Etiket: İntihal

  • Türkiye’de  Yenilikçi ve Girişimci Üniversiteler  Kapsamında Bilimsel Hırsızlıklar

    Türkiye’de Yenilikçi ve Girişimci Üniversiteler Kapsamında Bilimsel Hırsızlıklar

    Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu (TÜBİTAK) öncülüğünde oluşturulan 2018 Yılı Girişimci ve Yenilikçi Üniversite Endeksi (GYÜE) sonuçlarına göre Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) 93,16 puanla ilk sırada yer almış,  İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) 90,16 puanla ikinci, oğlum Cihan Karluk’un da mezun olduğu Sabancı Üniversitesi 85,49 puanla üçüncü olmuştur.  Bu yıl 7’ncisi hazırlanan endekste Anadolu Üniversitesi 20’nci  sıradadır. Endeks ile üniversiteler girişimcilik ve yenilikçiliğe işaret eden farklı boyutlardaki göstergelere göre değerlendirilerek sıralanmaktadır. Endeks 150 ve fazlasında öğretim üyesi olan üniversiteleri kapsamakta ve endeks puanına göre ilk 50’ye girenler açıklanmaktadır.Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mustafa Varank,   sanayi stratejisinin belirlenmesinde üniversitelerle birlikte hareket ettiklerini belirtmiştir: “Bu noktada özellikle üniversite-sanayi iş birliği alanında son derece önemli destek ve teşvikler sunuyoruz. Amacımız, bilim, teknoloji ve sanayiyi bir araya getiren üniversitelerimizi üretimin merkezinde konumlandırmaktır. Girişimci ve Yenilikçi Üniversite Endeksi’nin tüm bu amaçlara ulaşmada yardımcı, yönlendirici, hatta motive edici olduğunu ifade etmek istiyorum.” Mustafa Varank’ın yanında Anadolu Üniversitesi’nde birlikte görev yaptığımız TÜBİTAK Başkanı Prof. Dr. Hasan Mandal  yer almıştır.

    Varank, endeksin, başta üniversiteler olmak üzere, kamuoyunun  beklediği prestijli bir derecelendirmeye dönüştüğüne işaret ederek  amaçlarının üniversiteler arası girişimcilik ve yenilikçilik odaklı rekabeti artırıp,  girişimcilik eko sistemini geliştirmek olduğunu   açıklamıştır: “Endeksin yayınlanmaya başlanmasıyla üniversitelerimizin girişimcilik ve yenilikçiliğe dair önemli adımlar atıyor olması da ayrıca sevindiricidir. Özellikle ilgili kuruluşlarımız TÜBİTAK ve KOSGEB’in bu alanda verdiği önemli desteklerle akademide girişimcilik ekosistemi ciddi bir atılım sürecine girmiştir…Bu seneki endeksimizde üniversiteler, ‘bilimsel ve teknolojik araştırma yetkinliği’, ‘fikri mülkiyet havuzu’, ‘işbirliği ve etkileşim’ ile ‘ekonomik katkı ve ticarileşme’ olmak üzere 4 boyutta, 19 göstergeye göre sıralandı.”

    2018 Yılı Girişimci ve Yenilikçi Üniversite Endeksi’ndeki  üniversite performanslarının etki ve çıktı odaklı bir yaklaşımla ölçülebilmesini sağlamak adına endeks metodolojisinde bu yıl bazı değişiklikler yapılmıştır. Önceki endekslerde kullanılan girişimcilik ve yenilikçilik kültürü boyutu, üniversitelerin yeterli olgunluk seviyesine ulaştığı gerçeğinden hareketle değerlendirme dışı bırakılmıştır. Göstergeler hem salt değere hem de öğretim üyesi değerine bölünerek,  bilimsel ve teknolojik araştırma yetkinliği, fikri mülkiyet havuzu, işbirliği ve etkileşim ile ekonomik katkı ve ticarileşme olmak üzere 4 boyutta 19 göstergeye göre sıralanmıştır.

    Endeks, üniversitelerin eğitim kalitesine göre sıralandığı  liste ya da en başarılı üniversitelerin ortaya konulduğu  sıralama değildir. İngiltere merkezli yükseköğretim yayıncılık kuruluşu Times Higher Education (THE) tarafından hazırlanan dünya üniversiteleri 2019 sıralamasında Oxford birinci, Cambridge  ikinci, Stanford  üçüncü olmuştur.

    Türkiye’den ilk 500 arasına girebilen sadece 2 üniversite vardır: Sabancı Üniversitesi 351 – 400’ncü, Koç Üniversitesi 401-500’ncü sıralama dilimindedir. Dünya sıralamasında 500 ile 800 arasındaki üniversitelerimiz: Bilkent Üniversitesi 501- 600’ncü,  Boğaziçi Üniversitesi ile Hacettepe Üniversitesi 501- 600’ncü, Cambridge  ikinci, Stanfordise 601- 800’ncü sıralama diliminde yer almıştır. ODTÜ, İTÜ ve Sabancı 2018 Yılı Girişimci ve Yenilikçi Üniversite Endeksi’nde ise ilk üç sıradadır.

    Bu durum, uluslararasında başarılı olan ve üst sıralarda yer alan üniversitelerin Girişimci ve Yenilikçi Üniversite Endeksi’nde de üst sıralara yerleştiğinin  göstergesidir. Her iki sıralamada da Türk  üniversitelerinin başarılarında  önemli faktörlerden biri, bu üniversitelerin “bilimsel hırsızlığa” (intihal) göz yummamalarıdır.   Şaibeli öğretim üyeleri  hakkında bu üniversiteler, eğer böyle bir durumla karşılaşırlarsa,  çekinmeden gereğini yapmaktadırlar.

    Eski YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan, 27 Mayıs 2010 tarihinde basına yansıyan demecinde üniversitelerde intihal iddialarında artış olduğunu şöyle belirtmiştir: “İntihal iddialarında artış var. Herkes birbirinin intihal yaptığını iddia ediyor, ihbar ediyor. Bu dosyalara bakıyoruz. Elimizde bu konuyla ilgili 80-90 dosya bulunuyor.”  İntihalci ve şaibeli   öğretim üyeleri korunduğu, onlara “editörlük görevi ile birlikte bazı “idari” görevler verildiği sürece, bu üniversitelerimizin ODTÜ, İTÜ ve Sabancı gibi Girişimci ve Yenilikçi Üniversite Endeksi’nde en üst sıralara çıkması oldukça zordur.Üniversitelerimizde çok sayıda bilimsel yanıltma ve aşırmacılık olayı olduğu bilinmesine karşılık, yöneticiler bunların ortaya çıkmaması ve örtbas edilmesi için  çaba harcamaktadırlar. Üniversite yöneticileri “elma bizdense çürük değildir”, “kol kırılır yen içinde kalır” zihniyeti ile hareket ettikleri sürece, Türkiye´deki intihalci hocalara  gereği yapılamamaktadır.  YÖK´e, “Üniversite bu dosyayı kapattı”, “Rektörün arkadaşı olduğu için dosya kapatıldı”, “Üniversite gerekli inceleme yapmıyor siz inceleyin” iddialarının sayısı giderek artmaktadır.

    Üniversitelerimizde bilime saygı, onların namusudur. Bu saygıyı kaybetmek, üniversitelerimizin bilimsel namusunu kaybetmesi anlamına gelir. Namusu bir defa kaybettiniz mi, artık onu geri kazanmak çok zor olur.  Bu sebeple  Anadolu Üniversitesi’nin önceki rektörünce  oluşturulan “bilimsel etik kurul” un çalışmaları, Üniversite’nin ilk 20 de yer almasında  etkili olmuştur: “Bilimsel araştırma ve yayın etiğine aykırı eylemler şunlardır: İntihal: Başkalarının özgün fikirlerini, yöntemlerini, verilerini veya eserlerini bilimsel kurallara uygun biçimde atıf yapmadan kısmen veya tamamen eseri gibi göstermek.”

    Üniversitelerimizde  intihaller ile ilgili olarak 20´den fazla yazım ve bildirim yayınlanmıştır. Bu yazılarımdan 11´i, “plagiarism-turkish.blogspot.com”da yer almıştır.  8 Ocak 2010 tarihinde yayınlanan “Gerçek Bilim İnsanı Kimdir 1?” yazım ile  “Gerçek Bilim İnsanı Kimdir 2?” yazım  okunma rekoru kırmıştır. Söz konusu yazılarımda konu hakkında  YÖK Denetleme Kurulu’nun intihal yapan ilgili hakkında “..yapılan soruşturma sonucu, adı geçenin ´üniversite öğretim mesleğinden çıkarma cezası´ ile cezalandırılmasını YDK´na teklif” edilmesi kararı vardır.

    YÖK Denetleme Kurulu, disiplin yönetmeliğinin ilgiliye uygulanmasını Yüksek Disiplin Kurulu´na önermesine rağmen Kurul, 5525 sayılı Kanun kapsamına giren fiil ile ilgili bir işlem yapılamayacağını 27 Ocak 2010 tarihinde açıklamıştır. Oysa YÖK Başkan Vekili Prof. Dr. İzzet Özgenç, üç öğretim üyesinin raporuna dayanarak ilgiliye disiplin maddesinin uygulanmasını, ilgili üniversite rektörlüğünden 6 Ocak 2009 tarihinde istemişti. O tarihte af yasası yürürlükte olmasına rağmen nedense af yasası gerekçe gösterilmemişti.

    Olay YÖK tarafından o tarihte soruşturulmuş ikisi İstanbul, biri Marmara üniversitelerinden üç profesörün hazırladığı raporda, ilgilinin intihal yaptığı şöyle belirlenmiştir: “…alanında uzman öğretim üyelerince hazırlanan raporlarda; …´  …leri´ isimli eserinde intihal yaptığı kanaatinin oluştuğu belirtilmiştir.”

    YÖK, 5525 sayılı Af Kanunu sebebiyle ilgili hakkında “görevsizlik kararı” vermiştir. Oysa, 5525 sayılı kanunun ilgiliye uygulanması hukuken mümkün değildir. Çünkü kanun, yüz kızartıcı suçları kapsamamaktadır. İntihal (bilimsel hırsızlık) gerek Türkçe ve gerekse yabancı literatürde öğretim üyesi için yüz kızartıcı bir suçtur. Kanun ayrıca hırsızlık suçunu (bilimsel hırsızlıklar dahil) kapsam dışında bırakmıştır. Bu sebeple intihal yaptığı YÖK tarafından iki defa tescil edilen bir öğretim üyesinin yüz kızartıcı bir suç olan bilimsel hırsızlık (intihal) suçu, 5525 sayılı Af Kanunu kapsamına girmez.

    Hırsızlık yapanlar anayasamıza göre milletvekili seçilemediklerine göre, bilimsel hırsızlık yaptığı YÖK tarafından tescil edilmiş ve hakkında kesinleşmiş yargı kararı da bulunan bir öğretim üyesinin üniversitede doçent, profesör olması mümkün değildir. Asliye Hukuk Mahkemesi´nin Esas Karar No: 2009-2010/20 sayılı kararında ilgilinin intihal yaptığı  tespit edilmiştir:

    “Şu halde davacının mezkur eserinde intihal yapıldığı hususunda emarenin mevcut olmadığından söz edilemez. Dolayısıyla davalı tarafından yazılan yazı görünüşteki gerçeğe uygundur. Görünüşteki gerçeğe uygun olan bir yazı nedeni ile yazan kişi aleyhine manevi tazminata hükmetmek mümkün olamayacağından… dava reddedilmiştir.”

    657 sayılı Devlet Memurları Kanunu´nun memurluğa alınma şartlarını düzenleyen 48/A-5 maddesinde, affa uğramış olsalar bile yüz kızartıcı bir suçtan hükümlü bulunmama şartı aranmıştır. Maddede yüz kızartıcı olarak sayılan suçlar, Milletvekili Seçimi Kanunu´ndaki ve dolayısıyla Anayasa´nın 76’ncı maddesindeki yüz kızartıcı olarak sayılan suçlarla aynıdır.

    Af, mahkumiyetin cezai sonuçlarını ortadan kaldıran bir müessesedir, intihal fiilinin işlenmediğine ilişkin bir hüküm içermemektedir. Eski YÖK Başkanı Prof. Dr. Erdoğan Teziç, “bilimsel intihal yapan bir öğretim üyesinin öğrencinin karşısına çıkmaması gerektiğini” belirtmektedir. Prof. Dr. Teziç bu konuda şu gerçeğe dikkati çekmektedir: “Ona hocalık görevi yaptırılmamalıdır. Artık o kişinin bir daha üniversitede kürsüye çıkıp öğrencilere ders verir aşamada olmaması ve hocalık kisvesi içinde üniversitede bulunmaması gerekir.”

    Türk hukuk literatüründe af, “genel af” ve “özel af” olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Genel af, hem cezayı, hem de suçu ortadan kaldırır. Özel af ise suçu değil, sadece cezayı  kaldırır. Genel af, sadece mahkumiyetin bütün cezaî sonuçlarını değil, aynı zamanda fiilin suç olma niteliğini yok eder. Oysa özel af, fiilin suçluluk niteliğini değil, fakat hükmedilmiş olan cezayı  kaldırır, azaltır veya başka bir cezaya çevirir.

    Özel af suçun değil salt cezanın affı olduğundan, ne ceza mahkumiyetinin sonuçları ve ne de kamu davası ortadan kalkar. Sadece bazı suçların cezasının kaldırılması ve süresinin indirilmesi halinde özel af kısmi özel aftır. Kanun, “cezaya bağlı olan veya hükümde belirtilen hak yoksunluklarının, özel affa rağmen etkisini devam ettirir” demektedir.

    Prof. Dr. Kayhan Kantarlı´nın da belirttiği gibi bilim ahlakı evrenseldir. Hiçbir ülkede akademik yöneticilerin bilimsel etiğe uymamama gibi bir özgürlüğü olamaz.

    Türkiye’de  koruma anlayışının hakim olduğu  üniversitelerimizin gerek  Girişimci ve Yenilikçi Üniversite Endeksi’nde   gerekse uluslararası değerlendirmelerinde üst sıralara çıkması oldukça  zordur. ODTÜ, İTÜ ve Sabancı 2018 Yılı Girişimci ve Yenilikçi Üniversite Endeksi’nde  ilk üç sıradadır. Bu üniversiteler aynı zamanda  Times Higher Education tarafından hazırlanan dünya üniversiteleri 2019 sıralamasında da üst sıralarda yer almıştır.


    Geçen hafta sosyal medyada ilgimi çeken bir paylaşımla karşılaştım ve üzüldüm. “Mudanya” nerededir sorusuna  sadece  4 kişi  doğru cevap verebilmiş, 16 kişi   bilememiştir. Mudanya  Anlaşması’nı  bilmeyen, Mudanya’nın adını  bile duymayan vatandaşlarımızın bulunduğu bir ülke olduk. Mudanya Ateşkes Anlaşması Türk ulusu açısından bir dönüm noktasının kağıda dökülmüş halidir. Bütün bir toplumun hep birlikte inanarak, savaşarak, varını yokunu ortaya koyarak kazandığı Kurtuluş Savaşı’nın başarının tanındığı bir anlaşmadır.

    Mudanya’nın adını bilmeyenlerin yaşadığı Türkiye’de  Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi öncülüğünde 23-25 Ocak 2019 tarihlerinde Bangkok’ta  düzenlenen Kongre’ye katılanların tamamına yakının Türkiye’de çeşitli üniversitelerde görev yapan akademisyenlerden olması  şaşırtıcı değildir. Daha önce Ağrı ve Konya’da düzenlenen Uluslararası Sosyal Bilimler Kongresi adlı organizasyonun son duyurusunda Türkiye’den 33 akademisyenin  katılacağı belirtilirken,  4 yabancı akademisyenin bildiri sunacağı açıklanmıştır.

    Bunun   ortaya çıkmasının ardından YÖK harekete geçmiş ve şu kararı almıştır: “Son yıllarda yurt dışında düzenlenen bilimsel sempozyum, panel, toplantı ve kongre gibi üniversitelerimizin kurumsal olarak yer aldığı faaliyetlerle ilgili olarak Kurulumuza intikal eden şikayetler giderek artmaktadır. Bu durum kamuoyunda üniversitelerimizin faaliyetleri hakkında olumsuz intibalar oluşmasına, Yükseköğretim Kurulu’nun haksız yere suçlanmasına ve tüm akademi camiasında onulmaz yaralar açılmasına sebep olmaktadır.

    Bu bağlamda 23-25 Ocak 2019 tarihinde Tayland’ın Bangkok şehrinde gerçekleştirilen 3. ISSC (International Social Sciences Conference) Kongresi’ne Ağrı İbrahim Çeçen, Gazi, Muş Alparslan, Siirt, Erzincan Binali Yıldırım ve Selçuk üniversitelerinin logoları ile ve dört rektöründe onur kurulunda yer almasıyla düzenleyen/destekleyen kuruluşlar arasında bulunduğu; bu durumuna- Kamu yararı, bilimsel kazanç ve akademik etik açısından değerlendirilerek ayrıntılı gerekçelerinizi, b- Bu sempozyum için herhangi bir ad ve görevlendirme ile yevmiye, harcırah, BAB vb. adlar altında kaynak kullanılıp kullanılmadığı hususlarının,27.06.2019 tarihine kadar Yükseköğretim Kurulu’na bildirilmesinin Ağrı İbrahim Çeçen, Gazi, Muş Alparslan, Siirt, Erzincan Binali Yıldırım ve Selçuk üniversitelerine tebliğ edilmesine karar verildi.”

    Uluslararası Sosyal Bilimler Kongresi acaba gerçekten uluslararası bir kongre midir? Bangkok’ta kongre yapılınca  uluslararası olur mu? Bazıları yeni kurulmuş olan Ağrı İbrahim Çeçen, Gazi, Muş Alparslan, Siirt, Erzincan Binali Yıldırım ve Selçuk Üniversiteleri Times Higher Education’da   nerelerdedir? Gazi ve Selçuk dışındaki üniversiteler URAP Türkiye sıralamasında çok aşağılardadır.  Bangkok’ta kongre düzenleyince bunun üniversitelerin Türkiye ) ve dünya sıralamasına etkisi olmuş mudur?  Bangkok’ta kongre düzenlemenin üniversitelerin dünya ve Türkiye sıralamasına etkilerinin olumlu olacağına kıdemli bir  öğretim üyesi olarak ben inanmıyorum.


    Seçimler öncesinde Ordu hava alanındaki VİP  tartışmasında  ifade edildiği iddia edilen   ama ispatlanamayan “kelime,” bana 1994 Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanlığı adaylık sürecinde  Dekan Prof. Dr. Ferruh Çömlekçi’nin  sahte imzası ile antetli kağıda yazılmış  iftirayla karşılaştırıldığına, bir hiçtir.  Sayın  Mesut Yılmaz seçimler sonrasında konutunda bana “dört” kelimelik  “isim vererek” neden soru sorma ihtiyacını hissetmiştir acaba? Muhtemelen iftirayı atan daha sonra vicdanı ile hesaplaşmıştır ama ben Ordu Valisi gibi seçimden sonra mahkemeye gitmek yerine, iftirayı atanı Tanrı’nın adaletine havale ettim. İftirayı atan cezasını çekecektir ama ne zaman? Hep birlikte göreceğiz.

     

     

     

     

     

     

     

  • Dünyada İlk 500’ün İçinde Türkiye’den İki Üniversite Değil  Daha Fazlası Olmalıydı Ama Olmadı

    Dünyada İlk 500’ün İçinde Türkiye’den İki Üniversite Değil Daha Fazlası Olmalıydı Ama Olmadı

    Beştepe Millet Kongre ve Kültür Merkezi’nde Yükseköğretim Akademik Yıl Açılış Töreni’nde konuşan  Cumhurbaşkanı Erdoğan “…ilk 500’ün içinde iki üniversite değil, daha da artırmamız lazım. Hocalarımızdan biraz daha gayret. İnşallah çok sayıda üniversitelerimizle girip, adımızı oralara yazdıralımdemiştir.   Bunun  olabilmesi için üniversitelerin “siyasi” kriterler yerine “bilimsel” kriterlere önem vermeleri gerekir.

    Siyasi kriterlere öncelik verip öğretim üyesi kadrosunu genişleten üniversitelerin değil 500’e, ilk 1,500 girmeleri  mümkün değildir. Çünkü bu üniversitelerde sayın Cumhurbaşkanının “Hocalarımızdan biraz daha gayret” tespitinin gerçekleşmesi çok zordur. Bunun sebepleri aşağıda açıklanmıştır.

    İngiliz  yüksek öğretim sıralama kuruluşu olan THE (Times Higher Education), 2019 dünyanın en iyi üniversiteleri sıralamasını  Eylül ayı sonunda   açıklamıştır. Sıralamada ilk iki sırada İngiliz Oxford ve Cambridge Üniversiteleri gelmektedir.  Stanford üçüncü, Massachusetts Teknoloji Enstitüsü (MIT) dördüncü sıradır. QS sıralamasında (2019) ise  ilk üçte MIT, Stanford ve Harvard vardır.  THE’nin  ilk 10’nu  içinde 7 ABD, 3  İngiliz  üniversitesi bulunmaktadır. 2019 listesinde 23 Türk üniversitesi yer almıştır. Üniversiteler, öğretim kalitesi, araştırma etkisi, endüstri bağlantıları ile uluslararası görünüm kriterlerine göre sıralanmıştır.

    Türkiye’den en iyi dereceyi 351-400 sıra bandıyla Sabancı Üniversitesi elde etmiştir. Koç Üniversitesi 401-500, Bilkent, Boğaziçi ve Hacettepe üniversiteleri 501-600 sıra bandındadır. !/page/0/length/25/sort_by/rank/sort_order/asc/cols/stats)

    Times Higher Education 2016-2017  sıralamasında (13’ncü) 79 ülkeden toplam 980 üniversite yer almıştı. Listeye Türkiye’den 18 üniversite girerken, 251- 300 bandında yer alan Koç Üniversitesi en başarılı Türk üniversitesi olmuştur. Sabancı Üniversitesi 301-350, Bilkent Üniversitesi ise 351-400 bandındadır. Her 3 üniversitenin de vakıf üniversitesi olması dikkat çekicidir. Çünkü bu üniversiteler öğretim üyesi alımında yönetmeliklerin belirlediği kriterleri esas almakta, sübjektif, bilimsel olmayan, siyasi  kriterleri yok saymaktadırlar.

    Times Yüksek Öğretim Sıralaması Editörü Phil Baty, sıralamaya yeni giren Türk üniversiteleri olmasının olumlu bir gelişme olduğunu belirterek şunları söylemiştir: “Türkiye’nin yeri açısından durum biraz karmaşık. Geçen yıl 501- 600 bandında olan ODTÜ, bu yıl 601-800 bandına geriledi. Anadolu, Erciyes ve Yıldız Teknik üniversitelerinde de düşüş var. Türkiye’nin uluslararası alanda rekabetçi üniversiteler çıkarması için daha fazla çalışması gerekiyor.”

    2016-2017  sıralamasında  401-500 bandında Boğaziçi ile Atılım üniversiteleri yer almıştır. Sıralamaya giren diğer Türk üniversiteleri; 501-600 bandındaki İTÜ, 601-800 bandındaki Doğu Akdeniz, Hacettepe, İstanbul, TOBB Ekonomi ve Teknoloji, ODTÜ, İzmir Teknoloji Enstitüsü’dür. 801 bandının üstünde de Anadolu, Ankara, Erciyes, Gazi, Marmara ve Yıldız Teknik üniversiteleri vardır.

    THE, Nisan 2013 tarihinde yayınladığı  Asya’nın en iyi 100 üniversitesi arasına  5 Türk üniversitesinin girdiğini açıklamıştı: ODTÜ (22’nci), Bilkent (28’nci), Koç (31’nci), Boğaziçi (37’nci ) ve İTÜ (38’nci).  Liste başında Tokyo  üniversitesi yer almıştır.  Phil Baty  yaptığı  açıklamada, Türkiye’nin 170’den fazla üniversitesi olduğu için bu durumun yeterli olmadığını   şöyle açıklamıştı:

    “Daha geniş Asya demografisi bağlamında bakıldığında, ilk 100’deki beş üniversite, Türkiye için mükemmel bir sonuçtur. Nüfusunun büyüklüğü, Japonya, Kore, Tayvan ve Çin gibi ulusların yükseköğretim sistemlerinde yaptıkları üniversite sayısı ve yatırımı göz önünde bulundurulduğunda, Türkiye kesinlikle ağırlığının üzerindedir. Türkiye’nin Times Higher Education Rankings’deki mükemmel performanslarıyla gurur duymaya devam etmesi gerektiğini düşünüyorum.  (When taken into the context of the broader Asian demographics, five universities in the top 100 is an excellent result for Turkey. Considering the size of the population, the number of universities and investment that nations like Japan, Korea, Taiwan and China are making in their higher education systems)

    THE’nin 2019 yılı sıralamasına Çukurova ve Bahçeşehir üniversiteleri  girerken, geçen yıla göre  9 üniversite  durumunu koruyamayarak  sıra kaybetmiş, 10’u sıralarını  korumuş, Hacettepe ile  40 yıl görev yaptığım Anadolu Üniversitesi ise daha iyi performans göstererek üst sıraya geçmiştir.

    İlk  5 sıradakilerin dışında Türk üniversitelerinin 2019 sıralamaları şöyledir: İstanbul Teknik ve Orta Doğu Teknik 601-800, Anadolu, Atılım, Erciyes, Gebze Teknik ve İstanbul 801-1000. Akdeniz, Ankara, Bahçeşehir, Çukurova, Dokuz Eylül, Gazi, İzmir Teknoloji, Marmara, Ondokuz Mayıs, TOBB Ekonomi ve Teknoloji ile Yeditepe ise 1000 üstüdür.

    Baty  bu yılki  sıralamada Türk üniversitelerinin durumu ile ilgili şu  yorumu yapmıştır: “Türkiye, uluslararası görünürlük konusunda büyük potansiyele sahip. Araştırma ve yükseköğretimde önemli bir gelişme söz konusu. Buna rağmen bu yıl üniversitelerin çoğu sıra kaybetti. 2019 sıralaması global rekabetin ne kadar genişlediğini gösteriyor. Üniversiteler, izole olarak başarılı ve yenilikçi olamaz. Türkiye’de üniversitelerin dünyaya açık ve akademik özgürlüğe sahip olması hayati. Güçlü yatırımlara ihtiyaçları var.”

    Baty’nin  Türkiye’de üniversitelerin dünyaya açık ve akademik özgürlüğe sahip olması hayati” tespitini daha önce  YÖK de  yapmış, kuruluşunun 32’nci yıldönümünde Akademik Özgürlük Bildirisi yayınlamıştır. YÖK Başkanı Prof. Dr. Gökhan Çetinsaya “YÖK vesayet kurumu olarak varlık buldu” derken “sistemin yeniden yapılandırmasına” çalıştıklarını söylemiştir: Diğer yandan, kaliteli akademik uğraşların hayata geçirilebilmesi, nitelikli araştırma ve öğretim süreçlerinin yürütülebilmesi için sağlıklı bir akademik özgürlük ortamının tesisi hayati önemdedir. Bunu yaparken, tek ölçütümüz, akademik özgürlüklere ilişkin evrensel uygulama ve normlardır. Bu doğrultuda YÖK Başkanı olarak akademik özgürlükler konusundaki açık beyanımı, 6 Kasım vesilesiyle üniversitelerimizin ve bütün Türkiye’nin dikkatlerine sunuyorum.”

    YÖK’ün yayınladığı Akademik Özgürlük Bildirisi’nin  maddeleri  özetle şöyledir:

    “Üniversiteler hiçbir baskı ve engelleme söz konusu olmaksızın, tüm fikirlerin, muhtelif hakikat iddialarının, sosyal ve siyasi problemlerin özgür ve medeni bir şekilde tartışıldığı, karmaşık sorunların açık bir biçimde ifade edildiği ortamlardır. 

    Akademik özgürlük her şeyden önce, araştırma özgürlüğünü ve bu çerçevede temel bilgi yöntemlerini serbestçe kullanma hürriyetini, araştırma için gerekli araçlara ve koşullara sahip olma hakkını ve bilimsel üretme, bilgilendirme, öğrenme ve yayma hakkını içerir.

     Öğretim elemanları hiçbir baskıya maruz kalmaksızın ve engellenmeksizin akademik özgürlükten azami ölçüde yararlanma, kendi tercih ve ilgileri doğrultusunda araştırma ve inceleme yapma ve bunu öğretme hakkına sahiptirler.

    Öğretim elemanlarının sahip oldukları bu öğretim özgürlüğü, öğrencilerin öğrenme özgürlüğünü kısıtlayan bir biçimde kullanılmamalıdır.

    Öğretim elemanları, öğrencileri yeni tanıştıkları fikirleri bütün unsurları ile birlikte değerlendimeye  ve bunları özgürce ifade etmelerine imkân tanımalı, öğrencilerin ifade özgürlüğüne saygı duymalıdırlar.

    Üniversite yerleşkeleri öğrencilerin kendi görüşlerini rahatlıkla ifade edebilecekleri güvenli ortamlar olmalıdır.

    Eleştirel düşünce ancak farklı görüşlerin bir arada rahatça ifade edilebildiği kampuslarda gelişir. Öğrenciler kendi görüş, duruş, tavır ve farklılıklarından dolayı öğretim elemanları ya da diğer öğrenciler tarafından hiçbir biçimde engellenmeyeceklerini, hor görülmeyeceklerini ve yaftalamayacaklarını hissetmelidirler.

    Akademik özgürlük, üniversite ortamındaki herkesi kapsar. İfade özgürlüğü karşıt görüşteki insanlar için de geçerlidir. Karşıt görüştekiler davetli kişinin kendisini ifade etme ve başkalarının onu dinleme hakkını ihlal etmedikleri sürece görüşlerini farklı şekillerde ifade edebilirler.

    Öğrenciler de öğretim elemanları da doğru bulmadıkları ve onaylamadıkları konularda şiddete başvurmaksızın eleştirme ve protesto hakkına sahiptirler. Ancak bu hak, akademik etkinliklerin işleyişini ve üniversite düzenini sekteye uğratamaz.”

    Aradan geçen yıllarda dönemin YÖK Başkanı Prof. Dr. Gökhan Çetinsaya ile Phil Baty’nin tespitleri acaba ne kadar yerine getirilmiştir? Bunun sorgulanması gerekir.

    Dünya genelinde üniversiteleri başlıca 5 kurum değerlendirmektedir: Jiao Tong (Çin), Webometrics (kıtalara ve ülkelere sıralıyor, İspanya), US News and World Report (ABD) THE ve QuacquarelliSymondsadında (QS) sitesinde de üniversiteler sıralanmaktadır. ) THE 2007 yılına kadar ISI verilerine göre sıralama yapılırken daha sonra SCOPUS’u (makale sayıları, atıflar, ölçüm indeksleri) kullanmaya başlamıştır.

    URAP (University Ranking by Academic Performance ODTÜ) her yıl Türkiye ve dünya üniversite sıralamalarını toplumsal bir hizmet olarak yapmaktadır. URAP’ın 2018-2019 Türkiye sıralaması 28 Eylül 2018 tarihinde yayınlanmıştır. URAP’ın  Türk üniversiteleri için geliştirdiği sıralama sisteminin  hedefi, üniversitelerimizin akademik performanslarını diğer üniversitelerle karşılaştırabilmelerine yardımcı olmaktır. URAP, üniversitelerin ülke içindeki ve dışındaki üniversitelere göre kendi konumlarını görerek  eksiklerini belirleyebilmelerine yardımcı olmaktadır. URAP 2018-2019 Türkiye sıralamasında, Clarivate Analytics/InCites ile YÖK’ün yayımladığı veriler kullanılmıştır. )

    Dünyada ilk sıralama 1983 yılında US News tarafından ABD üniversiteleri için yapılmıştır. 2003 yılında Çin’in Jiao Tong Üniversitesi dünyanın ilk 500 üniversitesini belli kriterlere göre belirlemiştir. QS ve Times Dergisi ilk defa 2004 yılında birlikte anket ağırlıklı dünya üniversite sıralamasını açıklamıştır. İki kuruluş 2010’da ayrılmıştır. QS sıralaması, akademisyenler arasında yapılan anket sonucu belirlenen akademik saygınlık (yüzde 40), işverenlere yapılan anket sonucu belirlenen mezunların iş yerindeki saygınlık (yüzde 10), öğretim üyesi-öğrenci oranı (yüzde 20), Scopus veri tabanından derlenen öğretim üyesi başına alınan atıflar (yüzde 20), uluslararası öğrenciler (yüzde 5) ve uluslararası öğretim üyeleri (yüzde 5) kriterleri kullanılarak yapılmaktadır.

    Türk üniversitelerinin dünya sıralamasına üst seviyelere gelmesinde  yayınlar çok önemlidir. Bu yayınların miktarı ve niteliği ne kadar çok olursa, bilimsel maratonda o üniversite diğerlerinin önüne geçer. Bu sebeple  üniversiteler, bilimsel yayınları teşvik eder, “bilimsel hırsızlık” (intihal) yapılmaması için gerekli önlemleri alır. Çürük elmalar sepetten atılmadıkça, sağlam elmalar da bir süre sonra çürümeye başlar ve üniversitelerimizde bilimsel araştırma yapanların şevki kırılır, yayınların sayısı azalır, niteliği de düşer. Bir öğretim üyesi hakkında bilimsel hırsızlık yaptığı iddiası varsa, üniversitelerimiz bunu örtmek yerine, gerçeğin ortaya çıkması için çaba harcamalı ve “benim hırsızım iyidir,” “elma bizdense çürük değildir” ya da “kol kırılır, yen içinde kalır” zihniyetiyle hareket etmemelidir.

    Türkiye’de 8 yıl yaşayan İngiliz gazeteci David Hotham’ın  Türkler kitabının (Milliyet Yayınları, 1973) konu ile ilgili kısmı şöyledir: “Türkler arasında en utanç verici suçlardan biri de hırsızlıktır. Büyük şehirler dışında hırsızlık hemen hiç bilinmez. Ben, Türk hapishanelerini, büyük ve kalabalık hapishaneleri de gezdim. Buralarda hırsızlıktan yatan bir kişi bile yoktu. Bir hırsız hapishaneye düştü mü, ötekiler yüzüne tükürür ve hakaret ederler,.. Hırsızlar, katillerin bile yararlandığı genel afların dışında bırakılırlar. Pek çok kimse bunun haksızlık olduğunu düşünebilir. Ben de, öldürülmektense soyulmayı tercih ederim. Ama Türkler, çalmak fiilinden nefret etmeyi alışkanlık durumuna getirmişlerdir.”

    Üniversitelerimizi sıralarken sadece öğretim üyesi başına makale sayısına bakmak doğru değildir. Makalelerin nerede yayınlandığı ve atıf sayıları gözden uzak tutulmamalıdır. Yayınların yapıldığı dergilerin “etki faktörü” (impact factor) önemlidir. Sıralama yapılırken, etki faktörü düşük, kolay makale kabul eden dergilerde yapılan yayınlar ile ciddi bilimsel dergilerde yayınlanan makaleleri bir tutmamak gerekir. Türkiye’de akademik yükseltmelerde makale sayısı önemli olduğu için “impact” faktörüne maalesef dikkat edilmemektedir.

    Üniversitelerimizde çok sayıda yayın değil, kaliteli yayın yapılmalıdır. H faktörü, bilim insanının yaptığı yayınların aldıkları atıfların ifadesi olan değerdir. Tüm yayınlardan kaçının bu değerin üzerinde atıf aldığını gösterir. A öğretim üyesinin 100 yayını olsa ve bunlardan  sadece 20 tanesi 20´nin üzerinde atıf almışsa, H faktörü 20, B öğretim üyesinin 21 yayını olsa ve bunlardan 20´si 20´nin üzerinde atıf alsa, bu öğretim üyesinin de H değeri 20’dir.

    Bilim insanını değerlendirmede  “atıf sayısı” çok önemlidir.  Bilim dünyasında hiyerarşinin en önemli göstergesi, öğretim üyesinin eserlerinin almış olduğu atıf sayıdır.

    Akademisyenlerin uluslararası standartlara ulaşması hedefleniyorsa, üniversitelerin sağlıklı performans değerlendirme sistemlerine  ihtiyaçları vardır Yavuz Saka ve Süleyman Yaman, Üniversite Sıralama Sistemleri: Kriterler ve Yapılan Eleştiriler başlıklı makalelerinin 72’nci sayfasında şu tespiti yapmışlardır: “Üniversite kalitesi ülkenin gelişmişliği ile yakından ilgilidir. En iyiler listeleri incelendiğinde; sıralamaların bu ülkelerdeki üniversitelere ait olduğu görülmektedir… O halde bu sıralamaların belirlenme kriterleri nelerdir? Bu listelerde üst sıralarda yer alabilmek için neler yapmak gerekir? Bu sıralamalarda kalıcı olmak için kimlere ne gibi görevler düşmektedir? Bu soruların cevapları, üniversiteleri değerlendirme sistemlerinin tanınması ve bu kriterlere uyulması ile bulunabilir.” (Yükseköğretim ve Bilim Dergisi/Journal of Higher Education and Science Cilt/Volume 1, Sayı/Number 2, Ağustos/August 2011; Sayfa/Pages 72-79 DOI: 10.5961/jhes.2011.012)

    Üniversitelerin ve  öğretim üyelerinin  değerlendirilmesinde çok farklı sistemler  vardır. Bu sistemler uluslararası ve ulusal olabilmektedir. THE-QS’in sıralama kriterleri ve ağırlıkları arasında öğretim üyelerinin atıf alan eserleri yüzdesi 20, ) ARWU sıralama kriterleri ve ağırlıkları arasında  atıf almış araştırmacılar yüzdesi 20, Newsweek’in sıralama kriterleri ve ağırlıklar arasında  atıfta bulunulan araştırmacı sayısı yüzdesi 50 olarak belirlenmiştir.

    Eğer bir üniversite gerek dünya gerekse Türk üniversiteleri sıralamasında üst seviyelerde yer almak istiyorsa, sıralama sistemlerinin değerlendirme kriterlerini ve ilgili kriterlerin ağırlıklarını temel alarak gerekli düzenlemeleri yapar ve bu kriterleri ön plana çıkararak öğretim üyesi yetiştirirse,  Türk ve  dünya sıralamalarına girebilir. Ama bu kriterleri yok sayarak “siyasi” kriterlerle üniversiteler öğretim kadrosunu genişletirse,  dünya ve Türk üniversiteleri  arasında çok gerilere düşer. Bunun çok  tipik bir örneği URAP 2019 sıralamasında görülmektedir.

    Türkiye’de üniversitenin işlevleri olan eğitim-öğretim, temel bilimsel araştırmalar ve toplum hizmetlerinin değerlendirilmesi  çok önemlidir.  Bu konuda Nurdan Kalaycı’ın şu tespitine katılmamak mümkün değildir: “Üniversiteler bu görevleri akademisyenler aracılığı ile gerçekleştirirler. Akademisyenlerin temel görevlerini hangi düzeyde gerçekleştirildiğinin saptanması yani  performanslarının değerlenme sonuçları üniversitenin kalite göstergelerinden biridir. Performans değerlendirme sonuçları etkili kullanıldığında hem öğretim elemanlarının hem de üniversitenin gelişimine olumlu katkı sağlamaktadır.” (Educational Administration: Theory and Practice, Yükseköğretim Kurumlarında Akademisyenlerin Öğretim Performansını Değerlendirme Sürecinde Kullanılan Yöntemler, 2009, Vol. 15, Issue 60, pp: 625-656)

    YÖK tarafından hazırlanan raporlarda temel  kriter  “yayın” dır. Bilimsel yayın performansının değerlendirilmesinde  toplam yayın sayısı üretkenliği göstermesi açısından önemli bir kriter olup, yapılan çalışmaların ne kadar etkin olduğunu gösterir. Oktar ve Akdal, “Gerçekte bir kariyer mensubunun akademik başarısını değerlendirirken (dosyasını incelerken) h-göstergesini dikkate alıyorum” demektedir. (Nezih Oktar ve  Gülden Akdal, H-Göstergesi “H-index” ve Süreli Yayınlara Uygulanımı,

    Eğer  üniversitelere  h-göstergesi yerine yaş, genç, taşınır bellek, proje, dinamik  gibi YÖK mevzuatında  ve Türkiye’de hiçbir üniversitenin puanlama sisteminde olmayan kriterlerle  öğretim üyesi alınırsa, bu üniversiteler URAP sıralamasında  kendi sınıflarında en son sıralarda yer almaktan kurtulamazlar.

    Bu sebeple   üniversiteler   bilim insanı seçerken adayın h-i ve i 10 indeksini  kriter olarak almalıdır. Nobel ödülü alanların  yüzde 84’nün h-i indeksinin en az 30 olduğu görülmüştür. Diğer  kriterlere göre  h-i indeksi daha tutarlı olması  sebebiyle  Web of Science (Thomson Reuters), Scopus (Elsevier) ve Google Scholar (Google) veri tabanları tarafından hesaplanmaktadır.  H-i indeksi, bilimsel performansı değerlendirmek ve öğretim üyesi alımı, akademik yükseltme açısından bilim insanlarının performansını izlemek, bilimsel üretkenlik/etkinlik açısından ölçmek ve değerlendirmek için geliştirilmiştir. Günümüzde kullanılan  kriterler içinde  tutarlı olması ve genel bir değerlendirme sunması  sebebiyle çok önemlidir.

    Söz gelişi  Google Akademik’te   “h-i 8, i10 6” atıfı olan bir aday yerine siyasi kriterler esas alınarak  seçim yapılırsa, bu  üniversitelerin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “İlk 500’ün içinde iki üniversite değil, daha da artırmamız lazım. Hocalarımızdan biraz daha gayret. İnşallah çok sayıda üniversitelerimizle girip, adımızı oralara yazdıralım” dileğini yerine getirmeleri mümkün değildir.

    Sayın Cumhurbaşkanın  hocalardan biraz daha gayret beklediği bir ortamda bu dileği gerçekleştirmenin yolu,  hocaların “h-i ve de  i10 6” indekslerinin olup olmadığına bakmaktan geçer. Aksi halde “İnşallah çok sayıda üniversitelerimizle girip, adımızı oralara yazdıralım” dileği havada kalmaya mahkumdur.

     

    Cem Özdemir’in Eli Boşta Kalsaydı Çok Güzel Olurdu

    Alman Parlamentosu’nda Ermeni soykırımı iddialarının kabulünü öngören yasa tasarısına öncülük eden  Yeşiller Partisi Eş Başkanı Çerkez kökenli Cem  Özdemir, Federal Meclis’in, 1915 olaylarını soykırım olarak niteleyen tasarıya destek vermiştir.  Tasarının oylandığı oturuma  Başbakan Angela Merkel katılmamış,  karar tasarısı bir ret ve bir çekimser oyla kabul edilmiştir. Özdemir’in yakasında Ermeni rozeti ile kürsüye çıkması dikkat  çekmiştir.

    Oylama öncesi söz alan  Özdemir, “Bu tasarının meclise gelmesinde emeği olan Büyük Koalisyon Hükümeti’ne, Kiliselere, Cumhurbaşkanı Gauck’a ve Federal Parlamento Başkanı’na teşekkür ediyorum” demiş, oylama öncesi konuşmasının bir bölümünde Talat ve Enver Paşa’nın adını anarak “katiller ifadesini kullanmıştı.

    Cem Özdemir’e  ve tasarıya destek veren Alman Parlamentosu’ndaki Türk asıllı milletvekillerine  SBF’den arkadaşım  Prof. Dr. İlber Ortaylı, katıldığı TV programında  gereken cevabı vermiştir ama Özdemir büyük bir pişkinlik göstererek 30 Eylül 2018’de  Almanya’da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın onuruna verilen devlet yemeğine katılmıştır. Özdemir, 1915 olaylarına ilişkin Ermeni iddialarını “soykırım” olarak niteleyen karar tasarısının 2 Haziran 2016‘da  Federal Mecliste kabul edilmesi için yoğun çaba sarf etmiştir.

    Özdemir’e  Ermenistan tarafından Devlet Liyakat Nişanı verilmiştir. ) Ermenistan’ın Berlin Büyükelçiliğinde düzenlenen törenle Özdemir’e  Devlet Nişanı, Alman Ermeni Cemiyeti’nden Raffi Kantian’a da Liyakat Nişanı verilerek onurlandırılmışlardır.

    Özdemir,  Almanya Erdoğan yüzünden elendi diyen kişidir: “Almanya’nın elenmesinin nedeni Erdoğan’dır. Mesut ve İlkay ile fotoğraf çekildi ve bu durum milli takım oyuncularının moralini bozdu, bu yüzden iyi oynayamadılar.” “Gideceğim o yemeğe. Erdoğan orada beni görecek. Bana tahammül etmek zorunda kalacak dedikten sonra  Özdemir’in elinin sıkılmaması, ona verilecek en iyi tepki olurdu. Ahmet Hakan’ın ilgili  kişi için “Bir artist müsveddesi: Cem Özdemir” tespiti çok doğrudur, katılmamak mümkün değildir.

     

     

     

     

     

     

     

     

     

  • Taha Akyol’un “Bilimin Neresindeyiz?” Sorusuna Cevaptır

    Taha Akyol’un “Bilimin Neresindeyiz?” Sorusuna Cevaptır

    Hürriyet Gazetesi’nde Taha Akyol’un 21 Ocak 2016 tarihli yazısının başlığı “Bilimin Neresindeyiz?” idi. Sayın Akyol yazısında “Bilimde İran Türkiye’yi geçti” yorumunda bulunmuştur. Bunun sebeplerini kendi açısından açıklamıştır. Saygı duyarım. Ama Türk üniversitelerinde bilimsel hırsızlık (intihal) yaparak yükselen öğretim üyelerine hiç değinmemiştir. Fakat 22 Ocak 2016 tarihindeki “Üç Ülkede Bilim” başlıklı yazısında üniversitelerde “Liyaakat, akademik ahlak ve akademik özgürlük egemen olmalıdır” diyerek üniversitelerimizde bilimsel hırsızlıklara da dikkati çekmiştir.

    Eğer bir ülkede bir eski YÖK Başkanının AİHM kararıyla intihal yaptığı tespit edilmiş ise, doğal olarak bilimde İran’ın Türkiye’yi geçmesi normaldir. Çünkü İran üniversitelerinde bilimsel hırsızlık yaparak yükselen öğretim üyesi yoktur.

    Bilimsel hırsızlık ağır bir suç olduğu için üniversitelerimizde bu suça karışanlara hoşgörü gösterilmemelidir. Çünkü gerçek bilim insanı çalmaz, çaldırmaz. Çalanlar ile de mücadele eder. Bu mücadelesinde ona köstek olmak isteyenler de çıkabilir. Gerçek bilim insanı hırsızlıkları örtmeye çalışanlarla mücadele eder ama Türkiye’de hırsızların yaptıklarını açığa çıkarmaya çalışanların önü kesilmeye çalışılır.

    Nasıl yapsam da bu işi örtsem ya da örtülmesine katkıda bulunsam diye çabalayanlar, maalesef Türk üniversitelerinde hırsızlarla mücadele edenlerden daha çoktur. İşin örtülmesine çalışanlar eğer yaygınlaşırsa, o ülkede gidiş kötüdür.

    “Üniversitelerde bilimsel hırsızlığın doğal karşılandığı bir ülkenin elbette tüm yaşam alanları soyulacaktır” özdeyişini hiçbir zaman unutmamak gerekir.

    İntihal genelde bilinçli olarak hızla yükselmek amacıyla yapılır. Bilgi çalmak ile simitçiden simit çalmak arasında hiçbir fark yoktur. İlki çok daha tehlikelidir. Çünkü, bilgi çalıp yükselenlerin bu alışkanlıkları genç nesillere kötü örnek olur. İntihal olayları Türkiye’de bilimin gelişmesinin önündeki en büyük engeldir.

    Türkiye’de bilim insanımızın çoğu intihal ile karşılaştıklarında korkup çekinirler. Yasal haklarının da farkında değildirler. Bu durum bilim hırsızlarını cesaretlendirmekte ve eylemelerini hiç korkmadan gerçekleştirmelerine imkan sağlamaktadır.

    Bilimsel hırsızlık, ciddi bir öğretim elemanı kadrosu oluşmamış yüksek öğretim kurumlarında ve de usta çırak ilişkisi içerisinde yetişmemiş öğretim üyeleri arasında daha sık rastlanır. Bir akademisyen en az 30-50 arasında ulusal ve uluslararası yayın ile kendisini kabul ettirmişken, intihalciler çok daha fazla yayın yapmalarına rağmen bilim dünyasında hiç tanınmazlar.

    Hırsızlık yapan öğretim üyeleri şikayet olması durumunda hemen komplo girişiminde bulunurlar. Ciddi bilim insanları pozitif enerji veren, ilkeleri olan, hoşgörülü iken, intihalciler daha çok yavuz hırsız davranışı içindedirler.

    Türkiye’nin güvenilir intihal (plagiarism) konulu internet portalının arşiv bölümünde son on yılda yazılı basın ve internet ortamında 402 adet intihal ve bilimsel sahtecilik konulu haber ve yazı yer almıştır. Bu haber ve yazıların tamamında YÖK ve üniversitelerin bilimsel sahtecilik olayları karşısındaki örtbas etmeye odaklanmış sorumsuzluğu eleştirilmektedir.

    2007 yılında öğretim üyelerinin karıştığı intihal konulu 82 haber ve yazı bulunmaktadır. İntihal olayında adı geçen yüzlerce kişi profesör, doçent, yardımcı doçent, araştırma görevlisi gibi unvanlara sahip olup, içlerinde her türlü akademik ve idari görevlere atanmakta bir sakınca görülmeyen çok sayıda öğretim üyesi bulunmaktadır ).

    Bu duruma engel olabilmek için bağımsız bir Ulusal Bilim Etiği Konseyi kurulmalı, intihal ve bilimsel sahtecilik suçlarını bu Konsey ele almalıdır. İntihal ve bilimsel sahtecilik suçlarının soruşturulması üniversitelere değil, kurulacak Konsey’e devredilmelidir.
    Üniversiteler ve YÖK Konsey’in aldığı kararları uygulamakla sorumlu olmalıdır. Konsey’in oluşumu, çalışma yöntemleri, bilimsel etiğe aykırı eylemlerin ve de üniversite yöneticileriyle YÖK’ün Konsey’in kararlarını uygulama sorumluluklarının neler olacağı belirlenerek yasal bir düzenleme yapılmalıdır. Aksi takdirde üniversitelerde bilimsel sahtecilikler önlenemez. Bu sebeple YÖK’ün hazırladığı yeni Yükseköğretim Disiplin Yasası Taslağı ile personele ilişkin tüm disiplin işlemlerini yürütme ve karar alma yetkilerinin üniversitelere bırakılması doğru değildir.
    Yasa taslağında, bilimsel çalışmalarda ciddi sorun haline gelen araştırma ve yayın etiği ihlallerine ceza verilmesi hükmü yer almıştır. Türkiye’de geçmişte bilimsel araştırma ve yayın etiği ihlalleri yasa ile disiplin suçu olarak düzenlenmediğinden, ihlallere disiplin cezası verilebilmesi mümkün olmuyordu. Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu 2012 yılında bilim hırsızlığı yapan öğretim üyelerinin üniversiteden atılmalarının yasal dayanaktan yoksun olduğuna karar vermiştir.

    Danıştay kararı uyarınca YÖK’ün üniversitelere gönderdiği (19 Kasım 2013) akademik sahtekarlıklara ceza vermeyin yazısından sonra bu düzenlemenin yapılması yerindedir. Çünkü, YÖK Yasası’na dayanarak çıkarılan Öğretim Elemanları Disiplin Yönetmeliği’nin 11’nci maddesinin 3’ncü fıkrasına göre intihal yapan öğretim üyesi üniversite öğretim mesleğinden çıkarılıyordu.
    Anayasa Mahkemesi’nin 14 Ocak 2015 tarihinde verdiği ve üniversitelerdeki disiplin cezalarına ilişkin düzenlemenin YÖK tarafından yapılması hükmünü iptal etmesinden sonra doğan boşluğu yeni disiplin yasa tasarısı ile ortadan kaldırma girişimi önemli bir hukuki boşluğun giderilmesi açısından önemlidir. Fakat, YÖK’ün açıkladığı yasa tasarısında rektör ve dekanlar dışındaki yükseköğretim personeline ilişkin tüm disiplin işlemlerinin üniversitelere bırakılması doğru değildir. Çünkü, “benim hırsızım iyidir” zihniyeti son bulmazsa, üniversiteler özellikle intihal olaylarını örtbas etme eğiliminden kolay kolay vazgeçmezler.
    Anadolu Ajansı 22 Şubat 2011 tarihinde, Türkiye’de intihal ile suçlanan bazı öğretim üyelerine örnek olacak bir haber yayınlamıştır: “Doktorasında intihalle suçlanan Almanya Federal Savunma Bakanı Karl-Theodor zu Guttenberg, doktora tezini tamamladığı Bayreuth Üniversitesi’nden akademik unvanının geri alınmasını istedi.”

    Alman Bakan’ın doktora tezinde bilimsel hırsızlık yapıp yapmadığı henüz oluşturulan bir bilimsel kurul tarafından tespit edilmemesine rağmen doktor unvanını ortaya çıkan iddialar karşısında kullanmayacağını belirtmesi, onurlu bir davranıştır. Fakat aynı onurlu davranışın Türkiye’de görülmesi mümkün değildir. Metin Münir bu durumu şöyle tespit etmiştir: “Çünkü bizde intihal akademik hayatın doğal bir parçası sayılır. Çocuğun ağlaması veya futbolcunun tükürmesi gibi. İntihal yapanın, ender haller dışında, akademik unvanı geri alınmaz”.

    Mine Kırıkkanat ise şu yorumu yapmıştır: “Türkiye’nin 87 yıllık cumhuriyet tarihi, düzmece doçentlik tezi iptal edilemeyen ya da edilmesine rağmen doçentlikle kalmayıp profesörlüğe kadar yükselen ve kovulması gerekirken ülkenin kaderine hükmeden sahtekârlarla dolu. Hatta son zamanlarda, ülkedeki ‘en hakiki mürşit’, sahtecilik. Her alanda, her düzeyde, öylesine yaygın bir mürşide kavuştuk ki, artık hakikiymiş numarası bile yapmıyor, sahtekârlık.”

    Gazeteci ve tarihçi Murat Bardakçı’nın 12 Mart 2008 ve 2 Ekim 2015 tarihli yazılarındaki tespitlere katılmamak mümkün değildir: “Üniversitelerin intihal olayları karşısında ne kadar sessiz kaldıklarını kendi yazdıklarımın neticesinden biliyordum. Akademik hırsızlık olayıyla karşılaşan yönetim bu işi genellikle örtbas etme yolunu tercih ederdi; zira ‘tencere dibin kara, seninki benden kara’ misali vaziyetler söz konusuydu.

    Seneler boyunca yazdığım ve belgeleriyle ortaya koyduğum dünya kadar intihal hadisesi önce YÖK, ardından da rektörlükler yahut dekanlıklar sayesinde örtbas edilmiş, sadece tek bir intihalciye birkaç aylık ceza verilmiş, hemen ardından o ceza da affedilmişti.

    Yine de geçenlerde gönderilen ve şimdiye kadar eşine-emsâline rastlamadığım bir intihalden bahsetmeden edemeyeceğim: Unvanlı hırsızın biri, Amerikalı bir fizikçinin 1955’te yayınladığı makalesini 2000’li senelerde almış, Türkçe’ye çevirmiş ve kendi adıyla neşretmişti! Yani, teknolojinin bu kadar hızlı geliştiği bir devirde kendisinden de yaşlı bir makaleyi çalmış, hırsızlığı farkedilince fakültesine şikâyet edilmiş ama açılan soruşturmadan sonuç çıkmamıştı!”

    Türkiye’de temiz bir bilim dünyası için üniversitelerimizde bilimsel yolsuzluklardan arındırılmış eserler üreten öğretim üyelerinin sayısı artmalı, intihal yapan öğretim üyeleri yüksek öğretim sisteminin dışına çıkarılmalıdır. Bu yapılmadığı sürece Türkiye’de bilimin gelişmesi mümkün olmaz.

  • Yeni Yükseköğretim Kanunu Tasarısı ve Bilimsel Hırsızlıklar

    Yeni Yükseköğretim Kanunu Tasarısı ve Bilimsel Hırsızlıklar

    Geçen hafta Yükseköğretim Kurulu’nun Yükseköğretim Kanunu’na ilişkin tasarı çalışmasını başlattığı basında yer almıştır. YÖK’ten yapılan açıklamada; son yıllarda yükseköğretimdeki sayısal büyümenin YÖK’e yeni sorumluluklar getirdiği ve sistemin pek çok alanında yurt içi ve dışındaki gelişmelere cevap verecek kuramsal ve kurumsal değişikliği gerçekleştirmesini gerekli kıldığı belirtilmiştir.

    Yeni tasarıda üniversitelerdeki bir çeşit “yolsuzluk” olan bilimsel hırsızlıklar ile ilgili bir düzenleme yapılmalıdır.
    Dünyada eğitim ve öğretim alanında yolsuzluklara sıkça rastlanılmakta ve bu konuda geniş bir literatür bulunmaktadır. Yolsuzlukların başında gelen kopyacılık, başkasının eserini kendine mal etmek olduğundan bir sahteciliktir ve dünya bilim dünyasında oldukça yaygındır. Avrupa’da 1999 yılında başlayan Bologna Süreci; karşılaştırılabilir, uyumlu ve tutarlı bir yüksek öğretim siteminin kurulmasını hedefleyerek bilimsel hırsızlıkların önlenmesi konusunda Avrupa ülkelerinde önemli bir gelişme sağlanmasına katkı sağlamıştır.

    Uzun dönemde eğitim sisteminde yolsuzluklar, eğitimin kalitesi ve öğrenim çıktıları arasında olumsuz etkiler yaratır. Uluslararası Para Fonu’nun yapmış olduğu bir çalışmaya göre yolsuzluk, eğitimin kalitesini düşürmekte, topluma maliyet yüklemekte ve herkesi olumsuz etkilemektedir. Özellikle eğitim alanında yolsuzlukların yoğun olduğu ülkelerde eğitim çıktıları kötüleşmektedir.

    Türkçede “hırsızlık” ile “bilimsel hırsızlık” (intihal-plagiarism) kavramları sıklıkla birbirine karıştırılmaktadır. Türk Dil Kurumu’nun Büyük Türkçe Sözlüğünde hırsızlık, “çalma, çalma suçu, sirkat” olarak tanımlanmıştır. Hırsızlık etmek (veya yapmak), başkalarının parasını veya malını çalmak anlamındadır.

    İntihal diğer bir deyişle bilimsel hırsızlık, bilim insanının yazdığı eserde başka bir bilim insanının yazdığı eserden aldığı görüşleri eserinde kendi görüşleriymiş gibi sunması ve bunları farklı bir kişinin yazdığı eserden aldığını belirtmemesidir.

    Bilimsel hırsızlık ağır bir suç olduğu için üniversitelerimizde bu suça karışanlara hoşgörü gösterilmemelidir. Çünkü gerçek bilim insanı çalmaz, çaldırmaz. Çalanlar ile de mücadele eder. Bu mücadelesinde ona köstek olmak isteyenler de çıkabilir. Gerçek bilim insanı hırsızlıkları örtmeye çalışanlarla mücadele eder ama Türkiye’de hırsızların yaptıklarını açığa çıkarmaya çalışanların da “gerçek dışı” bilirkişi raporları ile önü kesilmeye çalışılır.

    Nasıl yapsam da bu işi örtsem ya da örtülmesine katkıda bulunsam diye çabalayanlar, toplumda hırsızlarla mücadele edenlerden daha çoktur. İşin örtülmesine çalışanlar eğer yaygınlaşırsa, o ülkede gidiş kötüdür.

    Bu konuyu merak edenlerin; geçen ay Sakarya Üniversitesi’nde düzenlenen bir Konferans’ta sunduğum“Türk Yüksek Öğretiminde Bilimsel Hırsızlıklar: Bir Örnek Olay: Plagiarism In Turkish Higher Education: A Case Study” başlıklı bildirimi, Gazi Kitapevi tarafından Aralık 2015’de basılan Akademik Araştırma ve Etik kitabında yer alan “Üniversitelerimizde Bilim Etiği İhlalleri ve Alınması Gerekli Önlemler” başlıklı makalemi, Sakarya gazetesinde 13.09.2010 ve 19.09.2010 tarihlerinde yayınlanan ve 10 binden fazla tıklanan“Gerçek Bilim İnsanı Kimdir 1” ile “Gerçek Bilim İnsanı Kimdir 2” başlıklı yazılarımı okumalarını öneririm.

    Türkiye’nin güvenilir intihal (plagiarism) konulu internet portalının arşiv bölümünde son on yılda yazılı basın ve internet ortamında 402 adet intihal ve bilimsel sahtecilik konulu haber ve yazı yer almıştır. Bu haber ve yazıların tamamında YÖK ve üniversitelerin bilimsel sahtecilik olayları karşısındaki örtbas etmeye odaklanmış sorumsuzluğu eleştirilmektedir.

    2007 yılında öğretim üyelerinin karıştığı intihal konulu 82 haber ve yazı bulunmaktadır. İntihal olayında adı geçen yüzlerce kişi profesör, doçent, yardımcı doçent, araştırma görevlisi gibi unvanlara sahip olup, içlerinde her türlü akademik ve idari görevlere atanmakta bir sakınca görülmeyen çok sayıda öğretim üyesi bulunmaktadır ).

    Bu duruma engel olabilmek için bağımsız bir Ulusal Bilim Etiği Konseyi kurulmalı, intihal ve bilimsel sahtecilik suçlarını bu Konsey ele almalıdır. İntihal ve bilimsel sahtecilik suçlarının soruşturulması üniversitelere değil, kurulacak Konsey’e devredilmelidir. Üniversiteler ve YÖK Konsey’in aldığı kararları uygulamakla sorumlu olmalıdır. Konsey’in oluşumu, çalışma yöntemleri, bilimsel etiğe aykırı eylemlerin ve yaptırımlarının ve de üniversite yöneticileriyle YÖK’ün Konsey’in kararlarını uygulama sorumluluklarının neler olacağı belirlenerek yasal bir düzenleme yapılmalıdır.
    Aksi takdirde üniversitelerde bilimsel sahtecilikler önlenemez. Bu bakımdan YÖK’ün hazırladığı yeni Yükseköğretim Disiplin Yasası Taslağı ile personele ilişkin tüm disiplin işlemlerini yürütme ve karar alma yetkilerinin üniversitelere bırakılması doğru değildir.
    Yasa taslağında, bilimsel çalışmalarda ciddi sorun haline gelen araştırma ve yayın etiği ihlallerine ceza verilmesi hükmü yer almıştır. Türkiye’de geçmişte bilimsel araştırma ve yayın etiği ihlalleri yasa ile disiplin suçu olarak düzenlenmediğinden, ihlallere disiplin cezası verilebilmesi mümkün olmuyordu. Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu 2012 yılında bilim hırsızlığı yapan öğretim üyelerinin üniversiteden atılmalarının yasal dayanaktan yoksun olduğuna karar vermişti.
    Karar uyarınca YÖK’ün üniversitelere gönderdiği (19 Kasım 2013) akademik sahtekarlıklara ceza vermeyin yazısından sonra bu düzenlemenin yapılması yerindedir. Çünkü, YÖK Yasası’na dayanılarak çıkarılan Öğretim Elemanları Disiplin Yönetmeliği’nin 11’nci maddesinin 3’ncü fıkrasına göre intihal yapan öğretim üyesi üniversite öğretim mesleğinden çıkarılıyordu.
    Anayasa Mahkemesi’nin 14 Ocak 2015 tarihinde verdiği ve üniversitelerdeki disiplin cezalarına ilişkin düzenlemenin YÖK tarafından yapılması hükmünü iptal etmesinden sonra doğan boşluğu yeni disiplin yasa tasarısı ile ortadan kaldırma girişimi önemli bir hukuki boşluğun giderilmesi açısından önemlidir.
    Fakat, YÖK’ün açıkladığı yasa tasarısında rektör ve dekanlar dışındaki yükseköğretim personeline ilişkin tüm disiplin işlemlerinin üniversitelere bırakılması doğru değildir. Çünkü, “benim hırsızım iyidir” zihniyeti son bulmazsa, üniversiteler özellikle intihal olaylarını örtbas etme eğiliminden kolay kolay vazgeçmezler.
    Bilimsel yolsuzluk gizlilik içerisinde yürütülür. Bu sebeple ortaya çıkarılması güçtür. Bir üniversitedeki etik dışı uygulamaları üniversite dışındakilere göre daha iyi bilen, üniversite içerisindeki görevlilerdir. Etik değerlere saygılı öğretim üyelerinin bazı sıkıntıları göze alarak meslek onurunu korumak amacıyla etik dışı uygulamalarda bulunanlarla mücadele etmeleri, onların başta gelen görevleri olmalıdır.

    Mevcut örgüt kültürü içerisinde ihbarda bulunanlar hoş karşılanmadığı için, etik değerlere sahip çıkanlar istenmeyen kişi ilan edilebilir. “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” ya da “benim hırsızım iyidir” anlayışı ile hareket ederek etik dışı uygulamaları görmezden gelmek, üniversitelerimizde bilim etiğinin unutulmasına yol açar. Türk üniversitelerinin dünyadaki üniversite sıralamalarında üst sıralara çıkabilmeleri için bilim etiği konusunda daha hassas olmaları gerekmektedir.

    Türkiye’de temiz bir bilim dünyası için üniversitelerimizde bilimsel yolsuzluklardan arındırılmış eserler üreten öğretim üyelerinin sayısı artmalı, intihal yapan öğretim üyeleri yüksek öğretim sisteminin dışına çıkarılmalıdır. Bu yapılmadığı sürece Türkiye’de bilimin gelişmesi mümkün olamaz.

    Gerçek anlamda bilim insanları bilimsel hırsızlık olayları karşısında tepkisiz kalmamalıdır. İntihal teşebbüsünde bulunanlara karşı açıkça ve kararlı bir şekilde mücadele edilmelidir. Basın ve yayın yoluyla intihalciler açıklanarak benzer eylemler içerisinde olanlara fırsat verilmemelidir. Aksi durumda Türk üniversitelerinin dünya sıralamalarında üst sıralara gelmesi hiçbir zaman mümkün olmaz.

    Son söz: “Üniversitelerinde Bilimsel Hırsızlığın Doğal Karşılandığı Bir Ülkenin Elbette Tüm Yaşam Alanları Soyulacaktır.”

  • Üniversite Tercihi ve Üniversitelerimiz

    Üniversite Tercihi ve Üniversitelerimiz

    2015-2016 Eğitim ve Öğretim Yılı için üniversite adaylarının tercih işlemleri 14 Temmuz’da son bulacak, ÖSYS sonuçlarına göre bir programa kayıt hakkı kazanan adayların kayıt işlemleri 3-7 Ağustos 2015, devlet üniversitelerinde elektronik kayıtlar 28 Temmuz-5 Ağustos 2015 tarihleri arasında yapılacaktır.
    Üniversite tercihi adaylar için çok önemlidir. Çünkü bundan sonraki yaşantılarının yolu seçmiş oldukları üniversiteden geçmektedir. Bu sebeple Türkiye’deki üniversitelerin dünya sırlamalarındaki yerinin bilinmesinde yarar vardır.
    İngiliz eğitim danışmanlığı kuruluşu Quacquarelli Symonds (QS) 2014-2015 dünya üniversiteleri sıralamasında Türkiye’den Bilkent ve Boğaziçi Üniversiteleri ilk 400’de yer almıştır. Geçen yılki değerlendirmede Bilkent Üniversitesi 431-440, Boğaziçi Üniversitesi ise 461-470 bandında bulunuyordu. Her iki üniversite de QS’in 2014-2015 sıralamasında 399’ncu sırada yer almıştı.
    QS ve Times Dergisi ilk defa 2004 yılında birlikte anket ağırlıklı dünya üniversite sıralamasını açıklamıştır. İki kuruluş 2010’da ayrılmış, Times daha sonra Thomson Reuters ile işbirliği yaparak THE adını altında dünya sıralaması yapmayı sürdürmektedir. QS ise Scopus’un verilerini kullanarak ve üniversitelere anket uygulayarak sıralama yapmaya devam etmektedir.
    QS sıralaması, akademisyenler arasında yapılan anket sonucu belirlenen akademik saygınlık (yüzde 40), işverenlere yapılan anket sonucu belirlenen mezunların iş yerindeki saygınlık (yüzde 10), öğretim üyesi-öğrenci oranı (yüzde 20), Scopus veri tabanından derlenen öğretim üyesi başına alınan atıflar (yüzde 20), uluslararası öğrenciler (yüzde 5) ve uluslararası öğretim üyeleri (yüzde 5) kriterleri kullanılarak yapılmaktadır.
    Değerlendirmeye giren diğer Türk üniversiteleri şöyledir: 401 – 410 bandında ODTÜ, 461 – 470 bandında Koç Üniversitesi, 471 – 480 bandında Sabancı Üniversitesi, 501 – 550 bandında İstanbul Teknik Üniversitesi, 601 – 650 bandında Hacettepe ve İstanbul, 701+ bandında ÇukurovaÜniversitesi.
    Koç, Sabancı, İTÜ, Hacettepe ve İstanbul Üniversiteleri sıralamada geçen yıla göre bir üst banda yükselmiş, Ankara ve Çukurova Üniversitelerinin durumu değişmemiştir.
    Üniversitelerimizi sıralarken sadece öğretim üyesi başına makale sayısına bakmak doğru değildir. Makalelerin nerede yayınlandığı ve atıf sayıları gözden uzak tutulmamalıdır. Yayınların yapıldığı dergilerin “etki faktörü” (impact factor) önemlidir. Sıralama yapılırken, etki faktörü düşük, kolay makale kabul eden dergilerde yapılan yayınlar ile ciddi bilimsel dergilerde yayınlanan makaleler aynı değildir.
    Türkiye’de akademik yükseltmelerde makale sayısı önemli olduğu için “impact” faktörüne maalesef dikkat edilmemektedir.
    YÖK mevzuatına aykırı bile olsa doktora tez jürisine giren bazı öğretim üyeleri, doktora tezine ve kitap olarak basılan teze hiç bir atıfta bulunmayarak tezden bir parçayı kesip, tez sahibi ile birlikte Türkiye’deki dergilerde yeni bir makale gibi yayınlamakta, daha sonra bunları akademik yükseltmelerde kullanmaktadırlar. Bu duruma maalesef üniversitelerimiz seyirci kalmaktadır.
    Açıkçası, intihal suçu işleyenlere göz yumulmakta, bunu kimse ciddiye almak istememektedir. Böyle bir ortamda Türk üniversitelerinin dünya sıralamasında öne çıkması acaba mümkün mü?
    Bir öğretim üyesi hakkında bilimsel hırsızlık yaptığı iddiası varsa ve de alanlarında saygın 6 öğretim üyesinin ayrı ayrı yazdıkları raporlar esas alınarak YÖK kararıyla bu durum tespit edilmiş ise,üniversitelerimiz bunu örtmek yerine gerçeğin ortaya çıkması için çaba harcamalı, “benim hırsızım iyidir” “elma bizdense çürük değildir” ya da “kol kırılır, yen içinde kalır” zihniyetiyle hareket etmemelidir.
    Eğer ederlerse, o zaman bu üniversitelerimizin bilimsel yarışta geriye düşmesi kaçınılmazdır.
    Çürük elmalar sepetten atılmadıkça, sağlam elmalar da bir süre sonra çürümeye başlar ve üniversitelerimizde bilimsel araştırma yapanların şevki kırılır, yayınların sayısı azalır, niteliği de düşer.
    Bilimsel yayınlar, üniversitelerimizin bilim dünyasına yapmış oldukları katkılar açısından çok önemlidir. Bu yayınların miktarı ve niteliği ne kadar çok olursa, bilimsel maratonda o üniversiteler diğerlerinin önüne geçer. Bu sebeple maratonda geri kalmamak için üniversitelerimiz bilimsel yayınları teşvik eder, “bilimsel hırsızlık” (intihal) yapılmaması için gerekli önlemleri alır.
    Üniversitelerimizde çok sayıda yayın değil, kaliteli yayın yapılmalıdır. H faktörü, bilim insanının yaptığı yayınların aldıkları atıfların ifadesi olan değerdir. Tüm yayınlardan kaçının bu değerin üzerinde atıf aldığını gösterir. A öğretim üyesinin 100 yayını olsa ve bunlardan 20 tanesi 20´nin üzerinde atıf almışsa, H faktörü 20, B öğretim üyesinin 21 yayını olsa ve bunlardan 20´si 20´nin üzerinde atıf alsa, bu öğretim üyesinin de H değeri 20’dir.
    Dünya genelinde üniversiteleri başlıca dört kurum değerlendirerek sıralamaktadır. Bunlar; Jiao Tong (Çin), Webometrics (kıtalara ve ülkelere sıralıyor, İspanya), US News and World Report (ABD) ve THES’tir. (Times Higher Education Supplement) Ayrıca, http://www.topuniversities.com/university_ranking/results/2008/overall_rankingis/fullrankings/(İngiltere tabanlı Quacquarelli Symondsadında eğitim hizmetleri veren kuruluş) sitesinde de Türk üniversiteleri sıralanmıştır.
    Dünyada ilk sıralama 1983 yılında US News tarafından ABD üniversiteleri için yapılmıştır. 2003 yılında Çin’in Jiao Tong Üniversitesi dünyanın ilk 500 üniversitesini belli kriterlere göre belirlemiştir. Webometrics 2004 yılında 4000, Temmuz 2009’da ise 6000 üniversiteyi sıralamıştır.
    THES, her yıl dünyanın ilk 200’e giren üniversitelerini yayınlamaktadır. 2008 yılında listeye Türk üniversitesi girememiştir. 2007 yılına kadar ISI verilerine göre sıralama yapılırken daha sonra THES, SCOPUS’u ( makale sayıları, atıflar, ölçüm indeksleri) kullanmaya başlamıştır.
    Eskişehir bir üniversite kentidir. Bir zamanlar üç büyük kent dışında bir yüksek öğretim kurumuna sahip Türkiye’deki tek kent idi. Bu kentte günümüzde iki önemli üniversitemiz vardır. Bunlar; Anadolu ve Eskişehir Osmangazi Üniversiteleridir.
    Osmangazi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Hasan Tosun “Devlet Üniversiteleri: Performans Değerlendirme ve Finansman Modeli ve Yeniden Yapılanma” isimli önemli bir çalışma yapmıştır. Büyük bir emek sonucu hazırlanan çalışmaya göre 2012 yılında Anadolu Üniversitesi genel sıralamada 103 devlet üniversitesi arasında 13’ncü, Osmangazi Üniversitesi ise 23’ncü sıradadır. İlk sırada İstanbul Teknik, ikinci sırada Orta Doğu Teknik, üçüncü sırada ise Hacettepe Üniversitesi yer almıştır.
    Daha önce bu köşede yayınlanan bir yazımda, “Bilimsel yayın sayısına göre yapılan sıralamada ESOGÜ’nin 26, Anadolu Üniversitesi’nin 34. sırada, öğretim üyesi başına düşen yayın sayısında ise ESOGÜ’nin 48, Anadolu Üniversitesi’nin 67. sırada yer aldığını” belirtilmiştim.
    2013 yılında bilimsel yayın sıralamasında 103 devlet üniversitesi arasında ilk sırada Orta Doğu, ikinci sırada Boğaziçi, üçüncü sırada ise Hacettepe Üniversitesi gelmektedir. Bu kategoride Osmangazi Üniversitesi 32’nci, Anadolu Üniversitesi ise 57’nci sıradadır.
    Kayıt yaptıracak öğrencilerin devlet üniversitelerimizin sıralamaları konusunda bilgi sahibi olabilmeleri açısından Prof. Dr. Hasan Tosun’un kitabına bir göz atmalarında yarar vardır.

  • AİHM Prof. Dr. İhsan Doğramacı’yı Haksız Buldu

    AİHM Prof. Dr. İhsan Doğramacı’yı Haksız Buldu

    Konuyu bilenler bilir. Ama bilmeyenlere hatırlatmakta yarar vardır. Prof. Dr. Hasan Yazıcı, 2000 yılı Kasım ayında Milliyet Gazetesi’nde yayımlanan “Önce Doğramacı’yı Kınamak Lazım” başlıklı yazısında “Örnekleri ülkemizde çok sık görülen aşırma (intihal) olaylarının üzerine gitmekte en etkili yolun, her şeyden evvel esas büyük aşırmaları olanların kamuoyundan özür dilemeleri olduğunu” açıklamış ve eski YÖK Başkanı Prof. İhsan Doğramacı’nın Prof. Benjamin Spock’tan yaptığı aşırmayı (intihali) örnek göstermişti.

    Aşırma, ilk defa 1981 yılında Uğur Mumcu tarafından alaycı bir üslupla kamuoyuna açıklanmıştı.

    Prof. Hasan Yazıcı Türkiye Bilimler Akademisi Bilim Ahlakı Komitesi Başkanı olarak komite raporu ve örnekleriyle aşırmayı 1997 yılında TÜBA’ya bildirmiş ancak TÜBA konunun üzerine gitmemiştir. Bunun üzerine Prof. Hasan Yazıcı ve komite arkadaşları TÜBA Bilim Ahlakı Komitesi’nden istifa etmiş, söz konusu komite de dağılmıştı.

    Prof. Doğramacı 2000 yılında Prof. Hasan Yazıcı aleyhine manevi tazminat davası açmış, dava 2006 yılında Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun kararıyla Prof. Hasan Yazıcı aleyhine sonuçlandığı için Prof. Yazıcı  Prof. İhsan Doğramacı’ya manevi tazminat ödemişti. Prof. Yazıcı da yargı kararını 2007 yılında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne  taşımıştı.

    Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) 15 Nisan 2014 tarihinde açıkladığı kararda, Yargıtay’ın 2006 yılında Yazıcı aleyhine verdiği kararın yanlış olduğunu belirtmiş, Prof. Yazıcı’nın 2006 yılında Prof. Doğramacı’ya ödediği manevi tazminatın Türkiye tarafından Prof. Yazıcı’ya yasal faiziyle birlikte geri ödenmesini kararlaştırmıştır.

    AİHM, yıllar sonra Prof. Dr. Hasan Yazıcı’yı  haklı bulmuştur. (Case of Hasan Yazıcı V. Turkey, Application No. 40877/07)  Judgment) Prof. Hasan Yazıcı da AİHM kararını  15 Nisan 2014 tarihinde basına açıklamıştır.

     

    21 Şubat 2014 tarihinde  Murat Bardakçışunları yazmıştır:“Bir başkasının kitabının, makalesinin yahut çalışmasının tamamını veya bir bölümünü alıp üzerine isminizi koyarak kendi eseriniz, kendi buluşunuz gibi yayınladığınız takdirde, intihal yapmış olursunuz. Bu işi yapmakla adamın evinden eşyasını yahut cebinden parasını çalmak arasında hiçbir fark yoktur, düpedüz hırsızlıktır ama intihal bilimsel kişilikle yapıldığı için daha da büyük bir ahlâksızlıktır. Akademik hırsızlık, üniversitelerimizde son senelerde almış başını gitmiş vaziyette…

    Senelerden bu yana çok sayıda intihali gündeme getiren birkaç gazeteciden biri bendenizim ama yaptıkları çalıntıları belgeleri ile yayınladığım akademik unvanlı hırsızların hiçbiri maalesef üniversiteden kapı dışarı edilmedi… Bir komisyonun hükmü başka bir komisyon tarafından bozuldu, mahkemeler kararları iptal ettiler, yahut araya birileri girip dosyaları ortadan kaldırdılar ve meydan intihalcilere kaldı!

     

    Aslında intihalciler cesur kişilerdir. Hem hırsızlık yaparlar ve sonrada hırsızlığı ortaya çıkaranlardan para isterler. Doğramacı örneğinde olduğu gibi. Bu gibilere toplumuzda “akıllı hırsız ev sahibini bastırır” denir.

    Yakın geçmişte Anadolu’daki bir üniversitede intihal yaptığı YÖK tarafından tespit edilen ve ceza alan bir öğretim üyesi, bu durumu açıklayan diğer  bir öğretim üyesini mahkemeye vermiş ve kendisinden “utanmadan ve de sıkılmadan” para talep etmiştir.

    Durumu açıklayan öğretim üyesi aleyhine açmış olduğu 20 bin TL’lik tazminat davasında …kenti 1. Asliye Hukuk Mahkemesi (Esas Karar No: 2009-2010/20)hem davayı reddetmiş ve hem de kendisinin intihal fiilini işlediğini bilim jürilerinin hakkında verdikleri raporları esas alarak şöyle tespit etmiştir:

    “Şu halde davacının mezkur eserinde intihal yapıldığı hususunda emarenin mevcut olmağından söz edilemez. Dolayısıyla davalı tarafından yazılan yazı görünüşteki gerçeğe uygundur. Görünüşteki gerçeğe uygun olan bir yazı nedeni ile yazan kişi aleyhine manevi tazminata hükmetmek mümkün olamayacağından… dava red edilmiştir.”

    Davayı kaybedenöğretim üyesi dosyayı temyiz etmemiş ve … kenti 1. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin kararı “muhkem kaziye” haline gelmiş, ilgilinin intihal yaptığı böylece kesinleşmiştir. Daha ilginci, ilgili hakkında üniversitesi, Disiplin Yönetmeliğinin 5/d ve e, 6/c, g ve h, 7/d ve r, 9/l maddelerini nedense (!) uygulamamıştır.

    Kol kırılır yen içinde kalır zihniyeti değişmediği sürece, üniversitelerinde bilimsel hırsızlığın doğal karşılandığı bir ülkenin  tüm yaşam alanları soyulur.

    AİHM’nin kararından sonra bundan böyle Prof. Dr. Yazıcı’nın“hakkımda verilen AİHM kararının ülkemizde bundan böyle yapılabilecek aşırma girişimlerini değerlendirmekte çok önemli olacağı görüşündeyim” tespiti doğrultusunda hareket edilmesinde yarar vardır.

     

    Erdoğan Taziyelerimizi İletti Sıra Putin de

    Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk defa 1915 olaylarının yıldönümü vesilesiyle, Başbakan seviyesinde Ermenilere taziye mesajı yayınlanmıştır. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan adına, Başbakanlık tarafından yazılı olarak yayınlanan mesajda Ermenilere taziye dilekleri şöyle iletilmiştir: “Hayatlarını kaybeden Ermenilerin huzur içinde yatmalarını diliyor, torunlarına taziyelerimizi iletiyoruz.”

    Şimdi sıra Putin’de. Acaba 18 Mayıs’ta Putin de 18 Matıs 1944 tehcirinde hayatlarını kaybeden Kırım Türklerinin çocuk ve torunlarınataziyelerini iletecek mi? Bekleyip göreceğiz.

    Bir soru. Ermeni çetecilerin şehit ettikleri Türk diplomatlarının çocuk ve torunlarına Sarkisyan neden taziyelerini iletmedi? Onlar insan değil mi?

     

     

     

  • Bilimsel Hırsızlık Suç Değilse  Nedir?

    Bilimsel Hırsızlık Suç Değilse Nedir?

    “Evrensel bilim ahlakı normlarına uymak, bilim insanları için olmazsa olmaz bir zorunluluk olup intihal/bilimsel aşırmacılık utanç verici ve yüz kızartıcı bir suçtur. Bilimsel aşırmacılığın , hafife alınarak örtbas edildiği ve yaptırımsız bırakıldığı bir ülkede çağdaşlıktan söz edilemeyeceği gibi o ülke bilim dünyansın saygın üyeleri arasında asla kabul göremez.

    Bu ifade, bana ait değildir. Prof. Dr. Kayhan Kantarlı’nın tepkesidir.

    Peki tepki neyedir?

    Bilindiği gibi Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’nun 16 ay önce aldığı karar ile intihal suçunu tamamen yaptırımsız kalmıştır.  Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu, Eylül 2012 de aldığı bu kararda “Öğretim Elemanları Disiplin Yönetmeliği’nde intihal suçunun yaptırımı olarak  yer alan üniversite öğretim üyeliğinden çıkarılma cezasının, 2547 sayılı YÖK Yasası ile  657 sayılı Devlet Memurları Yasası’nda bu cezaya ilişkin bir düzenleme bulunmadığı” gerekçesiyle hukuka aykırı olduğuna hükmetmiştir.

    Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’nun, intihal suçunun yaptırımı olan meslekten çıkarma cezasına ilişkin olarak verdiği bu kararla,  bilim insanları için  yüz kızartıcı bir suç olan intihal/ bilimsel aşırmacılık suçu fiilen yaptırımsız kalmıştır. Bu yaptırımsızlık, herhangi bir yasal düzenleme yapılmadıkça  intihal yapmanın hukuken serbest olması demektir.

    Bu durumda  YÖK’ün yapması gereken, kararda belirtilen yasal dayanıksızlığı giderecek  bir yasa çıkarılması için Milli Eğitim Bakanlığı ve TBMM nezdinde girişimde bulunmaktır.  Ancak YÖK yüksek yargı kararının alındığı Eylül 2012 den bu güne kadar böyle bir girişimde bulunmamıştır.

    Günümüz dünyasında evrensel bilim ahlakı normları tüm öğretim üyeleri için geçerlidir. İntihal, diğer bir deyişle  “bilimsel hırsızlık Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’nun kararına rağmen yüz kızartıcı bir suçtur ve suç olmaya da devam edecektir. Çünkü, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun memurluğa alınma şartlarını düzenleyen 48/A-5 maddesinde, affa uğramış olsalar bile  “yüz kızartıcı bir suçtan” hükümlü bulunmama şartı aranmıştır..

    Madde de yüz kızartıcı olarak sayılan suçlar, Milletvekili Seçimi Kanunu’ndaki ve dolayısıyla Anayasamızın Madde 76’daki yüz kızartıcı olarak sayılan suçlarla aynıdır.  DMK’da yüz kızartıcı bir suçtan mahkûm olmak,  memurluğun sona ermesi sonucunu doğurmaktadır.

    Anayasamızın 76. Maddesinde “hırsızlık” bir yüz kızartıcı suç olarak tanımlanmıştır. Bu suçu işlenyenlere  uygulanacak yaptırım ise yukarıda belirtilmiştir. İntihal, “bilimsel hırsızlıktır.” Bunun başka bir anlamı yoktur.  Bilimsel hırsızlık yapanların YÖK tanımlanmamış  olsa bile  af edilmesi  mümkün değildir. Hem Anayasamızda ve hem de DMK’da  hırsızlık suçunun cezası belirlenmiştir.

    Türkçede “hırsızlık” ile “bilimsel hırsızlık” (intihal-plagiarism) kavramları sıklıkla birbirine karıştırılmaktadır.  Türk Dil Kurumu’nun Büyük Türkçe Sözlüğünde (Büyük Türkçe Sözlük,1992: 641)  hırsızlık, “çalma, çalma suçu, sirkat” olarak tanımlanmıştır. Hırsızlık etmek ( veya yapmak), “başkalarının parasını veya malını çalmak” anlamındadır.  İngilizcede hırsızlık yapmanın karşılığında 22 kelime vardır.

    Tarihçi  ve yazar Murat Bardakçı’nın intihal konusundaki şu tespiti çok doğrudur: “İntihal” kelimesi, sözlüklerde genellikle ‘başkasının eserini kendisininmiş gibi gösterip yayınlama’ şeklinde açıklanır ama bence düpedüz hırsızlıktır, üstelik hırsızlığın en pespaye şeklidir. Sıradan bir hırsız paranızı, malınızı yahut bir başka kıymetli eşyanızı çalan kişidir ama intihalde fikrinizin, düşüncenizin ve emeğinizin üzerine oturulması söz konusudur.

    Zira, intihalci sizin için çok daha kıymetli olan bir şeyi, aylarınızı, hattâ bazen senelerinizi sarf ederek verdiğiniz eseri, düşüncenizi ve göz nurunuzu çalmıştır ve bunun kıymetinin parayla, pulla, fiyatla, vesaireyle ölçülmesi mümkün değildir. İntihalin, hırsızlığın ve sahtekârlığın en aşağılık biçimi olmasının sebebi işte budur.” (Bardakçı, 2008)

    Yazar Mine Kırıkkanat’ın yapmış olduğu tespit, günümüzde de geçerliliği korumaktadır: “Türkiye’nin 87 yıllık cumhuriyet tarihi, düzmece doçentlik tezi iptal edilemeyen ya da edilmesine rağmen doçentlikle kalmayıp profesörlüğe kadar yükselen ve kovulması gerekirken ülkenin kaderine hükmeden sahtekârlarla dolu.”(Kırıkkanat,  4 Mayıs 2010).

    Türkiye’deki durumun aksine Avrupa’da bilimsel yolsuzluk  yapanların yolsuzlukları ortaya  çıkınca derhal görevlerini bırakmaktadırlar.

    Anadolu Ajansı 22 Şubat 2011 tarihinde, Türkiye’de intihal ile suçlanan bazı öğretim üyelerine örnek olacak bir haber yayınlamıştır: “Doktorasında intihalle suçlanan Almanya Federal Savunma Bakanı Karl-Theodor zu Guttenberg, doktora tezini tamamladığı Bayreuth Üniversitesi’nden akademik unvanının geri alınmasını istedi.”

    Alman Bakan’ın doktora tezinde bilimsel hırsızlık yapıp yapmadığı henüz oluşturulan bir bilimsel kurul tarafından tespit edilmemesine rağmen doktor unvanını ortaya çıkan iddialar karşısında kullanmayacağını belirtmesi, onurlu bir davranıştı. Fakat aynı onurlu davranışın Türkiye’de görülmesi mümkün değildir.

    Macaristan Cumhurbaşkanı Pal Schmitt, doktora tezinde intihal yaptığı için istifa ederek onurlu bir davranış sergilemiştir. Schmitt, 2 Nisan 2012 tarihinde Macaristan Parlamentosu’na hitaben yaptığı konuşmada, şahsi konularının ulusunu birleştirmek yerine bölmesine sebep olduğunu, bu durumu kabullenemediği için görevini bıraktığını açıklamıştır.

    İntihal yoluyla doktorluk unvanı alan Berlin Senatosu CDU Grubu Başkanı Florian Graf’ın da unvanı geri alınmıştır.  Potsdam Üniversitesi tarafından yapılan açıklamada, 2001-2006 yılları arasında CDU’nun Berlin Senatosu’ndaki muhalefet rolünü irdeleyen tezin en az üç yerinde olduğu gibi kopyalama yapıldığı belirtilmiştir.  Hata yaptığını kabul eden Graf, partisinden ve ailesinden özür dilemiştir.

    Almanya Federal Eğitim Bakanı Annette Schavan’ın (CDU) 33 yıl önce aldığı doktora teziyle ilgili iddialar üzerine inceleme yapan Düsseldorf Heinrich Heine Üniversitesi Felsefe Fakültesi Konseyi, Bakan’ın intihal yaptığına karar vermiştir. Fakülte Dekanı Bruno Bleckmann da  bu durumu kamuoyuna  açıklamıştır. Bunun üzerine  57 yaşındaki Federal Eğitim ve Araştırma Bakanı Annette Schavan, Başbakan Angela Merkel ile birlikte basın toplantısı düzenleyerek 7 yıldır sürdürdüğü görevini bırakmıştır. (İES, 2013)

    Önceki Merkel Hükümetinde  Savunma Bakanı  olan Karl Theodor zu Guttenberg, 2006 yılında yazdığı ve 2007’de en iyi derece ile kazandığı doktora tezinde başka yazarlara ait paragraflar kullandığının ortaya çıkmasıyla beraber istifa etmek zorunda kalmış doktor  unvanı  geri alınmıştı. Gutenberg bunun üzerine ABD’ye yerleşmişti. Ayrıca, FDP Avrupa Parlamentosu Grup Başkanı Silvana Koch-Mehring ile FDP Avrupa Parlamentosu Milletvekili Yorgo Chatzimarkakis’in de diploma tezlerinde bilimsel hırsızlık yaptıkları belirlenmiştir.

    Murat Bardakçı,  Türkiye’de intihallerin nasıl örtbas edildiğini şöyle açıklamaktadır: “Akademik hırsızlık olayıyla karşılaşan yönetim bu işi genellikle örtbas etme yolunu tercih ederdi; zira ‘tencere dibin kara, seninki benden kara’ misali vaziyetler söz konusuydu. Seneler boyunca yazdığım ve belgeleriyle ortaya koyduğum dünya kadar intihal hadisesi önce YÖK, ardından da rektörlükler yahut dekanlıklar sayesinde örtbas edilmiş, sadece tek bir intihalciye birkaç aylık ceza verilmiş, hemen ardından o ceza da affedilmişti.” (Bardakçı, 2008)

    Bilimsel  aşırmacılığın  örtbas edildiği  bir ülke  bilim dünyasının saygın üyeleri arasında asla kabul göremez.

    Çağdaş ülkelerde bilimin namusunu bilimsel aşırma yapanlardan koruyan cezai yaptırım bir şekilde uygulanmaz ise, aşırmacılık yöntemine başvuran öğretim üyesi sayısı hızla artar ve o ülkenin hiçbir üniversitesi dünyanın ilk 500, ilk 1000 üniversitesi arasına asla giremez.

    Ortaya çıkarılan bilimsel aşırmacılıkların örtbas edildiği bir ülkede bilimsel gelişme de olmaz.  Çünkü, “Üniversitelerinde bilimsel hırsızlığın doğal karşılandığı bir ülkenin elbette tüm yaşam alanları soyulacaktır.”

     

  • Kıbrıs’ta Yunan Darbesi

    Kıbrıs’ta Yunan Darbesi

    1974 yılında, dönemin Yunanistan’daki Albaylar cuntasının Kıbrıs’ta Makarios’a karşı düzenlediği darbenin bu gün 39. yıl dönümü.

     

    Darbe gününde yaşanılanlar, benim Mağusa’da yolda gördüğüm Rum Milli Muhafız Ordusu tankları, Mağusa Namık Kemal Lisesi’nin bitişiğindeki Rum Polis Merkezinde yaşanan çatışma, yolda kaçışan Rumlar, Rumların girişine yasak olan Mağusa kapısından içeri can havliyle girip Türklerden sığınma dileyen Makarioscu Rumlar ve televizyonda Makarios’un yakalanıp öldürüldüğü haberi. Hepsi daha dün yaşamışım gibi gözümün önünde, cap canlı hafızamda.

     

    Öğleyin hepimizin, yani Mağusa’daki 16 yaş üzeri tüm erkeklerin silah altına çağrılması, terhis olanların evlerinde sakladığı mücahit elbiselerimizi giyerek tabura gitmemiz ve silahlarımızı alarak Rumlarla çarpışacağımız mevzilerimize girmemiz.

     

    Öğleden sonra da Makarios’un radyoda, derinden gelen cızırtılı bir sesle “İme Magarios”, “Ben Makarios” kelimeleri ile başlayan ve “Ölmedim, hayattayım” sözleri ile devam eden Rum halkına hitabını, soluk bile almadan ufacık cep radyomuzdan dinlememiz.

     

    Akşam, Cumhurbaşkanlığı vekilliği için Rum Cemaat Meclisi Başkanı Glafkos Klerides’e teklif yapıldığı ve Klerides’in bu teklifi reddettiği, arkasından bu teklifin Triandafilides’e yapıldığı ve onun da reddettiği haberi.

     

    Ertesi gün bu teklifin, Mahi gazetesi sahibi, EOKA’nın tetikçisi ve bir çok masum İngiliz erkek, kadın ve çocuğunu Lefkoşa’nın alış veriş merkezi olan Uzun Yol’da arkadan yaklaşıp sinsice vuran ve elindeki tabancayı da hemen arkasından gelen kız öğrencilere verip cürüm aletini başarıyla yok eden katil Nikos Samson’a yapıldığı haberi ve Nikos Samson’un da bu teklifi kabul ederek Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı ilan edildiği.

     

    Ertesi gün öğleye doğru Nikos Samson’un yeni Bakanlar Kurulunu ataması, atama töreni biten yeni Bakanlar Kurulunun hemen toplanarak “Kıbrıs Helen Cumhuriyeti”ni ilan etmek kararını alması ve Nikos Samson’un televizyon ekranına çıkarak “Kıbrıs Helen Cumhuriyeti”nin ilan edildiğini açıklaması.

     

    Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı rahmetlik Bülent Ecevit’in Baltık ülkelerini ziyareti. Bizim siperde heyecanlı bekleyişimiz ve kendi aramızda Türk askeri bu sefer adaya çıkar mı tartışmalarımız.

     

    Nikos Samson’un televizyonda, “Kıbrıs Helen Cumhuriyeti’nin lav edildiği ve adanın Yunanistan’a bağlandığı” açıklaması. Yükselen endişelerimiz ve siperde kendi aramızda “Bu kararı kabul etmiyoruz,  sonuna kadar çarpışacağız ama Yunanistan’a bağlanmayacağız” yeminimiz.

     

    Ecevit’in Danimarka’dan dönüşte çıkarmadan bahsetmemesi ve garantör ülke olarak İngiltere’yi ziyaret etmek kararı. Bir türlü çıkarma kararı açıklanmadığı için bozulan morallerimiz, tuzla buz olan beklentilerimiz ve “Türkiye galiba gelmeyecek” kökenli düş kırıklığımız.

     

    18 Temmuz perşembe günü Ecevit’in Cumartesi günü TBMM’yi Kıbrıs konusunda görüşmeye çağırma açıklaması ve morallerimizin sıfırlanması. “Ecevit, 20 Temmuz Cumartesi günü milletvekillerini “Kıbrıs genel Görüşmesi” için toplantıya çağıracak, kim bilir kaç gün sürecek bu toplantı ve bu sefer de Türk askeri gelmeyecek” konusunda kendi kendimize siperde yorumlar yapmamız ve ümitlerimizi yitirmemiz.

     

    19 Temmuz akşam üzeri kırmızı alarm emrinin verilmesi ve bizim bu emre bir anlam veremeden, hazırlanmamız. Gece yarısından sonra miğferleri giyme ve mermi kutularının açılması, silahların son bakımının yapılması emrinin bize ulaşması. Bizim hala ne olup bittiğini bilmeden ve anlamadan bölgenin en üst düzey askeri komutanı olan Sancaktarımızın moralimizi düzeltmek için bu tür emirleri gönderdiğine inanmamız.

     

    20 Temmuz sabahı saat beşte rahmetlik Kurucu Cumhurbaşkanımız Rauf R. Denktaş’ın radyodan dinlediğimiz tarihi konuşması ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin, kahraman Türk Askerinin çıkartmayı başlattığı müjdesi. Gözyaşları içinde mevzide birbirimize sarılmamız ve “beni utandırma” diyerek 81’lik havanıma sarılıp onu öpmem. Koskoca havanı neresinden öptüysem….

     

    Saat On’a beş kala Mağusa’da silahlı çatışmanın başlaması, korkunç bir mermi yağmuru ve kulakları sağır eden patlamalarla Rumlarla sıcak çatışmaya girmemiz.

    İşte aklımda canlılığını hala koruyan 15 Temmuz darbesi ve 20 Temmuz Mutlu Barış Harekatı’nın başladığı gün ile ilgili anılarım bunlar. Neredeyse 40 yıl oldu. Göz açıp kapayıncaya kadar geçti ama anısı hala taptaze hafızamda ve gözlerimin önünde.

     

    Adayı İngilizlere kiraladıktan ve elimizden uçup gitmesinden tam 96 yıl sonra Türk askeri ile tekrardan kucaklaşmak şansına sahip sayılı Kıbrıslı Türklerden biri olarak bu tarihi anının mezara kadar benimle gideceği de kesin….

     

    Ata ATUN

    e-mail: ata@kk.tc

    15 Temmuz 2013

  • Cemil Çiçek: “Devlet Hayatında Kolu Kırmamak Gerekir”

    Cemil Çiçek: “Devlet Hayatında Kolu Kırmamak Gerekir”

    Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü (TODAİ) tarafından Ankara’da düzenlenen İkinci Kamu Etiği Kongresi 27-28 Mart 2013 tarihlerinde yapılmıştır. Kongre’ye 135 bildiri sunulmuş, 89 bildiri kabul edilmiştir.

    2000 sayfa tutan bildiriler daha sonra kitap halinde yayınlanacaktır.

    Kongre’nin açış konuşması TBMM Başkanı Cemil Çiçek tarafından yapılmıştır. Başkan Çiçek’in konuşmasında benim dikkatimi çeken en veciz ifade, başlığa koyduğum cümledir.

    Çünkü, Türk toplumunda yaygın kanı “Kol kırılır, yen içinde kalır” ifadesidir.

    Eğer “kol kırılır, yen içinde kalır” görüşü  toplumda yaygın bir kanaat haline gelirse, o toplumda etik dışı davranışlar yaygınlaşır, yolsuzlukların üstü örtülmeye çalışılır, toplum içten içe çöker.

    Toplumda etik dışı davranış olan  yolsuzluklar ile mücadele etmek yürek ister. Bu mücadeleyi ancak yürekli, cesaret sahibi, dik durabilen insanlar yapabilir.

    Fakat bunun bir bedeli vardır. Herkes bu bedeli ödeyemez.

    Nitekim İtalyan Filozof Giordano  Bruno’nun 16’ncı yüzyıldaki tespiti günümüz için de geçerlidir: “Ne gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım, ne de bunu açıkça ifade etmekten korkarım. Karanlık ve aydınlık arasındaki bilim ve cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım. Bundan dolayı her yerde nefretle karşılaştım ve cehaletin babaları olan resmi akademisyenlerin yanı sıra kalın kafalı ve aptal çoğunluğun öfkesine hedef olarak yaşadım.”

    Açış konuşmasında etik değerlerin devlete güven açısından önemine değinen Çiçek, vatandaşlarda devlette işlerin, adalete uygun olarak, haksızlık, hukuksuzluk yapılmadan, değerler, kurallar çerçevesinde yapıldığı düşüncesi oluşması halinde devlete güvenin artacağını vurgulamıştır.

    Türkiye’deki meslek dayanışmasının kuralların ve etik değerlerin önüne geçtiğini söyleyen TBMM Başkanı, ”Kol kırılır yen içinde kalır” sözünün aileyle sınırlı olduğunu, devlet ve toplum hayatı bakımından kolu kırıp yeni içinde bırakmanın doğru bir yaklaşım olmadığını belirtmiştir.

    Çiçek, ”Mühim olan devlet ve toplum hayatında kolu kırmamaktır, kırdıktan sonra nerede kalırsa kalsın” değerlendirmesinde bulunmuştur.

    Bir yolsuzluk olduğunda meslek mensuplarının ”Bu bizim arkadaşımız, meslektaşımız” diyerek görmezlikten gelebildiğini, depremde yaşanan olayların da bu konuda somut örnekler ortaya koyduğunu anlatmıştır.

    TBMM Başkanı Çiçek’in bu konudaki tespitleri şöyledir:

    ”Türkiye’de etik değerlerin korunması noktasında meslek örgütleri yeteri kadar sorumluluk almıyor. Tam tersine meslek dayanışması, Türkiye’deki bir takım haksızlık ve hukuksuzlukların örtülmesi noktasında öne geçiyor. O kadar somut örnekler var ki en önemli mevkilerde olanların bile meslek dayanışması adı altında, bu memleket, siz de kendi aranızda neyi nasıl yaptıklarını görüyorsunuz.”

    Kongre’de sunduğum bildirimden kısa bir özeti şimdi sizlerle paylaşmak istiyorum.

    Günümüzde çeşitli mesleklerin yürütülmesinde esas alınan değerlerin başında etik ilkeler gelmektedir. Üniversitelerimizde öğretim üyeliği etiği, bilim alanında, doğru davranışlara ulaşmak için gerekli olan ilkelerdir.

    Türkiye’de temiz bir bilim dünyası için üniversitelerimizde, bilimsel hırsızlıklardan arındırılmış eserler üreten, bilimsel yolsuzluğa bulaşmamış öğretim üyelerinin sayısının artması gerekir.

    Üniversitelerimizde etik dışı davranışlarda son yıllarda hızlı bir artış gözlenmektedir.

    Etik değerlere saygılı öğretim üyelerinin, bazı sıkıntıları göze alarak meslek onurunu korumak amacıyla etik dışı uygulamalarda bulunanları ihbar ederek etik ihlallerin yaygınlaşmasını önlemeleri mümkündür ama bunu yapabilen öğretim sayısı çok azdır.

    Mevcut örgüt kültürü içerisinde ihbarda bulunanlar hoş karşılanmadığı için istenmeyen kişi ilan edilebilirler.

    Bütün zorluklara rağmen, “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” ya da “benim hırsızım iyidir” anlayışı ile hareket etmek ve etik dışı uygulamaları görmezden gelmek, üniversitelerimizde bilim etiğinin yaygınlaşması önündeki en büyük engeldir.

    Üniversitelerimizin toplum nezdinde itibarlarının düşmemesi ve saygınlıklarını yitirmemeleri için, içlerindeki “çürük elmaları” ayıklamaları gerekir. Çünkü sepetteki bir çürük elma, bir süre sonra tüm elmaların da çürümesine yol açar.

    Üniversitelerimizde en önemli etik dışı davranış olan bilimsel hırsızlığın  diğer bir deyişle intihalin tespiti Türk hukukunda oldukça zordur. Çünkü yargıya intikal eden olaylarda mahkemeler dosyayı bilirkişiye göndermektedir.

    Bilirkişinin hiçbir etki altında kalmadan, objektif olarak bilgi ve görgüsünü mahkemeye sunması ve davanın tarafları ile “çıkar ilişkisinin” bulunmaması gerekir.

    Oysa uygulamada durum çok farklıdır.

    İntihal yaptığı tarafsız bilirkişilerce belirlenen öğretim üyesine verilen disiplin cezasına itiraz eden öğretim üyesi hakkında hüküm verme durumunda olan mahkeme, yeni bir bilirkişi heyeti belirlemekte, bu heyet ise önceki bilirkişilerin tespit ettiği intihal olayını görmezden gelerek intihal yoktur raporu verebilmektedir.

    İntihal yaptığı kesin olan bir öğretim üyesinin suçunu örtmek için “intihal yoktur” şeklinde rapor verenler üniversite dışına çıkarılmadığı sürece, Türkiye’de bilimsel hırsızlıkların önüne geçmek mümkün değildir.

    Üniversitelerimizde etik ihlallere karşı tüm kesimlerin duyarlı olmaları ve bu ihlalleri yapanlarla mücadele etmeleri gerekir.

    Aksi takdirde Türk üniversitelerinin dünyanın ilk 1000 üniversitesi arasına girmesi hiçbir zaman mümkün olmaz.

    Milli Eğitim Bakanlığına sunulan yeni yükseköğretim yasa taslağı önerisinde önemli bir düzenleme yapılarak üniversitelerimizde gittikçe yaygınlaşan bilimsel hırsızlıklara yönelik bir disiplin maddesi konulmuştur.

    Bununla beraber sorun yasal düzenlemelerdeki eksiklik değildir. Önemli olan, var olan yasal düzenlemeleri eksiksiz uygulayabilmektir.

     

    Kırımoğlu: Bir Halkın Mücadelesi

     

    28 Mart 2013 tarihinde Ankara TOBB Konferans Salonu’nda, Tatar Milli Meclis Başkanı Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu’nun Kırım’dan sürgün edilen ve “soykırıma” uğrayan Kırım Türkleri’nin dönüş mücadelesini anlatan ve TRT tarafından gerçekleştirilen “KIRIMOĞLU, Bir Halkın Mücadelesi” belgeselinin gala gösterimi yapılmıştır.

    Galaya Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin ve TOBB Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu katılmıştır.

    Dokuz  bölüm olan belgesel bu haftadan itibaren  TRT Belgesel Kanalı’nda Perşembe akşamları yayınlanacaktır.

    Belgeselin TOBB Konferans Salonu’nda düzenlenen tanıtım gecesinde konuşan Bülent Arınç, Meclis Başkanlığı yaptığı 2004 yılında  eski Ukrayna Devlet Başkanı Viktor Yuşçenko’nun Türkiye ziyaretinde  yaşadıklarını şöyle anlatmıştır:

    “Yuşçenko, zannediyorum, cumhurbaşkanı seçilmişti, ben onuruna bir yemek verdim. Türkiye’ye bir cemile yapmıştı, Cemil Kırımoğlu yani bize bir jest yapmıştı. Refakatinde değerli başkanımızı da getirmişlerdi. O da yemekte vardı. Aynı zamanda resmi görüşmelere katılmışlardı. İçimden geçenleri diplomatik kurallara uygun olur mu, olmaz mı? diye düşünmeden kendisine şunu ifade ettim; ‘Bakın Sayın Yuşçenko, bu Cemil Kırımoğlu bütün Türk milletinin milli kahramanıdır, ona hepimiz saygı gösteriyoruz, onu hepimiz seviyoruz, eğer onu kırarsanız bizi kırmış olursunuz, eğer onu üzerseniz bizi üzmüş olursunuz. Türkiye’ye değer vermek istiyorsanız, Türkiye’yle işbirliği yapmak istiyorsanız, önce Kırımoğlu’nu memnun etmek zorundasınız. Onun üzüleceği yerde, bizim de üzüleceğimize göre, ilişkilerimizin geleceği sizin Kırımoğlu’na göstereceğiniz saygıya bağlı.”

    Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu da  konuşmasında, “Biz hiçbir zaman silah kullanmadık. Bize karşı duranların kanlarını dökmeye çalışmadık” diyerek bazılarına önemli bir mesaj vermiştir.

    Bir Kırım Türkü olarak bu mesajı çok önemsiyorum.

    TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu ise, “Bu tür eserler ortaya koymadan yeni kuşaklara tarih bilincini vermemiz mümkün değildir. Böyle eserler olmadan hakkınızdaki önyargıları kıramıyor, haklı davanızın lobisini yapamıyor ve dünya kamuoyunun algılarını yönetemiyorsunuz” demiştir.

    Belgeselin yönetmeni kıymetli dostum Zafer Karatay’ı ve belgeselin gerçekleşmesinde tüm emeği geçenleri kutluyorum.

    ***

    Sevgili Okurlar,

    Değerli meslektaşım, iktisat bilimine büyük katkıda bulunan Prof. Dr. Erdoğan Alkin’in vefatını geçen hafta büyük bir üzüntü ile öğrendim.

    Merhuma Allah’tan rahmet, kederli ailesine başsağlığı dilerim.