halkların yaşamasına karşın bu ülke Fransa   adını almışsa, bunun nedeni Frankların oluşturucu, kurucu ve birleştirici   rolünde aramalıyız. Türklerin Selçuklu ve Osmanlı topraklarında bin yıldır   yüklendiği ve oynadığı rol de işte budur. Bu tarihsel rol, hatır için kimseyle   paylaşılmaz!


    Büyük önder Atatürk  Ne Mutlu Türküm  diyerek, sadece bir ırkı değil, kendini Türk   hisseden herkesi Türk saymıştır. Türk kimliğinin altında, Kürt, Çerkez,   Tatar, Boşnak, Laz, Abaza, Gürcü, Ermeni, Rum, Yahudi alt kimlikleri vardır.


    Son olayları göz önünde bulundurursanız, kimlerin, hangi amaçla  “Türkiyelilik” kavramına sahip çıktığına   şahit olursunuz.

    Üyesi olmakta için büyük çaba harcadığımız                         ekomen2001 yılında bitkisel hayata girmiş, ölmekte olan terör örgütünü ABD desteğiyle “alt kimlik-üst kimlik” diye diye okşayarak canlandıran zihniyet, ülkeyi bölünmeye götürüyor.. 75 milyonun en az 60 milyonunun “Türk”lükle herhangi bir sorunu / derdi yokken, ABD

    20:32 (Çar)

    AB üyesi devletlerin anayasalarına  göz attığımızda “Alman”, “Fransız”, “İtalyan”, “Yunan” gibi kavramları görüyoruz.

    Alman ve Alman vatandaşlığı;  Fransız,  Fransız halkı, Fransız vatandaşlığı;  bütün Yunanlar,  Yunan vatandaşı,  Yunan toprağı  gibi kavram ve deyimlerle karşılaşıyoruz.

    Kendi vatandaşını  Türk  olarak niteleyemeyen Türkiye’nin  Batı Trakya’daki ahalinin  Türk  sıfatıyla nitelenmesini yasaklayan Yunanistan’ı eleştirmesi  mümkün mü?

    Adı Türkiye olan devletin, tek olan bayrağına  Türk bayrağı  denildiği gibi, tek olan millete  de  Türk milleti  denilecektir.

    Avrupa dillerinde “Türk kafası”, “Türk gibi kuvvetli”, “Anne Türkler geliyor” gibi deyimler vardır. “Türk kahvesi”, “Türk hamamı”, “Türk mutfağı”, “Türk lokumu” gibi kavramlar da dünyaca bilinmektedir.

    1571’den itibaren Anadolu’dan gelip Kıbrıs’a yerleşmiş olanlara Kıbrıs Türk halkı denilmektedir.

    Kuzey  Kıbrıs’taki devletin adı  Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’dir.

    “Türk ulusu”, “Türk vatandaşı”  ve “Türk” kavramlarını terk edersek başında “Türk” sıfatının yer aldığı resmi kurum ve kuruluşlarımızın isimlerinin değiştirilmesi taleplerinin de gündeme getirilme ihtimalini yok sayabilir miyiz?

    Türk yerine Türkiyeli ifadesi kabul edilirse şu komik durumlarla karşılaşmamız kaçınılmazdır: Türkiyeli bayrağı, Türkiyeli Silahlı Kuvvetleri, Türkiyeli Havayolları, Türkiyeli Milli Takımı, Türkiyeli lirası, CNN Türkiyeli,  Jöntürkiyeli,  Kuzey Kıbrıs Türkiyeli Cumhuriyeti, Türkiyeli hamamı, Türkiyeli lokumu, Türkiyeli kahvesi,  Hidayet Türkiyelioğlu, Beyazıt Öztürkiyeli vb.

    Yurt dışındaki Türk vatandaşlarına “Türk sporcu”, “Türk sanatçısı”, “Türk askeri”, “Türk parlamenteri”, “Türk diplomatı” denen insanlara bundan sonra acaba Türkiyeli sporcu mu diyeceğiz?

    Galatasaray,  Fenerbahçe ve diğer Türk takımlarının Avrupa’daki maçlarını anlatan yabancı spikerler acaba bu takımlara Türk takımı mı yoksa Türkiyeli takım mı demektedirler?

    Fatih Terim’e Türkiyeli eski milli takım antrenörü mü diyeceğiz? Tabii ki hayır! (The former Turkish national team coach)

    Burak Yılmaz’a  Türkiyeli forvet mi diyeceğiz?  Tabii ki hayır!

    (Turkish international striker)

    Yabancı kaynaklarda Orhan Pamuk  kısaca ünlü “Türk romancısı ” olarak  anılmıyor mu?

    Almanya’da Hitler’in iktidara gelmesiyle  Nazilerden kaçan, aralarında ünlü hukukçu Prof. Dr. Ernst Hirsh ve  ünlü maliyeci Prof. Dr. Frizt Neumark’ın da  bulunduğu Yahudi asıllı Almanlar ve aileleri, “Türk vatandaşı” olmaları ve “Türküm” dedikleri için  hayatta kalmışlardır.

    Kürt liderler Mesud Barzani ve Celal Talabani geçmişte  kullandıkları pasaport dolayısıyla  “Türk vatandaşı”  olarak görünmekten, kayıtlara “Türk” olarak geçirilmekten rahatsızlık duymamışlardır.

    1992 yılında, Arjantin’in o dönemdeki Cumhurbaşkanı  Carlos Menem  Ankara’ya geldiğinde  Arjantin’deki lakabının  El Turco olduğunu  açıklamıştır.

    Anne ve babasının Osmanlı devleti zamanında Suriye’de doğup büyüdükleri ve sonradan Arjantin’e göç ettikleri için  Arjantin’de  El Turco  olarak adlandırıldıklarını söylemiştir.

    Amerikalı “Amerikanım”,  Fransalı “Fransızım”, Almanyalı “Almanım” derken, Türkiye’de  “Türküm” demeyip, “Türkiyeliyim” demek,  gaflet ve dalalet değil de nedir?

    Cemil Çiçek’ten Kırım Türklerine Destek

    Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Cemil Çiçek, Ukrayna’daki temaslarında Kırım Türklerinin  sorunlarını gündeme getirerek Ukraynalı mevkidaşına, “Kırım Türkleri kimlik ve kültürlerini koruyarak toplumun ayrılmaz bir parçası olmalı” demiştir.

    Çiçek, sürgünden dönen halkların statüsü ile ilgili yasanın imzalanmasını da istemiştir.

    Ukrayna Parlamento Başkanı Volodimir Rybak da, “Ukrayna vatandaşı olan Kırım Türklerinin  sosyo-ekonomik ve entegrasyon sorunlarının çözülmesi devletimiz için en hassas, öncelikli konudur” cevabını vermiştir.

    Cemil Çiçek, Kırım Özerk Cumhuriyeti Parlamentosu’nun 1915 olaylarıyla ilgili olarak Türkiye aleyhinde aldığı kararın kaldırılmasını da talep etmiştir.

  • PKK’ya federasyon sözü mü verildi?…

    PKK’ya federasyon sözü mü verildi?…

    NECDET  BULUZ

     

                                                 Barış süreci ile ilgili olarak, kapalı kapılar ardında ne pazarlıklar yapılıyor, bunlar kamuoyuna açıklanmıyor. Ancak, olaylar, istekler ve ortaya konulanlar bu işin hangi boyutlara doğru gittiğini gösteriyor. Biz, PKK’nın 30 yıl sonra neden silah bırakıp, başka bir ülkeye gitmesi gerektiğini sorguladık.” Bu kanlı terör örgütü, bunun karşılığında isteklerinin yerine gelmemesi halinde adım atar mı? “ dedik. Nitekim Kandil’den gelen sesler de bu görüşümüzü doğruluyor.

                                                   Şu gerçeğin altını kalınca çizelim:

                                                              Eğer, gerçek anlamda barış sağlanacaksa, Türkiye de Kandil’deki teröristler silahlarını bırakmak durumundadırlar. Bu kolay sağlanamayacak. PKK’lıların elebaşlarından KCK Yürütme Konseyi Üyesi Cemil Bayık, “Gerilla yasal güvenceyi görmeden bir adım atmaz” diye yanıt veriyor. Dikkat ediniz “Silahları bırakırız” demiyor, sadece çekilip çekilmemekten söz ediyor.

                                                         PKK SİLAH BIRAKACAK MI?

                                                             İmralı canisi Abdullah Öcalan’ın son çağrısına da bakacak olursak, Kandil’e yönelik “Yol ve yöntemler size ait” cümlesi ile sorumluluğu silahlı güçlere atıyor. Öyle bir noktaya gelindi ki, artık gündemi Öcalan belirliyor, onun söyleyecekleri önemseniyor.

                                                  Burada iki noktada sıkıntının olabileceğini görüyoruz. Birincisi, PKK militanlarının çekilip çekilmeyeceği, ikincisi çekilirken silahlı mı silahsız mı çekileceği konusudur. Yasal güvence istekleri sürerse, bunun nasıl sağlanacağı da ayrı bir konu olarak karşımıza çıkıyor. Kaldı ki, PKK’lıların silahlı ya da silahsız ülkeyi ellerini kollarını sallayarak terk etmeleri de yasalarla uyuşmuyor. Bunun da ayrı bir sorun yaratacağını görmeliyiz.

                                                    Sorunun sadece bu kadarla sınırlı olmadığını da görüyoruz. Yeni anayasa için siyasi partiler görüşlerini içeren hazırladıkları anayasa taslaklarını Meclis Başkanlığına teslim etti. BDP’nin anayasa taslağında egemenliğin bölüşülmesi önerisi yer alıyor. Bunu, daha önceden de çeşitli yollardan açıklamışlardı. Bunun anlamı “Biz Federasyon istiyoruz” demektir.

                                                              BDP, FEDERASYON İSTİYOR

                                                              Öneriyi biraz daha açalım:

                                                                  “ Yasama yetkisi Büyük Millet Meclis’ine ve Bölge Meclislerine aittir. Yürütme görevi anayasa ve kanunlar çerçevesinde ademi merkezi yönetim esaslarına uygun olarak Cumhurbaşkanı, Bakanlar Kurulu ve Bölge Başkanlıkları tarafından yerine getirilir.”

                                                                Dikkatinizi şu noktaya çekelim:

                                                                    BDP’liler burada bir adım daha öne çıkıyorlar. Yasama ve yürütme yetkisini Meclis ve Hükümetle bölüşmek istiyorlar. Daha önce DTK özerklik etmişti, şimdi adı konulmamış üstü örtülü federasyon isteniliyor. BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, daha önceki açıklamalarında da federasyondan sıkça söz etmişti. Zaten, PKK’nın siyasi uzantılarının ne istediklerini artık bilmeyen mi kaldı?

                                                                Bizi takip eden okurlarımız anımsayacaklardır. Konu ile ilgili olarak daha önce yazdığımız bir yazıda, “Ver federasyonu, al Başkanlığı” pazarlığının yapılmış olabileceğine değinmiştik. Bu konu, şimdi ortaya çıkıyor. Çünkü AKP’nin hazırladığı anayasa taslağında Başkanlık sistemi vurgusu yapılıyor, bu konuda ısrar ediliyor. Daha önce Başkanlık sistemine sıcak bakmayan PKK’nın siyasi uzantısı BDP’liler şimdi bu konuda Hükümet kanadı ile ittifak halindeler.

                                                      MİLLETE DOĞRULARI SÖYLEYİN

                                                      Başbakan Erdoğan’ın “Tek bayrak, tek vatan, tek millet” sözü bu tablo karşısında inandırıcı olabilir mi? Terör örgütünün ne istediği artık açık biçimde görülüyor. Kaldı ki bu istekleri de yeni sayılmaz. Demek ki, bugün barış ortamının sağlanmasında bir takım pazarlıklar var. Bu pazarlıklar sonunda da Türkiye’nin bölünmesi gerçeği ile karşı karşıya gelmiş olacağız.

                                                         Demek ki, bu konuda millet yanıltılıyor, kandırılmaya çalışılıyor. Doğrular milletle paylaşılmıyor. Kamuoyunun tepkisinin giderek artması da boşuna değildir. Son yapılan kamuoyu araştırmalarında AKP’nin oylarının erimeye başlamış olması, yüzde 38’lere kadar düşmesi de ortada doğruların olmadığını gösteriyor.

    e.mail: necdetes@mynet.com

     

                                          

     

            

     

     

  • PKK’nın Kırmızı Çizgileri

    PKK’nın Kırmızı Çizgileri

    izmir_sehit_ailelerinin_kirmizi_cizgileri_h9509

    PKK’nin elde etmeden silah bırakmayacağı şartları (kırmızı çizgileri)

    1- Adı nasıl konulursa konulsun, yerel yönetimlere (Güneydoğu’ya) özerklik verilecek. Bu minvalde:
    a) Valilikler ve belediye başkanlıkları bir kişide toplanacak ve bu yönetici halk tarafından seçilecek. PKK’nin seçimleri kazanacağı 8-16 ilin üzerine bir de ‘süper vali’ seçilecek.
    b) Söz konusu bütün şehirler ve onlara bağlı ilçe, belde, mahalle ve köylere Kürtçe isim verilecek.
    c) Söz konusu illerde mahkemeler başta olmak üzere tüm kamu kuruluşlarında remi dil iki adet olacak. Tüm yazışmalar iki dilde yapılacak.
    d) Bu illerin yerel ihtiyaçlarını yerel yönetimler belirleyecek. Bütçeden buna göre pay ayrılacak.
    e) Özerk bölgelerin güvenliğinden yine TSK sorumlu olmaya devam edecek.
    f) TC’ye bağlı ‘Kürdistan Özerk Bölgesi’ gereğinde Irak, Suriye, İran Kürtlerini himayesi altına alabilecek. Garantör TSK olacak..
    2- Anayasadan ‘Türk’ kelimesi çıkacak.
    3- Yeni anayasa ile birlikte ‘genel af’ geçici madde olarak halk tarafından oylanacak. Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşları Silivri-Hasdal’dakileri, KCK’lileri, her türlü mahkûmu ve tabii ki PKK’yi kendi ‘hür iradesi’ ile affedecek.
    4- Ülkeye demokrasi geldikten sonra Apo da rica minnet üzere özgürlüğüne kavuşacak.
    5- Apo da BDP’ye, ‘RTE bana bir adet 12 kanallı TV kutusu, her gün 1 saat jimnastik hakkı verdi, biz de altında kalmayalım, TBMM’de anayasa oylanırken kendisine ‘Türk usulü partili başkanlık sistemi’ için destek verin’ diyecek!..”

    Gerisi Ballı Börek

  • PKK, TBMM’de kendini aklatmak istiyor…

    PKK, TBMM’de kendini aklatmak istiyor…

     NECDET BULUZ

     

                                                           PKK’ya silah bıraktırıp, barış ortamın sağlanması konusunda AKP iktidarının geniş kapsamlı bir işleyiş planının olmadığı bir kez daha görüldü. Başbakan Erdoğan “Silahlarını bıraksınlar, gömsünler ve ülkeyi terk etsinler. Nereye gideceklerse gitsinler, bunun güvencesini veriyorum” diyor. Bu çağrıyı da süreli yapıyor. Ancak, Kandil ve Türkiye’deki silahlı uzantıları bunu kabul etmiyor.

                                                              Bu noktada bir sıkıntının yaşandığı ve yaşanmakta olacağı da görülüyor. Çünkü 30 yıldır elinde silahı olan, birçok kanlı eylemlere karışmış PKK’lıların silahlarını bırakmış olsalar bile ellerini kollarını sallayarak sınır dışına çıkmaları mümkün müdür? Buna göz yumanlar, bu konuda garanti verenler suç işlemiş olmuyor mu? Bu ülkenin yasaları var, silahlı kuvvetleri var, polisi var, resmi görevlileri var. Suç işlemiş olanların ellerini kollarını sallayarak sınırı geçmelerine seyirci mi kalacaklar?

                                                              ÖRGÜT YASAL GÜVENCE İSTİYOR

                                                               Zaten itirazlar da bu noktada düğümleniyor. Başbakan’ın çağrısına Kandil anında yanıt veriyor. TBMM’den yasa değişikliğin geçirilmesini, bunun güvencesinin sağlanmasını istiyor. Ancak yine de “Bu güvence verilirse sınır dışına çekilmeyi düşünebiliriz” diyorlar. Dikkat ediniz “Silahları bırakırız” demiyorlar.         

                                                               Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç ise, topu MİT’e atmaya çalışıyor ve şunları söylüyor:

                                                               “ MİT yönetecek, emniyet müdahil olacak. Kara Kuvvetleri ve Jandarma kendilerine görev verilirse- verilmeyebilir de- nezaret edecek. Bu, Hükümetin işidir. Parlamentoda zemini yoktur.”

                                                               Kandil’den terör örgütünün elebaşlarından Cemil Bayık yapılmak istenilenlerin kanunsuzluğunu biliyor da, bu işi yöneten Hükümet bilmiyor mu? Kandil bile, yasa çıkmadan tek bir noktaya adım atmayacaklarını söylüyor.

                                                               Bizi göre, yasal güvence de verilse, silahlar bırakılmaz. Yeni istekler ortaya çıkar. PKK’nın hedefi bellidir, istekleri bellidir. Bu işin sonu bölünmeye kadar gider. İşin giderek çığırından çıktığını da görüyoruz. Kamuoyundaki endişe ise giderek artıyor. 30 yıldır dağda eli silahlı grupların birden bire silahlarını bırakıp, gitmeleri mümkün mü? Kaldı ki, PKK’lılar “Biz yenilmedik ki, karşıdan gelen her şeyi kabul edelim” havasındalar. Hatta daha da ileriye gidip” AKP Hükümeti’ne diz çöktürdük” diyorlar. Bir noktada örgüt bütün ipleri AKP Hükümeti’nin eline vermek de istemiyor.  

                                                               MECLİS YOLU İLE PKK’YA AF MI?

                                                               AKP Hükümeti’nin burada yapmak istediği şu:

                                                               Eğer, konu TBMM’ye gelirse, bu kez PKK’ya Meclis yolu ile af çıkarılmış olacak. Böyle bir şeyi muhalefetin ve milletin kabul etmesi mümkün değil. O nedenle, Başbakan da tayfası da suç bile olsa, bu işi TBMM’siz uygulamak istiyor. Bu kez de Kandil’e tosluyorlar. Bu işin “Silahları bırakıp, nereye isterseniz gidin” demekle olmayacağı artık görülmelidir.

                                                               Kandil’deki Cemil Bıyık’ın şu açıklamaları da zaten bizim demek istediklerimizi doğruluyor:

                                                               “ Meclis’in karar alması, yasal düzenleme gerekiyor. Yoksa örgütün adım atması mümkün olmaz. Akil adamların da Hükümet tarafından belirlenmemesi gerekir, tarafsız ve bağımsız olmalıdır. Mesele, PKK ateşkes yapıyor, geri çekiliyor, boşaltıyor, mesele bitiyor biçiminde ele alınıyor. Oysa, mesele bu değil. Ateşkes, gerillanın geri çekilmesi tamamen Kürt sorununun demokratik siyasi çözümünün bir parçası olarak geliştiriliyor. Buna hizmet ederse bir anlamım olacaktır. Bunun da koşulları var. Bunların koşulları yaratılmadan, geliştirilmeden geri çekilme de olmaz. Mesele sanki sadece ateşkes ve gerillanın geri çekilmesi ile çözülecekmiş gibi bir hava yaratılıyor. Türkiye’de yasalar var. Bu yasalara göre Türk ordusuna verilen emirler ve talimatlar var. Şimdi hangi yasa değişti ki, Türk ordusu gerilla çekilirken saldırmasın? Yasalarda herhangi bir değişiklik olmadı, parlamento herhangi bir değişiklik yapmadı. Erdoğan, bu çağrıyı yapabilir ama bu bize güven vermez.”

                                                              “İKTİDAR SUÇ İŞLİYOR”

                                                              İktidarın, bu konuda da sürekli olarak suç işlediğini MHP sürekli olarak dile getiriyor. Böyle bir işte hakim ve savcıları göreve çağırıyor. Aynı sesler ana muhalefet partisi CHP kanadından da geliyor. Sürecin hukuksuz olduğunu söyleyen Emekli Büyükelçi Onur Öymen, Başbakan’ın çağrısına çok sert çıkıyor “Silahları göm, çek git” diyemezsiniz. Bu, işlenen bir suçtur ve Hükümet süreçte sürekli suç işlemektedir. Bu yetkiyi nereden aldınız? PKK’ya TBMM’den af mı çıkardınız? “diye soruyor. Emekli Büyükelçi İnal Batu da, Hükümetin, valileri ve Cumhuriyet savcılarını suç işlemeye davet ettiğini vurguluyor.

    e.mail: necdetes@mynet.com