Etiket: Dış Politika

  • BAKİ İLKİN’E TEŞEKKÜR GECESİ

    BAKİ İLKİN’E TEŞEKKÜR GECESİ

    Saturday, 24 January 2009 08:41

    Merkezi ABD’nin New York kentinde bulunan Türk-Amerikan İş Forumu (TABF), Türkiye’nin BM Daimi Temsilcisi Büyükelçi Baki İlkin onuruna gece düzenleyerek, Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyine geçici üye seçilmesinde gösterdiği büyük başarı nedeniyle takdir ve teşekkürlerini sundu.

    Büyükelçi İlkin ve eşi Nur İlkin’in onuruna düzenlenen özel geceye, Türk-Amerikan iş adamları başta olmak üzere New York’ta yaşayan Türk toplumu temsilcileri katıldı.
    TABF’nin geçen dönem başkanı Murat Ağırnaslı, Büyükelçi İlkin’e takdirlerini sunduğu konuşmasında, İlkin’in 2005 yılında New York’a atandığı zaman Türkiye’yi BM Güvenlik Konseyine sokmakta kararlı olduğunu söylediğini anımsattı. Büyükelçi İlkin’in inanılmaz bir gayretle ve çalışmayla bu amacını gerçekleştirdiğini söyleyen Ağırnaslı, Türkiye’nin Avusturya’nın önünde, 151 ülkenin oylarını alarak konseye seçildiğini ve bunun Türkiye için son derece güzel bir başarı olduğunu ifade etti. TABF’nin de Büyükelçi İlkin’e teşekkür etmek ve tebrik etmek için böyle gece düzenlediğini belirten Ağırnaslı, Baki İlkin’in eşi Nur İlkin’e de teşekkürlerini sundu.

    Büyükelçi İlkin de yaptığı konuşmada, Türkiye’nin neredeyse 50 yıldır BM Güvenlik Konseyinde yer almadığını, bu yüzden konseye seçilmek istediğini söyledi. Türkiye’nin bunu başardığını belirten İlkin, Türkiye’nin konseyde “geçici üye olarak nehirlerin akışını tümden değiştiremese de kendi söyleyeceklerinin olduğunu ve çorbaya atacak tuzunun olduğunu” vurguladı. Türkiye’nin konseye “katma değer” getireceğini belirten İlkin, Türkiye’nin burada “kendi sesini duyuracağını ve doğru bildiğini söyleyeceğini” ifade etti.

    Konseye seçilmenin kolay bir süreç olmadığını, New York’a gelmesinden itibaren 4 yıldır giderek hızlanan bir kampanya yürüttüğünü anlatan İlkin, “Bu bir ekip işiydi” diye konuştu.

    Özellikle seçime 6 aya kala neredeyse tüm zamanını kampanyaya ayırdığını anlatan İlkin, Türkiye’nin konseye 151 oyla, 1996 yılından bu yana en fazla oyu alarak seçildiğini ve bir rekor kırdığını da belirtti ve eşi Nur İlkin’e hem bu süreçte hem de tüm meslek hayatında kendisine verdiği destek ve yardımlar için ayrıca teşekkür etti.
    Konsey toplantılarına katılmaktan büyük memnuniyet duyduğunu da belirten İlkin, daimi temsilci olarak görev süresinin uzun bir dönem için uzatılmadığını, görevi başka bir meslektaşına bırakacağı mesajını da verdi ve bu geçiş döneminde görevinin başında olmaya devam edeceğini söyledi.

  • TÜRKİYE, İHMAL EDİLEN BİR MÜTTEFİK

    TÜRKİYE, İHMAL EDİLEN BİR MÜTTEFİK

    Saturday, 24 January 2009 10:29

    Fransa’da yayımlanan Le Figaro gazetesinde çıkan bir makalede, Türkiye’nin jeopolitik açıdan oynadığı role övgülerde bulunularak, “Türkiye’nin Ortadoğu, İran ve doğal gaz krizine çok önemli çözümler getirebileceği” belirtildi.

    Alexandre Adler tarafından, “Türkiye, Çok İhmal Edilen İttifak” başlığıyla kaleme alınan makalede, “Ortadoğu’daki son kriz, doğal gaz sorunu ve İran ile ilgili uluslararası camianın endişelerinin giderilmesi konusunda Türkiye’nin kilit rol oynadığı” kaydedildi.

    Ateşkesten sonra Gazze ile ilgili tartışmalara değinilen makalede, Suriye’nin önerdiği gibi, Mısır’ın değil, hem Filistin’in hem İsrail’in güvenebileceği Türkiye’nin ilave BM gücüne ihtiyaç duymadan bölgenin güvenliğini kontrol altına alabileceği ifade edildi.

    Mısır’ın ordusuna güvenilemeyeceği savunulan makalede, Mısır ordusunun, Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek’i “fazla ılımlı” bularak sert biçimde eleştirdiği belirtildi.

    Rusya ve Ukrayna arasındaki doğal gaz krizine atıfta bulunulan makalede, Avrupa’nın doğal gaz ihtiyacına, Rusya’ya gerek kalmadan, Türkiye’den geçecek Nabucco projesinin çare olabileceği vurgulandı.

    Ukrayna ile yaşanan krizde haklı olmasına rağmen Rusya’nın tavrının tehlikeli olduğu ifade edilen makalede, Avrupa’nın bir alternatif yol bulmasının gerekli olduğu, bunda da Türkiye’den geçecek Nabucco gaz hattının önemli yer tuttuğu bildirildi.

    İran ile ilgili uluslararası kamuoyunun yaşadığı krize atıfta bulunulan makalede, “Tahran yönetimine etkili olarak tek karşı koyabilecek olan ülkenin de Türkiye olduğu” yorumu yapıldı.

    -“YÜZDE 25 SARKOZY, YÜZDE 75 TÜRKİYE’NİN ETKİSİ”-

    Suriye ile ilişkilere de değinilen makalede, “Suriye’deki radikallerin etkisizleştirilmesinde yüzde 25 Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin etkisi varsa yüzde 75 de aktif Türk diplomasisinin rolü olduğu” ifadesine yer verildi.

    Makalede, Türkiye’nin dikkat çekmeyen bir diplomasiyle Lübnanlı ve Iraklı Sünnileri ılımlı tarafa çekmek ve Şiilerle barıştırmak için çalıştığı belirtildi ve laik Türkiye’nin Irak’ın istikrarı için de önemli rol oynayabileceği yorumu yapıldı.

    Makalenin sonunda, “NATO’nun en önemli üyesi, İsrail’in müttefiki olan Türkiye’ye Avrupa’nın sırtını dönmemesi ve Avrupa’nın inşasında yer alması gerektiği” belirtildi.

    Söz konusu sorunların çözülmesi halinde bütün dünyanın nefes alacağı ve bu durumun dünya ekonomisinin gelişmesine katkıda bulunacağı ifade edilen makalede, bu sorunların aşılabilmesi için Türkiye’nin oynadığı rolün kesinlikle unutulmaması gerektiği vurgulandı.

  • “MUSTAFA” FİLMİ HAKKINDA – Turgut Özakman

    “MUSTAFA” FİLMİ HAKKINDA – Turgut Özakman

    Giriş

    Mustafa filminin 28 Ekim Salı günkü Ankara galasına, erteleme şansımın olmadığı bir toplantı nedeniyle katılamadım. Cumhuriyet Haftası dolayısıyla 1 Kasıma kadar her gün doluydum; filmi izleyemeden, kitap fuarına ve bazı etkinliklere katılmak için İstanbul’a gittim. Film hakkındaki tartışmalar başlamıştı. Tepki giderek yoğunlaşıyordu.

    Programım öyle sıkışıktı ki İstanbul’da da fırsat bulup filmi göremedim. Görüşümü soran değerli yayıncılardan, filmi izleyemediğimi söyleyerek af diliyordum.

    Filmi izlemediğimi bilen sevgili Uğur Dündar, Atatürk ve Milli Mücadele hakkındaki yalan ve yanlış genel iddialar hakkında bir program yapmayı önerdi. Yakın tarihimizle ilgili sahte tarihler, hatta ansiklopediler var. Tarihini böylesine çarpıtan, gerçeğin yerine sahtesini geçirmeye çalışan bir başka millet var mıdır? Bu, bize özgü, utanç verici bir durum. (Bu konuda 750 sayfalık bir çalışmam var: Vahidettin, M. Kemal ve Milli Mücadele). Son zamanlarda yeni kuşak iddiaların da üretildiğini görmekteydim. Öneriyi memnunlukla kabul ettim. Arena programında eski, yeni bazı uydurma iddiaları sordular, ben de yanıtladım. Program 10 Kasım Pazartesi gecesi yayımlandı.

    11 Kasım Salı günü Ankara’ya döndüm.

    Bilgisayarıma büyük çoğunluğu Mustafa filmini kınayan 400’den fazla mail yağmıştı. Bazılarına göz attım. Şaşırdım. Çok düşündürücü iddialar ileri sürülüyordu. Birikmiş gazetelere baktım. Aynı gün Kanal D’den telefon ettiler, 32. Gün için çağırdılar. Konu Mustafa filmiydi, Can Dündar’la filmi konuşacaktık. Yeniden İstanbul’a gidemeyecek kadar yorgundum. Af diledim. Sayın M. Ali Birand anlayış gösterdi, “Öyleyse biz Ankara’ya geliriz” dedi.

    “Daha filmi göremedim ki.”

    Can Dündar yarın sabah filmin cd’sini alıp size, eve gelecek. Birlikte izlemenizi istiyor. Sonra programı çekeriz.”

    “Peki.”

    Ertesi sabah bir televizyon kanalında programım vardı. Öğlene doğru eve döndüm. Az sonra da sevgili Can Dündar geldi. Kucaklaştık. Filmin cd’sini getirmişti. Ekranın karşısına geçtik. Televizyondan bir de kameraman göndermişler. Birkaç dakika bizi filmi izlerken çekti.

    Can Dündar’ın sayın annesi ile Basın Yayın Genel Müdürlüğü İç Basın Şubesinde birkaç yıl birlikte çalışmıştık. Çok nazik, çok seviyeli bir genç hanımefendiydi. Kadromuz bir aile gibiydi. Can Dündar’ı bu nedenle biraz da evladımız gibi severiz.

    Film Atatürk’ü işleyen iddialı, tartışmalı bir filmdi. “Bak..” dedim, “..Beğenmezsem söylerim. Ona göre.”

    “Elbette hocam.”

    Filmi izlemeye başladık. Yaklaşık 20 dakika sonra, ilk kanımı söylemek için filmi durdurmasını rica ettim. Bu noktaya kadar filmde, yazılan ve maillerde yer alan ağır eleştirilere, büyük suçlamalara hak verdirecek hiçbir sahne yoktu. Çekimleri, yönetimi de beğenmiştim.

    Filmin başında M. Kemal’in, üç yaşındayken ölen kardeşinin cesedinin çakallar tarafından parçalandığını yansıtan bir korku filmi sahnesi vardı. Bu sahne ve anlatım beni tedirgin etmişti ama bunun olumlu bir anlama dönüştürüleceği umuduyla sustum. Bu konuya yeniden döneceğim.

    İzlediğimiz noktaya kadar suçlanacak, eleştirilecek bir sahne görmemiştim. Bu bölümle ilgili eleştiriler bana haksız geldi.

    Ama M. Kemal’in Sofya’ya askeri ataşe olarak gönderildiğinin açıklanmasından sonra filmde yanlışlar, abartılar, eksikler, saptırmalar, haksızlıklar, yersizlikler, küçültücü anlatımlar, resimler belirmeye başladı. Sona doğru arttı. Son bölüm şaşırtıcıydı. Her duyarlı insanı yaralamıştır sanıyorum.

    Filmdeki güzellikleri, teknik başarıları da, yanlışları, olumsuzlukları da, ilk görüşte görebildiğim, anlayabildiğim kadar, söyledim. Düzeltmesini istedim. Bazı olumsuzlukları ise program çekimine geç kalmamak için not etmekle yetindim. Program çekiminde değinirim diye düşündüm.

    Can Dündar beni çok efendice dinledi, değindiğim hususları kabul etti, yanlışları düzelteceğine de söz verdi. Doğrusu da buydu. Türkiye’de Milli Mücadele, Cumhuriyet dönemi ve Atatürk hakkında insafsız, kuyruklu, çıngıraklı, rezilce yalanlar söylenip yazılırken Atatürk ve dönemi yanlış ve eksik anlatılamazdı. Yanlış anlatım yalancıların, sahte tarihçilerin, kara çalıcıların ekmeğine yağ-bal sürmek olurdu. Tarihimizin ve 20. yüzyılın en büyük insanlarından biri söz konusuydu. Hele eser, ‘belgesel’ diye nitelenen bir film ise, her kare ve her sözcük, tarihe ve gerçeğe dayanmalıydı.

    Can büyük bir içtenlikle, “Keşke size danışsaymışım” demek inceliğini gösterdi.

    Saat 15.00’e doğru filmi izleme sona erdi. Can gitti. Pek az sonra da televizyondan yollanan araç geldi. Dinlenemeden çekim yapılacak yere gittim.

    Ben sayın M. Ali Birand’ın yönetiminde Can’la benim katılacağım ikili bir program yapacağımızı sanıyordum. Bu genişçe konuşulacak, olumlu sonuçlar verecek bir program olurdu. Programa 6 kişinin katılacağını orada öğrendim. İlke olarak böyle kalabalık programlara katılmam. Hiç katılmadım. Gerçekler, laflamalarının altında ezilip kalıyor. Geri dönmek şık olmayacaktı, programa katıldım.

    Çekim yapıldı.

    Payıma düşen süre içinde filmin eksiklerini, yanlışlarını yumuşak bir üslup içinde, emeğe saygımı koruyarak, özetledim.

    Program ertesi günü, Perşembe gecesi yayımlanacaktı.

    Perşembe sabahı, daha gazetelere bakamadan, telefonum ardarda çalmaya başladı. Can Dündar’ın Milliyet gazetesinde bir gün önce filmi birlikte izlediğimizi anlatan bir yazısının yayımlandığını bildiriyorlardı. Yazıdan filmi beğendiğim anlaşılıyor olmalı ki ısrarla şunu soruyorlardı: Sahi filmi o kadar beğenmiş miydim?

    Yazı, filmi birlikte izlediğimizi gösteren iki de resimle süslenmişti. İlk paragrafı şöyleydi: “Geçen gün Turgut Özakman’ı televizyonda bizim Mustafa filminden sahneler üzerinde yorum yaparken görünce çok üzülmüştüm. Çünkü filmi izlemediğini biliyordum.”

    İddiasına göre ben filmi izlemeden ‘Mustafa filminden sahneler üzerinde yorum yapmışım’. Oysa evde, söz açılınca, Arena programında sadece bana sorulan yeni, eski yalan ve yanlış iddialara yanıt verdiğimi kendisine anlatmıştım. Buna rağmen 32. Gün’ün çekimi sırasında da ayıp ederek bu yakışıksız iddiayı yinelemiş, beni bu gerçeği program içinde bir daha açıklamak zorunda bırakmıştı. Durumu iki kez açıklamış olmama rağmen yazısının başında, bu iddiayı yine ileri sürüyordu. Kendisine duyduğum güven solup gitti. Kimi efendi insanlar direksiyona geçince canavarlaşır, kimi kaleme sarılınca böyle saygısız olur!

    Yazının girişi ve genel havası, filmi çok beğendiğim izlenimini vermekteydi. Can filmi eleştirdiğimi de belirtiyordu ama neleri, nasıl, ne kadar eleştirdiğimi sessiz geçmişti.

    Bu reklam kokan yazıdan olağanüstü rahatsız olduğumu belirtmeliyim. Bu benim hiç hoş görmeyeceğim bir cinlik. Asla çiğnenmeyecek nezaket, saygı ve güven kuralları vardır.

    Gece yarısından sonra yayımlanacak olan programı izleyebilenler doğruyu öğreneceklerdi ama izleyemeyenler, ne düşüneceklerdi? Hâlâ telefonla, maille sorup duruyorlar: “Siz, Can Dündar’ın yazdığı gibi sahiden filmi beğendiniz mi?”

    16 Kasım Pazar akşamı (19.00 seansı), filmi telaş etmeden, bir daha ve büyük perdede seyretmek için eşimle birlikte sinemaya gittim, çok dikkatle, not alarak izledim.

    İlk izleyişte, belki yoğun İstanbul günlerinin yorgunluğundan, belki Can’la dostça konuşa konuşa izlediğimizden, bazı hususları atlamışım. Bu izleyişte, dikkatimden kaçmış büyük boşluklar ve yeni olumsuzluklar fark ettim.

    Bilgilerimi, izlenimlerimi birleştirdim.

    Film genel yaklaşımı, yanlışları ve eksikleri ile beni düşündürdü. Artarak, şaşırtarak, üzerek, ürküterek düşündürmeyi sürdürüyor.

    Bu yazıyı yazmak için Can’ın röportajlarını ve açıklamalarını buldum. Genç Bakış ve 32. Gün’ün kayıtlarını birkaç kez izledim.

    Bu yazıyı film hakkındaki düşüncelerimi genişçe açıklamak, Can’ı bir kez daha uyarmak ve özellikle sevgili öğretmenlerimizi ve öğrencilerimizi bilgilendirmek için yazıyorum.

    Yazımı gerektikçe soru-yanıt biçiminde sürdüreceğim.

    “Mustafa” Adlı Film

    Filmin anlatım sanatı bakımından çok ciddi bir eksikliği var: Filmde tema (anafikir) yok. Tema, kural olarak, bir yargı cümlesidir. Eser temayı kanıtlamak, anlatmak için var edilir. Tema bütün esere yön verir, konuyu çerçeveler, anlatımı toparlar, sanatsal disiplin altına alır. Mustafa’da genel bir tema yok, denilebilir ki her aşamada değişen temalar, motifler var. Omurgasızlığın, dağınıklığın, eksikliklerin, iç çelişkilerin, konunun gelişip ilerleyememesinin, final coşkusuna yürüyememesinin ana nedeni bu.

    Anlatım sanatı, kurallarına uymayanları cezalandırır.

    Film yaklaşık 2 saat sürüyor. Dramatik çatışma içermeyen, düz bir çizgi halindeki bir filmin iki saat ilgiyle izlenmesi zordur. Oysa M. Kemal kargalarla, parasızlıkla, karanlıkla, yalnızlıkla değil, çok önemli, etkili, büyük güçlerle çatışmıştır: İstibdat, emperyalizm, komitacılık, Alman subayları, ortaçağlık, bağnazlık, ilkellik, gericilik, yoksulluk, bilgisizlik, teslimiyetçilik, işbirlikçilik, hainlik, barbarlık, Batı karşısında duyulan aşağılık duygusu, nankörlük vb. Hiçbir aşamada bu çatışmalar yer almıyor. Hele emperyalizmden hiç söz edilmiyor. Emperyalizm yok sayılarak yakın tarihimiz nasıl anlatılabilir ve anlaşılabilir? Kimlerle mücadele ettiğimizi anlatmadıkça, mücadelenin müthişliği, zaferlerin büyük anlamı nasıl anlaşılacak?

    Nitekim anlaşılmıyor.

    Kısacası, filmin konusu dümdüz ilerleyen bir çizgi halinde. Dramatik anlamda ne çatışma var, ne kırılma. Bunun sonucu olarak merak da yok. Kural olarak finale doğru gelişim yoğunlaşır, hızlanır ve yükselir. Bu filmde tersi oluyor. Yükselmiyor, düşüyor ve sonunda sürünüyor.

    İkinci izleyişimde 200 kişilik salonda 27 kişi vardı. Kimse bırakıp gitmedi ama kıpırtılar, öksürükler, mısır yemeler, fısıldaşmalar ilginin gevşekliğini belirtiyordu.

    Çekimler güzel, bazı yerlerde çok güzel, kurgu ustaca, teknik olanaklar akıllıca kullanılmış. Yerli, yabancı arşivlerden yararlanılarak etkili siyah-beyaz otantik filmler, fotoğraflar sağlanmış. Bu önemli, değerli bir başarıdır.

    İkinci izleyişte beni müzik de düşündürdü. Fazla Balkanlı geldi. Besteci, bir büyük imparatorluğun acı veren ölümünü, ‘yeni Türkiye’nin önsözü Çanakkale’yi, yenilgiyi, işgalleri, Anadolu’yu, Milli Mücadele mucizesini, o çılgınca yurtseverliği, yeni bir devletin doğuşunu, kurtuluşu, bağımsızlığı, bir hayat hamlesi olan çağdaşlaşma çabalarını, yani devrimleri, Anadolu aydınlanmasını, bu emsalsiz destanı nereden bilsin? Aydınlarımızın çoğu bile bilmiyor. Doğrusu Muammer Sun, Fazıl Say, Çetin Işıközlü gibi değerli bestecilerimizi aradım.

    Filmin anlatıcısı Can Dündar. Türkçesi temiz. Ama bu film dramatik anlatım istiyor. Can bir haber spikeri gibi yorumsuz, heyecansız anlatıyor. Hiç duygulanmıyor, Anadolu yanıp yıkılıyorken hiç acımıyor, kızmıyor. Zaferlere hiç sevinmiyor, coşmuyor. Düzayak, tekdüze bir seslendirme.

    Bu Bir Belgesel Film Değil

    Mustafa bir belgesel film mi?

    – Hayır. Bir film, bir mektuptan bir parçaya, kahramanın günlüğünden birkaç satıra yer verdiği, bazı belgesel filmlerden yararlandığı için belgesel olmaz. Bunlar küçük küçük, sevimli, ilginç, hoş süsler. Gerçek bir belgesel filmde ilke olarak yanlış, çarpıtma, gerçekleri sulandırma bulunmaz. Gerçeklerle oynanmaz. Belgesel filmin amacı gerçeği, doğruyu anlatmak, belgelemektir.

    – Yanlış, çarpıtma, sulandırma var mı Mustafa’da?

    – Evet var. Olmasa 32. Gün programında söylemezdim, şimdi de bu yazıyı yazmazdım. Sırası geldikçe bilgi vereceğim.

    – Belgesel değilse nasıl bir film?

    – Bu film kendi söyleyişiyle bir Can Dündar filmi. Diyor ki: “Bu benim Atatürk’üm, bana ait bir Atatürk yorumu. Bunun ‘gerçek Atatürk’e daha yakın biri olduğunu belgelerle kanıtlamaya çalışıyorum.” (9 Kasım günlü Hürriyet, Pazar eki, 8. sayfa)

    – Kanıtlayabiliyor mu?

    – Hayır. Aşağıda örneklerle açıklayacağım. Can Dündar devam ediyor: “Biri de çıkıp diyebilir ki, ‘Hayır, Atatürk hiç böyle bir adam değildi. Yüzlerce kişiyle birlikte yaşadı, asla yalnız kalmadı.’ Tamam, eyvallah, belgelerini ortaya koysun, o da Atatürk filmi yapsın. Biz de izleyelim ve tartışalım.”

    – Allah Allah. Atatürk ve dönemi, belgeselcilerin oyun parkı, yarış alanı mı? Onun bunun Atatürk’ü olur mu?

    – Gerçekleri bilim ahlakı ve anlayışıyla araştırıp saptayanlar için başka başka Atatürk olmaz.

    Maksatlılar, niyeti bozuklar, bilgisizler, gafiller, aptallar, hainler Atatürk’ü kendilerine göre anlatmaya çabalıyorlar. Bu nedenle de başka başka Atatürk’ler var. Ama bunlar gerçeklere aykırı, hayali, ısmarlama, maksada göre üretilmiş gerçek-dışı Atatürk’ler.

    Doğrusu şudur: Doğumundan ölümüne kadar gittikçe büyüyen bir tane Atatürk vardır! Ötesi fasafisodur.

    Bir sanat filminde bazı yorumlara, farklı yaklaşımlara, özgün süslemelere yer verilebilir ama bu bir belgesel, yani doğruyu, gerçeği yansıtmakla sorumlu bir film. Masal değil, hikâye değil, fantezi değil, hayal oyunu değil. Bir lider ve ölen bir imparatorluk, doğan bir devlet, bir diriliş süreci anlatılacak. Böyle bir konu, yaratıcılarından hem bir tarihçi vicdanı ve bilinci, hem bir sanatçı saygısı ve duyarlığı, hem de yeminli bir tanığın dürüstlüğünü ister. Mustafa filminin birçok sahnesinde bu özellikleri özlemle aradım.

    Tarih ile oyun olmaz, insanın elinde patlar.

    Hele hayatı söz konusu olan kimse bir devlet kurucu, kurtarıcı, önder, sahici bir kahraman ise, bütün ekip için gerçeğe bağlılık bir namus ve vefa borcu olur.

    – Ekipten kastınız nedir?

    Can Dündar “Bu benim Atatürk’üm, benim yorumum” diyor, filmin bütün sorumluluğunu üzerine alıyor ama bu noktada Can Dündar’ı kendine karşı savunmak gereğini duyuyorum. Şöyle ki: Bu film sadece bir Can Dündar filmi değil. Çünkü Atatürk ve dönemini (1881-1938) bütün boyutları, evreleri ile kavrayacak kadar geniş ve ciddi bir araştırma yapmak ve belgelemek, kolay iş değildir. Bilen bilir, bu iş uzun yıllar, sürekli bir çaba, sağlıklı bir bakış açısı ve geniş bir kaynak birikimi ister, doğru olanla yanlış olanı birbirinden ayıracak bir ölçüye sahip olmayı gerektirir. Neredeyse ömrümü bu konuya verdim, hâlâ durmadan çalışıyor, araştırıyor, bilgimi sınamaya, genişletmeye, eksiklerimi tamamlamaya çabalıyorum. Bu nedenle Can Dündar, haklı olarak, bir araştırma ekibi kurmuş. Öyle sanıyorum ki bu genç ekip Can’a, yeterli, sağlıklı malzeme getirmemiş. Birikimini doğru, sağlam bilgilerle genişletmemiş. Ekibin Atatürk kim, olay ne, iyi kavradığını iddia etmek çok zor. Atatürk’e hayatı ilginç ünlü biri gibi yaklaşıyorlar. Atatürk’ün Türkiye, Müslüman memleketler, sömürgeler ve dünya için ne anlama geldiğinin sanırım pek farkında değiller.

    Bir küçük dokunuş: Filmin sonunda yararlanılan kaynaklar listesi var. Listede Vahidettin, M. Kemal ve Milli Mücadele adlı çalışmama da yer verilmiş. Ama tek sayfasının bile okunmadığı belli. Okunsa, o yanlışlar ve eksikler filmde yer almazdı. Göz boyama kaynakça olmaz.

    Filmin danışmanları da, biriken malzemeyi Can’ın doğru, tarihin akışına uygun, düzeyli biçimde değerlendirmesine ve işlemesine yardımcı olmamışlar. Anladığım kadarıyla danışmanlar da bu içiçe geçmiş büyük dönemleri ve hele Atatürk’ü pek az biliyorlar. Keşke danışmanların da gerçek danışmanları olsaydı.

    Nitekim Atatürk Araştırma Merkezi’nin eleştirilerini Can Dündar değil, film ekibi yanıtlıyor. (Ntvmsnbc.com’un Mustafa filmi ile ilgili bölümünde)

    Özetle, bu film bir ‘Can Dündar ve ekibinin’ filmi. Ekibi derken yalnız araştırmacıları, danışmanları değil, filmin arkasında duran, filme destek veren kurumları da kastediyorum. Mustafa’yı destekleyen kurumlar herhalde senaryoyu okumuş, incelemiş, demek ki beğenmiş, galalar yapılarak yöneticilere, geniş bir tanıtımın yardımıyla halka, özellikle öğrencilere izlettirilmesini yararlı görmüş, sorumluluğa katılmış ve yardım etmişler. (Türkcell’in senaryoyu dikkatle inceledikten sonra, bu filmi desteklemeyi doğru bulmadığı anlaşılıyor. Can diyor ki: “Bu filmin sponsoru Sabancı. Filmi bittikten sonra izlediler. ‘Var mısınız, yok musunuz’ dedim. ‘Şurasını beğenmedik’ deselerdi, filmi alıp çıkacaktım.” [Hürriyet, 10 Kasım 2008] Yani Sabancılar filmin bitmiş halini görmüşler, beğenip onaylamışlar.)

    Filmdeki yanlışların, çarpıtmaların, haksızlıkların altında, destekleyen kurumların da imzaları bulunuyor! Bu kurumlar yanlışları, çarpıtmaları, haksız yargıları benimseyip benimsemediklerini açıklamalı.

    Bazı illerimizde Milli Eğitim Müdürlüklerinin de öğrencileri filmi izlemeye zorladıkları yazılıyor. Biraz düşünen bu zorlamanın nedenini çakar. Umarım bu haber doğru değildir.

    Yeni Belgeler, Bilgiler

    – Yeni belgeler, bilgiler var mı filmde?

    – Uzun yıllardır tarihimiz okullarda doğru ve yeterli okutulmuyor. Tarihimizi doğru öğrenmediğimiz, okumaya da meraklı olmadığımız için, genel izleyici bakımından birçok bilginin yeni olduğu söylenebilir. Ama bu, değerlendirme çıtasını yerden sadece bir karış yukarda tutmak demektir. Çok değil, biraz tarih bilenler için yeni bir bilgi, belge yok. Sadece iki Fransız gazetesi var. Biri hastalığından söz ediyor. Öteki Atatürk’ü diktatör olarak niteliyor. Birçok olumlu, yüceltici yabancı gazete haberi, yazı, açıklama var; ekip nedense bu yazıyı seçmiş! Filmde bu haksız nitelemeye karşı, kısa da olsa bir yanıt yer almalıydı. Çünkü diktatörlük bambaşka, korkunç bir şeydir. Nitekim Can Dündar Genç Bakış programında diyor ki: “Fransız gazetesinin diktatör nitelemesine karşı bir duruşumuz olmalıydı.” (5 Kasım gecesi, Kanal D)

    Filmde böyle bir karşı duruşun zerresi yok. Tersine, bu iddiayı destekleyen ifadeler var. Aşağıda belirteceğim.

    – O dönemde birçok yabancı yazar, düşünür, bilim adamı ve politikacının, özellikle de mazlum milletler liderlerinin Atatürk ve dönemi hakkında yazıp söylediği birçok övücü, gurur verici açıklamalar var. Neden hiçbirine yer verilmemiş de bu Fransız gazetesinin nitelemesi seçilmiş?

    – Bu soruyu Can Dündar’ın ve ekibinin yanıtlaması gerekecek. Düşündükçe birçok şey zihnimi kemirip duruyor. Nedensiz ne yaprak kımıldar, ne de bir seçim yapılır. Bu konuda Mustafa’cılara dört değerli kaynağı hatırlatmak istiyorum: Bilâl N. Şimşir, Doğunun Kahramanı Atatürk; Özer Ozankaya, Dünya Düşünürleri Gözüyle Atatürk ve Cumhuriyeti; S. Çiller, Atatürk İçin Diyorlar ki (Varlık Yayınevi, 1965); Atatürk’e Saygı (TDK, 1969).

    – Umarım okurlar.

    – Bir de dayanaksız iddialar, yakıştırmalar var ki bunlara yeni bilgi demek bilgiyi aşağılamak olur.

    – Ya Atatürk’ün not defterleri?

    Atatürk’ün not defterlerinden ikisi Şükrü Tezer ve Afet İnan tarafından yayımlanmıştır. Harp Tarihi Dairesi’ndeki not defterleri 21 tanedir. Yeni ortaya çıkmış belgeler değildir, uzun yıllardan beri biliniyor, yayımlanıyor. Meraklılar bilir. (Toplu bilgi için: Ali Mithat İnan, Atatürk’ün Not Defterleri, Gündoğan Y., Ankara, 1969)

    Hangi Atatürk?

    Can Dündar, Hürriyet’te sayın Ayşe Arman’a şöyle diyor: “Benim bildiğim, benim okuduğum adam, bana anlatılan adama uymuyor. Benim oğluma anlatılan da benim bildiğim adam değil.” (9 Kasım, Pazar eki, 8. sayfa) Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

    Can Dündar’ın Atatürk’ü, Mustafa filminde anlattığı Atatürk ise, bu Atatürk’ün gerçek Atatürk’le pek az ilgisi var.

    Can, Atatürk ve dönemini parça parça incelemiş. Geneli görmemiş. Ormana bakmıyor, ağaç dallarıyla ilgileniyor. Mesela Atatürk’ün laiklik anlayışını din karşıtlığı gibi algılıyor. Atatürk’ün içkisine, yalnız bırakıldığına takıntılı. Hele Cumhuriyet dönemini hiç anlamamış. Atatürk’ün sofracısı Cemal Granda’nın şişirilmiş, uyduruk anılarını ve benzeri anıları, doğru ile yalanı daha ayırdedemediği için gerçek sanıyor. Bu arada zaman zaman yeni tribünlere oynadığı izlenimini de alıyorum.

    Bir de şu var: Atatürk’ü psikolojisi ile anlatmak istiyor. Yararlı bir yaklaşım. Ama bunu bir psikolog ya da ciddi bir hoby olarak psikolojiyi seçmiş olan biri yapabilir. Can psikoloji bilmiyor. Vamık D. Volkan ile Norman İtzkowitz’ın yazdığı Ölümsüz Atatürk adlı kitaptan yararlanmış. Kitabı çok başarılı buluyor. (Hürriyet, 10 Kasım, s.6) Bir psikoloğumuz bu kitabı inceleseydi şaşırtıcı, akıl karıştırıcı, bilimselliği çok şüpheli, Atatürk’ü acayip kalıplarla çözümlemeye çalışan, tuhaf, esrarengiz bir kitap olduğu açığa çıkardı. Atatürk’ü anlamak için başvurulacak bir kitap olmadığını söyleyip bu konuyu kapatacağım.

    Psikoloji, amatörler için çok kaygan, karmaşık bir alandır. İnsanı gülünç eder. Dikkat!

    (Bu kitabın etkisiyle Can diyor ki: “Babasız büyümek, bir ülke için baba figürüne dönüşmenizde etken olabilir.” [Hürriyet, 10 Kasım, s.6] Söz konusu kitapta işte buna benzer birçok yakıştırma var. Mesela Atatürk’ün yurtseverliği şöyle anlatılıyor: “M. Kemal anasına duyduyu sevgiyi, anasının ölümü üzerine vatanına yöneltmiştir.” (Bağlam Y., 1998, s.290) Nasıl? Ne kadar bilimsel değil mi?)

    Atatürk’ü anlamaya, anlatmaya, açıklamaya, çözümlemeye çalışan birçok dürüst, doğru, değerli çalışma var. Can bunlardan yararlanmak yerine bu komik kitaba takılıp kalmış. (Kendisine aydınlatıcı, dürüst, baba bir kitap tavsiye edeyim: Prof. Dr. Şerafettin Turan, Mustafa Kemal Atatürk, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2004)

    Bu nedenlerle filmde ortaya, değişik bir Atatürk çıkmış. Ben oğlunun bildiği Atatürk’ün –bilgisini koruyorsa– gerçek Atatürk’e daha yakın olduğuna inanıyorum. Çünkü özellikle sevgili, sayın öğretmenler Atatürk’ü saygıyla, özenle, ona yaraşır, yakışır bir dille anlatıyorlar. Ne yapacaklardı yani? Öğrencilerine, Atatürk’ü, filmdeki gibi özetle, ‘içkici, kadına düşkün, yalnız bırakılmış, arkadaşsız, diktatör, unutulmaktan ödü patlayan, Mussolini’yi çağrıştıran, emeklilik psikozu içinde birtakım işlere kalkışan bir adamcağız’ diye mi anlatacaklardı?

    Bu mudur Atatürk?

    İnsaf!

    Can Dündar da, ekibi de, danışmanları da, bence Atatürk’ü hiç anlamamışlar. Atatürk olgusunun yüzeyinde, uzağında kalmışlar. Bilgi yetersizliğinden kaynaklanan bazı önyargıları var ve bütün filmde hiç sevgi yok.

    Büyük insanlara, meraklı komşu gibi, paparazi gibi, hele softa gözüyle bakılamaz. Can nerede durduğunu, kendisini savunan ve alkışlayan bazı kalemlere bakarak kavrayabilir.

    Fatih Sultan Mehmet, Kadırgalı Abdullah Molla anlatılır gibi anlatılamaz. Tersi de olmaz. Biçim öze uymalı. Bu kural anlatım sanatının temel kuralıdır.

    Ayrıca takt diye birşey vardır ki Türkçeye denlilik, incelik diye çevrilebilir. Bu yazık ki genç kuşakların örneğini pek az gördükleri bir tutum. Bir şeyi incelikle anlatamıyoruz. Kabalık yaygınlaştıkça yaygınlaşıyor. Oysa bilginin üslubu nazik, sesi sakindir.

    Can Dündar Atatürk’ün Armstrong’un Bozkurt kitabını hoşgörüyle karşıladığını anlattıktan sonra genele seslenerek diyor ki: “Böyle hoşgörülü Atatürk’ten siz sansürcü, ceberrut bir portre yaratmışınız ve bize onu yutturmaya çalışıyorsunuz. Ben o Atatürk’ü benim liderim saymıyorum. Ben kendi tanıdığım lideri anlatmaya çalışıyorum.” Siz ne diyorsunuz?

    – ‘Sansürcü Atatürk’ ne demek anlamadım. Lafın gelişi söylemiş olmalı. ‘Ceberrut Atatürk’e gelince: Hiçbir uygar, vicdanlı, sağduyulu, gerçeğe saygılı insan, Atatürk’ü ceberrut diye nitelememiş, tanıtmamıştır. Şimdi de Atatürk’ü öyle anlatan ciddi, gerçekçi tek bir inceleme, araştırma, hikâye yok. Kimse Atatürk’ü Can’ın iddia ettiği gibi ‘ceberrut diye yutturmaya’ kalkışmıyor.

    Atatürk’ü yakından tanıyan birçok kimse anılarını yazarak Atatürk’ü anlatmıştır. Birkaçı: Yunus Nadi, Falih Rıfkı Atay, Y. Kadri Karaosmanoğlu, Ruşen Eşref Ünaydın, Kılıç Ali, Salih Bozok, M. Müfit Kansu, Ali Fuat Cebesoy, İsmet İnönü, Celal Bayar, Damar Arıkoğlu, Fahrettin Altay, Hasan Rıza Soyak, Hüsrev Gerede, Kâzım Özalp, Afet İnan, Sabiha Gökçen, Süreyya Ağaoğlu, Y. Kemal Tengirşenk, Aralov, J. Grew, Madame Gaulis, General Sherill vb…

    Hiçbirinde Atatürk ceberrut olarak anlatılmaz, anılmaz, ima bile edilmez. Hiçbir okul kitabında da böyle bir niteleme yoktur. Çünkü Atatürk ceberrut değildi. (Ceberrut= acımasız, zorba)

    Can’ın ‘ceberrut Atatürk’ iddiasının ciddi bir dayanağı yok. Kendi ileri sürüyor, kendi karşı çıkıyor. Gölge boksu yapıyor.

    Atatürk’ün ceberrut olduğunu yazmaya yeltenen hiç kimse yok mu?

    – İstisnasız kural olur mu? Birkaç kişi var.

    – Kimler?

    – Bunlar Can Dündar’ı ve Mustafa filmini alkışlayanlar arasında yer alıyorlar. Atatürk’e, “diktatör, bütün yetkileri elinde topladı, söylediği kanundu, muhaliflerini temizledi” filan diyen, Mussolini gibi kepaze bir adamı anıştıran da Can Dündar’ın kendi ve ekibi. Filmde bir-iki sahne dışında, Atatürk’ün büyük, güzel özelliklerini anlatan, yansıtan bir hava yok. Ne kadar sevgisiz bir işleyiş. Film gittikçe karamsarlaşan, olumsuzlaşan, durgunlaşan bir havayla sürüyor, final tüy dikiyor.

    Can’ın yaptığı ile söyledikleri birbirini tutmuyor. Şimdiye kadar, birkaç dinci ve Armstrong’tan başka hiç kimse Atatürk’ü, Mustafa filmi gibi anlatmadı. Resmi anlatımın gölgesinde kalmayayım derken, gerçeğin çok dışına, uzağına düşülmüş. Bu asla unutulmayacak bir talihsizlik.

    Can Dündar Atatürk’e sansür uygulandığından yakınıyor.

    Atatürk’ü sansürlemek akla ve ahlaka aykırı bir şey. Ama koca bir hayatın içinden cımbızla birkaç cümle, birkaç ayrıntı seçip de bunları bir karakterin anahtarı diye ileri sürmek de sansür kadar akla ve ahlaka aykırı bir davranış olur.

    Atatürk Filmleri

    Can Dündar Hürriyet’teki Ayşe Arman röportajında diyor ki: “Kimsenin bir Atatürk filmi yapma niyeti yok. Yapsalar 70 yıldır yaparlardı. Kimse bir şey yapma derdinde değil..” Sizce doğru mu söylüyor?

    – Konuya uluslararası maceracılardan söz ederek gireyim. Biri Laurence Olivier’nin oğluydu. Allahtan bunlara bir Atatürk filmi çektirilmedi. Yalan yanlış olacağına hiç olmaması daha iyidir. Mustafa filmi bu konuda uyarıcı bir örnek. Bilmeyen, anlamayan, dersine çalışmayan bu konuya elini sürmesin!

    Rahmetli Behlül Dal Atatürk’le ilgili beş-altı kısa film yaptı, Devlet Tiyatrosu sanatçıları da oynadı. Zaman zaman televizyonlarda yayımlanıyor.

    Kültür Bakanlığı 1992’de Atatürk’le ilgili bir dizi film yaptıracaktı. Bu yararlı düşünceyi gerçekleştirmek için birçok yazara senaryo ısmarlandı. Fakat neden bilmem yalnız biri filmleşti: Refik Erduran’ın Metamorfoz’u. Yönetmeni Feyzi Tuna. Bu film de TRT’de yayımlanmıştır.

    Son olarak TRT 1990’larda sayın Ziya Öztan’a iki dizi (ve film) yaptırdı: Kurtuluş ve Cumhuriyet. Bu çalışmalar 1921 ile 1933 arasındaki en yoğun, anlamlı, eşsiz dönemi kapsıyor. Bunlar Ziya Öztan’ın bilgisini, bilincini ve ustalığını kanıtlayan, işlediği dönemi dürüstçe ve sanatlıca anlatan çalışmalar. Çekimleri toplam üç yıla yakın sürmüş, on binlerce insanın katkısıyla var olmuşlardır. Çok büyük yankı uyandırdıklarını söylemem gereksiz.

    Özellikle bu iki önemli çalışmayı bir kalemde silip geçmesini, Can Dündar’a hiç yakıştıramadım. Ustaya, emeğe, gerçeğe saygı lütfen!

    Ama Mustafa filminin bir yararı oldu. Atatürk filmi yapmak için çeşitli grupların çalışmalara başladığını duydum, çok sevindim. Atatürk’ü doğru anlatmak, bu olumsuz, tuhaf, gerçeğe aykırı çalışmalar, çabalar, yorumlar karşısında, bir vatan görevi, bir ahlak borcu oluyor.

    – Ek olarak “Biri yapsa da beynine binsek diye bekliyorlar” diyor, eleştirileri ‘linç’ diye niteliyor.

    – Bazı hususlardaki eleştirilerin haksızlığını, filmde karşılıklarının bulunmadığını ben de kabul ediyorum.. Bunlara tepki göstermekte haklı. Kendisine bu nedenle ‘sabır’ dilemiştim. Ama birçok ciddi eleştiri, uyarı, yerme var ki, onları ‘linç’ diye nitelemek kesinlikle doğru olmaz.

    Mustafa filminin bazı sahnelerinde, bir milletin tarihi boyunca en çok saygı duyduğu, arkasından en çok ağladığı bir kahramanın anısı ve saygınlığı, yaralanıyor, incitiliyor.

    Asıl linç bu.

    Buna tepki gösterilmemesi, doğruların açıklanmaması çok hazin, rezil, acı bir şey olurdu. Can Dündar, bu tepkilere, eleştirilere, suçlamalara katlanmalı ve hiç gecikmeden bu yanlışlıkları, eksiklikleri düzeltip filmi gerçeğe uygun, kahramanına saygılı hale getirmelidir. Yani bana verdiği sözü tutmalıdır.

    Atatürk’ü Anlamak ve Anlatmak

    Can Dündar diyor ki: “Atatürk’ün özel hayatını anlattığımız söyleniyor. Ama aslında film onu anlatmıyor. Başka bir mücadele var Atatürk’ün hayatında, ben onu fark ettim ama gelen tepkilere bakıyorum da filme çok yedirememişim.”

    – Fark ettiğini söylediği mücadeleyi açıklamayı biraz sonraya bırakalım, önce şu sözlerini konuşalım. Atatürk’ün özel hayatını anlatmıyorsa, filme bazı alışkanlıklarını, bazı nitelemeleri sokuşturmasının nedeni, anlamı ne? Ne kazandırıyor bunlar filme, Atatürk’e, Cumhuriyet’e, genç kuşaklara, çocuklara?

    İncelikten, denlilikten yoksun bu üslup pek çok insanı incitiyor.

    Bazı öğrencilerin filmden etkilenerek söyledikleri Atatürk aleyhindeki sözleri duyuyor ve ürperiyorum. Film bütün okullara pazarlanıyor. Can filmin öğrencilere pazarlanacağını bilmiyor muydu? Bilmemek olur mu? Asıl hedef kitle öğrenciler! Para ordan gelecek. Pazarlanınca bazı sahnelerin, sözlerin, nitelemelerin çocukları nasıl olumsuz etkileyeceğini hiç mi hesaba katmadı? 32. Gün’de iki kişi, bu anlatımı, resmi söylem dışında özel bir eser olmanın gereği gibi savundu.

    Resmi söylem dışında, özel bir eser olmak, kalın, kaba, hoyrat, sorumsuz olmayı mı gerektiriyor? Haksız davanın savunucusu olmak ne güç. İnsanı yanlışın arkasında durmaya zorluyor.

    Sanatçının önüne malzeme yığılır. Sanatçı aklı, sağduyusu, zevki ve bilinciyle bu yığını ayıklayıp seçmesini bilen kişidir. Yoksa çalışma, deli kızın çeyiz bohçasına döner ya da saatli bombaya ya da zehir çanağına.

    Mustafa adı verilen filmin büyük kusuru şu:

    Atatürk olgusu iki saate sığdırılamaz elbette ama film bu olgunun özünü yansıtmalıydı, o yok. Bu olguyu iki sözcükle özetleyeyim: Kurtuluş ve çağdaşlaşma.

    Dört yandan işgal edilmiş yoksul, çağdışı bir ülke. Para yok, silah yok, örgüt yok, galipler yüz yıllık hazırlıklarının ürünü olan Sevr Andlaşması’nı dayatarak Türkiye’yi parçalamak ve ebediyen denetim altında tutmak istiyorlar. Anadolu’yu 400.000 silahlı kuvvet işgal ediyor. Teslimiyetçi ve işbirlikçi İstanbul yönetimi Sevr’e, parçalanmaya, denetim altında yaşamaya razı olmuş. On yıl süren savaşlar halkı bitirmiş. Atatürk işte bu yaman koşullar içinde kurtuluş ve bağımsızlık bayrağını açıp milletiyle birlikte vatanını kurtaran adamdır.

    Bu kadar mı? Hayır.

    Dahası var: Bağımsızlığın kazanılmasından sonra her alanda çağdaşlaşmayı ve kalkınmayı başlatır. Bu, bir büyük hayat hamlesi, sömürücü Batıya karşı da çok ciddi bir önlemdir. Büyük ve ebedi kurtuluş budur. Sömürüden, horlanmaktan, bilgisizlikten, ilkellikten, bağnazlıktan, kurbanlık koç olmaktan, Batı karşısında elpençe divan durmaktan, maddi manevi kölelikten kurtuluş!

    Bu hamle iki ayaklıdır: Birinci ayak sosyal, kültürel, manevi kalkınma, ortaçağdan yeni çağa geçiş, kadının eşit haklar kazanması, aklın ve vicdanın özgürlüğe kavuşmasıdır, milletleşmedir, yani Anadolu rönesansı ve hümanizmasıdır.

    İkinci ayak maddi kalkınmadır. 1923’te yüz küsur fabrika vardı, 1933’te, on yıl içinde, fabrika sayısı iki bin küsur olmuştur. Durgun, çağdışı bir köylü toplumu Cumhuriyet’le birlikte silkiniyor, üretici, çağa açık, yaşayan bir toplum olmaya başlıyor. 15 yıllık kalkınma hızı ortalaması %10, sanayileşme oranı % 19’dur ki dünya rekorudur. Atatürk işte bu müthiş hayat hamlesinin de öncüsü, mimarıdır. Bugün neyimiz varsa hemen hepsini kendisine borçlu olduğumuz insan.

    Açıkçası, dünyada hiç benzeri olmayan biri!

    Mustafa filminde bu yok işte, Atatürk yok!

    Başka? Emperyalizm yok, kapitülasyonlar yok, Sevr yok, Lozan yok, çağdaşlaşma yok, devrimler yok, laiklik yok, millet mektepleri yok, halkevleri yok, eğitim destanı yok, demiryolcular yok, sağlık mücadelesi yok, Medeni Kanun yok, aklın özgürleşmesi yok, gençlik yok, konservatuar yok, sanat yok, öğretmene verilen büyük önem yok, üniversite yok, fabrikalar yok, Atatürk’ün bağımsızlık ve uygarlık bayrağı altında toplanan halk, o fedakâr, çalışkan, bilinçli millet yok, o canlılık, saygınlık, umut, güven, yaşama sevinci, birlik ve dirlik yok.

    Vatan padişahın mülküydü, milletin oldu; saltanat hanedanın hakkıydı, millete geçti; halk padişahın kuluydu, vatandaş oldu. Bu bir Doğu ülkesi için hayal bile edilemez, emsalsiz, olağanüstü, mucize gibi bir devrimdir.

    Atatürk bunlar demektir.

    Filmi ruhsuz, özsüz, etkisiz, eksik yapan bunların olmaması, kurtuluşu ve atılımı yansıtmamasıdır. Bunlarla ilgili birkaç sözcük yok değil. Ama bir kurtuluş destanı ve büyük hayat hamlesi bir-iki fırça dokunuşuyla anlatılamaz. Filmdeki bu ruhsuzluk, Atatürk’ü küçültmeye, Milli Mücadele’yi önemsizleştirmeye, Cumhuriyet’i yermeye çalışan kafa ve kalemleri sevindirmiş, memnun etmiş görünüyor. Bu durum Can gibi çağdaş bir Cumhuriyet genci için iftihar edilecek bir durum değil.

    Atatürk’ü neden anlamakta, anlatmakta zorlanıyoruz?

    – Biz dâhisi az bir milletiz de ondan. Bir dâhiyi anlamanın, kavramanın, açıklamanın, yorumlamanın, çözümlemenin, tanımlamanın, betimlemenin acemisiyiz. Deneyimimiz çok az. Biz Fatih Sultan Mehmet gibi bir dâhiyi de gerektiği gibi yorumlayabilmiş, açıklayabilmiş değiliz. Atatürk’ü, tarihin bir döneminde var olmuş ünlü bir asker, bir siyasi lider gibi anlamak ve böyle anlatmak, Atatürk’ü hiç anlamamış olmak demektir. Bir dağ gibi yaklaştıkça büyüyor, görme alanımızın dışına taşıyor. F. Rıfkı Atay diyor ki: “Bir fıkrasından, bir hikâyesinden, bir yazı veya nutkundan hemen anladığımızı sandığımız Gazi, aradıkça yeni bir sır verir.” (Çankaya, s.686)

    Şimdi neyi fark ettiğine gelelim.

    – Fark ettiği hususu şöyle açıklıyor: “Asıl mücadele, ne Yunanlılara, ne asi Kürtlere, ne de gericilere karşı veriliyor. Atatürk’ün asıl mücadelesi, ‘iktidarı gökyüzünden yeryüzüne indirme meselesi.’ Ben bütün mücadelesini topyekûn elden geçirdiğimde bunu gördüm…”

    – Akşamdan sonra sabahlar hayrolsun! Bu anlattığı şey, çağdaşlığın, cumhuriyetin, özgürlüğün ve milliliğin özünü oluşturan laiklik. Şu bildiğimiz laiklik. Fransız devriminden ve TBMM’nin Ocak 1921’de kabul ettiği anayasanın ilk maddesinin yürürlüğe girmesinden beri dünyada ve Türkiye’de geçerli olan devlet niteliği. 1921 Anayasası’nın ilk maddesi şöyle: “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.” Böylece ilahi egemenliğin yerini halk egemenliği alır. Egemenliğin kaynağı gökten yere iner. Bunu doğal olarak saltanatın kaldırılması, Cumhuriyet’in ilanı, hilafete son verilmesi, eğitimin birleştirilmesi, Medeni Kanun’un kabulü, laikliği güçlendiren öteki devrimler, kurumlar ve kanunlar izleyecektir. Şunu da belirteyim, Atatürk’ün asıl mücadelesi çağdaşlaşmadır. Laiklik çağdaşlaşmanın bir parçası, olmazsa olmaz özelliğidir. Türkiye’nin uygar yüzünü çağdaşlaşma çabası oluşturur.

    Kısa bir ek yapayım: Laiklik dinsizlik değildir, din karşıtlığı da değildir, Cumhuriyet’in ve Atatürk’ün din ile, dindarlar ile hiçbir sorunu olmamıştır. Cumhuriyet’in ve Atatürk’ün karşı olduğu husus din ticareti, din aktörlüğüdür; dini çıkar, iktidar, siyaset, halkı kandırmak için kullanmak, sömürmektir, insanlarımızı aldatmaktır, hurafelerdir. Bu sömürüye, aldatmaya kuşkusuz her gerçek dindar da karşıdır. Din sömürücüleri o zaman da sorundu, bugün de sorundur, yarın da sorun olacaktır.

    Can Dündar Mustafa filminde laikliği, onun hayati önemini, demokrasinin altyapısı olduğunu anlatıyor mu? Hayır. Konuşmasında üzerinde duruyor ama filmde önem bile vermiyor. Filmde Atatürk’ün laikliği tanımlayan, anlatan, açıklayan, savunan, yerleştirmeye çalışan, güçlendiren birçok sözünden bir-ikisini kullanıyor, röportajlarında bu sözleri din karşıtı söylemler gibi yorumluyor. Hatta Ayşe Arman’la yaptığı konuşmada diyor ki: “Bütün insanlık tarihinde dinin, tamamen siyasal ve toplumsal hayattan silinmesinden söz ediyor. Bu kadar radikal bir lider.”

    Koskocaman bir yanlış!

    Atatürk –ve arkadaşları– dünyadan ve tarihimizden ders ve ibret alarak, dini vicdanlara emanet etmiş, din ile siyasal hayatı ve devlet işlerini birbirinden ayırmışlardır. Ama toplumsal hayattan silinmesini istememişlerdir. Dini toplumsal hayattan silmek istemek, düpedüz yasaklamak demektir. Hepsi buna güçlerinin yetmeyeceğini bilecek kadar akıllı ve dine saygılı insanlardı.

    Atatürk ve arkadaşları dini, ibadeti, ezanı, kurbanı, orucu, fitreyi, zekatı, dini bayramları, mevlidi, imamları, müezzinleri, müftüleri yasakladı mı? Hayır! Camileri, mescitleri kapattı mı? Hayır! Atatürk, Elmalılı M. Hamdi Yazır’a kendi cebinden para vererek Kuran’ı çevirtmiş ve yorumlatmış mıdır? Evet! Öyleyse Atatürk’ü bu taş gibi gerçekleri dikkate almadan anlatmaya, açıklamaya çalışmak, iyi niyetle, gerçeğe saygı ile bağdaşır mı?

    Atatürk’ün aklıyla vicdanı arasında kaldığı anlar olabilir. Arayışlardan geçen iman daha güçlü, bilinçli imandır. Ben din bakımından Atatürk’ün kişisel durumu konusunda, ölene kadar yakınında bulunmuş olan Hafız Yaşar Okur’a inanırım. O, Atatürk’ü inançlı, saygılı bir Müslüman olarak anlatıyor. Yabancı gazetelerde çıkan uydurma röportajlara, hele bizim sahte tarihçilere hiç inanmam. Ben Atatürk dönemini yaşadım. Hiçbir iddia, hayattan, gerçeklerden daha güçlü olamaz. (Meraklısı için: Hafız Yaşar Okur, Atatürk’le On Beş Yıl, Sabah Yayınları, İstanbul, 1962)

    İnsan Atatürk

    – Bazı izleyenler, filmde insan Atatürk’ü gördüklerini söylüyorlar..

    – Bu kimseler galiba insan kavramını zaaflar karşılığı kullanıyorlar. “Atatürk şöyle içki, böyle sigara içerdi” vb. deyince bu, insan Atatürk’ü anlatmak mı oluyor? Atatürk’ün gizli saklı bir hayatı yok. Her şeyi bilinir. Birçok kitapta anlatılıyor. Bilmeyen bilgisizliğinden bilmiyor.

    Ne var ki bir çalışma çocuklara da yönelik bir çalışma ise özenli, dikkatli bir dil kullanılması ya da bunların ihmal edilmesi bir uygarlık gereğidir. Ayrıca, insan zaaflardan, alışkanlıklardan ibaret değildir. Sağlıklı bir kişilikte zaaflar küçücük bir yer tutar. İnsanı insan yapan başka özellikler, nitelikler, değerler var. Bir karakteri zaaflar değil, bunlar çizer.

    Filmde, Atatürk’ü büyük insan yapan özelliklere, niteliklere, güzel duygulara, büyük düşüncelere hiç değinilmiyor. İnsan Atatürk’ü anlatan ne kadar çok, ne kadar güzel, zarif, olağanüstü olaylar, hele yöneticilerin, siyasilerin, düşün adamlarının örnek ve ders alması gereken nice davranışları var. Biri bile anımsatılmıyor.

    Bu konuda Hegel’in bir açıklaması var. Çok beğendiğim için aktarmak istiyorum. Diyor ki: “Hiçbir kahraman uşağı için kahraman değildir. Kahraman, kahraman olmadığı için değil, uşak, uşak olduğu için. Kahraman uşağa, kahraman olarak değil, yiyen, içen, giyinen, kısacası ona kendi özeline özgü arzuları, düşünceleri ve gereksinimleri olan bir birey olarak görünür.”

    Bütün biyografi yazarları için bir başucu sözü.

    Hegel “Kahramanlara uşağının gözüyle bakmayın, anahtar deliğinden değil, cepheden bakın, bakışlarınızı kahramanın başına kaldırın’’ diyor! (Atatürk’ün özel hayatı hakkında bilgi edinmek isteyenler için üç kitap: Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, Sel Y., İstanbul, 1955; İlknur Güntürkün Kalıpçı, Her Yönüyle İnsan Atatürk, Uludağ Üniversitesi Rektörlüğü Yayını, Bursa, 2002; Dr. İsmet Görgülü, Atatürk’ün Özel Yaşamı, Uydurmalar, Saldırılar, Yanıtlar, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2003)

    – “Bu film Atatürk’ü yarı ilahlıktan yere indiriyor, aramıza getiriyor” diyenler de var. Ne diyorsunuz?

    – Bunlar sanırım Atatürk hakkında pek az kitap okumuş, o dönemi iyi incelememiş kimseler. Atatürk hiçbir ciddi, önemli, kaynak niteliği taşıyan kitapta ilahlaştırılmış değildir. Elbette bizden biridir ama çok farklı biri, bir dâhidir, büyük bir kahramandır, büyük asker, büyük devlet adamı, büyük önder, büyük insandır. Türkiye’yi ölüm uçurumuna yuvarlanmaktan kurtaran insandır.

    Böyle olduğu için böyle anlatılır. Resmi olarak da böyle anlatılır, özel olarak da böyle anlatılır. Resmi anlatıma benzemesin diye bu nitelikleri, başarılarını, yaptıklarını yok mu sayacağız? Yok saymak, gerçeği karartmak olur, yalancılık olur, hatta edepsizlik olur. Noksan anlatmakla abartmak arasında hiçbir fark yok. İkisi de yalancılık.

    Ben, yetersizliğimi aşabilmek için Atatürk ve dönemi hakkında bir şeyler yazmadan önce, Atatürk’ü görmüş, o dönemi yaşamış bütün görgü tanıklarının anılarını, notlarını okuyarak, Atatürk hakkındaki gözlemleri, bilgileri derlemiş, sınıflandırmış, büyük bir dosya hazırlamıştım. Atatürk’ü bu yolla bir bütün olarak tanımaya, anlamaya, kavramaya çalıştım. Atatürk ve dönemi hakkında ancak bundan sonra yazı yazmaya cesaret edebildim.

    Atatürk hakkında bir şeyler söylemek, yazmak isteyenlere böyle bir ön hazırlık yapmalarını tavsiye ederim. İnsanı hem tarihin, hem milyonların önünde gülünç ya da hazin duruma düşmekten kurtarır.

    Görgü Tanıklarının Gözüyle Atatürk

    – Bu görgü tanıkları Atatürk’ü nasıl anlatıyorlar?

    – Özet olarak aktarıyorum: Zarif, nazik, terbiyeli, dâhi, belleği çok güçlü, gerçekçi, dikkatli, çok çalışkan, ateş altında korkusuzca duran, iyimser, düzenli, temiz giyinen, savaşta bile her gün tıraş olan, her gün yıkanan, görev ânında ciddi, genel olarak neşeli, bazen muzip, güzel ve etkili konuşan ve yazan, sanatsever, kadınlara çok saygılı, insancı, çok kitap okuyan, onurlu, vefalı, duygulu, şefkatli, utangaç, sohbetten hoşlanan, doğa âşığı, çocukları seven, halkın arasına karışmaktan hoşlanıp mutlu olan, halkına güvenen, ahlakça demokrat, çağdaşı liderlerin aksine demokrasiyi öven, bütün komşularıyla ve dünya milletleriyle barışık, güzel dans eden, zeybek oynayan, türkü, şarkı söyleyen, kendisiyle alay etmesini de bilen bir bilge, halkına hesap veren, kitap yazan, durmadan yurdu dolaşan bir önder, kendinden sonra da işleyecek, demokrasiye açık bir rejim kurmuş ileri görüşlü, sahici bir devlet adamı, bir öğretmen, bir öncü, bir devrimci, askerlik sanatına katkıda bulunmuş bir büyük asker; rahatı değil, milletinin yararı için suikast ve iftiralarla dolu çetin bir geleceği göze almış bir sosyal kahraman, bir insan, adam gibi bir adam. Görgü tanıklarının ortak olarak anlattıkları Atatürk bu.

    – Bu özelliklerin Mustafa filmindeki Atatürk’le bir ilgisi var mı?

    – Hayır. Ne gezer! Can Dündar ve arkadaşları çok dar bir açıdan bakarak, bambaşka bir Atatürk kurgulamışlar. Gerçeğe ihanet etmişler.

    Filmin Adı

    – Filmin adını nasıl buluyorsunuz?

    Atatürk’ün adı, ortaokul birinci sınıftan beri Mustafa Kemal’dir. Samsun’a M. Kemal Paşa olarak çıkmıştır. Sakarya Savaşı’ndan sonra Gazi M. Kemal Paşa olmuştur. Eşi Latife Hanım kendisine ‘Kemal’ diye seslenir. Milli Mücadele sırasında halk, askerlerden, “Kemal’in askerleri” diye söz eder. Bu söylem bugüne kadar gelmiştir. Şimdi benden kitaplarımı imzalamamı isteyenler “Kemal’in öğretmeni”, “Kemal’in öğrencisi”, “Kemal’in kızı” diye yazmamı diliyorlar. Soyadı kanunundan sonra adı Kemal Atatürk olmuştur. Kendisine genel olarak Atatürk diye seslenilmiştir. Film adı olarak Mustafa, M. Kemal Paşa’yı, Gazi’yi, Gazi M. Kemal Paşa’yı, Kemal Atatürk’ü, Atatürk’ü kucaklamıyor, kapsamıyor, içermiyor, temsil etmiyor. Yabancı, uzak duruyor. Film Atatürk’ü annesinin gözüyle, onun açısından anlatsaydı, Mustafa adı doğru bir seçim olurdu. Ama Zübeyde Hanım 1923’te , Cumhuriyet ilan edilmeden, Türkiye tam bağımsız olmadan önce öldü. Oysa Atatürk’ün hayatının en anlamlı, yoğun, olağanüstü dönemi annesinin ölümünden sonradır. Sadece çocukluğu anlatılsaydı Mustafa adı uygun düşerdi. Orhan Asena’nın bu adı taşıyan bir çocuk oyunu var.

    Atatürk sözcüğü birçok olguyu, oluşu, değerleri içeren bir kavram olmuştur. Mustafa bu kavramı karşılamıyor. Atatürk’e yabancı düşüyor.

    Yanlışlar

    – Yanlışlıklara, kusurlara geçelim mi?

    – Peki. Önce, şu başlangıçtaki mezar sahnesine değineyim. Bir kurtarıcının hayatının anlatıldığı bir filmin bir korku filmi gibi başlaması açıklanamaz bir tutum. İlk izlediğimde bu kara sahne ile başlayan film giderek açılacak, aydınlanacak ve öyle bitecek umudunu taşımıştım. Film bu ilk sahneyi çağrıştıran karamsar, karanlık bir sona doğru yürüdü ve bitti. Özensiz, bilinçsiz, karanlık, zevksiz bir yaklaşım.

    Atatürk’ün kardeşi Ahmet’in cesedinin çakallar tarafından parçalandığı doğru mu?

    – Yazan Şevket Süreyya Aydemir. Yazıyor ama gerçek demiyor, söylenti (nakil) olduğunu belirtiyor. (Tek Adam, 1. c., s.29) Söylentiyi şöyle aktarıyor: “3 yaşında ölen Ahmet sahilde kumluk bir mezara gömülmüş, gece dalgalar cesedi açığa vurmuş, çakalların saldırısına uğramış.”

    Söylenti olduğu şuradan da belli ki Müslüman mezarları deniz kıyısında, kumsalda olmaz. Ölü toprağa gömülür.

    Bu söylenti filme ne katıyor? Hiç. Filmden ne götürüyor? Çok şey. Destansı bir hayatın filmi böyle başlar mı?

    Çanakkale

    – Gelelim Çanakkale’ye.

    – Filmde Sofya’dan sonra Çanakkale savaşına geçiliyor ama pat diye. Filmde diyor ki: “Kendini Çanakkale’de buldu.” Kendini savaşta bulmadı, cephede bir görev alabilmek için Harbiye Nezareti’ne cephede görev verilmesi için ısrarla yazmış, sonunda 19. Tümen’e atanmıştır.

    Gelibolu Yarımdası’nın bir çıkarmaya karşı ilk savunma düzenini Atatürk kurmuştur. Liman von Sanders Paşa bu düzeni tersine çevirmiş, kuvvetleri, silahları geriye çektirmiş, bu yanlış, binlerce Türkün kanıyla kapatılabilmiştir.

    Filmde anlamca deniyor ki: “Savaşta, Bulgaristan’da edindiği askeri bilgilerden yararlanacaktı.” Bulgaristan’da askerlik bakımından Atatürk’ün bilemediği, öğreneceği ne vardı acaba? Can ve ekibi anladığım kadarıyla Atatürk’ün askerliğin büyük sanatçısı olduğunu bilmiyorlar.

    – Çanakkale nasıl anlatılıyor?

    – Hiç anlatılmıyor desem yeridir. Oysa Çanakkale’nin Türk tarihinde çok büyük, kutsal bir yeri vardır. Atatürk de tarih sahnesine Çanakkale’de çıkar. Orada, iki yüz yıldır karşısında titrediğimiz emperyalizmi yendik.

    Atatürk Çanakkale’de dört büyük zaferin kahramanıdır: Arıburnu, 1. Anafartalar, 2. Anafartalar ve Conkbayırı. Savaşın geneline, düşmanlara, subay-asker Çanakkale kahramanlarına ve bu zaferlerin ilk üçüne hiç değinilmiyor. Sadece iki şeye yer veriliyor: Atatürk’ün Madam Corinne’e yazdığı bir aşk mektubundan birkaç satır (Hoş bir mektup ama Corinne’den okumak için roman istediği mektup daha anlamlıydı. Atatürk’ü daha iyi anlatıyordu) ve Conkbayırı Savaşı’na kısa bir dokunuş. Conkbayırı Savaşı da ne yazık ki doğru, iyi, güzel aktarılmıyor. Tarihteki son büyük süngü savaşıdır. Çanakkale Savaşı’nın dönüm noktasıdır. Bu savaşta düşmanı kovalayan askerlerimize ‘Uçan Türkler’ denilmiştir. Filmde Atatürk’ün askerlere yaptığı ünlü konuşma verildikten sonra uydurma bir parça geliyor. Güya savaş sona erince bir komutan Atatürk’e sormuşmuş, “Ordularınız nerede?” diye; Atatürk de ‘ceset tarlalarını göstererek’ demişmiş ki: “İşte ordularım!”

    Ne böyle bir soru, ne de böyle bir cevap var. Yabancı ve yalancı bir kaynaktan alınmış uydurma bir diyalog. Biz ‘ceset tarlası’ demeyiz, şehitlerimize saygımız vardır, olsa olsa ‘şehitler’ deriz. Nereden buluyorlar böyle uydurma lafları? Magazinci bakış böyle bir şey olmalı.

    Conkbayırı Savaşı’nda ‘ordular’ yoktu. Conkbayırı Savaşı’nı iki kahraman alay başlatmıştır. Conkbayırı Savaşı’nın tarihi de rumi takvime göre veriliyor, 28 Temmuz diye. Güncelleştirilmesi gerekirdi. Conkbayırı Savaşının tarihi 10 Ağustostur, böyle bilinir.

    Anadolu’ya Ne Zaman Gitmiş

    – “İstanbul’da işi ve parası bitince Anadolu’ya geçti” gibi bir cümle var mı filmde?

    – Tam anımsamıyorum ama buna yakın bir anlatım var. Salt bu cümle var mı yok mu diye doğrusu filmi bir daha izlemeye katlanamam. Anlaşılan Can ve ekibi, Atatürk’ün Kasım 1918’den Mayıs 1919’a kadarki süre içinde İstanbul’da ne yaptığını bilmiyor. Alev Coşkun’un Samsun’dan Önce Bilinmeyen 6 Ay adlı son çalışmasına bir göz atmalarını dilerim.

    Vahidettin Sahnesi

    Vahidettin’le vedalaşma sahnesi için ne diyorsunuz?

    – Bu sahneyi anlatan kim?

    – Sahi kim?

    Atatürk’ün kendi. Mütareke dönemi anılarını Falih Rıfkı Atay’a, Mahmut Soydan’a ve Yunus Nadi’ye anlatıyor, bu anılar aynı günlerde yayımlanıyor. Atatürk, veda sırasında Vahidettin’in şöyle dediğini aktarıyor:

    “Paşa, Paşa, şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin. Bunların artık hepsi bu kitaba girmiştir. Tarihe geçmiştir. Bunları unutun. Asıl şimdi yapacağın hizmet, hepsinden mühim olabilir. Paşa, Paşa, devleti kurtarabilirsin.”

    Mustafa filminde bu sözler yer alıyor ama arkası gelmiyor. Oysa Atatürk, Vahidettin’in bu cümlesini bir amaçla aktarıyor. Aktardıktan sonra, bu sözün gerçek anlamını yorumluyor, açıyor, Vahidettin’in bencilliğini, acizliğini, ufuksuzluğunu, Milli Mücadele ile hiç ilgisinin olmadığını anlatıyor.

    Mustafa filminde Atatürk’ün anıları, dincilerin istedikleri gibi kullanılıyor. Bu iyi niyetle de, bilinçle de, belgeselcilik ahlakıyla da bağdaşır bir tutum değil.

    Tek kelimeyle ayıp!

    Bu konuyu uzatmaya gerek yok. Meraklısı Atatürk’ün Hatıraları’nı okuyabilir. (F.R. Atay, s.122-124, T. İş Bankası Y., 1965; yeni yayını: İsmet Görgülü, Atatürk’ün Anıları, s.219-222, Bilgi Y., 1997)

    Ayrıca benim Vahidettin, M. Kemal ve Milli Mücadele adlı kitabıma bakılabilir. Bu kitapta Vahidettin ve Atatürk ile ilgili bütün iddialar, yanlışlar, yalanlar ve doğruları yer alıyor, tabii bu veda sahnesi de (s.232-285).

    Okurlarımın affına sığınarak bir hususu belirtmeyi gerekli görüyorum: Söz konusu kitabım, Vahidettin, M. Kemal ve Milli Mücadele hakkındaki bütün yalanların, yanlışların ve yutturmacaların derlendiği, sağlam belgelerle doğrularının açıklandığı 780 sayfalık bir çalışmadır. Bu çalışmaya bakmadan yakın tarihimizi anlatmaya çalışanların çoğu, yalan, yanlış ve yutturmaca tuzaklarına yakalanıyorlar.

    Dinciler, o cümleyi, Atatürk’ün açıklamasını vermeden, yani hokkabazlık yaparak, Vahidettin’i aklamak, Milli Mücadele’yi planlamış gibi göstermek için kullanırlar. Bu hayali kanıtlamak için bin dereden su getiriyor ve gülünç oluyorlar. Hem tarihe, hem okuyucularına, hem sağduyuya saygısızlık ediyorlar.

    Can Dündar bir belgeselci olarak ya bu sahneyi Atatürk’ün yorumu ile tamamlamalıydı, ya da bu sahneye hiç yer vermemeliydi. Tamamlamadığı için tarihi tersine çevirmeye çabalayan yutturmacılar kafilesi içinde yer almış oluyor.

    32. Gün’de şöyle bir açıklama yaptı: “Bu sahneden sonra İngilizlerin Atatürk’ün geri çağrılmasını istedikleri, Vahidettin’in de İngilizlerin bu isteğini yerine getirdiği veriliyor.” Bu bilgi, Vahidettin’in Milli Mücadele’yi planlamadığını belirtiyormuş.

    Belirtmiyor oğlum!

    Ne kendini kandır, ne bizi oyala. Düzelt o sahneyi!

    Samsun’a Gidiş

    – Filmde “meçhule gidiyordu” deniliyor.

    Atatürk’ün programının kaynakları çok eskilere dayanır. Mesela Misak-ı Milli’nin esaslarını 1907’te belirlemiştir (A. Fuat Cebesoy, Sınıf Arkadaşım Atatürk, s.135 vd., İnkılap K.). Şapka hakkındaki görüşünün tarihi 1910’dur. Cumhuriyet hakkındaki görüşünü arkadaşı Kâzım Özalp’e 1913 Ekiminde, Milli Mücadele ile ilgili düşüncesini 5 Kasım 1918 günü Adana’da, A. Fuat Cebesoy’a açıklamıştır.

    Atatürk, Samsun’a, olgunlaşmış, birçok olasılığı dikkate alan, geniş bir programla çıkmıştı. Genelkurmay İkinci Başkanı’yla birlikte hazırladığı yetki belgesi de, konuşma ve eylemleri de bunun açık ve ayrıntılı kanıtıdır. Atatürk için meçhule (bilinmeze) gidiş söz konusu değildi. Ordusunun başına, özelliklerini ateş altında tanıdığı halkının içine gidiyordu.

    K. Karabekir Paşa Olayı

    – Filmde Atatürk’ün Erzurum’da, askerlikten istifa ettikten sonra K. Karabekir’in bir bölükle geldiğini görünce tutuklamaya geldiğini sanarak heyecanlandığı, korktuğu anlatılıyor. K. Karabekir Atatürk’ü selamlayarak, “Emrinizdeyim Paşam, ben, subaylarım ve erlerimle emrinizdeyim” diyor. Bunun üzerine Atatürk rahatlıyor. Bu sahne doğru mu?

    – Hayır. Bu sahne bu haliyle sadece Rauf Orbay’ın Atatürk’ün ölümünden sonra, 1941’de K. Karabekir’e yazdığı özel bir mektupta yer almaktadır. O günü yaşayan birçok insan var: Başta K. Karabekir, Kâzım Dirik, Cevat Abbas, Hüsrev Gerede, M. Müfit Kansu, Süreyya Yiğit ve Refik Saydam. R. Saydam’ın dışında hepsi anılarını yazmıştır. Hiçbirinin anısında Rauf Orbay’ın anlattığı gibi bir sahne yok. Zaten Atatürk’ün tutuklanacağını sanarak heyecanlanması, korkması için bir neden de yok. Çünkü hepsi üç gün önce, 6 Temmuz 1919 Pazar günü toplanmış, her durumda emirlerini dinlemek üzere, baş olarak Atatürk’ü seçmişlerdir. Verdiği sözü çiğneyerek, İngilizlerin uşağı İstanbul’un emri ile Atatürk’ü tutuklamaya gelmesi Karabekir Paşa için şerefsizlik olurdu. Bu sahne özellikle Karabekir Paşa’ya hakarettir.

    Atatürk’ün, o kadar sevdiği, kutsal saydığı askerlikten ayrıldığı için üzüntülü olması doğaldır. Bu hava içinde Karabekir Paşa gelir, Atatürk’ü teselli eder. Anılarında bu sahneyi şöyle yazıyor: “Ben kendisine hürmet ve samimiyette kusur etmeyeceğimi pek samimi ve ciddi bildirdim. Hazır ol vaziyetinde selamla, ‘Bundan sonra dahi ne emirleriniz varsa yapmayı şeref bilirim’ dedim.” (Karabekir, İstiklal Harbimiz, 1969, s.71; Rauf Bey’in mektubunu hatıraların sonuna ekleyen Karabekir Paşa değil, kitabın yayıncısıdır. Aynı sayfada notu var.) Gerçek budur, bu kadardır.

    Rauf Orbay’ın bu güzel sahneyi böyle abartmasının, olmayan duygularla gölgelemesinin nedeni nedir?

    – Bu uzun bir konu. Özetin özeti olarak Rauf Orbay’ı abartıcı, duygucu diye tanımlamakla yetineyim.

    Yakın tarihimizi ve kahramanlarını anlatmaya soyunan bir insan ya da bir ekip, önce alan taraması yapar, önemli bütün eserleri bulup inceler, fişler, bir olaylar ve kişiler çizelgesi çıkarır, kaynaklar arasındaki çelişkileri, yanlışları, tutarlılıkları saptar, akışa ve güvenilir kaynaklara uymayanları ayırır, doğru verilerden yararlanarak, gerçeğin resmini belirler.

    Türkiye’yi yakından ilgilendiren bir belgesel filme bu kadar yanlış ve eksik nasıl sığdırılır?

    Bu özel bir marifet.

    TBMM’nin Açılışı

    – Filmde Atatürk’ün Meclis’i, 23 Nisan 1920’de birçok dini değeri kullanarak açtığı söylendikten sonra deniyor ki: “Dayandığı bu güçlerle ilerde hesaplaşacaktı.” Böyle mi oldu gerçekten?

    – Meclis’i açarken o dönemin kurumlarından, eğilimlerinden yararlanmaktan daha doğal ne olabilir? 600 yıllık bir düzene karşı çıkılacaktı. TBMM bir ihtilal kuruluşudur. Ama Atatürk ve Cumhuriyet, ilerde, din ile değil, irtica ile, ortaçağ ile, yobazlıkla, bunlara kucak açanlarla hesaplaştı. Altını çize çize söylüyorum, Atatürk’ün de, Cumhuriyet’in de dinle, dindarla bir sorunu olmamıştır.

    Birçok olaylar uydurarak tersini iddia edenler Atatürk karşıtı dincilerdir. Şimdi bu iddiayı paylaşan forması başka Atatürk karşıtları da vardır. Doğru tarihi bilselerdi, hiçbiri Atatürk karşıtı olmazdı. Sahte tarihler ve maksatlı söylentilerle yetiştiler. Bu yüzden Atatürk’e karşılar. İnanıyorum ki bir gün doğru tarihi öğrenecekler ve bu yapma, tehlikeli ikilik bitecek.

    Can Dündar bu yanlış, haksız, sonradan uydurma iddiaların izinde görünüyor. Umarım daha fazla yürümeden durur ve düşünür.

    Kurtuluş Savaşı Dönemi

    Kurtuluş Savaşı dönemi filmde nasıl anlatılıyor?

    – Çok yönlü, karmaşık, yoğun, hummalı, olağanüstülüklerle dolu bir dönem. Doğal olarak tümünü anlatmak imkânsız. Ancak özetlenebilir. Ama iyi, tam, doğru özetlenmeliydi. Yazık ki bu dönem de geçiştiriliyor.

    Bence filmde şu iki destana saygı ve önemle yer verilmeliydi. Biri karınca dizileri gibi İnebolu’dan Ankara’ya silah, cephane, erzak taşıyan kağnıcı ninelerimiz, öteki de Sakarya Savaşı’dır. İlki yok. Sakarya Savaşı Türk tarihinin en önemli savaşıdır. O da hem iyi anlatılmıyor, hem doğru anlatılmıyor.

    İki büyük yanlış, bir eksik var. İlki Atatürk Başkomutan olarak cepheye üniformalı gönderiliyor. Oysa Temmuz 1919’da askerlikten istifa etmiş olan Atatürk savaşı bir sivil olarak yönetti. Kendisine Mareşal rütbesi ve Gazi sanı, zaferin kazanılmasından 6 gün sonra TBMM’nce verilmiştir. İkinci büyük yanlış şu: Filmde tekalif-i milliye (milli vergi) emirlerine Sakarya Savaşı’ndan sonra değiniliyor. Oysa Sakarya Savaşı’na halk, varının % 40’ını vererek katılmış, zaferde pay sahibi olmuştur. Bu unutulabilir bir olay mıdır? Dünyada benzeri yok. Atatürk filmini yapanların Sakarya Savaşı’nın bu çok önemli özelliğini bilmemeleri şaşılacak bir şey. Eksik de şu: Milleti yaşasın diye ölüme atılan Sakarya ordusundan bir karecik bile yok.

    Büyük Taarruz nasıl anlatılıyor ?

    – O da eksik, yanlış, duygusuz anlatılıyor. Halk için yazılmış, kısa, sade savaş kitaplarımız var, Celal Erikan’ın 100 Soruda Kurtuluş Savaşı gibi. Böyle bir kitaba baksalardı hem anlatım, hem hareketli harita doğru olurdu.

    Filmde Çanakkale, Sakarya ve Büyük Taarruz gibi üç büyük, önemli savaşa değiniliyor, fakat ekibin içinde bir askeri danışman yok.

    Atatürk ve Karanlık

    – Bu dönemle ilgili bir konu daha var. Atatürk’ün karanlıkta yatmadığı.

    – Bu olay Atatürk’ün hizmet eri Ali Metin Çavuş’un anılarında yer alıyor, filme değiştirilerek aktarılıyor. Bu dönemle ilgili ne kadar dokunaklı, düşündürücü, saygımızı, hayranlığımızı artırıcı, insanca olaylar var. Bula bula bunu bulmuşlar. (Anının aslı için: Atatürk’ün Şimdiye Kadar Yayınlanmamış Anıları, Anlatan: Ali Metin, Yazan: Ziya Oranlı, Ankara, 1967, s.71-72; yeni baskısı: Zeynel Lüle, Ali Çavuş, Doğan Y., 2008)

    Gece odalarda, sofalarda idare lambası denilen kandil benzeri lambacıklar ya da mumlar yakılırdı ki gece uyanıp kalkan bir yerlere çarpmasın, tuvaletin yolunu bulsun. Evlerde de böyleydi, yatılı okullarda da. Benim çocukluğumda da bu adet sürüyordu. Atatürk buna alışmış, gece hafif ışık istiyor. Anı filmde şu biçimi almış:

    M. Kemal çocukça zaafını açıkladı:

    ‘Çocuk, ben karanlıkta yatamam.’”

    Anıda ne ‘çocukça zaaf’ sözü var, ne karanlıktan korktuğunu düşündürecek bir ifade. Can Dündar yüzlerce yıllık doğal bir âdeti, bir ihtiyacı anlatan anıyı filme böyle değiştirerek, ‘çocukça zaaf’ deyimiyle korkuya dönüştürerek aktarıyor. Anıların yeni baskısına yazdığı önsözde de korkuya vurgu yapıyor: “Atatürk’ün karanlıkta yatmaktan korktuğunu –ilk baskısından– öğrenmiştim.” (s.11) Atatürk’ün isteğini, geçmişimizi hiç bilmediği için korkuya bağlıyor. Yaşlıca birine sorsaydı öğrenirdi. Ayşe Arman’la yaptığı röportajda yine korku motifini sürdürerek diyor ki:

    “Bir arkadaşımın oğlu demiş ki, ‘Atatürk gibi ben de karanlıktan korkuyorum. Demek ki bu anormal bir şey değil.’ Buradaki empati duygusu o kadar önemli ki… ‘O da benim gibiymiş’ diyebiliyor. ‘Demek ben de onun gibi olabilirim’ duygusu yer alıyor. Bundan daha güzel ne olabilir? Tartışma şu: Biz yeri asla dolmayacak, dogmalaştırılmış bir kutsal önder peşinde miyiz, herkesin onun gibi olmasını isteyeceği bir örnek kişilik mi?” (9 Kasım 2008)

    Bu açıklamanın neresinden tutmalı?

    Karanlıktan korkan çocukları ‘Atatürk de korkardı’ diye mi tedavi edeceğiz? İki saatlik Mustafa filminin verdiği zararları bu küçük yarar karşılar mı?

    Atatürk’ün karanlıktan korktuğunu gösterir hiçbir anı, dayanak, bilgi kırıntısı yok. Atatürk’ün karanlıktan korktuğu Can’ın yorumu ya da yakıştırması. (Ali Metin Çavuş’un torunu Zeynel Lüle de yeni basımda özgün anıda değişiklik yapmış, ‘karanlıkta yatmazdı’yı ‘karanlıkta yatamazdı’ yapmış. Anılar üzerinde oynanır mı? Saygısızlık değil mi bu?)

    Bir karakteri işleyen yazar düşünür: Ömrü yıllarca, geceli gündüzlü, cephede, siperde, at üzerinde, kışlada, savaş alanında, bir ara hapishanede, ateş altında, Makedonya dağlarında, çölde, ormanda geçmiş, dövüşmüş, toprakta yatmış, insanların parçalandığını görmüş, Çanakkale’de aylarca ceset kokusu solumuş, yaralanmış, sokak savaşı yapmış bir adam karanlıktan korkar mı? Akıl var, izan var. Bir karakterin bütünlüğü olur. Bu bütünlük bir fantezi uğruna bozulamaz.

    Biz yazarlar yeminli tanıklar gibi, özellikle gençlere geçmişi ve kişileri doğru-dürüst anlatmakla yükümlüyüz. Bu bizim şeref borcumuz.

    Can Dündar eleştirilince, geri çekildi, korktuğunu iddia etmediğini söyledi, kendini savunmak için bu sahneyi ‘mum alacak paraları bile olmadığını belirtmek için yazdığını’ söyledi. Bu açıklama doğru değil. Çünkü Ali Metin Çavuş anısında para bittiği için değil, Ankara’da mum bulunmadığı için mum alamadığını anlatıyor.

    Atatürk için ‘karanlıktan korkuyordu’ demek komik olur ama çekindiği, görmek, yaşamak istemediği şeyler vardı: Mesela kurban kesimine, kana bakamıyor; arkadaşlarının ölümüne zor katlanıyor; çocuk ağlamasına dayanamıyor; sarhoştan çekiniyor; dalkavukluktan, yalandan, ikiyüzlülükten, dedikodudan iğreniyor. Bir de korkusu var: Kız kardeşinin açıklamasına göre, kü­çüklüğünde, çoğumuz gibi o da fareden korkarmış.

    Bence bu filmde bir sırasını düşürüp çocuklara verilebilecek en yararlı, güzel mesaj Atatürk’ün şu açıklaması olurdu: “Çocukluğumda elime iki kuruş geçse, birini kitaba verirdim.” Karga, çakal ve korku hikâyelerinden bin kat yararlı bir mesaj olurdu.

    Can Dündar soruyor: “Biz yeri asla dolmayacak, dogmalaştırılmış bir kutsal önder peşinde miyiz, herkesin onun gibi olmasını isteyeceği bir örnek kişilik mi?” Ne diyorsunuz?

    Atatürk’ü dogmalaştıranlar, abartılı anlatımlarla uçuranlar var. Fakat bunların sayısı yok denecek kadar az. Üstelik bu yaklaşım çok geride, geçmişte kaldı. Atatürk’e haksızlık edenler, onu çocuklara, gençlere, bin türlü yalan söyleyerek yanlış tanıtanlar ise hayli çok. Sahte tarihler, ansiklopediler insanın midesini bulandırıyor. Bu iki ucun arasında, Atatürk’e minnet ve saygı duyan, gerekli saygının gösterilmesini isteyen vefalı, kadirbilir, vicdanlı, sağduyulu, sağlıklı milyonlar var.

    Bu milyonlar için Atatürk dogma değil, ilah da değil. Ama çok değerli bir insan. Atatürk’ü dogma gibi gösteren, benzersiz, eşsiz olması. Değerine, büyüklüğüne yaklaşan kimse yok. Keşke benzerleri, ona yaklaşanlar olsa. Sorunlarımızı çözse, onurumuzu tazelese, dik durmamızı sağlasa, bizi yeniden yekpare bir millet yapsa. Süpermen de değil elbette ama onu eleştirenlerle karşılaştırınca insanın gözüne süpermenden de daha güçlü, daha büyük ve harika görünüyor. 32. Gün çekiminin yapıldığı gün, kendim dahil, katılanlara baktım: Atatürk’ün yanında nokta bile değildik ve Atatürk’ü tartıyorduk.

    Rahmetli Atatürk’ü kıyısından köşesinden, sofrasından yatağından didiklemeye yeltenmek, insanca yaklaşmak, insanca anlatmak değildir. Bu palavraya, ucuzluğa, basitliğe bir son verelim.

    Atatürk’ün örnek alınacak, saygı duyulacak, imrenilecek birçok niteliği var. Okul kitaplarını bilirim. Üç yıldır da okul okul geziyorum. Okullarda, okul kitaplarında Atatürk’e ait şu güzel, insanca nitelikler anlatılıyor: Doğaya saygısı, bir çınar ağacının bir dalının kesilmemesi için kendisi için Yalova’da yapılan evi raylar üzerinde kaydırtarak o tek dalı kurtarması, çocuk sevgisi, hayvan sevgisi, okumaya merakı, yurt sevgisi, kurtarıcılığı, insanlara, milletine, annesine, kadınlara, öğretmenlere saygısı vb. Hiçbir kitapta Atatürk ulaşılmaz, erişilmez insan-üstü bir insan olarak anlatılmıyor. Ama elbette saygıyla, sevgiyle, övülerek, gururla anılıyor.

    Can Dündar’a soruyorum:

    Oğlum, Mustafa filmi ile Atatürk’ü, ‘herkesin onun gibi olmasını isteyeceği bir örnek kişilik’ olarak mı işledin? Bize böyle bir Atatürk mü sunuyorsun?

    Bir düşün, iyi düşün, çok iyi düşün!

    Latife Hanım

    Latife Hanım’ın Atatürk’ü köşküne davet ettiği söyleniyor. Bunun yanlış olduğunu sanıyorum.

    Haklısın, yanlış. Yüzbaşı Armstrong’un uydurmalarından biri de bu. Masala bayıldığımız için birçok kitabımızda bu masal yer alıyor. Filmde de yer almış. İzmir yangını dolayısıyla kalınabilecek evler gezilirken Uşakizadeler’in beyaz köşküne de bakılır. Atatürk ve Latife Hanım ilk kez bu vesile ile karşılaşmışlardır.

    Kürtlere Özerklik

    Atatürk 1923 yılında İzmit’te bazı gazetecilerle yaptığı toplantıda bir soru üzerine ‘Kürtlük sorununa’ değinerek bilgi vermiştir. Filmde yer alan Atatürk’ün açıklaması tartışma yarattı.

    – Evet, çünkü Atatürk’ün açıklaması iyi özetlenmemiş. Özetten salt Kürtlere yerel özerklik verildiği anlamı çıkıyor. Atatürk Kürtlere özerklik vaadetmiyor. Kürtlük adına bir sınır çizmenin mümkün olmadığını söylüyor. Sonra da TBMM’nce kabul edilmiş olan 1921 Anayasası’nın 11. maddesine değiniyor. Bu maddeye göre illerin ve nahiyelerin tüzel kişilikleri ve yerel konular bakımından özerklikleri var. Atatürk bunu belirttikten sonra Türklerin de, Kürtlerin de, öteki unsurların da bazı yerel konularda illerini, nahiyelerini özerk olarak yöneteceklerini söylüyor. (Suna Kili, Ş. Gözübüyük, Türk Anayasa Metinleri, s.106-107; M. Kemal, Eskişehir-İzmit Konuşmaları, s.105 [eksiksiz metin], Kaynak Y., 1998; Prof.Dr. Ş. Turan, Türk Devrim Tarihi, 3. Kitap, 1. Bölüm, s.109 vd.)

    Mustafa filminde Atatürk’ün açıklaması, tartışmalara, yanlış anlamalara, kuşkulara yer bırakmayacak biçimde aktarılmalıydı. Bu da düzeltilmesi gereken sahnelerden biri.

    Cumhuriyet Dönemi

    – Filmde Cumhuriyet dönemi nasıl anlatılıyor?

    – Mudanya, saltanatın kaldırılışı, Lozan, Cumhuriyet, devrimler dönemi donuk bir üslupla ve hızla özetlenip geçiliyor. Yine halk yok, halkın desteği yok. Halkın desteği olmadan Kurtuluş Savaşı verilir mi, bu büyük atılım gerçekleşebilir mi? Serbest Parti olayı yok. Eski düşman Venizelos’un Atatürk’ü Nobel Barış Ödülü’ne aday göstermesi yok. Montreux yok. Dış politika hiç yok.

    Cumhuriyet Meclis’te büyük coşkuyla, sevinç gözyaşları, kucaklaşmalar, çığlıklarla kabul ve ilan edilmiştir. Gelibolu Milletvekili Celal Nuri İleri bu olayı büyük bir heyecanla ve çok güzel anlatıyor. (Ş. Turan, Türk Devrim Tarihi, 3/1, s.24 vd.) Ama filmde bu coşku verilmiyor, Atatürk yeni diş yaptırmış, daha alışamamış, cumhurbaşkanı seçilince bu yüzden kısa konuşmuş, bu anlatılıyor!

    Can Dündar ve ekibince Cumhuriyet’in ilanı ile ilgili en önemli ayrıntının bu olduğu anlaşılıyor.

    Kronoloji yanlışları da var. Mesela saltanatın kaldırılışı sırasında Atatürk’ün Karma Komisyonda yaptığı ihtilalci konuşma, başka zamana kaydırılmış. Anlamı değişmiş.

    Bu dönem Atatürk’ün önderliğinin, devlet adamlığının, devrimciliğinin, öğretmenliğinin, düşünürlüğünün devleştiği dönem! Ama filmde bu yok.

    – Neler var?

    – Özet olarak aktarıyorum: Atatürk, medreseleri kapatarak ilkokulda Kaymak Hafız adlı öğretmenden yediği dayağın intikamını almış, bütün gücü elinde toplamış, sözü kanunmuş, Mussolini’nin heykeltraşı Canonica’ya heykellerini yaptırarak memleketi heykelleri ile doldurmuş, Cumhurbaşkanı olunca ciddi bir işi kalmadığından alfabe, dil ve tarih konularıyla ilgilenmiş ya da oyalanmış, dalkavuklara inandığı için işler iyi gidiyor sanmış, aldanmış, gerçeği öğrenince çok üzülmüş, İzmir suikastını vesile ederek muhalefeti temizlemiş, devrim çocuklarını yemiş, her gün bir büyük şişe rakı, 3 paket sigara içiyormuş, kadın düşkünüymüş, çevresinde dostlarından pek azı kalmış, gittikçe yalnızlaşmış, kimsesiz, yapayalnız ölmüş.

    Bu özeti yaparken bile içim bulanıyor. İşte Can Dündar’ın ve ekibinin anlattığı, bazılarının desteklediği ve beğendiği film ve filme göre Atatürk ve dönemi bu.

    Bu iddiaların hangi birini düzelteyim?

    Doğrusu, ‘öğrenin de gelin’ deyip geçmekti. Ama susmaya hakkım olmadığını düşünüyorum. Özellikle genç öğretmenleri ve sevgili öğrencileri düşünerek.

    Medreseleri kapatarak, Kaymak Hafız’dan yediği dayağın intikamını almışmış. Buyrun, psikolojik bir çözümleme örneği! Koca eğitim devrimini bu basitliğe indirmenin yersizliğini kendi de fark etmiş olmalı ki bu cümleyi yazdığına pişman olduğunu söylüyor.

    Ya öteki cümleler? Sistematik olarak, severek, önem vererek, saygıyla okuyup incelese, Atatürk’ü ve o dönemi kavramaya çabalasa, öteki cümleleri yazdığına da çok pişman olacağına inanıyorum.

    Atatürk sevgi, saygı, minnet ve hayranlık halesiyle çevriliydi. Ama bütün gücü elinde toplamış değildi. Bütün güç ne demek? Bütün güç sözünün içine icra, yasama ve yargı girer. Bütün bu erkler elinde miydi? Söz konusu bile değil. Sistemin kurallarına ve gereklerine büyük saygı duyardı. Meclis’e çok büyük önem verirdi. Bu cümle yetersiz incelemenin, üstünkörü anlatımın bir yeni örneği. Bakınız: Atatürk 1924 Anayasası’nda Cumhurbaşkanına Meclis’i fesh etme ve yasaları veto edebilme yetkilerinin yer almasını ısrarla istemiş ama isteği kabul olunmamıştır. Oysa 1924 en kudretli zamanıydı.

    1938 yılı Kasımına kadar TBMM’nden 3.500 kanun geçmiştir. Devrim kanunları ile birlikte Atatürk’ün Cumhurbaşkanı olarak toplantı dönemleri başında Meclis’te yaptığı konuşmalarda kanunlaştırılmasını tavsiye ettiği konuların sayısı 100’ü bulmaz. Kanunlaştırılmasını tavsiye ettiği konuların çoğu da, konuşmalarında hükümetin isteği ile yer almıştır.

    Sözü kanun değildi. Sözü kanun olsa toprak reformu kanunu Meclis’ten geçerdi. Sözünün kanun olduğunu iddia etmek o dönemi hiç bilmemektir. Atatürk’ün Türkiye’yi çağdaşlaştırma gibi büyük bir programı vardı. Onu gerçekleştirmek için türlü yollar, yöntemler denemiştir. Çağdaşlaşma programı bazı önemli devrim kanunlarının çıkarılmasını gerektiriyordu. Atatürk bu konuları halkla, yetkililerle, uzmanlarla, bilginlerle, gazetecilerle konuşuyor, tartışmaya açıyor, kamuoyunu tartıyor, hazırlıyor, konuyu olgunlaştırıyor, Başbakanı ve ilgili bakanı ikna ederek, hükümetin konusu haline getiriyordu. Kanunu Meclis’e hükümet sunardı.

    Genel Sekreterlerinin anıları okunursa, hiçbir yetkiliye emir vermediği, yetkisine karışmadığı da anlaşılır. (Önemli bir eser: Prof.Dr. Halil İnalcık, Atatürk ve Demokratik Türkiye, Kırmızı Yayınları, İstanbul, 2007)

    Atatürk’ün ilk heykeli Sarayburnu’ndaki heykeldir (1926). Heykelci Canonica değil, Avusturyalı Heinrich Krippel’dır. Konya Atatürk, Samsun Atatürk, Ankara Zafer, Afyon Zafer anıtlarını da Krippel yapmıştır. Pietro Canonica, Mussolini iktidara geldiği sırada 53 yaşında, dünyaca ünlü bir heykel sanatçısıydı. Kısacası ‘Mussolini’nin heykeltraşı’ değildi.

    Bu nitelemenin amacı ne? İyi niyet bu anlatımın neresinde?

    Canonica’nın yaptığı ilk heykel Ankara Etnoğrafya Müzesi’nin önündeki atlı heykeldir (1927). Bunu Sıhhiye Meydanı’ndaki mareşal üniformalı heykel, Taksim’deki Cumhuriyet Anıtı ile İzmir’deki atlı Atatürk anıtı izlemiştir.

    Hiçbir heykel Atatürk istedi diye dikilmiş değildir. İllerin, belediyelerin, derneklerin ya da gazetelerin istemesi, önayak olmasıyla yaptırılmıştır. Atatürk döneminde yukarıda saydıklarımızın dışında yanılmıyorsam başka bir heykel yaptırılmadı. Atatürk heykelleri ve büstleri furyası çok sonra, 1960’larda başlamıştır.

    Atatürk’ün Canonica’ya model durduğu, Canonica’nın da güya heykelin eskizini çizdiği sahne ‘Mussolini’nin heykeltraşı’ nitelemesini daha da düşündürücü yapıyor. Bu sahnede Atatürk’ü oynayan aktör Mussolini’ye benzetilmiş, onun ünlü kibirli, şişkin duruşuyla duruyor. Bu çirkin sahnenin yönetmeni kim? Can Dündar mı, bir başkası mı? Kimi kınayacağımı bilmek istiyorum.

    Atatürk ve zafer heykellerinden böyle mi söz edilmeliydi? Bu ne ham, bu ne görgüsüz anlatım! Anıtlar toplumların tunçtan, mermerden bellekleridir. Heykelin put sanıldığı bir toplumda bu heykeller, hem ciddi bir devrimdir, hem de kadir bilme anıtlarıdır. Tabii anlayan için.

    Filmde Cumhurbaşkanı olunca önemli bir işi kalmadığı, bu nedenle alfabe, dil ve tarih gibi konularla ilgilendiği söyleniyor. İstenildiği kadar yumuşatılarak söylenilsin, bu bakış şunu bir daha gösteriyor: Can Dündar ve ekibi, Atatürk’ü de bilmiyor, dönemini de, programını da, projesini de, bu projenin anlamını da, neden gerektiğini de. Bunlar tarih denizine girip de hiç yüzmemişler, kıyıda ayaklarını ıslatmışlar sadece.

    Alfabe devrimi yapıldığı sırada okur yazar erkek oranı % 7, kadınlarda bu oran binde 4 idi. 600 yıllık bir imparatorluğun ana vatanındaki halkın eğitimi bu acıklı düzeydeydi. Alfabe devrimi sayesinde okur yazar oranı büyük bir hızla artacaktır. Millet mektepleri, ardarda açılan kız ve erkek okulları, sanat okulları, öğretmen okulları, fakülteler, enstitüler, eğitmen kursları ve bu kursların devamı olan Köy Enstitüleri olgusu, bu büyük devrimin dallarıdır.

    Filmde kullanılan sade, yalın Türkçe de, dil devriminin eseridir. Yoksa Hacivat üslubu ile konuşacaklardı.

    Türk tarihi ve Anadolu hakkındaki ciddi araştırmalar hiç kuşkusuz Atatürk’le başlamıştır. Bu çaba, çok kapsamlı, çok ciddi, çok anlamlı, Batı emperyalizmine karşı savunmayı da amaçlayan bir çalışmadır:

    Özetleyeyim: Rumeli’yi bizim sanıyorduk. Atatürk’ün dediği gibi, bir gün geldi ‘sopayla kovulduk’. Sevr ve eki olan Üçlü Anlaşma, Anadolu’yu da parçalamak, Türkleri Anadolu ortasına sürüp hapsetmek istiyordu. Doğuda Ermenistan, Kürdistan kurulacaktı. Edirne, Tekirdağ, Kırklareli ile İzmir çevresi Yunanlıya verilmişti. İstanbul ve Çanakkale Boğazları ve çevresi işgalcilerin denetimi altında bir kurul tarafından yönetilecekti. Doğudan batıya kadar bütün güney Anadolu çıkar bölgeleri olarak İngiliz, Fransız ve İtalyanlara ayrılmıştı. Bu barbar anlayış Lozan’da da talihini denedi ama sonuç alamadı. Atatürk ve arkadaşları emperyalizmin her oyununu görmüş, yaşamış, acısını tatmış, akıllı, uzak görüşlü, yurtsever, uyanık insanlardı. Hep tetik durdular. Bu parçalayıcı, barbar anlayış, Atatürk zamanında, fırsat bulunca yeniden ortaya çıkmak için geri çekildi. (Bu anlayış yine tırnaklarını gösteriyor.)

    Bu büyük çalışma belki şöyle özetlenebilir: Anadolu’yu bir bütün olarak korumak, vatanımıza geçmişiyle birlikte sahip çıkmak, millete özgüven vermek. Türk Tarih Kurumu, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Etnoğrafya Müzesi, her ilde ardarda açılan müzeler, kazılar, çeviriler, kongreler, kitaplar (Tarih I, II, III ve IV), tezler ve halkevleri bu çabanın parçalarıdır.

    Acaba anlatabildim mi?

    Filmde özet olarak, “Atatürk dalkavuklara inandığı için işlerin iyi gittiğini sanıyordu, aldanmıştı, gerçekleri öğrenince çok üzüldü” deniliyor. Bu iddianın kaynağı Genel Sekreter Hasan Rıza Soyak’ın anılarının 2. cildinin 405-406. sayfalarıdır. Atatürk İzmir-Aydın-Isparta’yı ziyaretten sonra 6 Mart 1930 günü, Antalya’ya gelir. Atatürk o gün çok yorgundur. Yalnız kalınca Genel Sekreteri H. Rıza Soyak’a dert yanar:

    “Her yerde dert, şikâyet dinliyoruz. Her taraf derin bir yokluk, maddi manevi bir perişanlık içinde. Ferahlatıcı pek az şeye rastlıyoruz. Maatteessüf memleketin hakiki durumu bu işte. Bunda bizim günahımız yok. Uzun yıllar, hatta asırlarca dünyanın gidişinden gafil, birtakım şuursuz idarecilerin elinde kalan bu cennet memleket, düşe düşe şu acınacak duruma düşmüş.”

    Şöyle devam eder:

    “İleri milletler seviyesine erişmek işini bir yılda, beş yılda, hatta bir nesilde tamamlamak da imkânsızdır. Biz şimdi o yol üzerindeyiz. Kafileyi hedefe doğru yürütmek için insan takatinin üstünde gayret sarf ediyoruz.”

    Hasan Rıza Soyak’a göre Atatürk’ün gözleri dolmuştur, hafifçe elleri titriyordur. Atatürk bu konuşmayı şöyle bağlayacaktır:

    “Yeise değil hatta ufak bir tereddüte dahi düşmeye yer yoktur. Halimizi bilmekle beraber, cesaretimizi kaybetmemeli, ümit ve şevk içinde yolumuza devam etmeliyiz. Er geç fakat muhakkak gayemize varacağız.”

    Filmde anlatılan sahnenin aslı bu.

    Ne yalan söyleyen dalkavuklar var, ne Atatürk’ün durumu bilmediği, ne kandığı, ne kandırıldığı, ne birdenbire bilmediği gerçekleri öğrenince üzüldüğü. Sahne bütünüyle saptırılmış.

    Üzülmesi çok soylu, çok saygı uyandırıcı değil mi? Bu sevgi, şefkat sahnesinden, dalkavuklarla çevrili, aldatılan, gerçeklerden habersiz, gafil bir adam hikâyesi çıkarmak için ne olmalı, nasıl olmalı?

    Beş yıldızlı bir çarpıtma!

    Atatürk’ün üzüntüsü sırf bu sahne ile sınırlı değildir. Duruma birçok kez üzülmüştür. Başta o, herkes ülke hızla kalkınsın, her sorun bir an önce çözülsün, uygarca, insanca yaşayışa kavuşulsun istiyor ama bütçe küçük, yama büyük, dert çok, istek çok. Hepsi ideal fedailerinin ıstırabını yaşıyor. Ne yapılıyorsa o küçücük bütçe ile, o dar uzman kadrosuyla yapılıyor. Sorunların kaynağını Cumhuriyet’te bulanlar o dönemi ve neler başarıldığını hiç bilmeyenlerdir. Bilgisizliğin sefasını sürüyorlar.

    Durumun daha iyi anlaşılması için birkaç bilgi notu daha:

    a) Atatürk neredeyse durmaksızın yurdu gezmekte, durumu incelemekte, yetkililerle konuşmaktaydı. Durumu en iyi izleyen insandı. Cumhurbaşkanı olduktan sonra mesela Adana’yı 9, Balıkesir’i 7, Bursa’yı 13, Çanakkale’yi 5, Edirne’yi 3, Eskişehir’i 10, İzmir’i 7, Kayseri’yi 4, Konya’yı 6, Mardin’i 3, Mersin’i 6, Samsun’u 3, Sivas’ı 4, Trabzon’u 4 kez ziyaret etmiştir.

    b) Bu olayın tarihi 1930’dur. Filmdeki sunuş, bu tarihe kadar sanki Türkiye’de hiçbir şey yapılmamış gibi bir izlenim veriyor. Hayır! Çok şey yapılmıştı, yapılıyordu. Bu dönem, dürüst Batılı gözlemcilerin Türk Mucizesi diye nitelikleri her alanda kalkınma dönemidir. İlkele yakın bir miras kalmıştı Cumhuriyet’e: Zavallı bir tarım, sıfıra yakın bir sanayi, ekonomi bakımından yarı sömürge. Kişi başına milli gelir 4 lira. İşgalciler savaş sırasında ve çekilirken birçok şehirlerimizi, kasabalarımızı, köylerimizi yakıp yıkmışlar. Milyondan fazla insanımız aç ve açık. Tek kuruş borç almadan, ortaçağdan çıkmak ve yaraları sarmak için dev gibi hizmet aşkıyla büyük çabalar harcanmıştır. Yeri gelmişken söyleyeyim: Yakılan, yıkılan on binlerce camiyi de Cumhuriyet yaptırmıştır. Cumhuriyet’e kanat gerenlerin hepsinin hayatı bir destandır.

    Okullar yapılıyor, demiryolları millileştiriliyor (6 yılda 1.800 km. yeni demiryolu da yapılmıştı), veremle, sıtmayla mücadele ediliyor, elektrik santralleri kuruluyor, yetişmeleri için her konuda yurtdışına öğrenciler yollanıyor, kadın-erkek eşitliği sağlanıyor, sanayi kuruluyor, bilim, sanat ve spor destekleniyor, yargıda ikilik kaldırılıyor, uçak fabrikası açılıyor, Ankara ve İstanbul radyoları yayına geçiyor, baraj yapımına başlanıyor, bütçede denklik korunuyor, yeni devlet birimleri kuruluyor (mesela Merkez Bankası, İstatistik Enstitüsü, Meteoroloji Genel Müdürlüğü), eşkiyalığın kökü kazınıyor, daha neler neler… Cumhuriyet bütün bunları kendi yağıyla kavrularak, borçsuz başarmıştır ve hep daha iyisini, güzelini, ilerisini istemiştir. Yapılanları bu yüzden hep yetersiz görmüştür. O tutku şimdi de olsa..

    c) Lozan’ı imzalamak zorunda kalan Batı emperyalizmi yoksul Türkiye’ye kredi vermemiştir. Bu süre içinde iki kez kısmi seferberlik ilan edilmiş (Şeyh Sait isyanı ile Mussolini’nin Doğu Akdeniz’le ilgili açıklaması üzerine) ve dünyayı sarsan büyük ekonomik bunalım (1929) başlamıştır. Başarı bunlara rağmen sağlanmıştır.

    İşte böyle.

    Filmde bunların hiçbiri yok.

    Birdenbire 10. Yıla ve Atatürk’ün coşku, sevinç, gurur dolu 10. Yıl söylevine geçiliyor. Hani Türkiye’de her şey berbattı, perişandı, Atatürk’ü kandırmışlardı? Biri yalan söylüyor. Atatürk mü, Can Dündar ve ekibi mi? Filmin geneline bakarak kararı sizler verin!

    Yine filmde “Devrim çocuklarını yedi” deniyor. Suikastçılara ceza verilmesini “Devrim çocuklarını yedi” diye anlatmak yakışıksız bir yakıştırma olur.

    İttihatçılar davasında idam edilen dört İttihatçıdan biri dışındakiler Anadolu’ya geçmiş, Milli Mücadele’ye katılmış bile değillerdi. Hiçbiri devrimin içinde, yanında yer almadı. Bunlar için de ‘devrimin çocukları’ demek komik kaçar.

    “Devrim çocuklarını yedi” deyişiyle Kâzım Karabekir, Rauf Orbay, Refet Bele, Ali Fuat Cebesoy düşünülüyorsa, gerçek şudur: Bu isimler Milli Mücadele döneminin önemli isimleridir. Hizmetlerini büyük saygıyla anarız. Fakat Cumhuriyet’in ilanı üzerine muhalefete geçerler. Çağdaşlaşma atılımında, bu amaçlı devrimlerde emekleri ve kararları yoktur. Devrim çocuklarını yememiş, bu kimseler baş seçtikleri Atatürk’ü asıl kurtuluş yolunda terk etmişlerdir. Birkaç bilgicik: Karabekir Paşa ve söz konusu kimseler, ‘kendilerinden oluşacak bir olağanüstü kurul tasarlamış, her şeyin bu özel kurulun onayı ile yapılmasını’ istemişlerdir. Yasal anlayışa aykırı olan bu öneri elbette kabul edilmemiştir. (İnönü, Hatıralar, 2. c., s.171 vd.) Karabekir’in anılarında çok saydığım askeri kişiliğine hiç yakıştıramadığım birçok siyasi saptırma ve çarpıtma var. Siyaset bazı askerlere hiç yaramıyor. (Meraklısı için: Vahidettin, M. Kemal ve Milli Mücadele, s.617-639) Rauf Orbay padişahlıktan yanaydı. Refet ve Ali Fuat Paşa’lar, Büyük Taarruz öncesi kendilerine önerilen ordu komutanlığını reddetmiş, kıyıda kalmayı istemişlerdir. Tarihin akışını hiç anlamamışlardı. Atatürk’e küsen Halide Edip Adıvar bile Sabiha Sertel’e, “M. Kemal Paşa haklıymış” diyecektir (Aktaran: Yıldız Sertel, Cumhuriyet gazetesi, 4 Şubat 1997).

    Refet ve Ali Fuat Paşa’lar daha sonra Atatürk’e sokularak, milletvekili olmuş, sofrasında yer almışlardır.

    Atatürk’ün Sofrası

    Gelelim son bölümde yer alan bilgilere.

    3 paket sigara içiyormuş.

    Sigara o dönem zararı bilinmeyen, genel bir alışkanlık. Sigaranın yasaklandığı bilinçli bir dönemde bu konunun altını çizmemek daha doğru, daha eğitici, daha güzel olmaz mıydı?

    Her gün bir büyük şişe rakı içiyormuş. Kim diyor bunu? Bir kişi: Sofracı, yani garson Cemal Granda. Cemal Granda anılarını gazeteci Turhan Gürkan’a parça parça anlatmış. Kitabın başında Granda’nın eliyle yazdığı bir notun klişesi var. Bu not Cemal Granda’nın imla, anlatım, bilgi ve zekâ düzeyini göstermeye yeter (Fer Y., İstanbul, 1971). Tarihle ilgisi olmayan Turhan Gürkan da Cemal Granda’nın anılarını, onun kişiliğine, bilgisine, imlasına, üslubuna, zekâsına hiç uymayan bilgilerle şişirmiş. F. Rıfkı Atay’ın, Kılıç Ali’nin bazı anılarından yararlanarak uzatmış. Kitabın adı, merak uyandırsın diye Atatürk’ün Uşağının Gizli Defteri olmuş.

    Anıların yeni basımı var. Kitap galiba biraz daha şişirilmiş (Kent Kitap, Ankara, 2007).

    Granda’nın akıl ve gerçek dışı bir ifadesine Vahidettin, M. Kemal ve Milli Mücadele kitabımda yer vermiş, Granda’nın zihinsel durumunu belirtmiştim (s.238-240). Can Dündar, şişirilmiş olduğu daha ilk sayfalarından belli olan anılara önem veriyor, F. Rıfkı Atay’ın, Y.K. Karaosmanoğlu’nun, Salih Bozok’un, Kılıç Ali’nin, Hasan Rıza Soyak’ın, R. Eşref Ünaydın’ın, Afet Hanım’ın, Sabiha Gökçe’nin vb.nin anılarını, verdikleri bilgileri dikkate almıyor. Hiçbiri Granda’nın kaba üslubunu, verdiği bilgiyi doğrulamıyor.

    Sorunlu, şişirilmiş anılara dayanılarak Atatürk belgeseli yapılır mı?

    Önemli olan Atatürk’ün içkisi değil, sofrasıdır. Sofrasının genel olarak bir akademi, bir forum, bir tartışma, araştırma alanı olmasıdır. Sofranın en dikkati çeken tamamlayıcıları karatahta ile konuyla ilgili olarak önceden büfenin üzerine sıralanan kitaplardır.

    Atatürk’ün nöbet defterleri gözden geçirilirse, sofranın önemi, değeri, niteliği anlaşılır.

    Eğlenmez miydi Atatürk? Ara sıra elbette eğlenirdi. Şarkı türkü de söylerdi, saz da dinlerdi. Dans da ederdi. Ama o yarı sarhoş udi ile, yandan yalnız yüzünün bir bölümü görünen Atatürk sahnesi, çok büyük haksızlık. Sanki Atatürk’ün sofrası değil, İstanbul’da, Beyoğlu’nda, ara sokaktaki salaş bir meyhanede kurulu bir sofra.

    Utandım.

    Öyle bir sahneyi canlandırabilecek birikiminiz, zevkiniz, görüşünüz, düzeyiniz, görgünüz yoksa, ne diye böyle sahneler yapmaya kalkışırsınız?

    ‘Kadın düşkünü’ deyimi de çok rahatsız edici. Türkçede bu saygılı, edepli bir deyim değildir. Kaba, hesapsız, ham, paldır küldür bir anlatım. Hiçbir ciddi kitapta ‘kadın düşkünü’ gibi bir nitelemeye rastlamadım. Herhalde Katolik papazı gibi kadınsız yaşamamıştır. Ama hayatının bu çok özel yanının mahrem kalmasına özen gösterdiği anlaşılıyor. Nöbet defterlerinde ve anılarda bu konuda bir bilgi yer almıyor. Bu çok özel konuya ona uyarak, aynı saygıyı göstermek doğru olmaz mıydı? Böyle bir dedikodu üslubunun bir Atatürk belgeselinde ne işi var?

    Aktarılmamış ne kadar çok olumlu, güzel, yol gösterici düşünce, duygu, olay, belge varken, konuyu buraya getirmenin, bu kadar aşağıya çekmenin amacı ne? Doğruluk ise bu doğruluk her konuda gösterilmeliydi!

    Film, Atatürk çevresinde dostlarından pek azı kalmış, gittikçe yalnızlaşmış, kimsesiz, yapayalnız ölmüş izlenimi verilerek bitiyor. Sonunda bir ölüm fotoğrafı yer alıyor. Bu irkiltici görüntünün yerine bir milletin ve uygar dünyanın Atatürk’ü sonsuzluğa nasıl acı ve saygı içinde uğurladığını gösteren film karelerine, fotoğraflara yer verilemez miydi? Film genç yaşlı, kadın erkek, sivil asker yüzbinlerce insanın Atatürk’ün önünden nasıl ağlayarak geçtiği gösterilerek bitirilemez miydi? 10 Kasımlarda dokuzu beş geçe, bir milletin sirenlerin çığlık çığlığa ötüşü arasında, büyük bir vekar, vefa, minnet, kadirbiliş ve saygı ile çakılıp kaldığını, yani bir kara yığın değil, bir millet olduğunu gösteren bir görüntüyle sonuçlandırılamaz mıydı? Bunların hiçbiri akla gelmemiş, geldiyse bile filmin amacına uygun görülmemiş.

    Film duygusuz, bilinçsiz, sevgisiz, saygısız, hasis bir final ile bitiyor!

    ‘Çevresinde dostlarından pek azı kalmış, gittikçe yalnızlaşmış, kimsesiz, yapayalnız ölmüş’ iddiası bir Can Dündar takıntısıdır. Atatürk, hayatı, tarihi kişiliği, makamı dolayısıyla çevresi kalabalık bir insandı. Ama bunların içinde, özel zamanlarda, birlikte olmaktan zevk aldığı birkaç yakın dostu, arkadaşı vardı. Bunlarla sonuna kadar birlikte olmuştur. Çevresinden uzak düşen iki kişi var: K. Karabekir ve Rauf Orbay. Atatürk zaten bunlarla iş dışında birlikte olmazdı ve bunlardan kopalı 12 yıl olmuştur. Fethi Okyar ve İnönü ile dostluğunu, ilgisini sonuna kadar korumuştur. Ayrıntıya girmeden, bu kadar bilgi ile yetiniyorum.

    Atatürk yalnız, dostsuz ölmüş gibi bir izlenim bütünüyle bir kuruntu, bir yakıştırma, yapıştırma, gerçeğe aykırı bir iddiadır. Eğer maksatlı değilse, düpedüz bilgisizliktir. Oradan buradan, başka amaçlarla yazılmış bir-iki cümleyi derleyip bunu gerçek sanmak, gerçek diye sunmak, yanıltmaktır, yanlıştır, gerçeğe ihanettir.

    Eşsizliğinden kaynaklanan yalnızlık başka bir şey. Her dâhi yalnızdır. Ama filmin sonunda anlatılan yalnızlık, düpedüz, bayağı fizik yalnızlık, terk edilmişlik. İşte doğru olmayan bu.

    Bu Nasıl Yalnızlık?

    – Filmi savunan genç bir bilim adamı da, filmdeki iddiaya ek olarak, ‘Atatürk’ün son 7 yılını yalnız geçirdiğini’ söylüyor. Ne dersiniz?

    – Bu son 7 yılda neler olmuş, hızla ve kuşbakışı bakalım mı? Başlıca olayları saymaya başlıyorum: 1931 Türk Tarih Kurumu’nun kuruluşu, tarih çalışmaları, Afet Hanım’la birlikte Vatandaş İçin Medeni Bilgileri yazması; 1932 ilk Türkçe Kuran’ın okunuşu, Türkçe ezan, Halkevlerinin kuruluşu, 1. Tarih Kongresi, Türk Dil Kurumu’nun kuruluşu, dil çalışmaları, 1. Dil Kurultayı; 1933 üniversite reformu, Cumhuriyet’in 10. yıldönümü; 1934 Balkan Antantı’nın imzalanması, 1. Beş Yıllık Sanayi Planının uygulanmaya başlaması, 2. Dil Kurultayı, yeni devrim kanunlarının çıkarılması, kadınlara seçme-seçilme hakkının verilmesi ; 1935 Türkkuşu’nun, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin, MTA’nın, Etibank’ın kurulmaları, köy eğitmenliğinin kurulması; 1936 DTC Fakültesi’nin eğitime başlaması, 1. Sanayi Kongresi, Konservatuarın açılması, Montreux Sözleşmesi’nin imzalanması, 3. Dil Kurultayı; 1937 Hatay sorunu, ağır sanayinin kurulması, 2. Tarih Kongresi, Atatürk’ün bütün varlığını hazineye bırakması; 1938, Hatay sorunu dolayısıyla Mersin’e gelmesi, S. Gökçen’in Balkan turu, hastalığının artışı, Savarona’da kalması, iki kez Bakanlar Kurulu’na başkanlık etmesi, Savarona’dan Dolmabahçe’ye geçmesi, vasiyetini yazması, C. Bayar’dan 2. Dört Yıllık Plan hakkında bilgi alması, 10 Kasım 1938 sonsuzluğa göçmesi.

    Sonuç: Hiçbir yılı hareketsiz, sessiz ve de yalnız geçmemiştir. Bu yıllar Atatürk’ün en yoğun, en hareketli, en canlı, en verimli yıllarıdır. Maddi ve manevi büyük atılımın, gelişimin önderi, yol göstericisi, destekleyicisidir.

    – Genç bilim adamı bunları bilmez mi?

    – Bildiği halde öyle diyorsa, hayret. Bilmiyorsa daha hayret!

    – Filmdeki iddiaları savunan başkaları da var. Onlar için ne diyorsunuz?

    – Okuyorum, bazılarını anlamaya çalışıyorum, bazılarına şaşıyorum. Hele bazıları ilginç: Bunlara göre Atatürk ve dönemi hakkında yalan yanlış her şey söylenebilir. Ama gerçeklerin savunulmasını demokrasi karşıtlığıymış gibi görüyor, gösteriyorlar. Kemalizm’i tek particilik gibi sergilemeye çalışıyorlar. Demek ki Kemalizm hakkında topluiğne başı kadar bir şey bilmiyorlar. Prof.Dr. Sina Akşin’in kitaplarını okumalarını dilerim. Bazıları Osmanlı özlemi içinde, Osmanlı tarihini iyi bilmiyor. Kimi gözü kapalı Batı hayranı, bunlar da Batı tarihini bilmiyorlar. Bu karışık durum sağlıklı bir çizgide olmadığımızı gösteriyor. Atatürk de elbette tartışılır, eleştirilir. Ama bunu uydurmadan, çarpıtmadan, saptırmadan, gerçeklere saygı göstererek, uygar, düzeyli bir üslupla yapmalıyız.

    Vatanımızı borçlu olduğumuz bir insan olarak bu kadarcık bir saygıyı, özeni, inceliği hak etmiştir sanıyorum.

    Can Dündar Ne Diyor?

    Can Dündar bunca açıklama, eleştiri, kınama ve benzeri tepkiden sonra ne diyor acaba?

    – 15 Kasım günü saat 17.30’da Kanaltürk’te, Kırmızı Halı programında konuşuyordu. Şöyle dedi: “Eksiğimiz çok ama yanlışımız yok.”

    – Film neredeyse baştan aşağı yanlış. Hayret kere hayret!

    Can Dündar’a Sesleniş

    Oğlum, filmini iki kez izleyerek, gördüğüm eksikleri ve yanlışları, 60 yıllık emeğime, bilgime, çabama dayanarak açıkladım. Hiçbir akımın takımın adamı olmadığımı herhalde bilirsin.

    Amacım sadece doğruyu belirtmek, gerçeği savunmak.

    Filmine ilişkin inciten, şaşırtan, üzen, çok düşündüren eksikleri ve yanlışları, bu yazıyla ayrıntılı olarak bilgine sunuyorum. Filmin bu haliyle gösterimde kalması kesinlikle doğru değil. Zaten sorunlar içinde olan halkımıza yeni sorunlar ekleme. Filmi gösterimden çekerek, eksiklerini tamamlayacağına, yanlışları düzelteceğine, incelikten yoksun anlatımları temizleyeceğine güveniyorum. Evde bana verdiğin sözden dolayı değil, sana hâlâ inanmak ihtiyacını duyduğum için güveniyorum.

    Filmi böylece, bu haliyle korursan, gerekli değişiklikleri yapmazsan, yanlışta ısrar edersen, hele filmi değiştirmeden dış ülkelere yollayıp da gariban Türkleri incitirsen, bölersen, Türkiye karşıtlarını, Atatürk’ün iki kez yenip denize döktüğü gözü doymaz emperyalistleri sevindirirsen, bu güvenimi sürdürmeyi başaramam.

    Can,

    Mustafa’nın senaryosunun yayımlanacağını açıklamıştınız. Senaryoyu bir an önce yayımla ki filmi eksiksiz değerlendirebilelim. Daha gözden ve dikkatten kaçmış birçok eksik ve yanlış olduğunu sanıyorum. Yayımlanırsa okur, eksikleri, yanlışları saptayıp açıklayarak sana yine yardımcı olurum.

    32. Gün için Kısa Bir Not

    32. Gün bir açıkoturum gibi oldu. Sayın Mehmet Ali Birand’ın oturum yöneticisi olarak tarafsız olması gerekirdi. Genç yardımcısını ve filmi korumak için çaba gösterdi. Dostluğu anlarım ama kurallar dostluktan daha önemlidir. Çok mütevazı bir açıklamada bulunmama izin veriniz. Yaşayan eski bir-iki yayıncıdan biriyim. Yayın türlerinin kurallarını ilk kez yazılı olarak saptayan, açıklayan da benim. Bu tür programları yönetenlerin tarafsızlığı programa güvenirlik ve düzey sağlar. Bu hususu belirtmeden geçemedim.

    Sayın Baskın Oran’ın programa niye katıldığını anlamadım. Dersine hiç çalışmadan gelmişti, önceden edinilmiş ciddi bir birikimi de yoktu. Program boyunca söylediklerinin büyük çoğunluğu tarihe, gerçeklere aykırıydı. Mustafa filmi hakkında bir program izlemek isteyen izleyicilerin haklarını yememek için susmayı tercih ettim. Ciddi kitaplara bakarak doğruları öğreneceğini umut ederek burada da susacağım.

    Ama bir noktaya değinmemek olmayacak. Sayın Baskın Oran Atatürk hakkında ucuzun ucuzu bir fıkrayı yineledi. Atatürk çok uzun boylu, gür sesli bir babayiğit olarak anlatılırmış. Bir gün bu abartıların yapıldığı yerden geçmiş.. Boyu kısa, sesi de inceymiş, üstüne üstlük bir de sütlü kahve istemişmiş filan. Bu tek fıkrayı Atatürk hakkındaki abartıların, Atatürk’ü totemleştirmenin tipik örneği olarak ileri sürdü. Özetle dedi ki: ‘Atatürk böyle büyütülerek anlatılırsa, Atatürk’ün böyle olmadığı anlaşıldığı zaman büyük hayal kırıklığı yaratır.’

    On binlerce kitaptan oluşan Atatürk edebiyatını ve Atatürk gerçeğini bu ucuz fıkraya indirgeyerek anlatmak ve eleştirmeye yeltenmek, akla ziyan bir tutum. Bu ucuz şakadan yola çıkarak Atatürk’ün totemleştirildiğini, İsa gibi yarı-tanrı olarak anlatıldığını söyledi ve ekledi: “Mustafa filmi Atatürk’ü insanlaştırıyor, totem olmaktan çıkarıyor.”

    Çocuklarımıza, gençlerimize Atatürk böyle, bu ucuz fıkradaki gibi mi anlatılıyor? Ey öğretmenler, Atatürk’ü böyle dev gibi ya da yarı-tanrı gibi mi anlatıyorsunuz? Ey bilenler, böyle inceleme kitabı, ders kitabı, yardımcı ders kitabı, hikâye kitabı, gençlik ansiklopedisi var mı?

    Yoksa sayın Oran öğrencilerine de yakın tarihimizi böyle mi anlatıyor?

    Ne Olur!

    Çanakkale’yi, Milli Mücadele’yi bilmeyenler bunları anlatmasın ne olur! Anadolu’nun o tarihteki durumunu, devrimlerin amacını, anlamını bilmeyenler de, doğru ile yanlışı, yalanı, uydurmayı ayırdedemeyenler de Cumhuriyet’i anlatmasın ne olur! Atatürk’ü bütün yönleri ile özenle, saygıyla inceleyip kavramamış olanlar Atatürk’ü de hiç anlatmasın ne olur!

    Bilmeyenler bu konulardan elini, dilini çeksin, çocuklarımızın aklını ve yüreğini kirletmesin, ne olur!

    Atatürk’e Yakarış

    Ey sevgili Atatürk!

    Sana padişah/halife olman teklif edilmişti. Kabul etseydin haremin olacaktı, hazinen olacaktı, sarayların olacaktı, mutluluk ve keyif içinde bir ömür sürecek, içkini (afiyet olsun!) sarayında, gizli içeceğin için kimse de bu konuda olur olmaz konuşmayacaktı. Ama sen bu teklifi elinin tersiyle ittin. Milletinin geleceği için devrimler yolunu açtın. Bu nedenle kaç kez ölüm tehlikesi atlattın, iftiralara uğramayı göze aldın. İstedin ki yurttaşların bağımsız olsun, ilkellikten, bilgisizlikten, onursuzluktan, yoksulluktan, hurafelerden, din ve çıkar sömürücülerinden kurtulsun, ilerlesin, gelişsin, her alanda kalkınsın, ortaçağdan çıksın, çağının ve hayatın güzelliklerini paylaşsın, dilediği gibi ibadet etsin, huzur içinde yaşasın, bir daha da Batının kölesi olmasın.

    Ama biz seni, idealini, başarılarını, halkımıza, gençlerimize anlatmayı beceremedik. Araştırıp öğrenebilirlerdi ama doğruyu, gerçeği araştırma hevesini de, alışkanlığını da veremedik.

    Bu konudaki beceriksizliğimizin son örneği de Mustafa adlı film. Bu filmi yapanlara, destekleyenlere, övenlere, seni, Milli Mücadele’yi, Cumhuriyet’in neleri başardığını öğretemediğimiz anlaşılıyor.

    Geleceği emanet ettiğin gençlerin birçok akımların, farklı düşüncelerin etkisi altında kalmalarını, bölünmelerini engelleyemedik. Gençlerimiz tarihsiz ya da sulandırılmış ya da tersine çevrilmiş bir tarihle yetişiyor. Kendi kahramanlarını unutturduk, çocuklarımızın başkalarının kahramanlarına hayranlık duymalarına yol açtık.

    Aaah.

    Senden sonra birçok zikzaklar çizdik. İzinden ayrıldık. Borçla kalkınmaya çabaladık. Bağımsızlığın milli ekonomi ile olan ilgisini unuttuk. Bağımsızlık duygusu zayıfladı. Anadolu aydınlanması gittikçe kararıyor. Emperyalizm konuşulmaz oldu. Batı karşısındaki aşağılık duygumuz yeniden hortladı. Kendimize güvenimiz sarsıldı. Senin , özü yurtseverlik, toprak , tarih ve yazgı kardeşliği olan milliyetçilik görüşünü canlı tutamadık. Birliğimiz, dirliğimiz sorunlar içinde. Seni de sana benzemeyen büstlere dönüştürdüler. Bu gidişin nelere mal olacağını tarih açıklıyor ama kimse tarihe kulak vermiyor.

    Bütün bunlardan dolayı senden, aziz anından, derin bir utanç içinde özür diliyorum.

    Bizi affet.

    Aralık 2008

  • Türkiye Kendi Gücüne Dayanmalı

    Türkiye Kendi Gücüne Dayanmalı

    Erdal SARIZEYBEK
    (E). J. KD. ALB
    TUSAM İç Güvenlik ve Terör Danışmanı

    esarizeybek@tusam.net

    Cumhuriyet/Strateji
    12 Ocak 2009

    Bölücü terör, 2007 ve 2008’de tırmanışa geçti. Türkiye’nin Irak sınırındaki karakolları geçtiğimiz iki yılda Irak’tan gelen teröristlerin saldırılarına uğradı. Türkiye, bölgesel hale gelen sorunu çözmek için çıkarlarının ayrıştığı ABD’yi ikna etmeye çalıştı.

     

    2008 yılı Türkiye için, teröristle mücadele yönüyle etkili olduğu ileri sürülse de, terörle mücadele açısından pek olumlu sonuçlar ortaya çıkarmamıştır, aksine yanlış siyasi yaklaşımların mücadeleyi bir karanlığa doğru sürüklediği dahi söylenebilir. Eğitimsiz vatandaşlarımıza Türkçe öğretmek yerine Kürtçe’nin öğretilmeye kalkışılması, 1991 Körfez savaşında hep yan çizen Talabani-Barzani ikilisinin, terörle mücadelede işbirliği adına, yeniden sahneye çıkarılması, terör örgütünün siyasi kanadı DTP’nin çaresiz halkımız üzerinde otorite olma çabalarına seyirci kalınması, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne karşı eylem yapanların cezalandırılması yerine siyasi polemiklere çekilmesi hep siyasetin yanlışları olarak 2008 yılına izlerini bırakmıştır. Üstelik 2008’de siyasetin yeni açılımlar yapmak yerine, geçen yıla izini bırakan olayların peşinden sürüklendiği de ifade edilebilir. Peki, “perşembenin gelişi çarşambadan bellidir” deyişinden yola çıkarak 2009 yılı için terör ve teröristle mücadele çerçevesinde ne söylenebilir?

     

    2007’NİN İZLERİ

     

    2007 yılının en önemli olayı Genelkurmay Başkanlığı’nın 12 Nisan günlü basın açıklamasında ortaya koyduğu terörle mücadeleye ilişkin değerlendirmelerdir. Birinci ve İkinci Körfez savaşlarında izlenen siyasetin Türkiye’nin ulusal çıkarları açısından olumsuz sonuçlara yol açtığını ifade eden Genelkurmay; Irak’ın parçalanmakta ve kuzeyinde bir Kürt devletinin kurulmakta olduğunu açıkça dile getirmiş ve bu siyasetle Türkiye’nin coğrafyasına hapsolduğunu, ulusal siyasi hedeflerin elde edilebilmesi için artık askeri harekata başvurulması gerektiğini anlaşılır bir dille kamuoyuna duyurmuştur. Terörle mücadelede geçen uzun yılların kazanımları ve deneyimlerini elinde bulunduran siyasi irade bu çağrıya sıcak bakmamış ve elinde ulusal iradeyi temsilen TBMM’nin verdiği savaş tezkeresi olmasına karşın Irak’a harekât yapılmasına izin vermemiştir. Yılın en önemli olayı olarak yakın tarihimize damgasını vuran bu gelişmeyi işbirlikçi medya görmez ve duymazdan gelmiş, Irak’a harekât yapılması gerekliliğini kamuoyuna yeterince yansıtmadığından hükümet de, konuyla bir ilgisi olmayan söylemlerle, askeri harekâtı geçiştirmiştir. Siyasetin bu vurdumduymazlığı 21 Ekim Dağlıca trajedisine neden olmuş ve Irak’tan gelerek bir piyade taburumuza saldıran teröristlerle çıkan çatışmada 12 askerimiz şehit düşmüş, 9 askerimiz ise kaçırılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin hükümranlık haklarına yapılan bu tecavüzün ağırlığı siyasi irade tarafından görmezden gelinmiş, ulusal bir tavır alınması gereken yerde, Başbakan Erdoğan konuyu “ ABD Başkanı Bush ile görüşerek çözmek” gibi ulus iradesinin dışına çekmeyi tercih etmiştir.

     

    5 Kasım 2007’de yapılan Erdoğan-Bush görüşmesinden “PKK müşterek düşman-Anlık istihbarat paylaşımı” şeklinde bir sonuç ortaya çıkmış ve bu sonuçla, PKK terör örgütünün silahlı misyonuna son verildiği, siyasi misyonun ise artık Barzani tarafından yürütüleceği anlaşılmıştır. 1 Aralık’ta ABD istihbaratı ile başlayan hava harekatı, bu tespitimizi doğrular bir şekilde, Irak kuzeyinde konuşlu teröristleri bir yandan hırpalarken öte yandan Barzani’ye doğru süpürmeye başlamıştır. Yapılmasının zorunlu olduğu Genelkurmay’ca ifade edilen kara harekatına siyasi iradenin izin vermemesi ve bundan cüret alan teröristlerin Dağlıca Piyade Taburu’na saldırmasına karşın siyasi iradenin ulusal bir soruna ABD masasında çözüm arayışlarına girişmesi 2008’e devredilecek siyasetin de rotasını belirlemiştir. Siyasi kararsızlığı fırsat bilen DTP, yaptığı eylem ve söylemlerle ardında terör örgütü olduğunu açıkça ortaya koymuştur. Barzani liderliğini ön plana çıkaran hava harekatı ile PKK misyonunu üslenmiş bir Barzani-Talabani ikilisi yeniden sahneye çıkmıştır. İmralı çizgisini koruyan bir DTP siyasi manevralarına ağırlık vermiş, ABD-Barzani yörüngesinde rotasını çizmiş olan AKP ise “teröre siyasi çözüm” adına gerginlik üzerinden bir siyaset arayışına girmiştir. Her türlü siyasi olumsuzluklara karşın teröristle mücadelesini can pahasına yürüten bir TSK, siyasetin yanlışlarını kamuoyuna anlatmakta zorluk çeken bir muhalefet, yokluk ve yoksulluk içinde terörden acı çekmeye devam eden bir Türk milleti ile 2007 yılı bilançosunu 2008’e devretmiştir.

     

    2008 YILINDA YAŞANANLAR

     

    Geçen yılda başlatılmış olan Irak kuzeyindeki terör inlerine karşı hava harekatı yılın ilk aylarından itibaren sürdürülmüştür. Bu harekat ile örgüt önemli darbeler almış, örselenmiş, kısmen dağıtılmış ancak eylem gücünü korumaya çalışmıştır. Bu gücün yok edilemeyişinin başlıca nedeni, siyasi iradenin özellikle AB ülkelerinde faaliyet gösteren örgütün siyasi kanadı ile Türkiye’de dokunulmaz zırhına bürünmüş örgütün siyasi kanadı DTP’yi etkisiz hale getirecek tedbirlere başvurmamış oluşudur. Yani, bir yandan TSK can pahasına teröristle mücadele ederken, öte yandan siyasi iradenin terörle mücadele etmeyişi yüzünden PKK terör örgütü kolaylıkla eleman temin etmiş ve kesilmeyen finans kaynaklarıyla silah ve cephanesini temin ederek eylem gücünü korumuştur. Şubat ayında ani bir manevrayla TSK Irak kuzeyindeki Zap terör kampına bir askeri harekat düzenlemiş, çıkan çatışmalarda 27 vatan evladı şehit düşmüş ancak 300’e yakın terörist de etkisiz hale getirilmiştir. Taktik olarak geçen yılın Ekim ayında başlatılmış olması düşünülen harekatın, kış aylarında yapılmış olması ilk anda kamuoyunda şaşkınlığa yol açmış ise de TSK böylesi zor bir harekatı başarı ile yürütmüştür. Bununla birlikte güneye doğru genişlemesi beklenen harekatın kısa sürede sona erdirilmesi ayrı bir şaşkınlık konusu olmuş, ilk anda şaşkınlıkla başlayıp sonradan öfkeye dönüşen kamuoyunun tepkisi ABD’ye yönelmiştir. Kara harekatının sona ermesini müteakip hava harekatı yeniden başlamış, sessizliğini koruyan siyasetin gölgesinde devam eden harekatla örgüt hırpalanmaya devam edilmiştir. Buna karşın eylem gücünü koruyan terör örgütü, Irak kuzeyinde gerçekleşen bombardımanının arasından çıkarak, 9 Mayıs’ta Aktütün karakoluna saldırıda bulunmuş ve çıkan çatışmada 6 askerimiz şehit düşmüştür. Bu durum ABD istihbaratının güvenilir olmadığı yolunda tartışmalara neden olurken, bizler gibi düşüneler de “ulusal harekat ulusal istihbaratla yapılır” söylemlerini dile getirerek terörle mücadelede ABD ile işbirliğinin sorgulanması gerektiğini söylemeye başlamıştır. ABD’nin Barzani’yi bölgesel stratejik lider olarak ilan etmesi, yapılan hava ve kara harekatı ile İmralı çizgisindeki teröristlerin tasfiye edilmeye başlandığını kavrayan örgüt, var olduğunu göstermek amacıyla çılgınca denilebilecek saldırılara kalkışmış, 9 Mayıs’ta İstanbul Güngören semtinde gerçekleştirdiği bombalı eylemle 17 vatandaşın ölümüne, yüzü aşkın vatandaşımızın ise yaralanmasına neden olmuştur. Bu eylemi Diyarbakır polis aracına yapılan bombalı eylemi izlemiş, bu saldırıda da beş polisimiz şehit düşmüştür. Teröre karşı siyasi çözüm arayışını sürdüren siyasi irade, bu hain saldırılara karşılık “terörle mücadelemiz kararlılıkla sürecek” söylemlerinin ötesinde bir tedbire başvurmamış yani olayları izlemekle yetinmiştir. Örgütün siyasi kanadı DTP ise çaresiz halkımızı meydanlara dökerek şiddet eylemlerine destek vermiş ve bir yanda PKK, öte yanda DTP Türkiye’nin parçalanmasını hedefleyen silahlı ve siyasi misyonlarını sürdürmüşlerdir. Kış mevsiminin gelmesi örgütün kırsaldaki eylemlerini yavaşlatmış, bahar ve yaz aylarında yürütülen askeri operasyonlar sonucu aldığı darbeler yüzünden pek varlık gösteremeyen örgüt, 3 Ekim’de, aynı yıl içinde ikinci kez, Aktütün karakoluna saldırı düzenlemiş ve çıkan çatışmada 17 askerimiz şehit düşmüştür.

     

    2008 yılında gelinen nokta şudur;

     

    – ABD, PKK terör örgütünün silahlı misyonunun bittiğini, siyasi misyonun ise Barzani tarafından yürütüleceğini ilan etmiştir.

     

    – Bu durumu kabullenemeyen ve var olduğunu gösterme çabasında olan örgüt, çılgınca denilebilecek saldırılarını Türkiye’de yoğunlaştırmıştır.

     

    – Talabani ve Barzani ABD’den aldıkları misyona uygun olarak Türkiye’ye yakınlaşma çabasına girmiştir.

     

    – Teröre siyasi çözüm arayışındaki AKP, Doğu’da gerginliğin artmasına yol açarak yaklaşan yerel seçimlerde oy alabilmek kaygısına düşmüştür.

     

    – Muhalefet partileri nerdeyse Doğu illerindeki faaliyetlerini durma noktasına getirmiş, etkin muhalefetten uzaklaşmıştır.

     

    – TSK dağdaki son terörist de yok oluncaya kadar sürdürmeyi hedeflediği teröristle mücadelesine zor kış şartlarında da olsa devam etmekte ve Irak kuzeyindeki terör örgütünün hareket serbestisini yıkmak için hava harekatını sürdürmektedir.

     

    – Güvenlikten yoksun halkımız bir yandan terörün hedefi olurken öte yandan yokluk ve yoksulluğun pençesine düşmüş nefes almaya çalışmaktadır.

     

    İşte Türkiye 2009’a bu bilanço ile girmiştir. Peki yeni yılda Türkiye’yi neler beklemektedir?

     

    2009’DA BEKLENENLER

     

    Anlaşılan odur ki, siyasi iradenin teröre siyasi çözüm arayışları önümüzdeki yılda son hızla sürdürülecektir. Siyasi çözüm adı altında anayasal değişiklikler gündeme getirilecek ve Türkiye yeni yılı kimlik tartışmaları ile geçirecektir. Bu tartışmalar çerçevesinde;

     

    – Belediyelere özerklik verilmesi,

     

    – Kürtçe’nin ikinci dil olarak eğitim ve öğretimde yer alması,

     

    – GKK teşkilatının kaldırılması,

     

    – Teslim olması düşünülen teröristlerin serbest bırakılarak DTP emrinde bir PKK gücü oluşturulması,

     

    – Doğu illerimize Kürtçe bilen personelin atanması,

     

    – Sözde aydınların ortaya çıkarak Ermeni meselesinde yaptıkları gibi soykırım, özür dileme, anıt dikme, meseleyi uluslararası platforma taşıma gibi devletin üniter yapısını parçalamak için zemin oluşturacak konuların gündem oluşturması beklenmelidir.

     

    Siyasetin bu açılımıyla Barzani-Talabani ikilisinin yine sahneye çıkarak bu tartışmalara taraf olması ve bu siyaseti destekleyici beyanlarda bulunup birkaç terörist ve birkaç litre benzini Türkiye’ye vererek dostluk çağrılarında bulunması kaçınılmaz bir gelişme olarak ortaya çıkacaktır. DTP’ye gelince, son hızla kitleleri harekete geçirerek bu siyaseti kendi lehine geliştirecek zorlamalara kalkışması, PKK terör örgütünün ise masaya oturabilmek için çılgınca eylemlerini yer yer sürdürmesi hep bu siyasetin sonuçları olarak karşımıza çıkacağı düşünülmelidir. TSK’nin taraf olmadığı bu gelişmeler yine askeri operasyonları kırsala taşıyacak ve dağdaki teröristi yok etmeye yönelik böylesi bir harekat, ovadaki teröristleri kapsamadığı için etkili bir sonuca ulaşamayacaktır. Bu siyasetin kabulüyle Türkiye, geçen yıl olduğu gibi, önceki yıllarda da olduğu gibi kıymetli yıllarını, kıymetli kaynaklarını terörle mücadele adına harcamaya devam etmiş olmanın ötesinde birlik ve beraberlik gücünü de tehlikeye atmış olacaktır. Doğrusu bu mudur? Hayır, anlatalım…

     

    2009’DA YENİ AÇILIM

     

    Dış Politika: Teröre siyasi çözüm adına Türkiye’de etnik köken ve dini mezhep farklılıklarını derinleştirebilecek açılımlara soyunmak, devletin üniter ve laik yapısını yıkmaya çalışmakla eş anlamlıdır. Böylesi yıkıcı ve bölücü bir siyasetin bir daha gündeme getirilmemek üzere gündemden düşürülmesi zorunludur. Çünkü Türkiye’de etnik köken ve dini mezhep farklılıklarının yarattığı bir sorun yoktur, bu bir İsrail siyasetidir ve Türkiye’de her kim bu tür bir siyaset izliyorsa eğer, İsrail’e hizmet etmiş olmaktadır. Gerçek ise şudur; Türkiye küresel projelerin hedefi durumundadır ve bu küresel projeler Türkiye’deki farklılıkları hedefine ulaşmak için bir araç olarak kullanmaya çalışmaktadır. Avrupa’nın Bizans yaklaşımı, İsrail’in yaşam stratejisi ve ABD’nin Haçlı seferlerini başlatarak Ortadoğu’ya hakim olma düşüncesi bu projelerin temelinde olup Türkiye, öncelikle bu küresel siyaseti etkisiz hale getirebilecek onurlu bir dış politika belirlemelidir. Küresel ölçekli projeler etkisiz hale getirilmeden Türkiye’nin kendi iç meselelerini çözüme kavuşturabilmesi olası değildir. Türkiye’nin AB’ye muhtaç olduğu asla düşünülmemeli ve AB ile ilişkiler yeniden gözden geçirilmelidir. Bu çerçevede Kıbrıs konusu da Hatay gibi bir çözüme ulaşacak bir siyasi manevra alanı içerisinde düşünülmelidir. ABD’nin Irak’ı işgali Türkiye’nin tüm manevra alanlarını kapattığı şeklinde yorumlanmamalı, aksine Kerkük Türkmenlerinin haklarını korumak, Irak’ın parçalanmasını önlemek, Barzani’nin merkezi yönetime sıkı sıkıya bağlı kalmasını sağlamak ve de PKK terör örgütünü yok etmek için Türkiye’nin Irak’a, her hal ve koşulda, müdahale edebileceği hususu asla göz ardı edilmemelidir. Bölgede küresel güçlerin hedefi durumuna gelen İran, ABD’siz bir Irak ve Suriye ile ilişkiler geliştirilmelidir. Türk milletinin varlığı ve bekasına tehdit olan küresel güçlerle işbirliği yapılarak içsel sorunların çözülebileceğini düşünmenin akıl ve mantık dışı bir yaklaşım olacağı da unutulmamalıdır.

     

    İÇ POLİTİKA

     

    İç meselelere gelince, içimizde bir “Şark Meselesi” vardır ve bu meselenin temelinde yüzyıllardır süre gelen bir feodal yapı ile PKK terör örgütü adı ile feodal yapıya karşı güç olarak ortaya çıkmış ve küresel projelere taşeronluk yapan bir eşkıya gücü vardır. Dolayısıyla Türkiye bir yandan bu taşeron PKK örgütünü yok ederken, öte yandan güvenliği sağlayıp terörden doğan yaralarımızı saracak ve Atatürk’ün ilke ve devrimlerini yurt sathına yayacak bir iç politika belirmelidir. Asıl zor olan budur ve Türkiye bu zoru başarmalıdır, çünkü bu feodal yapı toplumun ve siyasetin dokusuna işlemiştir ve orta çağ zihniyetinden demokratik sosyal hukuk nizamına geçmek kolay olmayacaktır. Bununla birlikte, Türkiye’nin tarihten gelen devlet geleneği ve sahip olduğu iç dinamiklerle bu zoru aşmasının mümkün olabileceği düşünülmelidir. Ulusal ve onurlu bir duruşla küresel projelere karşı dik duran bir Türkiye, Türk milletinin fedakarlığı, devletine bağlılığı ve inanılmaz sabrı ile yıllardır içinde yaşadığı sorunları aşmasını bilecek, özlem duyduğu iç huzur ve barışa kavuşabilecektir, yeter ki ülkeyi yönetenler dışa bakmaktan, sırtını dışa dayamaktan, dıştan nasihat almaktan kurtulup içe dönsün ve sahip olduğumuz gücü bir görsün…

  • Yeni Başmüzakereci Egemen Bağış

    Yeni Başmüzakereci Egemen Bağış

    Zeynep GURCANLI- ANKARA

    Disisleri Bakani Ali Babacan’in yerine yeni Basmuzakereci Egemen Bagis oldu.
    Basbakan Recep Tayyip Erdogan, ani bir kararla, halen Disisleri Bakani Ali Babacan tarafindan yurutulen Avrupa Birligi Basmuzakereciligi gorevini, en yakin calisma arkadaslarindan birine emanet etmeye karar verdi.

    Turkiye’nin yeni Basmuzakerecisi, halen AKP Genel Baskan Yardimciligi’ni yurutmekte olan Egemen Bagis olacak. Erdogan, kararini bizzat bugun (Cuma) aciklayacak.
    Edinilen bilgiye gore, Basbakan Basmuzakerecilik ile Disisleri Bakanligi gorevini ayirma kararini, son donemde Ortadogu bolgesinde yasanan gelismeler ve Turkiye’nin BM Guvenlik Konseyi uyeligini ustlenmesi nedeniyle aldi.
    Gazze krizi, Disisleri Bakani Babacan’in, BM Guvenlik Konseyi uyeligi nedeniyle, bolge ve dunya sorunlariyla, onumuzdeki iki yil boyunca daha yakindan ilgilenmesini gerektirecek.
    Oysa Erdogan, AB’den gelen “uyelik surecini ihmal ettiniz” elestirilerini dikkate alarak, ozellikle yerel secimlerin ardindan, yeni bir AB hamlesine hazirlaniyor. Cok mesgul olacagi tahmin edilen Babacan’in bu konuyla da ilgilenmek icin yeterli zaman bulamayacagina inaniyor.
    Basbakan, bu nedenle, onem verdigi AB konusunu, en yakin calisma arkadaslarindan birine, Egemen Bagis’a emanet etmeye hazirlaniyor.
    ERDOGAN, BAGIS’A DA DUN GECE BILDIRDI
    Erdogan, kararini da yeni Basmuzakerecisine dun gece (Persembe) gec saatlerde bildirdi. Egemen Bagis, haberi aldiginda gorevli olarak gittigi Fas’ta idi.
    Basbakan, kararini yine telefonla, halen Gazze krizine iliskin BM Guvenlik Konseyi toplantilarina katilmakta olan Ali Babacan’a da bildirdi.
  • Ankara’da sürpriz buluşma

    Ankara’da sürpriz buluşma

    8 Ocak 2009
    Zeynep GÜRCANLI / ANKARA

    Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, şu saatlerde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’la görüştü. Başbakan Erdoğan öğle saatlerinde İstanbul’dan Ankara’ya gitti. Ankara’da Başbakan’ı teamüllerin aksine Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül karşıladı. Erdoğan ve Gönül, havalimanından Başbakanlığa birlikte geldiler. Başkent’te bir diğer sürpriz görüşme de Cumhurbaşkanı Gül ile İçişleri Bakanı Atalay arasında gerçekleştirildi.
    Bugün Başbuğ’un saat 14.30’da Cumhurbaşkanı Gül’le haftalık olağan görüşmesi vardı. Fakat, Orgeneral Başbuğ’un makam aracı saat 14.15’de Çankaya Köşkü yerine Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile görüşmek üzere Köşk’ün karşısında bulunan Başbakanlık Resmi Konutu’na giriş yaptı. Başbuğ ve Erdoğan, Ergenekon soruşturmasında yaşanan son gelişmeler sonrasında yaklaşık 1 saat 20 dakika süren sürpriz bir görüşme gerçekleştirdi.

    Dün Ergenekon soruşturması kapsamında emekli paşaların da gözaltına alınması sonrası ilk olarak akşam saatlerinde Genelkurmay Karargahı’nda yaklaşık 6 saat süren bir toplantı gerçekleştirilmiş, sonrasında Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Işık Koşaner’in Giresun ve Trabzon’a bugün yapacağı gezi ve Genelkurmay Karargahı’nda yarın yapılacak basını bilgilendirme toplantısı iptal edilmişti.

    GÜL’LE GÖRÜŞME 15.15’TEYDİ

    Başbuğ’un saat 14.30’da Cumhurbaşkanı Gül’le yapacağı olağan görüşme Başbakan Erdoğan’la gerçekleştirilen sürpriz buluşma nedeniyle saat 15.15’e ertelenmişti ama Erdoğan ve Başbuğ görüşmesi saat 15.45’te bitti.

    BAŞBUĞ KÖŞK’TE

    Başbakan Erdoğan’la sürpriz bir görüşme gerçekleştiren Orgeneral Başbuğ, Başbakanlığın karşısında bulunan Çankaya Köşkü’nde Gül ile haftalık olağan görüşmesini gerçekleştiriyor.

    İÇİŞLERİ BAKANI KÖŞK’TE

    İçişleri Bakanı Beşir Atalay da pogram dışı Çankaya Köşkü’nde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’le görüştü. Yaklaşık 25 dakika süren görüşme talebinin İçişleri Bakanı’ndan geldiği öğrenildi.

    TÜMGENERAL DAĞSALI, CERRAH’LA GÖRÜŞTÜ

    1. Piyade Tümen Komutanı Tümgeneral Bülent Dağsalı da Erdoğan’ın Başbuğ ile görüştüğü saatlerde Ergenekon soruşturmasının son dalgasında gözaltına alınanların tutulduğu İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah ile görüştü. İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah yaklaşık yarım saat görüştüğü Dağsalı’yı kapıya kadar uğurladı. Ziyaretin ardından Cerrah yaptığı açıklamada, Dağsalı’nın kendisini doğal afetler konulu bir semire davet etmek için geldiğini söyledi.

    YÖK BAŞKANI DA BAŞBAKANLIK’TA

    YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile görüşmek üzere Başbakanlık Resmi Konutu’na geldi. Prof. Dr. Özcan, Başbakanlık Resmi Konutu’na saat 15.30’da giriş yaptı.

  • Büyükelçi Atamaları Yapıldı

    Büyükelçi Atamaları Yapıldı


    Yazd 1
    Salı, 06 Ocak 2009
    Dışişleri Bakanlığı kritik büyükelçilik koltuklarına atama yaptı. Atamalar arasında en tecrübeli isimlerden birinin Çin’e gönderilmesi dikkati çekti.

    Dünyada, Türkiye açısından büyük önem taşıyan pek çok merkez, “Büyükelçisiz” idare ediliyordu.
    Ancak bu konu, ciddi sıkıntı yaratmaya başlayınca, Dışişleri Bakanı Ali Babacan sonunda harekete geçti. Ve bir “ara kararname” ile, Türkiye açısından büyük önem taşıyan iki merkeze atama kararı alındı.
    Bu iki merkez, Pekin ve Lefkoşa…

    Çin Türkiye açısından, hem siyasi, hem de ekonomik olarak büyük önem taşıyor. Oysa Pekin’deki son Türk Büyükelçisi Oktay Özüye, Kasım başında resmen Ankara’ya çekilmişti.
    Yaklaşık iki aylık boşluktan sonra, Pekin’e atama kararı çıktı. Üstelik Bakan Babacan, bu boşluğu doldurmak için, en yakın çalışma arkadaşını, Danışmanı Murat Esenli’yi Pekin’e atama kararı aldı.

    8 BAKAN’IN “YAKIN ÇALIŞMA ARKADAŞI”

    Zeynep Gürcanlı YAZIYOR

    Dışişleri Bakanlığı’ndaki kariyeri boyunca, toplam sekiz bakanla “çok yakın” çalışma imkanı bulan Esenli, Bakanlığın en parlak isimleri arasında yer alıyor.
    Esenli, 1985-1986 yılları arasında, kariyerinin ilk yıllarında, dönemin Bakanı Vahit Halefoğlu’nun özel kalem müdür yardımcısı olarak görev yapatı.
    Ardından ise, 1993-1994 arasında Hikmet Çetin, 1994-1995 arasında kısa süreli bakanlıkları döneminde Mümtaz Soysal, Murat Karayalçın, Erdal İnönü ve 1999-2001 arasında da İsmail Cem’in özel kalem müdürlüğü görevlerini yürüttü.
    Esenli son olarak da dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül tarafından iki sene önce “Bakan danışmanlığı” görevine atanmıştı. Esenli son olarak Ali Babacan’ın danışmanlığını yürütüyordu.LEFKOŞA’YA KUVEYT BÜYÜKELÇİSİ

    Türkiye için hayati önem taşıyan Lefkoşa’ya ise, bir diğer yurtdışı temsilcilikten kaydırma yapıldı. Lefkoşa’ya, Kuveyt’te halen Türkiye Büyükelçisi olarak görev yapan Şakir Fakıllı atandı.
    Lefkoşa Büyükelçili ataması, Dışişleri Bakanlığı’nda büyük sıkıntı yaratmıştı. Hükümetin, bu göreve Dışişleri Bakanlığı dışından bir bürokratı atamak istemesi üzerine, özellikle diplomatlar buna tepki göstermişlerdi.
    Hükümet, Lefkoşa’ya İstanbul Valisi Muammer Güler’i atamak istemiş, ancak Güler’in özellikle yabancı dil bilgisinin sınırlı olması nedeniyle, Dışişleri büroktarları bu isteğe karşı çıkmışlardı. KKTC ile Kıbrıs rum Yönetimi arasında halen sürmekte olan ve İngilizce yapılan görüşmeler, Türkiye açısından da hayati önem taşıyor. Bu nedenle, bu göreve hem Kıbrıs dosyasına vakıf, hem de yabancı dili en iyi olan Büyükelçilerden birinin atanması kararlaştırıldı.
    Bu atama ile, AKP hükümetinin “dışardan büyükelçi atama hevesi” de şimdilik durdurulmuş oldu.

    VE DİĞER ATAMALAR

    Babacan’ın ara kararnamede, yine Türkiye için “boş tutulmaması gereken” diğer başkentelere de atama yapıldı. Bunlar şöyle;
    Altay Cengizer İrlanda-Dublin, Alev Kılıç Meksiko City-Meksika, Mehmet Dönmez Yemen-Sana, Mehmet Taşer Yeni Zelanda- Wellington’a büyükelçi olarak atandı. Bu atamaların altında ise, söz konusu Büyükelçiliklerdeki meslek memuru sayısının çok az olması, dolayısıyla Büyükelçi’nin boşluğunun, “büyük sıkıntı yaratması”.

    NEW YORK’A HALA ATAMA YOK: NEDEN MÜSTEŞAR KRİZİ Mİ?

    Türkiye için yine büyük önem taşıyan bir başka merkez ise, New York’taki BM temsilciliği.
    Bu görevdeki son Büyükelçi Baki İlkin, yaş haddinden emekli oldu. Ancak yerine resmi atama yapılmadı. İlkin, halen “Cumhurbaşkanı danışmanı” sıfatıyla New York’ta görev yapıyor. Ancak Büyükelçi’nin görev ve sorumluluklarını resmen yerine getiremiyor.
    Oysa Türkiye 2009 başından itibaren, iki yıl süreyle, BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliğini devraldı. Dolayısıyla, dünyadaki tüm kritik konularda, söz sahibi olma durumuna geldi.
    Buna karşılık, böylesine kritik bir zamanda, böylesine kritik bir göreve atama yapılamadı.
    Dışişleri koridorlarında konuşulanlar, bu göreve için Dışişleri Müsteşarı Ertuğrul Apakan’ın düşünüldüğü, ancak Apakan’ın yerine “Müsteşar’ın kim olacağına” bir türlü hükümet içinde karar verilemediği için, bu atamanın önünün tıkandığı yolunda.

  • Chavez, İsrail elçiliğini sınır dışı ediyor

    Chavez, İsrail elçiliğini sınır dışı ediyor

    Kimse cesaret edemedi. O yaptı. Venezuela Devlet Başkanı Hugo Chavez İsraillileri kapının önüne koydu.

    Venezuela Dışişleri Bakanlığından yapılan açıklamada, “İsrail Büyükelçisi ve İsrail Büyükelçilik personelinin bir kısmını sınır dışı edilmesi kararı alındığı” bildirildi.

    Venezuela Devlet Başkanı Hugo Chavez de daha önce yaptığı açıklamada İsrail’i kınamış ve Venezuela’daki Musevi cemaatini, İsrail Hükümetine karşı tavır almaya çağırmıştı.

    Chavez, İsrail’in Gazze saldırısını kastederek, “Venezuela Musevi cemaatinin bu barbarlığa karşı çıkacağını ümit ediyorum. Bunu yapın. Bütün zulümlere şiddetle karşı çıkmıyor musunuz?” diye konuşmuştu.

  • Kızılay’dan Filistin’e yardım kampanyası

    Kızılay’dan Filistin’e yardım kampanyası

    Türk Kızılayı Genel Başkanı Küçükali Filistin’e yardım kampanyası başlattıklarını ve ilk etapta 150 bin aileye bir ay yetecek yardım malzemesi gönderildiğini bildirerek, “İş dünyasına, sanat dünyasına, spor ve medya dünyasına sesleniyorum. Lütfen kampanyamıza destek verin” dedi. –Filistin Büyükelçisi Nebil Maruf ise Gazze’de yaşanan durumun tamamen bir devlet terörü olduğunu söyleyerek, “Bu insana karşı yapılan bir savaştır. Oy için yapılan bir savaş. Ne kadar çok ölü o kadar çok oy. İşte İsrail bu” dedi. 


    – 

    ANKARA (ANKA) – Türk Kızılayı Genel Başkanı Tekin Küçükali Filistin’e yardım kampanyası başlattıklarını ve ilk etapta 150 bin aileye bir ay yetecek yardım malzemesi gönderildiğini bildirerek, “İş dünyasına, sanat dünyasına, spor ve medya dünyasına sesleniyorum. Lütfen kampanyamıza destek verin” dedi.
    Türk Kızılayı Genel Merkezi’nde yapılan toplantıya Türk Kızılayı Genel Başkanı Tekin Küçükali, Filistin Büyükelçisi Nebil Maruf, Türkiye Tarım Kredi Kooperatifleri Genel Müdürü Bedrettin Yıldırım ve Türk Kızılayı Yönetim Kurulu Üyesi Ercan Saatçi katıldı. Türk Kızılayı Genel Başkanı Küçükali, Türkiye’nin bulunduğu coğrafyada bir insanlık dramının yaşandığını söyleyerek, İsrail’de yaşanan olayın insan kaynaklı bir afet olduğunu söyledi. Türk Kızılayı olarak son dönemde Gürcistan, Irak, Sudan, Lübnan’da yaşanan insan kaynaklı afetlerde sorumluluklarını yerine getirerek yardım kampanyaları düzenlediklerini belirten Küçükali, “Filistin Gazze’de yaşanan olmazsa olmaz olan; insanlık onurunu zedeleyen bir olaydır. Akan gözyaşları, öldürülen siviller insan onurunun zedelendiğinin en büyük göstergeleridir” dedi.

    -“ULUSLARARASI HUKUK OLAYA GEÇ OLMADAN EL KOYMALI”-

    Meral Kazancı ve ailesinin dramının televizyonlardan izlendiğini, 5 gün boyunca evlerinden çıkamadan aç ve susuz yaşadıklarını belirten Küçükali, Türk Kızılayı’nın yardımını almak için ailenin dışarı çıktığını anımsattı. Binlerce ailenin Türk Kızılayı’nın yardımını beklediğini vurgulayan Küçükali, öldürülenlerin yüzde 90’ının çocuk ve kadınlardan oluştuğunun altını çizdi. Küçükali, “Buradan seslenmek istiyorum. Yaralı olar çocuk ve kadınları ambulans helikopter ve ambulans uçak ile alabiliriz. Bu saldırı durmalı, sürekli ve güvenli insani yardım hattı açık olmalı. Uluslararası hukuk olaya el koymalı. Zaman aşımı olduktan sonra uluslararası hukuk olaya el koyarsa “ölenler ölmüş kalan sağlar bizimdir’ denmiş olur” dedi.

    -“TÜRK KIZILAYI’NIN YARDIM KAMPANYASINA DESTEK VERİN”-

    Gazze’de yaşanan olayın Cenevre sözleşmesinin ihlal edilmesi olduğunun altını çizen Küçükali, Türk Kızılayı’nın yardım hakkının engellenmemesi gerektiğini söyledi. Küçükali, Türk Kızılayı olarak birçok faciada örnek olduklarını kaydederek “Şimdi de sıra Gazze sınavında” dedi. Türk Kızılayı olarak temel ihtiyaç maddelerinin bölgeye gönderildiğini ve psiko-sosyal yardım için bir birimin Gazze’de olduğunu belirten Küçükali, bir birimin daha gönderileceğini açıkladı. Sağlık teşkilatının Gazze’de çöktüğünün altını çizen Küçükali, Türk Kızılayı olarak ambulans, ilaç, tıbbi malzeme ve ekipman yardımlarının devam edeceğini söyledi. Küçükali, “İş dünyasına, sanat dünyasına, spor ve medya dünyasına sesleniyorum. Lütfen kampanyamıza destek verin” çağrısında bulundu. Küçükali, tüm bankalardan Türk Kızılayı hesabına, tüm operatörlerden “2868”e SMS gönderilerek, 168 nolu ücretsiz hattan da yardım yapılabileceğini bildirdi.
    Küçükali, bölgeye yardımların kesinlikle ulaşabileceği tek adresin Türk Kızılayı olduğunu savundu.

    -“YARDIM EKİPLERİNİ CANLI BAĞLANTI”-

    Basın toplantısında Türk Kızılayı’nın Kudüs’te bulunan ve Mısır’da Refah Sınır Kapısı’nda bulunan yardım ekiplerine canlı bağlantı yapıldı. Mısır Refah Kapısı’ndan görev yapan yardım ekibi lideri Binan Derindere’ye canlı bağlanılırken, Derindere bölgeyle ilgili kısa bilgi verdi. Bölgede karmaşanın hakim olduğunu belirten Derindere, bölgede su, elektrik ve gıda bulunmadığını, bombardımanın da aralıklarla sürdüğünü kaydetti. El Sahra hastanesi yanından kendilerinin bir hastane kuracaklarını söyleyen Derindere, bölgeye tıbbi malzeme desteğini de sağlayacaklarını bildirdi.
    Kudüs’te bulunan yardım ekibinin lideri Aydın Özdemir ise Gazze halkına ilk olarak 150 bin aileye bir ay yetecek kadar yardım malzemesinin ulaştırıldığını ve bu yardımın; bölgeye yapılan son yardım malzemesi olduğunu kaydetti. Özdemir, ikinci parti yüklemelerinin devam ettiğini ve bu parti içerisinde gıda ve battaniye yardımı olacağını açıkladı.

    -FİLİSTİN BÜYÜKELÇİSİ MARUF: “BU TAM BİR DEVLET TERÖRÜ”-

    Filistin Büyükelçisi Nebil Maruf ise Gazze’de yaşanan durumun tamamen bir devlet terörü olduğunu söyleyerek, “İsrail’in Filistin halkına karşı yaptığı bir terör olayıdır. Bu tanklar; bebek, çocuk, yaşlı ve kadınları öldürüyor. 3 aylık bebekleri öldürüyorlar. Bunların suçu nedir? Bu da gösteriyor ki; İsrail Filistin halkına karşı yok etme savaşı veriyor. Bunu yapan İsrail’in liderlerinin uluslar arası mahkemelere götürülmelidir. Halkımıza karşı cinayet işleyen bu kişiler uluslar arası mahkemelerde yargılanmalılar” dedi. Gazze’de bütün müessese, cami, okul, üniversite, bakanlıkların yok edildiğini belirten Muruf, “Bu insana karşı yapılan bir savaştır” dedi.

    -“SÖZ VERİYORUZ, İSRAİL ZAFERE ULAŞAMAYACAK”-

    İsrail’in tüm kanunları, insan hukukunu, insan haklarını, Cenevre sözleşmesini ihlal ettiğini ifade eden Maruf, sözlerini şöyle sürdürdü:
    “Bu savaş sadece İsrail’de yapılacak seçimler için, daha fazla oy alabilmek için yapılıyor. Daha fazla Filistinli öldükçe daha fazla oy olacaklar. Oy için yapılan bir savaş. Ne kadar çok ölü o kadar çok oy. İşte İsrail bu. Herkes İsrail gerçeğini görsün. Belki İsrail’den zayıfız ancak, irademizle ve kardeşlerimizle biz çok daha güçlüyüz. Size söz veriyoruz. İsrail zafere ulaşamayacak. Türk Kızılayı sayesinde Filistin Türkiye yardımı gördü. Sizlere teşekkür ediyoruz. Sizlerin de katkıları ile buna dur diyeceğiz ve zafere ulaşacağız.
    Türkiye Tarım Kredi Kooperatifleri Merkez Birliği Genel Müdürü Bedrettin Yıldırım ise, bölgeye Türk Kızılayı’nın 3 tırı ile malzeme göndereceklerini açıkladı. Söz konusu yardım Türk çitçisinin teşkilatlı olarak yaptığı ilk yardım unvanını da taşıyor.
    Türk Kızılayı Genel Başkanı Küçükali, gazetecilerin bir sorunu üzerine ambulans helikopter ve ambulans uçakların Mısır’ın izin vermemesi nedeniyle bölgeye gönderilemediğini ifade ederek, tüm uluslar arası kuruluşlara bu izin verilmesi için çağrıda bulundu. (ANKA)
    (ONR/BÜN)

  • 2009 Yılı İçin Türkiye’nin Dış Politika Hedefleri ve Stratejileri : Uyelerimizden yankilar

    2009 Yılı İçin Türkiye’nin Dış Politika Hedefleri ve Stratejileri : Uyelerimizden yankilar

    Dr. Gamze Güngörmüş Kona

    Beykent Universitesi


    Türkiye için hem önem hem de tehlike arz eden bölgelerden ve bu bölgelerde yer alan bazı kritik nitelikteki devletlerden Türkiye’nin ulusal güvenliğine gelebilecek tehditlerin sönümlenebilmesi ve yine bu bölgelerde bazı devletlerin Türkiye ile dost ve müttefik olmasının sağlanması için dış politikada belirli bir plan, program ve strateji çerçevesinde hareket edilmelidir. 2009 yılı için tespit ettiğim dış politika hedefleri şu şekildedir :
    1. Orta Asya Bölgesi ve Orta Asya Devletleri İçin Tespit Edilmiş Olan Dış Politika Hedefleri :
    Orta Asya cumhuriyetleriyle kültür, tarih, din ve dil bağları bulunan Türkiye, bağımsızlığın hemen başında hem kendisi hem de Batı tarafından, laik devlet, çoğulcu demokrasi ve serbest pazar ekonomisiyle bu cumhuriyetler için siyasal ve ekonomik bir model olarak sunulmuştur. Batıdaki olumlu görüntüsü ve kendi konumundan aldığı cesaretle Türk yetkililerinin, ilişkilerin ilk iki yılında bölgeden beklentileri büyüktü ve Adriyatik’ten Çin Seddi’ne uzanan bir Türk Dünyası kurmaktan ve bir Türk Ortak Pazarı yaratmaktan söz ediyorlardı. Ne var ki, 1992’de gerçekleşen Ankara Zirvesi’nin ardından kabul edilen Ankara Deklarasyonu’ yla, bu beklentiler yerini daha gerçekçi olanlara bıraktı. Ankara Deklarasyonu’ ndan bu yana planların yalnızca küçük bölümleri hayata geçirilmiştir. Şu anda ne Türkiye ne de Orta Asya cumhuriyetleri sonuçtan memnun gözükmemektedirler. Bugüne kadar geliştirilen ilişkilerin sonucunda varılan noktada yaşanan hayal kırıklığının nedenlerin büyük bir kısmı Türkiye’den kaynaklanmaktadı r. Orta Asya cumhuriyetleri ve Türkiye arasındaki ilişkilerin verimli hale getirilmesi için geliştirilen dış politika stratejileri şu şekildedir:
    Bölgedeki Radikal İslam’a Karşı Türkiye
    Türkiye ve Orta Asya cumhuriyetlerini birbirleriyle yoğun işbirliği geliştirmekten alıkoyan mevcut problemlere rağmen, Türkiye Orta Asya cumhuriyetleri ve Orta Asya bölgesi için bazı avantajlar ifade etmektedir. İlk olarak, Türkiye’nin Orta Asya’daki varlığı, bölgenin yeni şekillenen perspektifinde yer almaya istekli köktendinci ülkelere karşı gereklidir. Kısmen bölgeyle mevcut kültürel bağları ve ekonomisindeki darboğaz nedeniyle cesaret alan İran bölgede oldukça etkin durumdadır. 1991’den sonra bölgedeki İslami uyanışı dikkate alırsak, İran’ın bölgedeki etkisinin Orta Asya toplumları arasında aşırı dinciliğe sebep olabileceğini iddia edebiliriz. Böylece, laik devlet modeli, serbest pazar ekonomisi ve çoğulcu demokrasisiyle Türkiye, bölgede nüfuz arayışındaki köktendinci devletlerin muhtemel dini istismarlarına karşı bir tür engel teşkil etmektedir. Türkiye’nin bu özelliği Orta Asya devletleri nezdinde kullanılmalıdır.
    Bölgeye Amerikan Desteğini Yönlendirebilen Türkiye
    Bölge Devletlerine Batının İletişim Kanallarını Açabilen Türkiye
    Laik ve Demokratik Bir Model Olarak Türkiye
    1990 sonrasında Orta Asya devletleri ile ilişkileri geliştirmek için Türk yetkililer tarafından iki temel alan hedef seçilmişti; ekonomik ve siyasal, ancak din, dil, tarih, kültür benzerliğine ilişkin vurgu oldukça alt düzeylerde yapılmıştır. Yeni dengelerin halen belirsizliğini koruduğu 11 Eylül sonrası bu yeni dönemde Orta Asya devletleri ile ilişkiler kültürel ortaklıklar temel alınarak geliştirilmeli ve jeokültürün sunacağı avantajlar ilişkileri geliştirmede hedef seçilmelidir.
    Orta Asya devletlerine ABD’nin Gürcistan’da gerçekleştirdiğ i yumuşak darbe ile Şevardnadze iktidarını devirip yerine kendisine yakın bir iktidarı getirdiği ve bu uygulamayı Orta Asya devletleri kapsamında da yineleyebileceğ i hatırlatılarak, bu devletlerin hazırlıklı olmaları gerektiği hatırlatılmalıdı r.
    2. Güney Kafkasya İçin Tespit Edilmiş Olan Dış Politika Hedefleri
    Türkiye’nin Kafkasya politikası tanımı, genel bir ifade olmayı pek aşamamaktadır. Zira Kafkasya bilindiği üzere bir bölge olup bu bölgeyi Kuzey ve Güney Kafkasya olarak ayırmak gerekmiştir. Kuzey Kafkasya kapsamındaki muhtar cumhuriyetler (Çeçenistan Cumhuriyeti, İnguş Federe Cumhuriyeti, Kabarday – Balkar Federe Cumhuriyeti, Karaçay – Çerkes Federe Cumhuriyeti, Adigey Federe Cumhuriyeti, Alanya (Kuzey Ossetya) Federe Cumhuriyeti ve Dağıstan Federe Cumhuriyeti) ile birlikte RF iç bölümleri durumundadır. Bu itibarla Türkiye’nin RF politikasını Türkiye’nin Kuzey Kafkasya politikasından fazla soyutlama imkânı yoktur. Kısaca Türkiye’nin Kafkasya politikası Türkiye-RF ilişkilerinin bir bölümünü içerir. Zira belirtildiği gibi Kuzey Kafkasya RF’nun bir parçasıdır. Güney Kafkasya’ya gelince bu bölge Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan gibi üç bağımsız devletten oluşmaktadır. Türkiye2nin her bir Güney Kafkasya devletine ilişkin farklı dış politika stratejisi mevcuttur. Ancak, bugüne dek uygulanan politikalar istenen sonucu verememiştir. Bu bağlamda, Güney Kafkasya cumhuriyetleri ve Türkiye arasındaki ilişkilerin verimli hale getirilmesi için geliştirilen dış politika stratejileri şu şekildedir:
    Azerbaycan
    Hem Türk ve Azeri halkları hem de Türkiye ve Azerbaycan Cumhuriyetleri arasında işbirliğinin geliştirilmesini gerektiren ve bu işbirliğinin gelişmesini kolaylaştıracak siyasal, ekonomik ve kültürel pek çok unsur bulunmaktadır. Ancak, Azerbaycan’ın bağımsızlığını ilan ettiği 1991 yılından günümüze dek iki ülke arasındaki ilişkiler olması gerekenden ve beklenen seviyeden oldukça aşağıda kalmıştır. Bu başlık altında, iki ülke arasındaki mevcut ilişkilerin gelişmesini sağlayabilecek bazı öneriler sunulmaktadır. Bu öneriler resmi düzeyde ele alınıp incelendikten sonra uygulama aşamasına geçildiğinde, ilişkilerin arzulanan düzeye yükseleceğine olan inancımız tamdır. Bu öneriler şu şekilde sıralanabilir.
    a. Güney Kafkasya bölgesinde istikrarı tesis etmek
    Azerbaycan-Tü rkiye ilişkilerini Azerbaycan’ın bulunduğu coğrafyada yer alan diğer devletleri göz ardı ederek değerlendirmek yanlış olacaktır. Güney Kafkasya’da Gürcistan ve Azerbaycan’ın sorunlarının bulunduğu Ermenistan devletlerine rağmen Türkiye-Azerbaycan ilişkilerinin gelişmesi mümkün değildir. Bu nedenle, öncelikle Azerbaycan ve Ermenistan ilişkilerinin normalleştirilmesi, Ermenistan’ın Azeri topraklarını işgale son vermesi ve Gürcistan-Azerbaycan -Ermenistan ilişkilerinin geliştirilmesi gerekmektedir. Bu bağlamda, Türkiye’nin arabuluculuk girişimleri kaçınılmazdır. Güney Kafkasya’da sağlanacak istikrar hem bölge devletleri arasında işbirliğinin doğmasına neden olacak hem de bu barış ortamı Azerbaycan’ın bölge dışı diğer devletlerle ilişkilerini daha rahat ve çekinmeden geliştirmesini sağlayacaktır. Ayrıca, bu türden bir güç birliği Rusya’nın Güney Kafkasya’da tekrar güçlenmesini engelleyeceği gibi Türkiye’nin güvenliğine yönelik olası Rus yayılmacılığı karşısında Güney Kafkasya Türkiye için bir tampon bölge oluşturabilecektir.
    b. Demokrasi ve liberal ekonominin kurum ve kurallarını yapılandırmak
    Azerbaycan’ın çok partili demokratik yapıya geçmesi ülke içindeki sosyal kutuplaşmanın büyük ölçüde giderilmesini ve Azerbaycan üzerinde emelleri olan bazı bölgesel ve uluslararası devletlerin bu arzularını dizginlemelerini sağlayacaktır. Ayrıca, Pazar ekonomisinin kurum ve kurallarının tam anlamıyla yapılandırılması ise Azerbaycan ile ekonomik ve ticari ilişkilerini geliştirmek isteyen bölgesel ve Batılı devletlerin tereddüt etmeden bu tür bir ilişki geliştirme isteklerini güçlendirecektir. Azerbaycan ekonomisi yoğunlukla petrol ve petrol ürünlerinin ihracından elde edilen gelir ve bu gelirin bu devletin ticari açıklarını kapatması üzerine yoğunlaşmıştır. Oysa, bir zaman diliminde dünyanın başka bir bölgesinde ortaya çıkarılacak petrol rezervleri neticesinde Batılı devletlerin Azerbaycan’a ilişkin ilgilerini petrolün bulunduğu başka bir bölge devletine yönlendirmeleri neticesinde Azerbaycan, ekonomisindeki tek rekabet unsurunu da kaybedecek ve ülke ekonomik krize girecektir. Tüm bu nedenlerle, Azerbaycan’ın çok partili demokratik yapıya geçebilmesini, demokratik sistemin ve Pazar ekonomisinin kurum ve kurallarını tam anlamıyla yapılandırabilmesini sağlamak amacıyla dost ve kardeş ülke Türkiye’nin özellikle maddi desteği kaçınılmazdır. Demokratik ve Pazar ekonomisine sahip bir Azerbaycan direkt olarak Türkiye’nin bu devletle çok yönlü ilişki geliştirmesini kolaylaştıracaktı r.
    c. İkili ilişkilerde yakın coğrafya ve ortak kültürün önemini vurgulamak
    Azerbaycan-Tü rkiye ilişkilerinin geliştirilme aşamasında her iki devlet tarafından ön plana çıkarılması gereken unsur; siyasal ve ekonomik menfaatler değil, tarihi, kültürel ortaklıklar ve iki ülke arasında mevcut coğrafi yakınlığın yaratacağı olası avantajlar olmalıdır. Bu jeokültürel unsurlar her iki ülke tarafından öne plana çıkarılıp, geliştirilip, zenginleştirilmelidi r. Bu jeokültürel temele dayanan ikili ilişkiler, Türkiye ve Azerbaycan ile aynı kültürel ortaklık ve coğrafi yakınlık gibi özelliklere sahip diğer ülkelere doğru genişletilmeli böylece Tükiye’den başlayan ve Kafkasya-Orta Asya coğrafyalarına uzanan bir jeokültürel havza yaratılmalıdır.
    d. Ermeni işgalinin sona erdirilmesi
    Karabağ sorunu Azerbaycan ve Ermenistan devletleri arasında giderilemezse ya da bu süreçte Türkiye-Ermenistan diyaloğu sağlanamazsa uluslararası platform ve Batılı devletlerden bu sorunun halline ilişkin beklentiler bir süre askıya alınmalı ve iki devlet arasında değinilen bu sorunun çözümü için Türkiye-Azerbaycan- Kırgızistan- Türkmenistan-Ö zbekistan ve Kazakistan arasında bir işbirliği ve dostluk platformu oluşturulmalıdı r. Bu platformun oluşturulması için Türkiye’nin öncülüğü kaçınılmazdır.
    e. Çok yönlü faaliyet programlarının oluşturulması
    Azerbaycan-Tü rkiye arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi ve gelişen ilişkilerden verimli netice alınması amacıyla hem Türkiye hem de Azerbaycan nezdinde kısa ve orta vadeli faaliyet programları hazırlanmalıdır. Programların; iki ülkenin karşılıklı beklentileri ve bugüne dek ilişkilerde durgunluk yaratan faktörler dikkate alınarak, Türkiye ve Azerbaycan’ı iyi bilen akademisyen, işadamları ve Sivil Toplum Kuruluşları’ndan seçilecek kişilerce hazırlanması programların verimliliğini artıracaktır.
    f. Uluslararası platformlarda Türkiye’ye Azeri desteği
    Azerbaycan devletinin Türkiye ile birlikte hareket ettiği ve Türkiye’yi desteklediği ölçüde kendi bölgesinde güç mücadelesi ve ekonomik sorunlar karşısında güçleneceği kesindir. Bu nedenle, ülke üzerinde siyasal ve ekonomik nüfuz alanını çeşitli araçları kullanarak genişletmeyi planlayan Rusya Federasyonu ve Batıya karşı Azerbaycan Türkiye’ye ‘en çok kayırılan ülke’ önceliğini tereddütsüz vermelidir. Bu süreçte Türk Petrolleri Anonim Ortaklığı’nın Azerbaycan ile mevcut petrol anlaşmalarının sayısı artırılmalı, Azerbaycan Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattının inşa aşamasında hiçbir bölgesel ya da Batılı devletin etkisinde kalmamalı, Türkiye’ye yönelik Ermenilerin toprak talebi ve soykırım iddialarını etkinsizleştirmek için uluslararası platformlarda Türkiye’yi desteklemelidir. Türkiye’nin kendi bölgesinde siyasi ve ekonomik ağırlığının artmasını sağlayacak olan Azeri petrollerinin Türkiye üzerinden dünya pazarlarına aktarılması projesi Türkiye’nin enerji ihtiyacını garantili biçimde karşılamasını sağlayacak, Azerbaycan’ı ise Rusya’dan geçen, kullanılamaz durumdaki boru hatlarından ve Rus kontrolünden kurtaracaktır.
    g. Türkiye-Azerbaycan arasında demiryolu bağlantısının sağlanması
    Bağımsızlığın ilanından hemen sonra Batıya yönelen Azerbaycan’ın açık denizlere çıkışı bulunmadığı gibi karayolu bağlantısı ile ilgili sıkıntıları da mevcuttur. Azerbaycan’ın Türkiye ile direkt karayolu bağlantısının olmaması ise iki ülke arasındaki ilişkilerin istenen düzeye çıkmasını engelleyen önemli bir negatif faktör durumundadır. Mevcut durumda iki ülke arasındaki karayolu eksiğini giderebilecek tek alternatif olarak demiryolu bağlantısının kurulması ön plana çıkmaktadır. Bu nedenle, uzun yıllardır planlamadan öteye geçemeyen Kars-Tiflis- Bakü demiryolu inşaatının ivedilikle başlatılması gerekmektedir. Bu türden bir direkt demiryolu bağlantısı siyasal ve ekonomik açılardan her iki ülke için de avantajlar sağlayacaktır.
    h. ABD’nin Azerbaycan üzerindeki olası kontrolünü engellemek
    11 Eylül 2002 tarihinde maruz kaldığı terör olaylarının hemen akabinde düzenlediği Afganistan ve Irak operasyonları yeni ABD politikasının ilk ip uçlarını vermişti. Terörle mücadele kapsamında Orta Doğu’yu yeniden şekillendirmeye ve dünyada aksayan düzeni yeniden tesis etmeye başlayan ABD, Azerbaycan’da üs kurmuştur. Petrol üretim ve ihracat potansiyeline sahip olmanın stratejik bir önem arz ettiğinin bilincinde olan ABD yetkilileri herhangi bir bölgede var olan bu stratejik unsura sahip olabilmek için Irak’ta uyguladığı türden politikalar geliştirmektedir. Hazar bölgesinde ciddi petrol rezervlerine sahip bir ülke konumunda olan Azerbaycan’ın sadece ABD değil hiç bir ülkeye sahip olduğu bu yegane lüksünü teslim etmemesi gerekmektedir. Gelecek dönemlerde Azerbaycan devletinin siyasal ve ekonomik sorunlarını çözme aşamasında ve uluslararası piyasalarda rekabet gücüne sahip bir ülke olma durumunda bu devletin en önemli aracı, sahip olduğu petrol rezervleri ve petrolü ihracı olacaktır.
    İki ülke arasındaki ilişkileri tek yönlü (Bakü-Tiflis- Ceyhan petrol boru hattı projesi) olmaktan kurtarabilmek ve çok boyutlu özelliğe sahip kılabilmek amacıyla izlenmesi gereken stratejileri aktarmaya çalıştık. Bu stratejiler özveriyle uygulandığında iki ülke arasındaki ilişkiler hak ettiği düzeye ulaşacaktır.
    Ermenistan
    Türkler Anadolu’ya ulaşmadan önce bu bölgede yaşadıklarını sıklıkla dile getiren Ermeniler, bügün Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları içinde yer alan Doğu Anadolu Bölgesi üzerinde hak iddia etmektedirler. Ruslar Karadeniz’de kıyısı olan, Fransızlar ise Adana ve Mersin şehirlerini de içine alan, Doğu Akdeniz’de yeni bir devlet olarak kurulması düşünülen Ermenistan projelerini özellikle kritik dönemlerde gündeme getirip destekleyerek Ermeni devletine siyasal açıdan büyük bir destek vermektedirler.
    Ermenilere karşı iki tür strateji takip edilmelidir; 1. Diaspora’ya karşı, 2. Ermenistan’a karşı. Ermenistan’ın ekonomik sorunları iyi kullanılmalıdır. Azerbaycan’ı kızdırmayacak ama Türkiye’nin de çıkarlarına zarar vermeyecek bir siyaset geliştirilmelidir. Baskın ülke rolüyle, Ermenistan iç politikasında rol alınmalıdır. Gerekirse Türkiye’deki Ermeni Kilisesi aktif kullanılmalıdır,
    Karabağ sorunu çözülmemiştir. Sadece dondurulmuştur. Havaların ısınmasıyla sorun tekrar alevlenecektir. Sorunu duygusal boyuta çekmeden realist atmosferde çözüm önerileri getirilmelidir,
    Karabağ sorunu için hazır planlar şimdiden geliştirilmelidir,
    Azerbaycan’la olan ilişkiler halk bazında yaygınlaştırılmalı dır. Unutulmamalıdı r ki Rusya Azerbaycan’da halen vardır. İlhan Aliyev için Ankara’dan ziyade Moskova’nın ne dediği önemlidir. Buradaki öncelik derecesi değiştirilmelidir,
    Günlük değil asırlık stratejiler geliştirilmelidir,
    Ankara bölge için siyasi cazibe, Erzurum da ekonomik cazibe merkezi haline getirilmelidir,
    Ermenistan’a karşı sert ılımlı bir politika takip edilmelidir. Özal dönemindeki ılımlı politikalar işe yaramamıştır. Her iki ülke sert söylemlere dönmüştür. Türkiye, Ermenistan politikasını Erivan’a bakarak değil Moskova ve Washington ekseninde geliştirmelidir,
    Bölgesel alanlarda mutlaka inİsiyatif sahibi olunmalıdır. Zamanla genel havzalarda (Avrupa, Asya, Afrika) bayrak gösterecek hamleler yapılmalıdır.
    Gürcistan
    Gürcistan medeniyetlerin kesişme noktasında yer alır. Dünyanın en eski Hristiyan topluluklarından olan Gürcistan’da çok sayıda Hristiyan ve Müslüman topluluk bulunmaktadır. Abhazya, Osetya ve Acar sorunları bazı kesimlerce medeniyetlerarası bir sorun haline getirilmek istenmektedir. Özellikle Abhaz-Gürcü çatışmasını bir tür Hristiyan-Müslü man dinler savaşı gibi gösterme çabası gözlerden kaçmamaktadır. Bu noktada Türkiye’nin ve Gürcistan’ın tavrı son derece yapıcı olmuştur. Türkiye de nüfusunun çoğunluğu Müslüman bir ülke olmasına rağmen sorunu din merkezli görmemiş ve Gürcistan’ın toprak bütünlüğünden yana tavır almıştır. Her iki etnik grubu da barındıran bir ülke olarak Türkiye sorununun dinler ve kültürlerarası bir soruna dönüşmemesi için çabalarını sürdürmektedir. Aynı şekilde Gürcistan da bölgedeki en büyük Müslüman ülke olan Türkiye ile yakın ilişkiler geliştirmeyi tercih etmektedir. Bu da iki ülkenin dış ilişkilerinde dinin ayırıcı unsurlarını değil, istikrarı arttırıcı evrensel bir bakış açısını benimsediklerini göstermektedir. Taraflar birbirlerinin dinlerini neredeyse hiç önemsemeksizin yakın bir ilişki kurabilmişlerdir. Ancak, son dönemde Gürcistan üzerinde oynanan oyunlar, ABD ve Rusya Federasyonu’nun Bu devlet üzerinde ayrı ayrı ve farklı amaçlarla siyasi ve ekonomik hakimiyet kurma isteği ve bu amaç doğrultusunda eyleme geçmeleri Gürcistan’ın sadece toprak bütünlüğünü zedelemekle kalmamakta aynı zamanda bu devletin siyasi olarak geleceğini de bilinmeze sürüklemektedir. Bu bağlamda izlenmesi gereken strateji Gürcistan’ın
    -Gürcistan-Abhazya, Gürcistan-Acaristan, Gürcistan-Güney Osetya sorunlarının çözümü aktif Türk desteği ile sağlanmalıdır.
    -Türkiye Gürcistan’ın toprak bütünlüğünü ve bağımsızlığını koruması için bu devlete uluslararası platformlarda destek aramalıdır.
    -Gürcistan’ın Çeçenistan’a verdiği örtülü destek engellenmelidir. Çünkü bu tür girişimler RF’yi daha da kızdırmaktan öte bir anlam taşımamaktadır.
    -Gürcistan’ın ABD’yi Rusya Federasyonu’na karşı kullanmasının kendisi için hiçbir pratik fayda getirmeyeceği aksine Rusya Federasyonu’nu daha da hırçınlaştıracağı Gürcü yetkililere izah edilmelidir.
    -Gürcistan’ın toprak bütünlüğünün korunması ve siyasi geleceğinin muhafazası bölgeden ya da bölge dışı bir devletten alınacak destek üzerinden değil, Güney Kafkasya genelinde yapılandırılacak bir güvenlik örgütü üzerinden sağlanmalıdır.
    3. Orta Doğu Bölgesi Genelinde ve Irak Devleti Özelinde Tespit Edilmiş Olan Dış Politika Hedefleri
    Irak’la mevcut tüm tarihsel sorunların yanı sıra, 11 Eylül 2001 tarihinde ABD’ye düzenlenen terörist saldırı ve ardından ABD’nin Irak’a düzenlediği ikinci operasyon, Türkiye’nin I. Körfez Savaşı’nın hemen ertesinde olduğu gibi Irak’taki olası gelişmeler karşısında büyük bir tedirginlik yaşamasına neden olmakta ve parçalanma tehlikesiyle karşı karşıya bulunan Irak yine ve yeniden Türkiye’nin Orta Doğu politikalarında tam merkeze yerleşmektedir. Bu bağlamda, yakın gelecekte Türkiye’nin ulusal güvenliği için ciddi bir tehdit oluşturacak Irak ve Orta Doğu coğrafyası karşısında geliştirilen dış politika stratejileri şu şekildedir:
    A. “Parçalanmış Irak” Senaryosu Kapsamında Tespit Edilmiş Olan Dış Politika Stratejileri
    Parçalanmış Irak kapsamında siyasal kazanımlarını artırmış Kürtler, siyasal avantaj sağlamaya çalışan Şiiler ve geçmiş dönemlerdeki siyasal üstünlüklerini korumaya çalışan Sünniler arasında belirmesi kuvvetle muhtemel ciddi çıkar çatışmaları karşısında Türkiye hiçbir grup, aşiret ya da parti ile işbirliğine girmemelidir. Orta Doğu toplumlarının genelinde gözlemlenen kaypak, kaygan ve kırılgan yapı içinde mevcut dengeler kolaylıkla değişebildiği gibi mevcut stratejik ortaklıklar ve işbirlikleri de aynı kolaylıkla değişim gösterebilmektedir. Bu nedenle Türkiye her bir grup, aşiret ya da partiye eşit uzaklıkla durup bunların yanında ya da karşısında tavır almamalıdır.
    Parçalanmış Irak’ta dış güçlerin desteği sayesinde diğer aşiret, grup ya da partiler karşısında daha fazla güç kazanması muhtemel Kürt grupların sınır ötesi operasyonları nı engelleyebilmek için Türkiye İran-Irak sınırına vurucu operasyonlar düzenlemeli ve bu sınır boyunu tümü ile kendi güvenlik kontrolüne almalıdır.
    Türkiye Doğu Anadolu ve Güney Doğu Anadolu bölgelerinde yaşayan Kürtlerin parçalanmış Irak kapsamında Kuzey Irak’ta güçlenen bölücü Kürt hareketine destek vermelerini engelleyebilmek için sistemle özdeşleşebilmelerini sağlamalıdır. Türkiye genelinde özellikle adı geçen bölgelerde yaşayan Kürtlerin çeşitli faktörlerin etkisi ile Türk bayrağı, Türk parlamentosu, Türk dili, Türk kültürü gibi Türk olmayı vurgulayan unsurlarla özdeşleşmelerinin mümkün olamayacağı gerçeğini kabul ederek bu kişileri sisteme entegre etmenin en çabuk ve kalıcı yönteminin o bölgelerin ekonomilerini yükseltmek olduğu unutulmamalıdı r. Bölgeye yönelik siyasi olmayan güvenliğin teminatı olarak görülen ve bu şekilde yapılacak yatırımlar olası güvenlik tehdidini kısa vadede giderecektir.
    Bilindiği üzere, İsrail bölgedeki hareket alanını ABD’nin Irak’a düzenlediği operasyonun ardından oldukça genişletmiştir. Operasyonun ardından parçalanmış Irak olası gelecek ortamında İsrail’e Irak ve Suriye’den gelebilecek tehditlerin nitelik ve niceliği de azalmış olacaktır. İstanbul’da iki Sinagog’a düzenlenen insanlık dışı saldırıların ardından İsrail bölgede daha fazla ABD desteği sağlayabilecek ve daha rahat hareket edebilecektir. Bu üç unsurun bileşimi fütursuz bir İsrail yaratacaktır. Türkiye bu türden bir İsrail karşısında İran ve Suriye ile ilişkilerini geliştirmeli ve İsrail’i tehdit unsuru olarak saydığı bu iki güvenilmez Orta Doğu devleti ile göstermelik de olsa dengelemelidir.
    İran, parçalanmış Irak kapsamında Irak’lı Şiileri yanına çekerek değişen Orta Doğu dengelerinde tutunmaya çalışacaktır. Bu dengeler içinde tutunmayı başaran İran bir süre sonra Orta Doğu genelinde revizyonist tavır alacaktır. Revizyonist bir İran’ın Türkiye’yi bocalatabilmek için Türkiye sınırları dahilindeki Şii unsurları ve İslami motifleri kullanmayacağı söylenemez. Bu türden bir İran karşısında Türkiye Irak’taki Sünni Arapları ve ABD’yi birer dengeleyici unsur olarak kullanmalıdır.
    Parçalanmış ve merkezi otoritenin gücünü yitirmiş olduğu Irak olası gelecek ortamında petrol politikalarını n merkezi otoritenin silikleştiği Bağdat’tan, bağımsız Kürt Devleti’nin kurulma aşamasında olduğu ya da kurulduğu Kuzey Irak’a kayacaktır. Bu türden bir ortamda Türkiye, Kafkasya bölgesinde Azerbaycan ve Orta Asya bölgesinde Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ile ilişkilerini geliştirmeli ve petrol alış-verişini bu bölgelerde yer alan ülkelerle gerçekleştirmelidir. Bu petro-politik Rusya Federasyonu’na rağmen değil Rusya Federasyonu dikkate alınarak gerçekleştirilmelidir .
    B. “ABD Yanlısı – ABD Karşıtı / İdeolojik Açıdan İkiye Bölünmüş Orta Doğu” Senaryosu Kapsamında spit Edilmiş Olan Dış Politika Stratejileri
    Nato üyeliği kimi kesimlerce şiddetle eleştirilmiş olsa dahi Soğuk Savaş döneminde Türkiye’nin Nato kapsamında ABD’nin politikalarına uygun davranması Türkiye’nin başta savunma ve güvenlik olmak üzere pek çok alanda kazançlı çıkmasını sağlamıştır. Bu bağlamda Orta Doğu genelinde bu türden bir olası gelecek ortamında Türkiye, ABD’nin safhında yer alarak politize ve polarize duruma gelen Orta Doğu bölgesinde Türkiye karşıtı grup karşısında güçlenecektir. Türkiye’nin kendisine karşı Orta Doğu ülkeleri ile mücadelesinin, kendisine karşı ABD ile mücadelesinden daha kolay olacağı unutulmamalıdı r.
    ABD yanlısı – ABD karşıtı Orta Doğu olası gelecek ortamında Türkiye aynen Parçalanmış Irak Senaryosunda olduğu gibi Orta Doğu’da yer alan hiçbir devletin reel anlamda yanında yer almamalıdır. İleride bu gruplar arasında oluşabilecek olası uzlaşı karşısında Türkiye her iki tarafında olumsuz uygulamalarına maruz kalabilir.
    İdeolojik açıdan ikiye bölünmüş Orta Doğu senaryosunda ABD yanlısı Orta Doğu ülkeleri ve ABD karşıtı Orta Doğu ülkeleri birbirleri karşısında siyasal, askeri ve ekonomik yönlerden güçlenebilmek adına bölge dışından kendilerini her açıdan destekleyecek yeni müttefikler edinme yoluna gideceklerdir. Türkiye bu süreçte Orta Doğu’ya bazı Orta Doğu devletlerini sözde desteklemek amacı ile Avrupa devletlerinden bazılarının desteğini kazanma yoluna gitmelidir. Böylece, Türkiye Orta Doğu’dan gelen ve gelecek olan tehditleri bu dış devletlerle geliştireceği ortaklıklarla bertaraf edebilecektir.
    Orta Doğu bölgesine Batı emperyalizminin tekrar yerleşmesi ile birlikte ilk aşamada bu gelişmeyi protesto etmek daha sonraları ise bu gelişme karşısında direnebilmek için bölgede İslami köktendincilik yükselecektir. Orta Doğu’da böylesi bir kıpırdanma Türkiye sınırları dahilindeki bu türden İslami grupları tetikleyecektir. Bu olası gelişmeyi engelleyebilmek için Türkiye’de tespit edilmiş olan yasa dışı İslami gruplar, bunlara yardım ve yataklık eden kişi ya da kişiler ciddi bir istihbarat ve operasyonla kökten temizlenmeli, bunun da ötesinde Türkiye’deki iktidarların laik, demokratik ve Atatürkçü çizgiden uzaklaşması engellenmelidir.
    İdeolojik açıdan ikiye bölünmüş Orta Doğu senaryosuna paralel olarak değişecek olan Orta Doğu güç dengelerinde Türkiye Orta Doğu bölgesine ilişkin politikalarına Orta Doğu’daki gruplaşmanın herhangi birinde yer alarak değil, ABD ya da bölgeye gelen Avrupa devletleri üzerinden yön vermelidir. Aksi takdirde Orta Doğu politik batağının içine sürüklenebilir. Oysa yabancı devletlerin Türkiye’den talepleri hiç bitmeyeceği için ilişkiler karşılıklılık esasına dayanacak ve daha sağlıklı olacaktır.
    İdeolojik açıdan ikiye bölünmüş Orta Doğu senaryosunda Orta Doğu bölgesinde yer alan bir grubun bir diğerine karşı güçlenme stratejisi doğrultusunda edinilen yeni müttefiklerin Türkiye’ye yönelik duruşları ve Türkiye’yi algılama biçimi de bu süreçte büyük önem arz etmektedir. Bölge ülkelerince bölgeye davet edilen Avrupalı müttefiklerin Türkiye ile geliştirecekleri ilişkinin belirleyici unsuru Kuzey Irak Kürtleri olacaktır. Bu aşamada, hem Avrupa devletlerinin hem de ABD’nin çeşitli dönemlerde farklı amaçlarını gerçekleştirmek için Kürt kartını kullandıkları gerçeği akılda tutularak, Kuzey Irak’ta kurulacak bir Kürt devletine bölgeye gelen ABD ve Avrupa devletleri tarafından destek verildiğinde Türkiye bu8 konu bağlamındaki karşıt duruşunu değiştirmemelidir. Talabani’ye bağlı güçlerin açık ara kuvvetli durumda olacağı Kürdistan oluşumunu yıpratabilmek adına Talabani’ye bağlı güçlerle işbirliği yapılmalıdır. Ancak Turgut Özal döneminde yapılan hatalar asla tekrarlanmamalı dır.
    C. “Irak’ı Düzenle(ye)meden Giden ABD ve Orta Doğu” Senaryosu Kapsamında Tespit Edilmiş Olan Dış Politika Stratejileri
    ABD’nin bölgeden ayrılmasının ardından karşılaşılacak olan Irak ve Orta Doğu ortamında grup ve aşiretler arası iç savaş kuvvetle muhtemel gözükmektedir. Bu iç savaşa Türkiye duygusal ya da pragmatist her ne sebeple olursa olsun asker göndererek, diplomatik yoldan destek vererek ya da anlaşmalar imzalayarak asla müdahale etmemelidir. Bu aşamada büyük önder Atatürk’ün Orta Doğu’ya ilişkin mesafeli tavrı bir düstur teşkil etmelidir.
    ABD Irak’ı ve Orta Doğu bölgesini düzenlemeden ya da düzenleyemeden bölgeden uzaklaşmış olsa dahi Irak ve Orta Doğu’ya ilişkin politikalarından vazgeçmeyecek ve adı geçen devleti ve bölgeyi aynı bölgede yer alan güvendiği müttefiklerinin üzerinden yönlendirmeye devam edecektir. Bu aşamada, Türkiye de payına düşen sorumluluğu üstlenmiş olacaktır. Burada dikkat edilmesi gereken Orta Doğu’daki bazı devletlerle husumeti yoğunlaştırmadan ve yeni düşmanlar yaratmadan ABD’nin politikalarına aracı olmaktır. Denge önemlidir çünkü Türkiye bölgede istediğini ABD’ye rağmen elde edemeyeceği gibi Arap Orta Doğusuna rağmen de elde edemeyecektir. Ancak, olayların ve sürecin dışında kalmanın da Türkiye’ye bir getirisi olmayacaktır.
    D. “ABD’nin Çifte Çevreleme Politikası İle Kuşatılmış Orta Doğu” Senaryosu Kapsamında Tespit Edilmiş Olan Dış Politika Stratejileri
    Bu türden olası gelecek ortamında Türkiye ABD’nin, bazı Avrupa ülkelerinin ve bazı Orta Doğu ülkelerinin uyguladığı çifte çevreleme politikasından faydalanarak, kendisine karşı çifte çevreleme politikası uygulayan Orta Doğu devletlerini etkinsizleştirebilir . Bu politika kapsamında Türkiye, İsrail ile Suriye’yi, Iraklı Sünni Araplar ile İranlı Şiileri, İslami yasa dışı terör örgütleri ile İsrail’i, Filistin halkı ile İsrail’i, İranlı Azeriler ile Azerbaycan kökenli İranlıları birbirine karşı kullanabilir. Oldukça hukuk tanımaz bu türden bir politika hukuk tanımaz Orta Doğu gerçeğinde en iyisi olmasa da olması gereken şeklinde düşünülmelidir.
    ABD ve bazı Avrupa devletlerinin Orta Doğu bölgesine ilişkin çıkarlarının gerçekleşmesinde en kolay yol olarak algıladıkları daimi çatışma halinde bulunan Orta Doğu devletlerini birbirlerine karşı kullanma politikasını örnek alıp uyguladığında Türkiye’nin temel hedefi ortamdan pay elde etmek ve maksimum maddi kazanç sağlamak değil, kendisine karşı uygulanan çifte çevreleme politikasını etkinsizleştirmek olmalıdır. Emperyal eğilimli gruplardan Türkiye’nin Orta Doğu’da bu türden bir politika uygulamaya başlamasının hemen ardından yükselecek eski Osmanlı topraklarını ele geçirmeye ilişkin sesler Türkiye Cumhuriyeti’ni hem bölgede hem de Batılı platformlarda güç durumda bırakacak gür ama çatlak sesler olarak kalacaktır. Batı ile bir olmadığımız kabul edilmeli ve Batılı devletlerin bu türden uygulamalarını n emperyalist başarılar şeklinde yorumlanacağı, bizim bu türden girişimlerimizin ise küçük Osmanlının emperyalist hırsları şeklinde dünyaya duyurulacağı ön görülmelidir. Haklıyken haksız duruma düşmekten kaçınmalıyız.
    E. “Orta Doğu Jeopolitiğinin Tek Belirleyicisi ABD – İsrail İttifakı” Senaryosu Kapsamında Tespit Edilmiş Olan Dış Politika Stratejileri
    Olumsuz Senaryo V karşısında geliştirilecek olan stratejilerde dikkate alınması gereken başlıca aktör İsrail’dir.ABD’ nin yardımları ile Orta Doğu genelinde kendisi için potansiyel tehdit yaratan devletlerin sırayla elimine edildiğini, Kuzey Irak’ta bir Kürt Devleti’nin kurulma aşamasında olduğunu ve Yol Haritası’nın ABD tarafından tereddütsüz rafa kaldırıldığını gören İsrail ABD ile birlikte Orta Doğu jeo-politiğinin ve jeo-stratejisinin tek belirleyicisi olacaktır. Türkiye’nin bu doğrultuda İsrail’in etkinliğini kırabilmek için geliştirmesi gereken stratejiler şu şekilde özetlenebilir.
    Bilindiği gibi İsrail’in 1991 yılını takip eden süreçte Orta Asya Cumhuriyetleri ile ciddi ticari bağlantıları bulunmaktadır. Orta Asya Cumhuriyetleri ile iyi ilişkiler kapsamında Türkiye bu Cumhuriyetlere İsrail ile mevcut ticari ilişkilerini hafifletmelerini önermelidir. Ancak, bu teklifi getirirken Türkiye’nin bu Cumhuriyetleri tatmin edici bir takım öz kaynaklara sahip olması gerekmektedir.
    İsrail’in genelinde Arap süsü verilen İsrail devletinin güvenliğini etkinsizleştirecek ve güç durumda bırakacak türden ‘örtülü faaliyetler’ düzenlenmelidir.
    İstihbarat faaliyetleri yoğunlaştırılmalı dır.
    Mevcut durumda potansiyel İsrail aleyhtarı durumda bulunan Arap devletleri ve İsrail’in direkt karşısına alacağı Suriye ile ilişkiler, ABD’yi karşımıza almayacak ölçüde, ortak tehdit ve ortak tehlike İsrail’e karşı ‘stratejik ortaklığa’ kaydırılmalıdır. Böylelikle, olası İsrail-Ermenistan- Rusya Federasyonu stratejik üçlüsü karşısında Arap devletleri-Tü rkiye stratejik ortaklığı oluşturulmalıdı r.
    F. “Orta Doğu Politikalarından Uzaklaştırılan Türkiye” Senaryosu Kapsamında Tespit Edilmiş Olan Dış Politika Stratejileri
    İlk bakışta gayet olumsuz gibi algılanan Olumsuz Senaryo VI karşısında Türkiye Orta Doğu’ya ilişkin politikalarını kendi ulusal güvenlik endişelerine uygun olarak, bağımsız bir biçimde geliştirme imkanına sahip olabilir. Bu güne dek ABD başta olmak üzere, batılı bazı devletlerin isteklerini dikkate alarak geliştirdiği ve bu nedenle oldukça sınırlı olan Orta Doğu’ya ilişkin hareket alanı Orta Doğu’dan politik anlamda uzaklaştırılması ile özgürleşip, genişleyebilir. Bu bağlamda Türkiye,
    Suriye, yeni Irak ve İran’a ilişkin dış politik önceliklerini yeniden belirlemelidir.
    Türkiye, Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti yapılanmasına ilişkin olarak kendisini Orta Doğu’dan dışlayan ABD’nin ve bu olası Kürt devletine yeni bir müttefik edinmek uğruna sınırsız prim veren İsrail’in isteklerini dikkate almaksızın sadece kendi güvenlik kaygıları doğrultusunda kendi Kuzey Irak politikasını geliştirmelidir. Bu özgün Kuzey Irak politikası kapsamında geniş çaplı sınır ötesi operasyonlar, istihbarat çalışmaları ve çeşitli yaptırımlar uygulanmalıdır. Bu politika doğrultusunda Türkmenlere özel bir önem verilmeli ve bölgedeki Türkmen unsuru Türkiye’nin o bölgedeki politik ayağını oluşturmalıdır.
    Orta Doğu’dan uzaklaştırılan Türkiye’nin bu bölge devletleri ile olan petrol alış-verişi ve ekonomik ilişkileri de zedelenecektir. Bu iki hususu telafi etmek amacı ile Türkiye’nin yönelebileceği en yakın ve en verimli coğrafya Orta Asya’dır. Orta Asya devletleri ile geliştirilecek çok yönlü ekonomik ilişkiler petrol hususundaki endişeleri de uzun vadede giderecektir.
    4. Karadeniz Havzası İçin Tespit Edilmiş Olan Dış Politika Hedefleri
    Karadeniz Havzası (Türkiye, Rusya Federasyonu, Balkanlar, Kafkaslar, Ukrayna) medeniyetler arası işbirliği açısından belki de dünyanın en önemli bölgelerinden biridir. Fakat bu medeniyetler beşiğine ABD ve Rusya Federasyonu tarafından yönelen ilgi her geçen gün güç mücadelesine dönüşmekte ve Karadeniz havzasında yer alan tüm ülkeler bu durumdan olumsuz anlamda etkilenmektedir. Havzanın belli bir devlet tarafından siyasi ya da kültürel anlamlarda hakimiyet altına alınmasını engellemek için Karadeniz havzasında yer alan, aralarında tarihi husumet bulunan ya da bulunmayan tüm devletlerin ortak bir bilinç etrafında toplanmalarını sağlamak için geliştirilen dış politika stratejileri şu şekildedir.
    -Öncelikle Karadeniz ve çevresinde ırklar, dinler vb. kimlikleri aşan bir üst kimlik üzerinde durulması gerekir. Karadenizlilik bu ülkeler AB’ye girseler de, başka bir siyasi oluşum içinde yer alsalar da geliştirilmesi gereken bir kimliktir. Karadeniz karşı kıyıları uzaklaştıran değil, birleştiren bir ortak payda olmalıdır.
    -İkinci olarak belli aralarla Karadeniz ve çevresindeki inançları ve farklı kültürleri anlatan, bunların karşılıklı alışverişine izin veren platformlar oluşturulmalıdı r. Kongreler, konferanslar, festivaller vb. Bu tür toplanmalar yılda bir veya iki yılda bir olabilir. Her seferinde farklı bir Karadeniz ülkesinde toplanılır ve Karadeniz Havzası’nın din adamları ve konu ile ilgili temsilciler ortak sorunlara ortak çözümler önerebilirler. Doğrudan iletişim bu sayede sağlanmış olur.
    -Karadeniz liderleri terörizm ve medeniyetler arası işbirliği gibi konularda zaman zaman ortak tutum belirlemelidirler ve bunu açık deklarasyonlarla dünya kamuoyuna duyurmalıdırlar.
    -Karadeniz’de etnik veya dini gerilimler yaşandıkça Karadeniz İşbirliği içinde heyetler oluşturulmalı ve gerilimin önlenmesi için bölge içi önlemlere gidilmelidir.
    -Karadeniz kıyısında bazı şehirlerde medeniyetler arası uyumu güçlendirecek kurumsallaşmalara gidilebilir. Örneğin bunun için bir üniversite kurulabilir. Bazı üniversitelerde araştırma bölümleri açılabilir. Trabzon şehri bu konuda en güçlü adaylardan biridir.
    -Ortak sanatsal ve bilimsel faaliyetler artırılmalıdır. Karadeniz Sinema Günleri vb. birliktelikler önyargıları azaltacaktır.
    -Eski Yugoslavya’da yaşananlar unutulmamalıdı r. Tekrarını yaşamamak için konuyu bilimsel olarak ele alacak çalışmalar yapılmalıdır.
    5. Avrupa Birliği İçin Tespit Edilmiş Olan Dış Politika Programı :
    Ekonomideki aksaklıklar, demokrasideki eksikler, iç siyasette uygulamaya ilişkin sorunlar, dış politikada hatalı kabul edilen uygulamalar, hukukun evrenselleşmesine engel teşkil ettiği düşünülen hususların devamı, Yunanistan ile sorunlar, Kıbrıs meselesi, insan hakları ihlalleri, azınlık hakları ihlalleri, Kürt meselesi, nüfus çokluğu, serbest dolaşım meselesi gibi unsurlar bahane edilerek Türkiye’nin AB’ne yakın ya da uzak gelecekte tam üye olarak kabul edilmesi imkan dahilinde görülmemektedir. Bu nedenle, Türkiye Avrupa Birliği’ne alternatif teşkil edecek ekonomik ve siyasal oluşumlar geliştirmeli ya da bölgesinde/yakı n bölgede mevcut bu türden oluşumları verimli hale getirmelidir. Bu bağlamda; geliştirilen dış politika stratejileri şu şekildedir.
    -Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü AB’ne resmi bir ekonomik alternatif olarak ele alınmalıdır.
    -Orta Doğu devletlerinden bazılarıyla geliştirilecek stratejik ortaklıklar AB karşısında resmi bir güvenlik alternatifi olarak ele alınmalıdır. Avrupa birliği’ne ciddi bir karşıtlık gösteren Rusya Federasyonu’nun olumsuz tavrından Orta Doğu’da geliştirilecek bu güvenlik teşkilatı için faydalanılabilir.
    6. Yunanistan İçin Tespit Edilmiş Olan Dış Politika Hedefleri
    Hava sahası, kıta sahanlığı, karasuları, Ege Adaları, Kıbrıs ve Fener Rum Patrikhanesi gibi kısa vedede çözülmesi imkansız gibi görünen sorunlarla tanımlana gelen Türk-Yunan ilişkileri karşılıklı duyulan kuşkunun şekillendirdiğ i bunalım üzerine tesis edilmiştir. Yunan halkının, özellikle de Yunanlı politikacıları n Türkiye’yi coğrafi büyüklüğü ve Kıbrıs ve Ege Adaları meselelerinde benimsediği tutumdan dolayı ciddi bir tehdit olarak algılamalarından dolayı Yunanistan, hem Batılı devletlerden aldığı güçle hem de Nato ve AB üyeliğinin getirdiği avantajları kullanarak Türkiye’ye karşı olumsuz tavır almakta tereddüt etmemiştir. Ortamın gerektirdiği şekilde, ya büyük devletler üzerinden ya da belirli dönemlerde genelde Türkiye karşıtı belirli devletlerle geliştirdiği ortaklıklar vasıtasıyla Türkiye’nin ulusal güvenliğini Batı Trakya, Ege Adaları ve Kıbrıs gibi unsurları kullanarak tehdit etmektedir. Bizans-Yunan İmparatorluğunun merkezini oluşturan Konstantinopolis’ in günümüzde Türkiye Cumhuriyeti sınırları dahilinde yer alması, Bizans-Yunan İmparatorluğunun canlandırılması na ilişkin romantik hayali hiç terk etmeyen Yunanistan’ın Türkiye politikalarını belirleyen temel unsurlardan biri olduğu unutulmamalıdı r. Yunanistan’a karşı bugüne dek uygulanan ve hiçbir pratik sonuç vermeyen stratejilerden vazgeçilmeli ve yeni bir stratejiler dizgesi yürürlüğe konmalıdır. Yunanistan karşısında geliştirilen dış politika stratejileri şu şekildedir.
    -Batı Trakya Türklerine siyasi ve kültürel alanlarda fiili destek verilmelidir. Türkmenler nasıl Kuzey Irak’ta önemli bir politik ayaksa, Batı Trakya Türkleri de Yunanistan’da önemli bir politik ayak olarak kabul edilmeli ve bu ayağı güçlendirici stratejiler uygulanmalıdır.
    -Balkan Türkleri Yunanistan’a karşı geliştirilmesi gereken Balkan politikası kapsamında önemli bir unsur olarak durmaktadır. Balkan Türkleri ile ilişkiler siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel alanların tümünde geliştirilmelidir. Bu politik stratejiyi Balkan Dernekleri Federasyonu gibi dernek ve vakıflardan öte bizzat Türk Dış İşleri Bakanlığı’nın geliştirmesi gerekmektedir.
    -Fiili olmayan ancak pratikte işleyen Yunanistan-Ermenist an-Kıbrıs Rum Yönetimi stratejik ortaklığı karşısında Türkiye-Batı Trakya-Balkan Türkleri stratejik ortaklığı oluşturulmalıdı r. En azından caydırıcılık açısından.
    -Karasuları, kıta sahanlığı, hava sahası, Ege Adalarının statüsü konularında hukuki durumun ne olduğu uluslararası platformlarda diplomatik bir dille anlatılmalıdır. Karasuları, kıta sahanlığı, hava sahası, Ege adaları konularında mevcut hukuki durum karşısında Yunanistan’ın hukuku ihlal ederek nasıl fiili durumu uyguladığı BM nezdindeki temsilcilerimiz ve diplomatlarımı z tarafından her platformda açıklanmalı, böylelikle uluslar arası kamuoyu propaganda vasıtasıyla harekete geçirilmelidir.
    -Yunanistan’ın AB tam üyeliği üzerinden sağladığı üstünlükle Türkiye karşısında AB zemininde veto hak ve yetkisini sıklıkla kullanma lüksü, Türkiye’nin Orta Asya devletleri ile geliştireceği işbirliği alanlarını geliştirerek ve bu alanların sayısını artırarak elinden alınabilir.
    -KKTC’nin geleceği, KKTC mevcut yönetiminin kendisine değil, yıllardır Kuzey Kıbrıs’ın maddi manevi yükünü çekmekte olan Türkiye’ye bırakılmalıdır. Kıbrıs’ta Türk varlığının kalıcı olması sağlanmalıdır.
    -Fener Rum Patrikhanesi’ nin statüsü Lozan’da saptanan statünün dışına çıkarılmamalıdır. Patrikhane’nin ve Patriğin siyasi değil, dini bir misyonu vardır, bu misyon da uluslar arası değil ulusal niteliktedir. Türkiye’nin bu görüşü resmi olarak kesin bir dille duyurulmalıdır.
    -Heybeliada Ruhban Okulu’nun statüsü ve misyonu kanunlar çerçevesinde belirlenmiştir, bu çerçevenin dışına çıkılıp, bu okulun küçük bir Rum azınlığa din adamı yetiştirmesi akla ve hukuka yakın değildir.
  • Gazze’deki en kanlı saldırı BM okuluna yapıldı!

    Gazze’deki en kanlı saldırı BM okuluna yapıldı!

    İsrail kara hareaktının başlamasından bu yana en kanlı saldırısını, BM okuluna yaptı. Ölen 40 kişinin çoğunun çocuk olduğu bildirildi.

    06 Ocak 2008 Salı (Turkish Journal)

    İsrail’in Gazze’ye yaptığı havadan ve karadan saldırısında en son, yüzlerce Filistinli çocuğun eğitim gördüğü BM okulu hedef alındı.

    BM tıp öğrencilerinin verdiği bilgiye göre, en az 40 kişinin öldüğü 5 kişinin yaralandığı olayın ardından, hastahaneyi dolduran yaralı ve ölülerin çoğunun çocuk olduğu belirtildi. Ayrıca, hastanenin, yaralı ve ölülerin, anne-babalarının feryatlarıyla inlediği kaydedildi.

    BM okulunun, birkaç saat içinde 2 defa saldırıya uğradığı bildirilirken, bu olay, kara harekatının başlamasından bu yana İsrail askerlerinin gerçekleştirdiği en kanlı saldırı olarak dikkat çekti. İsrail’in 27 Aralıkta başlattığı saldırılarda ölenlerin sayısı okul saldırısıyla birlikte 639’a çıkarken, yaralı sayısı da 2700 civarına ulaştığı ifade ediliyor.

    İsrail askeri kaynakları ise, militanların okulda saklandığını, hatta binanda silah malzemeleri olduğunu bildirdi.

    Sasvaştaki sivil ölümlere ve ateşkes konusundaki tüm diplomatik çabalara rağmen, İsrail askerlerinin hedefinde hızla ilerliyor. Askerlerin 2 büyük Gazze kasabasına daha girmeye yakın oldukları haberleri gelirken, hastahane kaynakları bugün toplam 75 Filistinli’nin daha öldürüldüğünü aktardı.

    Öte yandan hastahane saldırısında, ölenlerin okula sığınanlar ve Cebaliye mülteci kampı sakinleri olduğu bildirilirken, bazı kaynaklar ise, can kaybı 42 çıktığını belirtiyor. Daha önce de, Gazze’de bulunan BM Mületcilere Yardım ve Çalışma Birimi’ne bağlı bir okul, daha hava saldırısının hedefi olmuş, 3 Filistinli hayatını kaybetmişti.

  • KATB PROJESİ VE TİREBOLU :UYELERIMIZDEN YANKILAR

    KATB PROJESİ VE TİREBOLU :UYELERIMIZDEN YANKILAR

    From: bekir_kesmer@hotmail.com

    To: lists08@turkishforum.com
    Subject: kalkınma için önemli nokta

    KATB PROJESİ’Nİ ANCAK TİREBOLU ZARURİ KILAR

    Katb projesi, Türkiye ile Gürcistan ve Azerbaycan arasında
    Bakü Tiflis Kars hattı, Batum sarp Hopa hattı ve Poti Samsun arası gemi ile
    demiryolu geçişi olarak yapımı düşünülen demiryolu projesinin adıdır.

    Avrasya”yı birbirine bağlamak ve Ticareti büyük ölçüde rahatlatıp
    hızlandırmak amacıyla planlanmıştır.

    Ne yazıktır ki planlandığı ve her şeyin hazır olduğu halde
    bir türlü yapımına başlanmamaktadır. Orta Asya ve Çin, Ticaret için ağır
    taşıma bağlantılarını İran üzerinden Türkiye”ye ulaşımını güçlükle
    yapmakta, Türkiye”deki limanlara çok zorlukla ulaşmaktadır ve verimi düşük
    olmaktadır. Düşünülen Katb Projesi devreye girdiği takdirde bu çok kolay
    olacaktır ama şu an hiçbir hareketlilik görülmüyor.

    Karadeniz, Doğu Anadolu ve Orta Asya olarak geniş düşünürsek,
    yıllardır gündemde olan ciddi bir proje daha var ki, anlayamadığımız
    nedenlerle dikkate alınmamaktadır. Bu Proje Tirebolu-Tiflis Demiryolu hattı
    projesidir. Yıllar önce düşünülen bu proje, Tıpkı Katb projesi gibi
    Karadeniz”den Orta Asya”ya en uygun ve maliyeti düşük olarak yapılabilecek
    demiryolu proje diye düşünülüp planlanmıştır.

    Bu Demiryolu projesi hayata geçirilip Tirebolu Limanı açıldığı
    takdirde; Kars İlimizden başlayarak tahmini hesaplar ve Ülkelerarası ticari
    sevkıyatlar şöyle olur. Denizyolu ile gelip, Karadeniz Bölgesinden; Anadolu,
    Doğu ve Orta Asya”ya Gidecek nakliye Tır”ları daha çok Ro-Ro Gemilerine
    açıklığı sebebiyle Kastamonu Limanını kullanmakta ve işleri zorlaşıp, yolu
    uzun olmaktadır. Tirebolu Limanını Ro-Ro Gemilerine açıldığı taktirde, bu
    yol miktarının % 50 i kısalmaktadır. Yani karayolu; Kars”a göre Tirebolu,
    Kastamonu”ya göre tam yarıya inmiş mesafesindedir. Karadeniz kıyı ülkeleri
    ve Karadeniz”den Çin, Orta Asya”ya ve Mezebotamya”ya Ro-ro Taşımacılığı
    yapan ülkeler, Tirebolu Limanını kullandığı takdirde yollarının çok
    kısaldığını ve Harşıt Vadisi boyunca kolaylıkla ulaşım sağladığını
    görebilecek, böylelikle büyük kâr sağlamış olacaklardır.

    Tirebolu-Tiflis Demiryolu hattı Projesi hayata geçtiği
    taktirde, Kars”a göre tahmini hesap yapılırsa; Tirebolu Limanı Samsun
    Limanına göre 3/2, Zonguldak Limanına göre 5/2, mesafe Haydarpaşa Limanına
    göre 6/2 daha avantajlı kısa mesafe kullanılmış olacak, böylelikle Liman
    bağlantılı demiryolu taşımacılığında Tirebolu, Uluslararası alanda en kârlı
    vazgeçilmez unsur olacaktır.

    Böylelikle çok ciddi anlamda düşünülen Katb projesine,
    Tirebolu-Tiflis Projesi kesinlikle dahil edilmeli ve Yapımına Tirebolu”dan
    başlanmalıdır. Bu projenin yapımına Tirebolu”dan başlanırsa; Ticari
    çıkarlarının çok büyük olması sebebiyle Rusya ,Ukrayna başta olmak üzere
    Orta Asya ve civar bölgelere gerek demiryolu gerekse karayolu ile
    Karadeniz”den ticaret yapmak isteyen tüm ülkeler; Doğu Anadolu üzerinden
    kolaylıkla Demiryolu ve Karayolu ile Karadeniz üzerinden Dünya”ya ticaret
    için açılmak isteyen Çin, Orta Asya ve o bölgedeki ülkeler, ticari çıkarları
    ve çok büyük kâr olanakları sebebiyle, Katb projesinin yapımı için daima
    uluslararası alanda baskılar ve görüşmeler yapacak, böylelikle Katb projesi
    çok zaruri bir hâle gelecektir. Tıpkı Dünyada Panama ve Süveyş kanallarının
    çok zaruri olması gibi.

    Ülkemiz Açısından bakıldığında ise Tirebolu -Tiflis demiryolu
    hattı projesi, İç ve dış ticarette kâr oranı hesabı kat kat artacak,
    Demiryolu ulaşımında Erzincan büyük kavşak olacak; Katb projesi içersinde
    planlanan Giresun-Tirebolu, Trabzon-Tirebolu, Tirebolu Diyarbakır, Trabzon
    Rize Hopa Demiryolu Hat projeleri; Tirebolu Tiflis projesi, Katb projesiyle
    hayata geçtiği takdirde, yan kollar olarak zaruri hale gelecek, nice
    işletilemeyen maden ve petrol yatakları işletilebilecek, ağır tonajlı taşıma
    rahatlayıp hızlanacak, Batıdaki Sanayi ağırlığı aynen doğuda kurulacak ve
    Doğuya yatırımı hızlanacak, Ülkemizin sıkıntıları çok azalacak, Dış
    Politikada Türkiye”nin imajı ve itibarı çok çok artacak ve bizim bilemeyip
    düşünemediğimiz nice kâr odakları ve projeler ortaya çıkabilecektir.

    A.Einstein ne güzel söylemiş: \”İnsan aklının sınırlarını
    zorlamadıkça, hiç bir şeye ulaşamaz.\” diye. İşte Ülkemiz daha çok kendi
    kârı sebebiyle, sınırlarını Katb ve Tirebolu-Tiflis projesi gibi hayata
    geçireceği projeleriyle zorladığı müddetçe, çok büyük yükselme ve gelişmeler
    olacağı, yüksek medeniyet seviyelerine ulaşacağı muhakkaktır. (Bekir Keşmer)

    TİREBOLU TİFLİS PROJESİ, BARAJA TAKILMAMALI

    Harşıt Nehri üzerinde Kuşkaya’ya yapılacak olan Baraj, Tirebolu
    -Tiflis Demiryolu Projesini rafa kaldırmamalı ve tozlandırmamalıdır. Aksine,
    her ikisinin İnşaatına birlikte başlanmalıdır. Çünkü Tirebolu’ya ciddi
    hareketlilik ve kalkınma getirecek olan Plan, Tirebolu Tiflis demiryolu
    Projesinin hayata geçirilmesi ve Tirebolu Limanı açıklığı sağlanılmasıdır.

    Enerjinin hiç geri durması yoktur. Ne yapılır yapılır, Enerji
    kazanımı için daima ileri adım atılır. Kuşkaya’ya yapılacak Baraja, artık
    kesin yapılması gözüyle bakılıyor ama Tirebolu-Tiflis Demiryolu Projesine
    her ne sebepse, hâlâ kesin yapılması gözüyle bakılan hiçbir gündem yok.
    Sadece düşüncelerde olan konu olarak duruyor.

    Harşıt Nehri üzerinde Kuşkaya’ya kırk sekiz metre yükseklikte yapılacak olan
    Baraj, Tirebolu için çok kârlı olurmu? Evet, olur ama nasıl olur? Şöyle ki,
    Tirebolu-Tiflis Projesi ve Tirebolu Limanının açılmasıyla Barajın zaruri
    kullanımı, Tirebolu’ya sadece tek başına yapılan Baraj için belki de 100 kat
    daha kârlı olur. Çünkü Liman açık olup Demiryolu Projesi hayata geçtiği
    takdirde, Yatırımlar ve kârlılık için çok büyük Enerjiye ihtiyaç duyulacak
    ve Enerji kaynağı da, yapılacak olan Baraj nedeniyle de hemen Tirebolu’nun
    ayağının dibinde olması sebebiyle, Ülkemiz çok büyük kâr sağlamış olacak ve
    Tirebolu bölgesel kalkınmada hızlanacaktır.

    Enerji ucuzluğu, ağır tonajlıları taşıma ucuzluğu ve Limanı kullanma
    şartıyla, yatırım yaparak bol kazanç düşüncesinde olan İşadamları ve Devlet
    Büyükleri, ancak yatırım ve kâr sağlama niyetlerine Tirebolu-Tiflis
    Demiryolu ile Barajın birlikte yapılması sayesinde kavuşabilirler. İşte
    bunun içindir ki, Barajın yapımını ihale ile Zorlu Holdinge veren
    yetkililer, bir an evvel bu Baraj İnşaatıyla beraber, Tirebolu-Tiflis
    Demiryolu İnşaatını başlatmasını kesinlikle bilmelidirler. Aksi halde
    düşünülen Baraj Projesi ve yapılacak işler, gelecekte çok eksik kalacaktır.

    Kalkınmada hız kazanan bölgelere bir bakınız; kalkınmanın
    sebepleri arasında en önemlisi, o bölge yetkililerinin her yönüyle
    ağırlığını koymaları ve daima yatırım konuları için çok çalışarak gündemde
    tutmaları sebebiyledir. Ülkemizde ve Dünyada bulunan Sahil kesimlerdeki
    büyük gelişmiş İllere bakınız. Hep gelişerek hız kazanmaları, Liman ve
    Demiryolunun olması ve birlikte kullanılması sebebiyle olmuştur. Yani
    İstanbul, İzmir, İskenderun, Mersin, Samsun gibi yerler, eğer Demiryolu ve
    Liman kullanımları olmasaydı acaba böyle olurlarmıy dı?…Sadece Tirebolu ya
    da Giresun gibi olurlardı.

    Bu zamana kadar Tirebolu’ya bir şey yapılmadıysa, eleştirmenin bir manası da
    olmaz ama yetkililere iş yaptırtmak için daima ümitle çalışmak gerekir.
    Yapılacak işler, çok gecikmiş olsa bile yapılmaya başladığı an, Tirebolu ve
    bölgesi için büyük bir kârlılıktır. Ümitsizlik doğru değildir. Peki, bu
    Demiryolu projesiyle bu Baraj, nasıl yapılarak Tirebolu Limanına Demiryolu
    hattı ulaştırılabilir? Hangi yollar ve güzergâhlar izlenebilir? Tabiki bu
    işin Mühendislik alanı çoktur. Jeofizik ve İnşaat Mühendislerini Tirebolu
    üzerinde çalıştırılarak büyük planlar ve kararlar çıkartılarak, Tirebolu
    üzerinde Gap Projesi gibi büyük Projeler üretilebilir ve ayrı ayrı mükemmel
    Planlar ortaya çıkarılabilir.

    Benim düşündüğüm birinci Plan; Baraj İnşaatı yükseklik seviyesine paralel
    olarak Kuşkaya’nın, İnköyü taraf ki kısmından, Körliman’daki Karayolu Tünel
    başlangıcı kısmına kadar, İnköyü sırtının tam altından direk olarak
    Demiryolu Tüneli yapılmalı. Neden? derseniz, Harşıt Nehrine ayrı Demiryolu
    köprüsü yapmaktansa, Baraj setiyle geçiş, daha az maliyetle ve kolay
    yapılır. Tünel olmaz,  olsa da maliyetli olur derseniz; Eğer Dağın içi, Taş
    ise Tünel yapımı çok basit olur, Toprak ise Tünel yapımı zor olur beklide
    olmaz. Eğer bu Demiryolu Tüneli yapılırsa, işte Körliman’dan şimdiki
    kullanılan Karayolunun sadece bir şeridi ihlal edilip Demiryolu hattı
    yapılarak; Tirebolu içi, şimdiki Otobüs Terminali ve Cuma Pazarını takiben
    Limana ulaşılır. Karayolu gasp olur diye düşünmeyin, zaten şu an Sahil yolu
    sebebiyle Tirebolu Tüneli açılmak üzeredir.

    İkinci düşündüğüm Plan ise; Baraj seti yükseklik seviyesini
    takiben Barajın Demirci köyü taraf ki kısmından başlayıp, Hakaovala
    kısmından çıkmak üzere Demiryolu Tüneli yapılabilir. Böylelikle
    Halkaovala’daki, şimdiki kullanılan Karayolu ile yeni yapılan Sahil yolu
    kavşağı doğrultusundan Demiryolu Tüneli çıkıp, şimdiki kullandığımız eski
    Karayolunun bir şeridini takiben Köprübaşı ve Köprüyü geçip tam Limana kadar
    demiryolu yapılabilir. Çünkü sahil yolu bittiğinden bu yapılacak olan
    Demiryolunun,  Karayolunu gasp etkisi olmaz.

    Bu ikinci düşündüğüm plan, birinci düşündüğüm plana göre
    beklide daha kolay ve ucuz olabilir. Tabiki bu konuda, büyük Mühendislik
    hesabı ve yapım maliyeti hesabı yapılması gerekir. Bu Planlara göre
    Ülkemizde benzer yerler varmı dır? Evet, çok vardır. Mesela, Çoruh Nehri
    üzerinde Borçka Barajı yapılmaya başladığı zaman, Murgul Yolunu yan
    taraftan, Dağın altından büyük Tünel yaparak bağladılar ve Mükemmel bir
    Projeyi gerçekleştirdiler. Tirebolu için bu konuları çok düşünen ağır
    yetkili kişiler olduğu müddetçe, benim bilemediğim daha çok güzel Planlar,
    Projeler ve fikirler ortaya çıkaracak kişiler çok olur.

    Tirebolu için bu konuları çok geniş düşündüğümüzde, belirtilen
    hususlar yapıldığı takdirde, aklımıza gelmeyen daha büyük nimetlerin ortaya
    çıkacağı muhakkaktır. Benim düşüncem şudur ki; Yatırımlar yaptırtabilecek ve
    yaptırabilecek büyük yetkililerin, şahsi siyasi çıkar ve şahsi ekonomik
    çıkar düşünüp, Geniş olarak Ülke ve Bölge çıkarlarını düşünmedikleri ve
    dikkate almadıkları müddetçe, Tirebolu’ya hiçbir şey yapılmaz. Ama hem
    Ülkemiz, hem de Bölge çıkarını düşünüp yatırım yapanlar, hem şahsi hem de
    siyasi çıkar sağlamış olurlar. Böylelikle beklentilerinin kat kat üzerine
    çıkmış olurlar. Daima yaptıklarıyla da anılırlar.  Sanayisi büyümüş,
    gelişmiş olarak anılan ve Ankara’da her yönüyle ağırlığı olan İllerimize
    bakınız, yatırımları Ülkemiz ve Bölge çıkarını amaç edinerek yapılmış
    yatırımlardır. Ve öyle duyguları ve çalışmaları vardır ki, üretkenlik
    arayışında oldukları gibi Vergi rekortmenliği konusunda yarış yaparlar.
    Vergi, gelişmişlik, sanayi, ihracat gibi konularda Tirebolu’nun adının
    geçmesini hangi Tirebolulu istemez  ki?…Tirebolu Barajı, Tirebolu Limanı
    ve Tirebolu Tiflis Demiryolu’nun daima Dünya gündeminde anılmasını ve Bölge
    Ticareti için çok kullanılmasını hangi Tirebolulu istemez ki?…Elbette
    bayıla bayıla isterler.

    Bu anlattığım Tirebolu için düşünce ve Projeler daima hiçe
    sayılıp, dikkate alınmayıp Kuşkaya çöplüğüne atılırsa; Tirebolu, bu Proje ve
    düşünce kâğıtlarının çürüklerinin kokusunu ancak havada teneffüs eder.
    Fosillerini de, Demiryolu İnşaatına başlanmadan, Liman açıklığı sağlanmadan
    ve bu ikisinin işlerliği olmadan, sadece Baraj İnşaatına başlayacak olan
    Zorlu Holding’in Kepçeleri alıp temizlerler. Hani, yöremizde olmayacak işler
    için söylenen lafların sahiplerine;  “onların tantanası sadece kuru gürültü”
    demeleri gibi. (Bekir KEŞMER)

    AVRASYA’DA TİREBOLU VANA’SI AÇILMALI

    Bu söz enteresan diye düşünülebilir ama biraz altını
    kurcalayalım ki çıkacakları görelim. Karadeniz, haritada büyük mavi deniz
    olarak sabit duruyor ama üzerinde bulunan hareketlilikler ve yığılmalar
    sebebiyle oluşmuş olan havuz, Tirebolu’dan çıkış yapalım diye çığlıklar çok
    atıyor. Ne yazık ki duyan ve gören pek az.

    Bir söz vardır “görünen köy kılavuz istemez” diye. İşte her
    şeyin görüntüsü de, insana çok şeyler anlatır ki geniş düşünüp anlamak
    lazımdır. Avrasya’da bütün olarak, ülkemiz ve Karadeniz kıyı ülkelerine
    geniş olarak bakalım. Avrasya da, ülkemiz olarak Karadeniz bölgemiz de pek
    az olmak üzere, Gürcistan, Rusya, Ukrayna, Romanya, Bulgaristan, denizyolu
    sebebiyle boğazları geçerek dünyaya kuru yük, metal ve petrol başta olmak
    üzere birçok ihracat ve ithalat yapıyorlar.

    Avrasya gündemindeki kaynaşmaya baktığımızda da, sürekli
    doğu batı arası geçiş köprüsü Türkiye üzeri düşünülüp dile getirildiği gibi,
    kuzey güney arası geçiş köprüsü Türkiye olarak dile getirilmiyor. KATB ve
    Boğazda Tüp geçit sebebiyle, Çin’den Londra’ya transit geçiş konuşuluyor ama
    kuzey Avrupa ve Karadeniz kıyı ülkelerinin, güney Asya ve Mezopotamya
    bölgelerine kolay geçişi ve ticareti pek dile getirilmiyor, getirilse bile
    ülkemizde gündemi oluşmuyor. İşte Avrasya’da olan bu oluşmuş havuzun tek
    çıkış kapısı, Tirebolu olarak çok açık görülüyor.

    Böyle görüp düşündüğümüze göre; yetkili kurumlarımızın, yani
    Ulaştırma, Eneji, Dış İşleri ve Dış Ticaretten Sorumlu devlet
    bakanlıklarımızın, ülkemizde zaruri yapacağı işler nelerdir ve yapacakları
    gelecekte neleri getirebilir? Düşündüğümüzü açıklayalım.

    Mavi Akım projesinin bir kolu da zaruri olarak Tirebolu’da olmalı
    ki, rekabet oluşmasına yol açması nedeniyle, doğalgaz ithalatımız ucuzladığı
    gibi doğu ve güneydoğu bölgemizde kullanım alanı büyüyerek yayılır. Çünkü
    Samsun’a göre mesafe kısalmış ve Harşıt vadisi sebebiylede ucuz yapımı ve
    dağılımı Doğu bölgelerimize kolay olabileceğinden, dağıtımı hızlı olmuş
    olacak. Ülkemiz olarak, Bakü-Ceyhan hattı gibi, Tirebolu-Basra hattı hem
    doğalgaz hem de petrol hattı yapılarak, Bakü-Ceyhan’dan edilen kâr oranını,
    ikiye hatta üçe katlayabiliriz. Bu önemli husus, yetkililerimizin ciddi
    olarak düşünmesi gereken husustur. Çünkü katılımlı ve istişareli yönetimle
    olan çalışmalar başarı getirir.

    AB ülkeleri Karadeniz üzerinden büyütmeyi planladıkları
    ticaretlerini, Tirebolu limanı ve demiryolu açılım bağlantısıyla, Orta Asya
    ve Güney Asya ya düşünürlerse, büyük kâr sağlayacakları muhakkaktır. Avrupa
    Ülkelerarası Petrol ve Doğalgaz taşımacılığı (INOGATE) nin bir ayağı
    Tirebolu’da zaruri olmalı ki, depolama ve dağıtım merkezi yerini Tirebolu
    olarak seçtiklerinde, düşündükleri kâr oranlarına kavuşabilsinler. Çünkü
    ağır tonajlı tankerlerle büyük maliyetle yaptıkları kârlarını, Bükü Ceyhan
    hattı gibi Tirebolu-Basra hattı olarak yaparlarsa, aradaki büyük kâr oranını
    bir hesap etsinler ki Tirebolu’nun ne denli avantaj olduğunu bilebilsinler.
    Bu nedenle de hem ülkemiz büyük kazanç sağlasın, hem de AB ülkeleri
    kazançlarını büyütebilsin.

    KEİ ülkeleri, BSEC-URTA kapsamında Doğu ve Ortaasya ya kolay ve
    ucuzluk bakımından açılımı kapsamında, Tirebolu’yu zaruri kullanmaları
    ülkemiz için büyük kazançtır. Çünkü Tirebolu limanı açılıp demiryolu
    yapıldığı takdirde, Tirebolu Mersin ya da Haydarpaşa limanları seviyesine
    çıkacak ve işlerliği beklide oraları geçebilecektir. Dünya Ticaret Merkezi,
    gelişmiş illerimizde açtıkları şubeler gibi bir şubesini de Tirebolu’da
    açması çok gerekir. Çünkü ülkemizde Dünya Ticaret Merkezinin kâr sağlamada
    önü açılacak kalmış yeri liman ve demiryolu yapıldığı takdirde Tirebolu
    olduğu kesindir.

    Böylelikle ülkemiz içersinde Karadeniz bölgemizde, DOKAP Tirebolu sebebiyle
    çok büyük gelişme ve büyüme gösterdiği gibi, Güneydoğumuzda da GAP hızla
    büyüyüp gelişecektir. Yani ülkemizde batı kısmında bulunan sanayi hızla doğu
    kısmında da kurulmuş olacaktır. Ülkemiz gündeminde olan Zaruri kalkınmada
    öncelikli iller arasına girmiş olan yerler, Tirebolu sayesinde yer yer
    kavşak nokta halini alarak gelişebilecektir.  Ayrıca çok yoğunluk yaşayan
    Çanakkale ve İstanbul boğazları, Tirebolu sayesinde büyük rahatlığa
    kavuşacak, boğazlarımız giriş ve çıkışlarındaki yüzlerce yığılan gemilerin
    yoğunluğu azalacak, doğu ve batı kısımlarımız dengelenerek büyüyebilecektir.

    Karadeniz kıyı ülkeleri ve Türkiye dışındaki uzaklarda bulunan ve
    birbirleriyle ticareti geliştiren ülkeler, ulaşım konularında birbirlerine
    her türlü kolaylığı sağlayarak büyük gelişmeler gösteriyorlar. Hatta Türkiye
    dışında bulunan Karadeniz kıyı ülkeleri, bu olaya gıpta ile bakıyorlar.
    Karadeniz kıyı ülkeleri ve Türkiye, belirttiğimiz nedenlerle ilgili, tıpkı
    Panama ve Süveyş gibi, önemli giriş çıkış noktası olabilecek konumda bulunan
    Tirebolu’yu kullanarak niye böyle kolaylığı ve avantajları sağlamasınlar ki?

    Daima çalışmak ekmek, tembellik ise kıtlık getirir. Bu bağlamda
    yetkililerimizin şu şekilde çalışmaları gerekir;

    Tirebolu -Tiflis projesinin zaruri hayata geçirilmesi, Yani Erzincan ile
    Tirebolu arasına demiryolu hattının döşenmesi. Van-Tatvan demiryolu hemen
    bağlanması, Tirebolu-Basra arasına hem petrol hem de doğalgaz hattı
    yapılması, limanlarımızın özelleştirilerek kâr oranını çok çok çoğaltılması,
    limanlarımızın rıhtım seviyesinin ağır tonajlıların kolaylığına ayarlanması,
    Ticaret için potansiyel arayan büyük holdinglere, yatırımlarında böyle
    kolaylıkların sağlanması, dışarıdan gelecek kazançlara kolaylıklar için
    projeler üretilip uygulanması, v.b gibi çalışmalar öncelikle şarttır.

    Altın hiç pas tutmaz. İşte Tirebolu’nun Altın olduğunu ilk önce
    yetkililerimiz bilmeli ve değerlendirmelidir. Avrasya ülkeleri de
    Karadeniz’in, doğu giriş-çıkış kapısının Tirebolu olabileceğini anlamalı ve
    değerlendirmelidir. Bu düşündüğüm noktalar şimdi sıfır gibi görülse bile,
    geleceğe göre düşündüğümüzde yapılması zorunlu olabileceğinden, yani
    Avrasya’nın Ticarette Tirebolu’yu vana gibi kullanabileceğinden ümitliyim.
    Ama bizim yetkililerimizce erkenden ve Tirebolu kolaylığıyla yapılması,
    ülkemizin gelişme göstermede ulaşacağı seviye, yüzlerce kat daha büyük
    olacaktır. (Bekir KEŞMER)

    İTHALATTA VE İHRACATTA TİREBOLU”NUN KONUMU

    Hızla gelişen Dünyada, Ticaret ve Kaynaşma yönünden Ağır
    Malların geçiş kolaylığı sağlanması nedeni ile Kuzey-Güney, Doğu-Batı giriş
    ve çıkış sevkıyatları için çok projeler düşünülür ama her nedense Tirebolu
    bölgesel olarak en uygun ve en ucuz maliyetli geçiş yeri olma özelliği olsa
    bile hiç dikkate alınmamaktadır.

    Ülkeler arası yapılan anlaşmalarda en çok; Maden, Ham Petrol,
    Doğalgaz vazgeçilmez bir unsur olmuştur. Bu unsurları da Liman, Demiryolu ve
    Araziye göre geçiş kolaylığı olan yer durumlarına göre yapmaktadırlar.

    Buna göre; Tirebolu”nun coğrafi konumu düşünülürse, Karadeniz”den Güney
    kesimlere ağır tonajlı sevkıyatların, Boru hattı kullanılarak yapılan
    sevkıyatların; Coğrafi konumdan dolayı Tirebolu”ya ağır tonajı
    kaldırabilecek vinç bulunan ve ro ro gemilerine açık olan Liman yapılması
    halinde, Harşıt vadisinin getirdiği kolaylık sebebi ve Tirebolu Tiflis
    Demiryolu Projesinin Hayata geçirilmesi; Bu Liman ve Demiryolu sayesinde de
    ağır sevkıyatlar Tirebolu”dan Harşıt Vadisi boyunca sağlanması, Ülkemiz
    için en kolay ve düşük maliyetli geçiş olacak, çok daha iç ve dış Ticaret
    kazancı sağlanacaktır.

    Orta Asya ve Hazar Havzası Ham Petrol Kaynaklarını, Türkiye
    Üzerinden Tirebolu sayesinde Dünya Pazarlarına Açması için, Türkiye\’nin
    Stratejik Önemini Güçlendirecek ve Boğazların Petrol Trafiğini Azaltacak
    Projelerden biri Tirebolu’dan başlamalıdır.

    Yani Tirebolu-Ceyhan veya Tirebolu-Basra veya bu belirttiğimiz her iki proje
    Tirebolu’dan başlamak üzere hayata geçirilmelidir. Tirebolu’ya yapılabilecek
    bu projeyle; Ortadoğu, Kafkaslar, Orta Asya hatta Avrasya içinde bulunan tüm
    ülkeler, Politikalarına stratejik sinerji sağlayan parametrelerin oluşmasını
    Tirebolu’dan düşünürlerse, bu düşüncelerinin Tirebolu’dan gerçekleşmesi,
    Ülkemiz için büyük kazanç kapısı olacak, kendileri içinde en kolay yoldan ve
    çok ucuz maliyetle kısa sürede hayata geçirip bölgesel kaynaşmalarını
    düşündükleri gibi sağlayacaklardır. Romanya şirketi Petkom”un, Karadeniz’de
    bulduğu doğalgaz ve ham petrolün Dünya’ya sevkıyatı Tirebolu’dan
    yapılmalıdır. Çünkü Bu sevkıyatın Dünya”ya en ucuz maliyetle pompalanarak
    yapılmasına yukarıda belirttiğimiz projeler Tirebolu’da kurulduğu takdirde,
    Tirebolu ve Harşıt vadisi, Karadeniz’de tek müsait konumu olan yerdir. Yani
    Karadeniz’e açık ve önünde Kop ve Zigana gibi yüksek dağlar olmadan sadece
    düz vadi boyunca kolaylıkla hızlı geçiş yapılabilecek tek yer Tirebolu ve
    Harşıt Vadisidir. Ayrıca Bu proje hayata geçirildiği takdirde İstanbul
    Boğazının yükü çok rahatlayacak, Karadeniz bölge Ülkelerinin Ortadoğu ve
    Mezopotamya”ya açılımı hızlanacaktır.

    Ülkemizin; Rusya Federasyonu, Gürcistan, İran, Ukrayna, Kafkasya ve Orta
    Asya Türk Cumhuriyetleri ile yapılan ticarette, Tirebolu”yu transit geçiş
    merkezi konumuna getirmesi durumunda; Türkiye’nin, Karadeniz bölge ülkeleri
    arasında Ticaretin hızlanmasını çoğaltacak ve verimliliğin artması
    hızlandıracak bir konuma geldiği görülebilecektir. Böylelikle Tirebolu
    Limanı ve Demiryolu projesi hayata geçtiği takdirde, Karadeniz bölge
    ülkelerinin Avrupa ve Dünya pazarlarına açılmasına, Uluslararası pazarlarla
    bütünleşmesine çok büyük imkân tanımış olacaktır. Ürdün, Lübnan, Suriye,
    Irak, İran ve Azerbaycan\’ın, Karadeniz\’in kuzey pazarlarıyla olan
    bağlantısını sağlamaya aday en önemli üslerden biri haline Tirebolu
    gelmelidir. Bu üs, şu anda Tirebolu dışında düşünülmektedir ama incelendiği
    takdirde kendileri için en avantajlı ve kârlı yer Tirebolu olacaktır.

    Türkmenistan ve Özbekistan\’ın açık denizlere bağlantısını da sağlamayı
    Tirebolu limanı ile planlayıp yapması gerekir. Bu ülkeler bu düşüncelerini
    hayata tam geçirmeyi Tirebolu ile sağlayabilmesi kendileri açısından çok
    avantajlıdır. Çünkü bu ülkeler gelişmekte olan ülkeler olduğundan en ucuz ve
    kolay olarak bağlantıyı Tirebolu’dan yapması gerekir. Bu ülkeleri, bu
    düşünce ve politikalara yöneltmek ve uygulamaya koydurmak için, Özellikle
    Dış politika ve Dış ticaretle uğraşan yetkililere ve hepimize çok büyük
    görevler düşüyor.

    İngilizler ne güzel söylemiş: “Büyük seller küçük kaynaklardan
    meydana gelir”. İşte Tirebolu, Avrasya”da çok küçük etkisiz görünse bile,
    Avrasya”da küçük görünen Ticaretleri büyük Sellere hatta Okyanuslara
    dönüştürebilecek konumdadır.(Bekir KEŞMER).

    TİREBOLU’DA VE HARŞİT VADİSİ’NDE YAPILABİLECEK SPOR TÜRLERİ

    Dünya’da yapılarak büyük yoğunluğun ve coşkunun yaşandığı spor
    türlerini, Tirebolu içinde düşündüğümüz de; Tirebolu’da Nehir, Deniz,  Dağ,
    Orman, girintili koylar ve nice güzel yerler olması sebebiyle, bu spor
    çeşitlerinin yapılmasına Tirebolu’nun ne kadar müsait bir yer olduğunu
    anlıyoruz. Dünya’da yapılan ve Tirebolu’ya çalışılarak ve Tesislerinin
    yapılarak kurulabilecek spor türlerini sayalım da biraz gülelim, sonrada
    düşünelim.(“Olmayacak işleri yapmakla ve yaptırmaya çalışmakla bir yere
    varılmaz” demeyelim. Sadece belgesellerde seyretmekle kalmayalım.)

    Rap Jumping: Bu spor kafa üstü bir şekilde yüksek bir yerden
    aşağıya doğru asılarak gerçekleştirilir. Wanaka ve Quenstown’da bu sporun
    yapıldığı önemli merkezlerden olup Harşit vadisindeki dar geçiş noktalarıda
    bu spora müsaittir. Tirebolu ve Karadeniz halkı ağaçtan düşme olaylarına
    alışkın olduğuna göre bu spora meraklılar çoğalır.Kuşkaya’daki kayalıklara
    böyle sistem yapılarak Harşit nehri bu spor yerli ve yabancılara zevkle
    yaptırılabilir. Tirebolu’da buna çok müsait olup,bu spor için ucuz yatırımla
    büyük kazanç sağlamak isteyenlerin Tirebolu’yu tercih etmesi için, Tirebolu
    bağlantılı Yetkili kişilerin çalışması gerekir.

    River Sledding: Nehirlerde politren kızak veya benzeri bir
    tahta ile yapılan spordur. Daha çok Romgitaiki Irmağı’nda yapılır. Rahmetli
    Vali Recep Yazıcıoğlu Çoruh ta bu tür sporu bizzat kendisi yapıyordu. Eymür
    Köyü veya Aslancık köyü başlama noktası olmakla bu spor çok güzel
    yapılabilir. Harşıt nehri sebebi ile Tirebolu’da buna çok müsait olup, bu
    spor için ucuz yatırımla büyük kazanç sağlamak isteyenlerin Tirebolu’yu
    tercih etmesi çok önemlidir. Tahtadan araba yapıp oynadığımız zamanları
    geride bırakarak bu spora yönelebiliriz. Soran olursa da “devir böyle”
    deriz.

    Paragliding (Havada Kayma): Havada uçarken paraşütle elden ele
    geçmenin amaçlandığı ve yapıldığı bir spordur. Tehlikeli gibi görünse de
    alışana kolay olur Yurt dışında Quenstown ve Wamaka yakınlarında yeni
    başlayanlar için kurslar açılmıştır. Ülkemizde Çeşme ilçesinde buna benzer
    yapılıyor. Tirebolu’da bu kurs açılsa, İnköyü’nden başlanıp Kovanpınar’a
    geçilse mükemmel olur.Tirebolu’da buna çok müsait olup,bu spor için ucuz
    yatırımla büyük kazanç sağlamak isteyenlerin Tirebolu’yu tercih etmesi çok
    önemlidir.Sonra bizim milletimiz “yere sığmadılar havada gezmeye başladılar”
    derler ama desinler.

    Jet Boating: Bu spor özel olarak güçlendirilmiş jet motorlu
    botlarla yapılan gezileri içerir. Hatta Manavgat çayında Manavgat şelalesi
    yakınına kadar sandallarla turlar yapılıyor. Her yaştan insan için uygun ve
    heyecan vericidir, tüm nehirlerde yapılabilmesi mümkün olan bir spordur.
    Harşıt’ın çılgın çağlayanlarında çok mükemmel olur. Tirebolu’da buna çok
    müsait olup, bu spor için ucuz yatırımla büyük kazanç sağlamak isteyenlerin
    Tirebolu’da bunların tesislerini kurmayı tercih etmesi çok önemlidir. Bu
    yapılmaya başlarsa Harşıt vadisindeki Yaşlılar sağa sola katırla değil
    nehirde bot larla giderler. Fındık makina motorları, çoklarının samanlığında
    beklide çürüyor. Ama o motorla şu an helikopter yapıp uçuran bile var.(Çok
    gülmeyin)

    Zorbing: Bir kayışla bağlanmış, şişirilebilen şeffaf bir topla
    oynanıyor. Top çimlerle kaplı bir tepeden nehre doğru yuvarlanır. Fındık
    dallarına vurur derseler, tesisini yapalım deyiniz. Harşıt nehri buna çok
    müsait olup, bu spor için ucuz yatırımla büyük kazanç sağlamak isteyenlerin
    Harşıt Nehrini tercih etmesi, Nehrin kenarında Fındık arazisi olanların,
    arazilerinin değerlendirmesine yol açar.(Böylelikle arazi hastalığına
    yakalanmış yaşlılarımız ömürlerine bir ömür daha katar). Derede denizde top
    oynamaya düşkün çocukları olan halkımız bunu yaparsa Türkiye’de ilk olmuş
    olur.

    Dalgıçlık ve Dalış: Dünyanın çok yerinde bu kurslar vardır. İlgi
    çok fazla olduğundan çok önem kazanmıştır.Tirebolu’da bu spora deniz çok çok
    müsaittir.Dış Ülkelerde Buzların içinde dalış eğitimi verilirken,Tirebolu
    gibi mükemmel yerde bu kursların olmaması büyük eksikliktir.Tirebolu’da
    kurulsa denizde boğulanlar azalır,yüzmek isteyen çoğalır.Çocuklar önceden
    araba şamiyerleri bulup yüzme öğrenirlerdi, bu kurslar kurulup yarışlar ve
    müsabakalar düzenlenirse bu eksiklik ortadan kalkar.

    Yunus Balıkları ile Yüzmek: Avustralya taraflarında Adalar
    Körfezi’nde, Auckland’ın kuzeyinde yunus balıklarını izlemek ve onlarla
    birlikte yüzmek mümkündür. Whakatena, Coromandel Yarımadası ve Güney
    Adası’nda Kaikoura bu etkinliğin yapıldığı yerlerdendir. İstanbul Boğazından
    Yunuslar şov yaparak geçiyor ve Karadeniz’de kaybolup gidiyorlar.
    Tirebolu’ya yunus balığı çiftliği ve havuzu kurularak işletilirse rağbet çok
    olur ve büyük verim alınabilir. Akdeniz’de birçok tesislerde bu havuzlar
    var. Tirebolu’da buna çok müsait olup,bu spor için ucuz yatırımla büyük
    kazanç sağlamak isteyenlerin Tirebolu yu tercih etmesi çok
    önemlidir.Tirebolu’ya bu bir gelse,bunu ilk gören yaşlılarımız “Anaaaaam şaş
    da gal!…” diye hayrete düşerler.(çok gülmeyin)

    Yatçılık: Yatçılık en popüler sporlardandır. Dünyada birinci
    olarak Auckland tekneler şehri olarak adlandırılır ve dünyanın bu sporun
    yapıldığı en iyi yerlerinden biridir. Akdeniz sahilinde bu çoktur Karadeniz
    sahilinde yoktur. Temennimiz Tirebolu’da da olur. Tirebolu’nun Koyları çok
    güzel olduğundan küçük de olsa bir yat limanına ihtiyacı vardır. Yabancılar
    “Alanya’da bir dairem birde yat ım var” diyorlar. Tirebolu’da niye demesin?
    Tirebolu’da buna çok müsait olup, bu spor için ucuz yatırımla büyük kazanç
    sağlamak isteyenlerin Tirebolu’yu tercih etmesi çok önemlidir. Alanya’da
    böyle uğraşan çok yabancı olduğu halde Alanya halkı kendi Yörük gelenek
    göreneklerinden hiç taviz vermemiş. Korkmayın Tirebolu yabancılaşmaz.

    Surf Rafting: Ziyaretçilerin deneyimli rafterlere, dalgalarla
    çarpışırken eşlik etmesidir. Bu arada diğer ziyaretçilere kıyıya yakın bir
    yerden sporcuları izleme imkânı sunar. Sporun yapıldığı ideal yerler;
    Tirebolu’ya çok benzeyen Kuzey Auckland yakınlarındaki Piha Plajı ve Güney
    Adası’nda Dunedin yakınlarındaki Otago Yarımadası’dır. Tirebolu’da yapılırsa
    galiba Türkiye’de ilk olur. Körliman sahili de buna müsaittir. Tirebolu’da
    buna çok müsait olup, yerli halkımız bile dalgalarla yüzmekten zevk aldığına
    göre, Tirebolu’da bu sporun yaptırılması çok önemlidir. “Zengin arabasını
    dağdan aşırır Fakir yolunu düzlük de şaşırır” diye bir söz var. Zengin
    Tirebolu’da bu sporu yaparsa dalgalar bile yolunu şaşırır.

    Rüzgâr Sörfü: Bu spor Wellington çevresi, Taupo, Auckland ve
    Adalar Körfezi’nde yapılırken kayaking ülkenin her yanına yayılmıştır.
    Türkiye’de Akdeniz Ege sahilinde çok olduğu gibi Marmara denizinin Tamamında
    çok yapılır.Ama maalesef Türkiye’nin her tarafına yayılmamıştır.Tirebolu’da
    kiseburnu ile plaj arasındaki açıklık bu spor için vazgeçilmez unsurdur.,bu
    spor için,Tirebolu’nun koy ları  manzarası bu sporu yapanların iştahını
    daima kabartır.

    Helli-Sking: Gezginler patika olarak dağa tırmanırmaları için
    Ağaçbaşı müsaittir ve Şantiyede Manzaralı bir otel olması şarttır (Abant’ta
    olduğu gibi).Kar sahil kesimimizde erken erise de Ağaçbaşı’nda erken
    erimez.(Doğuda eksi 40 da hayat sürenler çok).Yaylalar vazgeçilmez unsurdur.
    Ağaçbaşı’na Kayak tesisi kurulması çok önemlidir. Eskiden kar yağınca naylon
    alıp üzerine minder koyup dik aşağı kayardık, üzerimiz ıslanınca da eve
    gelip uslulardan dayak yerdik. Bu spor gelmekle medeniyet geldiği kabul
    edilir ve böyle vaka lar ortadan kalkabilir.

    Buzul Kayakçılığı ve Yürüyüşü: “Bu da nerden çıktı?” demeyin.
    Bu spor Bizim Akılbaba ve Çakıldağ tepelerine benzeyen Güney Alpleri’ndeki
    Tasman, Fox ve Franz Josef buzullarında yapılabiliyor. Akılbaba ve Çakıldağ
    buzamana kadar çobandan başkasını görmemiştir. Bu çolanlarda ikisi bir araya
    gelip, aralarına bir deynek alıp, giydikleri Trabzon lastikleriyle kayak
    yaparlardır. Bu zamandan sonra bari bu sporu görsün diyoruz. Nasıl olacak?
    Derseniz. Akılbaba-Çakıldağ tepesi boş duruyor, En azından buraya Teleferik
    sistemi yle ulaşım sağlanarak değerlendirilmesi gerekir. O ise nasıl olacak
    diyen Boynuyoğunlu lardan öğrensin.

    Güreş Sahası: Türklerin Ata sporu olan ve yapılış tarihi eski
    çağlara dayanan Güreş, Tirebolu’ya sahası açılıp kurulduğu takdirde
    Karadeniz delikanlısının unutamayacağı bir spor olur. Edirne Kırk pınar
    yüzyıllardır bu sporu yapıp Dünyaya tanıtıyor. Harşıt nehri nin denize
    kaynaştığı noktanın, ya sağına ya da soluna güreş sahası yapılırsa Bu sefer
    Tirebolu, Karadeniz yiğitlerinin toplandığı ve ağalarının seçtiği yer olur.
    Bu yapılırsa Kırkpınar bile rakibimiz haline gelir. Tirebolu Coşkusu Büyük
    olur. Gençler için okey veya tavla oynamaktansa güreş tutması daha mükemmel
    dimi.

    Dağ Bisikletçiliği: Tirebolu’da elbette bisiklet satan yer
    vardır. Kolayca da kiralanabilir. Özel kurslar kurulursa, meraklılara
    dağların zirvelerine tırmanma fırsatı tanır,köy yollarımız dik ve toprak
    yollar. (Dünya’da Ruapehu Dağı, Otaga Yarımadası ve Remarkables Range
    semtlerindeki gibi). Bu spor esnasında başlık takmak zorunludur.
    Bisikletçilik esnasında kullanacağınız bisikletleri bizim çift kabin 80
    model fort minibüslerle başlangıç yerine taşınabilir.Kovanpınar ile
    İnköyünde yapılsa yeter.Yeter ki bununda bir kursu ve tesisi olsun.(sakın,
    “Ölme eşeğim ölme. Veya bunlar biz öldükten sonra ancak olur” demeyin.)

    Golf: Tirebolu çok yağış aldığından bu sporun sahasının
    yapılmasına çok müsaittir. Körlimandeki Üniversite gençliğinin vazgeçilmez
    tutkusu olur. Harşıt nehri çok yakın olduğundan saha sulama ve çimlenme
    problemi de olmaz. Bu sporla Tirebolu yabancıların Karadeniz’de tek
    düşündüğü yer olduğu gibi sürekli uğradığı yer de olur. “Vay be Tirebolu
    nelere tabii ymiş te haberimiz yokmuş” diye düşünmeyin. Hep ümitle yaşayın.

    Bu saydıklarımız Tirebolu’da gerçekleşirse, Tirebolu Paris olur
    mu? Evet olur. Turizm ve doğa merkezi olur mu? Evet olur. Biz sadece
    Fındık’la tanınmışız. Bunun nedeni de Dünyada iklim bakımından en tatlı
    fındığının bizim yöremizde olması. O da olmasaydı Anadolu’da yoksulluktan
    boşalan yerler gibi herkes dağılır kimsede Tirebolu’ya bakmazdı. Tirebolu
    gibi yerler Türkiye’de çok az. Tirebolu’da bulunan nimetleri değerlendirmek,
    Başka Coğrafya’da Tirebolu bulunmadığını bilmek, Tirebolu’ya benzeyen
    yerlerdeki halkın kendi memleketleri için çok çalıştığını görmek, Çok bozkır
    ve bir şey bulunmayan memleketlerin bile süper yapılmaya çalışıldığını
    bilmek, Japonya’nın atom bombası sonrası çok çalışarak süper hale geldiğini
    bilmek ve bu başarıları görmek tüm Tireboluluların görevidir. Ümitsizlik
    doğru değildir. Hiç bir zaman, “sürekli yapılanlar boş diye her şeyin
    bittiğini kabul etmek” doğru değildir. İşte Turizm yatırımcıları ve spor
    yatırım şirketleri Güvenebildiği yerlere gidip, kâr etmek sebebi ile böyle
    şeyler düşünerek yatırım yapmak ve kazanç sağlamak istiyor. Çok çeşitlilik
    daima çevre insanlarını çeker, bulunduğu yeri şenlendirir ve geliştirir. Tüm
    Tireboluların “memleketimin her şeyinden daima yüzüm gülüyor ve gurur
    duyuyorum” dediği gibi, yabancıların da “Tirebolu ve Tirebolulardan yüzüm
    gülüyor” demesi gerekir. (Bekir Keşmer)

    OR-Gİ PROJESİ, KANSAİ GİBİ TİREBOLU’DA MÜSAİTTİR

    OR-Gİ, 1997 yılında, Giresun-Ordu olarak iki ilin bürokrasi ve sivil toplum
    kuruluşlarının ortak çabasıyla gündeme getirilen ve yatırım programına
    alınan, Ordu ve Giresun illerinin tam ortasına denizi doldurarak yapılması
    planlanan ve bir süre çalışıldıktan sonra 2001 yılında yapımından
    vazgeçilen, havaalanı inşaat projesi düşüncesinin adıdır.

    Uzun zaman üzerinde çok düşünülüp çalışma oldu ise de, gerek
    ödenek yetersizliği gerekse, o bölgeye Tersane yapma planları gibi
    nedenlerle bir türlü hayata geçirilemeyip rafa kaldırılmıştır. Şimdi ise
    gündemi ve tekrar yapım söylentileri devam etmektedir.

    Karadeniz bölgemiz, bölgesel konum olarak Avrasya kaynaşması ve Karadeniz
    kıyı ülkeleri işbirliği konularında, deniz ile ortaasya ve ortadoğuya açılım
    durumu olarak, can damarı konumundadır. Bu nedenle de Karadeniz sahil
    şeridinde, uluslararası alanda ticari verimliliği artırmak ve kolay olarak
    avantaj sağlamak için, ulaşımda kavşak nokta ve ticarette can damarı olma
    özelliği olan yer, tek Tirebolu’dur. Şöyle ki:

    Günümüzde arazi yapılarının özellikleri işlerlik yönünden ciddi
    dikkate alınır, kazançlı yatırımlar öyle planlanarak yapılır. Karadeniz
    bölgemiz ise hep engebeli olduğu, ova olmadığı, müsait olmadığı söylenir.
    Böylelikle de Tirebolu düşünülmez, “kuru’nun yanında yaş’ da yanar” misali
    Karadeniz bölgesinde olduğundan dikkate hiç alınmaz.

    Fiziki yapı bakımından Tirebolu, bölgesel yapıda Tirebolu’nun
    yeri, Ülkemizin uluslararası alanda kaynaştığı noktada Tirebolu’nun konumu
    şeklinde düşündüğümüzde; işte düşünülüp yapılamayan OR-Gi havaalanının
    yapımı için benzersiz tek müsait yer, Tirebolu olduğu çok belirgindir. Şimdi
    bu ciddi gerçeği, Tirebolu’ya benzer yerlerle kıyaslama yaparak meydana
    çıkaralım.

    Elbette ülkemizin her tarafı güzeldir. Her tarafa yatırımlar
    yapılması gerekir. Giresun Gülyalı mevkiine düşünülüp yapılamayan ve sonrada
    yapılmasından vazgeçilen bu havaalanı, eğer oraya yapılsa idi, acaba deniz
    ticareti ve liman bakımından Tirebolu kadar olabilirmi ydi? bu pek az.
    Denizden anadolu’ya açılma özelliği Tirebolu kadar olabilirmi ydi? arazi
    işlerliği az olması sebebiyle yine pek az. Kargo bakımından ağır taşımaya
    Tirebolu kadar açık olabilirmi ydi? yine az. Yani, Gülyalı’da olursa,
    limandan ve demiryolu bağlantısı avantajından yani işlerlikten uzak kalır,
    Tirebolu’ya göre eksik olurdu.

    Peki, Trabzon’un bölgesel ağırlığı olması bakımından, bu havaalanın oraya
    yapımını düşünelim. Trabzon’da havaalanı olduğu için tekrar bunun oraya
    yapımı dikkate alınmaz. Alınsa da demiryolu eksikliği düşünülerek yine
    yapımından vazgeçilir. Şu düşünceyi de belirtmek gerekir ki, Demiryolu
    meselesinde Tirebolu bay-pas edilip; yapım maliyeti bakımından Tirebolu’ya
    göre çok çok yüksek olduğu halde, Zigana’nın altından Trabzon’a demiryolu
    tüneli düşünülmektedir. Eğer bunu gerçekleştirirlerse, OR-Gİ havaalanı
    yapılsa bile önemi azalacak, Tirebolu’ya demiryolu yapımı tamamen düşünceden
    kalkacaktır. Kısacası, Karadeniz bölgesi olarak nereyi düşünürsek düşünelim,
    OR-Gİ havaalanı projesi Tirebolu dışında mümkün ve verimli olmuyor, mümkün
    olsa bile eksik kalıyor.

    Böyle olunca, OR-Gİ havaalanı Tirebolu’da nasıl yapılır? Sonra da
    ne olur? Hemen açıklayalım. Tirebolu, fiziki şekil olarak v harfine benzer.
    Yani denize doğru hafif bir burun gibidir. Limanın tam doğrultusuna, denize
    Kansai havaalanı gibi düşünülürse, sağında ve solunda dağ engeli yoktur.
    Havaalanı dediğimiz yer, minimum 3 veya 4 milyon metrekare engelsiz arazide
    olması gerektiğinden, Tirebolu’nun deniz açıkları çok müsaittir. Yeşilköy
    gibi çift pist bile yapılabilir. Yani, diğer yerlere yapılacak havaalanı
    maliyetlerine ve işgücü uzunluğuna göre, Tirebolu’ya havaalanı yapımı liman
    ucundan doğru olacağından kat kat daha kolaydır. Yapıldığında da
    Tirebolu’nun manzarasını bozmaz. Tirebolu’dan sadece çizgi şeklinde görülür.
    Ayrıca, Tirebolu limanının rüzgâr ve dalga tehlikelerini keserek Sinop
    limanı özelliğinde olmasını da sağlar.

    Yetkililerce, Tirebolu’ya yapılması için, orta ve uzun vade
    de buradaki nüfus yapısı ve ekonomik gelişmeler dikkate alınarak, hitap
    edeceği bölgenin geniş olması ve Liman ve demiryolunu canlandırması
    düşünülerek, geniş inceleme yapılıp fizibilite çalışmaları yapılmasıyla
    planının net çıkarılması gerekir. Böylelikle Singapur havaalanı gibi export
    taşımacılığını, serbest ticaret faaliyetini de içeren, uluslararası
    ticaretin merkezi olabilecek bir vizyona sahip olan havaalanı özelliğinde
    düşünülmesi gerekir.

    Diyeceksiniz ki, Karadeniz de bunun tek kolay yapım yeri
    Tirebolu, ama büyük ve geniş iş olduğundan nasıl yapılabilir ve
    yaptırılabilir? düşüncede kolay ama gerçekleri yetkililere anlatmak ve
    benimsetmek çok zor. Kansai havaalanın planına veya Centrair havaalanının
    planına ciddi olarak bakalım ve inceleyelim. Tirebolu’ya bu planlar çok
    mükemmel uygun oluyor. Bu planlar Tirebolu’ya uygulandığında Kansai’den
    farkı, sadece denizde git-gel olaylarının ve deniz akımının farklılığıdır.
    Bunu da mühendisler çok mükemmel ayarlarlar.

    Yapımı Tirebolu limanından doğru olacağına göre, diğer
    bölgelere göre ucuz maliyetle olacağı gibi; yapıldığı takdirde, Tirebolu
    limanını hızlandıracak ve demiryolu projesini zaruri hale getirerek Singapur
    havaalanı gibi Avrasya’da ciddi öneme sahip olacaktır. Sadece yolcu taşımada
    değil, export taşımacılığı yaparak Avrasya kaynaşmasında ticaret hacmini
    hızlandıracaktır.

    Devlet yolunun Karadeniz’den doğuya kolay açılımı Harşıt vadisinden olduğuna
    göre, bu projenin gerçekleşmesi halinde Gümüşhane Bayburt illerine yolcu
    bakımından hitabı çok olacak, Karadeniz’den Doğuanadolu, Mezebotamya ve
    Ortaasya’ya ticaret hızlanmasına katkı sağlayacaktır. Böylelikle de, KATB
    projesinin Tirebolu’dan zaruri yapımı başlanarak, Kelkit’i takiben Erzincan
    ilimiz çok büyük kavşak noktası ve halini alacak, bölgeye istihdam
    sağlayarak yatırımları da hızlandıracaktır. Bu proje, ülkeler arasında
    Avrasya kaynaşmasının zaruri ayağını, Tirebolu’da bulunduracaktır. Bu proje
    için, şahsi ve siyasi çıkarlar bırakılıp ülkemizin çıkarları ve yararları
    düşünülürse, bu proje Tirebolu’dan hayata hemen geçirilir.

    Bu nedenle, OR-Gİ nin Tirebolu’ya tıpkı Kansai havaalanı
    planında yapımı, ülkemizde öncelikli yapılacak bir proje olması kesinlikle
    zaruri şarttır. Bu projenin, ön planda yapımı için zaruri tutulması ve
    Tirebolu’ya başlanması, ülkemiz yararına büyük temennimizdir.

    Ülkemiz için kazanç sağlayacak projeler ve yatırımlar geri
    dursa bile, ne yapılır yapılır, plan veya yer değiştirilir ama sürekli
    yapımı düşünülür, gündemde tutulur. Şahsiyeti ağır kişilerin, ağırlığını
    koyma çabasıyla da, geç yapılacak projeler erkene alınır. Yan sanayi
    gelirini de büyük işadamları yatırımlarıyla değerlendirir. Şu sorular
    aklımıza hemen geliyor. Acaba Sabancı veya Koç Holding yönetim topluluğu
    gibi ağır şahsiyetler Tirebolulu olsalardı, bu havaalanı bu zamana kadar
    yapılmadan durabilirmi ydi? cevabını bu düşüncemi okuyanlar düşünsün versin.
    Halis Toprak Diyarbakır’a veya Aydın Doğan Kelkit’e neler yapmışlar?
    düşünenler araştırsın. Ağırlığı olan şahsiyetler Tirebolulu olmasalar bile,
    bu projenin devlet eliyle yapıldığı takdirde, yan sanayi olarak kendilerine
    çok büyük kâr sağlayacağı için, bu projenin Tirebolu’ya uygulanması için
    uğraşmaları, yetkilileri harekete geçirmeleri gerekir.

    Bu projenin gerçekleşme düşüncesi, ülkemizin geleceği için,
    tıpkı Singapur havaalanı gibi olacağı düşünülerek, Kansai havaalanı planı
    şeklinde hazırlanıp veya Japonlardan Kansai havaalanının projesi tam alınıp,
    Ankara’da tasarlanıp, “kesinlikle öncelikli ve zaruri yapılacak işler”
    borusuna girip, Karadeniz bölgesinde Tirebolu’dan çıkarsa, çok güzel bir
    havaalanı yapar. Ancak, Tirebolu’nun dışında bir yerden çıkarsa da çok güzel
    hava yapar. Yani Tirebolu’nun dışında, “yapıldı ama yerinde yeller esiyor”
    dedikodularından öteye geçmez veya “Denizin ortasına çok güzel top sahası
    yapmışlar” söylentileriyle uzun süre devam eder gider. (Bekir KEŞMER)

    <BR>form gönderen: 85.110.89.100<BR>Mozilla/4.0 (compatible; MSIE 6.0;
    Windows NT 5.1; SV1)<BR>bekir keşmer<BR>

  • FİLİSTİNE KARŞI : BOP,  MISIR VE İSRAİL ÜÇLÜSÜ

    FİLİSTİNE KARŞI : BOP, MISIR VE İSRAİL ÜÇLÜSÜ

    Öğr. Gör. M. Törehan SERDAR [storehan@hotmail.com]

    Dün dünya kamuoyunun gözü önünde Bosna’da, Çeçenistan’da yapılan vahşet, bugün Afganistan’da, Irak’ta ve Filistin’de sergilenmektedir. Sözüm ona medeni, uygar diye geçinen batı dünyası bu vahşeti seyretmekte, hatta alkış tutmaktadır.

    TV’yi açtığımız her kanalda Filistin’de savunmasız masum halka İsrail’in uyguladığı vahşet görüntülenmektedir. Bu vahşete insan olan, ben insanım diyen hiçbir yürek dayanmaz. 3 yaşındaki çocuklar, ihtiyarlar, kadınlar, sokak ortasında, ekmek kuyruğunda, evlerinde İsrailliler tarafından terörist diye kurşunlanmakta, bombalanmaktadır. Ne acıdır ki bu vahşete hiç kimse dur demediği gibi, bazı batılı devletler Filistinlileri suçlamakta, İsrail’e arka çıkmaktadır.

    21. yüzyılın en büyük vahşeti, soykırımı Afganistan’da, Irak’ta ve Filistin’de masum Müslüman halka uygulanmaktadır. Bu insanların tek suçu; Müslüman olmalarıdır. Ölenler Müslüman değil de, Hıristiyan veya Yahudi olsaydı acaba dünya buna seyirci kalacak mıydı?

    Gazze şeridinde İsrail tarafından Filistinlilere bir vahşet uygulanmaktadır. Bu vahşet, vicdanı olan herkesi derinden üzmüş, üzmeye de devam etmektedir. Dünya seyirci kalmaktadır. Bu vahşet nereye kadar sürecek.

    İsrail; 1948 yılında Birleşmiş Milletler kararıyla kurulmuş istisnai bir devlettir. Bu devlet kurulduğu zaman sadece bayrağı belirlenmiş, sınırları belirlenmemiştir. İsrail devletinin sınırlarının belirlenmesi, Birleşmiş Milletler tarafından İsrail’e bırakılmıştır. İsrail istediği şekilde sınırlarını belirlemekte serbesttir.

    İsrail’in bayrağına dikkat edilirse bayrağın ortasında altı köşeli bir yıldız, yıldızın altında ve üstünde birer mavi çizgi bulunmaktadır. Yukarıdaki mavi çizgi Dicle Nehrini, aşağıdaki mavi çizgi ise Fırat Nehrini temsil eder. Yahudilerin tabiri ile bu iki nehir arasında kalan topraklar, “Tanrı tarafından Hz. İbrahim’e, yani İsrail kavmine vaat edilmiş toraklardır (Arz-ı Mevut). Bu topraklar ve Ortadoğu eninde sonunda Yahudilerin olacaktır”. İsrail’in bu caniliğinin altında yatan esas gaye, bu toprakların elde edilmesidir.

    Muhtemelen İsrailliler katliam emrini Kutsal Kitaplarından almıştır. Onların kutsal kitapların da; “Yasanın Tekrarı (20)” bölümünün 10-15. ayetlerinde: “Bir kente saldırmadan önce, kent halkına barış önerin. Barış önerinizi benimser, kapılarını size açarlarsa, kentte yaşayanların tümü sizin için angaryasına çalışacak, size hizmet edecekler. Ama barış önerinizi geri çevirir, sizinle savaşmak isterlerse, kenti kuşatın. Tanrınız RAB kenti elinize teslim edince, orada yaşayan bütün erkekleri kılıçtan geçirin. Kadınları, çocukları, hayvanları ve kent­teki her şeyi yağmalayabilirsiniz. Tanrınız RAB’bin size verdiği düş­man malını kullanabilirsiniz. Yakınınızdaki uluslara ait olmayan, sizden çok uzak kentlerin tümüne böyle davranacaksınız.” Demektedir. Tevrat’taki bir başka ayette de; “… halkını alarak Libay (Lübnan) toprağına saldır. Orada yaşayan kadın, çocuk, genç, ihtiyar hepsini kılıçtan geçir. Dişi hayvanlarına varıncaya kadar bütün insanları ve hayvanları yok et. Tanrı insanları Yahudilerin emrine vermiştir. İnsanlar koyun, Yahudiler de bu insanların çobanıdır” demektedir.

    1914 yılında ABD, İngiltere ve Yahudi temsilcileri bir araya gelerek “Büyük Ortadoğu Projesi”ni (aslı Büyük İsrail Projesidir) ortaya attılar. Bu projeyle sözde Ortadoğu ülkelerine demokrasi ve özgürlük getirilecek. Ne kadar özgürlük getirildiği Irak’ta görülmektedir. Irak’ı demokrasi ve özgürlük getirmek safsatasıyla işgal eden ABD ve onun müttefikleri, 1 milyon Iraklının ölmesine, 4,5 milyon Iraklının da evlerini terk etmesine neden olmuştur. Dün Irak’a giren ABD askerlerine alkış tutan, Saddam’ın heykelini taşlayan Iraklılar, bugün Irak’taki vahşetin mimarı olan ABD Başkanı Bush’a ayakkabı fırlatmaktadır. Ey Iraklılar! Zamanında aklınız neredeydi?

    Büyük Ortadoğu Projesi adı altında Müslüman halk kandırılmakta, ülkeler ve topraklar bir bir bu projenin mimarlarının, İsrail’in ve batılı devletlerin eline geçmektedir. Müslümanlar ne zaman uyanıp akıllanacak diye hep merak ediyorum? Bu projenin şu anki eş başkanlığını Sayın Başbakanımız yapmaktadır. Sayın Başbakanımıza yakışacak en güzel olay, bu eş başkanlıktan hemen ayrılmasıdır.

    İslam ülkelerine, özellikle Arap Birliğine söyleyecek iki çift lafım var. Müslüman Arapların nüfusu, İsrail’in yüz katıdır. Tabiri caiz ise tükürseler İsrail’i tükürüklerinde boğarlar. Kendi soydaşlarına, kendi dindaşlarına yapılan bu vahşeti gördükleri halde olaya seyirci kalmakta, sade bir kınamakla geçiştirmektedirler. Bu kadar sorumsuz, bu kadar vurdumduymaz, bu kadar vicdansızlık nasıl olur? Kendi soyundan olan 3 yaşındaki bebekler katledilirken, Arap dünyası sadece kınamakla kalıyor, zahmet edip Arap Birliği bile toplanmıyor. Orada ölenleri hiç umursamıyorlar.

    Peki Mısır’a ne demeli? İş konuşmaya geldiğinde kendilerini İslam ülkelerinin lideri olarak görmekte, liderliğe soyunmaktadır. Aylardan beri Gazze’deki insanlar açlıktan ölürken, Mısır Gazze’ye geçişi sağlayan Refah Kapısını kapatmış, oradaki insanlara gıda yardımını engelleyerek ölüme terk etmiştir. Yine bu kapıyı kapatarak, İsrail zulmünden kaçan Filistinlilerin ve Filistinli yaralıların Mısır’a geçmesini önlemiştir. Ey İslam âlemi! Ey Mısır! Rabbim bunun hesabını mutlaka sizden soracaktır. Sizler şatafatlı saltanatınızla, lüks hayatınızla kuş tüyü yataklarda uyurken, açlıktan ve vahşetten ölen Filistinlilerin hesabını er geç vereceksiniz. Sizler böyle nemelazımcı, vurdumduymaz oldukça, bugün Filistin’de olanlar, yarın sizin başınıza gelecektir.

  • Ermeni- Bölücü İttifakı devam ediyor

    Ermeni- Bölücü İttifakı devam ediyor

    BBP Genel Başkan Yardımcısı Hakkı Öznur, Zonguldak’ta yapılan Genişletilmiş İstişare Toplantısında ülke ve dünya meseleleriyle ilgili değerlendirmelerde bulundu, siyasi analizler yaptı. Öznur konuşmasında şunları söyledi:

    “Birçok Marksist, Sosyalist, Troçkist, Ateist, dönme ve bölücünün aralarında bulunduğu işbirlikçi hainler Avrupa’daki Ermeni diasporasının isteği doğrultusunda “Ermenilerden özür diliyoruz” kampanyası başlatmışlardır. Bu kampanyaya destek veren ve imza atanların alayı yıllardır Türk devletine ve Türk milletine saldıran hainler topluluğudur. Kamuoyu bunların kim olduğunu gayet iyi bilmektedir.
    Bu Ermenici takımı çoğu soğuk savaş döneminden kalma hala o dönemin ideolojik görüşlerini savunan TKP, TİP, TSİP, Dev- Yol, TDKP, Kurtuluş, Dev-Sol, Tikko, Aydınlık ve bunlardan farklı olmayan TKDP , Kuk, Rızgari, Şıvancılar, Kava, Özgürlük Yolu vb. gibi bölücü Kürtçü gruplara mensup alçaklardan oluşmaktadır
    Dün Türk Milletinin değer ve inançlarına nasıl düşmanlarsa bugün de aynılar. Dün Moskova’dan talimat alıyorlardı. Bugün Washington’dan, Londra’dan, Brüksel’den ve Tel-Aviv’den alıyorlar.

    Osmanlı imparatorluğu bünyesinde dış tahriklerle 1878 yılında başlatılarak 1915 yılına kadar planlı olarak sürdürülen zararlı faaliyetlerle “suni Ermeni davası” gerçekte Ermenilerin değil Osmanlı imparatorluğunun parçalanmasından çıkar sağlamayı amaçlayan Emperyalist devletlerin davası olarak doğmuştur
    Uzun yıllar boyunca Osmanlı imparatorluğu bünyesinde büyük yaralar açan dış destekli bölücü Ermeni faaliyetleri konusunda 1915 yılında özel durumlarında etkisiyle artık bir önlem alınması gerekmektedir çizgisine gelinmiş, bu nedenlerle de Osmanlı İmparatorluğunca 1915 yılında bazı bölgelerde yaşayan Ermenilerle ilgili olarak bir tehcir kanunu çıkarılmış ve uygulaması yapılmıştır.
    1915 yılından sonra bazı önemsiz hareketler dışında güncelleşmeyen ve siyasi platformlara getirilemeyen Ermeni konusu 1965’ten itibaren ABD – Sovyetler – Batılı ülkeler tarafından Türkiye aleyhine sistemli bir şekilde işlenmeye başlanmış Ermeni lobilerine ve onların finans ettiği Ermeni terör örgütlerine uluslararası destek verilmiştir.
    Meselenin özü budur, ama bir takım gafil ve hainler tarihi gerçekleri saptıran ve emperyalizmin bir yalanı olan “Ermeni soykırımı” oyununa bilerek alet olmaktadırlar.
    Türk Milleti tarih boyunca soykırım yapmamış, aksine soykırıma uğrayan ulusların sığınağı olmuştur. Mazlumları diline, dinine, milliyetine bakmadan korumuş, onlara kanat germiştir.
    Esas soykırımcılar haçlı emperyalizmi ve onların bugün devamı olan ülkelerdir. Esas sömürgeciler başta ABD olmak üzere batı emperyalizmidir, Rus ve Çin emperyalizmidir.
    Birinci Dünya Savaşı ile beraber başta Fransa, İngiltere, Rusya olmak üzere birçok devlet Ermeni çetelerine destek vermiştir. Taşnak, Hınçak gibi birçok Ermeni çetelerine silah vermişlerdir, onların yapmış olduğu insanlık dışı katliamlara destek vermişlerdir. Batılı sömürgeci devletlerin maşası olan ve onlar tarafından kullanılan Ermeniler kendilerine kol kanat geren Osmanlı Devletine isyan etmişler, Müslüman Türk milletinin mensuplarına saldırmışlar, on binlerce insanımızı şehit etmişlerdir. Tehcirden Ermenileri kışkırtan, silahlandıran ve oyuna gelenler sorumludur.
    Şu hainlere bakın ki, Türk Milletine silah çeken, evlatlarını acımasızca şehit eden Türkler Ermenilerden yapmadıkları bir iş için özür dileyeceklermiş.
    Esas Ermenistan ve Ermeni diasporası Türk Milletine yapmış oldukları ihanetlerden dolayı pişmanlık duyacaklarına bir bakıyoruz ki Asala’dan, PKK’dan zihniyet olarak farkı olmayan bir grup mandacı işbirlikçi onların sözcülüğüne soyunmuş…
    Şimdi Ermenilerden özür dileme kampanyası başlatan, ülkesine, vatanına, milletine ihanet eden işbirlikçiler, tarihi çarpıtanlar bir Amerikan yalanı olan sözde Ermeni soykırımı planına alet olanlar, yarın da “terör örgütü PKK’dan özür dileriz” diye karşımıza çıkarlarsa şaşırmamak lazımdır. Çünkü ihanetin sonu yoktur.
    Şunu unutmayalım: Ermeni terör örgütleri tarafından şehit edilen diplomatlarımızın katillerine Ermenistan sahip çıktı. Katillere ödüller verildi. Birçoğunun ABD ve Avrupa ülkelerinde rahat bir şekilde yaşamaları sağlandı. Asala tarafından şehit edilen diplomatlarımız için Ermenistan özür diledi mi? ABD ve Batı dünyası bunları kınadı mı? Hayır. Aksine hepsi Ermeni terör örgütlerine hamilik yaptı.

    Şimdi Ermenilerden “özür kampanyası” başlatan bu hainlerin hangisi dünden bu güne Ermeni katillerini kınadı? Bölücü terör örgütü PKK’ya karşı çıktı? Hangisi şehit düşen diplomatlarınız için, Mehmetçiklerimiz için yazılar yazdı, eylem yaptı? Hiç biri. Çünkü bunların sicilleri bozuk.
    Ne dağdaki hainler, ne de şehirdeki Ermeniciler, entel-dantel takımı istedikleri kadar hainliklerini sürdürsünler. Bu millet onlara prim vermez. Bu malum takım için söylenecek tek söz, “Türk’ün ekmeğini yiyip, gâvurun kılıcını sallama” garabetini göstermeleridir.
    Soğuk savaş öncesi ve sonrasında milyonlarca Müslüman Türk, Sovyet ve Çin zulmü altında inin inim inlerken, soykırıma uğrarken bu Marksist ve liberal liboşların hiç sesi çıkmadı. Kendi milletinin mensupları zulme uğrarken, asimile edilmeye çalışılırken bu hainler yaşananları hep görmezden geldiler.
    Doğu Türkistan’da soydaşlarımıza zulüm devam ediyor, Irak’ta Türkmenler geçmişte ırkçı Arap şovenistlerin, bugün de ABD işbirlikçisi peşmergelerin zulmü ve baskılarıyla karşı karşıya ama bu aydın geçinen Soros’un imzacıları dönüp onlara bakmazlar bile…
    Azerbaycan topraklarının beşte biri Ermeni işgali altındadır. Karabağ’ı işgal eden Azerbaycanlı kardeşlerimizi acımasızca katleden, onlara büyük zulümler yapan Ermenistan hiçbir zaman bu pabucumun Ermenicileri tarafından kınanmadı. 1992’de Hocalı Katliamı bütün vahşetiyle ortada durmaktadır. Ermeni mezaliminden kaçamayan yaşlı ve çocuklar bütün dünyanın gözleri önünde kafatasları parçalanarak katledilmiştir. Okyanustaki balinaları kurtarmak için seferber olan Batı dünyası ve ABD ise bu alçaklığa çanak tutmuştur. Karabağ’a gelince sesini çıkartmayan bu hainler yaptıklarının hesabını bir gün mutlaka vereceklerdir.
    1973 – 1986 yılları gibi daha yakın bir tarihte 43 diplomatımızı şehit eden, birçoğunu yaralayan, Avrupa’da o yıllarda büyükelçiliklerimize, konsolosluklarımıza, temsilciklerimize 200’e yakın saldırı düzenleyen Asala terör örgütü idi. Asala’yı besleyen, finanse eden, onlara sahip çıkan ise ABD ve Batılı ülkelerdir.
    Asala’nın işi bitince onun yerine stratejik maşa PKK’yı destekleyen de yine emperyalist ülkelerdir.
    7 Nisan 1980 tarihinde Asala ile PKK, Lübnan’da ortak bir basın toplantısı yaparak Türkiye’ye karşı silahlı ortak eylem kararı aldıklarını açıklamışlardı. 10 Kasım 1980 tarihinde Strazburg’taki Türk Başkonsolosluğuna yönelik bombalama eylemini müştereken üstlendikleri keza bilinen hususlar meyanındadır. Bu tarihten sonra da Ermeni – Bölücü işbirliği devam etmiştir.
    Bütün bu gerçekler ortadayken şimdi bir grup sözde aydın, Nişantaşı ve mutlu azınlığın çocukları, CIA’nın, Mossad’ın Soros’un yandaşları şimdi kalkmışlar “Ermenicilik” oynuyorlar. Bunların birçoğu Washington, Londra, Paris, Tel- Aviv ve Erivan’dan beslenen hainlerdir.
    Türklük düşmanı bu Ermeniciler Asala gibi Marksist – Leninist zihniyete sahiptir. Aralarında PKK terör örgütüne yataklık eden alçaklar da vardır.
    Türkiye kritik bir dönemden geçerken ülkede etnik ve mezhepsel gerilimler yaratmak ve Türkiye’yi kaosa sürüklemeye yönelik akıl ve izan dışı imza kampanyaları düzenlemek ülkenin birlik ve bütünlüğüne yönelik tehlikeli ve provokatif tavırlardır. Bunları yapanlar asla iyi niyetli değillerdir. Ne idüğü belli olan zoptirik tiplerin Ermeni diasporasını havalara zıplatan bu küstahça işleri yanlarına asla kar kalmayacaktır. Türk Milleti bunun hesabını soracaktır.
    Türk insanın Ermeni isyanları ve terör eylemlerinde uğradığı kayıplar ve acıları görmezden gelen hainler, şimdi uşaklığını yaptıkları ABD – AB doğrultusunda Ermeni diasporasının hizmetine girerek ülkemize ihanetlerine bir kez daha devam etmektedirler. Ermeni diasporasına ve radikal Ermeni gruplara cesaret veren, Türk düşmanı Ermeni grupları sevindiren, taraflı, yanlı, “özür diliyorum” kampanyasına öncülük edenler tarihi gerçekleri bilmeyen, saptırmaya çalışan fitne ve fesat yuvalarıdır. Balkan harbinde, Birinci Dünya Savaşı sırasında ve savaş sonrasında asıl mağdur olan taraf Türkler olmuştur. Tarihimizde soykırım veya katliamın olmadığı belgelerle ortadadır. Gitsinler tarih arşivlerine baksınlar.

    Iraklı Zeydi katil Bush’un başını nasıl eğdirdi

    Iraklı gazeteci Muntazar El Zeydi, ABD Başkanı, insanlık düşmanı Bush’a insanlığın hislerine tercüman olan en güzel bir hareketi yaparak suratına ayakkabı fırlatmıştır. Bu onurlu ve asil tavrıyla bütün dünyanın sevgisini kazanmış ve şimdiden adını tarihe yazdırmıştır.
    Tarih katil Bush’a korkusuzca hem de ölümü göze alarak ayakkabı fırlatan bu onurlu eylemin sahibi gazeteci El Zeydi’yi asla unutmayacaktır.
    Zeydi işbirlikçi Irak Başbakanı Maliki’nin katil Bush’la birlikte düzenlediği basın toplantısı sırasında “bu Irak halkından sana bir veda öpücüğü köpek” diye bağırarak ayakkabısını fırlatmıştı. Katil ve aynı zamanda korkak Bush eğilerek ayakkabıdan kurtulurken, El Zeydi içinde biriken o müthiş öfkeyle “bu da dullar, yetimler ve Irak’ta öldürülenler için” diyerek diğer ayakkabısını da fırlatmış ancak can korkusuna kapılan Bush kendinden beklenmeyen çeviklikle bu ayakkabının isabetinden ucuz kurtulmuşu. Zeydi ABD karşıtı bütün kesimlerin bir anda ilgi odağı haline gelirken Bush ise bundan sonraki hayatını “ayakkabılı ve ayakkabısız yıllar” diyerek hatırlayacaktır. Bush, “en acayip olaylardan biri dediği” o pabucu rüyasında bundan sonra mutlaka görecektir ve hep dehşet içinde irkilecektir. Bush şunu bilmelidir ki, yeryüzünün her köşesinde Zeydi’nin yerinde olmak isteyen çok insan var…
    Zeydi Irak halkının işgalci ABD’ye olan tepkisini ortaya koymuştur. Bu eylem işgalin ilk yıllarında ABD askerlerini kurtarıcı gibi karşılayan Iraklıların, eski işbirlikçi görüntülerle fotoğraflarla değil, gazeteci Zeydi’nin kararlı bir şekilde hedefe doğru nişanladığı ayakkabıları ve Bush’un korkudan sararmış yüzleri ile hatırlanmasına büyük katkı sağlamıştır.
    Irak’a sürpriz bir ziyarette bulunan Bush’a düzenlenen basın toplantısında hem de Irak Başbakanı Maliki’nin de bulunduğu bir ortamda Bush’a ayakkabılarını bir mermi gibi fırlatan Zeydi, ABD Başkanı Bush’un başını yere eğdirerek aslında emperyalizmin başını yere eğdirmiştir. Bu tabloyu ne Bush ne de ABD’yi yönetenler asla unutmayacaktır. Bu ve benzeri tablolarla daha çok karşılaşacaklardır.
    160 bin askeriyle Irak’ı işgal eden ABD şunu unutmasın; döktüğü kanların, yapmış olduğu zulümlerin hesabını verecektir. ABD döktüğü kanda er veya geç boğulacaktır.
    Bush’a fırlatılan ayakkabı ABD’nin Ortadoğu politikalarına tepkinin sembolü olmuştur.

    DTP’li Hainler Kuzey Irak’ta

    DTP Eşbaşkanı sıfatını taşıyan Ahmet Türk, beraberinde bir grup DTP’li ile Kuzey Irak’a giderek burada önce Barzani, ardından yeğeni Neçirvan Barzani daha sonra da Celal Talabani ile bir görüşme yapıyorlar.
    Burada yapılan görüşmeler bir kez daha gösterdi ki DTP’liler Türk devletine ve Türk milletine karşı haince çalışmalarını sürdürmekteler.
    Bu görüşmelerde Barzani bir kez daha PKK terör örgütü ile asla çatışmayacaklarını, onlarla barış içerisinde olacaklarını söylüyor.
    DTP’li heyet Barzani’ye PKK terör örgütünün propandasını yaparken Barzani de onları PKK’nın TBMM’deki siyasi kolu olarak görüyor.
    DTP’liler bir dönem Sovyetlerin daha sonra ABD ve İsrail’in uşaklığını yapan, zaten bağlı olduğu ABD’de de ölen Türk düşmanı Mustafa Barzani’nin Hacı Umran köyünde bulunan mezarını ziyaret ederek onu bir önder olarak kabul ettiklerini orada ifade ediyorlardı.

    DTP’liler Mesut Barzani ile karargâhında görüştükten sonra aynı günün akşamı PKK’nın Kuzey Irak’taki siyasi kanadı olan ve daha önce Türkiye’nin Irak’ta seçimlere katılmaması için Bağdat yönetimine nota verdiği “Kürdistan Demokratik Çözüm Partisi” (PÇDK) temsilcileri ile bir araya geldiler, birlikte yemek yediler.
    Bu görüşmeyi Kandil Dağındaki örgütün lider kadroları da yakından takip ediyorlar. Örgütün Kandil Dağından gönderdiği yerel seçimlerle ilgili aday tesbitleri, stratejileri ve DTP’nin yapması gereken propaganda çalışmaları DTP heyetine açıkça iletiliyor.
    DTP’nin Brüksel ve Kandil’den yönetildiği, asla bağımsız hareket etme imkânının olmadığı DTP’nin Kuzey Irak temasları ile bir kez daha ortaya çıkmıştır.
    PÇDK’liler DTP’ ye her türlü desteği vereceklerini açıkça söylemişlerdir.
    DTP’liler Süleymaniye’ye yakın bir yerde 15 Aralık günü Irak Devlet Başkanı sıfatını taşıyan Celal Talabani ile de 2 saat süren bir görüşme yapmışlardır. Talabani de Barzani gibi DTP’lilere ilgi göstermiş “burayı eviniz gibi bilin, size kapımız her zaman açık” demiştir.
    Talabani, Barzani ve diğerleri hem terör örgütüne hem de terör örgütünün uzantısı olan DTP’ ye bırakın karşı çıkmayı onlara açıkça destek vereceklerini bir kez daha göstermişlerdir. DTP bu geziyle PKK terör örgütünün uydusu ve onun siyasi bir kolu olduğunu bir kez daha göstermiştir.

  • OZUR VE KABAHAT

    OZUR VE KABAHAT

    Bu hastalik nereden bulasti bu millete bilmemki, bu aslindan kacma nereye kadar, bu acizlik, bu saklabanlik, bu asagilik kompleksi nereden geldi sirayet etti bu asil kana anlamak zor. Turkiyenin ekmegini yiyenler simdi nankorluk yarisinda, kufretmek moda, oz vatanda parya muammelesi bu, gurur duydugumuz asli inkar bu, ne bu acziyet, ne bu aymazlik, iste budur Turkun atesle imtihani, budur devir, budur maskelerin dustugu perde.

    Ermenilerden ozur diliyorlarmis, aman Allahim bu bizim insanimizmi? yoksa azinlikmi kaldik oz vatanda? Ermenilere sormak lazim, Azerbaycan da yaptiklari icin ozur dileyeceklermi? daha  doksanli yillar cok geriye gitmeye gerek yok Azerbaycan’in %20 sini isgal edip yakip yiktilar, Hocali katliami daha dun gibi taze. Biraz daha geri gidelim Asala teror orgutu onlarca diplomatimizi , insanimizi, atesemizi haince oldurdu, daha dun gibi, Kanada’da sehid edilen Albay Atilla Altikat in evinden isine giderken ermeni teroristlerce katledilisi, Kanadanin ilk teror olayiydi bu daha dun gibi yil 1982, daha geriye gidelim Le petite journal gazetesi, basim tarihi 1895 ilk sayfa hemde mansetten resimli verilmis, “ermeniler cami baskini”, bir fransiz gazetesi bu turk gazetesi degil, ermeni komitacilar, koy baskinlari, Ruslarla isbirligi yapip osmanlilari arkadan vurmalar yakip yikmalar, coluk cocuk demeden, onlarca yuzlerce yerli ve yabanci kaynak, isteyen osmanli arsivlerinden isteyen ermenistan arsivlerinden baksin, isteyen donemin yabanci gazetelerine baksin, ve 1915 tehcir olayi. Daha once 400 yil millet-i sadika yani en sadik millet ismiyle osmanlida etkin varligini surduren ermeniler osmanlinin gucsuz dusmesiyle ve yabancilarin yonlendirmesiyle, isyan edip yakip yikmaya baslayinca gereken cevabi aldilar elbettte, ama toplu bir katliam olsaydi bugun turkiyede halen  yasamakta olan ermenilerin ne isi olurdu? o kadar ermeni acaba saklanarakmi kurtulmus?

    pkk elde var bir, ermeni olayi kasimaya musait elde var iki, yunanistan, elde var uc, ve daha sunlar  bunlar. Bu Turkiyenin onunu kapama, problemlerle mesgul etme, aslindan uzaklastirma, tarihine yabancilastirma projesidir. Dunya milletlerini tarih kitaplari kanli sayfalarla dolu, neden herkes uslu sakin otururken bizde basladi bu ozur kampanyasi anlamak zor. Illa ki ozur dilenecekse Fransizlar Cezayirlilerden ozur dilesin, Amerikalilar ve Kanadalilar Kizilderili yerlilerden ozur dilesinler, Amerika Iraklilardan ozur dilesin, Sirplar Bosnaklardan ozur dilesin, Cinliler Dogu-Turkistanlilardan ozur dilesin, Ruslar Afganistandan, Ingilizler Hindistandan, Almanlar yahudilerden ozur dilesin. Gordugunuz gibi ozur dilemesi gereken o kadar cok millet varki, onlar illede Turklerin Ermenilerden ozur dilemesini istiyorlar. Pkk yi kafalarinda cozduler guya, olay siyasi boyuta tasindi, sira ermenilerde, yarin Istanbul icin eski Bizans yeni adiyla Yunanistan’dan oozur dilememiz istenecek  anlayacaginiz bunun sonu yok.

    Benim asil anlmadigim bizim icimizden bu ozur sesleri nasil oluyorda  yukseliyor. Kafamda uc secenek var. Ya bu ozur dileyenler turk degil etnik koken itibariyla baska bir millete mensup ki bu mumkun turkiyedeki etnik yapi itibariyle, ikincisi bunlar Turk fakat tarihinden habersiz, cahil, aslini inkar eden, humanizm adina bu ozur dileme sacmaligina bulasan kisiler, ucuncusu ise en kotusu bunlar satilmis hainler ki en sonuncusu en vahim olani, ucuncusunun onu alinmazsa ulke kangren olur.

    Eger ozur dilenecekse bende ozur diliyorum ama ermenilerden degil, bende ozur diliyorum ama Fatih’ten, Yavuz’dan, Ataturk’ten. Ermeni terorune kurban gitmis diplomatlardan ozur diliyorum, vatani ugruna canini feda etmis sehidlerimizden ozur diliyorum. Ozur diliyorum cunku namussuzlar kadar sesimizi duyuramadik, hainler kadar mucadele edemedik, Ozur diliyorum cunku vatanseverlerle hainleri ayird edemedik, bu vatani bir avuc toprak parcasi diyenlere “benim iman dolu gogsum gibi serhaddim var” diyemedik ondan ozur diliyorum, ozur dilemeyi erdem sayan cahillere once sucumuzu soyleyin demedik, ve bu cahilleri bas yaptik kendimize onun icin ozur  diliyorum. Ama hicbir zaman ve asla Cocuk katili pkk dan milletime ihanet eden ermenilerden ve onlarin icerideki yandas ve yardakcilarindan ozur dilemedik ve dilemeyecegiz. 

    Ayhan KILIC / Kanada

    ayhankilic2001@yahoo.com

  • MUMBAİ (BOMBAY) SALDIRISI’NIN ANALİZİ

    MUMBAİ (BOMBAY) SALDIRISI’NIN ANALİZİ

    Doç. Dr. Oya Akgönenç

    Kasım ayının sonu Alt kıtada büyük olaylarla başladı. Bombay’da altı, yedi hedefin eşzamanlı olarak bombalanması sonucunda 170 kişi hayatını kaybedip, yüzlerce kişi de yaralı olarak olaydan kurtuldu. Bu olay, Hindistan, Pakistan ve tüm dünya’da şaşkınlık ve öfke yarattı. Lanetlenmesi gereken bu terror olayında sorulması icab eden sorular bu olayın nasıl gerçekleştirildiği ve en çok kimin bundan karlı çıktığı veya kazanç beklediği hususlarıdır.

    Mumbai, uzun yıllar Bombay olarak bilinen bölgenin eski ve özgün adıdır. Ingilizler Hindistanı sömürgeleştirirken, bu ticaret şehrinin adını da “Bombay” olarak değiştirmişlerdir. Hindistanın bağımsızlığından sonra şehir tekrar “Mumbai” olmuştur. İngilizlerin bu “Alt kıt’a”dan yani Hindistan, Pakistan, Siri Lanka (Ceylon) dan çekilirken başta Keşmir meselesi olmak üzere bir çok siyasi problemi arkalarında bırakmışlardır. Aradan geçen 60 yıl içinde Keşmir bir gün bile huzur görmemiştir.

    Terörün gerçekleşmesi:

    Hintli’ler dahil, konu hakkında fikir yürüten bütün terror uzmanlarına göre bu saldırı son derece iyi organize edilmiş, adeta askeri bir disiplin ve mükemmeliyet içinde gerçekleştirilmiş bir olaydır. Sıradan bir sivil terror grubunun eyleminden ziyade özel yetiştirilmiş askeri bir birimin eylem ve organizasyonu gibi görünmektedir. Burada ki garip durum, dışardan geldiği zannedilen bu terröristlerin Bombay şehrinin sokaklarını ve tüm hedefleri gayet iyi ve teferuatı ile bilmiş olmaları ve 60 saat vuruşacak ve saldıracak kadar silah ve mühimmatı yanlarında bulundurabilmeleri veya bir yerden bulmuş olmalarıdır.

    Bombay, İstanbul kadar bir şehirdir. Böyle bir şehirde eşzamanlı olarak 6 veya 7 hedefi vurmak ve sonra da güvenlik güçleri ile 60 saat çarpışmakl için gerekli tüm saldırı malzemesini ve silahlarını temin etmek gözden kaçmayacak bir durumdur. Gemi ile gelen teröristler, gemi kaptan ve mürettabatından 11 kişiyi öldürerek gemiyi ele geçirmiş ve sonra da motorlu lastik botlarla sahile çıkarak, soğukkanlılıkla eylemlerini gerçekleştirmişlerdir. Kaç kişi oldukları tam olarak bilinemeye on ile kırk arasında tahmin edilen bu teröristler 60 saatlik bir direniş gösterebilmişlerdir. Teröristlerden 9 tanesi ölü ve 1 tanesi de sağ olarak ele geçmiş olup diğerleri hiç bir iz bırakmadan ortadan kaybolmuşlardır. Hindistan sahil koruma gemileri ve donanması bu olaydan çok geç haberdar olmuş ve zayıf kalmıştır. Bu da düşünülecek bir durumdur.

    Saldırı sırasında özellikle Ingiliz ve ABD pasaportlu yabancılar seçilerek vurulmuştur. Diğer tabiyetli Avrupalılar ise serbest bırakılmıştır. Otel çalışanları ve basın mensupları arasından İngiliz ve Amerikalı’lara yardım eden ve onların kaçmalarını sağlayan birçok kişi olmuştur.

    Bu çatışmalar sırasında terrörle mücadele masası şefi, cesaret ve dürüstüğü ile takdir kazanmış bir polis komiseri de terrorist kurşununa kurban gitmiştir. Oteller, istasyon ve ulaşım noktaları’nın yanı sıra bir de Mumbai Nariman Tefekkür ve İnzivaa Merkezi ( Nariman Jewish meditation center)da saldırıya uğramış ve olayda 8 Musevi ölmüştür.

    Saldırı sırasında Hindistan büyük ölçüde komşusu Pakistanı ve Müslüman teröristleri suçlamıştır. Dünya basınında çıkan yazılarıdan özellikle Batı kaynaklı olanları da suçu Müslümanlara yıkmaya çalışmış ve daha incelemeler yapılmadan suçlamalar yapılmıştır.

    Diğer taraftan ABD ve Ingiltere’de yayınlanan mecmua ve önemli gazetelerde yazıları çıkan Alt kıta’lı yazarlar (Hindistan ve Pakistan asıllı) ise çok daha temkinli davranarak, kendi hükümetlerini ve siyasileri itidale davet etmiş ve olaya daha değişik açılardan bakmışlardır. Dış basından gelen yorumlar daha dar ve daha yanlı olduğu halde Alt kıta yazarlarının yorumları çok daha global ve çok yönlü olmaları ile dikkat çekmiştir.

    Saldırı ve Olaylarda ki gariplikler:

    Olayı uzun süre kimse üstlenmemiş ve ancak daha sonraları “Deccan Mucaheedin” denen bir grup olayın kendilerince yapıldığını ilan etmiştir. İlk defa adı duyulan bu grubun adının “Deccan” olması dikkatleri beklenmedik bir noktaya çekmiştir. Deccan ismi Hindistanda Haydarabad şehrinin bulunduğu bölgenin eski adıdır.

    Oysa ki olaydan hemen sonra Hindistan yetkilileri Pakistanı suçlayarak orada odaklandığı düşünülen “Lashker-e Tayyeba” grubunu hedef göstermişlerdir. Bu grup, her yaptığı eylemi açıkça benimsemesi ve ilan etmesi ile meşhur olan bir gruptur. Lakin, bu defa, hiçbir şekilde Bombay saldırısına karışmadıklarını ısrarla vurgulamaktadırlar.

    Bir diğer enteresan husus, olayların olduğu günlerde Pakistan dışişleri bakanının, Keşmir ve diğer konuları görüşmek üzere Hindistanda toplantılara katılıyor olmasıdır. Saldırıların olduğu gün Hindistan televizyonlarına çıkarak, olayı tel’in etmiş ve Pakistanla hiçbir ilgisi olmadığını ifade etmiştir.

    Olaydan bir hafta önce de Pakistan başbakanı yaptığı bir açıklamada , “ülkeler arasında vukuu bulacak bir çatışma durumunda, Pakistanın nükleer silahı kulanan ilk taraf olmayacağını” ifade etmiştir. Yine yakın bir zamanda Pakistan Cumhurbaşkanı Asaf Ali Zerdari de Güney Asya’da nükleer silahlardan arındırılmış bir bölge yaratılmasına taraftar olduğunu belirtmiştir.

    Yıllardan beri ilk defa Pakistan ve Hindistan Keşmir konusunda birçok hususta anlaşmaya yakınlaşmış ve iki ülke arasında ulaşım kolaylığı ve vize rahatlaması yaratacak tedbirler üstünde konuşmaya başlamışlardır. Bu tip gelişmeler olurken aniden bu “terror baskını” bütün gayretleri bir darbe ile yok etmiştir.

    Hindistanda çok yakın bir gelecekte seçimler yapılacaktır. Bu olay birçok partiye “sertleşme” ve “halk’ından puan toplama “ imkanı tanımaktadır. Olayın bu yönü de dikkate alınmalıdır.

    Kazançlı Çıkanlar:

    Muhakkak olan ilk şey, Hindistan’ın tüm dünyada büyük bir sempati topladığı ve durduk yerde Pakistanın oldukça kötü bir durumda kaldığıdır. Olay incelenmeden suçlamalar yapılmıştır bile.

    Keşmir konusunda hiçbir ilerleme veya düzelme olmasını istemeyen gruplar mutlak olarak en kazançlı çıkmış olanlardır.

    Hindistan ve Pakistan arasında iyi ilişkiler ve düzelme olmasını arzu etmeyen gruplar da karlı çıkmışlardır. Bu gruplar, bölgede istikrar ve barışı istemeyenler kadar çatışma isteyen silah tüccarları da olabilir. Yahutta, global veya bölgesel siyasi planlara sahip devlet veya gruplar da olabilir.

    İsrail devleti, Hindistanda ki bir Yahudi tefekkür merkezine yapılan saldırı bahanesi ile dünya da ki bütün benzer yerlerin muhkemleştirileceğini ve buralara yapılan bir saldırının İsrail devletine yapılan bir saldırı olarak kabul edileceğini ilan etmiştir. Böylece diğer ülke topraklarında bulunan Yahudi tesisleri yolu ile kendi egemenlik sınırlarını da bir nebze genişletmiştir. O da kendine göre karlı çıkmıştır.

    Şüpheli’ler listesi:

    Tabii ilk günden töhmet altına düşen Pakistan olmuştur ama günler geçtikçe ortaya çıkan manzara değişmeye başlamıştır.

    ABD Pakistan ile Hindistan arasında bir çatışma ve gerginlik istemediğini defalarca ifade etmiştir. Bunun en önemli sebebi de böyle bir çatışma durumunda Pakistan’ın askerlerini Hindistan sınırına kaydıracağı ve böylece Afganistan da ki Talibana karşı kuzey sınırında fazla bir askerin bırakılmayacağı hususudur. Bu durum ABD ve NATO güçlerini çok zor bir durumda bırakacaktır. ABD bunu istememektedir.

    Hindistan donanmasından bazı amiraller ise olayı Somali Korsanlarına yıkmakta ve geçenlerde Hint donanması tarafından batırılan Somali Korsan gemisinin öcünü almak için bu korsanlar tarafından düzenlenmiş bir saldırı olabileceğini ileri sürmektedirler.

    Hint’li bazı yazar ve analistlere ve (3/12/2008 tarihli ve Counter Current’ta çıkan bazı yazılara göre) bu olay Mossad ve CIA tarafından belli gayelerle gerçekleştirilmiş bir olaydır. Bu bölgede ki bir çatışmada Pakistan zayıflayacak ve bölgede ki istikrarsızlık bazı devletlerin işine yarayacaktır.

    Diğer bazı Alt kıt’a yazarları ise Hindistan hükümetine asıl memleketin içine bakmalarını ve belki de bu terrorist grubun kendi içlerinden çıkan birileri olabileceğini savunmaktadırlar.

    Bu arada Barak Obama’nın Alt Kıt’a ile ilgili sözlerini hatırlamakta yarar vardır. ABD yeni başkanı “bölgede barış ve istikrarın sağlanması için herşeyden önce Keşmir meselesi çözülmelidir” demiştir ve”bu konu da Hindistana daha çok iş düşmekte ve orada 60 yıldır devam eden eziyete sona ermelidir” demiş ve Hintlilerin tepkisini çekmişti.

    Bundan hiç hoşnut olmayan aşırı dinci Hindu partiler de derhal tavır koymuşlardı. Bunların başına da Vishwa Hindu Parishad partisi gelmektedir. Bunlar dua ve ayin sırasında bileklerine kırmızı iplik bağlamaktadırlar. Açıkça intikamdan bahsetmektedirler. Enteresan bir nokta, ölü ele geçen teröristlerin birinin bileğinde de aynı ipliğin bulunması olmuştur.

    Bombay veya Mumbai saldırısı sadece bir şehirde yapılan bir eylemin çok ötesinde dünya çapında etkileri ve bağlantıları olan bir olay gibi görünmektedir.

  • Ermeni sınırı ön şartsız açılacak – İmralı PKK’nın dinlenme kampı olacak

    Ermeni sınırı ön şartsız açılacak – İmralı PKK’nın dinlenme kampı olacak

    MHP Genel Başkan Yardımcısı Bölükbaşı ‘Öcalan’a arkadaş projesinden’, Türkiye Ermenistan ilişkileri ve Kuzey Irak konularına kadar önemli açıklamalarda bulundu. Bölükbaşı’na göre, izin halinde İmralı PKK’nın dinlenme hatta terör kampına dönebilir

    MHP Genel Başkan Yardımcısı Deniz Bölükbaşı, Türkiye’nin Ermenistan sınırını ‘Ön şartsız’ olarak açacağını iddia etti. Ermenistan’ın halen Ağrı Dağı’nı milli sembol olarak kullandığını hatırlatan Bölükbaşı, “Bunlar Türkiye’nin namusudur. Türkiye’nin hesabı naif bir hesaptır” yorumu yaptı. ‘Terörist başının yanına mahkûm’ projesini “Adalet Bakanlığı İmralı’yı PKK’nın dinlenme kampı haline getirecek” diye eleştiren Bölükbaşı’nın

    AKŞAM’a yaptığı açıklamalar şöyle:

    F TİPİ’NDE ISRARLIYIZ

    Öcalan’ın yargılama ve AİHM süreci bitmiştir. MHP, o günden bu yana artık ‘özel misafirlik’ statüsüne son verilip, herkesin gözü önünde yine tecrit koşullarında yaşayacağı F tipi bir cezaevine naklini istemiştir. Bu adam hâlâ özel misafir gibi ağırlanıyor. İmralı’da bunun için 1000’e yakın görevli var. 3 kilometrelik deniz alanı yasak saha, hava sahası kontrollü sahadır. Bir nevi siyasi mahkûm gibi özel bir yerde ağırlanmaktadır.

    AKP ÖRGÜTÜ YÖNETMESİ İÇİN İMKAN SAĞLADI

    Şimdi ‘adam tecrit koşullarında yaşıyor, arkadaş, televizyon ve telefon verelim’ deniyor. AKP, son 6 yıldır bu caninin İmralı’dan örgütünü yönetmesine imkân vermiştir. İmralı ile avukatları arasında örgütsel haberleşme ağı kurulduğu ortadadır. AKP’nin Adalet Bakanları görev suçu işlemiştir. Adalet Bakanı, ‘kayıtlarımızla örgütsel haberleşme yapıldığına dair delil yok’ diyorsa çıkıp söylesin. “Avukatları uyduruyor” diyemediler. AKP, siyasi çözüm bulma ortamı yaratmak amacıyla tecrit koşullarını yumuşatmaya hazırlanmaktadır.

    TERÖR VE SEMİNER MERKEZİ

    İlk adım adada başlayan inşaatlar. Adalet Bakanı, ‘Silahları bıraktırırsa Öcalan’ın tecrit koşullarını kaldırırız’ diyor. Yani kanuna göre belli saatlerde diğer mahkûmlarla voleybol oynar, vakit geçirir. AKP hükümeti İmralı’yı toplu bir PKK dinlenme kampına çevirmeye hazırlanmaktadır. Terörist başının yanına PKK militanları verilecektir. Bu tabii sadece toplu bir dinlenme kampı olmaz, aynı zamanda toplu bir terör eğitim ve seminer kampı da olacaktır.

    Siyasi çözüm startını Başbakan, Diyarbakır konuşmasında vermiştir. PKK’nın talepleri zaten, kurucu kimlik olarak Türk kimliğinden vazgeçilmesi, Türk ve Kürtlerden oluşan çok uluslu bir devlet yapısına gidilmesi ve Kürtçe’nin okutulması. PKK’nın Meclis’teki uzantısı DTP’nin dağıttığı son broşürde bunlar yazmaktadır. Başbakan’ın hazırlattığı, Sapanca’daki anayasa taslağı bunları içerir. Tepkiden çekindiği için hayata geçirmiyor. Şartları zamana yayarak hazırlamaya çalışıyor.

    ERDOĞAN’INKİ MASKELİ SİYASET

    Başbakan’ın milliyetçi söylem iddialarına gelince, kendisi bunda da çok maskeli bir siyaset izlemektedir. Kızılcahamam’daki toplantıda ‘Diyarbakır konuşmamın arkasındayım’ diyor. Yerel seçimleri etnik temelde bir gerginlik stratejisine oturttuğu için bazen öyle demektedir, bazen böyle demektedir. AKP ve CHP seçimlere maskeli baloya hazırlanır gibi hazırlanıyor.

    KİMDİR?

    TÜRK siyasi tarihinin renkli isimlerinden Osman Bölükbaşı’nın oğlu olan diplomat Deniz Bölükbaşı, Ankara Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. 1973 yılında Dışişleri Bakanlığı’na girdi. Atina ve Bonn Büyükelçilikleri’nde çalıştı. Lizbon Büyükelçiliği görevini üstlendi. Dışişleri Bakanlığı Birinci Hukuk Müşavirliği görevini yürüttü. Daha sonra Başbakan Yardımcısı Dış Politika Başdanışmanlığı’na atandı.

    Cenevre Dünya Ticaret Örgütü nezdinde Türkiye Daimi Temsilcisi oldu. 2002 yılı seçimlerinden Milliyetçi Hareket Partisi’nden milletvekili olarak Meclis’e girdi.

    MİLLİYETÇİLERİN GÖKÇEK’LE GÖRÜLECEK HESABI VAR

    MELİH Gökçek artık kendisini milliyetçi gibi göstererek oy devşirme imkânını kaybetmiştir. Türk milliyetçilerinin, MHP’nin, yerel seçimlerde bu zatla görülecek hesabı vardır. Hiçbir zaman milliyetçi olmamıştır. Sadece ucuz fırsatçılığı ilke edinen bir siyaset simsarı olarak 20 yıldır Ankara’nın başına musallattır. Gökçek, Türk adaleti önünde yaptıklarının hesabını verecektir. Karayalçın-Gökçek kavgayı, MHP’nin adayı Mansur Yavaş ise markayı temsil ediyor.

    SEÇİM SÜRECİ GERGİN OLACAK

    Türkiye gergin bir yerel seçim süreci yaşayacak. En önemli nedeni AKP’nın etnik bölücülük zemininde seçim stratejisi izleyeceğinin açıklığa kavuşmasıdır. Nitekim henüz adaylığı belli olmayan mevcut belediye başkanı, Karayalçın’a karşı ‘PKK onu, temiz Kürtler beni destekler’ demiştir. Bu tehlikeli bir dönemi gösteriyor

    BARZANİ TÜRKİYE’NİN HİMAYESİNİ İSTİYOR

    TÜRKİYE’DE iç içe geçmiş çok tehlikeli bir süreç başlatılmıştır. İlki Barzani’yi siyasi muhatap alan AKP’nin başlattığı müzakere sürecidir. Barzani’nin amacı; Kuzey Irak’ta çok ileri bir aşamaya gelen otonom siyasi yapıların Türkiye tarafından tanınmasını sağlamak, ABD askerlerinin çekilmesi sonrası Araplar ve Türkmenlerle baş başa yaşamanın getirdiği zorlukları idrak ederek bu konuda Türkiye’nin himayesini sağlamaktır. Barzani zaten bu amacını da saklamıyor. Kuzey Irak’taki yapılanmayı Türkiye’de uygulanacak bir model olarak sunuyor. Masada PKK adına oturan kişi Barzani’dir.

    IRAK POLİTİKASI ÖZELLEŞTİRİLDİ

    BAŞBAKANLIĞA BAĞLANDI

    Bugün Irak’la ilişkiler, politikaların Dışişleri Bakanlığı tarafından belirlendiği bir zeminden kaymıştır. Irak Özel Temsilciliği, büyükelçilik düzeyindeyken düşürülmüştür. Irak Türkmen cephesiyle ilişkiler Dışişleri’nden alınıp Başbakanlık’ta bir müsteşar yardımcısına verilmiştir. Yani AKP hükümeti, Türkiye’nin Irak politikasını özelleştirmiş, Başbakanlığın bünyesine almıştır.

    36. PARALELE TÜRKİYE FORMÜLÜ

    PKK sorununu bir etnik kimlik sorunu olarak gören bu adam, Irak’taki modelin Türkiye için örnek oluşturabileceği konusunda cesaretlendirilmiştir. ABD askerleri, çekildikten sonra Türkiye’ye, kuzeyden keşifle Çekiç Güç gibi 36. paralelin kuzeyinde Türk nüfusa bir anlamda garantörlük rolü yüklenmek istenmektedir.

    Ermeni sınırı ön şartsız açılacak

    Ermenİstan’la başlatılan süreç, tehlikelidir. Ermenistan Anayasası’nda ve bağımsızlık bildirgesinde hükümler var. Ermenistan, sınırı tanımıyor, Türkiye’nin doğusunu batı Ermenistan olarak kabul ediyor, Ağrı Dağı’nı milli sembol olarak görüyor ve uluslararası bir karalama kampanyasını sürdürüyor. Türkiye haklı olarak bunlardan vazgeçmesini ön şart olarak ileri sürmektedir. Yunanistan ile Makedonya arasında benzeri bir durum yaşandı. Yunanistan’ın baskısı ile Makedonya bayrağını değiştirdi. Türkiye-Yunanistan kadar olamadı.

    MASADA İSVİÇRE’NİN NE İŞİ VAR

    AKP en son Bern’de yürütülen yeni bir süreç başlattı. Bu süreçte anlaşılmaz bir biçimde üçüncü bir ülke de masada oturuyor: İsviçre. İsviçre parlamentosunun iki kanadından biri 1915 olaylarını soykırım olarak tanımış ve İsviçre Ceza Kanunu soykırımın inkarını ağır cezalık suç haline getirmiştir. Perinçek de ceza almıştı.

    TİFLİS BÜYÜKELÇİSİ ERİVAN’A

    AKP’nin yapmak istediği hiçbir ön şart olmadan sınırı açmak. Önce transit ticaret için sonra ikili ticaret için sonra resmi pasaportluların geçişi, sonra her türlü pasaportluların geçişi için. Böyle kademeli olarak sınırını açmak ve diplomatik ilişki kurmak. Erivan’a mukim büyükelçi atamak zor olduğu için Tiflis Büyükelçisi’ni Erivan’a akredite etmek, Ermenistan’ın Tiflis büyükelçisinin de Ankara’ya akredite olmasını sağlamak. Diğer konular masada kalmaya devam edecek. Türkiye böyle sakat denkleme hapsedilmiştir. Türkiye’nin hesabı naif bir hesaptır. ‘Diplomatik ilişki kurduktan sonra Ağrı Dağı’nın sembol olmasını çıkartabiliriz, sınırı tanıtabiliriz’ gibi hayaller peşinde koşuyorlar. Toprağınızın bir bölümüne batı Ermenistan diyen bir adamla bundan vazgeçmeden ilişki kuruyorsunuz. Oysa bunlar Türkiye’nin namusudur.Deniz GÜÇER/ANKARA

  • Almanların, A. Doğan’a verdiği ödülün sırrı ne?

    Almanların, A. Doğan’a verdiği ödülün sırrı ne?

    İsrafil K.KUMBASAR

    Herr Alaman bunu hep yapıyor.
    Ne zaman ki, ‘kendi çıkarlarına’ hizmet etmeyi adeta bir misyon haline getiren Aydın Doğan’ın başı sıkışıverse, bir vesileyi bahane edip, hemen ödülü dayıyor.
    Son ödül, Alman Yayıncılar Birliği’nden geldi.
    Ödülün veriliş gerekçesi oldukça dikkat çekici:
    1-) Almanya ile Türkiye ilişkilerin geliştirilmesine destek vermek.
    2-) Almanya’daki Türk toplumunun ‘uyumuna’ katkıda bulunmak.
    Bir yanına kızlarını ve damatlarını, diğer yanına silahşorlarını alarak ‘Altın Victoria’ ödülünü kucaklayan Aydın Doğan, şöyle dedi:
    – “40 yılı aşkın süredir Almanya’da yayımlanan ve tüm Avrupa’ya dağıtılan gazetelerimiz ve Euro D ve Euro Star gibi televizyon kanallarımız, uyumu destekleyen bir yayın politikası izliyor.”
    * * *
    Deutsche Bank’ın Doğan Holding’e bağlı kuruluşlara ortak olarak sürekli sermaye aktarımında bulunması, Aydın Doğan’a ait gazete ve dergilerin, Almanya hükümeti tarafından ‘ayrıcalığa’ tabi tutulması demek ki hiç de tesadüf değilmiş.
    Doğan’a ait yazılı ve görsel basın, ‘Türk’ görünümü altında Almanya’da yaşayan Türklerin ‘asimile’ edilmesi için bir araç vazifesi görüyor.
    Kültürel dejenerasyonun öncülüğünü yapan Fatih Akın gibi dönmeler, Türk toplumuna ‘Türk kökenli Alman sinemacı’ diye takdim ediliyor.
    ‘Türk’ kelimesini ağızlarına almayan, hatta neseplerini ‘başka ırklar’ ile açıklamaya çalışan Cem Özdemir gibi devşirmeler, kamuoyuna ‘Türklerin Obaması’ diye lanse ediliyor.
    Genç beyinler, “Siz de Türklüğünüzden vazgeçip, onun gibi olursanız, ileride Almanya’ya başbakan olabilirsiniz” diye yıkanıyor.
    Ahmetler ve Ayşeler, sistemli bir biçimde Hanslara, Helgalara dönüştürülüyor.
    Bunun adı ne yazık ki ‘uyum’ oluyor.
    * * *
    Bugüne kadar ‘Rodos-Frankfurt’ hattında hükümet kurup, hükümet yıkan Aydın Doğan’ın iktidara gelmeden önce Almanya’da ağırladığı siyasetçiler arasında Tayyip Erdoğan da vardı.
    Doğan ile Erdoğan arasında, “Sen benim sırtımı kaşı, ben de seninkini” şeklinde süren ilişkiler, ‘Hilton arazisi’ yüzünden bir anda bozuldu.
    İnşaat izni alamayan Doğan, silahşorları vasıtası ile, ‘aba altından’ sopa göstermeye başladı.
     “Bu atışların nedenini bir hafta içinde açıkla” diye gürleyen Erdoğan, bir yandan Doğan’a ait gazetelere boykot çağrısı yaparken, diğer yandan Doğan’a ait bazı televizyonların ruhsatlarının iptalini gündeme getirdi.
    Ama aradan fazla geçmeden, ikilinin Bayburt Milletvekili Ülkü Güney’in oğlunun nikâhında ortaya çıkan sarmaş dolaş fotoğrafları ‘mutlu beraberliğin’ yeniden kurulduğu şeklinde yorumlandı.
    * * *
    Aydın Doğan’ın ödülünü okşadığı saatlerde, uluslararası haber ajansı Reuters’in, abonelerine geçtiği haberin başlığı aynen şöyleydi:
    – “Doğan Grubu’nun hükümetle başı dertte.”
    Almanya Başbakanı Angela Merkel, İçişleri Bakanı Wolfgang Schaeuble, SPD Genel Başkanı Franz Müntefering, FDP Genel Başkanı Guido Westerwelle’nin de katıldığı ödül töreninde, el altından bir yerlere mesaj veriliyordu.
    Mesajın oldukça açık olan meali şudur:
    – “Sakın adamımıza dokunmayın.”