Etiket: Malta Sürgünleri

Malta Mahkemeleri (Osmanlıca: Devlet-i Âliye Divan-ı Harb-i Örfi), I. Dünya Savaşı sonrası padişah hükûmeti ve işgalci devletler tarafından İstanbul’da kurulan savaş mahkemeleridir.

Malta Sürgünleri 1919 Ocak ayının sonlarında Tutuklulara yöneltilen suçlar arasına Ermeni Soykırımı yapmak da eklendi. Suçlanan 120 kişi, Britanya Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe nezaretinde HMS Benbow gemisi ile Malta adasına götürüldü. Ermeni Tehciri ile ilgili gerek İttihat ve Terakki rejimi gerek İstanbul’da ve Malta’da tutuklu bulunan kişiler hakkında suç kanıtlarının bulunabilmesi için İngilizler tarafından Osmanlı arşivlerinde geniş çaplı araştırmalar yapıldı. Ancak ne zamanın İstanbul Hükûmeti, ne de Malta’daki tutuklular hakkındaki suçlamaları ispat edebilecek nitelikte hiçbir delil mahkemeye sunulamamıştır.

  • Atatürk’ün sadrazama telgrafı

    Atatürk’ün sadrazama telgrafı

    23 Nisan 1920'de açılan TBMM'nin açılmasından 3 ay 20 gün sonra bir telgrafta ne denilmiş? - ahmet izzet furgac pasa

    23 Nisan 1920’de açılan TBMM’nin açılmasından 3 ay 20 gün sonra bir telgrafta ne denilmiş?

    Emperyalizmin dilinden anlayan TBMM Başkanı Mustafa Kemal’in, eski Sadrazam ve Ayan üyesi İzzet Paşa’ya 12 Ağustos 1920 günlü telgrafından:

    – Osmanlı hükümeti eski merkezinin, İstanbul’da mevki ve nüfuzu ve hatta varlık sebebi tamamen yok olmuş bulunmasına rağmen, artık manası kalmayan tehcir ve katliam iddialarıyla yine birtakım vatan evladını asmakta devam ettiği ve İngilizlerin Malta’da tutuklu zevattan on beşini, cani İstanbul hükümetine teslim etmek üzere oraya naklettikleri istihbar edildi.

    Bundaki İngiliz maksadının şu biçareleri de Ferid Paşa ve kanlı avenesine paralattırmak olduğuna zerre kadar şüphe yoktur. 

    Bundan dolayı İstanbul’a nakledilen ve edilecek olan tutuklulardan herhangi birinin düşük İstanbul hükümeti eliyle olsa dahi idamı halinde –Erzurum’da esaretimiz altında bulunan– Kaymakam (Yarbay) Rawlinson dahil olmak üzere elimizde mevcut subay, nefer bütün esir İngilizlerin karşılık olarak derhal idam edilmelerinin kati surette kararlaştırılmış olduğunun da bu vesile ile adı geçen Karargâh’a tebliğine elden geldiğince gayret ve yardım edilmesini bilhassa rica … eylerim efendim.” (ATABE, c.9, Kaynak Yayınları, 2015, s.168.)

  • SOYKIRIMI İDDİASIYLA MALTA’DA YARGILANANLARIN HEPSİ SERBEST BIRAKILMIŞLARDIR

    SOYKIRIMI İDDİASIYLA MALTA’DA YARGILANANLARIN HEPSİ SERBEST BIRAKILMIŞLARDIR

    “SÖZDE ERMENİ” SOYKIRIMI İDDİASIYLA İTTİHAT TERAKKİ YÖNETİCİLERİ MALTA’DA YARGILANMIŞ AMA KANIT BULUNAMADIĞI İÇİN HEPSİ SERBEST BIRAKILMIŞLARDIR.

    Malta Adası belleklerimize bir sürgün öyküsü olarak kazınmıştır. Ancak bu doğru değildir. Malta’da yaşanan olay bir yargılamadır. Birinci Dünya Savaşı sonrasında İngilizler tutukladıkları ve çoğunluğu İttihatçı olan 145 Osmanlı yöneticisini Malta Adası’na göndermiştir. Amaç “Türklerin yargılanıp cezalandırılmalarıdır”. - Maltasurgunleri

    Malta Adası belleklerimize bir sürgün öyküsü olarak kazınmıştır. Ancak bu doğru değildir. Malta’da yaşanan olay bir yargılamadır. Birinci Dünya Savaşı sonrasında İngilizler tutukladıkları ve çoğunluğu İttihatçı olan 145 Osmanlı yöneticisini Malta Adası’na göndermiştir. Amaç “Türklerin yargılanıp cezalandırılmalarıdır”.

    Malta Adası’nda iki yılı aşkın süre tutulan İttihatçılar hakkında “Ermenileri toplu olarak katletmek” suçlamasıyla adli soruşturma açılmıştır. Soruşturmayı Londra’daki İngiliz Kraliyet Başsavcılığı yürütmüştür. Başsavcılığın soruşturması, Sevr Antlaşması’nın “Ermeni katliamı” iddialarıyla ilgili 230 ve 231. Maddeleri’ne dayandırılmıştır. İşgal sürecinde el konulan ve Londra’ya taşınan Osmanlı arşivinin yanında, Amerika’da olduğu varsayılan tüm belgeler taranmış, ötesinde Mısır‘da, Irak’ta, Kafkasya‘da “Ermeni katliamı” kanıtı aranmıştır. Bütün çabalara karşın, bir İngiliz hukuk mahkemesinde geçerli sayılabilecek hiçbir kanıt bulunamamıştır.

    Bunun üzerine İngiliz Dışişleri Bakanlığı, Kraliyet Başsavcılığı’ndan Malta’daki Türkler aleyhine “hukuki bir dava açılamıyorsa siyasi bir dava açılmasını” istemiş, ancak Başsavcılığı ikna edememiştir. İngiliz Kraliyet Başsavcılığı, 29 Temmuz 1921 tarihli bir yazıyla, “eldeki kanıtlarla” Malta’daki Türklerden hiç birinin “Ermeni katliamı” gerekçesiyle cezalandırılamayacağını İngiliz Hükümeti’ne kesin bir dille bildirmiştir. Bunu üzerine İngiliz Hükümeti, Malta’daki tutuklu Türkleri serbest bırakmak zorunda kalmıştır.

    Bu yargılamalar sırasında Ermenilerin en büyük dayanağı olan Mavi Kitap (Blue Book) İngilizlerin elindeydi çünkü bu kitap İngiliz İstihbaratanın bir organı olan Wellington House’un Propaganda Dairesinde görev yapan ünlü tarihçi(!) Arnold Toynbee tarafından hazırlanmıştı. Gerçi iki ciltlik bu kitabın altında Toynbee ile birlikte diplomat Lord J. Bryce’in da imzası vardır ama kitap temel olarak ünlü tarihçi tarafından yazılmıştır. Bu nedenle, kitabın antipropaganda ürünü bir paçavra olduğu bilindiğinden asla ona başvuru yapılamamıştır. Nitekim, Toynbee de, daha sonra yayınladığı bir başka kitapta Mavi Kitap’ın “savaş propagandası” olduğunu açıkça kabul etmiştir. Kitapta canlı şahit olarak gösterilen insanların hepsinin Ermeni Taşnaksutyun Partisi üyeleri oldukları ortaya çıkmıştır.

    Şimdi kalkmışlar meclislerinde aldıkları kararlarla ya da açıklamalarla Türkleri soykırımcı ilan etmeye, haksız biçimde alnımıza kara çalmaya kalkıyorlar. Alçaklık, namussuzluk emperyalistlerin karakteridir. Bu kara soylu Türk ulusunun alnına sürülemeyecektir! Çünkü alçakça bir yalan olduğu tarihte kanıtlanmıştır!

    Yararlanılan temel kaynak: Uluç Gürkan, “Ermeni Katliamı Suçlaması Yargılama ve Karar”, 1. Baskı 2015, Kaynak Yayınları, Istanbul.

  • MALTA’DA SÜRGÜN SOHBETLERİ ….

    MALTA’DA SÜRGÜN SOHBETLERİ ….

    MALTA’DA SÜRGÜN SOHBETLERİ …. - Maltasurgunleri
     Malta Sürgünleri

    MALTA’DA SÜRGÜN SOHBETLERİ ….

    Ülkelerini kötü yönetenlere, tarih sayfalarından “MALTA SÜRGÜNLERİ” cevap veriyor!

    Bu akşam okuduğum kısa bir duvar yazısı olan,
    “Keşke ananın o akşam başı ağrısaydı” paylaşımı, bana tarih sayfasından bir pasajı hatırlattı.

    Aklıma gelen, Malta Sürgünleri” oldu.

    Malta sürgünleri arasında kimler yoktur ki!

    Malta Sürgünleri arasında, Ziya Gökalp ‘ten Enver Paşa’nın babasına kadar, İngilizler tarafından yakalanabilen İstanbul’un yurtsever aydınları vardır.

    1. Dünya Savaşı’nda, Mustafa Kemal Paşa, Osmanlı’yı Çanakkale’de galip çıkarsa da, büyük müttefikimiz Alman İmparatorluğu mağlubiyeti kabul ettiğinden, müttefiki Osmanlı İmparatorluğu’da mağlup sayılır ve İstanbul İttifak Güçleri tarafından işgal edilir.

    İngilizler o dönemin ve Anadolu’ya Mustafa Kemal Paşa’nın yanına kaçamayan aydınlarını tutuklayıp, Malta adasına sürgüne gönderirler.

    Malta Sürgünleri “Sözde Ermeni Soykırımı” davasından yargılanırlar.

    Bu yargılamalar sonucu, “Tehçir’in soykırım olmadığı” kararı çıkar ve Malta Sürgünleri’nin tamamı beraat ederler.

    Malta Sürgünleri, boş zamanlarda, tavla arasında “erkek sohbetleri de” yaparlar.

    Kimisi ilk aşkını, kimisi de yaptığı son hovardalığı anlatır.

    Enver Paşa’nın babasına da sorulur?

    Enver Paşa’nın babası da dindar bir adamdır ve der ki: “Ben harama hiç uçkur çözmedim.”

    Eeee, yanındakiler durur mu!

    Üç Paşa’dan biri olup Osmanlı’yı Alman İmparatorluğu’nun yanında 1. Cihan Harbine sokan Enver Paşa’ya hınçları büyüktür.

    Ve Enver Paşa’nın babasına dönüp derlerki: “Keşke o gece de anasına uçkur çözmeseydin”.

    Remzi Uysal
    Lübeck, 18.4.2021

  • 24 Nisan Yaklaşıyor Ermeni Diasporası Uyumuyor

    24 Nisan Yaklaşıyor Ermeni Diasporası Uyumuyor

    Beş  gün sonra 24 Nisan. Türkiye’nin gündemi salgın sebebiyle çok yoğun. Fakat ABD’de 24 Nisan’da ABD Başkanı Trump acaba ne diyecek diye ağzına bakmayalım. Herhalde gerekli önlemleri hükümet alıyordur ama ben yine de hatırlatmakta yarar görüyorum. Sözde soykırım  yalanlarını  Ermeni diasporası bu yıl  Corona virüsten fırsat bularak gündeme getirebilecek mi?  Gündeme getirmek isteyecekler fakat  sesleri bu defa az çıkacaktır.

    Bununla beraber  bundan vazgeçmeyecekleri kesindir. Kanada Ermeni toplumu Ermeni soykırımının 105’nci yıldönümü anma törenini online takip edecek. Kanada Ermeni Davası Konseyi ve Ermeni Devrimci Federasyonu Gençler Birliği Facebook sayfalarında anma törenini yayınlayacaklar. Yayın 24 Nisan’da saat 12:00’de başlayacak. Yayın sırasında Kanada Ermeni toplumunun önde gelen isimleri, din adamları, siyasetçiler konuşma yapacak. Ayrıca, sözde Ermeni Soykırımına Kanada’nın yankısı ve sergilediği insani destek hakkında kısa bir film gösterilecek.

    Ermeni tehcirini sözde soykırım olarak kabul eden ülke sayısı 2019 yılı sonunda 31’e yükselmiştir. ABD Temsilciler Meclisi’nin ardından Senato da  sözde Ermeni soykırımı iddialarını resmen tanıyan  karar tasarısını kabul etmiş fakat Türkiye’nin etkin girişimleri sonucunda Trump tehciri soykırım olarak tanımlamaktan vazgeçmiştir.

    Sözde soykırım  iddialarını tanıyan ülkeler şunlardır: Almanya, Arjantin, Avusturya, Belçika, Bolivya, Brezilya, Bulgaristan, Kanada, Şili, Kıbrıs Rum Yönetimi, Çekya, Ermenistan, Fransa, Yunanistan, İtalya, Libya, Litvanya, Lübnan, Lüksemburg, Hollanda, Paraguay, Polonya, Portekiz, Rusya, Slovakya, İsveç, İsviçre, Suriye, Vatikan, Venezuela, Uruguay. Bu ülkeler aşağıda koyu renkle gösterilmiştir. ABD’de de 50 eyaletten 49’u 1915’te yaşananları “Ermeni soykırımı” olarak kabul etmiştir.

    Kaynak:https://tr.euronews.com/2019/12/12/1915-olaylarini-ermeni-soykirimi-olarak-hangi-ulkeler-resmen-taniyor-abd-senato-tasari?utm_source=harberler&utm_campaign=feeds_news&utm_medium=referral

    105 yılı bulan bu süreçte Türkiye’den aynı süreklilikle ve  yoğunlukta karşı lobicilik faaliyetleri yapılmadığı için bu sayı her an  artabilir. Çünkü, Ermeni isyanları her ne kadar 93 Harbi’nden sonra  artmaya başlamış olsa da Rusya ve Batılı ülkelerin kışkırtmasıyla 3 Kasım 1839 Tanzimat Fermanı’nın ardından sosyal amaçlı görünümü ile kurulan dernekler tarafından başlatılmış, 23 Temmuz 1908’de ilan edilen II. Meşrutiyet’e kadar aralıksız olarak devam etmiştir.

    14 Nisan 1909’da Adana’da Ermeni isyanı başlamış, Ermenilerin Adana’da başlattıkları isyan domino etkisiyle önce bölgesel ardından bütün Anadolu’ya yayılmıştır. 1877-1878 Osmanlı Rus Harbi’nden (93 Harbi) 24 Nisan 1915 Tehcir Kararı’na kadar geçen sürede Ermeni komitacıları; Kafkas, Kars, Ağrı, Doğu Beyazıt, Ardahan, Erzurum, Erzincan, Sivas, Yozgat, Merzifon, Tokat, Trabzon, Bitlis, Bingöl/Kiğı, Harput (Elazığ), Malatya/Arapgir, Diyarbakır, Adana, Sis (Kozan), Haçin (Saimbeyli) Kayseri, Zeytun, Maraş, Van, Urfa  ve Sason başta olmak üzere  isyan hareketleri başlatmışlardır.

    21 Temmuz 1905 tarihinde Padişah  İkinci  Abdülhamit’e suikast  girişiminde bulunulmuş, bu bölgelerde genç-yaşlı, kadın-çocuk Müslüman ahali katledilmiş, gasp, yağma ve tecavüzlerle halka korku ve yılgınlık vererek bölgeden kaçmaları ve demografik yapının lehlerine değişmesine çalışılmıştır.

    Devam eden Ermeni olayları  sebebiyle  Talat  Paşa 24 Nisan 1915 günü önemli bir karar almıştır. 15 Nisan 1915’te bütün valiliklere gönderilen bir yazı ile Ermeni komitelerinin kapatılmasını, evraklarına el konulmasını, komitelerin ileri gelenlerinin, zararlı faaliyetlerde bulunan Ermenilerin ve bulundukları yerlerde ikametleri mahzurlu görülenlerin tutuklanması istenmekte ve bu tedbirin komitelerin teşebbüslerini engellemeye dönük olduğu ifade edilerek Müslüman halk ile Ermeniler arasında bir karşılıklı çarpışma olmaması için hassas davranılması talimatı verilmiştir.

    Sevk ve İskan Kanunu 27 Mayıs 1915 tarihinde çıkarılarak 30 Mayıs 1915 ve 7 Ekim 1915 tarihli Talimnamelerle uygulama esasları  belirlenmiştir. Tehcir bölgesi olarak  Musul, Halep ve Suriye  tespit edilmiştir. Kanun’da   azınlık adı  belirtilmemiş,  Ermenilerin tamamı tehcire tabi tutulmamıştır. Tehcir öncelikle Gregoryen Ermeniler için uygulanmış, Katolik ve Protestan olanlar, Duyun-ı Umumiye’deki görevliler, memur, asker, mebuslar ile aileleri, demiryolu işçileri ve aileleri  müttefik ülke vatandaşı Ermeniler başlangıçta tehcirden muaf tutulmuştur.

    Sevk ve İskan Kanunu  Anadolu ve Trakya bölgelerinden 23 vilayetmutasarrıflık ve liva’yı kapsamıştır. Buralardan  Erzurum, Erzincan, Sivas, Elazığ, Van ve Diyarbakır illerinde yaşayan Ermenilerin güney vilayetlerine sevkine hemen başlanmıştır. Mısır’daki İngiliz Askeri Ofisi’nden Sir Somerset Arthur Gouch Calthorpe’e gönderilen mesaja göre; Talat Bey’in talimatı üzerine 500’ü Taşnak, 500’ü Hınçak, 800’ü Ramgavar partizanının tutuklandığı,  tutuklanan Ermenilerin Müttefik ordularına hizmet eden Ermeni gönüllüleri ve Müslüman katliamı sorumluları olduğu açıklanmıştır.

    Calthorpe,  Birinci  Dünya Savaşı sonunda İtilaf Devletleri Akdeniz donanması komutanı olarak Mondros Mütarekesi’ni imzalamış,  Kurtuluş Savaşı yıllarında İstanbul’da İngiliz yüksek komiseri olarak görev yapmıştır. Osmanlı yönetimine direniş yanlısı subayların halkı silahlandırmaması yönünde baskı yapmış,  Haziran ve Temmuz 1919’da Harbiye Nezareti’ne gönderdiği yazılarla  Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’dan geri çağrılmasını istemiştir. 5 Ağustos 1919’da İstanbul’dan ayrılmış 1937 yılında  Londra’da ölmüştür.

    Osmanlı Hükümeti’nin cephe gerisini güvene almak amacıyla almış olduğu tehcir kararı isyanları engellemeye yetmemiş, 2 Mayıs 2015 tarihinden sonra  Zeytun Bölgesi ve Maraş’ta ardından Van’da büyük ayaklanmalar başlamıştır. 1914 yılı resmi rakamlara göre devlet nüfusu 18,520.016 olan Osmanlı Devleti’nde 1.294.851 Ermeni (1,161.169 Gregoryen, 67.838 Katolik, 65.844 Protestan) vardır. Müslüman nüfus ise 15,044.846’dır. (Bülent Bakar, “Ermeni Tehciri”, s.60)

    O dönemde 400 bin Ermeni’nin tehcirine karar verilmiştir. Osmanlı  hükümeti  Anadolu’nun yarısına denk gelen bir  alanı Ermenilerin bölmesine fırsat vermemek için o günün şartlarında olması gerekeni yapmıştır. Ermeniler arasında  az da olsa Osmanlı Devleti’ne sadık kalan  doktor ve subay olarak  savaşan Ermeniler de vardır. Çanakkale’de  hayatını kaybeden her 100 Türk askerinden birisi gayrimüslim yani Ermeni, Yahudi, Rum kökenliydi. (Ömür Çelikdönmez; “Çanakkale Gazisi Dacat Derderyan Oğlu Tarihi Durduran Adam Ara Güler’in Ardından!” 18.10.2018. https://kafkassam.com/canakkale-gazisi-dacat-derderyan-oglu-tarihi-durduran-adam-ara-gulerin-ardindan.html)

    Ermenilerin her 24 Nisan’da 9 Aralık 1948 tarihli Birleşmiş Milletler  Genel Kurulu’nda 260 (III) sayılı karar ile kabul edilen ve 12 Ocak 1951’de yürürlüğe giren “Soykırım Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına Dair Sözleşme”  kapsamına Ermeni tehciri girmemektedir ama  Türkiye’ye baskı yapmak amacıyla  Ermeniler  tarafından kullanılmaktadır. 1918 yılında kurulan Ermenistan’ın ilk Başbakanı Ovanes Kaçaznuni’nin itiraflarını (Ovanes Kaçaznuni; Taşnak Partisi’nin Yapacağı Bir Şey Yok (1923 Parti Konferansı’na Rapor”, Ermeni Belgeleriyle Ermeni Soykırım Yalanları-1, çeviri Arif Acaloğlu, Kaynak Yayınları, 9. Basım, İstanbul )  okumadıkları için Türklere iftira atmaya devam etmektedirler.

    Boğazlıyan Kaymakamı Mehmet Kemal Bey’in 10 Nisan 1919 Perşembe günü Beyazıt Meydanı’nda  soykırım suçlamasıyla idam edildiğini  genç nesiller unutmasın.  İdamdan önce usulen  son sözü sorulan  Kemal Bey’in  “Sevgili vatandaşlarım! Ben bir  Türk memuruyum. Aldığım emri yerine getirdim. Vazifemi yaptığıma vicdanım emindir. Sizlere yemin ederim ki, ben masumum. Son sözüm bugün de budur, yarın da budur. Ecnebi devletlere yaranmak için beni asıyorlar. Eğer adalet buna diyorlarsa kahrolsun böyle adalet” dediğini de hatırdan çıkarmasın. Kemal Bey, idamından önce yetkililere verdiği vasiyetnamesinin 7. maddesini şöyle yazmıştır: “FERT ÖLÜR, MİLLET İSE YAŞAR VE İNŞALLAH TÜRK MİLLETİ YAŞAYACAK…”  

    Batı dünyasında en fazla Ermeni diasporasının bulunduğu ülkelerden biri olan Fransa’da sözde Ermeni soykırımını tanıması için  büyük çaba harcayan Patrik Deveciyan  Paris’te  20 gün önce 29 Mart 2020 tarihinde   ölmüştür. Avrupa Parlamentosu’nda  18 Haziran 1987 tarihinde  alınan ve Türkiye’nin sözde soykırımı tanımasını öngören tasarının arkasında Patrik Deveciyan vardı.

    Başta ABD ve  Fransa olmak üzere batı dünyası  tehciri soykırım olarak Türkiye’ye kabul ettirmek için çaba gösterirken büyük Ermenistan idealistlerinden ve İnterpol tarafından (1994 Bakü metro bombalaması suçu) tüm dünyada aranan Zori Balayan 1995 yılında yayınlanan Ruhumuzun Canlanması (Heaven and Hell,  Los Angeles 1997, Yerevan 1995 kitabında (s. 260-262) Hocalı’da  soykırım  yapıldığını itiraf etmektedir ama  Batı dünyası bu itirafı görmezden gelmektedir. Yukarıda sayılan 31 devlet Azerbaycan topraklarını işgal eden ve Hocalı’da  soykırım yapan Ermenileri görmezden gelmektedir.

    Zori Balayan’ın kitabındaki itirafları kan dondurucudur. “Arkadaşımız Haçatur’la ele geçirdiğimiz eve girerken askerlerimiz 13 yaşında bir Türk çocuğunu pencereye çivilemişlerdi. Türk çocuğunun bağırışları çok duyulmasın diye, Haçatur çocuğun annesinin kesilmiş memesini çocuğun ağzına soktu. Daha sonra 13 yaşındaki Türk’e onların atalarının bizim çocuklara yaptıklarını yaptım. Başından ve karnından derisini soydum. Saate baktım, Türk çocuğu yedi dakika sonra kan kaybından öldü.  İlk mesleğim hekimlik olduğu için hümanist idim, bunun için de Türk çocuğuna yaptığım bu işkencelerden dolayı kendimi rahatsız hissetmedim. Ama ruhum halkımın yüzde birinin bile intikamını aldığım için sevinçten gururlanırdı. Haçatur daha sonra ölmüş Türk çocuğunun cesedini parça parça doğradı ve bu Türk’le aynı kökten olan köpeklere attı. Akşam aynı şeyi üç Türk çocuğuna daha yaptık. Ben bir Ermeni vatansever olarak görevimi yerine getirdim. Haçatur da çok terlemişti, ama ben onun gözlerinde ve diğer askerlerimizin gözlerinde intikam ve güçlü hümanizmin mücadelesini gördüm. Ertesi gün biz kiliseye giderek 1915’te ölenlerimiz ve ruhumuzun dün gördüğü kirden temizlenmesi için dua ettik. Ancak biz Hocalı’yı ve vatanımızın bir parçasını işgal eden 30 bin kişilik pislikten temizlemeyi başardık.” (https://www.turkishnews.com/tr/content/2018/02/23/hocali-soykirimini-kinamayan-halil-berktayi-tbmmde-onurlandirmak-dogru-mu/)

    Agos Gazetesi 10 Mart 2012   tarihinde  böyle bir kitabın ve kitapta bu ifadelerin yer almadığını şöyle  açıklamıştır: “Türkiye’de son günlerde, Hocalı katliamı anmasındaki nefret sloganları ve pankartlarının yarattığı tartışmada sıkça kullanılan ve Zori Balayan’a ait olduğu iddia edilen kitabın gerçekte var olduğuna dair ortada hiçbir kanıt yok.”

    AGOS’un  iddiası geçersizdir. Çünkü Wikipedia aksi görüştedir. Ayrıca J. Searle-White’ın “The Psychology of Nationalism”  isimli kitabının iki dipnotunda Zori Balayan’a atıflar vardır. Fakat bir gerçek vardır ki inkar edilemez. Ermeni Armeniapedia sitesinde   “Cennet ve Cehennem”  (Erivan 1995) adıyla kitap yer almış, kendisi  “Romancı, Gazeteci, Spor Doktoru, Gezgin, Spor Uzmanı, 1972 Ermenistan Yazarlar Birliği Üyesi, 10 Şubat 1935 doğumlu, Stepanakert , Gharabagh” olarak tanıtılmıştır.

    ABD Başkanı Donald Trump, geçen yıl 24 Nisan açıklamasında 1915 olayları için  “Büyük Felaket” anlamına gelen “Meds Yeghern”  demiştir ama bu yıl Ermeni oylarını kaybetmemek için soykırım (genocide) diyebilir. Beyaz Saray’dan 1915 olayları ile ilgili yapılan açıklamanın altında ABD Başkanı Donald Trump’ın imzası bulunmadığı  açıklanmıştır. Önceki yıllarda Beyaz Saray tarafından yapılan yazılı açıklamanın altında ABD Başkan’ının imzası yer alıyordu.

    ABD’de seçimler  3 Kasım 2020 Salı günü yapılacaktır. Aynı gün, 435 sandalyeli Temsilciler Meclisi’nin tamamı için de oy kullanılacak, Senato’nun 100 sandalyesinin 33’ü için seçmen oy kullanmış olacaktır. Birçok eyalette valilik ve eyalet meclisi seçimleri de yapılacaktır. Herhalde yetkiler bu konuda gerekli girişimleri yapıyorlardır. Geçen yılki 24 Nisan’da ABD Cumhurbaşkanı Trump’ı Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tehdit ettiğini ABD basını yazmıştı.

    Her 24 Nisan’da bir de uyduruk ve gerçek dışı  1,5 milyon Ermeninin öldürüldüğü iddia edilmektedir. Oysa bu büyük bir yalandır. Tarihi belgelere gitmeye gerek yoktur. Şimdiye kadar  hiçbir siyasetçi  bu rakamın Auschwitz- Birkenau toplama kampının önündeki tabelada   olduğunu ve Ermenilerin bunu buradan çaldıklarını söylememiştir.  Tabeladaki  1,5 milyon Yahudi 1,5 milyon Ermeni olarak değiştirilmiştir.

    Birinci  Dünya Savaşı sonrasında İtilaf Devletleri ile Osmanlı İmparatorluğu arasında 10 Ağustos 1920 tarihinde  Paris’in batı banliyösü Sevr (Sevres)  kasabasındaki Seramik Müzesi’nde (Musée National de Céramique) imzalanmıştır. Bu müze, Türkiye için Anlaşma’nın imzalandığı yer olması bakımından önemlidir.

    Bir diğer önemi de, Ermenilerin müzenin önüne 8 Mart 2001 tarihinde  sözde Ermeni soykırım anıtı dikmesidir. Anıtın üzerinde tarafımdan çekilen fotoğrafta da görülebileceği gibi “1915’te Jön Türk Hükümeti tarafından katledilen 1,5 milyon Ermenin anısına” yazılıdır. Açıkçası 1,5 milyon rakamı Auschwitz-Birkenau toplama kampının önündeki anıtta yazılıdır: “…ABOUT ONE AND A HALF MILLION MEN, WOMEN AND CHLDREN MAINLY JEWS FROM VARIOUS COUNTRIES OF EUROPE” (Cengiz Özakıncı, ABD Soykırım Anıt-Müzesi’nde Türkiye’yi Suçlayan Sahte Hitler Yazıtı )

    Anıtın dikilmesine izin veren Fransa, başta Paris Büyükelçimiz İsmail Erez ile şoförü Talip Yener (24 Ekim 1975), Oktar Cirit, Yılmaz Çolpan, (22 Aralık 1979), Reşat Moralı (4 Mart 1981), Tecelli Arı (4 Mart 1981) ve Cemal Özen’i (24 Eylül 1981) koruyamamış ve 7 Türk diplomatının Ermeni terör örgütü ASALA tarafından şehit edilmesini görmezden gelmiştir.

    Müzenin önüne sözde Ermeni soykırım anıtı dikilmesinin sebebi şudur: “Biz Ermeniler Türkiye Cumhuriyetini kuran Lozan Anlaşmasını tanımıyoruz. Bizler Sevr Anlaşması’nın halen yürürlükte olduğunu kabul ediyoruz. Çünkü Sevr’de büyük Ermenistan vardır.”

    Ermenistan, Türkiye’nin doğu sınırlarını tanımamakta ve Ağrı dağını kendi toprağı olarak görmektedir. Fransa, 24 Nisan 2003 tarihinde Paris’te Kanada meydanına Gomitas Sogomonyan adına  bir sözde Ermeni  kin anıtı dikilmesini de onaylamıştır.

    Türkiye sözde Ermeni yalanları karşısında hep savunmada kalmaktadır. Ermeni terör örgütü ASALA tarafından şehit edilen aşağıdaki şehitlerimiz gündeme getirilmemektedir. Bu kapsamda Türkiye neden Paris Büyükelçiliğimizin olduğu küçücük ve daracık  Rue d’Ankara caddesine, Büyükelçilimizin kapısının tam karşısına neden  terör örgütü ASALA tarafından Bir Hakeim Köprüsü’nde pusuya düşürülerek şehit edilen Büyükelçi İsmail Erez ve makam şoförü Talip Yener‘in anıtları dikilmiyor?

    Eğer Fransa buna itiraz ederse neden Sevr Anlaşması’nın imzalandığı  Sevr Porselen Müzesi’nin  önüne Ermeni soykırım anıtı dikildiği sorgulanmıyor? Neden Ankara’nın en seçkin semti Çankaya’daki Paris Caddesi, Ankara’nın uzak bir semtine tıpkı Paris’teki Rue d’Ankara’nın uzunluğunda bir  kısa caddeye  Paris ismi verilmiyor?

    Ankara Belediyesi neden bu konuyu gündemine almıyor? Eğer belediyenin yetkisi sınırlı ise, Dışişleri Bakanlığı ile  neden temasa geçilmiyor? Eğer Türkiye’nin girişimi reddedilirse neden misilleme yapılmıyor?  Paris’te 1985-1990 yıllarında görev yaptım. ASALA ve PKK terör örgütlerinin Türk diplomatlarını nasıl tehdit ettiklerine tanık olan biri olarak bu teklifi yapıyorum.

    Bu şehitler arasında rahmetli Haluk Sipahioğlu ile Paris’te OECD Büyükelçilimizde 2 yıl birlikte görev yapmıştık. Eskişehir İTİA’nin kıdemli öğretim üyelerinden Yusuf Ziya Binatlı, rahmetli Haluk Sipahioğlu’nun dayısıydı. Yusuf hocayı çok yakından tanıdığım için  aramızda çok yakın bir ilişkimiz  olmuştu.

    Bilal Şimşir’in “Malta Sürgünleri” adlı kitabında dediği gibi “Ermeni katliamı” iddiası hukuki açıdan Ağustos 1921’de çökmüştür. (Şimşir, s. 21) 1933’de Nazilerin yakmaya başladıkları kitapların yazarı  Yahudi  kökenli Stefan Zweig’ın “Akıl ve siyaset nadiren aynı yolda buluşur” sözü günümüzde Ermeniler için geçerliliğini koruduğu sürece,  sözde Ermeni soykırımı  gündemden düşmeyecektir.

    Bunun için 24 Nisan 2020 tarihinden önce mutlaka çok etkili bir girişim yapılmalıdır. Başkan Trump geçen yıl dememişti ama bu yıl üzerindeki baskıyı hafifletmek için Ermeni tehcirine “soykırım” (genocide) diyebilir. Türkiye şimdiye kadar hep savunmada kalmıştır. “Arşivlerimizi açtık gelin bakın” politikasını bir an önce bırakmamız gerekir.

    Alınan sözde Ermeni soykırım kararlarına da artık “yok hükmündedir” demeyi bırakmalıyız. Çünkü bizim dememizle bu kararlar yok olmamakta, aksine tarihe geçmektedir. Şimdiden alacağımız bir  teklifim var.  Fransız Yazar Yves Benard,  Fransa  Cumhurbaşkanı Macron’un  aksine Aralık 2017’de Fransa’da yayınlanan kitabında “Ermeni soykırımı yoktur”  görüşünü savunmuştur.

    Benard, incelediği belgelerin  sözde Ermeni soykırımı  iddialarını çürüttüğünü şöyle  açıklamaktadır: “Soykırım yoktur, iki taraf içinde katledilmişler vardır. Şuna ikna oldum ki aslında Türkler, Ermenilerden daha fazla katliam kurbanı olmuştur.” Kitap, Pantheon Yayınevi tarafından Türk-Ermeni Görüş Ayrılığına Yeni Bakış (Divergences Turco-Armeniennes) adı altında (165 sayfa) basılmıştır.

    Benard, Türkiye’yi gezerek araştırma yapmış ve Türk toplumu hakkında adalet yerini bulsun dileğinde bulunmuştur.  Yazar, “Bu kitabı yayınlatmakta çok zorlandım. 2009 yılında çıkardığım ilk kitap sadece bir hafta raflarda kalabilmişti. Çünkü yayınevi üzerinde çok büyük baskı vardı. Korktular ve yayını durdurmaya karar verdiler. Şimdi, öyle görünüyor ki artık daha kolay yayınlanabilecek bir konu. Bu sefer çok kolaylıkla bir yayınevi buldum. Oysaki ilk kitabım için en az 60 yayıneviyle irtibata geçmiştim. O dönemde yayınevlerinin yarısı olumsuz cevap vermiş, diğer yarısı ise cevap vermeye bile gerek duymamıştı” demiştir.

    Kitap hakkındaki  değerlendirme  şöyledir: “Bu belgeler, uzun söyleşilerden çok gerçek anlamda olayların nasıl gerçekleştiğini, anlaşılır ve açık bir şekilde sizlere aktaracaktır.  Belgeler; diplomatlar, gazeteciler, subaylar, din adamları ve  teröristlerin   açıklamaları ve de Fransızlar tarafından  Ermeniler lehine yorumlanan Türk-Ermeni trajedisine farklı bir bakış açısı getirmektedir. Onların görüşlerine  inanmak kolaydır.  Oysa gerçekleri kabul ettirmek çok daha zordur. Birinci Dünya Savaşı başladığında, her yerde ölümün ve acının hüküm sürdüğü bir dönem başlamıştır. Türkiye her tarafta kuşatılmış durumdadır ve savaşabilecek durumda olan erkekler, kadınları, çocukları ve yaşlıları geride bırakarak  savaşa çağrılmışlardır.  Ermeni milisler,  isyan ederek savunmasız sivillere karşı  korkunç, acımasız ve barbarca bir imha  gerçekleştirmişledir. Tasniflenmiş ve güvenilir bir arşivden desteklenen bu kitap, Türk-Ermeni çatışmasının az bilinen bir gerçeğini gün yüzüne çıkartmıştır. Ermenilerin sorumlu olduğunu gösteren belgeler, karanlık bir tarih sayfasını gözler önüne sermektedir. Fransız ders kitaplarının önemli bir gerçeği gözden kaçırdığına inanan Yves Bénard, belgeler için önemli bir araştırma gerçekleştirmiştir. Türkiye’yi inceleyerek ve çok sayıda araştırma  yaparak,  adaletin ortaya çıkmasına katkıda bulunmuştur.”

    “Ces documents, mieux que de longs discours, vont vous exposer le déroulé des événements tels qu’ils se sont passés réellement. Ces témoignages émanant de diplomates, de journalistes, d’officiers, d’ecclésiastiques, de terroristes méconnus des Français donnent un tout autre regard sur la tragédie turco-arménienne et démontrent à quel point, il est aisé de faire croire à l’opinion mondiale ce que l’on veut, au détriment de la vérité qui est tout autre !  Lorsque la première guerre mondiale éclate, commence une funeste période semant partout mort et souffrance. La Turquie est assaillie de toutes parts et ses hommes valides sont appelés à combattre, laissant derrière eux femmes, enfants et vieillards. En pleine rébellion, les miliciens arméniens orchestrent alors un plan d’extermination. Une véritable folie meurtrière donnant lieu à des actes de barbarie indescriptibles, n’épargnant rien à ces civils sans défense. Présenté dans un ensemble structuré et appuyé d’archives essentielles, l’ouvrage met ainsi en lumière un fait méconnu du conflit turco-arménien. Démontrant que les Arméniens ont leur part de responsabilité, il révèle ici une page sombre et inattendue de l’histoire. Convaincu que les manuels scolaires français font l’impasse sur un fait capital, Yves Bénard a mené une quête de documents périlleuse. C’est en arpentant la Turquie et en réalisant un travail de recherche conséquent, qu’il démontre sa volonté de rendre justice à un peuple attachant.”

    Fransızca kitap Amazon’da $15.90 fiyatına satılmaktadır. Keşke  İngilizce’ye çevrilerek ABD’de Temsilciler Meclisi üyelerine ve Senatörlere  Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir tanıtıcı yazısı ile  birlikte dağıtılsa, çok yararlı olur düşüncesindeyim.

    Kitap  Ermenilerin lehlerine olsaydı  hemen İngilizce’ye çevirirler ve  dünya kamuoyu ile  paylaşırlardı. Bu konuda  TOBB Başkanı sayın Rifat   Hisarcıklıoğlu mali destekte bulunabilirse,  kitabın telifi ödenerek İngilizceye çevrilme sorumluluğunu almaya hazırım. Bu tartışmayı web’de görüntülemek için bkz.

     

     

     

     

     

  • Büyük Devletlerle İlişki Kurmak Ayı İle Yatağa Girmeye Benzer

    Büyük Devletlerle İlişki Kurmak Ayı İle Yatağa Girmeye Benzer

    Rahmetli İsmet İnönü bir söyleşisinde  “büyük devletlerle ilişki kurmak, ayı ile yatağa girmeye benzer. Uyurken bile gözün açık olacak”  (Hulusi Turgut 1961) demişti. Çok doğru söylemiş. ABD   Temsilciler Meclisi’nde sözde Ermeni soykırımının tarihinde görülmemiş bir oy çokluğu ile kabul edilmesinden saatler önce Turkish Forum’da yayınlanan  “Sınır Ötesi Harekatın Bedeli Sözde Ermeni Soykırımının ABD Tarafından Tanınması Olmamalıdır” başlıklı yazım  gerçek olmuştur.

    Türkiye, BM Anlaşması’nın 51’nci maddesine göre Suriye’ye  müdahale etmiştir: “Bu anlaşmanın hiçbir hükmü, Birleşmiş Milletler üyelerinden birinin silahlı bir saldırıya hedef olması halinde, Güvenlik Konseyi uluslararası barış ve güvenliğin korunması için gerekli önlemleri alıncaya  kadar, bu üyenin doğal olan  kişisel ya da kolektif meşru müdafaa hakkına halel getirmez.”  Türkiye, PKK’nın ve onun uzantıları olan PYD/YPG’nin saldırılarına  maruz kalınca onların   silahlı saldırılarına  meşru müdafaa  kapsamında karşılık vermiştir.

    ABD Başkanı Donald Trump  Barış Pınarı Harekatı’nın başladığı 9 Ekim’de Cumhurbaşkanı  Erdoğan’a Suriye’nin kuzeydoğusundaki durumla ilgili anlaşma çağrısı yaptığı mektupta  Türkiye’nin askeri operasyonuna yeşil ışık yakmadığını açıklamış, Cumhurbaşkanı  Erdoğan’a “ağır” bir mektup yazdığını söylemiştir. Trump  Temsilciler Meclisi’nde azınlık lideri Cumhuriyetçi Kevin McCarthy‘den mektubun kopyasını masadakilere dağıtmasını istemiştir.

    Mektupta Trump Cumhurbaşkanı Erdoğan’a, “Eğer bu işi doğru ve insani bir şekilde yaparsanız tarih de sizi iyi yazar. Eğer iyi şeyler olmazsa, sizi sonsuza dek hep bir şeytan olarak görürler. Sert adamı oynama. Aptallık etme! Seni sonra arayacağım” demiş, mektubun ekinde Suriye Demokratik Güçleri’nin   sözde komutanı Mazlum Kobani’nin Türkiye ile müzakere etmek istediğini  belirttiği   mektubu da  eklemiştir. Benzer bir mektubu ABD Başkanı   Lyndon B.  Johnson, Kıbrıs’a asker çıkarma yetkisi 16 Mart 1964’te TBMM’de oybirliğiyle  kabul edilince  55 yıl  önce  (5 Haziran 1964)  İsmet İnönü’ye iletilmek üzere ABD Büyükelçisi Raymond Hare’ye  şifreli teleks ile göndermişti.

    Mektupta ;“Tek taraflı harekete geçemezsiniz”, “Sovyetler müdahale ederse…”, “Sert tepki göreceksiniz”, “Bizim silahları kullanamazsınız”, “Kıbrıslı Türkleri toptan imha ederler”, “Güvenlik ve refahınızı düşünüyoruz”, “Menfaatinizle alakadarız”, “Geniş çapta muhasamata yol açar” ve “Her türlü kararı geri bırakın” tehditleri yer almıştır. Türkiye’yi ilk ziyaret eden ABD Başkanı Lyndon Baines Jonhson’un mektubunu  Cüneyt Arcayürek  13 Ocak 1966’da Hürriyet gazetesinde yayınlamıştır:

     “Hadiseler yaratan mektubun tam metnini açıklıyoruz .Herkesin merak ettiği mektubu elde edip açıklamak bir gazetecilik görevidir Cüneyt Arcayürek bildiriyor: Aylardır Türk kamuoyu milli bir Kıbrıs konusu ve bu konunun önemli dayanaklarından birisi olan “Amerikan Bileşik Devletleri Başkanı Mr. Johnson’un mektubu” ile yakından ilgileniyor. Biz gazetecilerin üzerine düşen tek görev Johnson’un mektubunu tam metin halinde ele geçirmek ve onu gazetelerimize vermekti. Ben, bugün bu görevi yapıyorum. Bu mektubun nasıl elde edildiği hakkında önümüzdeki günlerde bazı müthiş yorumları ve bağlantıları duyabilir ve okuyabilirsiniz. Çünkü her büyük olay üzerinde insanlar düşünür, konuşur. Johnson’un mektubunun ele geçirilip Hürriyet’te yayınlanması üzerinde de en az Meclis ve Senato’da konuşulduğu kadar laf edilecektir. Ama tarafsız bir gazete olarak Hürriyet, böyle bir mektubu ele geçirip yayınlamak suretiyle yaptığı gazetecilik görevinden sadece, şeref duyar.” 

    15 Ocak 1966‘da dönemin iktidarı, İnönü’nün verdiği  cevabı da  açıklamak zorunda kalmıştır. İnönü Johnson mektubuna verdiği cevapta, “mektubun gerek yazılış tarzı, gerekse içeriği bakımından hayal kırıcı olduğunu, ittifak münasebetlerine ilişkin konularda önemli görüş ayrılıkları belirttiği” vurgulamış, Time dergisine verdiği röportajda da tarihe geçen şu mesajı vermiştir: “Müttefikler tutumlarını değiştirmezlerse, Batı ittifakı yıkılabilir… Yeni şartlarda yeni bir dünya düzeni kurulur, Türkiye’de orada yerini alır.”  21 Haziran 1964‘te Johnson ile İnönü Washington’da bir araya gelmiş ve Türkiye  Kıbrıs harekatını tam 10 yıl, bir ay ertelemek zorunda kalmıştır.

    ABD’nin Türkiye’yi aşağılayıcı mektupların  sonuncusu ABD Savunma Bakanlığı Vekili Patrickh Shanahan’a aittir.  Shanahan’ın Foreign Policy dergisinde yer alan mektubunda  şu ifadeler  yer almıştır:

    “Türkiye S-400 teslimatını kabul ettiği takdirde F-35 almayacaktır. S-400 tutumunuzu değiştirme seçeneğiniz halen bulunmaktadır. Bu yolda devam[ınız] istihdamda, milli gelirde ve uluslararası ticarette kayıplara neden olacaktır. Kongre’de her iki parti [Cumhuriyetçi ve Demokrat] tarafından S-400 edinmesi halinde Türkiye’ye CAATSA yaptırımları uygulanması konusunda güçlü irade mevcuttur. Bu yolda devam[ınız] istihdamda, milli gelirde ve uluslararası ticarette kayıplara neden olacaktır. Başkan Trump’ın hâlihazırda 20 milyar dolar olan ikili ticaret hacmini 75 milyar dolara yükseltme kararlılığı da, ABD’nin CAATSA yaptırımları ilanıyla tehlikeye düşebilecektir. (Foreign Policy, CIA Library, NY Times)

    Bu  mektup, 55 yıl aradan sonra   ABD’den gönderilmiştir, İlki 5 Haziran 1964,  sonuncusu  6 Haziran 2019.  İki mektup arasında yarım yüzyıl  fark vardır ama üslup aynıdır. ABD Savunma Bakanlığı Vekili  Shanahan‘ın Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar‘a  gönderdiği mektup  tıpkı Johnson  mektubu gibi tehdit edicidir. 1964’te gönderilen ilk mektup ABD Savunma Bakanlığı Vekili tarafından değil, ABD Başkanı tarafından yazılmıştır. Mektup,  CIA kütüphanesinde “gizli” ibaresiyle yer  almış,  “Bir ABD başkanının bir ülke yönetimine böyle bir mektup göndermesinin hata” olarak nitelendirilmiştir.

    ABD’de 29 Ekim’de  1915  Ermeni tehcirini  “soykırım” olarak tanımlayan  karar tasarısı demokratların kontrolündeki Temsilciler Meclisi’nde 435 temsilciden 11 karşı, 3 çekimser oya karşılık 405 oyla kabul edilmiştir: Demokratlar 226,  Cumhuriyetçiler 178, Bağımsız 1 oy. Kongre, 435 temsilci ve 100 senatör olmak üzere toplam 535 üyeden oluşur. Toplam sayısı 435 olan Temsilciler Meclisi üyeleri dar bölge sistemiyle iki yıllığına seçilir. Temsilciler Meclisi sandalyeleri, Amerika Birleşik Devletleri’nin her 10 yılda bir yapılan nüfus sayımı sonuçlarına göre eyaletlere paylaştırılır.

    Kararın onaylanmasıyla birlikte ilk defa  ABD Kongresi’nin bir kanadı 1915 olaylarını “soykırım” olarak  tanımlamıştır. 11 Nisan 2019 tarihinde  Temsilciler Meclisi İstihbarat Komitesi Başkanı ve California  temsilcisi Demokrat Adam Schiff’in sunduğu karar tasarısında, “Temsilciler Meclisi’nin Ermeni soykırımını tanımayı ve anmayı ABD politikası olarak gördüğü” ifade edilmişti. Tasarıda, ABD’nin 1915 olaylarındaki insani yardım çabaları dahil  sözde Ermeni soykırımına  ilişkin eğitimin ve kamu bilgilendirmesinin ABD politikası olarak teşvik edildiği  açıklanmıştı.

    Ermenistan soykırımından bir sahneyi betimleyen 1917 yılına ait  fotoğrafın önünde Adam Schiff  ile  Tayyip  Erdoğan’ı yan yana gösteren fotoğraf  ABD basınında yayınlanmıştır. (Yahoo News photo illustration; photos: Kültür Kulübü / Getty Images / AP)  Agos Gazetesi’nin  “Temsilciler Meclisi Ermeni Soykırımı kararını nasıl aldı?” başlıklı  yazısındaki dikkat çekici tespitler şöyledir:

    “Bu, yıllardır üzerinde konuşulan, defalarca oylanmasına çok yaklaşılıp , son anda baskılar nedeniyle geri çekilen bir tasarı. 2000 yılında alt komisyonlardan geçtikten sonra Clinton Hükümeti’nin  Dışişleri ve Savunma Bakanlığı’nın ciddi telkin ve tepkisiyle tasarı geçmemişti. Daha sonraları ise Başkan Obama ve Hillary Clinton, aynı şekilde yapmış oldukları baskılar sonucu Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi’yi son anda tasarıyı oylamaya koyma kararından caydırmıştı. Bu karara şöyle eleştiriler de geldi: Bu sadece bir ifade, bir karar, yasal bir nitelik taşımıyor. Evet doğru , yasa niteliği taşımayan, sadece Temsilciler Meclisi’nin bir tespiti, dileği ve kanaati. Senato’da iki etkin lider  Teksas Senatörü  Ted Cruz ve Dış İlişkiler Komitesi Başkanı New Jersey Senatörü Bob Menendez, en yakın zamanda benzeri bir karar tasarısını Senato’da oylamaya sunacaklarını açıkladılar.”)

    Temsilciler Meclisi’nde  Türkiye’nin Suriye’ye yönelik harekatı  sebebiyle  yaptırım içeren ve Dış İlişkiler Komisyonu Başkanı Eliot Engel ve Cumhuriyetçi  Meclisi üyesi Mike McCaul tarafından  sunulan  tasarı  da 403 “evet” 16 “hayır” oyla kabul edilmiştir. Türkiye’nin jeopolitik  konumuna  duyarlı olan Amerikan Başkanları, sözde Ermeni soykırımını tanımaktan kaçınmıştır. Bunu yapan tek Başkan 1981’de Ronald Reagan olmuştur. Kongre de benzer soykırım kararları geçmesine rağmen tanıma süreci tamamlanamamıştır. Tasarılara tepki gösteren Türkiye’nin Washington Büyükelçisi Serdar Kılıç  “Yabancı ülke meclislerindeki vekillerin malum lobilerin etkisiyle aldıkları ve alacakları, tarihi gerçeklerden uzak, tarafsız araştırma ve değerlendirmeye ve ilgili ülkelerin arşivlerinde yapılması gereken incelemeye dayanmayan vizyon yoksunu kararları şanlı tarihimize leke süremez” derken, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu,”Karar bizim için yok hükmünde” açıklamasında bulunmuştur.

    Amerikan Ermeni Ulusal Komitesi’nin (ANCA: Armenian National Committee of America) direktörü Aram Suren Hamparian’ın  Yahoo News’e verdiği demeç şöyledir:

    “Washington’a zorbalık yapılmayacağına, ABD’nin politikasının ele geçirilemeyeceğini ve Amerikan prensiplerinin satılmayacağını, bunun Türklere sinyal olacağını  açıklamış ve şu tespiti yapmıştır: Yıllardır  Birinci  Dünya Savaşı sırasında Türklerin katlettikleri  1,5 milyon Ermenin kınanmasını kınayan bir karar,  Kongre’nin alt kanatlarından  geçmemiştir. Milletvekilleri uzun zamandır Ermeni soykırımını tanıyan bir çözüm sözü vermiş olsalar da, Türkiye’nin Ortadoğu’da şiddet içeren aşırılık yanlısı yükselişi ile önemi artmıştır.”

    Hamparian’ın söz ettiği  1,5 milyon  rakamı, Auschwitz- Birkenau toplama kampının önündeki dikili taştan alınmadır.  Sevr (Sevres) Anlaşması’nın imzalandığı  Porselen Müzesi’nin önündeki heykelde de  aynı rakam vardır. Burası, Türkiye için Anlaşma’nın imzalandığı yer olması bakımından önemlidir.  Bir diğer önemi de, Ermenilerin müzenin önüne 8 Mart 2001 tarihinde  sözde Ermeni soykırım anıtı dikmesidir. Anıtın üzerinde tarafımdan çekilen fotoğrafta da görülebileceği gibi “1915’te Jön Türk Hükümeti tarafından katledilen 1,5 milyon Ermenin anısına”  ifadesi vardır.   Auschwitz-Birkenau toplama kampının önündeki anıtta  “…ABOUT ONE AND A HALF MILLION MEN, WOMEN AND CHLDREN MAINLY JEWS FROM VARIOUS COUNTRIES OF EUROPE”  yazılıdır.

    Fransa, ABD ile birlikte sözde soykırım konusunda çok aktif iki ülkedir. Başta Paris Büyükelçimiz İsmail Erez ile şoförü Talip Yener (24 Ekim 1975), Oktar Cirit, Yılmaz Çolpan, (22 Aralık 1979), Reşat Moralı (4 Mart 1981), Tecelli Arı (4 Mart 1981) ve Cemal Özen’i (24 Eylül 1981) koruyamamış ve 7 Türk diplomatının Ermeni terör örgütü ASALA tarafından şehit edilmesini görmezden gelmiştir. Müzenin önüne sözde Ermeni soykırım anıtı dikilmesinin   sebebi şudur: “Biz Ermeniler Türkiye Cumhuriyetini kuran Lozan Anlaşmasını tanımıyoruz. Bizler Sevr Anlaşması’nın halen yürürlükte olduğunu kabul ediyoruz. Çünkü Sevr’de büyük Ermenistan vardır.”  Fransa, 24 Nisan 2003 tarihinde Paris’te Kanada meydanına da Gomitas Sogomonyan adına  bir sözde Ermeni  kin anıtı dikilmesine de onay vermiştir.

    Sevr (Sevres)  Anlaşması, Birinci  Dünya Savaşı sonrasında İtilaf Devletleri ile Osmanlı İmparatorluğu arasında 10 Ağustos 1920 tarihinde  Paris’in batı banliyösü Sevr ( Sevres) kasabasındaki Seramik Müzesi’nde (Musée National de Céramique) imzalanmıştır. Aşağıda Sevr Anlaşmasına  göre Türkiye’ye bırakılan alan gösterilmiştir.

    1917 Balfour Bildirisi, Sevr Anlaşması’nın 95’nci  maddesi ile gerçekleşmiştir. Bildiri, Lloyd George’un başbakanlığındaki  savaş kabinesinde Dışişleri Bakanı olan Arthur Balfour ile başlatılan  ve  Filistin’de bir Yahudi devletinin (İsrail)  kurulmasıyla sonuçlanan girişimdir. Nisan 1920’deki San Remo Konferansı’nın ardından  Birinci  Dünya Savaşı’nın galipleri Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılma ve parçalanma planını kabul etmişlerdir. San Remo Konferansı,  18-26 Nisan 1920‘de, Osmanlı topraklarının paylaşılması ve Osmanlı ile yapılacak olan Sevr Antlaşması’nın şartlarını hazırlamak için, İtalya’nın Sanremo şehrinde toplanan uluslararası  konferanstır. Konferansta; Kürt  sorunu, boğazlar ve Osmanlı’nın borçları görüşülmüştür. İngiliz, Fransız ve İtalyanlar  paylaşım için  gizli bir toplantı yapmışlardır.  Toplantıda  bağımsız bir Ermenistan, özerk bir Kürdistan ve Yunanistan’ın Ege adaları üzerinde kontrolü görüşülmüştür.

    Sevr Anlaşması 10 Ağustos 1920′de İtilaf Devletleri Britanya İmparatorluğu, Fransa, İtalya, Japonya, Ermenistan, Belçika, Yunanistan, Hicaz Krallığı, Polonya, Portekiz, Romanya, Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığı, Çekoslovakya ile Osmanlı İmparatorluğu arasında imzalanmıştır. ABD Osmanlı İmparatorluğu ile savaşmadığı, SSCB ise henüz Milletler Cemiyeti üyesi olmadığı için imzalamamışlardır. Osmanlı heyetinde şu isimler yer almıştır: Eski Maarif Nazırı Bağdatlı Mehmed Hadi PaşaŞura-yı Devlet  reisi Rıza Tevfik Bey ve Bern Sefiri Reşat Halis Bey.

    Sevr Anlaşması’nın 95’nci maddesi şöyledir:Taraflar, 22. Madde hükümlerinin uygulanmasıyla, Başlıca Müttefik Devletlerce saptanacak sınırlar içinde Filistin’in yönetimini, sözü edilen Devletlerce seçilecek bir Mandataire’e vermeği kararlaştırmışlardır. Mandataire, Yahudi halkı için Filistin’de bir ulusal yurt kurulmasından yana İngiliz Hükümetince daha önce 2 Kasım 1917’de açıklanan ve öteki Müttefik Devletlerce kabul edilen bildirinin uygulanmasından sorumlu olacaktır; şu kadar ki, Filistin’deki Yahudi olmayan toplumların yurttaşlık [medenî] haklarıyla dinsel haklanna ve başka herhangi bir ülkedeki Yahudilerin yararlandıkları haklara ve siyasal statüye zarar verecek hiçbir şey yapılmayacaktır. Mandataire Devlet, çeşitli dinsel toplumlara ilişkin bütün sorunları ve istemleri incelemek ve bunların çözümünü sağlamak için en kısa sürede bir Komisyon kurmak yükümlülüğünü kabul eder. Bu Komisyonun kuruluşunda ilgili dinsel çıkarlar göz önünde tutulacaktır. Komisyon Başkanı, Milletler Cemiyeti Konseyince atanacaktır.” Bir İsrail sitesindeki yorum  aşağıdadır:

    “Significantly, Article 95 of the Treaty of Sevres incorporated language from the 1917 Balfour Declaration: “Article 95: The High Contracting Parties agree to entrust, by application of the provisions of Article 22, the administration of Palestine, within such boundaries as may be determined by the Principal Allied Powers, to a Mandatory to be selected by the said Powers. The Mandatory will be responsible for putting into effect the declaration originally made on November 2, 1917, by the British Government, and adopted by the other Allied Powers, in favor of the establishment in Palestine of a national home for the Jewish people, it being clearly understood that nothing shall be done which may prejudice the civil and religious rights of existing non-Jewish communities in Palestine, or the rights and political status enjoyed by Jews in any other country.” (

    Fransız Le Point dergisi son sayılarından  birini Cumhurbaşkanı Erdoğan’a tahsis etmiştir.  Erdoğan,  derginin yayın direktörü Etienne Gernelle ve  yazarı Romain Gubert hakkında  Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulunmuş, Cumhurbaşkanlığı sözcüsü  İbrahim Kalın ise  önemli bir tespit yapmıştır:

    “Cezayir, Gabon, Moritanya, Senegal, Gine, Kongo, Tunus, Komor Adaları, Madagaskar, Cibuti, Mali, Benin, Çad ve Fas’ı sömürgeleştiren, binlerce insanı katleden ve köle ticareti yapan, Rwanda katliamını izleyen Fransa…Ve ‘etnik temizlik’ iftirasını atan bir Fransız dergisi. CB’mıza neden saldırdıkları açık: Suriye’deki piyonları PKK ağır darbe yiyip oyunları bozulunca, paniklediler. Kuklalarını korumak için her yola başvuruyorlar ama netice alamıyorlar. Kürtler sizin taşeronunuz değil ve olmayacak. Sömürgecilik günleriniz geride kaldı” (09:46 – 24 Eki 2019)

    Yargıtay 16. Ceza Dairesi, Suriye’de yakalanan, Türkiye’de yargılanan YPG’li teröriste verilen cezanın temyizi üzerine, Türkiye’nin sınırlarını, vatandaşlarını ve bekasını korumak için  meşru savunma hakkını kullandığı yönünde karar vermiştir. Günümüzde kuvvet kullanma yasağının   “jus cogens”   (latince üstün hukuk) kalıcı, herhangi bir istismara izin verilmeyen, kuralların temel bir ilkesi olarak kabul edildiği belirtilerek yasağın, terör örgütleri gibi devlet-dışı aktörlerin eylemlerini kapsamadığı vurgulanmıştır. Jus cogens, uluslararası hukukun temelini oluşturan kuralların toplandığı bir metindir. Bu kurallar bir kişi veya kurum tarafından empoze edilmemiş, aksine tüm halklar tarafından benimsenmiş ve kabul edilmiştir.

    Fransa’nın Türkiye karşıtlığının bir benzeri ABD için de geçerlidir. Bu ülke de Temsilciler Meclisi’nde  alınan kararlarla Türkiye Suriye konusunda baskı altına alınmak istenmektedir. ABD, İşid lideri Ebu Bekir el Bağdadi’yi  öldürmüş, fakat  diğer bir terör örgütü lideri olan malum  kişiyi Beyaz Saray’a davet etmiştir. Cumhurbaşkanı Erdoğan ABD’ye gitmeden önce “ABD’den terörist Mazlum’un iadesini isteyeceğiz” demiştir ama  bu konuda  bir  ilerleme  olmamıştır.  ABD Senatosu’nda Demokrat Senatör Bob Menendez’in sözde Ermeni soykırımının tanınmasını öngören  karar tasarısının Genel Kurul’da oylanmasına yönelik talep, Cumhuriyetçi Senatör Lindsey Graham’ın tasarının oylanmasına karşı görüş bildirmesi sonucunda    bloke  olmuştur. Bunun üzerine Ermeni yayın kanalları boş durmamış, Graham’ın Türkiye’den aldığını iddia ettikleri finansman listesini yayınlayarak Graham’a çamur atmaya başlamışlardır.  (https://www.ermenihaber.am/tr/news/2019/11/18/Ermeni-Soyk%C4%B1r%C4%B1m%C4%B1-tasar%C4%B1s%C4%B1n%C4%B1-veto-T%C3%BCrkiye/169586) Senatör  Graham şu açıklamayı yapmıştır:

     “Kısa süre önce Türkiye’nin askeri operasyonundan dolayı Suriye’de karşılaştığımız sorunlar hakkında Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başkan Trump ile görüştüm. Umarım Türkiye ve Ermenistan bir araya gelebilir ve bu sorunu (1915 olaylarını) ele alır. Senatörler tarihi yeniden yazmamalı ve onu olduğundan farklı göstermemeli.”

    Bu,  önemli bir gelişmedir. Kararın, geçmişe bakılarak değil, Türk-Amerikan ilişkilerinin geleceğine  yönelik olarak alındığı belirtilmiştir.  Karar, Erdoğan ile bazı Cumhuriyetçi senatörlerin katıldığı toplantıdan birkaç saat sonra  açıklanmıştır. ABD’de bir senatör, karşı görüş bildirerek oylamanın yapılmasını bloke edebilmektedir.

    Tasarıların büyük oy farkıyla  kabul edilmesinde  Ermeni kökenli Kimberly Noel  Kardeşyan’ın girişimleri etkili olmuştur. Sözde Ermeni soykırımının  ABD tarafından tanınması konusunda Senatör Jackie Speier, Ermenilerin gizli silahının Kardashian olduğunu açıklamıştır. İddiasına göre Temsilciler  Meclisi’nde tasarının kabul edilmesi için büyük  çaba gösteren Kardashian, senatörler ile tek tek görüşmeler yaparak onları ikna etmeyi başarmıştır.

    Kardashian, baba tarafından Ermeni, anne tarafından Hollanda ve İskoç asıllıdır. New York Times’a  20 Eylül 2016 tarihinde tam sayfa ilan vererek sözde soykırımı inkar edenleri  ağır bir şekilde eleştirmiştir. 8 Ekim 2019’da sözde Ermeni soykırım anıtını kız kardeşleri ile ziyaret etmiştir. İlanın sebebi, The Wall Street Journal’e bazı Türk kuruluşlarının verdikleri  paralı ilandır.

    Türkiye Kardashian gibi Amerikan kamuoyunda etkili birine sahip olsaydı, karar tasarısı yine geçerdi ama bu kadar büyük bir fark olmazdı. Sayın Muhtar Kent, sayın Mehmet Öz ve 2006 yılında vefat eden rahmetli Ahmet Ertegün, en az Kardashian kadar ABD kamuoyunda tanınan etkili kişilerdir.  Ahmet Ertegün vefat etmiştir ama  Muhtar Kent ve  Mehmet  Öz hayattadır.

    ABD’de Kim Kardashian gibi Fransa’da  da  Charles Aznavour  sözde Ermeni soykırımı konusunda kamuoyunda çok etkili biriydi. 94 yaşında vefat eden Aznavour’un babası  Ahıskalı bir Ermeni olan Mişa Aznavourian, annesi Knar Baghdassarian da İzmitli varlıklı bir Ermeni tüccarın kızıydı. Şimdiki adı Akmeşe olan Armaş adlı eski bir Ermeni köyündendi. 24 yaşındaki Mişa ve 19 yaşındaki Knar İstanbul Moda’da tanışıp evlenmişlerdi. Aznavour, 1915’i  annesinden öğrenmiştir:

    “Ben bu meseleyi annemin gözyaşlarıyla keşfettim. Eski fotoğraflara baktıkça ağlardı. Ama hiçbir zaman kinle yetiştirilmedim. Her zaman Türkiye’den ve insanlardan harikulade insanlar olarak bahsederlerdi. Türkiye ve Türkler ile ilgili hep iyi şeyler hissettim ve iyi şeyler söyledim.”

    Fransa’daki hava 1975’ten sonra  değişmiştir. Çünkü Aznavour ilk defa 1915’i anlattığı, “Ils sont tombés” (devrilip düştüler) adlı bir şarkı yapmıştı: “Devrilip düştüler sebep nedir bilmeden / Çölde sürüler gibiydiler, sendeleyip giden / Mahvoldular susuzluk, açlık, demir ve ateşten.” ASALA  terör örgütü ortaya çıkınca  şiddete karşı olduğunu söylemiştir ama 1984’de Paris’teki Türkiye Büyükelçiliği’ni basan dört ASALA teröristinin yargılandığı davaya  mektup göndererek “Şiddete karşıyım ama kalben köklerinden kopmuş bu gençleri mahkum edemiyorum. Bir kereliğine affedilmelerini isterim” demiştir.

    Paris’te  görev yaptığım dönemde (1985-1990) Aznavur, Ermenistan’da  7 Aralık 1988 tarihinde meydana gelen büyük deprem sonrasında televizyonlara çıkarak yardım talebinde bulunurdu. O dönemde çok uzun süre (15 gün)  özellikle   Antenne 2  kanalında Aznavour’dan sonra sözde Ermeni soykırımı filmleri gösterilirdi. Kanalın spiker editörü  Ermeni kökenli  (he came back in 1987 to present the daily news on weekends until 1990) Daniel Bilalian’dı. Bilalian’ın bu yayınları Fransız kamuoyunda çok etkili olmuştur.

    ANCA, dünyanın pek çok ülkesinde bulunan milliyetçi Ermeni Ulusal Komitesi’nin ABD’deki koludur.  ) Genel Merkezi Washington D. C.’dedir. TV’lerde bazı yorumcular bilmeden Ermenilerin ABD’de tek bir çatı altında toplanmadıklarını açıklamışlardır ama bu doğru değildir.  Ermeni diasporası ve ANCA 1915  tehcirini,  Ermeni davasını   desteklemek amacıyla kullanmaktadır. ANCA, Türkiye’nin 1915’de Ermenilere soykırım yaptığını kabul ettirmeyi kendilerine kuruluş amacı olarak belirlemiştir. Bu amaç doğrultusunda  24 Nisan’ı sözde Ermeni soykırımı anma haftası olarak kabul etmişlerdir.  24 Nisan’da İstanbul’daki Ermeni cemaatinin ileri gelenleri Çankırı ve Ayaş taraflarına gönderilmiştir.

    Ermeni “Megalo İdeası” Hay Dat’ı bilirsek, nihai hedefi de biliriz. “Hay Dat” Ermenice  isim tamlamasıdır. Hay “Ermeni”, Dat ise “dava” anlamına gelir. Soner Yalçın yukarıda da görüldüğü gibi  24 Nisan 2015 tarihli yazısında  bunu “Dört T” olarak tanımlamıştır: “Tanıtma, Tanınma, Tazminat, Toprak” (

    Hai Tahd,  Ermeni diasporası tarafından sahiplenilen ve Türkiye üzerinde  baskı aracı olarak bu tezden medet umanların  benimsediği bir yaklaşımdır. Ermeniler, “Yahudi Holocaust una  (soykırım) benzer bir “Ermeni Holocaust” u üretmeye çalışmaktadırlar. Özellikle ABD’de etkin bir Ermeni diasporası olduğundan, bu ülkedeki Ermeni kökenli Amerikalılar ANCA çatısı altında bir araya gelmişlerdir.

    ANCA’nın temelleri, ABD’deki Osmanlı Büyükelçiliğinde  görev yapan Vahan Cardashian tarafından atılmıştır. 1912 yılında  The New York Times’ta yayınlanan makalesinde, İtalya’nın Osmanlı İmparatorluğu egemenliği altında olan Kuzey Afrika topraklarına gözünü dikmesini eleştirmiştir. İlk önce Jön Türk’lerle birlikte olmuş, 1915’ten sonra sözde Ermeni soykırımı haberleri Atlantik’in öte yakasına ulaştığında ailesini kaybeden Cardashian, Osmanlı Büyükelçiliği üzerinden elde ettiği bilgileri gizlice Amerika’daki kamuoyu oluşturucularına aktarmaya başlayınca  işine son verilmiştir.  Cardashian’ın kendisine verilen madalyaları Büyükelçi’nin yüzüne fırlattığı ve ağır sözler söylediği aktarılır. Bundan sonra Cardashian tüm hayatını, ABD yönetimini Ermenistan’a yardım etmeye ikna etmek üzere kamuoyu oluşturma çalışmalarına adamıştır. Batılı ülkelerin vaatleriyle Ermeniler, yaşadıkları ülkeyi parçalamaya çalışmışlardır. 

    Birinci Dünya Savaşı sonrasında mağlup Osmanlı devleti ile imzalanan Sevr (Sevres)  Anlaşması ile (Md.88-93) Osmanlı Devleti Ermenistan Cumhuriyeti’ni tanıyacak, Türk-Ermeni sınırını hakem sıfatıyla ABD Başkanı belirleyecekti. Dönemin ABD Başkanı W. Wilson 22 Kasım 1920′de verdiği kararla Trabzon, Erzurum, Van ve Bitlis illerini Ermenistan’a vermiştir. Türkiye Gazetesi yazarı Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci 15 Nisan 2016 tarihinde Habertürk kanalında “Sevr Anlaşması’nın Lozan Anlaşması’ndan çok az farkı var. Avrupalıların dikte ettirmek istediği Lozan Anlaşması’dır demiştir ama farkı aşağıdaki iki haritadan görmek mümkündür. Sanırım bu hocamız hayatında hiç göz doktoruna gitmemiş, kendine göndermiş olduğum mailime de  utancından cevap vermemiştir.

    Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün 6 Eylül 2008 tarihinde futbol maçı izlemek için Erivan’a yaptığı ziyaretin ardından atılan adımlar Türkiye-Ermenistan arasında başlayan yakınlaşma sürecinde  karşılıklı olmadığı için sonuç vermemiştir. Zaten vermesi de beklenmemeliydi. Çünkü;

    • Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Yüksek Sovyeti’nin 23 Ağustos 1990 tarihli Bağımsızlık Bildirisi’nin 12’nci maddesinde “Ermenistan Cumhuriyeti, 1915 Osmanlı Türkiye’si ve Batı Ermenistan’da gerçekleştirilen soykırımın uluslararası alanda kabulünün sağlanması yönündeki çabaları destekleyecektir” denilmektedir.
    • Ermenistan Parlamentosu, 23 Eylül 1991 tarihinde aldığı bağımsızlık kararında “Ermenistan Bağımsızlık Bildirisi’ne sadık kalacağını” taahhüt etmiştir.
    • 1995 yılında kabul edilen Ermeni Anayasası’nda “Ermenistan’ın Bağımsızlık Bildirisi’ndeki ulusal hedeflere bağlı kalacağı”  anayasa hükmü olmuştur.
    • Erivan´da yapılan Gelişen Ermenistan Partisi’nin 4’ncü  Kurultayına katılan Devlet Başkanı Serj Sarkisyan, “Bağımsızlık Karabağ halkının seçimidir. Uluslararası hukuk dahi bu konuda farklı yaklaşım ortaya koyamaz” demiştir.
    • Ermenistan’daki okul duvarlarında asılan haritalarda Türkiye’nin 12 ili yer almıştır.
    • Ermenistan Milli Marşı’nda ”topraklarımız işgal altında, bu toprakları azat etmek için ölün, öldürün” yazılıdır.
    • Karabağ’da katliam yapan Ermeni kuvvetlere komutanlık yapan, dönemin Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan’dır.
    • Sarkisyan İngiliz yazar Thomas De Waal’a, “Hocalı’dan önce Azeriler bizim şaka yaptığımızı sanıyordu, Ermenilerin sivil topluma karşı el kaldırmayacaklarını sanıyorlardı. Biz bunu- stereotipi- (zeka geriliği) kırmayı başardık” demiştir.

    Türkiye, Ermenistan’ın bağımsızlığını 16 Aralık 1991 tarihinde   tanımıştır.  Aradan geçen  28 yıldan sonra bu ülke ile diplomatik ilişki  kurulamamıştır. Ermenistan ile  ilişkilerin normalleştirilmesi  kapsamında 10 Ekim 2009 tarihinde Zürih’te “Diplomatik İlişkilerin Tesisi Protokolü” ile “İkili İlişkilerin Geliştirilmesi Protokolü” imzalanmıştır. Ermenistan, Protokollerin onay sürecini askıya aldığını 23 Nisan 2010 tarihli bir Nota ile Tiflis Büyükelçiliğimize bildirmiştir. Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan Şubat 2015’te  Protokolleri Ermenistan Parlamentosu’ndan geri çekmiş, 1 Mart 2018 tarihinde ise Protokolleri hükümsüz ilan etmiştir.

    Türkiye ile Ermenistan arasında yukarıda sayılanları da  kapsayan üç temel anlaşmazlık  devam etmektedir. Ermenistan Türkiye ile arasındaki ortak sınırı resmi olarak tanımayı  kabul etmemekte ve buna ilişkin Türkiye’den toprak  talebi bulunmaktadır. Türkiye ile Ermenistan arasındaki sınır 1921 Kars Anlaşması ile çizilmiştir. Sovyet Cumhuriyetleri’nden Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan ile Türkiye arasında imzalanmış olan  anlaşma, aynı zamanda Türkiye’nin Gürcistan ve Azerbaycan ile şimdiki sınırlarını da belirlemiştir.

    Erivan hem sınırın açılmasını istemekte,  hem de  sınırı  tanımamaktadır.  Bağımsızlık Bildirisi’nin 11. maddesinde Türkiye’nin Doğu Anadolu Bölgesi’nden “Batı Ermenistan” olarak söz edilmektedir.  Anayasası’nın 13. maddesinin 2. paragrafına göre Ermenistan’ın devlet simgesi  Türkiye’de bulunan Ağrı Dağı’dır. Bir komşu ülke ile sınırın tanınmaması ve anayasal belgelerde bir komşu ülkeye yapılan bu türden atıflar toprak iddiası olarak yorumlanmaktadır.

    Ermenistan  Türkiye’yi “soykırım” yapmakla suçlamakta ve bunun uluslararası alanda tanınması için çalışmaktadır. Bu iddia Ermenistan Bağımsızlık Bildirisi’ne de konulmuştur. Bunun  dünyada  gerçek bir olguymuşçasına kabul edilmesinin başarılması, Ermeni dış politikasının temel hedeflerinden biridir. Ermenistan yıllardır Azerbaycan topraklarının yaklaşık yüzde yirmisini işgal altında tutmaya devam etmektedir. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (822, 853, 874 ve 884) kararları Ermenistan’a işgale son vermesi yönünde çağrı yapmış ve bölgedeki diğer ülkelerin toprak bütünlüğüne Ermenistan’ı saygı göstermeye davet etmiş olmasına rağmen  bu ülke  uluslararası kabul edilmiş normlara  uygun bir tutum benimsemeyi  kabul etmemiştir.

    ABD’de demokratların öncülük ettiği kararlar sonrası  Dışişleri Bakanlığı’ndan  bir yetkili Bloomberg’e Trump yönetiminin her iki tasarıya da karşı olduğunu  açıklamıştır. Yetkili Ermeni tasarısının zamanlamasını “talihsizlik” olarak tanımlarken, bu kararın NATO müttefiki Türkiye’yi cezalandırma amaçlı olduğuna dikkat çekmiştir. Yetkili, 1915 Olayları için “Meds Yeghern” (Büyük Felaket) ifadesini kullanmıştır. ABD yasalarına göre, Senato ve Temsilciler Meclisi’nden geçirilen karar tasarılarının yasal olarak bir bağlayıcılığı yoktur. Karar tasarıları sadece Kongre’nin bir konu hakkındaki tavrını yansıtması açısından  önem taşır. Fakat ciddiye alınmaması  büyük  bir tehlike yaratır.

    Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Heyeti üyesi Cemil Çiçek, Amerikan Temsilciler Meclisi’nin kararlarıyla ilgili  olarak  önemli uyarılarda bulunmuştur. Ermenilerin, Türkiye’den tazminat ve toprak talep ettiği davaları işaret eden Çiçek, Böyle bir tazminat kararı Türkiye’nin başına 100 yıl altından kalkamayacağı sorunlar açar” demiştir. ABD’deki Ermeni lobisinin Türkiye’den tazminat ve toprak talep ettiği davalarda her ne kadar  ret kararı verilmiş olsa da bu davalar “demoklesin kılıcı” gibidir.

    ABD’deki Ermenilerin Türkiye aleyhinde yıllardır devam eden tazminat ve toprak taleplerine ilişkin defter şimdilik  kapanmıştır ama ileride ne olacağı belli değildir. ABD’nin sözde soykırımı tanıması, sırada bekleyen ülke parlamentolarından benzer kararların alınmasına   yol açar ki, bu durum uluslararası hukuka aykırı bile olsa Türkiye üzerinde  büyük  baskı yaratır. Bu kararlara “yok hükmündedir”  diyebiliriz ama  bunlar  biz yok  dediğimiz için  yok  olmamaktadır.

    2019 yılında 29 ülkenin yanı sıra ABD’nin 50 eyaletinden 49’u sözde Ermeni soykırımını  kabul etmiştir. Bu ülkeler dünya siyasetinde ve ekonomisinde güçlü ülkelerdir. 1965: sözde Ermeni Soykırımı’nı ilk tanıyan ülke Uruguay’dır. 1962 – Kıbrıs, 1995 – Rusya, 1996 – Kanada, 1997 – Lübnan, 1998 – Belçika, 1996 – Yunanistan, 2000 – İtalya, 2000 – Vatikan, 2001 – Fransa , 2003 – İsviçre,  2004 – Arjantin , 2004 – Slovakya, 2004 – Hollanda,  2005 – Venezuela,  2005 – Polonya, 2005 – Litvanya,  2007 – Şili, 2010 – İsveç, 2014 – Bolivya , 2015 – Avusturya, 2015 – Lüksemburg, 2015 – Brezilya, 2015 – Paraguay, 2015 –  Suriye, 2016 – Almanya,  2017 – Çek Cumhuriyeti, 2019 –  Libya geçici hükümeti. 29 ülkeden 3’ü Müslüman ülkelerdir: Lübnan, Suriye ve Libya’dır.

    Bir millet düşününüzün ki, Ermeniler  bin yıl başka milletlerin, başka dinlerin ve başka devletlerin  içinde yaşamış, yoksulluk içerisinde kıvranıp ülke nüfusunu hızla kaybederken, dünya kamuoyunu  nasıl  kandırabilsin?

    Bir  millet düşününüz ki,  sözde soykırımı kabul etmiş devletlerin  kullanılanı olarak, vatandaşı olduğu devlete isyan etmiştir.

    Bir millet düşününüzün ki, Türklere ve  Azerilere yaptıkları katliamları  ağsızlarına almasın.

    Bir millet düşününüzün ki, 13 Şubat 1878 de Patrik Nerses Varjabedyan başkanlığında  topladığı “Ermeni Milleti” meclisinin kararı ile  Rus Çar’ına neden başvurmuş olduklarını  hatırlamasın. (Ermeni Patriği Varjabedyan ve piskoposlardan oluşan maiyeti, hazırladıkları 13 Şubat 1878 tarihli dilekçeleri, büyük kurtarıcıları olarak nitelendirdikleri Rus Çarı II. Aleksandr ile Başbakan Gorçakof’a göndermişlerdir. Ermeni Patrikliği Meclisi, bu ziyarette  Çar’dan Doğu Anadolu’da Ermenilerin yaşadığı vilayetlerin Rusya tarafından ilhakını, bu mümkün olmazsa Bulgaristan’a verilecek imtiyazların Ermenilere de  verilmesini bu da mümkün olmazsa Ermenilerle meskun vilayetlerde kapsamlı ıslahat yapılmasını istemiştir)

    Bir millet düşününüzün ki, “Ermeni Milliyetçi Kadınlar Derneği” (1879), “Ermeni Birleşik Cemiyeti” (1880), Ermeni Anavatan Müdafileri Cemiyeti” (1881), “Ermeni Silahlılar Derneği” (1882), “Armenekanlar Ermeni Örgütü” (1885), “Ermeni İhtilal Federerasyonu Taşnaksutyun” (1890), “London International Democratic Club” (1893), “New York Krımyan”  “New York Haçagiryan Komitesi” (1894)  ile “Ermeni Hınçak Partisi’nin (1894) neden Marsilya’ya nakledildiğini  bilmesin.

    Bir millet düşününüzün ki, Ermeniler dünyanın değişik ülkelerine dağılmış en fazla 10 milyonluk nüfuslarına  rağmen nasıl bu kadar etkin olabiliyorlar? (Dünyada yaşayan 10,297 bin Ermeni’nin 8,140 bini Ermenistan ve Dağlık Karabağ dışında yaşıyor. En büyük Ermeni cemaatleri Amerika Birleşik Devletleri, Rusya, Fransa, İran, Suriye, Lübnan ve Arjantin’dedir. )

    Bir millet düşününüzün ki, vatandaşı olduğu Osmanlı İmparatorluğu’na Zeytun’da silahlı isyana kalkışmış olduklarını nasıl unutsun.

    Bir millet düşününüzün ki, yayın organları ile  yapmış oldukları isyan çığırtkanlıklarını hatırlamadıkları  gibi  bu çığırtkanlığa soykırımı yalanıyla devam etsin.

    Bir millet düşününüzün ki, yapmış olduklarını hep yok sayarak, Osmanlının en zor döneminde Türklerin 1,5 milyon Ermeni’yi öldürerek sözde soykırımı yaptıkları iddiasıyla  ülke parlamentolarından  sözde soykırım kararları çıkartabilsin.

    Bir millet düşününüzün ki, 1914’ de Osmanlı İmparatorluğu Sicil-i İdare-i Umumiyet Müdüriyeti’ne göre nüfusu 1,234.671 olan, o dönemde diğer ülkelere göç edenleri,  tehcirden   dönenleri bir tarafa  bırakırsak 1,5 milyon  Ermeni’nin öldürüldüğünün tamamen  yalan   olmasına rağmen ülkeleri  kandırabilsin.

    Bir millet düşününüzün ki, Kazım Karabekir Paşa 13 Şubat 1918 de Erzincan’ı kimlerden kurtarmıştı bilmesin.

    Bir millet düşününüzün ki, Tercan, Aşkale, Erzurum hangi vahşeti gerçekleştirenlerden  temizlenmiştir bilmesin.

    Bir millet düşününüzün ki, Kars ve  Karaköse de kimlerle mücadele ettiğini bilmesin.

    Bir millet düşününüzün ki, Türkler 1915’de 1,5 milyon  Ermeni’yi öldürmüş  ise, 1916-1922 arasında  Anadolu’da Milli Mücadele verilirken, Türklerin karşısındaki Ermenilerin  nereden çıktığını bilmesin.

    Bir millet düşününüzün ki, Mustafa Kemal Atatürk’ün “Yurtta sulh, dünyada sulh” ilkesinden ayrılmadan, 2009 yılından bu yana Türkiye’nin Ermenistan’a gösterdiği barışçıl bakışını bilmesin Bir Bir millet düşününüzün ki, taziye mesajlarında  kullandığı  ifadeleri de bir yere not ederek, milli mücadele tarihine yeni bir açıdan  tekrar bakma önerisini kabul etmesin.

    Bir millet düşününüzün ki,  İstanbul`da örgütlenen ve Avrupa devletlerinin dikkatlerini Ermeni meselesine çekerek Osmanlı Ermenilerini kışkırtmayı hedefleyen Hınçakların başlattığı ayaklanma girişimlerini bilmesin.

    Bir millet düşününüzün ki,   Osmanlı ülkesine dışarıdan gelen komitelerce planlanmış ve yönlendirilmiş olmaları ile örgütlenme faaliyetlerinde Anadolu`ya yayılan misyonerlerin büyük katkısının bulunmasını inkar etsin.

    Bir millet düşününüzün ki,  1890’daki Erzurum, 1892-1893’te Kayseri, Yozgat, Çorum ve Merzifon, 1894’te Sasun, 1914’te Zeytun, 1896’da Van,1903te ikinci Sasun, 1905te Sultan Abdülhamid`e suikast, 1909’da Adana isyanını bilmesin.

    Bir millet düşününüzün ki,   1914’te Zeytun’da, 1915 Van’da, 1914-1915’te Muş’ta   hayatlarını kaybeden Türkleri görmezden gelsin.

    Bir millet düşününüzün ki, Ermeni ayaklanma girişimlerinin Osmanlı ülkesine dışarıdan gelen komitelerce planlanmış ve yönlendirilmiş olmaları ile örgütlenme faaliyetlerinde Anadolu’ya yayılan misyonerlerin  katkısının bulunmasını bilmesin.

     Bir millet düşününüzün ki,  Anadolu’da Ermenilerin katliam  yaptığı her yere  “mezalim anıtları” dikilmediğini  bilmek istemesin. Bu   konu çok  önemlidir. Türkiye zaman geçirmeden  anıtlar konusunu gündemine almalıdır. Aşağıda Ermeni Soykırım Müzesi ve Enstitüsü ile ilgili  bilgiler verilmiştir.

    Türkiye, ABD’de sözde Ermeni soykırımı karar tasarısı ile yaptırım tasarısı Temsilciler Meclisi’nde oylanırken  dikkat çekici  durumlarla karşılaşmıştır. ABD’deki ara seçimlerde, Demokrat Partili Müslüman adaylar Arap kökenli Rashida Tlaib ve Ilhan Omar ABD’nin Michigan ve Minnesota eyaletlerinden Temsilciler Meclisi üyeliğine seçilmişlerdir. Böylece  Tlaib ve Omar ABD Kongresi’nin ilk kadın Müslüman üyeleri olmuşlardır. Bunlardan Ilhan Omar ile  Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın birlikte çekilmiş fotoğrafı da vardır.

    Dikkatimi çeken  husus, hayır oyu veren 11 Temsilciler Meclisi üyesi arasında iki Müslüman üyenin bulunmamasıdır. Üstelik bunlardan biri Filistin kökenlidir.  Cumhurbaşkanı Erdoğan  BM Genel Kurulu’nda  Filistin haritasını göstererek Filistinlilere sahip çıkmıştır ama  Filistin kökenli Arap Temsilciler Meclisi üyesi Rashida Thalib  Türkiye aleyhine oy kullandığı için ANCA tarafından kendisine  teşekkür edilmiştir. Tlalib, kendisine gönderilen  “Deputy Rashida Tlaib, Photographs of nine Turkish citizens who lost their lives to vote against the bill that you use Turkey is attached”  mesajına cevap bile vermemiştir. Cumhurbaşkanı Erdoğan bu iki temsilci için değil ama genelde  Araplar için şunları söylemiştir:

    Türk Arapsız yaşayamaz, kim ki yaşar der, delidir, Arabın Türk hem sağ gözüdür, hem sağ elidir.” “Hiç kimse kusura bakmasın, kim ne derse desin, Araplar bizim kardeşimizdir, biz de onların kardeşiyiz.” “Türklerle Araplar bir elin parmakları gibidir, etle tırnak gibidir, mazimiz bir, biliniz ki istikbalimiz de bir.” “Araplarla aramıza sınırlar çizilmiş olabilir, aramıza görünmez duvarlar çekilmiş olabilir, hepsini aşacak iradeye sahibiz.” “Bu ülkede köpeklerine Arap adı takanlar oldu, sokaklardaki köpekleri Arap Arap diye çağıranlar oldu, köpeğe niye Arap diyor, hep Araplarla bağlarımızı koparmak için böyle diyor, Ortadoğu’yu bataklıkmış gibi göstermek için köpeğe Arap adını takıyor.” “ Araplar bizi arkadan vurdu. Hep bunu söylerler. Hatta ben, avami olacak kusura bakmayın ama köpekleri bile Arap, Arap diye çağıran bir anlayışı yaşadık bu ülkede.”

    Bu sözleri acaba  Arap kardeşlerimiz  hak ediyorlar mı diye düşündüm ve hak etmediklerine karar verdim. Çünkü;

    • Mavi Marmara baskınında Filistin için  9 Türk vatandaşı hayatını  kaybetmiştir: Cevdet Kılıçlar Kayseri 1972 İstanbul, Necdet Yıldırım Malatya 1978, İstanbul, İbrahim Bilgen Batman 1949 Siirt, Ali Heyder Bengi Diyarbakır 1971 Diyarbakır, Cengiz Akyüz Mardin 1969 Hatay, Cengiz Topçuoğlu Osmaniye 1956 Adana, Cengiz Songür Konya 1963 İzmir, Fahri Gündüz Adıyaman 1967 Adıyaman, Furkan Doğan ABD Uyruklu 1991 Kayseri. 1971 Diyarbakır, Cengiz Akyüz Mardin 1969 Hatay, Cengiz Topçuoğlu Osmaniye 1956 Adana, Cengiz Songür Konya 1963 İzmir, Fahri Gündüz Adıyaman 1967 Adıyaman, Furkan Doğan ABD Uyruklu 1991 Kayseri.
    • Suudi Arabistan, Arapları Türklere karşı kışkırtan ünlü İngiliz casusu Thomas Edward Lawrence‘in evini müze yapmıştır. Kral Fahd’ın emriyle müzeye dönüştürülen evin kapısına, ‘‘BU EV, OSMANLI’YA KARŞI BAĞIMSIZLIK SAVAŞI VEREN SUUDİLERE YARDIMCI OLAN THOMAS EDWARD LAWRENCE TARAFINDAN KARARGÁH OLARAK KULLANILMIŞTIR’’ yazılmıştır. Çünkü; 1980’li yıllarda Kraliyet ailesinin emriyle Cidde, Mekke ve Taif’deki cumbalı Osmanlı evleri ile  Medine, Mekke ve Taif’deki Türk şehitliklerinin bir bölümü tahrip edilmiştir.
    • Mekke’deki kutsal topraklarda Osmanlı’dan kalan tek eser olan Ecyad kalesi yıkılmıştır.
    • Kalenin yerine 1200 yataklı otel yapılmıştır. 1600’lü yılların sonunda Türkler tarafından  yeniden inşa edilen  kale, Arap yarımadasının elimizden çıktığı Birinci Dünya Savaşı’na kadar Türk garnizonu olarak kullanılmıştır.
    • 1542-1612 yılları arasında 60 yılda üç padişah tarafından yaptırılan revaklar sökülmüştür. Daha sonra yerine  konulması kararlaştırılmıştır ama bu da kendiliğinden olmamıştır. Türkiye Cumhuriyeti girişim yapmamış olsaydı revakların ruhuna “Fatiha” okumak gerekecekti.
    • Türkiye Cumhuriyeti 23 Arap ülkesinden çok daha fazla Filistin’e sahip çıkmıştır.
    • ABD’ye Somali’li bir mülteci olarak gelen Ilhan Omar (D-Minn.) Temsilciler Meclisi’ndeki oylamada  “evet” oyu vermiştir ama  Rashida Thalib’ten farklı olarak   çok önemli bir  tespitte de bulunmuştur:

    “Soykırımın hesap verilebilirliği ve tanınması siyasi bir mücadelede kullanılmamalıdır. İnsanlığa karşı yapılan tarihsel suçların gerçek bir kabulü, 20. yüzyılın hem soykırım soykırımlarını hem de bu ülkede yüz milyonlarca yerli insanın hayatını alan, transatlantik köle ticareti ve Amerikan yerlilerinin soykırımı gibi daha önceki toplu katliamları içermelidir.” 

    Cumhurbaşkanı  Erdoğan’ın başbakanlığı döneminde Davos Zirvesi’ndeki  “one minute” çıkışının üzerinden 10 yıl geçmiştir ama bu söz suya yazılan yazının ötesine geçmemiştir.  İsviçre’nin Davos kasabasında 29 Ocak 2009‘da Dünya Ekonomik Forumu’nda  düzenlenen “Gazze: Ortadoğu’da Barış Modeli” başlıklı panelde dönemin İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’e karşı  söylenmiştir. BM Genel Kurulu’nda Filistin’e en fazla sahip çıkan  Türkiye bundan ders almalıdır.

    Şimdi, “Filistin KKTC’yi Tanımıyor Ama Biz Filistin İçin Miting Yapıyoruz” başlıklı yazımı  paylaşmak istiyorum. (https://www.turkishnews.com/tr/content/2018/05/27/filistin-kktcyi-tanimiyor-ama-biz-filistin-icin-miting-yapiyoruz/ Çünkü, hafıza-i beşer nisyan ile maluldür.

    “ABD Başkanı Donald Trump, İslam dünyasından gelen tüm tepkilere rağmen Kudüs’ü İsrail’in resmi başkenti olarak  6 Aralık 2017 tarihinde tanıması  ve Tel Aviv’deki ABD Büyükelçiliği’nin Kudüs’e taşınacağını açıklaması üzerine Türkiye’den ve İslam İşbirliği Örgütü (İİÖ) üyesi ülkelerden   tepki gelmiştir. Karardan sonra   13 Aralık 2017‘de İstanbul’da düzenlenen İİÖ Olağanüstü Zirvesi’nin ardından yayımlanan bildiride Doğu Kudüs, Filistin Devleti’nin başkenti olarak ilan edilmiştir. İslam ülkeleri, bütün devletlere çağrı yaparak  Filistin’i ve Doğu Kudüs’ü  ülkenin  işgal altındaki başkenti olduğunu tanıma çağrısında bulunmuştur. ABD, Afganistan, İran, Pakistan, Suriye, Tunus, Malezya, Endonezya, Bangladeş ve Moritanya’daki gösterilerde İsrail ve ABD protesto edilmiştir. Donald Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımasından  sonra Büyükelçilik  15 Mayıs 2018 tarihinde   Kudüs’te açılmıştır.  İsrail’in kuruluşunun 70’nci yıldönümünde gerçekleşen  açılışta Trump’ın kızı ve damadı  yer almış, davet edilen 86 ülkenin büyükelçiliğinden sadece 31’i büyükelçi veya diplomat  seviyesinde  katılmıştır. ABD’den  4 Cumhuriyetçi senatör  törene gelirken,  Demokratlar törende yer almamıştır. ABD’nin ardından Guetemala ve Paraguay da büyükelçiliklerini taşımıştır. Kudüs, bir Türk-Osmanlı  şehridir. 1517 yılından 1917’ye kadar  400 yıl Osmanlı  yönetiminde  kalmıştır. Fakat günümüzde   Kudüs’te hiç  Türk kalmamıştır.. Bunu Türkiye’de sorgulayan  yoktur. Türkler Araplar tarafından asimile edilmiş, oradaki Türk soyu ve Türk varlığı  yok  edilmiştir. Büyükelçiliğin   açılışına;  Arnavutluk, Angola, Avusturya, Kamerun, Kongo, Kongo Demokratik Cumhuriyeti, Fildişi  Sahili, Çekya, Dominik Cumhuriyeti, El Salvador, Etopya, Gürcistan, Guatemala, Honduras, Macaristan, Kenya, Myanmar, Makedonya, Panama, Paraguay, Peru,  Filipinler, Romanya, Ruanda, Sırbistan, Güney Sudan, Tanzanya, Ukrayna, Vietnam ve Zambiya  destek vererek katılmışlardır. Bunlardan Arnavutluk, Fildişi Sahili ve Kamerun İslam İşbirliği Kuruluşu üyesidir. Aşağıdaki haritada bu durum  gösterilmiştir. Filistin, Türkiye için önemlidir. Birinci Dünya Savaşı’nda 1915 yılında  Çanakkale’de ve 1916’da Irak cephesinde Kut’ül-Amare’de  Osmanlı İngiltere’yi mağlup etmiştir. Fakat Mart 1917’de Irak cephesinde ve Ekim 1917’den başlayarak Filistin cephesinde İngiltere’ye  mağlup olunması sonucunda  Kudüs  kaybedilmiş,  9 Aralık 1917 tarihinde  İngilizler tarafından işgal edilmiştir. Osmanlı’nın, Filistin’de 1917  ve 1918 yıllarında, İngilizler karşısında ağır bir yenilgi almasında  isyancı Arap aşiretleri  önemli  rol oynamışlardır. Yemen’de, Hicaz’da, Kanal  harekatında, Filistin’de ve Suriye’de Türk ordusu ihanetler çemberinde  sözde Müslüman Araplar tarafından  arkadan vurulmuştur. Osmanlı Devleti’nin son Kudüs Mutasarrıfı İzzet Bey’in 9 Aralık 1917 tarihli belgesinde; Osmanlıların dini binaların tahrip olmasından çekindiği için şehirden çekildiği, buralara muhafızlar yerleştirildiği ve İngilizlerin de aynı yolda hareket edeceğinin umulduğu yer almıştır: “Her milletçe kutsal sayılan Kudüs’teki yerleşim yerlerine iki günden beri obüsler düşmektedir. Osmanlı Hükümeti sırf dinî mekanların zarar görmemesi için kasabadan çekilmiş ve Kamame, Mescid-i Aksa gibi dinî mekanların korunmasına memurlar görevlendirmiştir. Tarafınızdan dahi bu yolda muamele edileceği ümidiyle bu belgeyi Belediye Reisi Vekili Hüseyin-zâde Hüseyin Bey eliyle gönderiyorum efendim.”  Milletler Cemiyeti  24 Temmuz 1922 tarihinde Filistin’in  İngiltere mandasına  verilmesi kararını almıştır.  Ağlama Duvarı sebebiyle Müslümanlar ile Yahudiler arasında 1929 yılında çatışma çıkmış,  339 Yahudi çoğu Araplar tarafından,  232 Arap çoğu  İngiltere güdümündeki askerler tarafından yaralanırken, 130 Yahudi ve 116 Arap ölmüştür. BM Genel Kurulu, 29 Kasım 1947 tarihinde  İngiltere mandasındaki Filistin’i  biri Arap diğeri de Yahudi olmak üzere ikiye bölmeye yönelik  tasarıyı sunmuş, öneri  Yahudiler tarafından kabul edilirken, Araplar tarafından reddedilmiştir. İsrail 14 Mayıs 1948 tarihinde bağımsızlığını ilan edince İngiltere  Filistin’den  çekilmiş, Mısır, Suriye, Ürdün, Suudi Arabistan, Irak ve Lübnan ise  İsrail’e savaş ilan etmiştir. Filistinliler İsrail’in bağımsızlığı sonrası 15 Mayıs 1948 tarihini  Nakba (Felaket) Günü  olarak anmaya başlamışlar, 1949’a  kadar  900 bine yakın Filistinli yaşadıkları bölgelerden çıkmaya zorlanmıştır. Filistin lideri Yaser Arafat’ın 1 Nisan 1978’de  “Siyonistler, Sultan Abdülhamit’ten siyonist hareketin Filistin’e yerleştirilmesini talep etmişler ve reddedilmişlerdir. Bu nedenle bu tarihsel bağların sorumluluğu omuzlarınızdadır”  görüşü kapsamında  1968-1988  yılları arasında  Türk sol hareketleriyle Filistinliler ve Filistin  Kurtuluş  Örgütü arasında çok sıkı ilişkiler olmuştur. O dönemde ABD’ye  karşı olanlar, Filistin davasına tam destek vermişlerdir. Benim üniversite yıllarımda (1970’ler) Filistin ve  Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ)  o dönemin  devrimci gençliğinin gündemindeydi. Filistinliler ile İsrail arasında 1967’deki savaş sürecinde Türk üniversitelerinde okuyan Filistinli, Pakistanlı, İranlı, Iraklı, Suriyeli, Ürdünlü ve diğer Ortadoğu ülkelerinden öğrenciler İsrail’e  tepkilerini  dile getiriyorlardı. Devrimci gençlik liderlerinden Deniz Gezmiş  19 Kasım 1968 tarihli Türk Solu dergisinde şunları yazmıştı: “Çağımız biz yaştakilerin Vietnam’da, Dominik’te, Meksika’da Amerikan emperyalizmine karşı dövüşerek öldüğü çağdır… Devrimci gençlik Amerikan emperyalizmine ve oportünizmine karşı duran gençliktir…Yaşasın Bağımsızlık Savaşı Veren Dünya Halkları. Yaşasın Tam Bağımsız Türkiye.” Fakat aynı Deniz Gezmiş, 22 Kasım 1967’de  öğrenci örgütlerinin düzenlediği Kıbrıs mitinginde  İngiliz bayrağı yerine ABD bayrağını yakmış, bu  sebeple  gözaltına alınmıştı. Dönemin 68 kuşağı ile ilgili  araştırmalarıyla tanınan yazar Turhan Feyizoğlu  İki Adalı kitabında  öğrenci liderlerinden Hüseyin Cevahir ve  Rasih Ulaş Bardakçı’nın  mücadelelerini, Cumhuriyet Gazetesi için   hazırladığı  Deniz’ler ve Filistin başlıklı yazı dizisinde de  dönemin devrimci gençliğini anlatmaktadır.  Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu kurucularından  ve 1972 yılında idam edilen Çerkez asıllı Türk sosyalist  Yusuf Aslan El-Fetih’e Ne İçin Gittim başlıklı yazısında Filistin’e neden gittiğini  açıklamaktadır: “Bugün Ortadoğu’da İsrail’e karşı Arap halkları anti-emperyalist bir savaş yürütmektedir. Emperyalizme karşı yürütülen savaş, bütün dünya halklarının ortak savaşıdır. Vietnam’da, Ortadoğu’da, Latin Amerika’da emperyalizme karşı sıkılan her kurşun, aynı zamanda Türkiye halkının kurtuluşu için sıkılmaktadır.”  Filistin’e  ilk gidenler biri Deniz Gezmiş’tir.  Dönemin gençlik liderlerinden, FKF Genel Başkanı Yusuf Küpeli ve  Şahin Alpay da  Filistin’e  gidenler arasındadır. Filistinliler ile İsrail arasında 1948’den sonraki en büyük sorun, 1967’deki savaşta yaşanmıştır. Bu süreçte  Vietnam’da görev yapmış olan CIA ajanı Robert Commer , Türkiye’ye ABD elçisi olarak atanınca  devrimci öğrenciler büyükelçi  Commer’i  28 Kasım 1968  tarihinde Havalimanı’na giderek protesto  etmişlerdir. 6 Ocak 1969 günü ODTÜ’yü ziyaret  eden Commer’in makam aracı yakılmıştır. İsrail Filistin anlaşmazlığında Filistin’e destek  verenler İsrail’in İstanbul Başkonsolosu Ephraim Elrom’u  22 Mayıs 1971 tarihinde kaçırmışlardır.  Elrom, Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi (THKP-C) üyeleri olan Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde öğrencilik yıllarından  tanıdığım  Mahir Çayan ile  Ulaş Bardakçı ve Hüseyin Cevahir tarafından   öldürülmüş, öldürülmesinin gerek İsrail’de ve gerekse Türkiye’de büyük etkileri olmuştur. 1987 de başlayıp 1992’ye kadar devam eden intifada sırasında Cezayir’de toplanan Filistin Ulusal Konseyi, 15 Kasım 1988 tarihinde bağımsız Filistin devletini ilan etmiştir. Bu  tarihten  sonra Filistin hızlı bir şekilde  tanınmıştır. Fakat ABD, Kanada, Guatemala, Kolombiya, Haiti, İtalya, Almanya, Hollanda, Lüksemburg, Finlandiya, Estonya, Letonya, Moldovya, Ermenistan, Litvanya, Avusturya, İsviçre, Myanmar, Tayland, Güney Kore, Japonya, Tayvan, Kamerun, Togo, Eritre, İsrail, Batı Sahra, Avustralya ve Yeni Zelanda henüz Filistin’i henüz  tanımamıştır. Belçika ise Filistin’i şartlı tanımıştır.  Avrupa Birliği üyesi ülkelerden  İngiltere, Fransa, İspanya, İrlanda, Portekiz parlamentoları   hükümetlerinin  Filistin’in tanımasına yönelik tavsiye kararı almışlardır. Eski Doğu Bloku ülkeleri  Macaristan, Polonya ve Slovakya ise AB üyesi olmadan önce Filistin’i devlet olarak tanımışlardı. İngiltere’nin Filistin’i tanıması tarihi açıdan önemlidir. Çünkü, dönemin İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur James Balfour  siyonist hareketin önemli isimlerinden Baron Walter Rothschild’e 2 Kasım 1917‘de yazdığı mektup, Filistin toprakları üzerinde İsrail devletinin kurulmasına zemin hazırlamıştır. Sykes-Picot Anlaşması ile  Osmanlı devletinin topraklarını paylaşan İngiltere, İsrail devletinin önünü açmıştır. Bir asır sonra İngiltere’de muhalefet milletvekilleri Filistin topraklarında bir İsrail vatanı  oluşturulmasını öngören Balfour  Bildirisi’nin 100’ncü yılı kapsamında hükümete Filistin devletini tanı çağrısında bulunmuşlardır.  İngiltere’nin Gölge Dışişleri Bakanı Emily Thornberry “İleriye bakmamız gerekiyor ve ileriye giden tek yol da yaşanabilir ve güvenli bir İsrail devletinin yanında yaşanabilir ve güvenli bir Filistin devleti olmasıdır”   demiştir. 14 Ekim 2014 tarihinde  Filistin’in devlet olarak tanınmasıyla ilgili Avam Kamarası’na sunulan önerge kabul edilmiştir.  Böylece milletvekilleri İsrail’in yanı sıra  Filistin’i de tanıdıklarını göstermişlerdir. Oylamaya milletvekillerinin yarısından azı katılmış, 274 milletvekili evet, 12 milletvekili hayır oyu vermiştir. Muhafazakar Parti ve Liberal Demokrat Partili bakanlar oylamada çekimser kalmıştır. Teklif, İşçi Partisi milletvekili Grahame Morris tarafından hazırlanmış, Filistin’i tanınma talep metninde ‘Parlamento, İsrail’in yanı sıra Filistin’i bir devlet olarak tanımalıdır”’ ifadeleri yer almıştır. Karardan önce İngiltere, ‘Filistin’i devlet olarak tanıma hakkını ve bu hakkı ne zaman kullanacağı kararını’ tek taraflı olarak saklı tutmuştur. New York’ta 29 Kasım  2012 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda  yapılan oylamada Filistin’in BM’de “üye olmayan gözlemci devlet” statüsü kazanmasına ilişkin karar tasarısı, Filistin’i devlet olarak tanıyan ülkelerin sayısını aşan 138 oyla kabul edilmiştir. (No. 275, 30 Kasım 2012) Avrupa Parlamentosu  17 Aralık 2014 tarihinde  bağlayıcı olmayan oylama sonucunda Filistin’in devlet olarak tanınmasını öngören karar tasarısını 88 hayır oyuna karşı 498 evet oyuyla kabul etmiştir.111 parlamenter  çekimser  kalmıştır. Oylamanın ardından yapılan açıklamada “Avrupa Parlamentosu prensipte Filistin’in devlet olarak tanınmasını destekliyor ve iki devletli çözümün, İsrail ve Filistin arasındaki barış görüşmelerine olumlu yönde katkı yapacağını inanıyor” denilmiştir.  Fransa  Parlamentosu  da 9 Şubat 2018 tarihinde Sosyalist Parti  milletvekillerinin sunduğu Filistin’in devlet olarak tanınmasını  hükümetten talep eden karar tasarısını kabul etmiştir. Karar tavsiye niteliğindedir. Filistin’i tanıma konusunda bağlayıcı kararın İngiltere’de olduğu gibi hükümet tarafından alınması gerekmektedir. İsrail saldırıları  üzerine İslam dünyasından en önemli tepkiyi  Türkiye göstermiştir. 28 Mart 1949 tarihinde Şemsettin Günaltay Hükümeti  İsrail’i ilk tanıyan Müslüman ülke olma unvanını kazanmıştır. Türkiye, İsrail’i 30 devletten sonra  tanımış, 9 Mart 1950’de iki ülke arasında ilk diplomatik ilişki kurulmuştur. Rusya’nın Ortadoğu uzmanı gazeteci Maksim Şevçenko, Gazze’deki  gösterilerde 62 insanın öldürülmesi üzerine  “Dünyada İsrail’e tepki gösteren tek ülke Türkiye’dir” demiştir. Şevçeko  Kafkassam’a  şu açıklamada bulunmuştur: ‘İsrail’in son askeri eylemleri ve öldürülen insanlarla ilgili inceleme yapılmalı. Suçlu tarafa diplomatik ve siyasi yaptırımlar uygulanmalı. Dünyanın herhangi bir bölgesinde bu tür olaylar yaşansaydı anında sert tepki verirlerdi. Ölenler arasında kadınlar, çocuklar var. Binlerce yaralı. Dünya kamuoyundan tık bile yok. Türkiye en doğrusunu yapıyor. Dünyada İsrail’e tepki gösteren tek ülke Türkiye’dir.’  İsrail ile zaman zaman ilişkiler gerilmiştir ama  son dönemde olduğu gibi bir durum geçmişte yaşanmamıştır. Elçiliğin Tel Aviv’den Kudüs’e taşıması üzerine karşılıklı olarak büyükelçiler geri çekilmiş, İsrail  Türkiye’den tarım ithalatını durdurmuş, taraflar arasında ilişkiler  kopma noktasına gelmiştir.  İsrail  barışçı tepki gösteren Filistinlileri katledince Türkiye, dönem başkanı olarak İslam İşbirliği  Örgütüne (İİÖ) üye ülkeleri İstanbul’da toplantıya çağırmıştır.  İİÖ  İslam Zirve Konferansı Olağanüstü Toplantısı sonunda yayınlanan  30 maddelik sonuç bildirisinde  Filistin’e uluslararası barış gücü gönderme yolu da dahil olmak üzere, Filistin halkına uluslararası koruma sağlanması çağrısında bulunulmuş ve  ‘ABD’yi takip eden ülke, şirket ve bireylere kısıtlama getirilmeli’ denilmiştir. Filistin’e uluslararası barış gücü gönderilmesinin hayata geçirilmesinin zor olduğunu yakın dostum emekli Büyükelçi Uluç Özülker açıklamıştır. Özülker, bunun yerine Filistin’in bağımsızlığı için çaba göstermesinin daha mantıklı olacağını  söylemiştir. (Hürriyet, 20.05.2018) Olağanüstü toplantıya   10 ülke Türkiye, Afganistan, Gine, İran, Katar, Kuveyt, Moritanya, Sudan, Ürdün ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti devlet başkanları seviyesinde katılmıştır. Bu  sayı, 57 üyeli Örgüt’ün  Filistin konusunda duyarlı olmadığını göstermektedir.  Zirve’de Endonezya ve Gambiya   cumhurbaşkanı yardımcıları  seviyesinde  temsil edilmiştir. Filistin, Kırgızistan, Pakistan  Zirve’de  başbakan  seviyesinde  yer alırken, Özbekistan, Cezayir ve Sudan parlamento ya da senato başkanları seviyesinde temsil edilmiştir. Suudi Arabistan, Mısır, Azerbaycan, Bahreyn, Lübnan, Irak, Tunus, Umman, Libya, Bangladeş, Burkina Faso, Çad, Kazakistan, Komorlar, Maldivler ve Tacikistan Dışişleri Bakanları  seviyesinde  Zirve’de hazır bulunmuştur. Birleşik Arap Emirlikleri ve Fas devlet bakanı seviyesinde, Venezuela ve İtalya ise misafir ülke olarak,  Rusya ise  Örgüt  Daimi Temsilcisi ile temsil edilmiştir. Zirve’ye 22 ülke katılmamıştır. Bunlar; Arnavutluk, Benin,  Brunei, Cibuti, Fildişi Sahili,  Gabon,  Gine Bissau, Guyana,  Kamerun, Malezya, Mali, Mozambik, Nijer, Nijerya,  Senegal, Sierra Leone, Somali,  Surinam,  Togo,  Türkmenistan, Uganda, Yemen’dir.  22 üyenin zirveye katılmaması,  katılanlar arasında Devlet Başkanlarının az sayıda olması, alınan karaların etkin uygulanmasını zora sokacaktır. İİÖ üyesi 57 ülke şunlardır: Afganistan, Arnavutluk, Azerbaycan, Bahreyn, Bangladeş, Benin, Birleşik Arap Emirlikleri, Brunei, Burkina-Faso, Cezayir, Cibuti, Çad, Endonezya, Fas, Fildişi Sahili, Filistin, Gabon, Gambiya, Gine, Gine Bissau, Guyana, Irak, İran, Kamerun, Katar, Kazakistan, Kırgızistan, Komorlar, Kuveyt, Libya, Lübnan, Maldivler, Malezya, Mali, Mısır, Moritanya, Mozambik, Nijer, Nijerya, Özbekistan, Pakistan, Senegal, Sierra Leone, Somali, Sudan, Surinam, Suudi Arabistan, Tacikistan, Togo, Tunus, Türkiye, Türkmenistan, Uganda, Umman, Ürdün, Yemen, Suriye (üyeliği 4. Olağanüstü İİÖ Zirvesi’nde askıya alınmıştır) ABD’de eski Merkezi Haberalma Teşkilatı Başkanı (CIA) John Brennan,  Gazze’deki ölümlerin, ABD Başkanı Donald Trump ve İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun Filistinlilerin haklarına ve vatanlarına açıkça saygı göstermemelerinin sonucu olduğunu söylemiştir. ABD’nin Kudüs’te büyükelçilik açmasını protesto etmek isteyen göstericilere ateş açılması sonucu şehit edilen Filistinlilerin sayısı 62’ye ulaşmış, Filistin Sağlık Bakanlığı yaralı sayısının ise 2 bin 770’i geçtiğini, şehitlerden 8’nin 18 yaşın altında çocuk olduğunu açıklamıştır.  Yaralılardan 225’i çocuk ve 86’sı kadındır. İsrail  katliamları sonucunda  Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) 15 üyesinden 10’u, (Çin, Fransa, Bolivya, Fildişi Sahili, Ekvator Ginesi, Kazakistan, Kuveyt, Hollanda, Peru ve İsveç)  ABD’nin büyükelçiliğinin Kudüs’e taşınması ve İsrail ordusunun Gazze sınırındaki protestolara müdahalesinde 59 kişinin hayatını kaybetmesinin ardından   BM Genel Sekreteri Guterres’e mektup göndermiştir.  ABD’nin çekimser kalmasıyla 2016 yılında kabul edilen İsrail’in işgal altındaki Filistin topraklarında yasa dışı yerleşim birimlerine son vermesini talep eden BMGK kararının uygulanmamasından derin endişe duyulduğu vurgulanan mektupta, ‘Güvenlik Konseyi kararlarının arkasında durmalı ve bu kararların anlamlı olduğunu tesis etmeli; aksi takdirde uluslararası sistemin güvenilirliğini tehlikeye atarız’ ifadesine yer verilmiştir.İsrail’in Gazze’deki müdahalesini protesto etmek amacıyla Yenikapı’da düzenlenen Zulme Lanet Kudüs’e Destek  mitinginde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın  İslam ülkelerini Kudüs konusunda duyarsız kalmakla suçlaması doğru bir tespittir. Yenikapı’daki mitingine 500 bin kişi katılmıştır ama miting yaparak İsrail’e tepki göstermekle sonuç alınmaz. Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şu tespiti doğrudur: ‘Biz Müslümanlar kınamaktan başka bir şey yapmıyoruz, yapamıyoruz.’  Saadet Partisi Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı adayı Temel Karamollaoğlu, “İsrail’in kınanması, bu tip saldırılara engel olmuyor. İsrail’i çok ağır ifadelerle telin etmek, İsrail’in vahşetini engellemiyor. İsrail sadece güçten anlar, yaptırımdan anlar…İktidarlar miting tertip etmez, iktidarlar icraat yapar” derken haklıdır. İktidarlar miting yapmaz, yaptırım  uygular. Türkiye Filistinlilerden vize isterken İsrail vatandaşlarını vizeden muaf tutmaktadır. Bu bir çifte standart değilse nedir? Hükümet neden Filistinlilere vize uygulamaya devam etmektedir?  Mitinge katılanlar bu sorunun cevabını acaba neden merak etmediler? Filistin,  büyük çaptaki ölümler üzerine  22 Mayıs’ta  Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne (UCM) başvurarak İsrail’in yargılanmasını talep etmiştir. Şikayetin gerekçesi olarak İsrail’in işgal altındaki Filistin topraklarındaki yerleşim politikalarının insan haklarını çiğnemesi gösterilmiştir. UCM Savcısı Faou Bensouda ile basına kapalı görüşmesinin ardından bir basın toplantısı düzenleyen Riyad al-Maliki   Bansouda’nın bölgede yaşananlara yönelik ön soruşturmasını derinleştirmesini umduğunu söylemiştir.  Filistin 2015 yılında da başvuru yaparak İsrail’in bölgede işlediği suçların yargılanmasını talep etmiş, Bansouda da bir ön soruşturma başlatarak iki tarafı da gerilimi yükseltmekten kaçınmaya davet etmişti. Uluslararası Ceza Mahkemesi 1998 yılında   Roma’da imzalanan Roma  Sözleşmesi  ile kurulmuş, Sözleşme’ye 139’dan fazla ülke taraf olmuştur. Avrupa’da Sözleşme’yi imzalamayan 4 ülke vardır: Türkiye, Azerbaycan, Belarus ve Vatikan. İsrail  Sözleşme’yi imzalamış ancak parlamentonun onayına sunmadığı için mahkemeye taraf  olmamıştır. Fakat UCM, taraf olmayan ülkeleri de yargılayabilmektedir. Bunun için üç kriter vardır. Bunlar; suç hakkında ilgili devletlerde soruşturma açılıp açılmadığı, suçun büyüklüğü ve soruşturmanın adaletin çıkarına olup olmayacağıdır.Türkiye, Filistin için  miting yaparken Mahmud Abbas’ın Rumlarla işbirliği içinde olduğunu  unutmuştur. Buna rağmen Cumhurbaşkanı  Erdoğan, geçirdiği rahatsızlıktan dolayı Filistin Devlet Başkanı Abbas’ı telefonla arayarak  geçmiş olsun dileklerini iletmiş, 18 Mayıs’ta İstanbul’da gerçekleştirilen İslam İşbirliği  Örgütü Olağanüstü Zirve Toplantısı sonuç bildirisi hakkında bilgi paylaşımında  bulunmuştur. Türkiye, Filistin’i  ve Filistinlileri devamlı desteklemiştir. Buna karşılık   Temmuz 2009’da Filistin Devlet  Başkanı Mahmud Abbas Güney Kıbrıs Rum Yönetimini ziyaret etmiş, Kıbrıs sorununda Rum tezlerini desteklediklerini açıklamıştır. Bunun üzerine  Rum Yönetimi de  Filistin’de temsilcilik açma kararı almıştır. Mahmud Abbas Kıbrıs Rum  Yönetimi ile flört ederken Kıbrıs  sorununun geçmişini bilmemektedir. Eğer bilseydi de durum değişmezdi ama ben yine de hatırlatmakta fayda görüyorum. İngiltere, 93 Harbi’nde Ruslara karşı ağır bir yenilgi alan Osmanlı’nın durumunu fırsat bilerek Kıbrıs’ı 4 Haziran 1878 tarihinde imzalanan Kıbrıs Sözleşmesi ile Osmanlı Devleti’nden 92.799 sterline kiralamış, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin  Almanya’nın yanında savaşa girmesi üzerine  5 Kasım 1914 tarihinde Kıbrıs’ı ilhak etmiştir. İngiltere’nin günümüzde adanın yüzde 3’üne  denk gelen  Ağrotur ve Dikelya’da  askeri üsleri vardır.  Türkiye, Lozan Anlaşması’nın 20’nci maddesi  ile Kıbrıs’ın İngiltere’ye ilhakını tanımıştır: “20. Madde: Türkiye, Britanya Hükümetince Kıbrıs’ın 5 Kasım 1914’te açıklanan ilhakını tanıdığını bildirir.” Türkiye’nin ilhakı tanımasıyla   1950’li yıllarda Yunanistan ile  birleşme girişimlerine  kadar  Türk iç ve dış siyasetinde Kıbrıs diye bir sorun  olmamıştır.  Filistin lideri Mahmud Abbas resmi davetli olarak  9 Temmuz 2009 tarihinde Güney Kıbrıs’a gelerek Rum Yönetimi Lideri Dimitris Hristofyas’la görüşmüş, her iki lider  işgalin (!) sona erdirilmesi için ortak mücadele edeceklerini  açıklamıştır.  Rum tezlerini İslam Konferansı Örgütü’nde savunduğu için  Abbas’a, Abbas ise iki devletli bir çözüm çerçevesinde başkenti Doğu Kudüs olacak bağımsız bir Filistin devleti kurulması mücadelesine verdiği destek için Hristofyas’a teşekkür etmiştir. Abbas, Rum Meclisi Başkanı Marios Garoyan ve Rum Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu Hrisostomos ile de  görüşmüş, Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi’nin Filistinlere destek vermeye hazır olduğunu ifade eden Başpiskopos Hrisosotomos, ”Filistin ve Kıbrıslı Rumların ortak mücadele verdiğini” savunmuştur. Rum basını ziyareti, “Rum Yönetimi Türklerin, Filistin ise İsrail’in işgaline son verilmesi için birbirini karşılıklı destekliyor” ifadesiyle değerlendirmiştir.  Fileleftheros gazetesi haberi, “Endişe ve Tedirginlikler Ortak. Kıbrıs ve Filistin Bütün Alanlarda Karşılıklı Destek Konusunda Anlaştı” manşetiyle vermiştir.2009 yılından sonra Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY)  Yunanistan ve Filistin arasında üçlü işbirliğinin temelleri 2016 yılında  New York’ta üç ülke dışişleri bakanlarının yaptığı toplantıda atılmıştır. BM Genel Kurul toplantısı sebebiyle New York’ta bulunan Güney Kıbrıs, Yunanistan ve Filistin Dışişleri Bakanları Yoannis Kasulidis, Nikos Kocas ve Riyad al-Maliki   üç ülkenin siyasi konular, turizm, terörle mücadele gibi birçok konuda işbirliği yapmalarının temellerini atmışlardır.  Görüşme sonrasında yapılan  açıklamada, “İsrail ve diğer komşularıyla yan yana barış içerisinde var olan, başkenti Doğu Kudüs olacak, egemen, bağımsız ve kalıcı bir Filistin devletine götürecek iki devletli çözüme destek verildiği” belirtilirken Kıbrıs sorununa da değinilmiştir. Kıbrıs sorununun çözümünün askeri müdahaleleri içermeyen, Kıbrıs’ın bağımsızlığına, toprak bütünlüğüne ve egemenliğine saygı duyacak bir çözüm olması gerektiği vurgulanmıştır. Rum Dışişleri Bakanı Yoannis Kasulidis toplantı sonrasında yaptığı açıklamada;  Yunanistan, GKRY ve Filistin işbirliğinin bu toplantıyla başladığını, ekonomi, turizm ve diğer ortak ilgi alanlarında işbirliği öngördüğünü belirtmiştir. Filistin GKRY  ilişkileri, Filistin Türkiye ilişkilerini kıskandıracak seviyededir. Avrupa Birliği adanın kuzeyindeki KKTC’yi dışarıda tutarak Rum Kesimi’nin AB üyeliğini onaylayınca,  2004 yılından sonra  Rum Kesimi’nin  Doğu Akdeniz bölgesinde önemi artmış,  Doğu Akdeniz, Ortadoğu, Avrupa ve Rusya ekseninde önemli dış politika atılımları gerçekleştirmiştir. GKRY Filistin’i 1967 sınırları içerisinde tanıyan ilk Avrupa Birliği ülkesidir. Ayrıca bugün Ramallah’ta temsilciliği bulunan ender ülkelerden biridir.  İki tarafın dışişleri sorumluları 28 Ocak 2011 tarihinde özgür ve bağımsız Filistin için ortak çalışma sözü vermişlerdir. Türkiye-İsrail arasında yaşanan Mavi Marmara krizinden sonra İsrail Türkiye’ye karşı Rum Kesimi’nin tezlerini desteklemeye başlamıştır.   GKRY dış ilişkilerde İsrail ile olan yakınlaşmasını  son dönemde görüşülen ve imzalanan anlaşmalara borçludur. Petrol ve doğal gaz konusundaki gelişmeler iki tarafı birbirine yakınlaştırmıştır. Doğu Akdeniz bölgesindeki zengin petrol ve doğal gaz yatakları ve Kıbrıs adasının güneyinde bulunan petrol ve doğal gaz yatakları kıta sahanlığı tartışmalarını da gündeme getirmiştir. Bu tartışmalara Doğu Akdeniz bölgesinin bir üyesi olarak Türkiye de katılmıştır. İsrail ve GKRY 17 Aralık 2010 tarihinde Doğu Akdeniz’deki münhasır ekonomik bölgelerin  sınırlarını  belirleyen bir anlaşma  imzalamışlardır. Türkiye;  KKTC’nin varlığını ve bölge üzerindeki hakkını dışarıda tutan bu girişime destek verilmemesini, anlaşmanın adadaki Türklerin çıkarlarını  yok saydığını  ve müzakere sürecini olumsuz yönde etkileyeceğini  açıklamıştır. İsrail Türkiye ilişkileri Filistin’deki katliamlar sebebiyle gerginleşince bazı  milletvekilleri sözde Ermeni soykırımını tanıma çağrısında bulunmuştur. Siyonist Birlik Partisi milletvekili Itzik Shmuly ve Likud partisindan Amir Ohana, İsrail parlamentosunda (Knesset)  sözde Ermeni soykırımını tanıyan yasa tasarısı sunabileceklerini  açıklamışlardır. Yeş Atid partisi lideri Yair Lapid, bu yıl başında sözde Ermeni soykırımının tanınması için parlamentoya tasarı sunmuş, fakat   Şubat ayında  yapılan oylamada tasarı onaylanmamıştı. Bu  durumda  benzer tasarının ağustos ayına kadar  Knesset’e sunulamayacaktır. Ohana, ‘Adaleti sağlamak için geç değil. Ermenilere yapılan korkunç adaletsizliği resmen tanımanın vakti geldi. Hitler, Wehrmacht yetkililerine Polonya’daki kitlesel yok etme planını sunduğunda, onları dünyanın tepkisi konusunda yatıştırırken ‘Bugün kim Ermenilerden bahsediyor ki?’ dedi. Sadece bu nedenden bile bu soykırımı resmen çoktan tanımalıydık’  demiştir. Ohana gerçeği ya bilmemekte ya da bilerek saptırmaktadır. Associated Press Ajansı’nın Berlin muhabiri Amerikalı gazeteci Louis Paul  Lochner, 1942 yılında  ABD’de yayınlanan What About Germany adlı kitabında, bir muhbirden aldım dediği Adolf Hitler konuşmasının metnini yayınlamıştır. Ancak yazarın aktardığı şekli ile ABD askerlerinin 1945’de Saalfelden’de ele geçirdiği metin arasında önemli farklılıklar vardır.  Lochner’in  kitabında Hitler’in; “…Savaş hedefimiz belirli hatlara ulaşmak değil, düşmanın fiziki olarak yok edilmesidir. Polonya dili türevi konuşan her çocuk, kadın ve erkeği acımaksızın öldürme emrini uygulamak üzere Doğu’ya ölüm mangalarımın gitmesini ben emrettim. Bize gerek duyduğumuz yaşam alanını kazandıracak alan yalnızca budur. Bütün olanlardan sonra kim bugün Ermenilerin yok edilmesinden söz ediyor” dediği yazılıydı. Fakat aynı konuşmanın ABD askerlerince Nazi belgeleri arasında ele geçirilen metninde ve diğer belgelerde Ermenilerden söz eden tek satır yoktur. Yıllar sonra ABD’de Yahudi Soykırımı’na  yönelik bir Soykırım Anıt Müzesi  (Holocaust Memorial Museum) kuruluş çalışmalarına başlanmıştır. Aynı dönemde, ASALA terör örgütü Türk diplomatlara  suikastlar yapmaktaydı. Diğer taraftan Müze Konseyine giren ABD’li bir Ermeni  1915

    Ermeni olaylarına müzede yer verilmesi karşılığında 1 milyon  dolar bağış sözü verince yukarıdaki  ifade müzede yer almıştır. Ancak Adolf Hitler’e ait bu ifadenin ‘Bütün olanlardan sonra kim bugün Kızılderililerin yok edilmesinden söz ediyor’  şeklinde kayıtlara geçtiği belgelerle ispat edilmiştir. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde hocam olan  Prof. Dr. Türkkaya Ataöv, 1984 yılında İngilizce ve Fransızca olarak iki dilde yayımlanan  Hitler and the Armenian Question / Hitler et la Question Armenienne  (Hitler ve Ermeni Sorunu)  çalışmasında Hitler’in Ermenilere ilişkin böyle bir sözünün bulunmadığını Nüremberg  dosyalarından ilgili belgelerle kanıtlamıştır. 1985 yılında da Prof. Dr. Heath W. Lowry Ermeniler Üzerine ABD Kongresi ve Adolf Hitler  (The U.S. Congress and Adolf Hitler on the Armenians) başlıklı makalesinde, müzeye konulmak istenen sözün Hitler’e ait olmadığını, sahte ve uydurma  olduğunu ispatlamıştır. ; Cengiz Özakıncı da ABD Soykırım Anıt Müzesi’nde Türkiye’yi Suçlayan Sahte Hitler Yazıtı  başlıklı makalesinde yazının sahte olduğunu açıklamıştır. Hitler’e atfedilen bu sözlerin 25 Ocak 2018  tarihinde  Wall Street Journal gazetesinde Robert M. Morgenthau imzası ile yayımlanan Başkan Trump Ermeni Soykırımı Hakkında Gerçeği Söyleyecek mi? başlıklı makalede gerçekmiş gibi yinelendiğini belirten Şükrü Sever Aya, The Wall Street Journal gazetesi editörlerine, Washington Soykırım Müze İdaresi ile  Mütevelli Heyeti’ne ve müzenin bağlı olduğu üst kurum olarak ABD Başkanlık Ofisi’ne gönderdiği 13 Şubat 2018  tarihli  yazı ile protesto etmiştir. Ayrıca ABD’nde Houston’da yerleşik Dr. Ferruh Demirmen de   Robert Morgenthau’nun  yazısına  cevap olarak Wall Street Journal’e  bir yazı göndermiş fakat  yazının  gazete editörlüğünce yayınlanması uygun bulunmamıştır. Robert M. Morgenthau, 1913-1916 yılları arasında ABD’nin Osmanlı İmpa­ratorluğu Büyükelçisi olan  Türk düşmanı Henry Morgenthau’nun torunudur. Amir Ohana’ya Türkçe’deki şu güzel  darb-ı mesel  ile cevap vermek istiyorum: ‘Bilgi sahibi olunmadan fikir sahibi olunmaz.’

    İsrail hükümeti, Türkiye ile gerginleşen ilişkiler sebebiyle Knesset’in   sözde  Ermeni  soykırımının tanınmasıyla ilgili düzenleyeceği  tartışmaya itiraz etmeme kararı almıştır. (Members of Knesset, the ruling Likud Party’s Amir Ohana and Itzik Shmuly from the opposition Zionist Unity Party have introduced legislation to end Israel’s silence on the Armenian, () Bilindiği gibi İsrail Parlamentosu  1915 olaylarının Ermeni soykırımı olarak tanınmasını öngören yasa tasarısını 14 Şubat 2018 tarihinde  reddetmiştir. Jerusalem Post gazetesinde  “Ermeni soykırımı tanıma tasarısını oylamayla reddetti”  haberi yer almıştır. İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı  Tzipi Hotovely 1915 olaylarının 100’ncü yıl dönümü  sebebiyle  Erivan’a parlamento heyetinin gönderildiğini hatırlatarak, “Ama ülkemiz, karmaşıklığı ve diplomatik sonuçları ve ayrıca belirgin siyasi doğası nedeniyle bu konuda resmi duruş sergilemeyecek” açıklamasında bulunmuştur.  Daha önce Likud partisinden milletvekili seçilen Knesset Başkanı Yuli Yoel Edelstein  2015 yılında hükümetin tutumunu değiştirmeye çağırmış, 2016’da da parlamentonun eğitim komitesi soykırımı  kabul etmiştir. Türkiye Filistinlilerin haklı davasına çok büyük destek verirken Filistin Cumhurbaşkanı Mahmud Abbas  Türkiye düşmanları ile neden  dans  etmektedir?  Filistin liderinin  Ermenistan ile ilişkileri  gözardı edilmemelidir. Abbas 18 Ocak 2016 tarihinde  kutlanan Ermeni Noel Yortusuna katılmış, Bethlehem’de Ermeni kilisesinde yapılan törenden sonra konuşarak  Filistin halkının içinde bulunduğu vahim durumu Türk soykırım yıllarında Ermenilerin durumuna benzetmiştir. Yetmemiş,  Ermeni mevkidaşı  Hocalı katliamının baş sorumlusu olan  Serj Sarkisyan’ı  Filistin’e davet  etmiştir. Sözde  Ermeni soykırım iddialarının 100’ncü  yılı sebebiyle Filistin’de bastırılan bir pul  tartışmaya yol açmıştır. Ermeni Haber Ajansı sosyal medyada  yer alan  Ermeni soykırımının 100’ncü yılı anısına basılmış pul için “Filistin Ermeni soykırımının 100’ncü yıldönümüne adanmış bir pul yayınladı” ifadelerini kullanmıştır. Rus interfax haber ajansı ise konuyla ilgili  Bakü’deki Filistin Büyükelçiliği ile görüşmüştür. Büyükelçilik, pulun Filistin devleti tarafından basılmadığını söyleyerek iddiaları reddetmiştir. İsrail’de Rusça yayın yapan İzRus haber portalının iddiasına göre, İsrail  Erivan’a üç  defa  şantaj girişiminde bulunarak, Filistin devletini tanımaktan vazgeçtikleri takdirde sözde Ermeni soykırımını tanıyacakları şartını ileri sürdüğünü yazmıştır. Sosyal paylaşım  sitelerinde Mahmut Abbas’ın, “Büyük Ermenistan görmek arzusundayım. İnanıyorum ki, Ermenistan bu savaşı zaferle bitirip Azerbaycan’ı tamamen işgal edecek” sözleri  unutulmamalıdır. Ermenistan’da yayın yapan Jamanak gazetesi, Filistin’in milliyetçi Ermeni olan İngiltere Büyükelçisi Manuel Asasyan,  Vostok yayınına verdiği  röportajında ‘Mahmud Abbas Filistin ve Ermenistan arasındaki ilişkilerin daha iyi sağlanması yönünde kendisine özel bir görev verdiğini açıkladı’ sözlerine yer vermiştir.Ermenistan’ın haklı davasını destekliyoruz, Türkler Ermenilere jenosit yapmışlardır diyen  Filistin El Fetih Başkanı Yaser Arafat’tır. Milliyet Gazetesi’nin 21 Mart 1989 tarihli nüshasında bu haber yer almıştır. Arafat’ın sözleri aynen şöyledir: ‘Tarihteki Ermeni katliamının bir benzerinin bir daha yaşanmasına izin vermeyeceğiz. Ermeniler başaramadı, ancak biz onların düştüğü hataya düşmeyeceğiz.’  Arafat ayrıca  ‘Filistin de bir Türk sorunudur’ diyerek Türkiye’yi suçlamıştır. Bu haberlere ilişkin gazete kupürleri aşağıdadır. Yaser Arafat vefat etmiştir ama bir gerçeği hatırlamakta fayda vardır. Bölücü, Kürtçü, Marksist örgütler olan  Türk Halk Kurtuluş Ordusu (THKO), THKP-C,  TKPML militanları   Suriye’deki Bekaa vadisinden önce Filistin de eğitim almışlardır. PKK’lı teröristler  Kuzey Irak’ta tutunamadığı ilk kuruluş döneminde  eğitimlerini burada yapmış ve Türkiye’ye sızlamalarını Suriye üzerinden  gerçekleştirmişlerdir. Türkiye’deki devrimci gençler 1967-1968 yıllarında ezilen Filistin Araplarına destek amacıyla Filistin’e gitmiş, oradaki  kamplarda silahlı eğitim görerek geri gelmiş ve Türkiye’de pek çok terör eylemi gerçekleştirmişlerdir. Filistin  kampları, Türk  devrimcilerin  barınma ve iaşe sorunlarını  çözmüş, onlara destek veren güçler  kampta kalanlara aylık vermişlerdir. Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas’ın sosyal medyada dolaşan  ‘Türk askeri Kıbrıs’ta işgalcidir,”  “Diyarbakır’ın özgürlüğünü  görmekten memnuniyet duyarız, Büyük Ermenistan görmek arzusundayım. İnanıyorum ki, Ermenistan bu savaşı zaferle bitirip Azerbaycan’ı tamamen işgal edecek’ sözleri unutulamamalıdır. Devlet Başkanı Yaser Arafat’ın ölümünün ardından Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) başkanlığına 9 Ocak 2005 tarihinde yapılan seçimlerde El Fetih adayı olarak  devlet başkanı seçilen Abbas,  FKÖ’nün kurulmasına katkı sağlamıştır. Abbas, Gazze’nin idaresini teslim almalarının Hamas tarafından kabul edilmemesi durumunda, Filistin hükümetinin Gazze’de olanlardan sorumlu olmayacağını  açıklamıştır. Hamas ismi, Arapça İslami Direniş Hareketi’nin baş harflerinin kısaltılmışıdır.1987 yılında İsrail’in Gazze ve Batı Şeria’daki işgaline karşı çıkan 1’nci İntifada  kurulmuştur. Hamas’ın uzun dönemdeki amacı  bölgede İslami bir Filistin devleti kurmaktır. 2006 seçimlerini kazanan Hamas günümüzde Gazze’yi yönetmektedir. Hamas Türkiye’ye  daha yakındır. İran ile mezhep farklılığı vardır. Türkiye de  Hamas’a daha  sıcak yaklaşmaktadır. Türkiye, 15 Kasım 1988’de sürgünde ilan edilen Filistin Devleti’ni ilk gün tanıyan Müslüman ülkedir.   Türkiye FKÖ  ile ilk teması 1969 yılındaki İslam Ülkeleri Zirvesi’nde kurmuştur. 1975 yılında o dönemde İsrail ve ABD tarafından terörist örgüt sayılan  FKÖ Siyasi Büro Şefi Faruk Kaddumi  1975 yılında Ankara’ya gelmiş, 1976 yılındaki   İstanbul İKÖ Dışişleri Bakanları toplantısında FKÖ’nün Ankara’da temsilcilik açmasına izin verilmiştir.  Yaser Arafat Ocak 1979’da  Ankara’ya gelerek Başbakan Bülent Ecevit ile  görüştükten sonra Ankara’da FKÖ temsilciliği açılmıştır.  Filistinliler  geçmişte PKK’nın kuruluş aşamasında onlara  kamplarında savaş eğitimi vermişler,  PKK’nın gelişmesine katkıda bulunmuşlar,1982 yılında İsrail’in işgalinde Filistinlilerle  birlikte savaşmışlardır. 1980’li yıllarda PKK ile Filistinli Navaf  Havetma’nın gerillaların ortak  eğitim  yaptıkları Suriye’de Bekaa vadisindeki kamp  daha sonra PKK’lıların  olmuş, 1992 yılında  kapatılana kadar PKK’lı teröristler bu kampta eğitim görmüşlerdir. Kampın ismi daha sonra Mahsum Korkmaz Akademisi olarak değiştirilmiş, Abdullah Öcalan burada   dersler vermiştir. Bu kamplarda ASALA terör örgütü üyeleri de eğitim almışlardır. Aşağıdaki CIA belgesi bunu kanıtlamaktadır.” Örsan Öymen’in  20 Mart 1983 tarihli Milliyet gazetesindeki yazısında “Ermeni terör örgütü ASALA’nın Yaser Arafat liderliğindeki Lübnan FKÖ kamplarında üstlenip FKÖ’den destek gördüğü tezi çürüyor” tespiti, yukarıdaki CIA belgesi dikkate alındığında   doğru değildir. Filistin, BM’de  üye olmayan gözlemci devlet statüsündedir. Filistin  devletinin bayrağı 30 Eylül 2015 tarihinde New York’taki BM Genel Kurulu’nda  üye ülkelerin çoğunun evet oyuyla kabul edilen tasarı uyarınca Vatikan bayrağıyla beraber  diğer ülkelerin bayrağının arasında temsil edilmesi kararlaştırılmıştır. BM, 2012 yılındaki oylamada da Filistin ve Vatikan’a üye olmayan gözlemci devlet statü verilmesini kabul etmişti. Düzenlenen törene Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas, Başbakan Ahmet Davutoğlu, BM Genel Sekreteri  Ban Ki-moon, Fransa Dışişleri Bakanı Laurent Fabius, Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov da katılmıştır. Filistin’in BM’ye üye olması için BM Güvenlik Konseyi kararı gerekmektedir. Konsey’de ABD’nin İsrail’i  desteklemesi  sebebiyle  bu karar alınamamaktadır. Nitekim Filistin’in BM’e  üye devlet olması, 2011’de BM Güvenlik Konseyi’nin engeline takılmıştı.Filistin için Türkiye’de miting düzenleniyor ama siz  Arapların Türkler için miting düzenlediğini gördünüz mü? Karabağ’da Ermeniler tarafından Azeri Türkleri katledilirken gösteri yapan  ya da Kerkük’te Türkmenler katledilirken  miting yapan Arap ülkesi var mı? KKTC’yi  hangi  Arap ülkesi  tanımıştır? Doğu Türkistan’da Türkler Çinliler tarafından katledilirken  Filistin Devlet Başkanı Abbas Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı  neden aramamıştır?  Çin’de ülke genelindeki camilere  Çin bayrağı çekme ve ülkenin sosyalist değerlerine katkıda bulunma çağrısı yapılırken Müslüman Arap ülkeleri nerelerdedir? Rusya  Kırım’ı uluslararası hukuka aykırı bir şekilde ilhak edip Tatar Türklerini 1944 sürgününü hatırlatır bir şekilde baskı altın alırken  Arap ülkelerinden  tepki gelmemiştir.  Kurtuluş savaşında Sovyetler Birliği ile  Hindistan Müslümanları Türkiye’ye yardım gönderirken Araplar neredeydi? Mekke Şerifi Hüseyin’in 1916′da başlattığı isyan kime karşıydı? Filistin halkına karşı yapılanları en sert biçimde kınayan Kıbrıs’taki Müslüman Türk halkı  Filistinli yetkililerden  benzer uygulamaları istemek hakkına sahiptir.  Tüm büyükelçiler KKTC’ye geçerek, Cumhurbaşkanı ve diğer yetkililerle görüşme yaparken, Filistin Büyükelçisi neden KKTC’ne geçmeme konusunda ısrar etmektedir? Yoksa   Abbas’tan mı çekinmektedir.  Büyük Arap Krallığı vaadi karşılığında devlete ihanet ederek İngilizlerle hareket eden Şerif Hüseyin’in  müttefiki  İngiliz kimdi? “Görülüyor ki Arapların ‘milli’ hareketi esasında ayrılıkçı bir hareket değildi’  görüşünde olan Arap muhipleri yukarıdaki sorulara cevap vermediği sürece Arap’tan Türk’e dost olmaz. Söz konusu Türk olunca neden  Müslüman kardeşliği  unutuluyor?  Rum dostu olan Abbas’a gösterilen yakınlık Türk dış politikası ile uyuşmakta mıdır? Bu konuda  geçmişi  silerek  hareket etmemek gerekir.  Çünkü hafıza-i beşer  nisyan ile malüldür. Türkiye tarafından  tanınan Filistin’in, 40 yıldır Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini  tanımadığı  unutulmamalıdır. Siyonistlerin lideri Theodor Herzl, II. Abdulhamid’e Osmanlı devletinin dış borçlarını ödemek karşılığında Filistin’de kendilerine toprak verilmesini teklif etmiştir. Fakat   Abdulhamid  siyonistlerin teklifini  geri çevirmiştir: “Ben bir karış dahi olsa toprak satmam; zira bu vatan bana değil Osmanlı milletine aittir. Milletim bu toprakları kanlarını dökerek kazanmışlardır. Ne ile aldıysak onunla geri veririz”  (Mim Kemal Öke, I2. Abdülhamit, Siyonistler ve Filistin Meselesi,  1981, s. 76) Hertz, Macar asıllı, hukuk kökenli Viyanalı Yahudi bir  gazetecidir. 1894 yılında Fransız ordusunda yüzbaşı olan Yahudi asıllı Alfred Dreyfus vatana ihanetle suçlanınca  davayı  izlemek için görevlendirilmiştir. Herzl, Avrupa’da Yahudi karşıtlığının din değiştirerek çözülemeyecek kadar köklü olduğunu görünce, Yahudi sorununun  siyasi yoldan çözülebileceğini anlamış, Yahudilerin kendi kaderlerini tayin edebilecekleri devletlerini uluslararası destekle gerçekleştirebileceklerini düşünmüş, Yahudi Devleti: Yahudi Sorununa Çağdaş Bir Çözüm (Der Judenstaat: Versuch Einer Modernen Lösung Der Judenfrage,  1896) isimli kitabını Şubat  1896’da yayınlamıştır. Herzl, 1902 yılında İsrail topraklarında kurulmasını düşlediği Yahudi devleti vizyonunu işlediği Eski Yeni Vatan (Review of Old New Land -Altneuland) romanını yazmış ve özlemini açıklayan fikir akımını 1890 yılında  siyonizm olarak adlandırmıştır. 28 Ağustos 1897 tarihinde  Basel’de 1’nci Siyonist Kongre’sini toplamış ve   “Siyonizm, kamu hukuku güvencesi altında Yahudi halkı için Filistin’de bir yurt kurulmasını amaçlar”  kararını almıştır. Böylece  Herzl,  sorunu  eyleme dökerek  siyasallaştırmıştır. (Mim Kemal Öke, The Ottoman Empire, Zionism, and the Question of Palestine 1880¬1908, International Journal of Middle East Studies, 14 (1982), s. 338, :  Ergun Göze, Siyonizmin Kurucusu Theodor Herzl’in Hatıraları ve Sultan Abdülhamit, İstanbul, 2002) Ankara Üniversitesi SBF yurdundan oda arkadaşım olan Prof. Dr. İlber Ortaylı Filistinliler için şu tespitte bulunmuştur: “Zamanında Osmanlı’ya başkaldırıp ihanet eden Filistin, bugün bu ihanetini canıyla ve malıyla ödemektedir.” ()  Bu tespit ne kadar doğrudur bilinmez ama Filistin taburunun Aden’den gelen İngiliz birliklerine para karşılığı yolu açması, Osmanlının verdiği silahları  satması  bir gerçektir. Filistin taburu bunu yapmamış olsaydı  Osmanlı mağlup olmayacaktı. Cemal Kutay Filistinlilerin ihanetini  kitaplarında yazmıştır. İİÖ üyeleri Filistin için İstanbul’da toplantı yapıyorlar, Filistin’i devlet, Doğu Kudüs’ü de başkenti olarak tanıyorlar  ama  başkenti  Kuzey Lefkoşa olan KKTC’ni neden tanımıyorlar?  İslam ülkelerinin bu çifte standardı niye? GKRY’de 39 büyükelçilik arasında İİÖ üyesi ülkelerin de elçilikleri bulunduğu yerin kuzeyinde adı  Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti olan bir devletin varlığından acaba haberleri yok mu? 1963’te adayı kan gölüne çeviren Rum tarafını Hıristiyan  dünyası adanın yasal sahibi olarak tanımakla kalmamış onları AB’ye  almışlardır. Rumları adanın yasal hükümeti olarak tanıyan Hıristiyan  ülkelerine  İİÖ üyelerinin cevap vermesi gerekir.  Filistin’i devlet, Doğu Kudüs’ü de başkenti olarak tanıdığınıza göre  KKTC’nin  başkenti olarak Kuzey Lefkoşa’yı da tanımanızın zamanı gelmedi mi? Kıbrıs’ın güneyinde yaşayanlar Ortodoks, kuzeyinde yaşayanlar Müslümandır. GKRY’ni Hıristiyan  dünyası yasal hükümet olarak  tanımakta, adanın kuzeyindeki Müslüman KKTC’yi yok saymaktadır. Bölünmüşlük 1964 yılından buyana geçerlidir. Başkent Lefkoşa yeşil hat ile ikiye bölünmüş, 1974’ten sonra da adanın ve başkentinin bugünkü sınırları çizilmiştir. Adada her birinin yaşamı, dili, dini, yönetimi, meclisi  ayrı iki devlet vardır. Halkı Müslüman  bir devlet olan KKTC’yi tıpkı Filistin’de olduğu gibi İİÖ üyesi ülkeler  tanımalıdır.  Bu konuda öncülüğü Türkiye yapmalı, İslam ülkelerini bu tanınmaya davet etmelidir. Filistin de Hamas iktidardadır ve Türkiye Hamas’ı desteklemektedir.  Fakat Hamas’ın geçmişini ve Türkiye’ye karşı geçmişteki tutumunu gözden uzak tutmamakta yarar vardır. Kıbrıs konusunda  İİÖ, Filistin’e verdiği destek kadar  KKTC’nin uluslararasında tanınması için çaba göstermelidir. Aksi bir tutum İİÖ için bir çifte standart uygulaması olur ki  örgütün  “İslam Dünyasının hak ve çıkarlarını korumak, Üye Devletler arasında işbirliği ve dayanışmayı güçlendirmek” amacı ile çelişir. İsrail ile Filistin için sık sık karşı karşıya gelen, her uluslararası platformda Filistin’in haklarını savunan Türkiye’de kamuoyu  bu gerçekleri   bilmeli, ona göre tepki göstermeli,  havanda su dövmeye devam etmemelidir. Atalarımız ne güzel demişler: Lafla peynir gemisi yürümez. Gün konuşmak zamanı değil, icraat zamanıdır.”

    Bu süreçte  Washington Büyükelççmiz  Türkiye Cumhuriyeti’nin çıkarlarını ne ölçüde korumuştur bilemem. ABD’de yaşayan  bir Türk olan sayın Feruh Demirmen   gönüllü olarak   bu görevi  üstlenmiştir:

    “From: Ferruh Demirmen [mailto:ferruh@demirmen.com] Sent: Tuesday, November 12, 2019 5:56 PM To: Subject: FW: S.Res.150 Armenian genocide November 12, 2019 Dear Senator ………(through Chief of Staff), Although earlier today I sent you (through your website) my thoughts on S.Res.150 on “Armenian genocide,” I would like to pass on additional information on this matter. S.Res.150 mimics H.Res.296 that was passed overwhelmingly by the House on October 29 at a time when antí-Turkish sentiments in the House had reached a very high decibel because of the Syrian situation. The bill passed after intense lobbying by the Armenian lobby. The assertions made in the bill, however, cannot be supported. “Armenian genocide” is a mere allegation that has no historical basis, and likewise no legal basis. Hundreds of historians do not consider the 1915 events in Ottoman Anatolia as genocide. The requisites of the 1948 UN Genocide Convention, the 2013-2015 decisions of the European Court of Human Rights, and the determination of France’s Constitutional Council in 2016, also mitigate against the recognition of “Armenian genocide.” The UN has not recognized “Armenian genocide.” The claim that 1,5 Million Armenians had perished is also an obnoxious lie. There is no official record of number of Armenians died. On the flip side, more than half a million civilian Muslims died at the hands of armed Armenian militia that had corroborated with the invading powers, mainly Russia. The resolution adds insult to injury where it is stated that the “massacres “of Armenians lasted until 1923, the year the modern Turkish Republic was founded, and that the U.S. had ”recognized“ ”Armenian genocide” (in 4 words, in a 25-page document that deals with procedures!) back in 1951, at a time when Turkish soldiers were fighting and dying in Korea alongside the U.S. troops. More than 56,000 Turkish troops served in Korea from 1950 to 1971, and 751 of them died on the battlefield. More than 21,000 were wounded. And Turkey is supposed to be a NATO ally – not to mention that Turkish troops are helping the U.S.-led Coalition forces in Afghanistan. Please also know that a people, that is Turks, who welcomed Jews that were persecuted during the Spanish inquisition in the 15th century, helped mass-starving Irish people by sending shiploads of food (against the wishes of English) during the 1845-1849 Great Famine, and rescued thousands of Jews from the Nazi terror during WW-II, cannot commit the hideous act of genocide against a minority which it embraced and considered “a loyal nation” for 6 centuries. The late Judge Sam Weems, a devout Christian, who authored the book, “Armenia: Secrets of a ‘Christian’ Terrorist State,” (2002) called the Armenian genocide claim “as bogus as a three-dollar bill and (they) know it,” Should you wish additional information, I will be glad to provide such information. Sincerely, Ferruh Demirmen, Ph.D.”

    Temsilciler Meclisi’ndeki oylama sonrasında  Türkiye lehine  oy veren üyelere (hayır oyu)  teşekkür mektubu yazılmasının yararlı olacağını   düşünerek bu durumu  Washington  Büyükelçiliğimize ilettim. Fakat cevap alamayınca  göndermiş olduğum ikinci  mesajıma gelen cevapta  telefon numaram istenmiştir. Ben seyahatte olduğum için mesajı geç fark ettim   ve  telefon numaramı gönderme imkanım olamadı. Yazışmalar aşağıdadır.

    Büyükelçilimizden bir dönüş olmadı ama  ABD’de yaşayan  sayın Ferruh Demirmen,  Kasım ayı başında   11 Temsilciler Meclis üyesine (James Baird (IN), Kevin Brady (TX), Susan Brooks (IN), Larry Bucshon (IN), Tom Cole (OK), Virginia Foxx (NC), Andy Harris (MD), Mark Meadows (NC), Greg Pence (IN), Mike Rogers (AL), and Mac Thornberry (TX)  aşağıdaki teşekkür mektubunu göndermiştir. Mektup; Houston, Texas’tan bir birey olarak, bu fırsattan dolayı, çok taraflı Türk-karşıtı H.Res.296 faturasına “HAYIR” oy vererek cesaretiniz ve ilkeli duruşunuz için teşekkür etmek istiyorum” diye başlamaktadır. Oldukça uzun olan mektubu ) den okuyabilirsiniz:

    “15 Kas 2019 18:06 (2 gün önce) Alıcı: eturkiyeyizbiz To the attention of: U.S. Representatives James Baird (IN), Kevin Brady (TX), Susan Brooks (IN), Larry Bucshon (IN), Tom Cole (OK), Virginia Foxx (NC), Andy Harris (MD), Mark Meadows (NC), Greg Pence (IN), Mike Rogers (AL), and Mac Thornberry (TX), through their Chiefs of Staff. Copy: Adam Schiff (CA), Eliot Engel (NY), Speaker Nancy Pelosi (CA), for information, through their Chiefs of Staff. Copy: Adam Schiff (CA), Eliot Engel (NY), Speaker Nancy Pelosi (CA), for information, through their Chiefs of Staff. Honorable Representatives: I, as an individual from near Houston, Texas, would like to take this oppurtunity to thank you for your courage and principled stand by voting “NO” on the highly biassed anti-Turkish H.Res.296 bill (“Affirming the United States record on the Armenian Genocide”) when it came for a vote on the House floor on October 29. The bill passed overwhelmingly with 11 to 405 votes, in an atmosphere that was highly adversarial against Turkey due to the Syrian situation…”

    ABD’deki görüşmeler sonunda   tasarının Senato’ya gönderilmesinin önünün kapatılmış olması büyük  başarıdır. Fakat bu başarı ABD basınına (Wall Street Journal veya diğer bir gazeteye)  ilan verilerek sağlanmamıştır.  25 Ocak 2018  tarihinde  Wall Street Journal gazetesi, torun Robert M. Morgenthau imzası ile yayınlanan  “Başkan Trump Ermeni Soykırımı Hakkında Gerçeği Söyleyecek mi?” başlıklı yazıda Hitler’e ait  olduğu iddia edilen sözleri gerçekmiş gibi yayınlayarak Türkiye aleyhine hava yaratmak istemiştir. Bu ve benzer yayınların kamuoyunu yanlış bilgilendirmesini önlemek amacıyla Ermeni yanlısı Wall Street Journal  (WSJ) gazetesine Türk-Amerikan Topluluğu adına  (Turkish Union of Chambers and Commodity Exchanges (TOBB USA), Foreign Economic Relations Board of Turkey (DEIK),Turkey-U.S. Business Council (TAIK), Independent Industrialists and Businessmen Association (MUSIAD USA), Turkish American National Steering Committee (TASC), Nimeks Organics, The Foundation for Political, Economic and Social Research (SETA DC), Turkish-American Chamber of Commerce & Industry (TACCI), Turkish Anti-Defamation Alliance (TADA), Turkish Heritage Organization (THO) kuruluşları ilan vermiştir. Turkish Forum’da  o tarihte  yayınlanan  Türk Kuruluşlarının ABD’de Ermeni Yanlısı WSJ Gazetesi’ne İlan Vererek Destek Olmasının Anlamı Nedir?”  yazımda bu gazeteye ilan verilmesini  uygun bulmamıştım.

    WSJ, Türkiye’ye hasım bir yayın organıdır. Türk-Amerikan dernekleri tarafından verilen bir sayfalık ilan ile ödüllendirilmiştir. L. Gordon Crovitz isimli yazar,  3 Mayıs 2015 tarihli yazısında Türkiye’yi  bir milyondan fazla Ermeni vatandaşını  katletmekle suçlamıştır: Turkey’s massacre of more than one million of its Armenian citizens. “Ankara, olanları badanalamak için elinden gelenin en iyisini yapıyor. Sosyal medya ve çevrimiçi videodan çok önce ABD’li diplomat sayesinde bu imkansız. 1915 yılında Henry Morgenthau Sr., Osmanlı İmparatorluğu’nun ABD Büyükelçisi idi.” (Opinion  Informatıon Age The Diplomat Who Called Out Mass Murder Using just a pen and a phone, Henry Morgenthau exposed Ottoman atrocities)

    Torun Robert  Morris Morgenthau’nun  Türkiye’yi suçlayan makalesini 9 Şubat 2018 tarihinde yayınlayan Wall Street Journal editörüne  bir   mektup gönderilmiştir. (Open Letter To Wall Street Journal To Correct Morgenthau Falsehoods About Armenıan Claims – 09.02.2018 https://www.ata-a.org.au/morgenthaus-hate-and-lies-still-haunt-history/.BLOG NO : 2018 / 16, TASC 06.03.2018, 9 February 2018,The letter below was sent on February 9, 2018 to Wall Street Journal (WSJ) which published an earlier article by R. M. Morgenthau, grandson of Henry Morgenthau, former U.S. Ambassador to the Ottoman Empire) WSJ gazetesine  ilan verilmemesinin gerekçeleri şunlardır:

    • Ocak 2018’de ABD’nin eski İstanbul  Büyükelçisi Henry Morgenthau Sr.’ın ) torunu Robert M. Morgenthau’nın kaleme aldığı  yazı yayınlamıştır.
    • Yazıda Hitler’in sahte evraklara dayanan sözde Ermeni  soykırımı  gündeme  getirilmiş ve Başkan Trump’ın sözde Ermeni soykırımını tanıması gerektiği savunulmuştur.
    • Yazının yayınlanmasından sonra rahmetli Şükrü Server Aya ve Feruh Demirmen gibi vatansever kişiler WSJ’e Türkiye’nin görüşlerini açıklayan  mektup göndererek bunların  da yayınlamasını  istemişlerdir.
    • WSJ’ın, bu mektupları yayınlamaması üzerine Demirmen  gazetenin  tutumunu kınayan, gazetenin ifade özgürlüğü hususunda hipokrasi  (ikiyüzlülük)  yaptığını dile getiren kinayeli ikinci bir mektubu  diğer bazı yayın  kuruluşlarına da  göndermiştir.
    • Böyle bir ilanı Ermeni diasporası ve devleti “Ermeni soykırımı  bir büyük yalandır” tezini savunan bir gazeteye kesinlikle
    • İlana TÜSİAD ve İKV gibi özel sektör kuruluşlarının katılmaması dikkat çekicidir.

    İlan  yerindedir ve bir gerçeği açıklamaktadır, yanlış olan gazete seçimidir. 2015 yılında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, sözde Ermeni soykırımı iddialarının  hukuki olarak kanıtlanmamış olduğuna karar vermiştir. 2016 yılında, Fransız Anayasa Konseyi de aynı kararı almıştır. 2012 yılında ABD Yüksek Mahkemesi  Ermeni davasını soykırım olarak nitelendirmemiş ve bu konunun ABD dış politikası olmadığına  belirlemiştir.  Fransız avukat George de Maleville  Ermeni soykırımı savını belgelerle çürütmüş, Fransa’nın diktiği  kin anıtlarını da bayağı bir düşüncenin ürünü  olarak değerlendirmiştir:

    “İstanbul’a giderek tüm kentte oturan Ermeni toplumu ziyaret ettik ve yüzlerindeki ifadeyi inceledik. Hiçbir yerde, Türklerle sürekli olarak birlikte yaşayan Ermenilerde hiçbir korku duygusuna rastlamadık. Pazar yerlerinde, limanda bulunan lokantada, iki toplum arasındaki bağlılık tamdır ve burada Paris’ten göç etmiş toplumlar arasındakinden çok daha içtenlikli bir sempatiyle sürmektedir.”  Maleville, Ermeni tehcirinde yaşanan olayların  Osmanlı merkezi yönetiminin bilgisi ve denetimi dışında olduğunu belirtmektedir. Osmanlı Devleti’nin bu gibi olayları önlemek için elinden geleni yaptığı, yakalanabilen sorumluların yargılanıp cezalandırıldığı ve bu yüzden birçok görevlinin idam edildiğini belgelemektedir. Bu gerçekler soykırım  iddialarını temelden çürüten olgulardır. Prof. Dr. Justin McCarthy’nin bir tespiti çok doğrudur. McCarthy, Avrupa’nın Türkiye’nin AB’ye girebilmesi için önce  sözde Ermeni soykırımını  kabul etmesini beklediğini  şöyle açıklamaktadır:  “Giriş ücreti olarak yalanı talep eden bir kuruluşa girmeniz uygun olur mu? Babanızın katil olduğunu itiraf ederseniz girebilirsiniz diyen bir Birliğe üye olunabilir mi?”

    Yazar ve gazeteci  Sinan Meydan’ın  4 Kasım 2019 tarihli yazısında  (Sözde Ermeni Kırımını Tanıyan Padişah)  Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’in  10 Nisan 1919 tarihindeki  sözlerini açıklamaktadır:  “Sizlere yemin ederim ki ben masumum! Son sözüm bugün de budur, yarın da budur. Ecnebi devletlere yaranmak için beni asıyorlar. Eğer adalet buna diyorlarsa, kahrolsun böyle adalet!”  Kemal Bey, idamından önce yetkililere verdiği vasiyetnamesinin 7. maddesinde şöyle yazmıştır: “Fert ölür, millet ise yaşar ve inşallah Türk milleti yaşayacak…”  Yazının önemli gördüğüm kısımları  aşağıdadır.

    “…Padişah Vahdettin, İstanbul’un işgalinden sadece 10 gün sonra, 24 Kasım 1918’de The Daily Mail muhabiri G. Ward Price ile bir mülakat yaptı: ‘Eğer tahtta olsaydım bu esef verici olay yaşanmazdı. (Gotthard Jaeschke, Kurtuluş Savaşı İle İlgili İngiliz Belgeleri, s. 3, 4) Padişah Vahdettin, aynı mülakatta, Gazeteci Ward Price‘e, Osmanlı’yı savaşa sürükleyen ve Ermeni tehcirine karışan İttihatçıların mutlaka cezalandırılacaklarını söyledi. (Lütfi Simavi, Osmanlı Sarayının Son Günleri, s. 448-449) …İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Arthur Calthorpe, telgrafında “Padişah,  geniş ölçüde bir eyleme geçince ihtilal olacağından, kendisinin belki de devrilip öldürüleceğinden korkmaktadır.” (Bilal Şimşir, Malta Sürgünleri, s. 53) … Kemal Bey, tehcir sırasında Yozgat’ta Ermeni kırımından sorumlu tutularak 7 Ocak 1919’da tutuklandı…Kemal Bey… yetersiz delillerle, hukuksuz biçimde yargılandı. Üyeleri arasında Ermenilerin de bulunduğu mahkemedeki şahitlerin çoğu Ermeni’ydi. Mahkeme, Kemal Bey’i yalancı şahitlikler, çelişkili ifadeler, bazı dedikodulara dayanarak 8 Nisan 1919’da idama mahkum etti.”

    İsviçre Federal Mahkemesi’nin Perinçek lehine verdiği 25 Ağustos 2016 tarihli bozma kararı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi  İkinci Dairesi’nin 16 Aralık 2013 tarihli ve AİHM Büyük Dairesi’nin 15 Ekim 2015 tarihli kararlarına  rağmen  WSJ’de  Türkiye aleyhine yayın yapması  gazetenin kimliği açısından önemlidir.  İsviçre’de bir konferansta “Ermeni soykırımı emperyalist bir yalandır” sözüyle İsviçre tarafından cezaya çarptırılan  Doğu Perinçek davanın kararını Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne  taşımıştı. 28 Ocak 2015 tarihindeki AİHM temyiz duruşmasından sonra karar yaklaşık 9 ay sonra 15 Ekim 2015 Perşembe günü verilmiştir. AİHM  verdiği kararda  Perinçek’i ifade özgürlüğü noktasında haklı bulmuştur. AİHM, Perinçek’in “Ermeni soykırımı emperyalist bir yalandır” sözlerinin düşünceyi açıklama özgürlüğü kapsamında olduğunu  tespit etmiştir. Avrupa ülkeleri,  bu kararın düşünceyi açıklama özgürlüğünün ötesindeki gerekçesini de kabul etmeye başlamışlardır. Almanya Başbakanı Merkel’in “Alman Meclisi’nin Ermeni soykırımını tanıma kararının hukuki değeri olmadığı” yolundaki açıklaması, İsviçre yargısı ve siyasetinde de kabul edilmektedir.

    AİHM kararlarının gerekçelerinde 1915 olaylarının “Yahudi Soykırımı” ile aynı sınıflama içinde olmadığı, 1915 olaylarında soykırım suçunun işlendiği konusunda bir mahkeme kararı bulunmadığı da belirtilmiştir. 1948 BM Sözleşmesi,  soykırım suçuna hükmetme yetkisinin  sadece suçun işlendiği ülke mahkemesi ile  Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde olduğunu vurgulamıştır. İsviçre Federal Mahkemesi  AİHM’nin Perinçek Kararı’na uyarak, BM 1948 Soykırımın Cezalandırılması ve Önlenmesi Sözleşmesi  uyarınca ancak yetkili mahkemelerin  soykırım konusunda karar alabileceğini kabul etmesine rağmen torun Morgenthau’nun konuyu  WSJ’de yayınlaması, Türkiye’ye yönelik karalama kampanyasından başka bir şey değildir. Bu yayın,  sözde Ermeni soykırımı konusunda  24 Nisan 2018’de ABD Başkanı Trump’ın “soykırım” (genocide) kelimesini kullanması için ABD’de ortam hazırlanmaya yönelik bir  girişimdir. Buna rağmen Trump soykırım dememiş, biri dışında diğer başkanlar gibi büyük felaket” (meds yaghern) ifadesini kullanmıştır.  WSJ 17 Eylül 2018 tarihinde de Türkiye aleyhine  şu  yorumu yapmıştır:

    “Finansal krizden sonra, yatırımcılar riskli gelişmekte olan piyasalarda daha yüksek getiri talep etti… Ancak pek çok yatırımcı, tek başına daha yüksek faiz oranlarının  yeterli olmayacağına, Türk şirketleri ile  büyük miktardaki borçları  finanse etmeye çalışan bankalar için sorun yaratabileceklerine inanmaktadır… Türkiye Merkez Bankası, Perşembe günü enflasyonda ana faiz oranını % 17,75’ten % 24’e yükseltti ve bankanın bağımsızlığıyla ilgili olarak ilgili sorunlara cevap verdi ama  Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan  bir gün sonra yüksek faizlerden  hoşnutsuzluğunu yineledi.” (https://www.wsj.com/articles/some-investors-want-a-recession-in-turkey-1537178401 Sept. 17, 2018)

    Bu süreçte Hitler’in 22 Ağustos 1939 tarihindeki konuşmasında  Ermeniler için söylediği iddia edilen  sözlerin  bir müzeye  konması  doğru olmamıştır. Bu konuda   SBF’den hocam Prof. Dr. Türkkaya Ataöv, 1984 yılında  İngilizce ve Fransızca olarak  yayınlanan Hitler and the Armenian Question / Hitler et la Question Armenienne (Hitler ve Ermeni Sorunu) kitapçığında açıklamış, Hitler’in Ermenilere ilişkin böyle bir sözünün bulunmadığını Nüremberg yargılama dosyalarından ilgili belgelerle kanıtlamıştır. Ataöv’den bir yıl sonra, 1985 yılında  Prof. Dr. Heath W. LowryErmeniler Üzerine ABD Kongresi ve Adolf Hitler (The U.S. Congress and Adolf Hitler on the Armenians) başlıklı makalesinde, müzeye konulmak istenen sözün Hitler’e ait olmadığını, uydurma (spurious) olduğunu göstermiştir. Lowry (Mustafa Kemal Ataturk Professor of Ottoman and Modern Turkish Studies, Princeton University) bu konuda şu  eleştiride bulunmuştur:

    “Savaş döneminde Türkler aleyhinde yapılan propagandanın en etkili örneklerinden birinin esasını teşkil eden bu belgelerin İngiliz haber alma örgütüne tarafsız Amerika Birleşik Devletleri’nin bir Büyükelçisi tarafından sağlandığı ve bunların Amerikan kamuoyunu Türkler ve Almanlar aleyhine kışkırtarak ülkeyi savaşa sokma amacını güden İngiliz çabalarının bir parçası olarak yayımlandığı anlaşılınca, Morgenthau’nun kullandığı ‘yetki’ konusunda insan meraka düşüyor.”(The Story Behind Ambassador Morgenthau’s Story,  Istanbul, Isis Press, 1990)

    Bu  araştırma  kamuoyunda değilse bile Amerikan diplomatik çevrelerinde etkili olmuştur. Prof.  Lowry’a göre  “Büyükelçi Morghentau’nın hikayesinde yer alan tüm yorumlar, Eylül 1915’in sonlarına doğru Morghentau’nun, Ermenilerin, Genç Türk liderliği tarafından imha edilmeye maruz kaldığı konusunda kesin bir sonuca varmamışlardır.” (All comments in Ambassador Morghentau’s Story notwithstanding, as late as September 1915, Morghentau had not firmly concluded that the Armenians were the subject of an attempted ‘extermination’ by the Young Turk leadership, s. 51)

    Ermeni soykırım propagandasında kullanılan yalanları kitaplarında belgelerle çürüten bir diğer önemli araştırmacı   rahmetli  Şükrü Server Aya’dır. Hitler’e atfedilen “Bütün olanlardan sonra, kim bugün Ermenilerin yok edilmesinden söz ediyor?” sözlerinin uydurma olduğunu The Genocide of Truth (İstanbul Ticaret Üniversitesi yayınları, 2008, s.366), Soykırım Tacirleri  (Derin Yayınları, Ocak 2009, s.205-206)  The Genocide of Truth Continues, (Derin Yayınları, Aralık 2010, s.249-270)   açıklamıştır. Rahmetli  Aya, The Wall Street Journal gazetesi editörlerine, Washington Soykırım Müze İdaresi ve Mütevelli Heyeti’ne (28.03. 2018) ve müzenin bağlı olduğu üst makam  olarak ABD Başkanlık Ofisi’ne gönderdiği (13.02.2018) yazılarda tepkisini şu sözlerle dile getirmiştir:

    New York Bölge Savcısı olan Bay Robert M. Morgenthau’un bu yazı içeriği, neredeyse A’dan Z’ye kadar gerçek değildir, kanıtlanmamıştır ve ayrıca dünkü ve bugünkü tarih hakkında devasa bilgi eksikliği ile maluldür. Müzenin duvarında durmakta olan ve Hitler’e atfedilen cümle tamamen yalandır ve ihtimal yirmi yıldan fazladır oradadır…Wall Street Journal gazetesinin Bay Morgenthau’un Ermeni Soykırımı hakkındaki isteklerine katılıp katılmadığını da açıklamasını saygılarımızla talep ederiz.”

    Henry Morgenthau (1856-1946) New York’ta  emlak komisyoncusu iken  1912  seçimlerinde  Başkan adayı  Wilson’u desteklemiş, Wilson seçimleri kazanınca  İstanbul’a Büyükelçi  atanmıştır.  27 Kasım 1913 tarihinde  İstanbul’da gelmiş, 26 ay   görev yaptıktan sonra  1916’da  ABD’ye dönmüş, Başkan Wilson’a  “Hükümetin savaş politikası adına bir zafer kazanmamız ve bunun için de her türlü yasal yol ve imkana başvurmamız gerekmektedir”  diyerek  uydurma  hikayesini yazmıştır.

    Kitabını yazarken  elçilik sekreteri Hagop S. Andonian ile hukuk danışmanı Arshag K. Schmavonian’dan  yardım almıştır. Gazeteci Burton J. Hendrick, Büyükelçi Morgenthau’nun anlattıklarını yeniden düzenlemiş, ABD Dışişleri Bakanı Robert Lansing kitabın provalarını okuyup eklemelerde bulunmuştur. Morgenthau Türk ve Müslümanlara “aşağılık bir ırk”  diyerek  atıfta bulunmuştur. Gerçek şu ki, cehalet ve önyargı Büyükelçi Morgenthau’nun Osmanlı-Ermeni ihtilafı konusundaki perspektifini tanımlamaktadır.

    Birinci Dünya Savaşı sonrası, 1919-1922 yılları arasında Osmanlı resmi görevlilerine karşı yürütülen yasal sürecin bir parçası olarak Ermeni iddiaları araştırılmıştır.  Sevr Antlaşması’na göre Osmanlı Hükümeti’nin katliamlarla suçlanan kişileri Müttefik Kuvvetlere teslim etmesi gerekiyordu. Bunun üzerine 144 üst düzey Osmanlı yetkilisi tutuklanarak İngiltere tarafından Malta adasına sürgüne  gönderilmiştir. Tutuklamalara yol açan bilgiler çoğunlukla yerel Ermeniler ve Ermeni Patrikliği tarafından sağlanmıştı. İngiliz ve Osmanlı arşivlerindeki dokümanter kanıtların incelenmesini bir Ermeni bilim insanı olan  Haig Khazarian yürütmüş fakat hiçbir belge bulamamıştır. Bunun üzerine İngiltere ABD’ye başvurmuştur. Çünkü ABD’nin  birçok yerde faaliyet gösteren ve misyonerlerden oluşan Nearest Relief Society adlı yardım kuruluşuna  tehcir esnasında yardım faaliyetlerini yerine getirme izni verilmişti. 31 Mart 1921 tarihinde Lord Curzon İngiltere’nin Washington Büyükelçisi Sir A.Geddes’e  şu telgrafı göndermiştir:

    “Malta’da, Majestelerinin Hükümeti’nin elinde, Ermeni katliamlarına suç ortaklığı ettikleri iddiasıyla tutuklu Türkler bulunmaktadır. Suç kanıtı saptamakta önemli ölçüde güçlük var. Lütfen Amerika Birleşik Devletleri’nin elinde soruşturma amaçlı olarak bir değeri olabilecek herhangi bir kanıt bulunup bulunmadığını araştırıp belirleyiniz.”

    İngiliz Büyükelçiliği’nin  13 Temmuz 1921 tarihli  cevabı şöyledir: “Sayın Lordum, ekibimin bir mensubunun Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nı ziyaret etmiş olduğunu size bildirmek onuruna sahip oldum. Bu katliamlar hususunda Birleşik Devletler Konsoloslarının vermiş olduğu raporları görmesine izin verilmiş…Saygılarımla bildiriyorum ki Lordum, bu raporlar içerisinde Türklere karşı kanıt olarak kullanılabilecek mahiyette hiçbir husus bulunmamaktaymış.”

    Soruşturmaların sonucunda Ermeni iddialarını destekleyecek hiçbir kanıt bulunamamış, Malta’daki iki yıl dört ay süren tutukluluk döneminin ardından sürgün olan tüm Osmanlı yetkilileri yargılanmadan serbest bırakılmış,  bu kişilere tazminat  ödenmemiştir. 2015 yılında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Ermeni soykırımı iddialarının  hukuki olarak kanıtlanmamış olduğuna karar vermiştir. 2016 yılında, Fransız Anayasa Konseyi de aynı kararı almıştır.

    İsviçre Federal Mahkemesi’nin Perinçek lehine verdiği 25 Ağustos 2016 tarihli bozma kararı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi  İkinci Dairesi’nin 16 Aralık 2013 tarihli ve AİHM Büyük Dairesi’nin 15 Ekim 2015 tarihli kararlarına  rağmen bu yazının WSJ’de yayınlanması, gazetenin kimliği açısından önemlidir.  İsviçre’de bir konferansta “Ermeni soykırımı emperyalist bir yalandır” sözüyle İsviçre tarafından cezaya çarptırılan Doğu Perinçek davanın kararını Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne  taşımıştı. 28 Ocak 2015 tarihindeki AİHM temyiz duruşmasından sonra karar yaklaşık 9 ay sonra 15 Ekim 2015 Perşembe günü verilmiştir.

    AİHM  verdiği kararda  Perinçek’i ifade özgürlüğü noktasında haklı bulmuştur. AİHM, Perinçek’in “Ermeni soykırımı emperyalist bir yalandır” sözlerinin düşünceyi açıklama özgürlüğü kapsamında olduğunu  tespit etmiştir. Avrupa ülkeleri,  bu kararın düşünceyi açıklama özgürlüğünün ötesindeki gerekçesini de kabul etmeye başlamışlardır. Almanya Başbakanı Merkel’in “Alman Meclisi’nin Ermeni soykırımını tanıma kararının hukuki değeri olmadığı” yolundaki açıklaması, İsviçre yargısı ve siyasetinde de kabul edilmektedir. AİHM kararlarının gerekçelerinde 1915 olaylarının “Yahudi Soykırımı” ile aynı sınıflama içinde olmadığı, 1915 olaylarında soykırım suçunun işlendiği konusunda bir mahkeme kararı bulunmadığı da belirtilmiştir. 1948 BM Sözleşmesi,  soykırım suçuna hükmetme yetkisinin  sadece suçun işlendiği ülke mahkemesi ile  Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde olduğunu vurgulamıştır.

    İsviçre Federal Mahkemesi  AİHM’nin Perinçek Kararı’na uyarak, BM 1948 Soykırımın Cezalandırılması ve Önlenmesi Sözleşmesi  uyarınca ancak yetkili mahkemelerin  soykırım konusunda karar alabileceğini kabul etmesine rağmen torun Morgenthau’nun konuyu  WSJ’de yayınlaması, Türkiye’ye yönelik karalama kampanyasından başka bir şey değildir. Bu yayın,  sözde Ermeni soykırımı konusunda  24 Nisan 2018’de ABD Başkanı Trump’ın “soykırım” (genocide) kelimesini kullanması için ABD’de ortam hazırlanmaya yönelik bir  girişimdir. Buna rağmen Trump soykırım dememiş, biri dışında diğer başkanlar gibi büyük felaket” (meds yaghern) ifadesini kullanmıştır.

    Sözde Ermeni soykırımı konusunda  kaynak olarak gösterilen, 1916 yılında Londra’da  basılan   The Treatment of Armenians in the Ottoman Empire 1915-16 (Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermenilere Yönelik İşlemler 1915-16) isimli  Mavi Kitap, bir Ermeni propaganda aracıdır. Kitabın özgün baskısında yer alan, “Documents presented to Viscount Grey of Fallodon Secretary of State for Foreign Affairs by Viscount Bryce with a preface by Viscount Bryce”  (Viscount Bryce’ın Önsözüyle Viscount Bryce Tarafından Devlet Dışişleri Sekreteri Fallodon Viscount Grey’e Sunulan Belgeler)  açıklaması  önemlidir. Kitap, 2005 yılında Türkçe ’ye  çevrilmiştir.  Mavi Kitap,  1916’da İngiliz Parlamentosu’nun onayıyla, savaş propaganda bürosu durumundaki Wellington House tarafından hazırlatılmıştır. Mavi Kitap’ın içeriği Amerikan misyoner raporlarına dayanmaktadır. Kitap, Lord Bryce’ın değişik makamlarla yaptığı birkaç yazışma, bir harita, önsöz ve editörden muhtıra bölümlerinin bulunduğu 8 kısımdan oluşmakta, 150 adet mektup içermektedir. Son kısımdaki 7 ek ile kitap zenginleştirilmiştir.

    Osmanlı’yı suçlama görevi, hukuk profesörü olan Lord Bryce başkanlığındaki bir heyete verilmiştir. Bryce sonraki yıllarda Büyük Britanya’nın Washington büyükelçiliğine getirilmiştir. Tarihçi  Arnold J. Toynbee   Lord Bryce’ın sekreterliğini yapmıştır. Toynbee  (1889-1975) uzun yıllar İngiltere Kraliyet Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde yöneticilik yapmış, Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’nda  İngiltere Dışişleri Bakanlığı İstihbarat Dairesi’nde görev almış bir akademisyendir. Toynbee daha sonra bunun bir propaganda kitabı olduğunu anlayınca  pişmanlığını dile getirmiş ve “fark etseydim, bu projede yer almazdım” demiştir.  Hatıralarında, Mavi Kitap’ın doğruluğu konusunda şüpheli  açıklamalarda  bulunmuştur.  Türkçe’ye Hatıralar: Tanıdıklarım”  başlığıyla çevrilen eserinde konuya açıklık getirmiştir.

    Birinci Dünya Savaşı’nda ittifak devletleri, Almanya’nın Rusya aleyhinde başlattığı propaganda silahı ile vurulacaktı. Almanya’ya davet edilen Amerikalı gazetecilerin verdikleri bilgiler,  Rus barbarlığını ortaya çıkarmaya yönelikti.  Rusların Yahudilere yönelik bu  şiddet uygulamaları, İngiltere ve Fransa’yı zor durumda bırakmıştır. Türklerin yapacakları yanlışlar da Almanya ve Avusturya-Macaristan  aleyhine olacaktı.  İngiltere Türkleri Ermenilere soykırım yaptı şeklinde açıklayarak Türkiye’nin müttefiklerini zor durumda bırakacaktı.  Osmanlı’nın  uygulamaya koyduğu “sevk ve iskan kanunu”  İngiltere’ye bu fırsatı vermişti.

    Bu  tespitlerimden sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Washington ziyaretinde dikkatimi çeken birkaç hususa  değinmek istiyorum. Beyaz Saray’daki  görüşmeler öncesinde 11 Kasım 2019  tarihinde Beyaz Saray’dan yapılan açıklamada, ABD Kongresi’nin S-400’lerden vazgeçilmemesi durumunda Türkiye’ye yönelik yaptırım kararı almaya hazır olduğu açıklanmıştır. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Robert O’Brien, katıldığı bir televizyon programında ABD Kongresi’nin S-400’lerden vazgeçilmemesi durumunda Türkiye’ye yönelik yaptırım kararı almaya hazır olduğunu  açıklamıştır.

    Bu konunun Washington ziyaretinde Cumhurbaşkanı  Erdoğan’a Başkan  Trump tarafından da söyleneceğini vurgulayan O’Brien, “Türkiye’nin Rus S-400 füze savunma sistemlerini almasından büyük bir memnuniyetsizlik duyduk” demiştir. Yaptırımların ezici bir çoğunlukla Kongre’den geçeceğini ifade eden O’Brien, “Eğer Türkiye S-400’lerden kurtulmazsa muhtemelen CAATSA yasasına uygun yaptırımlar, her iki tarafın da ezici çoğunluğunun desteği ile Kongre’den geçecek ve Türkiye, bu yaptırımların sonuçlarını hissedecek. Bunu Cumhurbaşkanı Erdoğan’a açıkça söylemiştik. NATO’da S-400’lere, önemli miktarda Rus silah alımına yer yok”  demiştir.

    Liderlerin baş başa görüşmesinin ardından düzenlenen  ortak basın açıklamasındaki bir konu  çok önemlidir. Trump’ın, Cumhurbaşkanı Erdoğan soru alırken, “Türkiye’den sadece dost canlısı gazeteciler sorsun lütfendemesi ilginçtir. Trump’ın bu sözlerinden sonra Sabah gazetesi yazarı Hilal Kaplan  Trump’a, Abdullah Öcalan’ın manevi evladı Mazlum Kobani’yi Beyaz Saray’a davet edip etmeyeceğini sormuştur. Soru uzundur ama can alıcı noktası vardır.  Trump   soruyu geçiştirmiş, Kaplan’a “Gazeteci olduğunuza emin misiniz” demiştir.  Bana kalırsa  Kaplan’ın hükümete yakın bir gazeteci olduğunu, farklı düşüncede gazetecilerin burada bulunmadığını ihsas ettirmek olabilir.

    Bu kapsamda  bir anımı paylaşmak istiyorum. Paris’te OECD Daimi Temsilciliğimizde görev yaparken rahmetli Yusuf Bozkurt Özal’ı Citroen marka aracımla havaalanına götürüyorum. Yanımda Brüksel’de  DPT Temsilcisi olarak görev yapan İlhan Kesici var.  Kesici Washington’a tayin edilen arkadaşımız için eleştiride bulununca rahmetli Özal aynen şunları söylemiştir:  “Bak İlhan, ben  A’yı yakından tanırım.  Dünya görüşü tam bizim gibi değildir. Bunun farkındayım. Ama bir liderin etrafında mutlaka karşı görüşte olanlar da olmalıdır. Ben onları dinlerim. Eğer eleştirileri haklıysa gereğini yaparım. Değilse sadece dinlerim. Sizler (bizi kastederek) bizim gibi düşündüğünüz için hata yaptığımız zaman bunu bize söylemezsiniz. Fakat A bunu söyler. Haklı ise dediğini yaparım. Böylece hata yapmamızı önler. Bir liderin etrafında mutlaka aykırı düşüncesinde olanlarda olmalıdır ki, lider  hata yapmasını.”

    ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi  James  Jeffrey, PKK  terör örgütü liderlerinden Ferhat Abdi Şahin‘e (Mazlum Kobani)  atıfta bulunarak, “Biz kişilere değil SDG güçlerine (YPG/PKK) destek vermekteyiz. Bu destek de geçici ve dönemseldir” demiştir. ABD gibi  Şahin’e Rusya da sahip çıkmaktadır. Fakat Türkiye’de kimse Rusya’nın Kırım’ı işgal etmesinden, Kırım’da terör estirmesinden söz etmemektedir.

    Birleşmiş Milletler  Genel Kurulu’nun Üçüncü Komitesi, geçici olarak işgal edilen Kırım’daki insan hakları ihlallerine ilişkin karar tasarısını 14 Kasım 2019 tarihinde kabul etmiştir. Kurul’un 67 üye ülkesi kararı desteklemiş, 23 ülke karşı çıkmış, 82 ülke ise çekimser kalmıştır. Karar’da; geçici işgal edilen Kırım’da insan hakları savunucularının tutuklamaları ve Kırım’da yaşayan Ukrayna vatandaşlarının yasa dışı olarak Rus ordusuna zorunlu askerlik hizmeti için gönderildiği kınanmakta, Kırım işgaline karşı çıkanların, tüm siyasi tutsakların serbest bırakılmasını talep edilmekte, uluslararası topluma Kırım’daki insan hakları ihlallerini kınanmaktadır. )  Karar, Aralık ayında BM Genel Kurulu tarafından onaylandıktan sonra yürürlüğe girecektir. Türk basınında bu gelişmeyi  haber yapan  basın  kuruluşu  maalesef yoktur. ; Rusya, 1994 Budapeşte Memorandumu ile garantörü olduğu Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü  ve  kendi garantörlük taahhüdünü çiğneyerek bozmuştur.

    Rusya bu hukuksuz işgali yanı sıra bölgede pek çok insan hakları ihlaline de imza atmaktadır. İşgalin hemen ardından Kırım Tatar Türklerinin siyasi liderlerinin ve kanaat önderlerinin Kırım’a girişleri yasaklanmıştır. Yasaklı kişiler arasında Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu, Kırım Tatar Milli Meclisi Başkanı Rıfat Çubarov, eski meclis üyesi Sinaver Kadirov, Kırım medyasında görevli Gayana Yüksel, İsmet Yüksel, Lenur İslam gibi önemli isimler vardır. İlerleyen süreçte Kırım Tatar Milli Meclisi Başkan Yardımcıları  İlmi Umerov ve Ahmet Çiygöz  Rus mahkemelerince hapis cezasına çarptırılmıştır.  Bu kişiler Türkiye’nin girişimleri sonucu Ekim 2017’de serbest bırakılmıştır. 2014 yılından günümüze kadar bazıları cezaevinde olmak üzere 15 Kırım Türkü, Moskova’nın faaliyetleri sonucu hayatını kaybetmiştir. )   Bu kapsamda Türkiye’deki  46  derneğin  oluşturduğu Kırım Tatar Teşkilatları Platformu 8 Kasım 2019 tarihinde  aşağıdaki bildiriyi  yayınlamıştır:

    “Türkiye’deki Kırım Tatar Teşkilatları Platformunu oluşturan 46 dernek ve vakıf olarak; İsmail Bey Gaspıralı ile başlayan ve onun koyduğu düstur ve ilkelere dayanan, 1917’deki I. Kırım Tatar Millî Kurultayı’nın ruhu ve onun kabul ettiği millî anayasal çerçeveyi takip eden, 18 Mayıs 1944 Sürgününden sonra halkımızın başlattığı vatana dönüş mücadelesinin ilke edindiği evrensel ve tabiî hukuk kurallarını benimseyerek dünyaya duyuran 1991’deki II. Kırım Tatar Milli Kurultayı’nın kararlarının ve bu Kurultayın kurduğu Kırım Tatar Millî Meclisinin arkasındayız. Bizler halkımızın bir asrı aşan millî hareketininin kayıtsız ve şartsız destekçileriyiz. Defaatle kamuoyuna duyurduğumuz üzere millî hareketimizin ve halkımız iradesi vücut bulduğu, Kırım Tatar halkının en üst karar ve temsil organları olan Kırım Tatar Millî Kurultayımızın ve Kırım Tatar Millî Meclisimizin demokratik usullerle aldığı her türlü kararın takipçisi ve uygulayıcısı olmaya daima devam edeceğimizin bir kez daha altını çiziyoruz. Bilhassa vatanımız Kırım’ın işgalinden bu yana Türkiye’ye ve bütün dünyaya yayılan diasporamızın da güçlü bir şekilde işgale karşı yılmaz ve yıkılmaz bir kararlılıkla mücadele etmesini sağladık ve bunu sağlamaya devam edeceğiz. Bu yoldaki azim ve kararlılığımız kesindir. Ne var ki, vatanımızı bir kez daha işgal ederek Kırım’ı Kırım Tatarsız bırakma yolunda tarihî amaç ve siyasetini bir kez daha uygulamaya koyan, halkımızın yolbaşçılarını ve bir kısmını vatanımızdan tekrar sürgün eden, Reşat Ahmetov ve diğer şehitlerimiz ile Dünya Kırım Tatar Kongresi Yönetim Kurulu üyesi Ervin İbragimov ve diğer kayıplarımız şahsında Kırım Tatar halkına karşı açıkça insanlık suçu işleyen Rusya Federasyonu ile işbirliği yaparak bu suçlara açıkça ortak olan sözde “Kırım Birliği” ve sözde “Kırım Müslümanları Dini İdaresi-Müftülük” gibi kuruluşlara alenen ve kasten destek veren,  bu destekleri ile de halkımıza karşı işlenen insanlık suçlarına iştirak eden, Kırım’ın işgalinin Türkiye ve diğer devletler tarafından kabul edilmesi için çalışmalar yapan, Kırım tarihî Rus toprağıdır diyebilen bazı şahıslara; merkezi Kiev şehrinde bulunan “Kiev Kırım Tatar Cemiyeti” adlı bir kuruluş tarafından ödül verilmesi, üstelik bu şahısların Kırım Tatar Millî hareketine ömürlerini vakfederek hizmetler veren mümtaz şahsiyetlerle birlikte zikredilmesi, Platformumuzu oluşturan tüm derneklerde ve kamuoyunda büyük bir üzüntü ve infiale sebep olmuştur. Bilinmelidir ki, Kırım Tatar halkına karşı işlenen insanlık suçlarına alenen ve kasten iştirak eden kişilere ödül dağıtarak Kırım Tatar Millî Kurultayı ve Kırım Tatar Millî Meclisi’nin vatanımız Kırım’ı işgalden kurtarmak emeli ile almış olduğu kararlara ve millî hareketimize zarar verdiğini açıkça göstermiş olan yapılar ile şahısların amaçlarına ulaşmalarına asla müsaade edilmeyecektir.”

    Kiev’de yapılan  Uluslararası  Türk Kooperatifçilik Kongresi’ne katılan   Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu, Rusya’nın Kırım’daki işgalini ve Kremlin’in Türkiye’deki propaganda faaliyetlerini eleştirmiştir: “Rusya Türkiye’ye çok önem veriyor çünkü Türkiye’de birçok faaliyet yürütüyorlar. Mesela Sputnik ile internet yayını olsun Rusya tarafından finansman edilen ulusal kanallar olsun Rus propagandasını Türkiye’ye yaymaya gayret ediyorlar. Son zamanlara aldığımız malumatlara göre, Rus gizli istihbaratı (FSB), Türkiye’deki Kırım Tatar diasporası içinde Rus yanlılarını birleştirmek, kendilerine çekmek için 30 milyon Euro ayırmış.” Kırımoğlu  “Kırım’ın işgalden kurtarılması savaşla değil diplomatik yollarla olacak.” demiştir. 18 Mayıs 1944’te  Kırım Türklerinin Sovyet diktatörü Stalin tarafından bir gecede sürgüne gönderildiğini acaba kaç Türk vatandaşı bilmektedir? Bu konuda  Murat Bardakçı’nın 18 Mayıs 2012 tarihli yazısı aşağıdadır.

    Suriye sorununda  ABD ile Rusya arasında fark yoktur. Terörist Ferhat Abdi Şahin ile birlikte Rusya Genelkurmay Başkanı Valeriy Gerasimov’un da katıldığını  tele konferansın fotoğrafı  her şeyi açıklamaktadır.  Gerek ABD’nin ve gerekse Rusya’nın kırmızı bülten” ile aranan bir teröriste sahip çıkması uluslararası   skandaldır. Fakat  bu skandalı  ABD ve Rusya skandal olarak görmemektedir. Bu sebeple yazımın başlığını Büyük Devletlerle İlişki Kurmak Ayı ile Yatağa Girmeye Benzer”  olarak koydum.  )

    Rus bayraklı askeri konvoy Fırat Nehri üzerindeki YPG/PKK mensubu Şervan Derviş ile yan yana konuşma yapmasının ardından üssün devir teslimi gerçekleşmiştir. Rus komutan ve söz konusu teröristin, Rus bayrağı ve örgüt  paçavrasını değiş tokuş etmesi dikkat çekicidir.  Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov, Türkiye ve Rusya’nın yapmış olduğu Soçi Mutabakatı’nın ardından Suriye’nin kuzeyindeki gelişmeler konusundaki açıklaması inandırıcı değildir:  “YPG’nin Suriye’nin kuzeyinden çekilmesinin neredeyse tamamlandığını ancak bazı noktalarda hala mevcut olduğunu ayrıca harekatın yeniden başlayacağı konuşulurken Türkiye, Suriye’de yeni bir operasyon başlatma planı olmadığını söyledi.”   Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu Türkiye’nin, ABD ve Rusya arasında sıkışık bir ülke olmadığını açıklamıştır:  “Biz mutabakat gereği üzerimize düşeni yaptık ama tacizler olduğu zaman da gereğini yaptık ama buradan bir netice alamazsak tıpkı Amerika ile denedikten sonra harekatı başlattığımız gibi yine gereğini yapacağız. Bunun başka çaresi yok. Yanı başımızdaki terör tehdidini bizim mutlaka temizlememiz lazım.”    Aslında bu  değiş tokuş Rusya açısından küçük düşürücü bir durumdur. Bir tarafta bir ülkenin bayrağı, karşı tarafta bir bez parçası. Açıkçası Rus bayrağı bir bez parçası seviyesine indirilmiştir.

    Sergey Lavrov’un Ermenistan’a yaptığı ziyarette sözde  Ermeni  soykırım anıtının önünde “diz çöküp” çiçek bırakmasına acaba   Türkiye’den tepki gelmiş midir? Geldiyse kimsenin duymayacağı bir tonla mı gelmiştir?  Ermenilerin Hocalı’da  Azeri Türklerine yönelik  soykırım yapması,  Rus desteği olmasaydı gerçekleşemezdi. 1992 yılında Dağlık Karabağ’ın Hocalı kasabasına girerek sivilleri hedef alan Rus destekli Ermeni güçler, 83’ü çocuk 106’sı kadın olmak üzere 613 Azerbaycan Türkünü katletmiştir.

    Türkiye sözde Ermeni  soykırımını büyük saygı duyan Ermenistan dostu ülkeler ile çevrelenmiştir. Acaba yetkililerimizin bu çevrelenmeden  haberleri var mıdır?  Rusya 11.11.2019, Yunanistan 05.11.2019, Romanya, 29.10.2019, Bulgaristan 28.10.2019, Gürcistan 16.10.2019, Almanya 17.09.2019, Uruguay 15.08.2019. Dikkat edilirse Rusya ve Yunanistan Kasım, Romanya, Bulgaristan ve Gürcistan temsilcileri  Ekim ayında bu ziyareti gerçekleştirmişlerdir. Acaba bu ziyaretlerin ABD’deki gelişmeler ile bir ilgisi var mıdır?

    Yukarıdaki ilan çok  önemlidir. 16-17 Nisan 2020 tarihleri arasında  Kilikya Ermenileri konusunda sözde Ermeni Soykırım Müzesi’nde   uluslararası konferans düzenlenecektir. Bu konferansa Türkiye’den de katılım olmalı ve bu bölgedeki Türk soykırımı da açıklanmalıdır. Kilikya Ermeni Krallığı, 1080-1198 arası Beylik ve 1198-1375 arası krallık olan Çukurova bölgesinde bulunan bir devlettir. Bölgedeki Ruben I adında olan bir Ermeni beyi tarafından Bizans İmparatorluğundan aldığı toprak üzerine kurulmuştur ve zamanla daha geniş bir alana yayılmıştır. Leon I devletin ilk kralı olmuştur. Aşağıda  Ermeni kaynaklarınca  Klikya ve Doğu Anadolu’daki sözde soykırım haritaları verilmiştir.

    Aralık 2018’de Bakü’de düzenlenen Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü  39. Dışişleri Bakanları Konseyi toplantısına katılan Lavrov, Türk Şehitlik Anıtı’na  çelenk koydu da  bizim mi haberimiz olmadı?1918 Rus-Azeri ihtilafı sırasında Osmanlı Azerbaycan’a girmiş, 1130 Türk askerinin şehit düştüğü savaşı Rusya  kaybetmiştir.  Karabağ Şehitliği’nin de yer aldığı alanda  bulunan, 27 metreye 72 metre boyutlarındaki dikdörtgen anıt, şehir parkının girişindedir. Çelenk koymak isteyenlere özellikle sayın Lavrov’a duyurulur.

    Rusya, PKK/YPK terör örgütü mensubu ile  kör gözüne sokar gibi bayrak değişimi yaparken,  Lavrov sözde Ermeni soykırım  anıtına  çelenk koyarken, Ermenilerin Hocalı’da soykırım yapmasına göz yuman, Kırım’da insan hakları ihlali yapan ve Kırım’ı uluslararası hukuka aykırı bir şekilde ilhak eden  Rusya’ya   gerekli tepkiyi gösterememizi CHP  İstanbul Milletvekili Erdoğan Toprak  şöyle açıklamıştır.

    “S-400’ler ile savunmada, turistler ile turizmde, Akkuyu ve doğalgaz ile enerjide, 25,5 milyar dolarlık ithalat ve ihracat ile ekonomide, Rusya’ya bağımlı olduk.” Toprak, “Rusya ile 2015’deki gibi bir problem yaşarsak, tarım, turizm, enerji, ekonomi, taşımacılık ve savunmadaki olası bir ambargodan çok büyük yara alırız. 22 milyar dolarlık Akkuyu Nükleer Santrali ve 16 milyar dolarlık Türk-Akım Boru Hattı projesi Rusya’ya verildi. Türkiye yılda 16-20 milyar doları bulan enerji ithalatında, özellikle doğalgazda yüzde 70’e varan oranda Rusya’ya bağımlı hale geldi. Nükleer santral ve elektrik alım garantileri devreye girdiğinde Rusya’ya enerji bağımlılığı daha da artacak..”

    Erdoğan Toprak haklıdır. Çünkü yumurtaları asla aynı sepete koymamak gerekir. Çünkü sepet sallanınca hepsi kırılır. Türkiye Suriye’de yanlışlıkla bir Rus zırhlısını vursa ve zırhlıdaki Rus askerleri ölse ne olur dersiniz. Ne olacağı bellidir. Düşürülen Rus uçağı sonrasını ve de yazımın  başlığını hiçbir zaman unutmayalım.

    Türkiye’yi 1915 yılında soykırım yapmakla suçlayan, 10,775  kilometre uzaktan gelip Suriye’yi işgal eden fakat Türkiye’nin  teröristlere meşru müdahale kapsamında müdahalesine karşı çıkarak  NATO üyesi olan Türkiye’ye yaptırım uygulamaya kalkan ABD’ye neden gerektiği kadar tepki gösterilmemektedir?  ABD’ye Ermeni terör örgütü ASALA tarafından şehit edilen  diplomatlarımız konusundaki görüşleri hiç sorulmuyor mu?  Paris’te 1985-1990 yılları arasında görev yaparken ASALA terör örgütünün hedefinde olan biri olarak bu tepkinin gösterilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu şehitler arasında rahmetli Haluk Sipahioğlu ile Paris’te OECD Büyükelçilimizde 2 yıl birlikte görev yapmıştık. Eskişehir İTİA’nin kıdemli öğretim üyelerinden Prof. Yusuf Ziya Binatlı, rahmetli Haluk Sipahioğlu’nun dayısıydı. Yusuf hocayı çok yakından tanıdığım için  aramızda çok yakın bir ilişkimiz  olmuştu.

    Trump’ın, Suriye’deki harekat öncesinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’a diplomatik üsluba aykırı bir dille yazdığı mektubun ardından buluşma öncesi bu defa  S-400 mektubu gönderdiği iddia edilmiştir. Trump, S-400 krizinin çözülmesi için üç şart koşmuş, bunların karşılanmaması  durumunda  yaptırım tehdidinde bulunmuştur.  Middle East Eye sitesinin Ankara muhabiri Ragıp Soylu’nun  Washington’daki iki kaynağa dayandırdığı haberinde, Rus yapımı S-400 hava savunma sistemlerinin aktive edilmemesi, Amerikalı yetkililerin sistemin statüsünü kontrol etmesi için düzenli olarak Türkiye’ye gelmesi, bu taleplerin kabul görmesi halinde Türkiye’nin F-35 programına yeniden kabul edilmesi ve 100 milyar dolarlık ticaret anlaşması taslağının yazılması sözü verilmiştir. Fakat  reddedilmesi halinde  Ankara’ya yaptırım uygulanacağı  açıklanmıştır. )

    Uğur Dündar’ın  3 Kasım 2019 tarihli yazısındaki  Büyükelçi Şükrü Elekdağ’ın aşağıdaki  tespitine  aynen katılıyorum. Dündar, 6 Kasım’daki yazısında bu defa İlker Başbuğ ile bir röportaj yapmıştır. “ABD’li Bilim İnsanlarının Temsilciler Meclisi’nin Kararına Karşılar” başlıklı röportajda, “Tehcir esnasında yaşanan olaylarda, her iki tarafın da yalnız kendi kayıplarının üzerinde -hem de abartılı olarak durması, karşı tarafın kayıplarını görmemesiyle gerçeğe ne ölçüde ulaşılabilir?” sorusunu gündeme getirmiştir. Siyasal Bilgiler Fakültesi yurdundan arkadaşım Prof. Dr. İlber Ortaylı‘nın önsözüyle “ Ermeni Suçlamaları ve Gerçekler”  kitabında  çok önemli tespitler vardır.

    ABD  Temsilciler Meclisi üyeleri  önce dönüp kendi Başkanları Andrew Jackson’a baksalar çok iyi olacaktır. Belki unutmuş olabilirler, hatırlatmakta yarar vardır. Kızılderili Yer Değiştirme (Tehcir)  Yasası” (Indian Removal Act), 28 Mayıs 1830 tarihinde ABD Başkanı Andrew Jackson tarafından imzalanan ve Kızılderililerinin yurtlarından çıkarılmasına ve başka yerlere sürülmelerine imkan sağlayan  Yasa, Mississippi Nehri’nin doğusunda yaşayan  Kızılderililerin yurtlarından çıkarılmasına yöneliktir.  Nehrin doğusundaki topraklara göçmen akınının hızlandığı 1820’lerin ortalarında beyazlar, barışçı yerlileri  yurtlarından sürmeye  başlamışlardır.

    Yasa,  Kızılderilileri topraklarından çıkarmak için anlaşmalar yapılmasını öngörmesine rağmen çoğu  defa  zora başvurulmuştur.  ABD’nin Güneydoğu bölgesindeki beş  kabile (Cherokee, Creek, Chickasaw, Choctaw ve Seminole)  Georgia, Alabama, Kuzey  Carolina, Florida ve Tennesseedeki  arazilerini bırakıp sürekli tapu vaadiyle Yerli Toprakları (bugünkü Oklahoma) denen  bir bölgeye gitmeyi kabul etmemişlerdir. Bunların çoğunun kendilerine ait evleri, temsili yönetimleri, misyoner okullarına giden çocukları ve çiftçilik dışında meslekleri vardı. 1830’larda  Kızılderililer askeri güç kullanılarak batıya göçe zorlanmıştır. Gözyaşı Yolu (Trail Of Tears)  olarak tarihe geçen bu zorunlu göç sırasında  yerlilerin dörtte biri yollarda  ölmüştür.  Yerli ve askeri kayıtlara dayanan tahminlere göre  yaklaşık 100 bin  insanın bu dönemde evlerinden zorla alındığı, batı seyahatinde 15 bin kişinin yollarda öldüğü sanılmaktadır. Gözyaşı Yolu  terimi,  bu insanların yaşadığı kolektif ıstırabı anmak için kullanılmaktadır. Tıpkı Stalin’in yüzbinlerce Kırım Türkünü 18 Mayıs 1944 tarihinde Kırım’dan trenlere bindirip Orta Asya’ya sürgüne göndermesi gibi.

    ABD aynı zulmü Türk soyundan gelen Alaska yerlilerine de  uygulamıştır.  Alaska’nın yerli halkı, 2500 yıl önce Bering Boğazı’nı aşarak Alaska’ya yerleşmiş Türk asıllı (Ata Başkan) bir  kabiledir.  Bugün halen 6500 Alaskalı kendilerini Ata Başkanlardan sayar ve bunların 2400 kadarı Yukon ve Koyukok Nehirleri kenarlarındaki köylerde yaşarlar.  Kanada’nın aslı Kızılderili lisanına göre “Kan Ada” dır. Teksas’ın asıl ismi Kızılderili Türkçesine göre “Tek Saz” dır.  Türklerin özelliklerinden biri  gittikleri yerlere dağ, nehir, ova, körfez, ada ve kentlere Türkçe isim vererek o bölgeyi Türk yurdu yapmalarıdır. Alaska’nın ada, nehir, körfez, dağ, göl, deniz ve coğrafi isimlerinin tamamına yakını Türk devletleri, Türk kabileleri ve Türk büyüklerinin isimlerini taşır. Alaska’da İskit, Yakut, Hunah, Dol-Gan (Duncan), KARLUK, Kayu (Kayı), Ingalık (Ungalık), Ata Başkan, Çuğaş (Çuvaş) ve Tan-Ana bunlardan sadece bir kaçıdır.

    Kızılderililer, kendilerini katleden Amerikalılardan çok daha medeni idiler. Kızılderililere atfedilen “kafa derisi yüzme” alışkanlığı Amerikalılar tarafından Kızılderililere uygulanmıştır. Andrew Jackson, At Nalı Dirseği Savaşı sonrasında öldürülen Kızılderililerin derilerinin yüzülmesine nezaret etmiştir. Birinci Dünya Savaşı kumandanlarından  John J. Pershing “En iyi Kızılderili ölü Kızılderilidir” demiştir. Kızılderili soykırımı, Nazi Almanya’sında Yahudilere karşı uygulanan soykırımdan çok daha korkunçtur. Çünkü bu soykırım  sonrasında  bir ırk ortadan kaldırılmış, 20 milyon  Kızılderili  hunharca katledilmiştir.

    Sözde Ermeni Soykırımı tarihi  1915 ise son Kızılderili soykırımının yapıldığı 1890 yılları arasında  25 yıl fark vardır. Madem  92 yıl öncesine gidilebiliyor,  niçin 117 yıl öncesine de gidilmesin? Shawnee Reisi Tecumseh’in “Nerede bugün Pequotlar? Narragansettler, Mohawklar, Pokanoketler ve halkımın bir zamanlar güçlü olan diğer kabileleri nerede? Yaz güneşinin altında eriyip giden kar gibi, beyaz adamın aç gözlülüğü ve baskısıyla yok oldular” sözü her şeyi açıklamaktadır. ABD, Tehcir Yasası’ndan  180 yıl sonra  Kızılderililerden özür dilemiştir. Washington’daki Kongre Mezarlığı’nda 20 Mayıs 2010  tarihinde düzenlenen ve beş yerli kabile temsilcisinin hazır bulunduğu törende, Cumhuriyetçi Senatör Sam Brownback yerlilerden özür dilemek için çıkarılan yasayı okumuştur. Cherokee, Choctaw, Muscogee (Creek), Pawnee ve Sisseton Wahpeton Oyate kabilelerinin temsilcilerinin katıldığı törende Cherokee Şefi Chad Smith, böyle bir özür dilenmesini talep etmediklerini ancak özrün kabul edildiğini, ”özür dilemek zordur ama bazen de özrü kabul etmekte zordur’‘  demiştir. Creek kabilesinin ikinci Şefi Alfred Berryhill ise özrün ”tarihi bir adım” olduğunu söylemiştir. Törenin yapıldığı mezarlıkta 12 yerli kabileden toplam 36 kişi yatmaktadır.

    Bu isimler Alaska ile Alaska Yarımadasının Kanada sınırları içinde olan yüzlerce değil binlerce coğrafi isimlerden  sadece bir kaçıdır. Kartal ve çift başlı kartal tarihte ilk defa Asya Türk Devletlerinde resmi devlet armasında ve bayraklarında  kullanılmıştır. Avrupa Hun İmparatorluğu ile Büyük Selçuklu İmparatorluğunun armaları çift başlı simetrik kartal şeklindedir. Yakut Türkleri and içerken Kartal dansı ile tören yaparlardı.  25 Haziran 1876’daki  savaşında  savaşı kaybeden Amerikalılar daha sonra Kızılderilileri soykırıma uğratmışlardır. (Necati Güroğlu, Kızılderililerin Dili; Turan Dil Grubundandır,  Türk Dünyası Tarih Kültür Dergisi, Sayı 151, Temmuz 1999,  Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı)

    Yıllar önce ABD’de bir Türk arkadaşım benim soyadım ile Alaska’daki Karluk kenti,” Karluk nehri” ile bir ilişkim olup olmadığını bana sorunca çok şaşırdım. Sonra haritaya bakınca şok oldum. Çok istememe rağmen Alaska’daki KARLUK” kentine gitmek kısmet olmadı. Eğer olsaydı uçakta hostese Karluk kentinin gerçek sahibinin uçakta olduğunu anons ettirecektim.

    Kızılderililer konusunda yapılan son araştırmalara göre Kuzey Amerika kıtasının ilk sakinlerinin gen beşiğinin Sibirya’nın güneyindeki dağlık Altay bölgesi olduğu  belirlenmiştir. Pennsylvania Üniversitesi Antropoloji Bölümü’nden  Theodore Schurr, Rusya, Moğolistan, Çin ve Kazakistan’ın kesiştiği Altay bölgesinin onbinlerce yıldır çok sayıda halkın gelip gittiği kilit bir yer olduğunu açıklamıştır.  Araştırmanın sonucunda antropologlar, her iki grupta da, anneden miras mitokondriyal genlerde  aynı genetik özellikleri bulmuşlardır.(For the past thirty years, I have investigated the genetic prehistory of Asia and the Americas through studies of mtDNA, Y-chromosome and autosomal DNA variationin Asian, Siberian and Native American populations )  Aslında  buna  gerek yoktur. Alaska’daki yer adları her şeyi açıklamaktadır.

    Büyükelçi Bilal Şimşir’in “Malta Sürgünleri” adlı kitabında açıkladığı“Ermeni katliamı” iddiası, hukuki açıdan Malta sürgünlerinin aklanmasıyla 1921 yılında  çökmüştür. (Şimşir, s. 21) 31 Mart 1921 tarihinde  Lord Curzon İngiltere’nin Wahington Büyükelçisi Sir A.Geddes’e gönderdiği telgrafına  Büyükelçi 2 Haziran 1921 tarihinde  gönderdiği cevabında;  Amerika Dışişleri Bakanlığı’nda birçok soruşturma yaptığını,  Amerikalıların elinde Ermeni tehciri ve kırımıyla ilgili birçok belge olduğunu, ancak bu belgelerin olaylara karışmış kişilerden çok  suçların işlenişini gösterdiğini belirterek,  bu belgeler Büyükelçilik emrine verileceğini, ancak bu belgelerin Malta’da tutuklu bulunan Türklerin kavuşturmasında delil olarak  kullanılabileceği konusunda kuşkulu olduğunu yazmıştır. Bunun  üzerine iki yıldan fazla tutsak  olan  Malta sürgünleri, Türkiye’de TBMM Hükümeti’nin elinde tutuklu bulunan İngilizlerle 1 Kasım 1921 günü değiş tokuş yapılarak serbest bırakılmıştır. 145 Malta sürgününden 15’i  ölmüş, 20 kadarı tek tek veya topluca kaçmayı başararak  yurda dönmüştür.

    Cumhurbaşkanı Erdoğan ile  Başkan Trump  arasındaki  görüşme sürecinde sözde Ermeni soykırımı Senato’dan da büyük çoğunlukla geçseydi, bundan geri dönüş olmazdı.  Sözde soykırım konusu Türkiye üzerinde her zaman “demokles kılıcı” gibi gelecek nesillere miras olarak kalırdı. İngilizce yayınlanan “Armenian Deportation Is Not A Genocide” başlıklı makalem Academia’da 5828 makale ile ilgilendirilmiştir. )

    Son zamanlarda  tartışmaya yol açan   bir konu, Başbakan Bülent  Ecevit’in Türkiye’nin büyük ekonomik krizle boğuştuğu dönemde 27 Eylül-2 Ekim 1999 tarihleri arasındaki ABD ziyareti ve  Başkan Clinton ile Beyaz Saray’da  görüşmesidir. Bu ziyarette çekilmiş olan  fotoğrafı  Cumhurbaşkanı  Erdoğan ABD’yi eleştirirken, “Bunların geçmişinde lider poposunu trabzana dayıyor. Bunlar karşısında el pençe divan duruyor. Artık el pençe divan duran o eski Türkiye yok!” demiştir. Bu açıklamaya Kemal Kılıçdaroğlu  tepki gösterince  fotoğraf için Cumhurbaşkanı  şunları söylemiştir:

    “Ülkemizde kendisine sosyal demokrat diyenlere saygı duyuyoruz başkanına değil. Kimsenin kökenine inancına meşrebine bakmadığımız gibi katılmasak da siyasi kökenine bakmıyoruz. Ecevit’e sataşma diyorlar. Ben Ecevit’in anlayışına sataşıyorum. Bu milletin temsilcilerinin ABD Başkanı’nın trabzana oturup kendisinin de el pençe durmasını kabul edemiyorum. Bu milletin genlerinde bu yok. Ölmüş gitmiş olabilirler geçmişin muhasebesini yapmayacak mıyız?”

    Aslında  tarihi iyi bilmemiz gerekir ki, ders alalım. Bu fotoğrafta eleştirilmesi gereken biri varsa, o da devlet terbiyesi olmayan, Monica Lewinsky  ile oval ofis sabıkası olan  ABD Başkanı Bill Clinton’dır. Milli Selamet Partisi ile koalisyon hükümeti kuran  Bülent Ecevit bağımsız bir dış politika  izleyerek  Mart 1974’te  ABD’ye rağmen  haşhaş ekimini başlatacağını açıklamış,  1 Temmuz 1974 tarihinde de 7 ilde  haşhaş ekimine konan sınırlama ABD’nin tüm baskılarına rağmen kaldırılmıştır.

    ABD Başkanı Clinton karşında terbiyesini bozmayan  Ecevit,  bölgede bulunan doğalgaz rezervleri ile yeniden dünya gündemine oturan Kıbrıs’a harekat emrini veren Başbakan’dır. Böylece Kıbrıs Türklerinin toprakları ve yaşamı garanti altına alınmıştır. Ecevit, harekatın perde arkasını vefatından önce gazeteci Mehmet Çetingüleç’e anlatmıştır. Çetingüleç’in yazdığı “Ecevit’in Anıları- 12 Yıl Saklı Tutulan Veda Sohbetleri” isimli kitap okunmadan  görüş açıklanması  doğru değildir.  Kitap’ta Kıbrıs Barış Harekatı yapılmadan önce ve harekat sırasında yaşanan çarpıcı gerçekler vardır.

    Ecevit Başbakan olduktan birkaç ay sonra Kıbrıs karışmış, 15 Temmuz 1974’te adaya çıkan Yunanlı Albay Nichos Sampson komutasındaki askerler Rum lideri Makarios’u devirmiş, Sampson Cumhurbaşkanı olmuştur. Ardından Rum çeteleri  Türklerin yaşadığı kasabalara, köylere saldırıp soykırım uygulamaya başlamışlardır. Kıbrıs’ta 1967 yılında da Türklere saldırılar olmuş, ancak ABD verdiği silahların kullanılmasını yasakladığı için adaya çıkarma yapılamamıştı. Rum ve Yunan çeteleri Türkiye’nin yine bir şey yapamayacağını düşünüyordu. Rum radyosu moral bozmak için sık sık “Bekledim de gelmedin” şarkısını çalıyordu. Oysa bu  defa  durum farklıydı. Ecevit, Türk Silahlı Kuvvetlerine önceden hazırlık yaptırmıştı. Amerika dahil hiç kimse çıkarmayı engelleyecek durumda değildi.

    Başbakan Ecevit, 20 Temmuz 1974’te radyo ve televizyondan Kıbrıs Barış Harekatının başlatıldığını açıklamıştır.  Kıbrıs Türklerinin Bayrak radyosu gün boyunca “Bu kadar yürekten çağırma beni, bir gece ansızın gelebilirim” şarkısı çalmaya başlamıştır. Harekat günü Başbakanlık kapısının önüne çıkan Ecevit,  “Biz yalnız Türklere değil, Rumlara da barış getiriyoruz” demiştir.  Barış Harekatı olmasaydı, Kıbrıs topraklarında Türk halkı diye bir halk kalmayacaktı. Kıbrıs Türk halkının özgürlüğü, aynı zamanda Türk ulusunun özgürlüğünün de bir güvencesidir.  20 Temmuz 1974 Cumartesi  günü doktora tezimi Eskişehir İTİA’nin bir enstitüsünde yazıyordum. Çok fazla uçak sesi duyunca dışarı çıktım. Eskişehir’den havalanan F-100 uçaklarının güneye gittiğini gördüm ama bir anlam veremedim. Akşam haberlerinde jetlerin Kıbrıs’a gittiğini öğrendim. Eskişehir’de 1964 yılında Kıbrıs’ta uçağı düşürülen Cengiz Topel’in heykeli vardır.

    Türkiye  şimdiye kadar  izlediği savunma politikasından vazgeçmelidir. Bunun için sözde Ermeni soykırımı yoktur tezini savunan az sayıdaki Batılı yazarların  kitapları  İngilizce değilse, İngilizceye çevrilerek yayınlanmalıdır. Şimdiden alacağımız  önlem için bir  önerim olacaktır. Fransız Yazar Yves Benard,  Aralık 2017’de Fransa’da yayınlanan kitabında “Ermeni soykırımı yoktur”  görüşünü savunmuştur.  Benard, incelediği belgelerin  sözde Ermeni soykırımı  iddialarını çürüttüğünü belirtmiştir: “Soykırım yoktur, iki taraf içinde katledilmişler vardır. Şuna ikna oldum ki aslında Türkler, Ermenilerden daha fazla katliam kurbanı olmuştur.”  Kitap, Pantheon Yayınevi tarafından Türk-Ermeni Görüş Ayrılığına Yeni Bakış (Divergences Turco-Armeniennes) adı altında (165 sayfa) basılmıştır. Benard, Türkiye’yi gezerek araştırma yapmış ve Türk toplumu hakkında adalet yerini bulsun dileğinde bulunmuştur:

    “Bu kitabı yayınlatmakta çok zorlandım. 2009 yılında çıkardığım ilk kitap sadece bir hafta raflarda kalabilmişti. Çünkü yayınevi üzerinde çok büyük baskı vardı. Korktular ve yayını durdurmaya karar verdiler. Şimdi, öyle görünüyor ki artık daha kolay yayınlanabilecek bir konu. Bu sefer çok kolaylıkla bir yayınevi buldum. Oysaki ilk kitabım için en az 60 yayıneviyle irtibata geçmiştim. O dönemde yayınevlerinin yarısı olumsuz cevap vermiş, diğer yarısı ise cevap vermeye bile gerek duymamıştı.” Kitap hakkındaki  değerlendirme  şöyledir:

    “Bu belgeler, uzun söyleşilerden çok gerçek anlamda olayların nasıl gerçekleştiğini, anlaşılır ve açık bir şekilde sizlere aktaracaktır.  Belgeler; diplomatlar, gazeteciler, subaylar, din adamları ve  teröristlerin   açıklamaları ve de Fransızlar tarafından  Ermeniler lehine yorumlanan Türk-Ermeni trajedisine farklı bir bakış açısı getirmektedir. Onların görüşlerine  inanmak kolaydır.  Oysa gerçekleri kabul ettirmek çok daha zordur. Birinci Dünya Savaşı başladığında, her yerde ölümün ve acının hüküm sürdüğü bir dönem başlamıştır. Türkiye her tarafta kuşatılmış durumdadır ve savaşabilecek durumda olan erkekler, kadınları, çocukları ve yaşlıları geride bırakarak  savaşa çağrılmışlardır.  Ermeni milisler,  isyan ederek savunmasız sivillere karşı  korkunç, acımasız ve barbarca bir imha  gerçekleştirmişledir. Tasniflenmiş ve güvenilir bir arşivden desteklenen bu kitap, Türk-Ermeni çatışmasının az bilinen bir gerçeğini gün yüzüne çıkartmıştır. Ermenilerin sorumlu olduğunu gösteren belgeler, karanlık bir tarih sayfasını gözler önüne sermektedir. Fransız ders kitaplarının önemli bir gerçeği gözden kaçırdığına inanan Yves Bénard, belgeler için önemli bir araştırma gerçekleştirmiştir. Türkiye’yi inceleyerek ve çok sayıda araştırma  yaparak,  adaletin ortaya çıkmasına katkıda bulunmuştur.”

    Fransızca kitap Amazon’da 15.90 dolara  satılmaktadır.   Kitap  İngilizce’ye çevrilerek basılsa ve  Temsilciler Meclisi üyeleri ile  senatörlere  Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir tanıtıcı yazısı ile  birlikte dağıtılsa, çok yararlı olur düşüncesindeyim. Kitap  Ermenilerin lehlerine olsaydı  hemen İngilizce’ye çevirirler ve  dünya kamuoyu ile paylaşırlardı. Bu konuda  TOBB Başkanı sayın Rifat Hisarcıklıoğlu’na  bir önerimiz olmuştur ama  bundan bir sonuç çıkmamıştır. Tartışmayı webde görüntülemek için bkz. ) Türkiye’nin arşivlerimizi açtık gelin bakın politikasını bir an önce bırakması gerekir. Parlamentolarda alınan sözde Ermeni soykırım kararlarına da artık “yok hükmündedir” dememeliyiz. Çünkü bizim dememizle bu kararlar yok olmamakta, aksine tarihe geçmektedir.  Bunun için YÖK kapsamında 207 üniversitede birer “ERMENİ ARAŞTIRMALARI ENSTİTÜSÜ kurulmalı, burada sözde Ermeni soykırımı konusunda yabancı dilde yayın yapılması teşvik edilmelidir.  Bu konuyu daha önce YÖK’e teklif etmeme  rağmen maalesef  YÖK bu konuda sessiz kalmıştır.

    Türklere yapılan  soykırımların anılması ve dünya kamuoyunun gündemine getirilmesi  kaçınılmazdır.    26 Şubat 1992’de Hocalı’da yapılanlar bir soykırımdır.  Türkiye sessiz kaldıkça “Ermeniler dünyanın gözünde adeta sütten çıkmış ak kaşık,”  Türkler ise  “soykırımcı”  olarak suçlanmaktadır.  Buna son örnek  Bedross Der Matossian’dır. Kendisine  Turkish Forum’da yayınlanan  Armenian Deportation Is Not A Genocide….!” başlıklı yazımı gönderdim. Henüz cevap gelmedi. (24.11.2019, 11.10) Bakalım ne diyecek?

    Barış Pınarı Harekatı ile Türkiye’nin güneyinde İsrail yanlısı bir garnizon Kürt devleti kurma çabası  şimdilik ortadan  kalkmıştır.  Fakat  harekat, Temsilciler Meclisi’nin kararının büyük oy çoğunluğu ile geçmesine yol açmıştır. Senato’ya gelmesinin bloke edilmesi  ve böylece yasalaşması  şimdilik ortadan kalkmıştır. Türkiye  bu konuda   savunmada kalmıştır. Arşivlerimizi açtık gelin bakın politikasını bir an önce bırakmamız gerekir. Nazilerin 1933 yılında  yakmaya başladıkları kitapların yazarı  Yahudi  kökenli Stefan Zweig’ın “Akıl ve siyaset nadiren aynı yolda buluşur” sözü günümüzde Ermeniler için geçerliliğini koruduğu sürece,  sözde Ermeni soykırımı  gündemden düşmeyecektir.  Başkan Trump geçen yıl 24 Nisan’da dememişti ama bu yıl üzerindeki baskıyı hafifletmek için Ermeni tehcirine “soykırım” (genocide) diyebilir. Bunun önlemini şimdiden almakta  yarar vardır. Atalarımız çok güzel demişler: “Bugünün işini yarına  bırakma.”

    Türklere yapılan  soykırımların anılması ve dünya kamuoyunun gündemine getirilmesi kaçınılmazdır.    26 Şubat 1992’de Hocalı’da yapılanlar bir soykırımdır.  Türkiye sessiz kaldıkça “Ermeniler dünyanın gözünde adeta sütten çıkmış ak kaşık,”  Türkler ise  “soykırımcı”  olarak suçlanmaktadır.  Buna son örnek  Bedross Der Matossian’dır. (Bedross Der Matossian, “Yüzüncü Yıl Arifesinde Ermeni Soykırımı’nın Tarih Yazımı: Süreklilikten Olumsallığa” in Praksis, Issue. 39, 2015, pp. 9-21) Kendisine  Turkish Forum’da yayınlanan  Armenian Deportation Is Not A Genocide….!” başlıklı yazımı gönderdim.

    Henüz cevap gelmedi. Büyük bir ihtimalle de gelmeyecek. Tüm Ermeni aydınları çok peşin hükümlüler. Oysa  Başbakan Recep Tayyip Erdoğan  Başbakanlık Basın Merkezi’nin internet sitesinde yazılı olarak 23 Nisan 2014 tarihinde yayınlanan mesajında, “Kadim ve eşsiz bir coğrafyanın benzer gelenek ve göreneklere sahip halklarının, geçmişlerini olgunlukla konuşabileceklerine, kayıplarını kendilerine yakışır yöntemlerle ve birlikte anacaklarına dair umut ve inançla 20’inci yüzyılın başındaki koşullarda hayatlarını kaybeden Ermenilerin huzur içinde yatmalarını diliyor, torunlarına taziyelerimizi iletiyoruz. Osmanlı İmparatorluğu vatandaşı herkes gibi Ermenilerin de o dönemde yaşadıkları acıların hatıralarını anmalarını anlamak ve paylaşmak bir insanlık vazifesidir” diyerek, 1915 olaylarına ilişkin farklı görüş ve düşüncelerin serbestçe ifade edilmesinin çoğulcu bir bakış açısının, demokrasi kültürü ve çağdaşlığın gereği olduğunu vurgulamıştır.

    Başbakan Erdoğan mesajında Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarının milyonlarca Osmanlı vatandaşı için acılarla dolu zor bir dönem olduğunun yadsınamayacağını belirterek “Adil bir insani ve vicdani duruş, din ve etnik köken gözetmeden bu dönemde yaşanmış tüm acıları anlamayı gerekli kılar”  demiştir. Böylece Türkiye tarihinde resmi ağızdan ilk  defa 1915 olaylarına ilişkin Ermenilere taziye mesajı iletilmiştir ama bu mesajın Ermeniler üzerinde hiçbir etkisi olmamıştır.

  • Soykırım İddialarına Karşı Mahkeme Kararları ve Tarih

    Soykırım İddialarına Karşı Mahkeme Kararları ve Tarih

    Soykırım İddialarına Karşı Mahkeme Kararları ve Tarih

    Prof.Dr. Alaeddin Yalçınkaya

    ABD Kongresi’nin soykırım iddialarını tanıma kararını, oybirliğine yakın (405-11) çoğunlukla kabulü, beklenmedik bir hayal kırıklığına yol açtı. Tasarının sonraki süreçleri ayrı bir konudur. Öncelikle bunu kabul edenlerin cehaleti, bağnazlığı, Türkofobi saplantıları ile Ermeni lobisine teslimiyetlerinin etik bakımdan çirkinliğini belirtelim. Bununla beraber diplomasimizin ihmalleri ve beyanlardaki yanlışlıkları ele alalım.

    Bu tür kararlar genellikle 24 Nisan’a yakın tarihlerde gündeme gelirdi. ABD’de de her yıl olduğu gibi önerge verilmiş, gündeme alınmamıştı. Barış Pınarı harekatı üzerine gündeme alındı. Geçen süre zarfında zengin kadromuzun ve para destekli lobilerimizin bulunduğu bu ülkede, hangi faaliyetlerin yapıldığının öncelikle soruşturulması gerek. Asıl maksat, birilerinin cezalandırılmasından ziyade bundan sonra izlenmesi gereken hatt-ı harekettir. Çünkü 106 kişilik Türk Dostluk Grubu’ndan sadece 4 kişi bu tasarı aleyhinde oy kullanmıştır Yani Türkiye’nin dostları olarak ikrama mazhar olanlar dahi ikna edilmemiş, bilgilendirilmemiştir.

    Batı dünyasında “Türkler Geliyor!” korkusu, topluma nüfuz etmiş, eğitim sisteminin her aşamasında şırınga edilmiştir. Çoğu üniversitelinin yolunun kesiştiği öğrenci/öğretim üyesi değişim programına ismini veren Desideirus Erasmus’un, “Hıristiyanlığın bekası için Türkleri öldürmeli” sözü günümüzde de her Batılının hafızasındadır. İlkokuldan üniversiteye çağdaş dünyanın öncüleri olarak ezberlenen hemen her batılı düşünürün benzer “vecizeleri” vardır. Uluç Gürkan’ın ‘Ermeni Sorununu Anlamak’ adlı eserinde yeterince alıntılar var. Kısaca sorunun temelinde taşlaşmış bir tarihi yalan mirası bulunmaktadır.

    Buna karşın batılı aydının okuduğu, özel misyon sahibi dışındakilerin doğru bilgilere ulaştıkça saplantılarını terkedebidiği de bir vakıadır. Esasen bilim, teknoloji, hukuk ve yönetim sistemlerindeki başarılarının altında bu gerçek bulunmaktadır. Bu gerçek sayesinde Türk düşmanı lobilerin güçlü olduğu Fransa’da Anayasa Mahkemesi, “Ermeni Soykırım İddialarınının Reddini Cezalandırma” tasarılarını iptal etmiştir. Bu sayede Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Perinçek-İsviçre Davası’nda, soykırım iddialarının sadece iddia olduğunu tescil etmiştir. Bu sayede AB Adalet Divanı, Krikorianların AB Komisyonuna karşı açtıkları davada, “parlamentoların soykırımı kabul kararlarının hükmünün olmadığı, Ermeni soykırım iddiaları konusunda yargı kararı olmadığından geçersiz olduğu” kararlarını vermiştir. Bu gerçek sayesinde az da olsa bazı fedakâr diplomatlarımızın gayretleri ile daha önce soykırımı tanıma kararı alan örneğin İsveç, geri adım atmıştır.

    Bu gerçeklerden çıkan sonuç ise başta diplomatik misyon mensupları olmak üzere her Türk aydının okuması, öğrenmesi ve görevini yerine getirmesi gereğidir. Sadece iddiaları tanıma kararı gündeminde olanlarda değil, fakat daha önce kabul eden ülkelerde de izi kalan bu çamurdan ülkemiz temizlenmelidir. Bu alanda sadece Türkçe değil fakat başta İngilizce olmak üzere oldukça zengin literatür ortaya çıkmış, akademik çalışmalar yapılmış, mahkeme kararları ve bilimsel çalışmalar yayınlanmıştır. Sayıları az da olsa ülkemizde soykırım iddialarını savunanların bir şekilde desteklendiği, gerçeklerin ortaya çıkmasında başarılara imza atanların genellikle cezalandırıldığı veya kenara itildiği de hayreti muciptir. Buna karşın sözkonusu gayretler sayesinde Ermeni soykırım iddiaları hukuken çökmüştür. Sözkonusu başarılı çalışmalara karşın ilgisiz diplomasi sayesinde, siyasi baskılar devam edecek, bunun ekonomik sonuçları da olacaktır.

    ABD Kongresinin kararı üzerine konunun tarihçilere bırakılması gerektiği beyanları doğrudur, fakat son derece yetersizdir. Esasen bu savunma çeyrek asır öncesinden olup o günden beri nice ilave kazanımlar ortaya çıkmıştır. Soykırım Sözleşmesi, iddiaların geçerliliği için soykırımın yapıldığı ülke veya uluslararası mahkeme kararlarını şart koşmaktadır. Osmanlı yönetimi Tehcirdeki suçlamalardan dolayı 1915 ve 1916’daki yargılamalar sonucu 67 kişiyi idamla cezalandırmıştır. O tarihte soykırım suçu olmadığı halde, idam gerekçelerine bakıldığında hiçbiri için soykırım tanımına giren bir iddia veya suç yoktur. Malta sürgünlerinin gerekçesi de Tehcirdeki kötü muamele olduğu halde tutuklular, iddiaların geçersizliği sebebiyle İngiliz başsavcılığınca dava açılmadan serbest bırakılmıştır. AİHM, AB Adalet Divanı ve Fransa Anayasa Mahkemesi kararlarına yukarıda işaret edildi. Bütün bu konularda birçok dilde nice eserler yayınlanmıştır.

    Belirtmek gerekir ki yargı delillere bakar. Deliller ise önemli ölçüde tarihtir, belgelerdir, arşivlerdir. Dolayısıyla tarih, doğru ve yeterli değerlendirildiğinde olgunlaşarak yargı kararı haline gelir. Karşımızdaki sorun ise gerek tarihi bilgilerin gerekse bunların billurlaşmış hali mahkeme kararlarının siyaset tarafından değerlendirilmemiş olmasıdır. Bu ihmalin telafisi görevi, öncelikle diplomasisi, akademiyası, medyasıyla ülkeyi yönetenlere ve aydınlara düşmektedir.

    Soykırım iddialarını tanıma kararı, Kongre’de beklerken, Şükrü Server Aya’nın örneğin “Preposterous Paradoxes of Ambassador Morgenthau

    SUKRU SERVER AYA
    SUKRU SERVER AYA

    adlı eserinin diğerleriyle birlikte her Kongre üyesine ve ilgili görevlilere özel bir program dahilinde sunulduğu haberlerini duymak isterdik. Rahmetlinin sıkıntılar içinde hazırladığı eserlerinin tanıtımındaki heyecanla beraber diplomatik görevlilerin görmezlikten gelmesinden dolayı duyduğu kahrı her fırsatta müşahade ettim. Birçok önemli araştırmacının katkısıyla hazırladığımız “Ermeni Soykırım İddiaları ve Uluslararası Hukuk” kitabımız benzer çoğu önemli çalışmalar gibi ancak saman kağıdına basılabilmiştir. Mevcut veya emekli diplomatlarımızın çoğunun halen temel konulardaki bilgisizliği veya Ermeni propagandalarına kanmış olmaları vesile-i kahırdır.

    Öncelikle görevli ve sorumlu mevkideki diplomat ve benzeri pozisyonlardakilerin bu birikimlerden haberdar edilmesi ve bulunduğu ülke yetkililerine tarihi belge yanında mahkeme kararları, bu kararlara dayalı analizleri kendi dillerinde iletme görevleri bulunmaktadır. ABD heyetine dağıtılan Türkçe literasyonu ile Osmanlı Arşivi belgeleri, bir anlamda konuyu ciddiye almamak demektir. Belirtildiği gibi her ne kadar bu tür kararların hukuken kıymeti yoksa da gerekli tedbirler alınmadığı takdirde prestij kaybından dolayı siyasi, dolayısıyla ekonomik olarak ülkemiz ve halkımız zarar görmeye devam edecektir.


    Türkish Forum’un soykırım iddiaları taslağına red oyu veren 11 ABD Kongresi üyesine teşekkür mesajı göndermelerini takdir ediyoruz.

     

    Öncevatan, 19.11.2019

    alaeddinyalcinkaya@gmail.com

  • Ziya Gökalp’in ve Süleyman Nazif’in Hemşerisi Meral Akşener

    Ziya Gökalp’in ve Süleyman Nazif’in Hemşerisi Meral Akşener

    Ahlat, Mardin, Diyarbakır derken Meral Akşener şimdi de Şırnak ve Cizre'de. Meral Akşener sayesinde Türk Milliyetçileri Cudi ve Gabar dağlarının eteklerine kadar gittiler ya, artık onlar için ufukta iktidar görüldü sayılır. Öyle ya; CHP'nin bölgede hiçbir ağırlığı yok, MHP desen Gâvur Dağı'nın ötesine geçemiyor; böyle olunca Kürtlerin dindarları AKP'ye, ayrılıkçıları ise HDP'ye oy veriyor, ortada olanlar ise sandığa bile gitmiyorlar muhtemelen. İyi Parti, işte bu ortada olanların oylarını alabilir bize göre. Elbette AKP'den de oy çalabilir. - %C5%9EIRNAK

    Ahlat, Mardin, Diyarbakır derken Meral Akşener şimdi de Şırnak ve Cizre’de. Meral Akşener sayesinde Türk Milliyetçileri Cudi ve Gabar dağlarının eteklerine kadar gittiler ya, artık onlar için ufukta iktidar görüldü sayılır. Öyle ya; CHP’nin bölgede hiçbir ağırlığı yok, MHP desen Gâvur Dağı’nın ötesine geçemiyor; böyle olunca Kürtlerin dindarları AKP’ye, ayrılıkçıları ise HDP’ye oy veriyor, ortada olanlar ise sandığa bile gitmiyorlar muhtemelen. İyi Parti, işte bu ortada olanların oylarını alabilir bize göre. Elbette AKP’den de oy çalabilir.

    İYİ Parti Genel Başkanı, Şırnak ve Cizre’ye gitmek için Diyarbakır Havalimanına indiğinde davul zurna ile karşılanmış ve “Baba Ocağına Hoşgeldiniz” pankartı ile karşılanmış. Gerçekten güzel manzaralar bunlar. Meral Akşener’e tavsiyemiz, Diyarbakır’da burnuna dayanıp peşrevsiz şekilde Diyarbakır havaları çalan zurnanın kıymetini iyi bilmesidir. Çünkü zurnada peşrev olmaz. Umarım zurnacıya bol bahşiş vermiştir Meral Hanım. Çünkü o zurna İYİ Parti’ye, İYİ Parti ise Türkiye’ye iyi gelecektir.

    Meral Akşener’in Diyarbakır’da “Baba Ocağına Hoş Geldiniz” pankartlarıyla karşılanması üzerine, doğrusunu isterseniz ben de biraz şaşırdım. Zira Balkan göçmeni olan bir ailenin kızının, Diyarbakır’la ne işi olabilirdi. Bir çokları gibi ben de böyle düşündüm haliyle o pankartı görünce. Ancak ben biliyorum ki; Diyarbakır’ın da bulunduğu Güneydoğu Anadolu Bölgesi, kadim Türk yurtlarındandır. Hatta, Doğu ve Güneydoğu’nun Türklüğünün geçmişi, Anadolu’nun diğer bölgelerinden çok çok eskidir. Belki de binlerce yıl daha eskidir.

    Mesela Alparslan’ın ordusu, Kafkasya üzerinden Anadolu’ya girip, tekmil Doğu ve Güneydoğu’yu geçerek, Suriye üzerinden Kudüs’ün de içinde bulunduğu Filistin ve Mısır’a doğru akınlar yaparken, bir Bizans ordusunun, Anadolu içlerinde doğuya doğru, yani Selçuklu’nun taht merkezine doğru ilerlediğini haber alınca hızla Güneydoğu yönünden Anadolu’ya girerek Malazgirt’te düşmanın önünü kesiyor ve işini bitiriyor. Salçuklu Ordusu’nun geçtiği güzergah boyunca, bazı unsurlarını oralarda bıraktığı aklın gereğidir. Çünkü bu ordu, yeni bir yurt arayışındadır ve Alparslan, ordusunun bazı unsurlarını muhtemelen geçtiği Anadolu topraklarında ileri karakol olarak bırakmış olmalıdır. Alparslan’ın babası Çağrı Bey’in, daha 1015’lerde, yeni bir yurt arayışı maksadıyla Azerbaycan üzerinden birkaç kere Anadolu’ya girip çıktığı bilinmektedir.

    Dikkat edin lütfen, Gaznelilerle 1040 yılında yapılan ünlü Dandanakan Savaşı’ndan önceki bir tarihten bahsediyoruz. Demek oluyor ki; Selçuklu hanedanının yönetimindeki Oğuzlar, istiklallerini kazandıkları Dandanakan Savaşı’ndan 25 yıl önce Anadolu’ya seferler yapmışlar ve bu topraklara yerleşmeyi ta o tarihlerde gözlerine kestirmişlerdi.

    Bununla ne demek mi istiyoruz? Şunu demek istiyoruz ki; Diyarbakır başta olmak üzere, tekmil Güneydoğu ve Doğu Anadolu’nun Türklüğü, Anadolu’nun diğer yörelerinden çok daha eskidir ve Meral Akşener’in, büyük atalarının bölgedeki geçmişi de bu tarihlere kadar gidiyor olabilir. Üstelik Kürtlerin bölgeye gelişleri, Türklerden çok daha sonradır. Hatta Malazgirt Savaşı’ndan sonraki tarihlere rastlar. Kürtler, kendileri fethetmediler halen oturdukları toprakları, onlar Türklerin Bizans’tan aldıkları topraklara gelip yerleştiler sadece.

    Bugün bölgede milyonlarca insanın Türk etnik kimliği ile yaşamasının yanında kendisini Kürt zanneden milyonlarca Türk ve Türkmen kökenli insan da yaşamaktadır. Kürtleşen Türkmen oymak ve aşiretlerinin gerçekte hangi Türk ve Türkmen boy veya oymağına mensup olduklarını ayrıntılı olarak anlatan kitaplar var piyasada(1). Bölgede görev yapan köy korucularının da genelde bu Türkmen aşiretlerinden tercih edildikleri akla gelebilir. Ya da böyle bir tercih olmasa bile, bu insanların Türk Devleti’ne olan bağlılıkları, etnik kökenlerinden gelen, yani genlerinde taşıdıkları birer cevher olabilir. Tıpkı, Malazgirt Savaşı’nda Bizans Ordusu’ndan ayrılıp Türklerin tarafına geçen Uzlar ve Peçenekler gibi. Bunları bölge insanı arasında ayrım yapmak için değil, sadece bilimsel bir gerçeği ortaya koymak için yazıyoruz elbette. Dolayısıyla; Merkezin sağında yer alan İYİ Parti Genel Başkanı’nın, Diyarbakır’da “Baba Ocağına Hoş Geldiniz” pankartıyla karşılanmasında şaşılacak hiç bir yan yoktur. Diyarbakır kadim bir Türk şehridir ve öylece de kalacaktır bizim için.

    Bir arkadaşım hatırlattı; Sayın Akşener havalimanında “Babamın ailesi Yunanistan’a Diyarbakır’dan gitme. Burada Küçükkadı köy ile Büyükkadı köyü var, oradan gitme. Ben bunu yıllardır söylüyürum ama genel başkanlığına yürüyünce o zaman duyuruldu. DYP’de ilk seçildiğim dönemlerde Salim Ensarioğlu’na derdim, benimle iyi geçinin yoksa Diyarbakır’dan aday olurum diye. Babamın tarafı buralıdır”(2) şeklinde bir açıklama yapmış. Demek oluyor ki; Meral Akşener’in baba tarafının, aslen Diyarbakırlı oldukları, Diyarbakırlılar tarafından önceden biliniyormuş ki; “Baba ocağına hoş geldiniz” şeklinde bir pankart hazırlanmış. Küçükkadı ve Büyükkadı Merkez Sur ilçesine bağlı iki köy olduklarını da biz eklemiş olalım.

    Diyarbakırlı olması, Sayın Akşener için kesinlikle artı bir özelliktir. En azından o, Türk Milliyetçiliğinin Esaslarını belirleyen ve fikirleri Türkiye Cumhuriyeti’ne temel teşkil eden Ziya Gökalp ile yazmış olduğu yurtsever yazılar sebebiyle Ziya Gökalp’le birlikte Malta’ya sürgün edilen ve adeta büyük vatan şairimiz Namık Kemal’in devamı sayılan ve Milli Şairimiz Mehmet Akif’in büyük dostu Süleyman Nazif’le hemşeridirler. Sayın Akşener’in, Ziya Gökalp’i, Süleyman Nazif’i ve Mehmet Akif’i ruhunda meczettiğinden asla kuşkumuz yoktur.

    Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun Türklüğüne Gelince

    Asıl uzmanlık alanı tarih olmamakla birlikte tarih yazarlığı konusunda da ehliyeti bulunan düşünce adamımız Prof. Dr. Erol Güngör’e göre; “(Milâdi) Dördüncü yüzyılın sonunda Hunlar Batıda Tuna’yı geçerek Balkanlar’a indiler. Doğuda da Kafkaslardan Anadolu’ya girdiler. Bu ikinci akıncı kolu, Güney Anadolu’dan Suriye’nin Akdeniz kıyılarına ve Kudüs’e kadar yıldırım hızıyla ilerledi. Sonbaharda aynı yoldan Azerbaycan’a döndü. Roma İmparatorluğu bu akından o kadar şaşırmıştı ki, her tarafta Hunlar hakkında akıl almaz hikâyeler anlatılıyordu.(3)

    Tarihçi Yılmaz Öztuna’nın anlattıkları da Erol Güngör’ü destekler mahiyettedir. Öztuna’ya göre de; “Müslümanlardan önce Türk kavimlerinden olan Sakalar ve Hunlar, zaman zaman Anadolu’ya ayak basmışlardır.”(4)

    Son zamanlarda yıldızı parlayan tarihçilerimizden Prof. Dr. Ahmet Taşağıl ise Türklerin Orta Asya’daki yurtlarından gerçekleştirdikleri göçleri anlatırken, Hunlar’dan bir kitlenin M.S. 359 ve 373 yıllarında Kafkaslar üzerinden aşarak Anadolu, Suriye ve Azerbaycan’a gittiklerini söylemektedir.(5)

    A.Taşağıl’ın vermiş olduğu bilgilere bakılırsa; Hunlar’ın Anadolu’ya yapmış olduğu akınlar, sadece 359 ve 373 yıllarıyla da sınırlı değildir. Zira Roma İmparatoru Teodosius’un ölüm yılı ve ayrıca Roma İmparatorluğu’nun Batı Roma ve Doğu Roma (Bizans) olarak ikiye bölündüğü yıl olan M.S.395 yılında Hunlar, Balkanlar ve Kafkaslar üzerinden olmak üzere iki koldan Anadolu’ya girmişlerdir. Doğu cephesinde Basık ve Kursık isimli iki başbuğ tarafından sevk ve idare edilen Hun süvarileri, Erzurum, Karasu ve Fırat vadileri boyunca ilerleyerek kısa zamanda Çukurova’ya ulaşmışlar; Edessa (Urfa) ile Antiocheia (Antakya)’yı kuşatıp, Suriye’ye ve Kudüs’e kadar uzanmayı başarmışlardır. Sonra aniden kuzeye dönen Hun Ordusu, Kayseri-Ankara istikametiyle Bakü’ye ulaşmışlar, yani geldikleri yere geri dönmüşlerdir.(6)

    “395-396’da meydana gelen bu akınların, Türklerin tarihte bilinen ilk Anadolu seferi olarak kabul edilmesi söz konusudur.” diyen A.Taşağıl, üç yıl sonra tekrarlanan akınlar karşısında Bizans İmparatoru Arkadius’un hiçbir şey yapamadığını dile getirmektedir.(7)

    Hun akınlarının, İmparator Büyük Teodosius’un ölümü üzerine Roma’nın Doğu ve Batı Roma (Bizans) olarak ikiye ayrılacak derecede yönetim zafiyetleri yaşadığı ve yerine geçen oğlu İmparator Arcadius’un Doğu Roma’nın idaresini belki de tam olarak ele alamadığı yıllarda gerçekleşmiş olması önemlidir. Anlaşılan Roma İmparatorluğu, kendi topraklarını savunacak durumda değildir o sırada. Ya da karşısındaki güç, Roma’dan çok daha üstün bir güçtür. Esasen, Atilla kumandasındaki Hun Ordularının 447 yılında Sofya, Filibe, Bresna ve Lüleburgaz şehirlerini zapt ederek Büyük Çekmece’ye kadar, yani İstanbul’un burnunun dibine kadar gelmesi, İstanbul’a saldırmaktan ancak o sırada müttefiki olan Batı Roma’nın devreye girmesi ve son derece ağır şartlarını kendisinin tek taraflı olarak dikte ettirdiği “Anatolios Barış Antlaşması” ile vazgeçmiş olması, her şeyi anlatmaktadır.(8)

    Sabar Türkleri de 516 yılında Doğu’daki Ermeniyye üzerinden Anadolu’ya girerek, Kayseri, Konya ve Kapadokya bölgelerine kadar ilerlemişlerdir.(9)

    Türklerin, Anadolu’ya değil ama Rumeli üzerinden İstanbul önlerine kadar bir diğer gelişleri, 626 yılında Avarlar sayesinde olmuştur. Avarlar, o sene Sasanilerle işbirliği yaparak İstanbul’u ele geçirmeyi denemişler, ancak başarılı olamayarak geri çekilmişlerdir.(10)

    Sabarların egemen olduğu coğrafyada devlet kuran Hazarların da, Bizans ile ittifak kurarak, gerek Avar-Sasani ittifakının 626 yılındaki İstanbul kuşatması sırasında Bizans’a yardım etmek maksadıyla, gerekse daha sonra Doğu’da Sasanilere karşı Müttefikleri Bizans’ın toprağı olan Anadolu’yu korumak amacıyla, yani dostane ilişkiler çerçevesinde, doğudan Anadolu’ya girdikleri bilinmektedir.(11)

    Ön-Türk araştırmacılarından Haluk Tarcan, tarih profesörü Ali Sevin’in 2001 yılında yayınlamış olduğu bir bilimsel makale (TÜBA-AR IV 2001) üzerine Atatürk Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Yüksek Kurulu’nca yapılan 14’üncü toplantıda, özellikle Doğu Anadolu’daki Türk izlerinin M.Ö. 1200 yıllarına kadar gittiğinin kabul edildiğini dile getirmektedir. Adı geçen, ayrıca, Anadolu’daki Ön-Türk izlerini, M.Ö.7000’den 13000’e kadar götüren tarihi ve genetik bulgulara ulaşıldığını da söylüyor.(12)

    Haluk Tarcan’ın kitabında bulunan bir diğer bilgi, Mısır, Asur ve Hitit kaynaklarına göre; M.Ö. 2200 yıllarında Doğu Anadolu’da Turki Krallığı adında bir şehir (site) devletinin bulunduğuna ve Alman Prof. Manfred Korfmann’a dayanarak vermiş olduğu Troya Savaşı esnasında kentten kaçanlar arasında Turciler adında bir halkın da bulunduğuna ilişkin bilgidir.(13) Troyalıların M.Ö.3000-M.S.400 yılları arasında bulundukları coğrafyada çeşitli şekillerde egemen olduklarını da biz eklemiş olalım.(14)

    Konuya ilgi duyan araştırmacılardan Prof. Dr. Ekrem Memiş de Ermenilerin kökenlerini ve Ermeni-Türk ilişkilerini ele aldığı bir makalesinde; “…Halbuki, çivi yazılı metinlerden öğrenildiğine göre; Türkler, M.Ö. 3. Binyılın sonlarından itibaren Anadolu’daki mevcutturlar ve Anadolu’nun kaderinde önemli roller oynamışlardır.”(15) diyerek, Türklerin Anadolu’daki geçmişini günümüzden yaklaşık 4 bin yıl öncesine kadar götürmektedir.

    Netice olarak diyelim ki; hoş geldin siyasi hayatımıza Diyarbakırlı Meral Abla. İYİ Parti, Türkiye’ye kesinlikle iyi gelecek…
    ____________________
    1- Ali Rıza Özdemir, Kayıp Türkler-Etnik Coğrafya Bakımından Kürtleşen Türkmen Aşiretleri, 3. Baskı, Kripto Yayınları, Ankara,2013, s, 175-279.
    2 -http://odatv.com/babam-diyarbakirli-0812171200.html
    3-Prof. Dr. Erol Güngör, Tarihte Türkler, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1989, s. 22.
    4-Prof. Dr. Mehmet Şeker, Fetihlerle Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşması, DİB Yayını, Ankara,1999, s. 3.
    5- Prof. Dr. Ahmet Taşağıl, Kök Tengri’nin Çocukları (Avrasya Bozkırlarında İslam Öncesi Türk Tarihi), Bilge Kültür-Sanat Yayınları, 11.Basım, İstanbul, 2017, s, 46.
    6-A.Taşağıl, age, s, 250 ve önceki sayfalardan özetlenerek aktarılmıştır.
    7-Age, 250.
    8-Age, s, 256.
    9-Age, s, 272.
    10-Age, s, 266.
    11- Age, s, 275.
    12-Haluk Tarcan, Tarihin Başladığı Ön-Türk Uygarlığı-Resmi Tarihin Çöküşü, 2. Baskı, s. 73-75, Töre Yayınları, İstanbul, 2006
    13-Haluk Tarcan, age, s. 228, 244.
    14- Haluk Tarcan’ın kitabında Ön-Türkler’e ait olmak üzere; petroglif (Tamga-Damga) veya ilkel yazı örnekleri şeklinde olmak üzere; ait olduğu dönem olarak Karadeniz Bölgesi’nde (Sinop-Tersane kapısı) M.Ö.6’ncı bine (s.248), Marmara Bölgesi’nde (İstanbul-Yarımburgaz ve Fikirtepe) 6 ve 4 binlere (s. 255), Ege Bölgesi’nde (İzmir-Urla Limantepe ve Burdur Hacılar höyükleri) M.Ö. 6500’lere ve 3200-3000’lere (s. 272), Doğu Anadolu’da (Erzurum-Van-Hakkari) M.Ö.13000’lere (s. 334), Akdeniz Bölgesi’nde (Antalya Beldibi Mağarası) M.Ö. 13000’lere ulaşan arkeolojik belge ve bulgular ele geçirildiği belirtilmektedir. Ayrıca adı geçen, büyük oranda İç Anadolu Bölgesinde olmak üzere; M.Ö. 2500-1700 yıllarında hüküm süren Hattilerle, M.Ö. 1660-1190 yıllarında egemen olan Hititlerin dip kültüründe Ön-Türk dil ve kültürünün olduğunu (s. 310, 313-314) ve Burdur Ağlasun’da keşfedilen Sagalassos uygarlığının temelinde de yine Ön-Türk kültürü olduğunu söylemektedir (s. 274).
    15- rof. Dr. Ekrem Memiş, “Ermenilerin Kökeni ve Geçmişten Günümüze Türk-Ermeni İlişkileri” başlıklı makalesi,

  • SİLİVRİ ARTIK MALTA’DIR!

    SİLİVRİ ARTIK MALTA’DIR!

    Sanki yıl 16 Mart 1920, İngilizler İstanbul’u işgal ediyor ve tutuklamalar Başlıyor…

    Sanki yıl 16 Mart 1920, İngilizler İstanbul’u işgal ediyor ve tutuklamalar Başlıyor… - Erdal Sarizeybek

    Bugün 21 Şubat 2011, Türk Ordusu’nun Kahramanlar Askerleri birer birer tutuklanıyor…

    Türk Milleti bu günü Unutma!

    “…16 Mart 1920 sabah 05.45 sularında İngiliz askerleri araca bindirilmiş iki birlik halinde Beyazıt Direklerarasında bulunan Şehzadebaşı 10. Kafkas Tümenine bağlı karargah birliği karakoluna geldiler. Bir araç asker dış güvenliği aldı, diğerleri koğuşunu bastılar. Askerlerin uyuduğu koğuşa giren İngiliz askerleri mızıka ve karargah bölüğü erlerinden beşini ateş açarak öldürdü, onunu yaraladı.

    Harbiye Nazırı Cemal Paşa’nın evi basıldı ve paşa öldürüldü. Harbiye nezareti ablukaya alındı ve İngiliz General Shuttleworth Harbiye nezaretinin kontrolünü eline aldı.

    Meclis-i Mebusan basıldı mebuslardan Albay Kara Vasıf Bey ve Rauf Bey İngiliz askerleri tarafından tutuklandı.

    Telgrafçı Hamdi Bey kendisini tehlikeye atarak İngilizlerin telgrafhaneyi bastığı ana kadar Ankara’ya Mustafa Kemal Paşa dikkatine telgraflarla gelişmeleri bildirdi...”

    SİLİVRİ ARTIK MALTA’DIR, BU GÜNÜ UNUTMA EY TÜRK MİLLETİ!

    Malta Sürgünleri…

    Sanki yıl 16 Mart 1920, İngilizler İstanbul’u işgal ediyor ve tutuklamalar Başlıyor… - yuzbasiahmetizzet edited
    Yüzbaşı Ahmet İzzet Bey

    Osmanlı İmparatorluğu, Birinci Dünya Savaşı’nda yenildiğini anlayınca, Ekim 1918’de mütareke ister. Mütarekeyi imzalamak görevi, Hüseyin Rauf Bey’e(Rauf Orbay) verilir. Hamidiye kahramanı Rauf Bey, o tarihte Ahmet İzzet Paşa kabinesinin on günlük Bahriye Nazırıdır. Müttefikler adına mütarekeyi imzalamak için de İngiliz Akdeniz Filosu Başkomutanı Amiral Sir Arthur Calthorpe seçilmiştir. İki düşman denizci 26 Ekim 1918 gecesi Limni adasının Mondros limanında buluşurlar1.

    Amiral Caltrophe, Rauf beyi bir düşman gibi değil, saygıdeğer bir konuk olarak karşılar. Nazik, kibar ve konuksever görünür. Türk heyetini kumandan gemisinin kaptan köşkünde barındırır. Rauf Bey anılarında;“…bizi güvertede samimi bir tarzda kabul eden Amiral, istirahatımızı sağlamak maksadıyla, geminin kendisine mahsus mevkilerini bize ayırtmak centilmenliğini gösterdi”, der. Rauf Bey’deki bu iyimserlik ve özlem, genellikle paylaşılır. Türkiye’de iyimserlik oldukça yaygındır. Mondros Mütarekesi Türk kamuoyuna bir başarı olarak tanıtılır. Osmanlı Parlamentosu, Mütareke anlaşmasını oy birliği ile onaylar. Osmanlı PTT’si, mutlu bir olayı kutlarcasına mütareke için anma pulları çıkarır…Derken, olaylar bambaşka bir biçimde gelmeye başlar. Rauf beyin iyimser demeçlerinden on gün sonra, 13 Kasım 1918 günü, 55 parçalık bir düşman donanması Çanakkale Boğazı’ndan girip Dolmabahçe önünde demirler. Bu büyük armada, 22 İngiliz, 17 İtalyan, 12 Fransız ve 4 Yunan gemisinden oluşmaktadır. Rauf Bey’in Balkan savaşından beri pekiyi tanıdığı Averof Zırhlısı, Yunan gemilerinin başlındadır.

    Oysa Amiral Caltrophe, hiçbir Yunan gemisinin Boğazlardan geçmeyeceği yolunda Mondros’ta söz vermiştir. Beyoğlu’na 3.500 düşman askeri çıkar. Amiral Caltrophe, şimdi İstanbul’da İngiliz Yüksek Komiseridir. Sömürge genel valisi gibidir. İstanbul’a tepeden bakar. İngiltere Büyükelçiliği binasında değil, Superb zırhlısında oturmaktadır. “Hiç bir Türk’e yüz vermeme” yolunda talimat almıştır. Düşman donanmasının Dolmabahçe önünde demir attığı gün, Mustafa Kemal Paşa, Suriye cephesinden İstanbul’a gelir. Rauf Bey, eskiden tanıdığı Paşa’yla yeniden ilişkiler kurar. İngilizler hakkında fikri değişmiştir. İngiliz artık güvenilir dost değil, Türkiye’yi yok etmeye kararlı bir düşmandır. Bundan sonra Rauf Bey, Atatürk’ün yanında görülür. Erzurum, Sivas kongrelerinin ikinci adamıdır. Milli hareketin öncülerinden biridir. Son Osmanlı Meclisi’ne Sivas Mebusu olarak seçilir. İngilizlerce damgalanmış bir kişi olarak İstanbul’a döner. Milli Misak’ın imzalanmasına öncülük eder. İngilizler darbeyi indirirler; 16 Mart 1920 günü İstanbul’u işgal ederler. Son Osmanlı Meclisi baskına uğrar. Aynı gün Rauf bey, bir gurup arkadaşıyla birlikte, Meclis binası içinde İngilizlerce tutuklanır. İki gün sonra İstanbul’daki yeni İngiliz Yüksek Komiseri Amiral de Robeck, Malta Valisi Lord Plumer’e şunu yazar;

    “18 Mart günü, 30 kadar önemli Türk siyasi suçlusunu Benbow gemisine yüklüyorum. Majesteleri hükümetinin talimatı uyarınca tutuklandılar. Bunların Malta’da kabulü ve emin bir yere hapsedilmeleri için emir verirseniz müteşekkir kalırım. Benbow 21 Mart’ta Malta’da olacak…”

    Amiral De Robeck, vapura yükleyip Malta’ya yolladığı bu kişileri kısaca Lord Curzon’a tanıtır, listenin üçüncü sırasında bulunan Hüseyin Rauf Bey için; “Eski Bahriye Nazırı, Milliyetçi hareketin başıca teşkilatçılarından biri, Sivas mebusu,” der. Adının karşısında da bir rakam vardır; 2776. Bu Rauf Bey’in Malta sürgün numarasıdır. Bundan böyle Rauf Bey, artık İngilizlerin bir konuğu değildir. Kaptan köşkünde ağırlanmaz. Tel örgüler arkasında Polverista kampında tutukludur. Hamidiye kahramanlığı, Bahriye nazırlığı, mütarekenin imzacısı nitelikleriyle de anılmayacaktır. Kendisinden Malta’da ‘savaş tutsağı, siyasal suçlu, savaş suçlusu’, diye söz edildiği olacaktır. Ama bu dönemin İngiliz belgelerinde o, sürekli olarak sadece bu numarayla anılır; 2776 Rauf Bey2! İşgalci İngilizlerin ilk Malta sürgünü böyle başlar.

    Mondros mütarekesinin ilk aylarında İngilizlerin dikkati, öncelikle Türk cephe komutanlarına dönüktür.Cephedeki komutanlar kaçak İttihatçılardan daha önemli sayılır. İlerde Malta’ya sürülmek ya da yargılanmak üzere, ilk mimlenen kişiler komutanlardır. Türkiye yenilmiştir. Mütareke imzalanmak zorunda kalınmıştır. Ama bu yenilgi, müttefiklerin özlediği gibi olmamıştır. Mütareke imzalandığın gün, bugünkü Türkiye toprakları işgal edilmiş değildir. Güney cepheler, aşağı yukarı Milli Misak sınırındadır. Suriye cephesinde Halep düşmüş ama Hatay henüz Türkiye’nin elindedir. Irak’ta cephe ise, Musul şehrinin 60 kilometre kadar güneyindedir. Kafkasya’da ise durum Türkiye için daha elverişlidir. Mütarekeyle bu durum olduğu gibi dondurulursa, Anadolu parçalanmadan kalacaktır…

    9 Kasım 1918’de İskenderun, 12 Aralık’ta Adana, 17 Aralık’ta Mersin işgal edilir. Buralarda, Nihat Paşa(Anılmış) komutasındaki İkinci Ordu’dan arta kalan birlikler Toroslar’ın kuzeyine çekilirler. İşgal edilen bu bölgeye Mondros Mütarekesinde Kilikya adı verilir. Kilikya’nın sınırı belli değildir. İngiltere Dışişleri Bakanlığınca hazırlanan 11 Kasım 1918 günlü bir belgede, Kilikya’da, Kuzey Suriye’de bir Ermeni Devleti kurulması öngörülür. İkinci Ordu Kumandanı Nihat Paşa, düşmanın bu planını sezer, istilacılarla birlikte üniformalı Ermenilerin de Çukurova’ya doluştuklarını görür. Bunlar, öç almak hırslarıyla doludur. Ordu Kumandanı, geri çekilirken yerli Türk halkını korumayı düşünür. Halka silah dağıtır. Köylerde, kasabalarda milli örgütler kurmaya çalışır. İngilizler Ordu Kumandanı Nihat Paşa’yı mimler.

    2 Ocak 1919 gün, İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiserliği, Babıâli’ye bir nota verir; Türk halkını örgütleyip silahlandırdığı, kasabalarda, köylerde İslam dernekleri kurduğu için Nihat Paşa’nın görevine son verilmesini ister. Harbiye Nazırı Cevat Paşa(Çobanlı) bu isteği kabul etmez. İngilizler buna da bir ‘mim’ koyup 16 Ocak’ta ikinci bir nota verirler. İngiliz baskısı karşısında Cevat Paşa istifa eder. Yerine gelen Ömer Yaver Paşa, 22 Ocak’ta, Hükümet’in kararıyla Nihat Paşa’yı İstanbul’a çağırır. İkinci Ordu’nun başına Cemal Paşa(Mersinli) atanır. Nihat Paşa, görevden alınmakla İngiliz hışmından kurtulur. Onu korumaya çalışan Cevat Paşa ise İngilizlerin kara listesine girer. 1920 yılında Cevat Paşa, Genelkurmay Başkanı bulunduğu bir sırada, Cemal Paşa (Mersinli) da Milli Savunma Bakanı iken İngilizlerce yakalanıp Malta’ya sürüleceklerdir.Onların Malta künyeleri de bir numara olacaktır; 2772 Cemal Paşa, 2773 Cevat Paşa3…

    Irak cephesinde durum, Suriye cephesinden daha çetindir. Mondros Mütarekesi, Irak’taki Türk garnizonlarının en yakın müttefik kumandanına teslimini öngörmektedir. Anlaşmada ayrıca, karışıklık çıkarsa, Müttefiklerin ‘Altı Ermeni Vilayeti’ni işgal edebilecekleri belirtilmektedir. Yani işgaller Irak’tan Doğu Anadolu’ya sıçrayabilecektir. İşgal edilen yerlerse artık Türkiye’ye geri verilmeyecektir. İngiltere Dışişleri Bakanı Mr. Balfour, 9 Kasım 1918’de bunu Amiral Caltrophe’a bildirir;

    “Farkında olduğunuz gibi, Irak, Suriye ve Arabistan’da işgal ettiğimiz toprakların Osmanlı egemenliğine veya yönetimine dönmeyeceği, siyasetimizin değişmez parçasıdır.”

    Irak’taki Altıncı Ordu Kumandanı Ali İhsan Paşa(Sabis) bu değişmez İngiliz siyasetini sezer. Bunu engellemek için çabalar. Orduyu düşmana teslim etmez. Musul şehrini ve vilayetini de boşaltmayı önce reddeder. Durum gerginleşir. Sonunda İngiliz baskısı ve İstanbul Hükümeti’nin buyruğu üzerine Ali İhsan Paşa, 10 Kasım’da, Musul şehrini boşaltmak zorunda kalır. Nusaybin’e çekilir ama silah, cephane ve erzak stoklarını İngilizlere pek kaptırmaz; kuzeye taşır. Askeri terhis işini de çok ağırdan alır. İngilizler 15 Kasım’da Musul şehrini, Kasım sonunda da Musul vilayetini işgal ederler. Ve oradan Antep’e doğru uzanırlar.

    Ali İhsan Paşa anılarında şöyle der;

    “Irak ve Suriye’nin elimizden çıktığı aşikardı. Hiç olmazsa altı doğu vilayetini bu akıbetten kurtarmak için uğraşmak lazımdı… Acz içinde İstanbul Hükümeti’nden enerji beklemek abesti… Her kasabanın ve şehrin, Müslüman halkının hukukunu muhafaza için, Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri ve mahalli milis teşkilatı kurmalarını valilerle mutasarrıflıklara tavsiye ettim; bu hususta icap eden silah ve cephaneleri Altıncı Ordu’nun kaynaklarından vereceğimi bildirdim…”

    Doğu Anadolu’da Ermeni Projesini engellemeye çalışan Ali İhsan Paşa, 1919 yılının ilk aylarında da İngilizleri uğraştıracak ve savaş suçlusu olarak damgalanacaktır. Malta’ya ilk sürülen Türk, Ali İhsan Paşa’dır. Mart 1919’da sürülmüştür. Yargılanacak kişilerin başında yer alır. Malta künyesi; 2667 Ali İhsan Paşa’dır4…”

    Malta sürgünleri İngiliz siyaseti ve işgaline karşı çıkanlardır. Kurtuluş mücadelesi verenlerdir. İngilizlerin ilk hedefi komutanlardır. Mütareke döneminin daha ilk aylarında mimlenen bir başka Türk komutanı da Yakup Şevki(Subaşı) Paşa’dır. Büyük taarruzda İkinci Ordu Kumandanı olan Yakup Şevki Paşa, Mondros Mütarekesi imzalandığı sıralarda Kafkasya’daki Dokuzuncu Ordu Kumandanı’dır. Mütareke haberi, Türk Ordusu’nu Azerbaycan, Dağıstan ve Kuzeybatı İran içlerinde bulur. Bakü ve Tebriz Türk birliklerinin elindedir. Bu uzak yerlerden Erzurum’a doğru çekilme görevi Yakup Şevki Paşa’ya verilir. Çetin bir iştir bu. Buralarda 30 bin ton kadar yiyecek stoku vardır. Batıya taşınması gerekir. Yoksa ordu hatta halk aç kalacaktır. Ermeniler, İngiliz himayesinde yürümek ve öç almak için sabırsızlıkla beklemektedir. Türk halkı can, mal, namus kaygısındadır. Ordu çekilmek zorundadır ve çekilir.

    Türk birlikleri 17 Kasım’da Bakü’yü, 18 Kasım’da Tebriz’i, 4 Aralık’ta da bütün Kuzeybatı İran’ı boşaltır. İngilizler, 11 Kasım 1918’de üç Sancak’ın yani Kars, Ardahan ve Batum’un da hemen boşaltılmasını isterler. İstanbul Hükümeti İngiliz isteğine boyun eğer. Boşlatılacak bu yerlere, İngilizlerle birlikte Ermenilerle Gürcülerin yürüyecekleri kesindir. Yerli Türk halkını gözle görülür bir ölüm beklemektedir. Yakup Paşa, Hükümet’in buyruğuna karşı gelemez ve direnişe karar veremez. Yalnız yerli Türklerin savunma hazırlıklarına yardımcı olur. Kars’ta, ordunun çekileceği Ardahan, Artvin, Oltu, Kağızman, Sarıkamış gibi yerlerde Milli Şura Hükümetleri kurulmasını destekler. Bu minyatür hükümetler, Ermenilere karşı kendi başlarının çaresine bakmaya ve bölgesel kurtuluş savaşına hazırlanır. Daha sonra On Beşinci Kolordu olarak örgütlenecek olan Dokuzuncu Ordu, Kurtuluş Savaşı başlarında Türkiye’nin Ordu denilebilecek tek askeri gücüdür. Bu ordunun kurtarılabilmiş olmasında Yakup Şevki Paşa’nın uyanık davranmasının büyük bir payı vardır.

    Ne var ki, Dokuzuncu Ordu’yu dağıtmayan, silahları, cephaneyi İngilizlerle kaptırmayan, gıda stoklarını batıya taşıyan ve Ermenilere karşı yerli Türkleri silahlandıran Yakup Şevki Paşa da kara listeye girer. Daha sonra Malta’ya sürülecektir. Onun gibi Kars Şurası’nın bütün üyeleri de Malta’ya sürülecekler arasındadır. Kafkas Ordusu’ndan Halil Paşa, Küçük Cemal Paşa, Tümen komutanlarından Ali Rıfat ve Mürsel Bey’ler gibi birçok Türk Subayı, Mütarekenin daha ilk aylarında İngilizlerce mimlenirler. Bunları yakalamak, yargılamak, sürmek için İngilizler pusudadır5…”

    Ocak 1919’da Medine kahramanı Fahrettin (Türkkan) Paşa, İngilizlerce teslim alınır ve Hicaz’dan Mısır’a sürülür. Paşa, Nil kıyısında bir kışlada sürgün yaşamı geçirir. Mısır halkı da İngiliz emperyalizmine karşı uyanmaya başlamıştır. İngilizlere karşı gösterililer için bahaneler arar. Medine kahramanı üniformasıyla sokakta görülünce, Mısırlılar ‘Yaşa Fahrettin Paşa’ diye gösteriler yapar.Gösterilerin artmaya yüz tutması üzerine, İngilizler Paşa’ya üniformasını çıkarmasını söyler. Paşa; ‘Ben Harbiye’den beri üniformamı çıkarmadım’ der ve direnir. Ondan sonra da bir daha Nil kışlasından dışarı çıkmaz. Fahrettin Paşa yedi ay kadar Mısır’da kalır. Devamını ünlü tarihçi Bilal Şimşir’den dinleyelim:

    “…5 Ağustos 1919’da, Fahrettin Paşa, yaveri Teğmen Şevket Ziya Bey ile üç askeri, bu kez Malta’ya sürülür. En fazla Malta’da sürgünde kalanlardan biri de Fahrettin Paşa ve ekibidir. İngilizlerce Ermeni soykırımından sorumlu tutulmaktadır. Medine’de savaşan bir komutanın ‘Ermenilik’ suçu ile lekelenmeleri, anlaşılır şey değildir. İngilizlerin cezalandırmak istedikleri her Türk’e, hazır kaftan gibi bu suçu yakıştırdıkları görülmektedir6…”

    Aradan iki yıl geçer. Mustafa Kemal’in başlattığı Kurtuluş mücadelesi İngilizlere karşı güç kazanmaya başlayınca, Malta Sürgünleri serbest bırakılır. Fahrettin Paşa, aynı yıl Batum’da İstihbarat Müdürü olarak görevli Feridun Kandemir ile karşılaşır. Artık bırakalım bu tarihi anı, bu olayı yaşayanlar anlatsın, Sayın Kandemir anlatsın;

    “…1921’de İstihbarat Müdürü olarak Batum’da bulunuyordum. Batum o zamanlar kominist Rusların henüz eline geçmiş olmakla beraber, Taşnak, Hınçak gibi Ermni komitecilerinin Türkler aleyhine entrikalar çevirip durdukları bir merkez halindeydi. Rusya’dan özellikle Moskova’dan Ankara’ya gitmek isteyenler, mutlaka buradan geçerlerdi. Elverişli başka yol yoktu. Ben burada, vaktiyle, yani bir yıl kadar evvel Enver Paşa’nın misafir kaldığı evde oturuyordum. Bir sabah, işimin başına gitmek için evden çıkarken, kapıdan merdivenin alt başında avcı elbisesi içinde, sırtı dönük ve sağ kolundaki bürülmüş bir battaniye ile duran birini görür görmez; o pehlivan yapısıyla, hele ensesi ve kalpağının biçimi ve dimdik duruşuyla Fahreddin Paşa’yı andırıyordu ki, rüya görüyorum sandım. Dikkatle bakarak, merdivenden inerken, o da ayak sesime başını çevirince, göz göze geldik. Dayanamayıp haykırdım:

    * Aaaaa!.. Vallahi Fahreddin Paşa! Ta kendisi…

    O da beni görür görmez şaşırmıştı. Hayret dolu bakışlarıyla boynuma sarılırken;

    * Hey koca Medineli hey, burada da buluşacağımız nereden aklıma gelirdi? Şu kısmete bak” diyordu.

    “…Gerçekten de akla gelecek şey değildi. Malta’daki Fahreddin Paşa’nın, binlerce kilometre uzaklardaki şu Batum’cağızda ne işi olabilirdi ki, böyle çıkagelsin? Karşı karşıya oturup, battaniyeyi de bir kenara koyunca, anlattı: Meğer en emniyetli yol olarak burayı bulduğu için, Ankara’ya gitmek, Anadolu’ya geçmek üzere gelmiş. Malta’dan, Almanya yoluyla gittiği Moskova’da, elçimiz Ali Fuad Paşa ile görüşmüş ve ondan aldığı vesikalarla uzun bir yolculuktan sonra buraya varmış. Getirdiği Ali Fuad Paşa imzalı mektuplardan biri, doğrudan bana idi. ‘Fahreddin Paşa’nın mümkün olduğu kadar süratle ve selamtle hududu geçerek Anadolu toprağına ulaşmasını’ sağlamam isteniyordu. Fahreddin Paşa, İngilizlerce mimlenmiş olduğu gibi, komiteci Ermenilerce de, kara listeye konmuştu…”

    Bir süre sonra Fahreddin Paşa ile Feridun Kandemir, Anavatan’a ulaşmak için yola çıkar. Türk hududuna gelince, araçtan inerler. Önde giden Fahreddin Paşa, hudut kulesinde dalgalanan Türk Bayrağı’nı görür görmez, dimdik durup selama geçer. Uzunca bir selamlamadan sonra, ağır ağır Türk hududunu geçer, vatan toprağına ayak basar basmaz, eğilir, toprağa sarılır ve ağlamaya başlar… Burada sözü tekrar Sayın Kandemir’e verelim, çünkü bu anı anlatmak, ancak ona yaraşır;

    “…Paşa, selamlamaktan doyamıyormuş gibi uzunca bir duruştan sonra, ağır ağır sınır çizgisini geçip, vatan toprağına ayak basınca, uğrunda can verilen o mübarek toprağı gözyaşlarıyla ıslatarak, öpmekten kendini alamadı. Bu esnada, haberleri olduğu için, sınır kulesinden gelerek kendisini saygı ile karşılayan subaylarla Mehmetçiklerin de gözleri yaşarmıştı. Paşa, kapandığı topraktan, başını kaldırıp da bunları görünce: ‘Ah evlatlarım’ diye hemen doğrularak, karşısındaki ilk Mehmetçiği kucaklayıp, hıçkıra hıçkıra, bağrına bastıkça basıyordu7…”

    Malta’daki iki buçuk yıllık esaretten kurtulup anayurda dönen Medine Müdafii Fahreddin Türkkan Paşa, 27 Ekim 1921’de, Büyük Millet Meclisi Hükümeti tarafından görevlendirilerek, Afganistan’a Kabil Sefiri olarak tayin edilir. Dört yıl bu görevde kalır. Ömer Fahreddin Paşa, 22 Kasım 1948’de, İstanbul’da Hakk’ın rahmetine kavuşur ve Rumelihisarı Mezarlığında ebedi istirahatgahına konulur, Allah rahmet eylesin…

    Bugün 11 Şubat 2011. Ana haber bültenleri haykırıyor; ‘Paşalara Tutuklama, 163 general, subay, astsubay sanık tutuklandı, Vatan’, ‘Şok Tutuklama, Korgeneraller, Koramiraller, Bir Üst Subaya Teslim Oluruz Dedi, Hürriyet’, ‘Türk Milleti Ordusuna Sahip Çıkmak İçin Meydanlarda, İlk Kurşun’, ‘Subaylar Hep Bir Ağızdan Harbiye Marşını Okudu, Haber Türk’… Sanki İngilizler İstanbul’u işgal etmiş ve kurtuluş savaşını verecek Türk Askeri’ni tutukluyor, kumandanları göz altına alıyor ve hepsini Malta’ya sürgüne gönderiyor, tıpkı Silivri’ye gönderilenler gibi…

    Türk Milleti, Türk Ordusu’na yapılan bu saldırıları unutma!

    Türk Milleti tarihini unutma, düşmanlarını unutma!

    Bugün düşman artık içimizdedir, dışarıda değil…

    ERDAL SARIZEYBEK
    İLK KURŞUN