Etiket: Dış Politika
-
Ermeni Diasporacılar yine kendilerini gösterdiler
Avustralyali Ermeni Prof.Armen Gakavian , Ermeni cetelerinin ve ASALA nin cinayetlerinden ozur dilemekicin hazirladigi metni,diasporadan gelen tepkiler uzerine geri cekti..Ermeni devrimci Federasyonu Tasnaksutyan’un Siyasi Buro Sefi Giro Manokyan da , ozur metninini hazirlayanlarinsamimi…!!!!! olmadigini,soykirim yerine ” Trajedi” kelimesini kullanarak 1915 te yasananlarin ” Soykirim” olrak taninmasiniengellemeye amacladiklarini soyledi.. ( Hurriyet-9.Subat.2009 ) -
Ortadoğu Uzmanı Michael Rubin konuştu
Ortadoğu Uzmanı Michael Rubin konuştu “Washington artık Erdoğan’ı salt İslamcı olarak görüyor” 10.02.2009 13:27
BAŞKENT Washington’da muhafazakar düşünce kuruluşu American Enterprise İnstitute’de Ortadoğu uzmanı olan Michael Rubin’le, Davos sonrasında, Türk-Amerikan ilişkilerini değerlendirdik. Rubin, Erdoğan’ın, Hamas’ın hamisi tarzında yaptığı konuşmaların, Türkiye’nin güvenliğini tehdit altına soktuğunu söyledi. Michael Rubin, “Eğer Başbakan Erdoğan, Hamas’la müzakere etmek istiyorsa, siz de Danimarkalıların PKK’yla masaya oturmasına hazırlıklı olun,” dedi.
TÜLİN DALOĞLUTürkiye’nin, Hamas ve PKK arasında dilediği kadar farklılıkları anlatabileceğini, ama Avrupalıların, her iki terör örgütünü de “özgürlük savaşçıları” olarak kabul ettiğini vurguladı. Eskiden olduğu gibi Erdoğan’ı Washington’da ılımlı bir İslami lider olarak görenlerin kalmadığını söyleyen Rubin, Başbakan’ın artık salt İslamcı bir lider olarak kabul gördüğünü, ve hatta demokrat olarak dahi bulunmadığını söyledi. Kimsenin Rocky’ye ihtiyacı olmadığını söyleyen Rubin, “Eğer Erdoğan, İsrailli sivillere yönelik roket saldırılarını marur görürse, mesela Iraklı Kürtlerin, Diyarbakır’a roket atmalarına izin vermiş olur” dedi. Rubin, Erdoğan’ın, Davos’ta yaptığı açıklamaların, uluslararası hukuk açısından bakıldığında, tehlikeli emsaller oluşturabileceğini anlattı. Bu röportaj, Washington’da ki Türkiye ambiansını da önemli ölçüde özetlemekte.
TÜLİN DALOĞLU: Başbakan Erdoğan’ın Davos’ta ki davranışı hakkında ne düşündüğünüzü sormayacam, ama Davos’ta yaşananların arkasında ne
gördüğünüzü; Erdoğan hükümetinin, Filistin davasına duyduğu hassasiyet hakkında ne düşündüğünüzü soracağım.
MİCHAEL RUBİN: Erdoğan’ı yıllardır izleyenler, Davos’ta sergilediği güçlü çıkışı sürpriz karşılamamıştır. Şaşıranların çoğu, Türkiye’yi bilmeyenler. Ortak nezaket ve diplomasi kurallarından yoksunluğu – öyle ki artık İstanbul’un İslami duvarları içinde değil, dünya sahnesinde sergiledi bu davranışı. Türk milliyetçileri, Erdoğan’ın bu davranışından memnun olurken, Türkiye’yi günlük takip etmeyen çoğu insanın gözünde ülkesi hakkında kötü bir imaj oluşturdu. Erdoğan, Filistinlilere sempati duymaktadır. Ve bunda yanlış olan hiç bir şey yok. Filistinlilerin durumu iyi değil. Neden iyi durumda olmadıklarının gerekçesi ise karışık. Öncelikle, kötü bir liderlik kadroları var. Ve kendi liderlerinin ürettiği kötü politikalarin da kurbanılar. Aynı zamanda, kolay çözümü olmayan bir sorunun tarafılar.Erdoğan’ın söylemlerinde ki sorun ise içerdiği hipokrasi ve yarattığı emsal. Filistinlilere sempati duymak kolay. Doğruyu söylememek ise kesinlikle yanlış. Örneğin, Hamas’ın ateşkesi hiç ihlal etmediğini söyledi. Kelimenin tam anlamıyla, İsrail’e atılan yüzlerce roketi görmezden geldi. Bu iyi bir siyaset olarak gözükebilir. Çünkü Türkiye’de, bir çok AKP taraftarı, İslami birlikteliğe öncelik tanıyor. Onlar için Türk milliyetçiliği, ikinci sırada geliyor. Burada iki türlü sorun var. Eğer Erdoğan, İsrailli sivillere yönelik roket saldırılarını maruz görürse, mesela Iraklı Kürtlerin, Diyarbakır’a roket atmalarına izin vermiş olur.
Bu iki durumu birbirine nasıl bağladınız?
Doğrudan emsal teşkil ediyor. Eğer Hamas için İsrail’e roket atmak kabul görülüyorsa ve attıkları roketler, ateşkesi ihlal olarak sayılmıyorsa veya komşu bir ülkeye savaş beyanı anlamına gelmiyorsa, o halde Iraklı Kürtler de doğrudan bir paralellik kurar ve kendi yaptıklarının farklı birşey olmadığını söylerler. Türkiye, bu benzetmeyi mutlak surette red de etse, Fransa durumu farklı görmeyecektir; Yunanistan farklı görmeyecektir; Sudi Arabistan farklı görmeyecektir; Mısır farklı görmeyecektir; Libya farklı görmeyecektir. Özetle, Başbakan Erdoğan kendini çok zor bir duruma soktu. Bundan daha zor olan durum ise Başbakan Erdoğan’ın, İsrail’i soykırımla suçlaması oldu.
Soykırıma gelmeden önce, bir sorum olacak. Başbakan’ın açıklamaları
ardından Türkiye için zorluk çıkartabilecek – sizin de bahsettiğiniz bu hususlar – belki aynı ifadelerle değil, ama benzeri türde Türkiye’de de konuşulmakta. Bir ekip kaygılı, bir ekip korkusuz. Son gruptakiler, Türkiye’nin işgalci bir ülke olmadığını ve bu nedenle de PKK ve Hamas karşılaştırmalarının çok ileri gidemeyeceğini belirtmekteler. Siz, PKK demediniz, Iraklı Kürtler dediniz ama.Bu, uluslararası hukukun oluşturduğu bir durum. Teknik olarak, Filistin
hiçbir zaman bağımsız bir devlet olmadı. Batı Şeria ve Gazze – kime ait
olduğu – ihtilaflı olan topraklar. Dahası, İsrail Gazze’den
çekildiğinden bu yana bu topraklarda terörizm arttı. Ortadoğu barış sürecinin bütün hikayesi Filistinlilere ait bir toprak bağımsızlığını sağlamak. Ama gerçek
şudur ki İsrail bu toprakları işgal etmeden önce Ürdün Batı Şeria’yı işgal
ediyordu, Mısır da Gazze’yi ve hiçbiri bağımsız bir Filistin’i
tanımadılar. Daha öncesinde de Osmanlı toprağıydı. Yani, eğer Başbakan Erdoğan, uluslararası hukuka saygılı olmak istiyorsa, önce uluslararası hukukun ne olduğunu anlaması gerekli. Ne yazık ki populist ve kitle siyasetine alışık olduğu için bu sert çıkışlarından vazgeçemiyor. Kısaca, Erdoğan,
uluslararası hukuku bilmiyor.Soykırım meselesine geri dönelim. Başbakan Erdoğan’ın yaptığı bir diğer hata. İsrail’in Gazze operasyonunda yüzlerce kişi öldü. Bu, bir trajedidir,
soykırım değil. Birleşmiş Milletler’e göre yüzlerce kişi öldü.
Eğer Başbakan Erdoğan, yüzlerce insanın ölümünü soykırım olarak nitelendiriyorsa, Türkiye’nin, Yunanistan, Kıbrıs, Ermenistan gibi alışıldık
düşmanlarının Ankara’yı soykırımla suçlamasına makul karşılaması gerekir.
Çünkü, farzedin ki 200 nüfuslu bir köy halkı öldürüldü. Başbakan Erdoğan, bu olayın soykırım olduğunu iddia etmiştir. Dahası, Başbakan Erdoğan, Türkiye’nin soykırım suçu işlediğini söylemiştir. Ben böyle bir suçu işlediği kanaatinde değilim. Ama Başbakan Erdoğan’ın yaptığı tasvir, diğerlerinin Türkiye’ye bu ithamlarla saldırmasının önünü açmıştır. Hem de – Türkiye’nin, Sudan liderlerini ağırladığı bir zamanda gelmiştir bu açıklamalar. Bir tarafta, Darfur’da ölen 200bin insan soykırıma kurban gitmemiştir demektedir, diğer tarafta da Türkiye’nin, Ortadoğu’da, dürüst bir arabulucu olamayacağını teslim etmiştir. Korkarım, Başbakan Erdoğan’ın anti-semitizmi desteklediğini söyleyenlerle aynı kanaatteyim.Konunun başka bir boyutuna geçelim. Başbakan, Davos’ta yaptığı
açıklamalarda, Obama yönetiminin, Ortadoğu’da terörizmi yeniden
tanımlaması çağrısında bulundu. Erdoğan’ın, bu çağrıyı, Hamas ve Hizbullah
için yaptığı söylenmekte. Madem uluslararası hukuktan bahsediyoruz, Başbakan’ın bu açılımı PKK konusunda ne anlama gelebilir?Samimi söylemek gerekirse Türkiye’nin PKK ile mücadelede bundan sonra
çok destek alacağı kanaatinde değilim. Başbakan bu desteğe son noktayı koydu. Şahsen, Türkiye’nin, PKK ile mücadelesini her zaman destekleyeceğim. Ama gerçek şu ki bundan sonra Başbakan Erdoğan’ın kendi cümleleri Türkiye’nin argümanlarına karşı kullanılacaktır. Bu bir.Uluslararası hukukta sorun terörizmin bir tanımının olmaması. Ben,
şahsım adına, terörizmi, siyasi amaç uğruna, sivilleri, bilinçli bir şekilde
hedeflemek diye tanımlıyorum. Hamas bir otobüse bomba koyduğunda, veya bir anaokuluna roket attığında, Filistinliler arasında siyasi kazanç sağlamak
için terör yapmaktadır.Başbakan Erdoğan, Hamas ve İsrail ihtilafına iki şekilde bakabilir. Filistin, işgal altındadır ve Hamas, İsrail’e karşı savaşmaktadır ve roketleri atmaya hakkı vardır. Öyleyse, eğer Hamas, Filistinlilerin hükümeti olarak kabul ediliyorsa ve komşu ülkeye roket saldırıları gerçekleştirebiliyorsa, yaptığı savaş ilan etmektir. Ve eğer herhangi bir komşu ülkeye savaş açarsanız, bu komşu ülkenin size karşılık verme hakkı vardır.
Mesut Barzani, PKK’nın, Irak Kürdistan’ının topraklarını kullanmasına göz yumunca, Türkiye’nin cevabı, PKK’nın, buradaki terör kamplarını bombalamak
oldu. Ve Amerika, Türkiye’nin saldırılarını destekledi. Şimdi Başbakan Erdoğan, bizim eylemlerimizi desteklemeyin diyor. Çünkü Başbakan’a
göre terörizme karşı askeri cevap vermek “yasadışı” bir eylem oluyor.Hizbullah’a gelince, Başbakan Erdoğan’ı çok, çok dikkatli olmaya çağırıyorum. Çünkü Hizbullah Lübnan hükümetini temsil etmiyor. Hizbullah, Lübnan hükümetinin içinde bir kanser hücresi gibi. Mayıs 2008’de Hizbullah, Beyrut’ta, silahlarını, Lübnan hükümetine çevirdi. Eğer Başbakan Hizbullah’ın meşru bir örgüt olduğu kanaatindeyse, Türkiye’de, herhangi bir siyasi partinin kendi milislerini, veya silahlı gruplarını örgütleyip, kendini ispatlamasının meşru bir durum da olacağını söylemektedir. Dahası, Hizbullah ve PKK arasında çok büyük bir fark olmadığını da belirtmektedir.
Eğer Hizbullah kendi okullarını açabiliyorsa, kendi askerleri olabiliyorsa,
saldırılar düzenleyebiliyorsa, PKK için neden aynısı olmasın?Ben, ne Hizbullah’ı, ne de PKK’yı destekliyorum. Ama Başbakan Erdoğan, Pandora’nın kutusunu açmıştır. Uluslararası hukukta, Türkiye’nin karşıtlarının kullanabileceği türden emsal yaratmıştır. Ve sen de, ben de, gazeteleri okuyan herkesin de bildiği gibi Türkiye’nin çok fazla dostu yok bu dünyada. Türkiye çoğu zaman haksız muameleye maruz kalmaktadır.
Burada, önemli olan, Türkiye’nin, Hamas’ın ve Hizbullah’ın sempatisini
kazanıp, geleceğini güvenli kılacağı gibi bir kanaate kapılmamasıdır.
İlk soruma geri döneceğim. Davos’ta, ne gördünüz? Başbakan Erdoğan,
ani, duygusal bir tepki mi verdi, yoksa kafasında olan bir politikanın parçalarını yerleştirmek için Gazze’de yaşananları fırsat mı bildi?Başbakan Erdoğan’ın o günkü davranışında şaşırılacak bir şey yoktu. Bu,
Başbakan’ın karakteri. Tahammülsüz. Aslında, kendi içinde, bir diktatör.
Sorun, kendine çok güveni olmayan bir diktatör olmasından kaynaklanıyor. O
yüzden, Şimon Peres hoşuna gitmeyen şeyler söylediğinde veya bir karikatürist onu “türban yumağına dolanmış bir kedi” gibi çizdiğinde de tepkisi aynı oluyor.Özetle, Başbakan Erdoğan tenkite açık bir insan değil. Farklı sesleri
duymaktan hoşlanmıyor. O yüzden de en çok dava açan Türk Başbakanı
olmuştur. Şimdi, Davos’ta yaptığını niye yaptı? Öncelikle AKP tabanında
popülaritesi daha da arttı; İran’da popüler oldu. Tahran Belediye Başkanı (Muhammed Bager Galibaf,) Erdoğan’a fahri hemşehri ünvanı verdiklerini söyledi. Bu, Türkler için utanç verici olmalı. Ancak şu var ki, Erdoğan, kendi tabanından büyük destek almıştır. Tamam da bunun bedeli ne olmuştur?Çoğu kişi Türkiye’yi herzaman takip etmiyor. Çoğu için, Başbakan
Erdoğan’ın bu çıkışı ile ilk Türkiye’yi tanıdılar. Gördükleri, devlet adamlığına yakışmaz bir tavır, bir kabadayıydı. Ve Avrupa’da, ister İsraillilere ister Filistinlilere sempatik olun, söylediği, biz Türkler, Avrupa’nın bir parçası olmaya hazır değiliz oldu. Ama samimi olmak gerekirse Başbakan Erdoğan, Türkiye’yi Avrupa’da zaten görmek istemiyor. O, Türkiye’nin geleceğini İran’la görüyor. Suudi Arabistan veya Mısır bile değil.Bir parantez açalım. Avrupalılar da İsrail’in Gazze’de ki son askeri operasyonlarını eleştirdi. Fransa Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner’den
başlayalım. Fransız bakan, Hamas’la konuşulması gerektiğini söyledi.
Avrupa Birliği Genel Sekreteri Javier Solana da aynı şeyi söyledi. Neden
AKP’nin söylediklerini Türkiye’nin Avrupa Birliği müzakerelerine gölge
düşürsün?Burada söylenmesi gereken bir kaç husus var. İlki, Avrupalılar, Hamas’da kimi muhatap aldıkları konusunda keskin bir çizgi çizmişlerdir. Başbakan Erdoğan, Halid Meşal’le konuşmayı tercih etmiştir. Mahmud Ahmedinecad’ın konuşmayı tercih ettiği kişiyi. Ayrıca, AKP, Hamas’ın en azılı militanı, Suriye’de sürgünde yaşayan lideri Halid Meşal’i Ankara’ya davet etmiştir. Türk Dişişleri değil. Bu bir.
İkincisi – çoğu Avrupalı, operasyon esnasında ki kimi raporların hatalı olduğu ortaya çıkınca söylemlerinden ve pozisyonlarından geri adım attılar. Örneğin, Birleşmiş Milletler şimdi Gazze’de ki okullarına bir saldırı olmadığını açıkladı. Başbakan Erdoğan, bu bilginin yanlış olduğunu bilmesine rağmen özür dileyecek mi söylediklerinden ötürü. Birleşmiş Milletler’in kendi dedi okulumuz vurulmamıştır diye.
Başbakan Erdoğan eğer Hamas’la konuşmak istiyorsa, buyursun.
Avrupalılar da PKK’yla konuşmaya başlarlar. Türkiye’de istediği kadar Hamas ve PKK arasında ki farkı anlatır, durur. Ama Avrupalılar için Hamas ve PKK arasında hiç bir fark yoktur. İkisi de terror örgütü değil, özgürlük savaşçılarıdır. Ve eğer Başbakan Erdoğan, Hamas’la müzakere etmek istiyorsa, siz de
Danimarkalıların PKK’yla masaya oturmasına hazırlıklı olun. Başbakan Erdoğan, Türkiye’nin güvenliğini riske atmıştır.
Washington’dan baktığımızda, son 8 yıldır, Bush yönetimi ve AKP arasında yakın bir çalışma işbirliği olduğunu gördük. Şimdi ne oldu da sanki işler ters gidiyormuş gibi bir hava var?Öncelikle, ben, AKP ve Başbakan Erdoğan’la bir çalışma ilişkisi vardı derim.
Ama “yakın” ilişki içinde olduklarını Başbakanın ziyaretlerinden sonra bir tek Türk basını söyledi. Çünkü, işler nasıl gidiyor diye sordular, Başbakan
Erdoğan da iyi dedi. Ama gerçekte, 2001’den bu yana Amerikan medyasını
taradığınızda, ilişkilerin tadının kaçtığını görürsünüz. Kimse bunu inkar
edemez. Ama Beyaz Saray’da, Başbakan Erdoğan’ın veya Cumhurbaşkanı
Gül’ün her ziyaretinden sonra, AKP görüşmeler harika geçmiştir, ilişkiler daha
da iyi bir hal almıştır dedi. İşin doğrusu, bu açıklamalarında dürüst değillerdi. İkili ilişkiler bir darbe aldı, ve almaya da devam ediyor. AKP için lobiciliğe soyunmuş Ankara’da ki eski Amerikan büyükelçileri, Marc Grossmanlar, Mark Parrisler, Morton Abromowitzler şu anda utanç içindeler ve
Davos sonrasında ki sessizliklerine dikkat edin. -
Obama yönetimine Kuzey Irak uyarısı
KUZEY IRAK RAPORU
Yayin Tarihi 11 Şubat, 2009
Obama’ya tavsiyelerde bulunan “Kürdistan’da Çatışmayı Önlemek” isimli raporda, Türkiye önemli bir yer tutuyor.
Washington merkezli bir düşünce kuruluşu olan Carnegie Vakfın’da “Kürdistan’da Çatışmayı Önlemek başlıklı bir oturum düzenlendi. Oturumda, Lehigh Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı Henri Barkey, Bölgesel Kürt Yönetimi’nin Washington temsilcisi Kubad Talabani ve Alman Marshall Fonu uzmanlarından Ian Lesser yer aldı. Ve bu oturumla aynı adı taşıyan ve Obama yönetimine tavsiyelerde bulunan “Kürdistan’da Çatışmayı Önlemek” başlıklı, Henry J. Barkey’in imza attığı 66 sayfalık bir rapor yayınladı.
‘Irak’ın 2003 yılında işgal edilmesinin sonuçları ileriki yıllarda çokça tartışalacak ancak şimdiden belirgin bir sonucu var ki o da Irak, Türkiye, İran ve Suriye’deki Kürtlerin ulusçu emellerini artırmasıdır’ diyen rapor, ihmal edildiği yahut kötü yönetildiği takdirde, Kürt emellerinin Irak’ta istikrarsızlığı ve şiddeti azdıracak potansiyele sahip olduğuna dikkat çekiyor.
“ABD ve Kürtlerin zımni muvafakatıyla, 1990′ların sonlarından beri Kuzey Irak’ta Kürtlerin denetimindeki bölgelerde, PKK’yı izlemek ve belki de ITC’ne manevi kuvvet vermek için 1.200 – 1.500 civarında Türk askeri bulunuyor. Türkiyede sivil iktidar ve ordu arasında Kürt meselesi ve Kuzey Irak politikaları üzerinde ayrılık var” diyen rapor bu noktadan hareketle “Irak Türkmen Cephesinin fesad çıkarma kabiliyeti olduğunu ve hâmileri gönülsüz de olsa, onları yıpratma sürecine çeken kışkırtıcı hareketlere girdiğini” iddia ediyor.
“Bölgesel Kürt Yönetimi, birleşik bir Irak’ta önemli bir role sahiptir; ülkedeki köktenci akımlara karşı dengeleyici ve siperdir. Bölgesel Kürt Yönetimi ve de Türkiye – BKY ilişkileri ne kadar güçlü olursa, Ankara’nın Bağdat üzerindeki gücü de o kadar fazla olacaktır” iddiasındaki rapor, Türkiye’nin, Ortadoğu’daki bölgesel güç ilişkilerinin iç açısında yer alan Kuzey Irak üzerinden onun dış açıdaki yerini tâyin ediyor ve ABD ve İsrail’in daha büyük bölge politikalarına çıpalıyor. Sünni-Şii tektonik plakalarında durulmayı değil hareketliliği varsayan raporun genel hatları ve Kürt meselesi hakkında Obama yönetimine verdiği tavsiyelerin özeti:
“Kürt meselesi ABD açısından hayati olan pek çok meseleyle temas içindedir: Irak’ın gelecekteki birliği ve istikrarı, Amerikan askerlerinin çekilmesi, NATO müttefiki ve AB üyeliğine talip Türkiye’yle ilişkileri, enerji güvenliğinin hatırı sayılır bir belirsizliğe sürüklendiği bir zaman diliminde petrol zengini bir bölgenin istikrarı.
Kerkük’ü Bölgesel Kürt Yönetiminin kaza yetkisine almak isteyen Kürtlerin bu amacına karşı dış muhalafet, Türkiye merkezlidir. İran ve Suriye’nin sesi pek çıkmıyor. Yükün ağırını Türkiye’nin çekmesini tercih ediyorlar. Ankara’nın bu meselede işin ağır tarafını sırtlanmış olmasının nedeni ABD’yle yakın ilişkilerinin olması ve Kuzey Irak’ta oynayabilecek etnik karta sahip olmasıdır. Türkler, Kürtlerin tutkularına karşıt ağırlık olarak 1995′de Irak Türkmen Cephesine yardım etmeye başladılar. Türk liderler, Kerkük’ün Bölgesel Kürt Yönetiminin idari alanına girmesi durumunda Türkmenleri korumak üzere müdahale edeceklerini söyleyerek tehdit ettiler. BKY’ne karşı yapılacak bir askeri müdahalenin uluslararası çapta muazzam yankıları ve çok az başarı şansı olan bir askeri mâliyeti olacaktı.
Türkiye, hem Kuzey Irak’ta hem de dışındaki ticaret güzergâhlarına çıkışı engelleyerek BKY’ni ablukaya alabilir.
Türkmen kartının etkisi ve önemi nedir? Irak Türkmen Cephesi, Türk askeri vesayeti ve desteği altında, Türkiye’nin iç siyasetinde ve dış politika hesaplarında nüfuzlu bir aktör olarak sahneye çıktı. Bununla birlikte Irak resmi oldukça karmaşıktır. ITC’nin Irak’taki desteği sınırlıdır; 2005 yılında yapılan seçimlerde toplam oylar içerisindeki payı yüzde 0.87′ydi ve Irak parlementosuna ancak üç vekil gönderebildi. Halbuki Şii yahut Kürt listelerinden daha fazla sayıda Türkmen meclise girebilirdi. Bu sonucun doğmasının sebebi, Türkmenlerin yüzde 50’sinin şii olması ve şii partilerin peşinden gitmeleri ve de Kürt bölgelerinde yaşayan Türkmenlerin pek çoğunun Kürtlerle iyi ilişkiler içinde olmasıdır. ITC’nin nüfuzu, daha ziyâde Kerkükle sınırlıdır ki burada yaşayan Araplar ve Sadr yanlıları ile ittifak yapmak durumunda kalmıştır.
Türk hükümeti, seçmenlerin teveccühündeki sorundan dolayı ITC ile arasına mesafe koydu; Türkiye’nin Kuzey Irak politikasında inisiyatif tasarruf edebilen Türk ordusu ise ITC yükünden kurtulmaya gönülsüz. ABD ve Kürtlerin zımni muvafakatıyla, 1990′ların sonlarından beri Kuzey Irak’ta Kürtlerin denetimindeki bölgelerde, PKK’yı izlemek ve belki de ITC’ne manevi kuvvet vermek için 1.200 – 1.500 civarında Türk askeri bulunuyor. Türkiyede sivil iktidar ve ordu arasında Kürt meselesi ve Kuzey Irak politikaları üzerinde ayrılık var. Yani Irak Türkmen Cephesinin fesad çıkarma kabiliyeti halen mevcuttur ve hâmileri gönülsüz de olsa, onları yıpratma sürecine çeken kışkırtıcı hareketlere girmektedir. Kerkük veya Türkmen meselesinde sergilenecek ağır elli bir yaklaşım Ankara açısından problemler arz etmektedir; Ankara’yı, bir azınlık adına başka bir ülkenin meselelerine karıştığı ve Kerkük’e müdahale edebilme kudretiyle ilgili olarak gerçekçi olmayan beklentiler taşıdığı suçlamalarına mâruz bırakıyor.
Türkiye ve BKY’ne işbirliği yapmaları için yardımcı olmak ABD’nin başarısı için önemlidir. ABD’nin yakın müttefikleridirler, gerçek jeopolitik çıkarları paylaşmakta ve kabul etmeye rıza göstereceklerinden daha fazla müşterekleri vardır. Washington ve Ankara, Irak’ta benzer gâyeleri güdüyor: Her ikisi de müreffeh, mümkün olabildiğince demokratik ve İran rejimine karşı ayakta durabilen bir Irak görmek istiyor. Bir Ankara-Bağdat ekseni, Basra Körfezinde istikrarın sağlanması için, uzun vadede, Tahrana karşıt denge olarak hizmet görebilir. Böyle bir eksenin olabilmesi için Türkler’in Erbile seyahat etmeleri gerekir; BKY, bu sürece engel olabilecek güce sahip olduğu kadar bunu kolaylaştıracak güce de sahiptir. Benzer şekilde Washington, Türkiye’nin Irak’ta yapıcı bir rol oynamasını istemeleridir zira Körfez ülkelerinin, İran’ın bölgesel rolü ve muhtemel bir Kürt ayrılışı hakkında taşıdıkları kaygıyı teskin edecektir. Türkiye’nin Irak Kürtlerine verebileceği şey, Kürtlerin kendilerini komşularından yana güvensizlik içinde hissetmelerini engelleyecek koruyucu bir senettir.
Türkler, potansiyel bir Kürt bağımsızlığını aşırı abartıyorlar. ‘Bir Kürt devleti gerçeğe tahvil olsa bile, Türkiye’nin toprak bütünlüğüne yönelik irredantist bir tehdit sınırlı olacaktır çünkü başarılı olmuş irredantist hareketler nadirdir.’ Dolayısıyla Türkiye-ABD-BKY üçgenindeki mevcut rahatsızlık, Türkiye’nin kendi Kürt sorunundan kaynaklanmaktadır ve Iraklı Kürtlerin Federal bir Irak’tan ayrılmalarına karşı gösterdiği korkuda kendisini açığa vurmaktadır.
ABD ve Irak Kürtleri, Kuzey Irak’taki PKK mevcudiyetinin, Türkiye’yle ilişkilerde zararlı etkisini takdir etmede ağır davrandılar. Ancak PKK, Türkiye’nin güvenliğine karşı ciddi bir tehdit değil epeydir.
Türkiye-Irak sınırının her iki yakasında yaklaşık 2.000 – 2.500 PKK’lı var ve Türkiye’de hiçbir toprak parçası onların denetimi altında değil ancak Türk askerlerini taciz etmeye ve kayıplar verdirmeye devam ediyorlar. Bu kayıplar, kurumlara ve siyasetçilere karşı tepki doğmasına yol açıyor ve sosyal dokuya zarar veriyor. Komşu bir ülkeden doğan silahlı saldırılar, halk ve liderlik nezdinde, siyasi karmaşıklığı daha da artıyor.
Türkler gibi Iraklı Kürtlerde geleceklerini Batı’da görüyorlar. Iraklı Kürtler de laik ve Irak’ın sünni ve şii cemaatlerinden yükselen köktenci baskılara karşı direnç gösteriyorlar. Dahası, Iraklı Kürtler, onlarca yıl sürmüş baskı sonrasında, Iraklı hemşerilerine karşı güven duymuyorlar. BKY, birleşik bir Irak’ta önemli bir role sahiptir; ülkedeki köktenci akımlara karşı dengeleyici ve siperdir. Bölgesel Kürt Yönetimi ve de Türkiye – BKY ilişkileri ne kadar güçlü olursa, Ankara’nın Bağdat üzerindeki gücü de o kadar fazla olacaktır.
Son olarak, Türkiye’nin Kuzey Irak’tan sağlayacağı bir diğer fayda, Türkiye’deki pek çoklarına ters gelebilir: BKY ile ilişkilerin geliştirilmesi, Türkiyede Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı yerlerdeki gerilimi azaltacaktır.
BKY, İran nezdindeki ilk öncelik değil. Tahran, Bağdat’ın şii politikasıyla daha fazla ilgili. Bununla birlikte BKY üzerinde nüfuz tasarruf etmeye devam ediyor ve oynayabileceği pek çok kartı var. Türkiye gibi İran da Iraklı Kürtler için dünyaya açılan bir pencere sunuyor ancak ne hacim ne de ticari mesafe bakımından Türkiye’nin daha gelişmiş ve sofistike ekonomisiyle rekabet edebilecek durumda değildir. Diğer komşuları gibi İran’da K.Irak’taki gelişmelerden endişe duymaktadır ama Kürtlerin emellerine karşı muhalefette Türkiye’nin başı çekmesini tercih etmektedir. İran, bir gün Kürt ulusçuluğunun artışıyla karşılaştığında – şu ana kadar tecrübe edilenin ötesinde – Iraklı Kürtlere hayatı zorlaştıracak yolları arayabilir. ”
OBAMA’YA TAVSİYELER
1- “İlk öncelik: Kerkük’ün parlama noktası olmasının önüne geçilmesi.
Washington, BM Irak Temsilcisi Staffan de Mistura’dan hâlihazırda yardım alıyor. Şu aşamada bu yeterli değildir. Dış İşleri Bakanlığından üst düzey bir koordinatör atanmalı, çıkmazın aşılmasına yardım edecek yeni öneriler hazırlanmalı ve Mistura ile paylaşmalıdır. Bunlarla birlikte, ABD, yerleşim meselesinin halli için, Saddam döneminde yerinden edilen nüfusun eksiksiz ve kapsamlı hesabını yapmalıdır. Eksiksiz ve tarafsız bir hesabın yapılması, meselenin çözüme kavuşturulması için hâyatidir ve ABD hükümeti gerekli bilgilerden yoksundur ancak madem ki Iraklılar kendi başlarına bu süreci işletmekte ağır davranıyorlar, o halde ABD bu doğrultuda işe koyulmalıdır.Taraflar arasında güven yokluğu ve yüksek gerilim, ABD’nin çekilme planlarının gittikçe somutlaştığı bir sırada daha da fenalaşacaktır.
ABD, karşıt rüzgarların oluşmasını engellemek için, birbirine koşut, güven artırıcı iki tedbir geliştirmelidir. İlki, BKY ve Bağdat hükümeti arasında bir çalışma grubunun oluşturulmasıdır; Bağdat’taki ABD büyükelçiliğinin yapmakta olduğunun ötesinde çalışmalar yüretecek, İstihbarat, Savunma Bakanlığı ve Dış İşleri Bakanlığının üst düzey yetkililerinden oluşacaktır. Bürokrasi labirentini atlayacak, hızla tepki vericek şekilde tasarlanan grup, tarafların rıza gösterdiği güven artırıcı tedbirleri yürütecektir.
Kerkük’ün yanısıra, Irak meclisinin iç politikasına rehin olan petrol ve gaz kanunu, uzlaşmanın hızla sağlanması gereken bir diğer alandır. Güven artırıcı tedbirlerin önemli bir unsuru da Kerkük’te yerleşim meselesinin meşru bir şekilde çözülmesi ve demokratik bir yönetimin uygulamaya geçmesi şartıyla, ABD hükümetinin BKY’ne destek güvencesi vermesidir.
İkincisi, anlaşmazlığın hâkim olduğu alanlardaki farklı ve çatışma içindeki toplulukların üyelerine yönelik bir yaklaşımdır. Washington, diğer güven artırıcı tedbirin aksine, bu hususta Avrupalıların yardımını almalıdır çünkü ABD’nin Irak’taki mevcudiyeti tartışmalıdır ve daha tarafsız olan Avrupalıların hedeflenen sonuçlara ulaşmaları daha muhtemeldir. Avrupalılar özellikle de BKY anayasasının nihayete ermesinde yardımcı olabileceklerdir; anayasa, ne kadar demokratik olur ve azınlık haklarını içerirse, sınır konularında Mistura’nın önerilerinin yerine getirilmesi o kadar kolay olur.
2- Türkiye ve Bölgesel Kürt Yönetimi arasındaki ilişkilerin iyileştirilmesi
Son haftalar, Türkiye ve BKY arasındaki ilişkilerde bazı iyileşmelere şahitlik etti. Türkiye’nin Irak Özel koordinatörü Murat Özçelik Bağdat’ta Barzaniyle ilk kez buluştu. Her ne kadar taraflar bu diyaloğu sürdürme vaadinde bulunmuşlarsa da böylesi çabalar kırılgandır ve hârici gelişmeler neticesinde gölgede kalmaya ve kesintiye uğramaya mütemâyildirler. Türkiye-BKY ilişkilerinin iyileştirilmesi için ABD’nin takip edeceği çok boyutlu bir inisiyatifin orta vadede getirileri olacaktır. Bu getiriler yalnızca ABD askerlerinin Irak’tan çekilmesi için şartların iyileştirilmesinden ibaret olmayıp bir bütün olarak Kürt bölgesinin ve ötesinin istikrar kazanmasını da ihtiva eder.Tomurcuk halindeki yeni diyaloğun gelişmesini ve derinleşmesini sağlayacak olan ABD inisiyatifinin ilk boyutu Türkiye-BKY-ABD arasında üçlü bir diyalog kanalının tesisidir. Bu üçlü mekanizma, Irak hükümetinin hassasiyetleri gözetilirken, BKY ve Ankara arasında ilişkilerin geliştirilmesi için yolları açacaktır. Muayyen gâyeler arasında, Barzani’nin ulusçu ve Türk karşıtı beyanlarından Türk yetkililerin Kürt liderliği hakkında küçümseyici sözleri ve Türk kuvvetlerinin statüsüne kadar her iki tarafın birbirlerine karşı kullandığı olumsuz söylemlerin yumuşatılması da bulunmalıdır. Mekanizma, bunlara ek olarak, tarafların gelecekteki ekonomik bağlar – petrol, gaz, nakliyat, altyapı ve Türkiye’den Avrupa’ya uzanan ticaret güzergâhı – hakkında planlar yapması içinde kullanılabilecektir. Türkiye’nin Kuzey Irak petrol ve gazının ihracına olan ilgisi gerçektir ve bunun nedeni, evvelemirde, 2011 itibariyle Türkiye’nin enerji sıkıntısına düşmesi ihtimalidir. Boru hattı gibi altyapı yatırımlarının yapılması suretiyle ticari bağların derinleşmesi, ikisi arasındaki ilişkileri sağlamlaştıracaktır.
İkinci boyut, federal Irak modelinden Türkiye’nin duyduğu rahatsızlığın giderilmesidir. Bu adım, diplomatik kazanımların pekişmesine yardımcı olacaktır. Türkiye’nin Kuzey Irak açılımının ve Federal Irak’ı yavaşça kabulünün kırılganlığını yabana atmamalıdır. BKY ve Kürtlerle ilişkilerin iyileştirilmesine karşı muhalefet, ulusçular ve ulusalcılar ve de asker arasında sağlam bir yere sahiptir.
ABD- Türk ordusu arasındaki uzun geçmişe dayanan ilişkiler bazı endişelerin giderilmesine yardımcı olabilir ancak Türk kamouyu, dış politikada alınan kararlarda önemli bir faktör artık.
3- PKK’ya silah bıraktırmak
Türkiye ve BKY yakınlaşmasında hâyati bir öğedir bu. Bununla birlikte bu başlık altında sağlanacak ilerlemeler, Türkiye-BKY arasındaki diyaloğun iyileşmesine bağlıdır. Buradaki gâye, PKK üzerindeki baskıyı, mümkün olduğunca her yönden artırmak, K.Irak’ta PKK’dan kopuşları çoğaltmaktır.PKK’ya silahların bıraktırılması ciddi bir planlama ve Iraklı Kürtler, Türkler ve Amerika arasında eşgüdüm gerektirir. Türkiye ve BKY arasında ilişkilerin iyileştirilmesi ilk adımdır. Sonra, Türkler af kanunu çıkarmalıdırlar. Üçüncüsü, BKY ve ABD, PKK’dan kopanlara gelecekleriyle ilgili garantiler sağlamalıdır. Irak’taki ABD otoriteleri, silahların bırakılmasına refakat edecekleri mekanizmalar için gerekli adımları atmalılar; yani PKK’lılar bulundukları durumdan çıkmalı ve silahları ABD’li yetkililere teslim etmeli, Türk meslektaşları da durumu izlemelidir (PKK, ABD’nin sürece dâhil olması durumunda silahları bırakmak için daha fazla gönüllü olacaktır). Süreç kamuoyunun gözleri önünde olduğu takdirde Türk kamuoyu, bunun gerçek olduğuna kâni olacaktır; silahların teslim edilmesi televizyondan yayınlanabilir. Ancak af sınırlı olacağı için – PKK liderliğinin af kapsamı dışında kalması muhtemeldir – onlar için bölge dışına çıkabilecekleri geçiş izni/belgesi sağlanabilir.
ABD, bu sürece Avrupa’nın katılımını da sağlamalıdır. Avrupa hükümetleri, silah bırakma süreci başladığında, PKK’nın dernek ve işletmeler şeklinde iyi örgütlenmiş altyapısına karşı daha katı düzenlemeler getirmelidir. Ayrıca, AİHM’nin hukuk dışı bulduğu kanunlarla hapse atılmış PKK sempatizanlarının durumunu gözden geçirmeye ikna etmek için AB üyelik bağlamında Türkiye üzerinde nüfuz kullanabilirler. Avrupa, PKK liderliği için nihâi durak da olabilir; bu durumda, ev sahibi ülke, gelecekte hiçbir siyasi eyleme girmemeleri için gereken dikkati sarfetmelidir.
4- Irak’ta federalizmin güçlendirilmesi
Obama yönetimi, Irak’ın geleceğine ilişkin vizyonu üzerinde ayrıntısıyla durmalıdır. Federal Irak’ın toprak bütünlüğüne tam desteğini ve su götürmez inancını yinelemelidir. Irak’ın toprak bütünlüğü ve federal yapısının, Irak’taki Amerikan askerlerinin statüsünden bağımsız olarak, ABD’nin uzun vadeli
kaygısı olduğunu vurgulamalıdır.Yeni yönetim, o bölgede sınırların yeniden çizilmesine tam muhalefetini de ifade etmelidir. Komşuların, BKY’ne müdahale etmesine veya Irak’ın iç işlerine karışmasına ABD’nin hoşgörü göstermeyeceğini de güçlü bir şekilde vurgulamalıdır.
ABD’nin Irak’tan çekilmesinin iç gerilimi yükseltmesi ve bazı grupları, özellikle de Kürt grupları gelecekleri hakkında vesveseye sürükleyebilir. Federal Irak çerçevesinde Irak Kürtlerinin kaygılarını dindirmek, Irak’ın toprak bütünlüğünün belki de tek en önemli garantisidir. Bu yüzden, Obama yönetimi, Washington’un kuzeydeki federal bölgeyle ilgili kararlılığının işareti olarak, hızla Erbil’de Amerikan konsolosluğu açmalı ve buraya Bağdat büyükelçiliğinden bahse değer bir kaynak aktarmalıdır. Bu gecikmiş bir adımdır. Tam olarak işleyen Erbil’deki bir ABD konsolosluğu, BKY’nin idari yapısını, sivil toplum örgütlerini ve eğitim sistemini geliştirmesine yardım edecektir.
5- Kürt sorununu çözmede Türkiye’ye yardım edilmesi
Türkiye’nin kendi Kürt meselesi uzun vadede en zor, en çetin, potansiyel olarak en istikrarsızlaştırıcı olanı değilse de problemin tüm boyutları içerisinde en önemli olanıdır. Bunun nedeni, [bu problemin] istikrarı ve bölgedeki rolü ABD ve Batı çıkarları için hâyati olan bir NATO ülkesinde olmasıdır.Yukarıda hatları verilen ilermelelerin Türkiye’nin Kürt sorununa olumlu etkilerde bulunması muhtemeldir. Bununla birlikte, Irak’ta sağlanacak iyileşmeler Türkiyeli Kürtlerin emellerini tek başına tatmin etmeyecektir. İhmal edildiği takdirde iltihap toplamaya devam edecek ve Kuzey Irak’ta yeniden dirilecektir. ABD farklı yollarla katkı sağlayabilir: Obama yönetimi, belirli ilkeler saptayabilir. Ankara’nın terörle mücadelesine ve AB üyeliğine destek vermeyi sürdürmelidir. Kürt sorununa dair bir çözümün demokratik araçlarla olması gerektiğini vurgulamalıdır. Madem ki Türkiye’nin uzun vadede AB üyeliği kendi Kürt sorununu nasıl çözdüğüne bağlı olarak bir seyir izleyecek, ABD’de aynı şekilde Türkiye’nin AB üyeliğine verdiği desteği, Kürt azınlığıyla uzlaşma yönünde gerçek çabalar sergilemesi şartına bağlayabilir.
ABD, Avrupalı ortaklarının aksine, Ankara’nın ayıplamasına (opprobrium) mâruz kalmamak için Kürt liderlerle yakınlaşma içine girmekten imtina etti. Bu durum değişmeli zira Ankara, bu problemin siyasi boyutlarının ele alınması noktasında etkili olmadığını bu zamana kadar kanıtladı. Türkiyeli Kürtler, sonuç itibariyle, Türk müesses nizâmının, bazı taleplerini karşılamasından vazgeçtiler. Türk hükümetlerinin ulusçu muhalefete karşı emniyet ve yeterince güç hissedecekleri zamana kadar ABD ve Avrupa’nın ortak dahli, denkleme ümit ve sabır unsuru katacaktır. Washington ve Avrupa başkentleri, şiddete karşı çıkan Türkiyeli Kürt liderlerle doğrudan yakınlaşmalı, ABD sivil toplumuna erişimlerini sağlamalı ve şiddet içermeyen toplumsal eylem eğitimi almalarına yardım etmelidir. Washington, Türkiyeli Kürtlerin silahlı mücadeleyi terk etmeleri için Iraklı Kürt liderlerin yardımına da başvurabilir çünkü Türkiye’deki silahlı mücadele istenen sonuçları almayacağı gibi, Irak Kürt deneyiminin başarısını da tehlikeye düşürecektir.
6- İran ve Suriye’ye sinyal verilmesi
Kürt ulusçuluğunun bölge çapında ortaya çıkışı Washington tarafından hoş karşılanmayacaktır; bunun sebebi, burada teklif edilen iyileştirmeleri tehlikeye düşürecek olmasıdır. Yeni yönetim, Suriye ve İran’da bulunan Kürtleri açık ya da gizli, hiçbir şekilde, ayaklanmaya yüreklendirmeyeceğinin işaretini vermelidir.Yeni yönetim, İran ve Suriye’nin kendi Kürt azınlıklarının şartlarını iyileştirmeleri için BKY’nin irtibat noktası olarak hareket etmesini desteklemeli, bu esnada, İranlı ve Suriyeli Kürtlerin beklentilerini düşürmelidir. Diğer cephede ise Ankara’nın, Kuzey Irak’a karşı onlarla birlikte eşgüdüm içinde hareket etmeye son verme niyetinde olduğunu Şam ve Tahrana iletmesini sağlamalıdır.
Son olarak, İran ve Suriye’yle yakınlaşma politikası güdüldüğü takdirde, Kürt sorununun gündemdeki birinci konu olması gerekir.
Irak, Türkiye, İran ve Suriye’deki Kürt meseleleri, 20. yy boyunca birbirinden tecrit içinde ele alındı. Bugünün fotoğraf karesi, 1980′lerin sonu yahut 1990′ların başındaki kareden farklıdır; farklı kürt toplumları ve diaspora uzantıları arasındaki bağlantıların kıvamı arttı. Diaspora, toplumlar arasındaki bağların gelişmesinde katalizör rolü oynadı. Almanya’daki bir Türkiyeli Kürt örgütüne katılıp Türk hükümetine karşı nümayişe çıktığınızda Iraklı mı yoksa İranlı mı olduğunuzun pek bir önemi kalmıyor. Benzer şekilde, PKK’nın mevzilendirdiği en güçlü silah, Avrupa’dan yayın yapan uydu televizyon şebekesiydi. Irak Kürtler, bağımsızlık rüyâlarından bahsedecek ama gerçekleştirilebilir olmadığını anlayacaklar ve dolayısıyla da federal Irak’ın parçası olarak kalma stratejilerine bağlı kalacaklardır. Türkiyeli Kürtlerin bağımsızlık eğiliminde olmadıkları söyleniyor. Türkiye AB üyeliği yolundayken bağımsız olmaya veya Kuzey Irak’a katılmaya niçin çalışsınlar ki. Ama bundan onbeş veya yirmi yıl sonra bu bağların ve kanaatlerin hangi yerde olacağını kim söyleyebilir?”
Ertugrul Aydın / DÜNYA BÜLTENİ
-
Ne Şam’ın şekeri ne Arap politikacıların yüzü
From: office@turkischegemeinde.at
Ne Şam’ın şekeri ne Arap politikacıların yüzü
Arap Birliği’nden dün gece çok tatsız ve anlamsız bir açıklama geldi.
Birlik yaptığı açıklamada “Arap olmayan tarafların, Arap ülkelerindeki
gelişmelere, yıkıcı bir şekilde karışmasından rahatsızlık duyuyoruz” diyor.Bu cümlenin hedefi kim acaba?ABD’nin yeni Başkanı Barack Obana olabilir mi?
Bence değil..Peki bu sözlerin hedefinin Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy ya da Almanya
Başbakanı Merkel olma ihtimali var mı?Bence,o da yok.Başka isimler ya da örnekler verip kendimizi kandırmayalım.Belli ki Arap Birliği’nin bu açıklamasının hedefi Başbakan Erdoğan.
Hedefi bulmak sorunu çözmeye yetmiyor,bir de Erdoğan’ın bu çıkışa neden
hedef olduğunu bulmamız lazım.Arap Birliği’ne üye ülkeler İsrail’i çok sevdikleri ya da İsrail ile barışa
çok yakın oldukları için mi bu çıkışı yaptılar?Hayır, sebep kesinlikle bu değil zira ortada İsrail ile yapılan herhangi bir
görüşme falan kalmadı.O zaman neden sorusunun cevabı basit:Arap Birliği bu çıkışı yaptı çünkü Erdoğan’ın kendi vatandaşları arasında
kazandığı prestijden,”neden siz de Erdoğan gibi davranmıyorsunuz?”
sorusundan rahatsız oldular.Bunda şaşılacak bir şey yok aslında.Tüm Arap ülkeleri için Hamas İsrail’den daha tehlikeli bir örgüt.
İsrail’in varlığı onların totaliter rejimlerini tehdit etmiyor ama Hamas’ın
bölgede güçlenmesi hepsinin koltuğunu sallıyor.Bunu Hamas’ın yaptıkları doğrudur, İsrail’i yok sayma politikası haklıdır
demek için yazmıyorum, sadece bir durumu tespit etmeye çalışıyorum.Hal böyle olunca Arap Birliği’nin dün gece yaptığı açıklamanın kodlarını
çözmek çok kolay oluyor.Buradan bizim kendi adımıza çıkarmamız gereken sonuca daha doğrusu sonuçlara gelince:
Birinci sonuç,Birlik dün gece yaptığı açıklamayla Arap olma paydasının
Müslüman olma paydasından çok daha önemli olduğunu ortaya koydu.İkinci sonuç,koltuklarını sarsmadığı sürece Arap ülkelerinin liderleri için
ne Gazze’de ölen çocukların önemi var ne de patlayan bombaların.Bu şartlar altında söylenebilecek tek söz ne Şam’ın şekeri ne de Arap
politikacıların yüzü oluyor. (Ö.S)++++++++++++++++++++++++++++++
Kimden : “emir_senol77”
Konu : hamas ve arap ülkeleri bizi kurtarsın bakalım
“İşimize karışmayın”
Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Mısır, Bahreyn, Ürdün, Fas, Tunus, Yemen ve Filistin Yönetimi dışişleri bakanları yaptıkları Gazze konulu toplantıdan sonra bir bildiri yayınlamışlar.
AP Haber Ajansı bu haberi “Amerikan yanlısı Arap ülkelerinin açıklaması” olarak vermiş. Bizi ilgilendiren ise çoğu “Arap dünyasının en etkin ülkeleri” olan çok sayıda ülkenin ve de Filistin Yönetimi’nin bu kararı ortaklaşa almış olması…
Ayrıca söz konusu bildirinin; Arapların Gazze saldırısında seslerini Türkiye gibi hiç de yükseltmemiş olmasının nedenini anlatması…Bakalım ne diyorlar:
“Arap olmayan taraftarların Arap ülkelerindeki gelişmelere yıkıcı şekilde karışmasından rahatsızlık duyuyoruz, bu nahoş ve yapıcı olmayan müdahaleleri durdurmak yolunda bir Arap mutabakatı yaratmaya çalışıyoruz.
Amacımız, Filistin halkının tek temsilcisi Filistin Yönetimi ve Filistin Kurtuluş Örgütü’ne (FKÖ) desteğimizi canlandırmak, Arap barış girişimine destek vermek için Arap Birliği’ni güçlendirmektir
.”
=============================================
Arap’tan çok Arap”lara cevap Araplardan!
Ruhat Mengu
Biz “Arap’tan çok Arapçı, Hamas’tan çok Hamasçı olunmaz, Başbakan Gazze politikasında ciddi yanlış yapıyor, Davos’ta da yanlış ve fevri davrandı. Türkiye’yi zora sokmadan, durup dururken tüm ülkeleri aleyhimize çevirmeden de tepki verebilirdi” dediğimizde kahramanlık destanı yazanlara Arap Birliği’nden mesaj var.
Bu mesajı hem kendisine tüm iktidarı boyunca en büyük desteği veren AB ve ABD medyalarını bir anda aleyhine döndüren (ki onların yazdıkları genelde ülkelerinin bakış açısını gösterir) AKP ve Başbakan, hem Davos olayını “Aferin valla Başbakan’a, ne güzel kafa tuttu” şeklinde değerlendirenler, “sırf bu nedenle oyum AKP’ye” diyenler, hem de gerçekleri görerek yanlış yapıldığını söyleyenlere “Vay efendim, siz mazlum Gazzelilere destek vermiyor musunuz, zaten Erdoğan ne yapsa bir kusur bulursunuz, yoksa siz AB’nin ya da ABD’nin adamı mısınız” benzeri tepki gösterenler dikkatle okumak zorundalar. Memleket sevgisi öyle saldırganlıkla, ani tepkilerle olmaz çünkü, akılcılıkla, sükûnetle değerlendirerek, geleceği doğru okuyarak olur.
“İşimize karışmayın”
Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Mısır, Bahreyn, Ürdün, Fas, Tunus, Yemen ve Filistin Yönetimi dışişleri bakanları yaptıkları Gazze konulu toplantıdan sonra bir bildiri yayınlamışlar.
AP Haber Ajansı bu haberi “Amerikan yanlısı Arap ülkelerinin açıklaması” olarak vermiş. Bizi ilgilendiren ise çoğu “Arap dünyasının en etkin ülkeleri” olan çok sayıda ülkenin ve de Filistin Yönetimi’nin bu kararı ortaklaşa almış olması…
Ayrıca söz konusu bildirinin; Arapların Gazze saldırısında seslerini Türkiye gibi hiç de yükseltmemiş olmasının nedenini anlatması…Bakalım ne diyorlar:
“Arap olmayan taraftarların Arap ülkelerindeki gelişmelere yıkıcı şekilde karışmasından rahatsızlık duyuyoruz, bu nahoş ve yapıcı olmayan müdahaleleri durdurmak yolunda bir Arap mutabakatı yaratmaya çalışıyoruz.Amacımız, Filistin halkının tek temsilcisi Filistin Yönetimi ve Filistin Kurtuluş Örgütü’ne (FKÖ) desteğimizi canlandırmak, Arap barış girişimine destek vermek için Arap Birliği’ni güçlendirmektir.”
Ben en başta (06.01.2009’da “Gazze için başka planlar” başlıklı yazımda) ne demiştim (ne demiştim demek istemem ama gel gör ki mecbur kalıyorum):“Bu olay Filistin’in iç sorunu, Hamas ile El Fetih’in güç kavgası, Arap ülkeleri durumu biliyor özellikle Mısır-İsrail-El Fetih arasında anlaşma var. AB ile ABD de bunu biliyor ve Hamas’ı değil, İsrail’i devlet kabul eden El Fetih’i (FKÖ içindeki en etkin güç) destekliyorlar. Erdoğan Hamas’ın yanında yer almakla AB’yi de, ABD’yi de, Arapları da karşısına alıyor, Türkiye’yi zor duruma sokuyor.”
Çocukların ölümünde Hamas’ın suçu var!
Şimdi durum nedir; Arapların El Fetih’i desteklediğini bilen Hamas uluslararası güç kazanmak, destek bulmak için Türkiye’yi kullanmış, Gazze’de ve bazı Arap ülkelerinde her ne kadar “halife Erdoğan” mitingleri yapılsa da Arap liderleri ona destek vermemiş, Filistin’in tek temsilcisi olarak FKÖ-El Fetih’i göstermiş ve Erdoğan’ın hatasıyla “Arap olmayan iki ülke İran ve Türkiye Hamas’ın destekçisi” olarak ortada kalakalmış, Hamas’la birlikte Filistin Yönetimi ve Araplar tarafından dışlanmıştır.
Demek ki neymiş; Gazze’de ölen çocuklar büyük ölçüde Hamas-El Fetih kavgasının kurbanı olmuşlar.Evet, İsrail’in Gazze’ye insanlık dışı saldırılar yaptığı ortadadır ama bu iki örgüt aralarında anlaşsalardı o saldırıların baştan durdurulması hatta Hamas’ın İsrail’i tepkiye sürüklemek için attığı füzelere gerek kalmaması, böylece saldırıların hiç başlamaması mümkündü.
Şimdi Başbakan’dan “Gazze politikasını ve Davos olayını”, Türkiye’nin bundan sonra nelerle karşılaşabileceğini tekrar açıklamasını, yorumlamasını bekliyoruz.
Obama sadece “danışmanı vergi borcunu ödemediği için” kendini ve ekibini suçladı, “işi berbat ettik” diye TV’de halktan özür diledi. Gerçi biz en büyük yolsuzluklardan bile söz edildiğini asla duyamıyoruz ama hiç değilse bu konuda bir özür bekleme hakkımız olmalı değil mi?
(Not: Filistin yönetimi “dışardan gazel okumayın” dediğine göre toplanan bağışları da belki Türkiye için kullanmayı düşünürler.)
-Yoksa yeni bir deniz fenerimi doğuyor
=============
İsmail Küçükkaya ismail.kucukkaya@aksam.com.tr
Krizi kim çözdü?
Dünyanın hem ekonomik hem de siyasi dengeleri yeniden kuruluyor. Kapitalizm için yeni kurallar yazılıyor. Finans ve siyaset merkezleri değişiyor. Sistem, varlığını sürdürebilmek için kendisini yeniliyor. Küresel ekonomik kriz ve peş peşe savaşlarla sarsılan güç dengeleri ‘yeni başlangıçlar için aktörlere tarihi fırsat kapıları’ açıyor.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘Davos çıkışı’ sonrasında Türkiye’nin rolü ve rotası tartışılıyor.
Davos, daha bir süre gündemdeki yerini koruyacağa benziyor. Merak ediyorum, Davos’ta Başbakan forumu terk edip gittikten sonra ‘bir kriz çözücü’ devreye girmiş olabilir mi? Hatırlayın, hava bir saat içinde aniden değişiverdi. Eğer varsa ‘böyle bir akıl’ hem Türkiye hem de İsrail üzerinde etkili olmalı.
‘Bir görünmez el’ Türkiye ve İsrail arasında telefon diplomasisi yaptırdı mı? Krizin büyümesini engelleyen, Erdoğan’a ‘benim tepkim moderatöreydi’ dedirten, Peres’e Erdoğan’a telefon açtırıp, ‘üzgün’ olduğunu söyleten bir güç. Davos yönetimini, sinirlerin bozulduğu o en sıcak anların ardından Erdoğan’la yan yana oturtan bir hakem. Olabilir mi? Başbakan’ın yakın çevresinde böyle biri var ise mükemmel. İsraillilerden birisi bunu başarabildiyse bravo. Amerika? Belki. Brüksel’de AB ile Türkiye arasında benzeri sinir harbinin yaşandığı ve ‘hazırlayın uçağı Ankara’ya gidi-yoruz’ restinden sonra çalışan okyanus ötesi telefon hatları gibi. Böyle bir ihtimali şahsen dışlamıyorum. Ankara-Tel Aviv arasındaki ciddi bir krize sistem tahammül edemez. Kurulu yapı çoğu kere oyuncularının hata yapmasına izin vermez, bazen de yapılan hatalardan geriye dönüşe yardım eder. Neyse, şimdi dönelim Türkiye’nin tarihi işlevine.ABD: Türkiye’nin Batı dışına yönelme ihtimali yok…………………!!!!!!!!!!!!!!-enteresan-……………………
Çarşamba günü ABD’nin yeni Ankara Büyükelçisi James Jeffrey ile dört gazeteci öğle yemeğindeydik. Büyükelçi bir gün önce Başbakan Erdoğan’la görüşmüştü. ‘İyi bir zamanlama’ oldu doğrusu. ‘Rahat konuşalım’ dedi, ‘yazılmamak üzere’ kaydını düştü. İzlenim olarak size şu kadarını aktarabilirim:
ABD, Ankara’nın Batı’dan uzaklaştığı ve Ortadoğu’ya yöneldiği konusunda en ufak bir endişe taşımıyor. Böyle bir gelişmeye hiç ihtimal vermiyorlar. ‘Türkiye Batı ile kopmaz bağlara sahip. Aksi düşünülemez’ görüşündeler. Erdoğan’la görüşmeden memnun kalmışlar. Hamas’la ilgili Ankara-Washington hattında bir görüş ayrılığı olduğu ortada ancak Erdoğan’ın Arap sokaklarında artan popülaritesinden hiç şikayetçi görünmüyorlar.
Başbakan Erdoğan’ın yakın mesai arkadaşı Yalçın Akdoğan, dün Yasin Doğan müstear ismiyle yayınlanan yazısında ‘Türkiye-ABD ilişkilerinin önemini’ işliyordu. Yazıda, Batı için ‘Türkiye, bugün dünden daha önemli bir ko-numdadır’ deniliyor ve ‘bu kadar çok boyutlu bir ilişki stratejik işbirliğini gerektirir ve bu ilişkiyi bir çırpıda kenara koymak mümkün değildir. Türkiye, Obama’nın ilk konuşmasında çizdiği viz-yonu hayata geçirebilmek için anahtar ülke durumundadır. Türkiye-ABD ilişkilerini sıradan bir ilişki gibi görmemek gerekir’ vurgusu yapılıyordu. Erdoğan-Büyükelçi görüşmesinden iki gün sonra… Önemli değil mi?Türkiye’nin rolü yeniden yazılıyor
Davos sonrası yaşadıklarımız meselelere ne kadar ideolojik baktığımızı gösteriyor. Tartışmalar ne yazık ki hep yüzeysel. Oysa ülkemizi ‘işlevi bağlamında’ değerlendirmeliyiz. Türkiye’nin gücü ve önemi, sahip olduğu misyondan gelir.
Büyükelçi’yle konuştuğumuz günün akşamında İstanbul Dolmabahçe’deki Başbakanlık ofisinde Başbakan Yardımcısı Nazım Ekren, gazete yöneticileriyle buluştu. Konu ‘İstanbul’un uluslararası finans merkezi’ olmasıydı. Ekren, bir yıldır kurduğu ekiplerle birlikte bu konuda çalışıyor. Bu arayış, derinliği ve zamanlaması itibarıyla ihtiyacımız olan ‘vizyoner bir bakış açısının’ ender örneklerinden.
Gerçekten, dünyanın içinde bulunduğu bu süreç, İstanbul’un finans merkezi, Ankara’nın da uluslararası bir güç merkezi olmasının yolunu açabilir. Şartı, Türkiye’nin elverişli ve dengeli bir zemin yaratmasıdır. Buna engel ‘Hamas’la bu kadar yakın ilişki’ kurulmasıdır. Batı-Doğu dengesine iyi ayar verilirse hızlı yol alırız. Halkların gönlüne hitap ederken terörle aramızdaki mesafeyi şüphe bırakmayacak noktaya taşımalıyız. Hamas çizgisine yakın duran coğrafyaya para gelmez.Türkiye, şu anda Doğu ile Batı arasında enerjide gerçek bir köprü. Finansta niye olmasın? Ülkemizde telekomünikasyon ve bankacılık altyapısı çok ileri düzeyde. Bizim finans sektörü dünyada en sağlam örneklerden birisi olduğunu son krizde ispatladı. Global ölçekte etkili olmak için sistemin temel parametrelerinin hepsinde etkinlik şart. Askeri alan buna dahil. Türkiye asli işlevine oturuyor. Bu, sistemin ona yüklediği bir zorunluluk. Bence Başbakan başkası olsaydı da Türkiye bunu yapacaktı. Erdoğan, hevesi ve hırsıyla bu işlevi kolaylaştırıyor.
ABD, Davos’ta yaşananların Ankara-Washington hattında sorun oluşturmasını istemiyor. Tecrübeli devletler böyle davranır. Uluslararası ilişkiler uzun vadeli ve karşılıklı çıkar birlikteliğine dayanır, duygusallığı dışarıda tutar. Amerika’nın Türkiye’yi gözden çıkarıp çıkarmaması, ABD’nin çıkarlarıyla ilgili bir durumdur. İlişkinin sağlamlığı da karşılıklı çıkarların ne kadar büyük bir alanda kesiştiğine bakar. Ankara-Washington geniş bir alanda ortak menfaatlere sahip rotanın adıdır.
-
Oyunu Kuralına Göre Oynamak
Ali CINAR acinar@turkishjournal.com Türkiye’de Ergenekon konusu aldı başını gidiyor. Elma ile armudu ayırmadan tutuklamaların olduğu bir dönemde Türkiye ciddi bir demokrasi sınavından geçiyor. Tabii ki ülkemize ve devletimize zarar veren hangi kişi ve kuruluş var ise, cezasını sonuna kadar çekmelidir. Bu konuda hiç kimsenin şüphesi yok.
Benim esas bu haftaki yazımda değinmek istediğim konu ise İsrail ve Türkiye ilişkileri. İsrail’in Gazze’ye saldırması ve yüzlerce masumu öldürmesi kabul edilecek bir hareket değil. İsrail’in yakın zamanda yapacağı genel seçimlerde, bu saldırıyı alet etmesi ve İsrail hükümetinin bunu kullanmaya çalışması da çok yanlış bir politika.
Bunun yanında, hem ticari hem de askeri yönde İsrail ile iyi ilişkileri olan Türkiye’nin “Asarım, keserim!” demeçleri ve İsrail’i tehdit etmesi akıllıca bir politika olmamıştır… Zira,kıyameti koparan Türkiye’nin, İsrail ve Filistin ateşkeş antlaşmasında hiçbir ciddi bir rolü olmamıştır. Aksine dış politakada ,dünya kamuoyu ve basın Türkiye’nin sert eleştrilerini garipsemiş ve eleştirmiştir.
Maalesef, Türkiye’de bu konunun yerel politikaya alet edildiğini gördüm, hele binlerce şehit verdiğimiz zamanlarda, Milli Eğitim Bakanlığı şehitlerimiz için “Saygı Duruşu” kararnamesi çıkarmazken, Filistin’de yaşanan olaylardan dolayı bu tür kararname çıkarıp ,minicik ilkokul çocuklarımıza saygı duruşunda bulunmasını telkin etmesi yanlış olmuştur. Ayrıca, Türkiye’de İsrail’e kin ve nefreti aşılayacak programlar ve gösteriler olması, huzur içinde yaşayan Yahudi Türklerini de çok kaygılandırmıştır.
Hamas’ın bir terör örgütü olduğunu unutmamız gerekir. Hamas’ın, rastgele İsrail tarafına füze ve roketatar ile saldırdığı günleri unutmamız gerekir. Hamas’a, Arap Dünyası’nın bile sahip çıkmadığını ve sessiz kaldığını Türkiye görememiştir.
Kesinlikle İsrailin yaptığı saldırının doğru olduğunu savunmuyorum.
Dünya diplomasisi çok esnek bir yapıya sahip. Dikkatli demeçler vermek ve hareket etmek son derece önemli. Türkiye’nin öfke ile demeçler vermesi ve bilinçsizce davranması, bizlere pahalıya mal olabilir.
Sözde Ermeni soykırımı konusunda her yıl kapısını çaldığımız Amerika’daki yahudi lobisinin, Gazze olaylarından sonra ne tür davranışta bulunacağı şu anda net kestirilmese de, gelen ilk haberler çok olumlu değil. Tekrar ediyorum; İsrail’in yaptıklarını ne alkışlıyor ne de tasvip ediyorum ancak oyunu kurallarına göre oynamak ve doğru adımlar atmak Türk Dış politikasının duygusallıktan çıkıp, gerçekleri görmesi gerekmektedir.
Obama’nın gelişi, Amerika’da ve birçok ülkede, dünya dengelerinin tekrar düzene girmesi ve finansal krizin aşılması için bir umut olmuştur. Aynı zamanda, Obama, Ermeni Diasporası için de bir umut olmuştur.
Obama’nın, Sözde Ermeni soykırımını tanıyacağını bekleyen Ermenilerin umudunun gerçekleşmemesi için Türkiye’nin ve Türk lobisinin çok ciddi çalışması gerekiyor. Gazze konusu ile, yahudi cemiyetleri ile de ciddi sıkıntıların yaşanacağı gözönüne alınmalıdır.
Zira, 2009 eski yıllara göre çok kolay geçeceğe benzemiyor…
Aman siz siz olun, bölgenizdeki yeni veya tekrar seçimi kazanan milletvekillerini ziyaret etmeyi ihmal etmeyen. Bilhassa yeni seçilen milletvekillerini yakın markaja alan Ermeni lobisi, Türkiye’yi karalamak için ellerinden geleni yapıyor.
Bu karalamalara dur demek için ne olur siz de,taşın altına elinizi koyup, birlik içinde bizlerle çalışın.
“Action speaks louder than words”
26/01/09 23:07 -
NSA AJANI WAYN’DEN ŞOK İDDİA
2009/2/5 <Gusan7C@aol.com>
5 Şubat 2009 20:36Amerikan Ulusal Güvenlik Ajansı (NSA)’da uzun yıllar çalışan eski ajan Wayne Madsen, İsrail’in “Büyük İsrail” planı çerçevesinde Kuzey Irak’ın da bir kısmını sömürgeleştirmeyi amaçladığını iddia etti.Wayne, İsrail ve İranlı Yahudi hacıların Türkiye üzerinden Musul bölgesine gideceği ve burada Hristiyanların yaşadığı toprakları satın alacağını kaydetti. Maysen, Musul bölgesindeki saldırıların da MOSAD tarafından bölgeyi boşaltma amaçlı yapıldığını ileri sürdü.Uzun yıllar NSA’da çalıştıktan sonra gazetecilik yapmaya başlayan Wayne Madsen’in Onlinejournal internet sitesinde yayınlanan analizi şöyle:“İsrail yayılmacıları, zaten bilinen Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nin kontrolünü almak, Suriye’deki Golan Tepesi’ni sürekli elinde tutmak ve Lübnan’ın güneyine yayılma niyetinin yanı sıra, Kutsal kitapla ilgili ‘Büyük İsrail’in bir parçası olarak değerlendirilen Irak’ın bazı bölgelerine de göz dikti.
İsrail İran Kürdistan’ı sürgünlerini de içeren binlerce İsrail Yahudi Kürtlerini, eski Yahudi dini tapınaklarında haç yapma adı altında Irak kentleri Musul ve Ninova’ya doğru taşımayı planladığı belirtiliyor. Kürt kaynaklarına göre İsrailliler Kürdistan Bölgesel Hükümeti (KRG) ile Kürt Yahudi ve diğer Yahudilerin KRG kontrolündeki Irak bölgelerinde iyi entegrasyonunu sağlamak için gizli bir şekilde çalışıyor.
ABD’lilerin 2003’teki işgalinden sonra İsrailli Kürtlerin Kuzey Irak’ta, tarihi Yahudi ‘mülkü’ olarak değerlendirilen toprakları satın almaya başladıklarını kaydediyorlar.
İsrailliler özellikle El Kuş’taki Yahudi peygamber Nahum ve Musul’taki Yunus peygamber tapınakları ile Kerkük’te Daniel peygamber mezarı ile ilgileniyor. İsrailliler Kürt bölgesi dışındaki Yahudi ‘mülklerini’ de sahiplenmeye çalışıyor, özellikle de Irak’ın güneyindeki Şiilerin çoğunlukta olduğu iki bölgede, Necef yakındaki Babil eyaletinde bulunan El Kifl köyünde Ezekiel Tapınağı ve Basra yakındaki Misan eyaletinde bulunan El Uzayr’da Esdras’ın mezarı.
İsrailli yayılmacılar “Jude ve Samari” olarak adlandırdıkları bu tapınakları da Batı Şeria ve Kudüs kadar “Büyük İsrail”in parçası olarak değerlendiriyor. Kürt ve Iraklı kaynaklar MOSAD, Irak’taki İsrail Yahudilerinin ‘mülk’ taleplerinin ihtiyaçlarını sağlamak için İsrailli şirketler ve turistlerle birlikte çalıştığına işaret ediyor.
İsraillilere ‘Hristiyan siyonizm’ konseptini destekleyen ABD’deki Evanjelist Hristiyan çevreler tarafından paraları ödenen yabancı paralı askerler yardımını da aldığı belirtiliyor.
Iraklı milliyetçileri İsrail yayılmacılığının Irak’ta aralarında Irak’ın atanan Cumhurbaşkanı Celal Talabani tarafından yönetilen Kürdistan Yurtseverler Birliği’nin de bulunduğu iki temel Kürt fraksiyon tarafından desteklendiğini iddia ediyor. Talabani’nin oğlu Kubat Talabani, Yahudi eşi Sheri Kraham ile birlikte yaşadığı Washington’da KRG’nin temsilcisi olarak hizmet veriyor.
İsrail’in toprak satın alma aktiviteleri KRG Başkanı Mesut Barzani tarafından yönetilen Kürdistan Demokratik Partisi tarafından da destekleniyor. Barzani’nin beş oğlundan biri olan Bincirfan Barzani’nin de İsraillilerle güçlü ilişkide olduğu belirtiliyor.
İsrailliler ve Siyonist Hristiyan partizanlarının Irak’a girişi sadece Bağdat değil Türkiye üzeri de yapılıyor. İsrailliler tarafından istenen toprakların boşaltılması amacıyla MOSAD ajanları ve Hristiyan Siyonist paralı askerler başta Ninova, Erbil, El Hamdaniye, Bartalah, Talasqaf, Batnayah, Basniqah, Elkosheven, Uqrah ve Musul olmak üzere Keldani Hrisityanlara karşı terörist saldırılar sahneye koydu.
İsrail ve ittifaklarının saldırıları genellikle El Kaide ve diğer İslamcı Cihadistlere yüklendi. Yüzlerce üniversite öğretmeni de bu planın parçası olabilir.
İsraillilerin nihai amacı Musul merkezi ve etrafındaki Hristiyan nüfusu bertaraf etmek ve Yahudi kutsal kitabıyla ilgili topraklar Büyük İsrail’e bağlanana kadar toprakları istemektir. İsrail/Hristiyan Siyonist operasyonu İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngiliz mandası altında Filistinlilerin toplu göçünün yeni versiyonudur.
Haziran 2003’te Musul’u ziyaret eden bir İsrailli delegasyon, İsrail’in niyetinin, Barzani’nin yardımı ile Musul’daki Yunus peygamber tapınağı ile Musul ovasındaki Nahum tapınağı üzerinde İsrail denetimini sağlamak olduğunu söyledi. İsrailliler, İsrailli ve İranlı Yahudi hacıların Türkiye üzeri Musul bölgesine gideceklerini ve Iraklı Hristiyanların yaşadığı toprakları satın alacağını söyledi.”
Wayne Madsen kimdir?
Çok sayıda kitap ve yazı yazan Wayne Madsen, 1994 yılından beri Washington’un politikaları, ulusal güvenlik ve istihbarat dünyası üzerine araştırma yapıyor. The Village Voice, The Progressive, CAQ, Counterpunch, ve merkezi Paris’te olan Intelligence Newsletter için yazılar yazdı. Madsen ayrıca Genocide and Covert Operations in Africa 1993-1999 ( 1993’ten 1999’a Afrika’daki gizli operasyonlar ve jenosid) kitabının yazarı.
Eski bir Amerika Deniz görevlisi olan Madsen, Başkan Reagan döneminde Amerikan Ulusal Guvenlik Ajansi (NSA) içinde de yer aldı. Madsen ayrıca, NAVDAC (Naval Data Automation Command), Dışişleri Bakanlığı, RCA Corporation, CSC (Computer Sciences Corporation) için de çalıştı.
anf
-
ABD Orta Asya’daki Son Üssü’nü de Kaybetti
04 Şubat 2009 Kırgızistan
Dünyada aynı anda topraklarında hem ABD ve hem de Rus üssü bulunduran tek ülke olan Kırgızistan ABD’nin sahip olduğu Manas Askeri Üssü’nü kapatma kararı aldı. Her ne kadar uzun süreden beri bu ülkedeki Amerikan üssünün kapatılması beklenen bir gelişme olsa da Kırgızistan Devlet Başkanı Kurmanbek Bakiyev’in 3 Şubat akşamı yaptığı bu açıklaması “beklenmedik” bir gelişme olarak değerlendirilmiştir. Zira bu haber en çok da Kırgızistan’daki iktidar ve muhalefet için sürpriz olmuştur. Bakiyev ile aynı saatlerde açıklama yapan Kırgız yetkililer bu konudan haberdar olmadıklarını bildirmişlerdir.Kollektif Güvenlik Anlaşması Örgütü (KGAÖ) ve Avrasya Ekonomik Topluluğu zirveleri için Moskova’da bulunan Bakiyev, Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Dmitri Medvedev ile yaptığı görüşme sonrasında bir açıklama yaparak Manas Üssü’nü kapatacaklarını bildirmiştir. Bakiyev açıklamasında Amerikalıların bu üssü bir en fazla iki yıl istediklerini, ancak 8 yıldır üssü bırakmadıklarını bildirmiştir. Bakiyev ayrıca Amerikalılarla bu üs karşılığı ekonomik yardım konusunun görüşüldüğünü ancak bir netice alınamadığını, üssün atıklarının ekolojik tehlike yarattığını ve Amerikan askerlerinin bazı Kırgız vatandaşlarını öldürdüğünü de ifade etmiştir.Bilindiği gibi Kırgızistan Orta Asya’da ekonomik krizi en ağır hisseden ülkelerin başında gelmektedir. Bakiyev açıklamasında son üç yıldır anlaşma şartlarını gözden geçirilmesi gerektiğini ifade etmiş ancak Amerika’dan cevap alamadıklarına da vurgu yapmıştır.Kırgızistan ile Rusya arasında yapılan görüşmelerde Manas Üssü’nün kapatılması karşılığında bu ülkeye büyük bir ekonomik yardım paketi verilmiştir. Buna göre bu ülkeye 150 milyon dolar hibe yapılmış ve 40 yıl vadeli, düşük faizli 2 milyar dolarlık kredi verilmiştir. Moskova ayrıca Kırgızistan’ın Rusya’ya olan 193 milyon 561 bin dolar borcunun yaklaşık 180 milyon dolarlık kısmını silmiştir. Rusya bunun karşılığında Bişkek’teki, “DASTAN” isimli Deniz Silah Sanayi ve Harp Malzeme Üreticisi firmanın yüzde 48 hisse senedini ve Bişkek’te Rusya Büyükelçiliği’nin eski binasında Rus Kültür Merkezi kurulmasını temin etmiştir. Ayrıca Rusya ülkede bir yıldır inşaatı süren Kambar-Ata barajın inşaatına ve enerji sektörüne toplam yatırımın yapmayı planlamaktadır.David Petraus geçen ay Kırgızistan’a bir ziyaret gerçekleştirmiş ve burada gazetecilerin sorularına cevap verirken üssün kapanmasının gündemlerinde olmadığını bildirmiştir. Patreus ayrıca bu ziyareti esnasında ABD’nin Kırgızistan’a çeşitli programlarla yıllık 150 milyon dolar aktardığını ve ayrıca 63 milyon dolar da üs için verdiklerini açıklamıştı. ABD yönetimi terör ve narkotik trafiği ile mücadele etmesi için bu ülkeye 2009 yılı için 25 milyon dolarlık ek bir ödenek de ayırmıştı. Üste Amerikan, İspanyol ve Fransızlardan oluşan yaklaşık 1.000 kişilik asker bulunmaktadır. Üs Obama’nın Irak’dan çektiği askerleri Afganistan’a göndermesi için son derece önemli bir rol oynamaktaydı.Bakiyev’in bu kararı Moskova’da açıklaması ilginçtir ve doğrudan mesaj içermektedir. Kırgızistan’ın 2005 yılında yaşadığı Sivil Devrim sonrasında Rusya, ABD ve Çin arasında bir denge oluşturmaya çalışmış ve dünyanın en büyük üç gücü ile pazarlık masasına oturmuştu. Zaman içerisinde Amerika’nın Irak bataklığına saplanması ve Şanghay İşbirliği Örgütü’nün de bastırmasıyla Kırgızistan ABD’yi feda etmiştir.Bilindiği gibi Özbekistan’daki Hanabad üssü 2005 yılında kapanmıştı ve bölgedeki tek üs olarak 2001 yılında açılan Manas Üssü kalmıştı. Bu üs Afganistan operasyonları açısından son derece önemliydi. Bu üs sadece ikmal üssü değil, aynı zamanda Çin’i ve bölgedeki diğer ülkeleri dinleme üssü olarak da kullanılıyordu. Afganistan operasyonları amacıyla açılan üssün şimdi ABD’deki Obama yönetiminin tam da dış politikasının ana eksenine Afganistan operasyonlarını koyduğu bir dönemde onun Afganistan yolunu kapatacak bu girişim ABD tarafından pek hoş karşılanmayacaktır.Kırgızistan’da başkente 45 kilometre mesafede Rusların Kant Hava Üssü bulunmaktadır. Rusya bu adımı ile Obama yönetiminin Polonya ve Çek Cumhuriyetine kurmaktan vazgeçmediği radar üssü ve füze savunma üssüne karşılık Rusya’nın ABD ile yeni dönemde her türlü rekabete hazır olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Bu adımı Rusya’nın Obama’ya sürpriz olarak değerlendirilebilir.Geçtiğimiz hafta Kırgızistan’da bir dizi operasyon yapılmış ve birçok muhalif isim gözaltına alınmış ve Kırgızistan’ın eski savunma bakanı İsmail İsakov hakkında da soruşturma açılmıştı. Eski Meclis Başkanı ve iktidar karşıtı Atameken Partisi’nin lideri Ömürbek Tekebayev, 2005 devriminin önde gelen isimlerinden ve eski dışişleri bakanlarından Roza Otunbayeva ve Alikbek Cekşenkulov ile Sosyal Demokrat Parti lideri, milletvekili Bakıt Beşimov’un da aralarında bulunduğu bu isimlerin gözaltına alınmasının Kırgızistan’ın ülkedeki Amerikan üssünü kapatma kararı alması ile aynı döneme denk gelmesi dikkat çekmiştir.Bu arada Rusya ile Tacikistan’ın arasının açıldığı da anlaşılmaktadır. Zira Tacikistan Devlet Başkanı Emomali Rahman’ın 3 Şubat 2009’da gerçekleşmesi gereken Moskova ziyaretini iptal ettiği ve ayrıca Tacikistan’ın 4 Ocak 2009 tarihinde Moskova’da yapılması planlanan Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü (KGAÖ) ve Avrasya Ekonomik Topluluğu (AET) zirvelerine de katılmayacağını açıklanmıştır. Tacikistan Dışişleri Bakanlığı ziyaretin iptal edilmesini Rusya ile Taciksitan arasına enerji alanında yaşanan sorunlara bağlamıştır. Zira geçtiğimiz hafta Özbekistan’ı ziyaret eden Medvedev’in “kendi ülkesi sınırları içerisinde hidroelektrik santrali inşa etmek isteyenlerin ülkelerin, komşu ülkelerin de onayını alması gerektiği ve bu onay olmadan Rusya’nın benzeri projelerin yapılmasına onay vermeyeceğini” kaydetmişti. Bunun üzerine Rogun hidroelektrik santralinin inşaatını yapmak isteyen Tacikistan bu açıklama sonrasında Rusya Dışişleri Bakanlığı’na nota vermiştir. Özbekistan, Rogun santraline ülkesinin su kaynaklarını azaltacağından dolayı karşı çıkmaktadır. Geçtiğimiz hafta Özbekistan ile Rusya arasında doğalgaz anlaşması imzalanmasından sonra Sovyetler Birliği döneminde inşasına başlanan ve yaklaşık yarısı tamamlanan Rogun hidroelektrik santralinin bitirilmesi için garantör olan Rusya şimdiye kadar net tavır göstermediği bu konuda şimdi Özbekistan’dan yana tavır koymuştur. Böylece Rusya enerji kaynakları açısından zengin olan Özebekistan’ı bu alanda zayıf Tacikistan’a tercih etmiştir.Yukarıdaki rahatsızlığı Kırgızistan konteksinde değerlendirdiğimizde ABD Kırgızistan’daki üssünü de yitirdikten sonra Orta Asya’da tutunacak bir dalı kalmamıştır. Şimdi Rusya ile Tacikistan’ın arasının açılmasından sonra ABD’nin bölgede yeni müttefik olarak Tacikistan’ı yanına alabilir ve “kovulduğu” Özbekistan ve Kırgızistan askeri üsleri yerine Tacikistan’dan üs alabilir.Görüldüğü gibi 11 Eylül saldırılarından sonra Özbekistan ve Kırgızistan’da askeri üs edinen Rusya şimdi bu üsleri kaybetmiştir. Türkmenistan 21 Ocak 2009 tarihinde yapılan milli güvenlik kurulu toplantısında kabul edilen yeni askeri doktrininin sadece savunma amaçlı olduğunu bildirmiştir. Yeni askeri doktrinde, Türkmenistan’ın hiçbir ülkenin askeri üssünü barındırmayacağı, nükleer ve kitle imha silahları üretmeyeceği ve bunların alımı satımını yapmayacağı özellikle belirtilmektedir. Dolayısıyla da Türkmenistan ile ilgili bütün süpekilasyonlar bu doktrinle devre dışına çıkmıştır. Tarafsızlık statüsünü koruyan Türkmenistan’ın ısrarla topraklarında herhangi bir yabancı askeri güce yer vermeyeceğini açıklamasından sonra bütün gözler Tacikistan’a çevrilmiştir. Çin’in de Tacikistan’da aktif bir çaba içerisinde olduğunu dikkate aldığımızda önümüzdeki dönemde bu ülkenin küresel güçlerin yeni mücadele alanlarından birisi haline gelebileceğini söyleyebiliriz. Ayrıca Orta Asya’da bütün desteğini kaybeden Amerika’nın Türkiye’nin desteğine olan ihtiyacı her zamankinden daha fazla artmıştır. Kimbilir ABD eğer ki, Taciksitan’dan üs alamazsa belki de Trabzon’dan üs isteyecektir…
Sinan OĞAN
TÜRKSAM Başkanı
http://www.turksam.org/tr/a1580.html -
Avusturya’da Türk düsmanligi sinir tanimiyor
From: OFFICE-TKG [office@turkischegemeinde.at]
Böyle dostlarimiz olduğu sürece düşmanlara ihtiyac yoktur!
Avusturya’da Israil’in Gazze’ye saldırısı ve sayin Başbakan Erdoğan’ın Israil’ e çıkışı ile adeta tepe yapan Islam ve Türk düşmanlığı son haftalarda ve günlerde artik sınır tanımıyor. Avusturya’da özellikle Suriye, Iraki, Filistinlilerin yönetimden olduğu Avusturya’daki tüm Müslümanları temsil eden Avusturya Islam Cemiyeti’nin (IGGIO) özellikle Viyana’da düzenlediği Gazze halkına destek bin ile iki bin kisiden olusan gösterilerilerde başta Milli Görüş-Sadet Partisi, AKP sempatizenleri, Süleymancılar ve Türk Federasyonu Türk bayrakları açarak vermesi Avusturya’da Türk düşmanlığını tepe yaptırdı. Burada sanki Avusturya’daki tüm Türk toplumu Bayraklar ile tepki verdi içimizdeki düşman diye düşünen Avusturya’lılar aslında HAKLI DEGIL. Öbür tarafdan IGGIO başkanı Schkahfey Avusturya Musevilerin başkanı Muzikant’ın Türkler orada fazla degil Türkler bizim dostlarımızdır diye Avusturya basinan verdiği bir demeci ağzına sokarcasına Der Standard Gazetesin’de Müslümanların arasına nifak sokmayan Muzikant diye sert cikti. Türkler yanımızda hatta öümüzde. Bakin Dünya’da Gazze’ye en fazla destel Ankara, Istanbul’da ama Kahire veya baska yerde degil dedi. Burada Avusturya’da yasayan 400 binden fazla Müslümanin devlet karsisinda adeta zorla temsilcisi olan Baskan Schakfey neden Gazze sorunu Avusturya’ya Muzikant getirdigini ve karsilik Empati yapilmasi gerektigini bu dernegimiz Avusturya basinda yayinlatti. Zaten bu cikislardan sonra özellikle gectigimiz hafta adeta birinic CEKMEDCEDEN cikarilan Almanya’da yayinlan ve Almanya’da en uyumsuz yabancilar Türkler cikti arastirmasi sonuclari Avusturya’da birebir alindi ve mansetlere cekildi ve Türkler adeta belali bir Millet olarak cirkin resimler ile duyuruldu. Bu bitmemis gibi ayni afta ikinci cekmeceden Avusturya’da ki 400 Imam’in 100 tanesi Demokrasi ile problemi varmis , bu Imamlar Sudi Arabistantaki yasami tercih ederler baslikigi ile skandal haberler yine Araplar yüzünden Türklerin basina patladi. Sudi Arasbistan Viyana Büyükelciliginde ayrica egitim danismanli yapan Avusturya’daki tüm Müslümanlarin temsilcisi Schakfeh bu güne kadar özellikle iki yüzlü Avusturya’li siyasiler ile Türkler geliyor ben daha iyiyim derken su anda en nefret edilen adam haline getirildi. Bundan büc hafta önce Avusturya Musevilerin baskanina kafa tutan Suriye asilli Schakfeh mansetlerden istifa et yobaz diye lanse ediliyor. Bu arada olan Türkler oldu. Türkler uyumsuz ve yobazidir ve her an mimi cekilmis bombadir imaji iyice oturturuldu. Aslinda bu Araplarin güvendigi ve kendilerine destek veren Milli Görüs –Sadet Partisi, AKP sempatizenleri, Süleymacilar kisaca Camii odakli ve dini egitim odakli dernekler olayin arkasinda yillardir Türklerin Avusturya’da paralel bir yasam olusturmasina neden oldular haberleri yakinda Avusturya basininda cikacak diye duyurular var. Her Avusturya Gazetelerinde Türbanlı, sakallı ve yaşlı ve genç insanların fotoğrafları kocaman basılarak başlıklar ‘Uyumsuz çirkin Türkler’ ile birde uzmanlar konuşturularak veriliyor. İnternette okuyucuların ırkçı olan Türk ve Islam düşmanlığı yorumları silinmiyor. Hayatta duymadığımız hakaretler şu anda Avusturya basınının özellikle liberal basınında mevcut. Buna vesile olanlar ile Avusturya’da yıllardır Avusturya’lıları aptal yerine koyan ve arkalarına taktıkları Arap’tan çok Arapcı olan Milli Görüş, Süleymencılar vs. ile bunların başında ARAPLARDIR. Böyle dostlarimiz olduğu sürece düşmanlara ihtiyac yoktur! Araplar Türkleri Avusturya’da büyük bir bataklığın içine çekmiştir. Öbür tarafdan Filistin sorunu yüzünden azana bazi irkic Hiristiyan ve Israil’li kisi, kurum ve kuruluslar Internette (ve kitap yayinlarinda )Islam düsmanligi yapan siteler ile adeta insanliga virus saciyorlar. Bunuda bilelim. Zavallı Filistin halkının yanında olmak başka bir iştir. Laik Türkiye Cumhuriyetini birinci derecede düşmanları ile birlikte hareket etmek başkadır. Avusturya’da sözde Türk aydınları korkak, bilgisiz ve koktey yalakalığı yaptığının tepkisizdir yada bananecidir. Bizim gibi tepki koyanlara is eher türlü iftira ve pislik en başta sözde Türkler’den gelmektedir ve niye böyle işler ile uğraşıyorsunuz diye aklı verilmektedir. Biz kendilerine tecavüze uğradığımızı kendilerin bu tecavüze alıştıklarını ve hatta kurtluş yok bari zevk almaya bakalım dediklerini bizlerin ise demokratik bir şekilde Avusturya basınına ve siyasetine sert ama ama bilgi dolu yazı ve tepkilerimizi koyacağımızı söylüyoruz. Dünya’da durum nasıl bilmiyoruz. Ama Avusturya’da Türk olmak Şeytan olmak anlamına getirilmeye çalışılıyor. Aşağıda size çok normal gibi gelen ama çok YILANCA olan haberi kısa veriyouz. Küfürlü ve hakaret içeren haberleri vermek istemiyoruz.
Iki Türk Atasözü:
1-Imam hava gazi verirse Cemaat sıcarmis
2-Kilavuzu Karga olanin burnu boktan kurtulmaz imiz
Iki Ayet:
Aklini calistirmaz ise üzerien pislik yagdirim (Yunus, 100)
O yaman altatici seni Allah ile kandirmasin (Lukman, 33)
——
Burkini nerede?
SPÖ‘lü Nurten Yilmaz: „Seksi görünüyor’’
Burkini nerede? Başlığı ile Falter Dergisinde adeta Avusturya’da yaşayan tüm Müslümanların sanki başka bir sorunu yokmuş gibi tüm vucudu saran bayan mayosu üzerinden gündem yaratmak için yaptıkları haberlerin tek amacı var. Türkleri ve Müslümanları aşağılamak, yobaz ve eğitimsiz hayvanlar gurubu ımajını vererek tüm İslam’ı ‘aynı biplojık ırkçılıkta olduğu gibi genetik bozukluktan pis irk’ mantığı ‘bunların kitabı olan Kur’an’ı Kerım ve dolayısı ile İslam’ hastalık saçıyor. Bu dindekiler dünyaya ve gittiklere yerlere dinleri yüzünden zarar veriyorlar. Dolayısı ile köpek muammelesi yapmak vacipdri. Aşağıda bu haberi hiç değiştirmeden okuyucularımızın dikkatine sunuyoruz. Bu haberde konuşan ister Arap ister Türkler bu gibi sorular ile niye gündemi meşgül ediyorsunuz zatan Avusturya’da ciddi anlamda yine kendilerini Müslümanların temsilcisi diye lanse edenlerin hataları yüzünden Türk düşmanlığı var diye niye demeç vermediklerini ama ‘Seksi görünüyor’ gibi çok düşündürücü demeçleri veren Avusturya’da ki Türk siyasilerini tutum, söz, duruş ve sorumsuzluklarını kamunun vicdanına bırakıyoruz. Burada güya tolerans adına Müslümanların Burkini giymesini savunan zevat kaş yapayım derken göz çıkardığının farkında olmayan ya bilinçli bir provakatör yada zavallı iyliksever bir insancıl birey. Avusturya’da yaşayan Türklerin bire bir haklarında Avusturya basınında yayınlanan haberlerden öğrenmelerine hakları vardır. Bunu morelleri bozulmasın diye veya kendileri okumadıkları, Almanca bilmedikleri veya bilgi düzeyleri anlamaya müsait olmamayıp takip edemeyen sözde Türk basın temsilcilerinin ve özellikle kendilerine güya dindar diyen sözde haber ve gazetecilerin tüm iftira ve karalamalarına rağmen yayınlıyoruz.
Haber: Gerd Millmann /Falter dergisi /28.01.2009
Sofuların mayosunun bir süredir Viyana havuzlarında da kullanılmasına izin veriliyor. Müslüman kadınların çoğu bu haklarını kullanmamayı yeğliyor.
Tıpkı Yeti gibi. Bazıları onu gördüklerini iddia ediyor, ama arayınca bulunamıyor: Müslüman kadının bütün bedenini kaplayan mayosu burkiniden söz ediyoruz. En geç, Berlin kentinin büyük medya çalkantısına neden olan ve yılbaşından itibaren burkiniye belediye havuzlarında izin verme kararından sonra bu cevher bütün Avrupa’da – ve tabii Viyana’da da – günün konusu haline geldi. Ne var ki, ne bu ürünü Viyana’da satın almak mümkün, ne de Viyana havuzlarının denetimiyle görevli Belediye 44. şubesi çalışanları Viyana’da burkini görüldüğünü söyleyebiliyor. Belediye 44. şubesinin halkla ilişkiler sorumlusu Martin Kotinsky, „Viyana’da kadınların burkiniyle havuza girdiklerini duymadım “, diyor. Viyana, burkini sorununu Berlin’den çok farklı biçimde ele alıyor. Çünkü Ottakring ve Simmering havuzları arasında burkiniye zaten geçen yıldan beri izin verilmiş. „Sokak giyimi yasak, sadece Lyrca ve benzeri, su çekmeyen ve şişmeyen kumaşlar kullanılabilir“, Kotinsky, Viyana havuzlarındaki giyim yönetmeliğini böyle yorumluyor. Burkini kullanımına özellikle izin verilmiş. Kotinsky’nin şefi Werner Schuster burkini kullanımını kabul ettirmek istiyor. Schuster, amacını, Müslüman kadınların kapalı, ama Viyana havuzları giyim yönetmeliğine uygun bir biçimde yüzebilmelerini amaçladığını söylüyor. Sofu Müslüman kadınlar şimdiye kadar ancak on beş günde bir Favoriten’deki Amalienbad’da düzenlenen „Kadın yüzme günü“ ne katılabiliyorlardı. Özel olarak kiralanan ve pencereleri karartılan havuzda kadınlar kendi aralarında bulunuyorlar. „Mayoyla yüzenler de var, burkiniyle de“, diyor İslam cemaati kadın hakları sorumlusu Andrea Saleh.
SPÖ Nurten Yılmaz: Gerçekten seksi mi görünüyor?
Demek gerçekten Viyana’da burkini var. İslam modası butiklerinde sorulduğunda olmadığı söyleniyor; oysa internette yeterince öneri bulunabiliyor. Bu mayo, uzun pantolondan ve uzun kollu bir üst parçasından oluşuyor. Üst parçasının ense bölümüne dikilen bir kukuleta başörtüsü görevini yerine getiriyor. Kadınlar bu şekilde, Müslüman kadınların bedenlerini kapamaları doğrultusundaki Kuran emrini yüzerken yerine getirebiliyor. Yüz, eller ve ayaklar istisna kabul ediliyor. İster desenli olsun, ister tek renkli, tek ya da üç parçalı, puantiye veya çizgili, kibar mat siyah veya cart pembe renkli: fiyatlar 98 Euro’dan başlıyor.500 Euro’ya satılan burkiniler de yok değil. Burkininin doğuşu, Bin bir Gece Masallarına benziyor. Lübnan asıllı bir Müslüman olan Aheda Zanetti, vatanı Avustralya’da yüzerken pek de rahat olmayan bir burka giydiği için sık sık alay konusu olurmuş. Oysa bu alışkanlığa sahip tek kadın olmadığını da biliyormuş. Sidney’in, Arap asıllı nüfusunun çoğunluğu nedeniyle „Küçük Lübnan“ olarak anılan bir mahallesinde yetişmiş olan Zanetti, İslami kurallarla modern giyimi, zor da olsa, bağdaştırmaya karar vermiş. 2004 yılında burka ile bikini karışımından oluşan burkiniyi yaratmış. Müslüman kadınlar için mayolar Türkiye’de 1993 yılından beri bilindiği halde Zanetti daha üstün bir pazarlama stratejisi bulmuş. Avustralya cankurtaran ekibi yüzücülerini şık burkinilerle donatmış ve böylece dünya resim piyasasında ilk sıralarda yer almayı başarmış. Burkininin Viyana’da da yerleşip yerleşmeyeceği konusunda Viyana SPÖ partisinin entegrasyonla görevli sözcüsü Nurten Yılmaz, „Giyileceğine inanıyorum“, diyor. „Seksi görünüyor, ama havuzda burkini giymek için oldukça cesur olmak gerekir.“ Müslüman cemiyeti entegrasyon sözcüsü Omar Al–Rawi ise Viyana’da burkininin pek ender görülmesinin nedenini şöyle açıklıyor: „Hanımların çoğu yüzerken burkini giyiyor, ama sadece Mısır sahillerinde veya benzeri yerlerde.“ Al-Rawi’ye göre Viyana’da Müslüman kadınlar, diğer havuz ziyaretçilerinin kaşlarını kaldırmalarına neden olmak istemiyor. „Bu da tıpkı başörtüsü gibi tipik bir olaydır. Müslümanların neden ne giydiği olabildiğince büyütülüp genelleştirilmektedir.“
Kadınlara şehvetli bakışlar
Veronika Matiasek ise, „Kadınların bütün bedenlerini örtmelerini doğru bulmuyorum, çünkü böylece erkeğin kadına genelde şehvetle baktığından yola çıkılıyor“, diyor. Matiasek, Viyana FPÖ partisinin entegrasyon sözcüsü. Burkininin nasıl bir şey olduğunu bilip bilmediği sorusu üzerine Google’da aramaya başlıyor ve kararını veriyor: „Eh, legginglerin üst bölümünde fazlaca kumaş olduğu görülüyor. Bunu beğenmedim. Bizde her iki cinsin de mayo giyerek yüzmesi olağandır. Burkini bedene daha iyi oturmalı, kukuletası da çok bol. Burkini giyilecekse daha dar olmalı. “ Matiasek, yüzme bonesi giyilmesinin daha uygun olacağını söylüyor. „Uzun zamandır havuza gitmedim, ama herkesin bone giymesi koşuluna taraftarım, aksi halde havuz suyunun üztünde saçlar yüzüyor“, diyor Viyana FPÖ partisinin entegrasyon sözcüsü. Ayrıca Müslüman cemiyetinin kadınlar ,için özel yüzme günü düzenlemesine de karşı çıkıyor. „Bu, paralel toplumun dışa karşı kapanmasının tipik bir örneğidir. Madem istiyorlar, o halde özel bir havuzda yapsınlar.“ SPÖ belediye meclisi üyesi Yolmaz bu konuda tartışmayı gereksiz buluyor. „Markus Rogan veya Mirna Jukic bütün bedenlerini kaplayan mayo giydiklerinde herkes: Tabii, daha hızlı yüzmeleri için böyle yapmaları gerekir, diyor. Havuzda burkinili bir kadının görünmesi ise hemen siyasal sorun haline getiriliyor“, sözleriyle görüşlerini açıklıyor. Yılmaz bu konuda söz sahibi, çünkü Viyana’nın en büyük yüzme kulübü ASV Wien’in başkanlığını yapıyor. Görevi gereği, her yaz ilkokul çağındaki göçmen çocukları için yardımcı kurslar düzenliyor. Çeşitli ülkelerden gelen kız ve erkek çocuklar öğleden önce Almanca, öğleden sonra yüzme öğreniyor. „Bu çocukların yarısı, Çeçenistan ve Türkiye gibi Müslüman ülkelerden geliyor. Tabii kızlarla erkekler bir arada yüzüyorlar. Burada burkini yok“, diyor Yılmaz. Viyana belediyesinin entegrasyonla görevli 17. şubesi tarafından desteklenen kursun adı: „Gerçek Viyanalı batmaz“.
-
PERES ERDOGAN’I ARAYARAK ÖZÜR DiLEDi(Mi)!?
Thursday, 29 January 2009 14:10
Israil Cumhurbaskani Peres, Erdogan’in sert tepkisi ve sonrasinda salonu terketmesi üzerine Erdogan’dan telefonla özür diledi.
Israil Cumhurbaskani Simon Peres, Erdogan’i aradi ve 5 dakika süren bir telefon görüsmesi gerçeklestirdi.
Peres, Erdogan’a ‘Tepkim size degil, Hamas hakkinda size verilen yanlis bilgileredir. Sesimi yükseltmemin nedeni de kulaklarimin az isitmesinden kaynaklandigi içindir. Özür diliyorum ve isbirligimizin sürecegini umut ediyorum’ dedigi bildirildi.
Israil Cumhurbaskani Simon Peres’in, Basbakan Recep Tayyip Erdogan ile yaptigi telefon görüsmesinde, ”olanlardan son derece üzgün oldugunu ve dostlarin zaman zaman kendi aralarinda tartisabilecegini” söyledigi ögrenildi. Diplomatik kaynaklardan edinilen bilgiye göre Simon Peres, Basbakan Erdogan’a, Türkiye Cumhuriyeti’ne ve basbakan olarak Erdogan’a her zaman büyük saygi duydugunu söyledi. Peres’in, telefon görüsmesinde sunlari söyledigi bildirildi:
”Bugün olanlar için son derece üzgünüm. Dostlar zaman zaman kendi aralarinda tartisabilirler. Herseyden önce Türkiye Cumhuriyeti’ne ve basbakan olarak size her zaman büyük saygi duydum. Kendimi Türkiye’nin ve Basbakan Erdogan’in dostu olarak görüyorum. Basbakan olarak size olan saygim ve takdirim her zaman sürmüstür.”
————————————————
PERES’DEN YALANLAMA
İsrail’den bugün yapılan açıklamada “özür dilenmediği” vurgulandı. Son açıklama ise halen Davos’ta bulunan Peres’ten bu sabah geldi. Peres “Türkiye ile çatışma istemiyoruz” dedi.
İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres bugün, dün akşam Davos’taki panelde yaşanan olayın iki ülke ilişkilerini etkilememesini dileyerek “Türkiye ile çatışma istemiyoruz. Filistinlilerle çatışma içindeyiz” dedi.
Uluslararası haber ajansı AFP ise, İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’in Erdoğan’dan özür dilemediğini duyurdu. AFP’ye açıklama yapan İsrail Cumhurbaşkanı sözcüsü Ayelet Frish, Erdoğan’dan özür dilendiği haberini yalanladı. Frish, “Özür dilendiği açıklanması doğru değil” dedi. İsrailli sözcü, Erdoğan’ın telefonla konuşma sırasında tavrının Peres’e karşı olmadığını, ancak oturumun moderatörüne karşı olduğunu belirttiğini de özellikle vurguldı.
-
Davos’ta yaşanan gerginliği dünya nasıl gördü
Dış Haberler Son Dakika – 08:00
Dünya Ekonomik Forumu çerçevesinde düzenlenen ”Gazze Orta Doğu İçin Model” oturumuna katılan Başbakan Erdoğan, İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres ile arasında yaşanan gerginlik sonrasında salonu terk etmesi dünya gündemine oturdu.
DÜNYA MEDYASI ACİL KODU İLE DUYURDU
Babakan Recep Tayyib Erdoğan’ın Davos’ta katıldığı paneli terk etmesi, uluslararası ajanslar tarafından “acil” koduyla verdi.
AP, Başbakan Erdoğan’ın panelde İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’le Gazze’deki çatışmalar konusunda “sözlü olarak tartıştıktan sonra” paneli terk ettiğini belirtti.
Ajans, Başbakan Erdoğan’ın, Peres’in İsrail’in Gazze saldırısını heyecanlı bir şekilde savunan monoloğunu dinledikten sonra, panel yöneticisinin sözünü kesmesi üzerine kızdığını kaydetti.
Haberde Başbakan Erdoğan’ın Peres’e “İnsanları öldürüyorsunuz” dediği, Peres’in ise parmağı ile işaret ederek, “İstanbul’a roketler düşse siz de aynısını yaparsınız” dediği kaydedildi.
İlk haberlerinde Başbakan Erdoğan’dan “Cumhurbaşkanı” diye bahseden AP, kısa süre sonra bu hatasını bir not geçerek düzeltti.
Fransız AFP ajansı da haberi acil koduyla vererek, Başbakan Erdoğan’ın Davos’taki paneli, İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’in uzun konuşmasının ardından kendi konuşmasının panel yöneticisi tarafından engellendiği gerekçesiyle sert bir şekilde terk ettiğini bildirdi.
Başbakan Erdoğan’ın “Bir daha Davos’a geleceğimi sanmıyorum” sözlerini yansıtan AFP, Başbakan Erdoğan’ın Peres’in konuşmasına yanıt vermek istediğini, ancak karşısındaki gazetecinin ısrarla panelin sona erdiğini söyleyerek sözünü kestiğini belirtti.
İSRAİL GAZETELERİ İNTERNET SİTELERİ DUYURDU
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Davos’ta katıldığı paneli terk etmesini İsrail’in önde gelen gazeteleri de internet sayfalarından duyurdular.
Jerusalem Post gazetesinin web sayfası Başbakan Erdoğan’ın paneli terk etmesini “manşet haber” olarak duyururken, Erdoğan’ın İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres ile girdiği tartışma ve ardından sözünün panel moderatörünce kesilmesine sinirlenerek sahneden yürüyüp gittiğini bildirdi.
Haaretz gazetesinin web sayfası da aynı haberle okuyucularını durumdan haberdar etti.
İki gazetenin İngilizce web sayfası da Amerikan AP ajansının haberini kullandı.
Merkezi Katar’da bulunan uluslararası Arap haber kanalı El Cezire de internet sitesinde haberi acil haber olarak tek cümle olarak verdikten sonra, geniş bir haber yayımladı.
El Cezire haberinde, Başbakan Erdoğan’ın, panel yöneticisinin Peres’in İsrail’in Gazze saldırısını meşrulaştıran sözlerine itirazlarını söylemesine izin vermemesinden sonra televizyondan canlı yayınlanan tartışmayı terk ettiğini belirtti.
TÜRKİYE BÖLGEYE HOŞGELDİN
Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın Davos’ta İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’e yönelik sert eleştirileri ve basın toplantısını terk etmesi Arap dünyasında büyük bir yankı buluyor. Televizyonlar ve gazeteler, Erdoğan’ın açıklamalarını son dakika olarak verirken, entelektüeller de Erdoğan’a destek veren görüşler bildiriyor.
Londra’da yayınlanan El Kuds el Arabi gazetesi genel yayın yönetmeni Abdulbari Atwan, Peres’in tavrının çok çirkin olduğunu, Erdoğan’ın verdiği cevabın ise taktirle karşılanması gerektiğini söyledi. Erdoğan’ın tavrının Arap dünyası tarafından büyük bir memnuniyetle karşılanacağını da vurgulayan Atwan, Başbakan’ın Hamas politikalarını desteklediği yönünde de herhangi bir açıklamada bulunmadığının altını çizdi.
Merkezi Kahire’de bulunan Ahram Stratejik Araştırmalar Merkezi’nden Amr Şubki ise Erdoğan’ın hareketeninin Arap dünyasında çok büyük bir etki meydana getireceğini belirtti. Bir ülkenin hem demokratik, hem ılımlı ve hem de İsrail’i eleştirebileceğinin bu hareketle ortaya çıktığını vurgulayan Şubki, Türkiye’nin bu son tavrıyla bölgedeki etkisini daha da hissettireceğinin altını çiziyor. Bölgesel ve Stratejik Araştırmalar Doğu Merkezi Direktörü Dr. Mustafa el Labbad ise Erdoğan’ın son açıklaması karşısında bir entelektüel olarak çok duygulandığını ve “Türkiye bölgeye tekrar hoşgeldin” dediğini ifade ediyor. Türkiye’nin bir yumuşak güç olarak bölgede etkinliğini daha da artıracağını ortaya koyduğunu vurgulayan el Labbad, özellikle de herhangi bir ideolojik doktrin peşinde koşmamasının Ankara’yı bölgenin yıldızı haline getirdiğini ve bu yıldızın daha da parlayacağına işaret ediyor. Erdoğan’ı “barış adamı” olarak da adlandıran el Lebbed, Türkiye’nin bölge ülkeleri üzerinde çok büyük bir etki bırakacağına kuşku duymadığını da ifade ediyor.
Filistin Yönetimi eski Dışişleri Bakanı ve efsanevi lider Yaser Arafat’ın sağ kolu Nebil Şaas da Türkiye’nin bölgenin parlayan yıldızı olduğunu vurguluyor. Türkiye’nin izlediği politikanın özellikle Hamas yanlısı gösterilmesinin kabul edilemez olduğunun altını çizen Şaas, tüm Filistinli grupların Türkiye’ye büyük bir sempati beslediğini ifade ediyor. (CİHAN)
İSRAİL MEDYASI ŞOKTA
Türkiye’nin Gazze saldırılarına karşı gösterdiği hassasiyet ve son olarak Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın çıkışı İsrail medyasında diğer tüm dünya medyası gibi son dakika haber olarak verildi.
Ülkenin önde gelen gazetelerinden Haaretz, “Türk Başbakan, Peres’in Gazze savaşıyla ilgili ifadelerine sert tepki gösterdi” başlığını kullanırken, haberde ise Erdoğan’ın “Siz insanları öldürüyorsunuz” sözlerine yer verdi. Haberde, Arap Birliği Genel Sekreteri Amr Musa’nın Erdoğan’a destek verdiği de vurgulandı.
Diğer bir İsrail gazetesi Jerusalem Post da aynı şekilde son dakika olarak verdiği haberde Erdoğan’ın Peres’le tartışma sırasında salonu terk ettiğini yazdı. Haberde Erdoğan ve Peres’in seslerini yükselttiği de vurgulandı.
İnternetten yayın yapan Ynetnews adlı site ise haberi, “Erdoğan: İsrail insanları öldürüyor” başlığıyla son dakika olarak verdi. (CİHAN)
GAZZE HALKI ERDOĞAN’IN ÇIKIŞINDAN MEMNUN
Gazzeliler Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Davos’ta düzenlediği basın toplantısını Arap televizyonlarından canlı izledi. Erdoğan’ın, toplantı salonunu terk etmesi Gazzelileri sevindirdi.
Erdoğan’ın basın toplantısını büyük bir dikkatle izleyen Gazzeliler CİHAN mikrofonlarına Erdoğan’ı ve Türk hükümeti övücü açıklamalar yaptı. Atalarının Türk olduğunu söyleyem Halil Türk isimli Filistinli, Türk halkına teşekkür ederek Türk hükümetinin kendileriyle beraber olmasının gurur verici olduğunu söyledi. Türk “Erdoğan’ı tüm kalbimle destekliyorum” dedi .
Muhanned Cadalla ise Türk hükümetinin savaş sırasında Gazze’ye sahip çıktığını, bunda şaşılacak bir şey olmadığını ifade etti. Muhammed Akila adındaki bir Filistinli de Şimon Perez’e tepki olarak yaptığı hareketin doğru olduğunu, Başbakan’a büyük saygı duyduğunu söyledi. (CİHAN)
İNGİLİZ THE FİNANCİAL TİMES: DAVOS SARSILDI
İngiliz The Financial Times (FT) gazetesi, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın toplantıyı terk etmesi nedeniyle “Siyasi velvele nedeniyle Davos sarsıldı” yorumunda bulundu.
Erdoğan, Dünya Ekonomik Forumu toplantıları sırasında kendisine yeterince söz hakkı verilmemesi nedeniyle toplantıyı terk etmişti. Erdoğan’ın bu hareketi, dünya basınında son dakika olarak yer almıştı. The Financial Times gazetesi, “Erdoğan, Davos toplantısını öfkeyle terk etti” başlığı ile gelişmeye yer verdi. Gazete, “Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres ile giriştiği duygusal toplantı ardından toplantıyı terk etti. Bu siyasi velvele, Davos’u sarstı.” dedi.
Gazete, Türkiye ile İsrail’in ilişkilerin Tel Aviv’in Gazze’ye karşı giriştiği saldırı nedeniyle kötüleştiğini de belirtti. (CİHAN)
BBC: ERDOĞAN KAHRAMAN GİBİ KARŞILANDI
İngiliz devlet televizyonu BBC, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile İsrail Cumhurbaşkanı Simon Peres’in Davos’taki tartışmasını görüntülü olarak ekranlarına taşırken, Erdoğan’ın Türkiye’ye dönüşte İstanbul’da binlerce kişi tarafından kahramanca karşılandığını duyurdu.
BBC, bunun dışında binlerce kişinin yine başkent Ankara’da toplandığını ve bu vatandaşların Erdoğan’ın Ankara’ya inmesini beklediklerine dikkat çekti. BBC kanalı, Erdoğan’ın Peres’in sert bir şekilde Gazze saldırısını savunmasının ardından cevap vermek istediğini ancak sözünün programı sunan şahıs tarafından kesildiğini ve konuşmasına izin verilmediğini için sinirlendiğini vurguladı.
Erdoğan’ın İstanbul’a inişte vatandaşlara seslendiğini okuyucularına duyuran BBC, Başbakan’ın “Ben sadece ülkemin onurunu korumaya çalıştığımı biliyorum. Ben bir kabilenin başı değil, Türkiye başbakanıyım. Yapmam gerekeni yaptım” sözlerini nakletti.
BBC İstanbul muhabiri Sarah Rainsford ise, Başbakan’ın Atatürk Havaalanı’na inmesinden kısa bir süre önce binlerce kişinin alana yakın yerde toplandıklarını ve ellerinde Türkiye ile Filistin bayrakları taşıdıklarını bildirdi. (CİHAN)
THE ECONOMİST: ÖZEL İLİŞKİLER RİSKE GİRDİ
Bu haftaki sayısında Türkiye’ye geniş yer ayıran İngiliz The Economist dergisi, son kanlı Gazze saldırılarının ardından Türkiye ile İsrail arasındaki özel ilişkilerin riske girdiğini bildirdi.
Gazze saldırılarının Türk halkının sesini yükseltmesine neden olduğunu yazan The Economist, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın İsrail ile ilişkilerin kesilmesi yönünde yapılan baskılara ise direndiğinin altını çizdi. İsrail ile Türkiye arasındaki ilişkilerin geçmiş yıllarda da benzer şekilde gerildiğini yazan dergide şu ifadelere yer verildi: “2004 yılında da İsrail’in Hamas’ın kurucularından Ahmet Yasin’in cami çıkışında öldürmesinden sonra Erdoğan İsrail’e terörist ülke demişti. Ardından Türkiye’nın Hamas lideri Halid Meşal’i davet etmesiyle yine büyük tepki almıştı”
İlişkilerin ABD’nin arabuluculuğu ile rayına girdiğini hatırlatan The Economist, “Ama bu sefer Erdoğan çok daha fazla sinirli. İsrail’in savaş suçu işlediğini ve Birleşmiş Milletler’in görevini yerine getirmediğini söylüyor” yorumunda bulundu.
Ankara’nın, “Yahudi karşıtı” olduğu iddialarını yalanladığını ve Yahudilere karşı Osmanlı İmparatorluğu döneminden bu yana hoşgörülü oldukları söylemlerini hatırlatan dergi, Türkiye’nin İsrail’i ilk tanıyan Müslüman ülke olduğunu, yakın zaman önce Türkiye’ye tatile giden İsraillilerin sayısında büyük artış olduğunu ve askeri ilişkilerin de hala iyi bir şekilde devam ettiğini yazdı.
“Ancak Yahudi karşıtlığı genelde Hıristiyan ya da Batı karşıtlığı olarak algılanıyor” yorumunda bulunan The Economist, “Türkiye’de, Yahudi ve Ermeni kelimelerinin küçük düşürücü sözler olarak kullanıldığını” savundu. Pew Global anket şirketinin 2008’deki bir araştırmasına yer veren dergi, Türkiye’de Yahudi karşıtlığının yüzde 76’ya çıktığını aktardı.
The Economist ayrıca, Avrupalı Amerikalı ve Türk diplomatların Erdoğan’ın İsrail’e yönelik ses tonunda biraz yumuşaması konusunda girişimlerde bulunabileceğine işaret etti. (CİHAN)
-
DAVOS : Sıcak yorum
30 Ocak ZeynepGürcanl Erdoğan’ın Davos’ta paneli terk edişinin ardından Dışişlerinde şok yaşandı.
DAVOS’TA OLAYLI PANELDEN ÇARPICI KARELERDışişleri Bakanlığı bundan sonra atılacak adımlar konusunda Başbakanlıktan talimat bekliyor ancak diplomatlara göre İsrail’le ilişkiler kesilmez.Zeynep Gürcanlı YAZIYORİsrail’le olan ikili ilişkilerin Davos’ta yaşanan olaydan doğrudan etkilenmesi beklenmiyor. Yani Türkiye’nın Tel-Aviv’deki Büyükelçisinin, danışmalar için geri çekilmesi, böylece diplomatik ilişkilerin fiilen düşürülmesı söz konusu değil ancak Başbakan’ın b u çıkışının Türkiye’ye dolaylı pek çok etkisinin olması bekleniyor.Dışişleri Bakanlığından bu olayın sonuçları olarak şunların olabileceğı konuşuluyor:1. 24 Nisan’da ABD’deki Yahudi lobisi yeni Başkan Obama’nın Ermeni olayları konusundaki rutin açıklamasında “Soykırım” sözcüğünü kullanmasına karşı lobi yapmaz.2. ABD Kongresi’ne gelebilecek herhangi bir soykırım tasarısı herhangi bir sıkıntı olmadan geçer.3. İsrail’in son dönemde kapalı kapılar ardından dile getirdiği “Hamas terör örgütü, bizim Hamas’la mücadelemizi eleştiriyorsunuz siz de aynısı Kürtlere yapmıyor musunuz” tezi artık daha yüksek sesle dile getirilir. PKK ile mücadele konusunda ABD ve Avrupa’daki Yahudi lobisinden gördüğü destek ortadan kalkar.4. Bu konu Ermenistan ile Tü rkiye yakınlaşmasının da olumsuz etkileyebilir Ermeni Diasporası tüm dünyadaki Yahudi lobilerinden destek almaya başlayabilir.5. Türkiye’nin başta Ortadoğu sorunu olmak üzere tüm dünyada başlattığı “kolaylaştırıcılık-arabuluculuk” atakları sona erer.6. Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi’ndeki “tarafsız ülke konumu” zarar görür.7. İsrailli yetkililerin bu akşam herhangi bir protestoda bulunmayacakları, ancak yarın tepkilerini gösterecekleri öğrenildi.8. Başbakan Erdoğan döneminde İsrail’de Ariel Şaron, Ehud Barak ve Ehud Olmert başbakanlık yaptı. Başbakanın kendisine “Filistin’e tank üzerinde girmek bana ayrı bir keyif veriyor” diye söylediğini ifade ettiği başbakanın ikisi de asker olan Şaron veya Barak olabileceği belirtildi. Şimdiki Başbakan Ehud Olmert ise sivil.9. Erdoğan toplantıyı terk ederken Arap Birliği Genel Sekreteri Amr Musa ile kucaklaştı. Bu sırada BM Genel Sekreteri Ban Ki MunE2un Amr Musa’ya oturmasını işaret etmesi dikkat çekti. -
GAZZE YARDIMLARINDA ŞOK EDİCİ GERÇEK NE?
Geçtiğimiz günlerde odatv.com olarak Gazze’ye yardım konusunda kamuoyunun merak ettiklerini haberleştirdik. Yaptığımız haberde Gazze’ye giden yardımların Gazze Halkı’nın yararına kullanılıp kullanılmadığını sorguladık.
Çünkü Gazze’ye üç yoldan giriş vardı: Kerem Şalom Sınır Kapısı (İsrail izni ile), Refahiye Sınır Kapısı (Mısır izni ile) ve bir de deniz yolu ile. Ancak İsrail’in Gazze’ye uyguladığı ambargo nedeniyle deniz yolu ve Kerem Şalom sınır kapısı kullanılamıyordu. Ancak Mısır tıbbi yardımların girişine izin veriyordu. Peki, gıda yardımları nasıl ulaşıyordu?
Bu konuda yaptığımız çalışmada bazı yardım kuruluşlarının Gazze’ye para havalesi yaptığı bilgisine ulaştık. Yardım para havalesi yoluyla gerçekleşiyordu. Gazze’deki isim ise parayı çektikten sonra gıda satın alıyor ve bunu dağıtıyordu.
Ancak bu yöntemle yardım yapma noktasında büyük bir sorun vardı. Savaş ekonomisinin olduğu Gazze’de büyük bir gıda sıkıntısı vardı. Sorun paranın olmaması değil, İsrail ambargosu nedeniyle gıda olmaması idi. Bu para savaş koşullarında karaborsa ekonomisinin kurbanı olabilirdi. Odatv.com olarak kamuoyunun merak ettiği bu soruları gündeme getirdik. Gazze’de halk ambargo altında kıvranırken gıdayı elinde tutan ve bunun için dolar yardımlarını bekleyen kimseler konusunda da ciddi şüphelerimiz vardı.
Konuyu araştırmaya devam ettik. Türkiye’den giden paralar “Bank of Palestina” üzerinden havale ediliyordu. Gazze’de İsrail Ordusu BM binalarını, BM’in bünyesinde bulunan okulları dahi yerle bir ederken Bank of Palestina nasıl ayakta durabiliyordu? İsrail, bu banka üzerinden para transferine nasıl izin veriyordu?
Bank of Palestina’nın aslında İsrail’e hiç de yabancı bir banka olmadığını yaptığımız çalışma sonunda öğrendik. Bank of Palestina, merkezi Washington’da bulunan International Finance Corporation’un finansal partneri idi. International Finance Corporation, Dünya Bankası bünyesinde faaliyet yürüten bir kuruluş. Özellikle Ortadoğu, Asya ve Afrika bünyesinde piyasa ekonomisinin hakim kılınması için özel kuruluşlara kredi veriyor. Parasal kredi verdiği özel kuruluşları ise “özenle” seçiyor. Bankanın yıkılmamasının ardında bu ilginç bağlantının olduğu gerçeği çok geçmeden ortaya çıktı.
Peki, Türkiye’den gönderilen parayı alan kişi Gazze’de gıdayı kimlerden alıyordu? Ambargo koşullarında gıdayı ellerinde depolayanlar kimlerdi? Bu konu ise daha da ilginçti. Türkiye’de yaygın olarak faaliyet yürüten ve kamuoyunda çok tartışılan bir yardım derneğinin yetkilisi bize Gazze’ye gönderilen para ile İsrailli tüccarlardan gıda ürünleri satın aldıklarını anlattı. Yetkili tahminimizin doğru olduğunu, Gazze’de gıda mamullerini stoklayan kişilerin İsrailli tüccarlar olduğunu belirtti. Yetkili Türkiye’de toplanan yardımları İsrailli işadamlarına teslim etmeyi kendilerinin de istemediğini ancak Gazze’nin bulunduğu koşullarda bunun zorunlu olduğunu anlattı.
Kendisine bu durumu yardım yapanlara duyurup duyurmadığını sorduğumuz aynı yetkiliden “hayır” cevabını aldık. Çünkü yardım yapanlar kendi paraları ile İsrail malları alındığını öğrenirlerse yaptıkları yardımı kesebilirlerdi.
Bu durum ilginç bir çelişkiyi doğuruyor. Çünkü Türkiye’de İsrail mallarına boykot çağrısı yapan kesim, Gazze için topladığı yardım paraları ile İsrail’den mal satın alıyor. İsrail’in temel insani değerleri dahi gözetmeden Gazze halkını hedef aldığı bu koşullarda İsrail mallarını boykot etmek yapılan protestolardan biri. Ancak aynı kişilerin halktan topladıkları paralar ile İsrail’den mal satın alması bu kişilerin samimiyetini sorgulamalarını sağlıyor. Başbakan’ın İsrail aleyhinde yaptığı açıklamalara rağmen, hükümetin İsrail’e siyasal hiçbir yaptırımda bulunmadığı koşullarda belki de yardım derneklerinin bu çelişkisini ‘olağan’ karşılamak gerekiyor.
Odatv.com28 Ocak 2009
-
Kefen gelinlik ve ceset gelinler
Mine G. Kırıkkanat Yazara ulaşmak için : mine.gokce@wanadoo.fr Kefen gelinlik ve ceset gelinler
Wafa Sultan, 1958 yılında Suriye’de Müslüman bir ailede doğmuş, halen ABD’de yerleşik ve El Cezire televizyonunda İslamcılığa karşı aldığı tavır ve geliştirdiği eleştirel düşünceyle tanınan bir kadın bilimci. Batılı medyalarda kâh psikiyatr, kâh sosyolog olarak anılıyor, ama El Cezire’de yaptığı programlarla Arap dünyasında da bir o kadar tanınıyor.
Türkçe söylenişiyle sanırım Vefa diye anılması gereken Wafa Sultan, İslamcılığın dünya Müslümanlarını ilkel, gerici, baskıcı bir barbarlığa taşıdığını, insan haklarının çiğnendiği, kadınların hayvan muamelesi gördüğü toplumlar yarattığını öne sürüyor. Samuel Huntington’un ‘medeniyetler çatışması’ tezini tersten okuyan Sultan, söz konusu çatışmayı din eksenli kültürler arasında görüyor.
İslamiyet’in aslını değil, Müslüman toplumlarda giderek artan biçemiyle yorumunu ve bu din öğretisini şiddetle buluşturan eğilimi kastettiği düşünceleri, Wafa Sultan’ı elbette İslamcı terörün hedefi haline getirirken, İslamiyet’te reform isteyenlerin de gözdesi kılıyor.
Şahsen bütün dinlerin bağnazlıkta tavan yaptığı bir ‘Orta Çağ’ı olduğunu ve İslamiyet’in bugünkü sert (ve yanlış) yorumu İslamcılığın, Yahudiliğin 1000, Hristiyanlığın 700 yıl önce zirve yaptığı ilkel, gerici, baskıcı Orta Çağ’ına ne yazık ki yeni girdiğini varsayan biri olarak, Wafa Sultan’ın ‘Batı uygarlığı’ dediğimiz toplumsallığı biçimleyen öteki tek tanrılı iki dine fazlasıyla sübjektif bir kıyak geçtiğini düşünüyorum.
***
Ancak Türkiye özelinde, İsrail’in Gazze saldırısıyla başlayan ve Hamas yandaşlığında Filistinlileri bile geride bırakırken, ülkemizdeki hepi topu 19-20 bin Yahudi yurttaşımıza karşı düşmanlığa dönüşen ‘adı konulmamış’ İslamcılığa değgin Wafa Sultan’ın öyle eleştirileri var ki, paylaşmamak olanaksız.
İsteyen Arap reformistlerinin haber sitesi www.aafaq.org adresinde ‘Gazze ya da sınırsız iki yüzlülük’ başlıklı makalenin gerek Arapça, gerek İngilizce tamamına ulaşabilir, ben ana hatlarını vermekle yetiniyorum:
“İsrail Gazze’yi bombalamaya başladıktan beri binlerce Müslüman, bana ne düşündüğümü soruyor. Benim Gazze’yi saran dehşet ve ölüm hakkında ne düşündüğümü merak eden bu binlerce Müslüman, insan hayatının toplu olarak hiçe sayıldığı başka olaylarda da fikrimi almalıydılar.
Oysa 1983’te Hamas yönetimi 20 bin Müslüman Suriyeli’yi katlederken, tek bir Müslüman sesini çıkarmadı, ne düşündüğümü bilmek istemedi. Son on beş yılda Cezayir’de 200 bin Müslüman, Müslümanlarca katledilirken, kimsenin kılı kıpırdamadı. İslamcılar tarafından tecavüze uğrayan Cezayir’li kadınlar, tecavüzcülerin önce Allah’a dua edip, peygambere yalvardıktan sonra ırzlarına geçtiklerini anlattılar, kimse fikrimi almadı. Daha birkaç ay önce, Gazze’deki Filistinli bir ailenin 11 bireyi, sadece El Fetih taraftarı oldukları gerekçesiyle Hamas tarafından öldürüldüklerinde yine kimse sormadı fikrimi.
Çünkü İslamcılar için insan hayatının değeri yok.
Filistinliler ve yandaşları, Gaza katliamlarını insan hayatına değer verdikleri için değil, katillerin kimliğini ihbar etmek için kınıyorlar. Eğer katiller İsrailli değil de Hamas ya da El Fetih Müslümanları olsaydı, kimsenin sesi çıkmaz, hiçbir yerde gösteri falan da yapılmazdı.
Çocukları intihar bombacısı olarak İsrail’e saldırarak ölünce ‘şehit oldu’ diye sevinçten zılgıt çekip, İsrail tarafından öldürülünce ağıt yakan analığı ben nasıl destekleyebilirim?”
***
Geçen pazar Türk basınından öğrendik, Gazze şeridindeki Hamas Adalet Bakanı’nın 35 yaşındaki kardeşi Fadel El Gül, 22 yaşındaki Aida El Kuddumi ile evlenmiş. Ama fotoğrafta gelinden çok cesedi andıran bir paket var. Beyaz gelinlik, kefenden farksız, içinde kadın mı, erkek mi, hatta insan mı var, anlaşılmıyor. Aida da 22 yaşında gümüş işlemeli kefenle girdiği dünya evinde de zaten, ilk iş ‘İslam yolunda şehit olacak çocuklar yetiştirmek istediğini’, açıklıyor.
Gelin de hak vermeyin Wafa Sultan’a.
sasikan sa (2) [Tüm Yorumları] 27.01.2009 15:52:50 Sn.Kirikkanat bugunku yazinizda bahsi gecen Suriyedeki hamas katliami sanirim bir ceviri hatasindan kaynaklaniyor olayin asli Suriyenin HAMA kentinde musluman kardesler orgutunun baslattigi one surulen isyanin bastirilmasi amaciyla Hafiz Esat rejiminin 1983 yilinda sehirde yaptigi katliamdir olayin hamasla bir ilgisi yoktur bilgilerinize -
Macaristan’daki Nabucco Zirvesi ve Türkiye’nin Rolü
Sinan OĞAN
TÜRKSAM BaşkanıRusya ile Ukrayna arasında yaşanan ve Türkiye dahil bir çok Avrupa ülkesini tehdit eden doğalgaz anlaşmazlığının çözüme kavuşmasının üzerinden sadece birkaç gün geçmesinden sonra 26-27 Ocak 2009 tarihlerinde Macaristan’da (Budapeşte) “Nabucco Zirvesi” hayata geçirilmektedir. Birçok ülkenin devlet ve/veya hükümet başkanının katılacağı toplantıya Türkiye’den Enerji Bakanı Hilmi Güler katılmaktadır. Nabucco Zirvesi’nde genel esaslar ve bir yol haritasının görüşülmesi beklenmektedir.
Toplantının en ilginç yanlarından birisi Nabucco için aslında “kurtuluş” olabilecek ülkelerden birisi olmaya aday İran’ın davet edilmeyişi olmuştur. İran Ulusal Gaz İhracat Şirketi Genel Müdürü Rıza Kasaizade, ülkesinin Macaristan’daki toplantıya davet edilmediğini açıkladı. Bu zirveye sadece tüketiciler ve güzergah ülkeleri değil, aynı zamanda doğalgaz vermesi planlanan üretici ülkeler de davet edilmiştir. Bu çerçevede Azerbaycan, Kazakistan ve Türkmenistan’ın yanısıra, Irak ve Mısır da davet edilmiştir. Zirveye sadece İran’ın değil, zengin doğalgaz rezervlerine sahip Özbekistan’ın da davet edilmemesi bir eksiklik olarak değerlendirilmektedir.Macaristan’taki zirvede ayrıca, Avrupa Komisyonu’nun enerjiden sorumlu Üyesi Andris Piebalgs, Nabucco Gaz Boruhattı Şirketi Genel Müdürü Reinhard Mitschek ile Avrupa Yatırım Bankası ile Avrupa Yeniden İmar ve Kalkınma Bankası Başkanlarıyla ABD’li yetkililerin de hazır bulunması beklenmektedir.Şimdiye kadar Avrupa ülkelerinin neredeyse tamamının Nabucco’ya destek veriyor gibi görünüp Rusya ile tek tek çeşitli anlaşmalar imzalamışlardır. Hatta Nabucco’ya rakip olduğu ifade edilen Rusya’nın bir diğer projesi olan Güney Akım’a destek veren, hatta bu projenin içerisinde yer almaktan dahi geri kalmamışlardır. Ancak şimdi Rusya ile Ukrayna arasında yaşanan krizden sonra alternatif hatların kaynağının ayn ı olmasının sonucu değiştirmediği görüldüğünden Nabucco hattı bir anda bu ülkelerin ilgi alanı haline gelmiştir.Bu zirvenin en renkli ve en çok konuşulan ülkesinin Türkiye olması beklenmektedir. Zira Türkiye’nin şimdiye kadarki tüm desteğine rağmen Avrupa ülkelerinin Türkiye’ye bu projede sadece geçiş ülkesi olarak yer vermek istemeleri ve Türkiye’nin bu projede söz sahibi olmasının engellenmesine çalışılmaktadır. Diğer taraftan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, geçtiğimiz günlerde Brüksel’e yaptığı ziyaret sırasında AB müzakerelerinde Rum Kesimince bloke edilen “Enerji” başlığı ile Nabucco projesi arasında bir “bağlantı” kurmasını bazı Avrupa ülkeleri Türkiye’nin proje üzerinden “şantaj” yaptığı da öne sürülmektedir. Bu şekilde Türkiye’nin bu projede bazı zorluklar çıkardığı iddia edilmektedir. Özellikle de Başbakan Erdoğan’ın dört yıl aradan sonra ilk kez gittiği Brüksel’de Avrupa Politika Merkezi’nde Rumların tavrı nedeniyle Nabucco projesini bloke etmeyi düşünüp düşünmedikleri yönündeki bir soruya, “Enerji faslının blokesi durumunda biz kendi durumumuzu gözden geçiririz” yanıtını v ermesi Avrupa ülkelerinde tartışma yaratmıştır. Bu tavır nedeniyle Türkiye’nin Nabucco’ya zorluk çıkardığı şeklinde yansıtılmaktadır. Oysa Türkiye’nin önceki dönemlerde Nabucco konusundaki girişimleri dikkate alındığında bu suçlamaların yersiz olduğu görülecektir.Bu tartışmaların altında yatan asıl gerçek Avrupa ülkelerinin Türkiye’ye bu projede sadece geçiş ülkesi rolü vermek istemeleridir. Oysa Türkiye bu projenin asıl ortaklarından birisi olmak istemekte ve bu projeden gelecek olan doğalgazdan da daha uygun bir fiyattan pay istemektedir. Şunu akıldan çıkarmamak lazımdır ki, Türkiye olmadan Nabucco projesinin hayata geçirilme imkanı yoktur. Türkiye sadece Kafkasya ve Hazar ülkelerinden değil, aynı zamanda İran, Irak ve Mısır gibi bazı Hazar dışı ülkelerininden de bu proje için doğalgaz temin etmeyi planlamaktadır. Bununla beraber Türkiye’nin öncelikle yapması gereken husus Azerbaycan ile yeni bir doğalgaz anlaşması imzalak olmalıdır. Şahdeniz gazı iiçin yapılan anlaşmanın iki ülke arasında ileri götürülemediği bilinmektedir. Diğer taraftan Rusya’nın da Azerbaycan’a yönelik teklifleri ortadadır. Unutmamak gerekir ki, Nabucco Projesi Türkiye’den=2 0daha çok Avrupa’nın enerji güvenliğini bir nebze de olsa temin edecek bir projedir. Nabucco projesinin Türkiye’ye ekonomik anlamda katacağı fazla birşey olmadığı gibi kendi ihtiyaçlarının bir kısmını da karılamasını aslında engelleyecek bir projedir. Ancak bu projenin siyasi ve stratejik getirileri olabilecektir. Doğru kullanıldığı takdirde Nabucco Projesi Türkiye’nin dış politikasında pek de kullanamadığı “Enerji Diplomasisi” açısından önemlidir. Bugün başta Rusya ve Ukrayna olmak üzere İran gibi bir çok ülkenin enerjiyi bir dış politika aracı olarak kullandığı gerçeği gözönüne alındığında ve Türkiye’nin maalesef dış politikasında böyle bir anlayışın dahi girmediği bir ortamda Nabucco Projesi Türk dış politikasına ve AB ile ilişkilere farklı bir soluk getirebilir.Projede Rusya’nın RolüNabucco Projesi doğası gereği Rusya’ya alternatif bir hat olarak düşünülüp dizayn edilmiştir. Ancak Rusya’nın bir yandan Avrupa’da etkinliğini artırması ve diğer yandan da Nabucco Projesi’nde kaynak sağlamaya aday ülkeler üzerinde yaptığı çalışmalar netic e vermiş ve bu projenin doğalgaz sıkıntısı çekmesine sebep olmuştur. Son olarak Türkmenistan ve Kazakistan’dan sonra Özbekistan ile de geçtiğimiz hafta doğalgaz anlaşması imzalayan Rusya’nın Azerbaycan’a “bütün gazınızı Avrupa fiyatları üzeriden alma garantisi” vermesi bu sebeple de projede Rusya’nın yerinin son derece dikkatli bir şekilde incelenmesi gereğini ortaya koymaktadır.Bizim TÜRKSAM olarak yıllardır yaptığımız çağrıda bu projenin başarılı olabilmesi için Rusya ile bu alanda rekabet yerine işbirliğinin ön planda tutulması gerektiği ifade edilmekteydi. Nihayet bu çağrılarımıza kulak veren Enerji Bakanlığı da geçtiğimiz yıl Rusya’yı projeye davet etmişti.Rusya’nın şimdiye kadarki tavrı bu projeyi “küçümsemek” şeklindeydi ve siz istediğiniz kadar boru döşeyin, içini dolduramadıktan sonra ne işe yarar şeklinde bir tavır sergilemekte ve bu yönde üst düzey açıklamalarda bulunulmaktaydı. Hatta küresel krizin en çok vurduğu ülkelerin başında Rusya gelmesine rağmen Rusya’nın Güney Akım projesinden vazgeçmeyeceği de açıklanmıştır. Tüm bu gelişmeler yaşanırken=2 0Rusya’dan bir başka açıklama gelmiş ve bu ülkenin Nabucco Projesi’ne karşı olmadığı açıklanmıştır. Rusya Federasyonu Başbakan Yardımcısı ve Gazprom Direktörler Konseyi Başkanı Viktor Zubkov, Rusya’nın Nabucco projesine karşı olmadığını açıklayarak Rusya’nın bu projeye dahil olabileceği sinyalini vermiştir. Zubkov açıklamasının devamında şu cümlelere de yer vermiştir: “Nabucco projesinin hayata geçmesi durumunda önceden düşünülmemiş ve ani aniden alınmış kararlara iyi bir örnek olacaktır.” Bu açıklama ile Zubkov’un açıklamalarında bir yandan işbirliği mesajı sezilirken diğer yandan da bu projenin küçümsendiğine dair izleri de bulmak mümkündür.Ermenistan’a Geçiş Güzergahı RolüBu projenin Kafkasya geçiş güzergahı olarak planlanan Gürcistan’ın yanı sıra politik ilişkilerin gelişimine paralel olarak Ermenistan’ın da güzergaha dahil edilmesi görüşülmektedir. Macaristan zirvesinde bu hususun ne kadar gündeme geleceği merak konusudur. Zira Türkiye’nin “Ermenistan Açılımı” ve Fütbol diplomasisinden sonra Ermenistan DışiFleri Bakanı Eduard Nalbandyan’ın “soykırım” iddialarından asla vazgeçmeyeceklerini açıklaması bu alanda Ermenistan’a Nabucco’de bir rol verilmesini güçleştirmiştir. Aslında hem Ermenistan konusunda ve hem de Nabucco Projesi’nin hayata geçirilmesi konusunda somut bir netice alınması güçtür. Bu toplantıda tarafların nasıl bir yöntem izleyeceği belirlenecektir. Ancak 2009 yılının ilk atlı ayı içerisinde Nabucco’nun imzalanması aşamasına gelinebileceği düşünülmektedir.Nabucco Operasından Nabucco ProjesineYıl M.Ö. 586’dır. Babil Krallığı en ihtişamlı dönemlerini yaşamaktadır. Kral II. Nabuccodonosor gücünün doruğundadır ve kendisine yeni hedef olarak Kudüs’ü seçmiştir. Bu amaçla Kral Nabucco Kudüs kentinin kapılarına dayanmıştır. Kudüslüler kenti korumak için ilginç bir savunma taktiği uygulamaktadır. Nabucco’nun daha önce öldü sanılan kızları Abigaille ile Fenena, aslında Kudüslülerin elindedir. Kudüslüler Fenena’yı barış için rehin tutmaktadırlar. Kudüs’ün etkili ismi İbrani Başrahibi Zaccaria, Nabucco’nun kente girdiğini haber alınca, Fenena’yı öldürmek iste r. Ancak bu emeline ulaşamadan engellenir. Zira Kudüs Kralı’nın oğlu Ismaele Fenena’yı sevdiği için onun öldürülmesine izin vermez. Kenti işgal etmek için Kudüs kapılarına dayanan Kral Nabucco’nun kızına aşık olan ve onun hayatını kurtaran İsmaele vatan haini ilan edilir. Diğer esir kız Abigaillee ise aslında Nabucco’nun öz kızı olmadığını düşünmekte ve krallık tacını ele geçirmeyi planlamaktadır. Ayrıca Abigaille, Fenena-İsmaele aşkından rahatsızdır, çünkü o da İsmaele’i sevmektedir.”Hikayede M.Ö. 586 yılında Kudüs’te ve Babil’de yaşanan ve tarihte “Babil Esareti” diye bilinen bir olay anlatılmaktadır. Avusturya’nın İtalya’yı işgali sırasında Giuseppe Fortunino Francesco Verdi (Parma, 1813-Milan 1901) tarafından yazılan dört perdelik Nabucco operasında, aşk, entrika, savaş ve mücadele gibi bugünün petrol ve doğal gaz oyununun vazgeçilmez öğelerinin tamamı kendi yerini almıştır. Müzik tarihinin en iyi opera bestecilerinden biri olan Verdi “Nabucco Operası”nı sanki bugünkü Nabucco Projesi için yazılmıştır.AB Enerji Bakanlarının 2003 tarihinde Viyana’daki toplantıs1nda ilk temsili 1842 yılında Milano’daki Scala Tiyatrosu’nda gösterilen “Nabucco Operası”nı izlemeleri “Enerji Güvenliği” konusunda sıkıntılı olan ve yeni arayışlar içerisinde olan AB Enerji Bakanlarının yeni kaynak arayışlarında verilecek isme ilham kaynağı olur. AB’ye doğal gaz getirecek olan boru hattına Nabucco Doğal Gaz Boru Hattı ismi verilir.Nabucco Operası daha sonra Türkiye’de de sahnelenir. Ancak bu sadece operayla sınırlı kalmaz ve AB Enerji Bakanları Türkiye’ye Nabucco Projesi’nde başrolü verirler. Proje kısaca Hazar Bölgesi ve Orta Doğu doğal gaz rezervlerini Avrupa pazarlarına ulaştırmayı öngörmektedir. Türkiye-Bulgaristan-Romanya-Macaristan-Avusturya Doğal Gaz Boru Hattı Projesi’de diyebileceğimiz Nabucco Projesi konusunda bugüne kadar Enerji Bakanlığı tarafından yapılan çeşitli açıklamaların dışında fiili olarak bir ilerleme sağlanamamıştır.Bulgaristan’dan başlayıp Romanya, Macaristan güzergahını izleyerek Avusturya’ya ulaşması planlanan bu hattın toplam uzunluğu 3.300 km’dir. (Türkiye kısmı: 1.558 km.) Nabucco Doğal Gaz Boru Hattı’nın minimum 25 maksimum 31 milyar m3’lük yıllık taşC4ma kapasitesine sahip olması öngörülmektedir. Hattın 2012’de faaliyete geçmesi hedeflenmektedir. Hattın toplam maliyetinin yaklaşık 8 milyar dolar olması hesaplanmaktadır. Ekonomik krizle beraber düşen inşaat maliyetlerinin Nabucco için bir şanş olduğunu da ifade etmek gerekir.‘Nabucco’ hattı, Hazar havzasından ve Orta Doğu’dan gazın Türkiye/İstanbul üzerinden Güney Avrupa`ya taşımayı öngörmektedir. Bu proje kapsamında alınması düşünülen Azeri gazının zaten Şahdeniz projesi ile 2007`de Türkiye’ye getirilmiştir. Nabucco Projesi tam anlamıyla başladığı takdirde Azeri gazında herhangi bir sorun yaşanmaz. Sorun bir tek Azeri gazının yeterli miktarda olup olmaması ile ilgili olabilir. İran ile anlaşmamız zaten var ve halen bu ülkeden gaz almaktayız. Ancak ABD’nin İran’a ambargo uygulaması konusundaki tavrı ortadadır. İran ile ilgili bir diğer sorun da bu ülkenin yeni gaz yataklarına yatırım yapamaması sebebiyle özellikle kış aylarında İran’ın kendisinin bile gaz sıkıntısı çekmesidir. Irak’ın bu aşamada projeye dahil olması konusunda girişimler mevcuttur. Ancak öncelikle bu ülkede iç istikrarın sağlanması gerekmektedir. Bu ise kısa vadede pek olası gözükmeme ktedir. Irak’da istikrar sağlandıktan sonra projeye katılması olasıdır. Mısır ile geçtiğimiz yılın Şubat ayı ortasında İstanbul’da Mısır doğalgazının Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşınması konusunda TERGAS isimli şirketin kurulmasına ilişkin mutabakat zaptı imzalanmıştır. Bu konuda da bir sorun gözükmemektedir. Burada asıl önemli olan sorun Trans-Hazar projesiyle Türkmen gazının Türkiye ve Avrupa`ya taşınmasındadır. Bu konuda uzun süredir konuşulmasına rağmen fiili olarak net bir adım atılamamıştır. Hazar’ın statüsü sorunu ve Türkmenistan ile Azerbaycan arasında Hazar kaynaklarının paylaşımı gibi diğer temel sorunların da mevcudiyeti Türkmen gazını bu aşamada pek mümkün kılmamaktadır. Bölgenin en zengin doğal gaz üreticisi ülkesi olan Türkmenistan’ın, ardından ise Özbekistan ve Kazaksitan’ın katılımı olmadan ise bu proje fazla bir anlam ifade etmemektedir. Elbette ki, Rusya’nın da bir şekilde projeye dahil edilmesinin mümkün olması durumunda projenin hayata geçme şansı yükseltir.3 bin 300 kilometrelik bu boru hattı projesinde şu anda, Avusturyalı OMV, Bulgargaz, Macar MOL, Rumen Transgaz ve Türk BOTAŞ yer alıyor. Alman RWE Gaz Şirketi 5 Şubat 2008’de Viyana’da yapılan ve Enerji Bakanı Hilmi Güler’in de katıldığı bir toplantıyla Nabucco’nun altıncı ortağı olmuştur. Ancak OMV ile Gazprom arasında giderek derinleşen ortaklığın da ayrıca ele alınması gereken bir konu olduğunu belirtmekte fayda vardır.Fransız şirket Gas de France bu projeye katılmak istemektedir. Ancak Fransa’nın 1915 yılı olayları ile ilgili olarak Türkiye’ye karşı tutunduğu olumsuz ve maksatlı tavrı nedeniyle bu konuda sorunlar yaşanmaktadır. Ancak Fransa’nın son dönemlerde Nicolas Sarkozy ile beraber bir yandan Türkiye’nin AB’ye üye olmasına aktif olarak karşı çıkarken, Ermeni Sorunu’nun tarihçilere bırakılması gerektiği yönündeki tavrı bu alanda bazı yeni gelişmelerin önünü açabilir.
-
İsrail ‘Heron’ları Türkiye’ye vermiyor
Heron krizi! -Vatan Gazetesi – 27.01.2009 Salı 08:55
Cumhuriyet gazetesinden Sertaç Eş’in haberine göre, Terörle mücadelede acil ihtiyaç için İsrail’den stratejik insansız hava aracı Heron-TP modelinden almak isteyen Türkiye’ye olumsuz yanıt geldi. Gazze saldırılarından önce yapılan başvuru, İsrail makamlarının “İhracat izni vermemesi” nedeniyle reddedildi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Gazze saldırıları nedeniyle İsrail’e yönelttiği sert eleştiriler ve Hamas’ı kollayan açıklamalarının kararda etkili olduğu belirtiliyor.
Türkiye, terörle mücadelede insansız hava araçlarına son dönemde yoğun olarak ihtiyaç duyuyor. Bu amaçla yerli bir sistem üretilmesi çalışmaları sürerken mevcut ihtiyacı karşılamak amacıyla da ortak üretim, hazır alım ve kiralama yoluna gidiyor.
İnsansız hava aracı konusunda Türkiye, İsrail ile yoğun işbirliği yapıyor. Mevcut durumda Türkiye’nin elinde bir kiralık insansız hava aracı, bir de test çalışmaları süren sistem bulunuyor.
Türkiye’nin, elindeki sistemleri yedeklemek amacıyla stratejik insansız hava aracı Heron-TP modelinden almak için İsrail’e başvurduğu öğrenildi. Bu istek, İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarından önce iletildi. Savunma sistemlerinin modernizasyonu, ortak üretim konularında yoğun işbirliği yapan İsrail, stratejik Heron istemini ilgili makamların ihracata izni vermediği gerekçesiyle geri çevirdi. İsrail makamlarının bu kararı, Başbakan Erdoğan’ın Gazze saldırılarında kendilerine yönelttiği sert eleştiriler ve Türk kamuoyunda oluşan tepki nedeniyle aldıkları savunuluyor. -
Darfur katliamının asıl nedeni “petrol ve uranyum“
Darfur bölgesinde yaşayan Araplar ile Arap olmayan Müslüman gruplar arasındaki bu savaşta binlerce kişinin öldüğü bir milyondan fazla kişinin de yerlerinden edildiği bildirilmektedir.
Toplam yüzölçümü 510 bin kilometrekare olan Darfur bölgesinde 5 ila 7 milyon kişinin yaşadığı sanılmaktadır.
Dünyanın en fakir ülkelerinden birisi olan Sudan’da çorak arazilerde yarı göçebe hayatı yaşayan Müslüman olan bu insanların diğer Müslümanlar tarafından neden katledildiği tarihindeki gelişmeleri incelediğimizde daha net görebiliriz. Sudan’ın doğal kaynakları araştırıldığında Darfur bölgesinde URANYUM kaynakları bulunduğu ve bu kaynakların ABD ve İngiliz emperyalistlerinin kontrolünde bulundurulması için güney Sudan’da olduğu gibi Darfur’da da çatışmalar yaratılmıştır.
Sudan hükümeti aracılığı ile başka emperyalist rakiplerin ellerine geçmesinin engellenmesi girişimi olduğu gözlerden uzak tutulmaya çalışılıyordu. Ve planlı bir vahşete göz yumuluyordu. Sudan hükümet orduları Darfur bölgesindeki isyancılara doğrudan saldırmak yerine o yörede yaşayan başka bir kabileyi harekete geçirerek katliamlar düzenlediler. Buna karşılık Darfur’da faaliyet gösteren isyancılar, ABD’den elde ettikleri en modern silah ve haberleşme cihazları ile savaş yürütüyorlar. Sudan’ın Darfur bölgesi ile güney Sudan’da yürütülen katliamlar ve savaşların bu bölgedeki URANYUM ve PETROL yataklarının kimler tarafından kontrol edileceği savaşından başka bir şey olmadığı açıkça görülmektedir.
Son üç buçuk yıldır şiddetlenen bu savaş da din, ırk, soykırım, etnik temizlik, isyancı, ayrılıkçı şiddet vs. doruk noktasına ulaşmış bulunmaktadır. Bugün Darfur’da 200 bin insanın ölümüne, iki milyon kişinin de bölgeyi terk etmesine yol açmıştır. Buradaki durumun bu denli kötüleşmesi tüm Orta Afrika ülkelerine sıçrayabileceğini artık görmezlikten gelemeyiz.Sudan 1820′lerden 1882′ye kadar Osmanlı topraklarına dahildi.
1881′de başlayan ayaklanmalar neticesinde el değiştirmiş ve İngiliz emperyalizminin sömürgesi olmuştur. 1955′te İngiliz emperyalizmine karşı başlayan ayaklanmalar sonucunda 1956 yılında “bağımsızlığını” elde etmişlerdir. İlk iki yıl sonunda askerler sivil otoriteyi görevden alarak 1964 yılına kadar başta kalırlar. Bu dönemi saymazsak Sudan’da kuzey ve güney bölgeler arası devamlı olarak dini temele dayalı kıyımlar yaşanmıştır. Bütün bunlara rağmen, Darfur’da uzun yıllar, hayvancılıkla uğraşan “Arap” olarak tanımlayan göçebe kabilelerle, tarımla uğraşan “Siyah” olarak tanımlanan yerleşik kabileler arasında genellikle barış ortamı hakimdi.
Gerginliğin tırmanması 1970′lerde yaşanan büyük kuraklıkla başladı. Hayvancılıkla uğraşan Arap göçebe kabileler bereketli topraklara doğru uzanınca, o güne kadar geleneksel yöntemlerle çözülen göçebe-yerleşik ihtilafları birden büyüdü. 1970′lerin başında ABD’nin Chevron petrol şirketi Sudan’ın güneyinde petrol araştırması yapmış ve “olumsuz” sonuçlar almıştı. 1978′lerde ise büyük miktarda petrol yatakları tespiti yapılmış, İsveç, Fransız, Çin, Malezya ve Sudan devletinin şirketleri tarafından çalıştırılmaya başlanmıştır. Bundan dört yıl sonra da petrol yataklarının bulunduğu bölge olan güney Sudan’da hükümete karşı isyanlar başladı.
Bu isyanların başını ABD’de yüksek öğretim ve askeri eğitim alan komutanların oluşturduğu “Sudan Halk Kurtuluş Ordusu” adlı örgüt çekiyordu.
1980′lerden itibaren bu bölgeleri doğrudan kontrol altına almaya girişen ABD, bu petrol yataklarına el atmaya başlayan diğer emperyalist tekellerle çatışmaya başladı. Yine aynı tarihte Fransız Total FinaElf Petrol Şirketi Sudan’ın Güney bölgelerinde sismik araştırmalar yapmıştı. Bu araştırmalar sonucunda bu bölgelerde petrol için “büyük potansiyel” olduğunu tespit etmişti. 1980′lerin ortasında Sudan iç savaşı sırasında ABD’nin Chevron şirketi faaliyetlerini askıya alırken Fransız TotalFinaElf şirketi ise Sudan Hükümeti ile görüşmelerini devam ettirdi. 1990′ların başında bu bölgedeki petrol yataklarına el atan bir diğer tekel de Kanada’nın Talisman Enerji Şirketidir.
Bu şirket, yine Kanada’dan Arakis Enerji Şirketi ile bir dizi yatırımlar yapmaya başladılar.
999′da Fransız TotalFinaElf Sudan’da petrol rafinerileri kurmaya başladı.
Çin Milli Petrol Şirketi (%40), Malezya’dan Petronas Şirketi (%30), Sudan Hükümeti ile Büyük Nil Petrol Şirketi’ni, Hindistan devletinin Petrol ve Doğal Gaz Şirketi de %25′lik hisse aldı.
Çin Şirketi – Malezya Şirketi – Hindistan Şirketi toplam olarak %95 hisseye sahip oldular.
Bu şirketler, Kanadalı Talisman Enerji Şirketi ile beraber 1999′da döşedikleri petrol boru hattı aracılığı ile Güney petrol yataklarından Kızıl Deniz’e petrol pompalamaya başladılar.
Bu petrol boru hattı sayesinde günde 240 bin varillik petrol pompalayan Çin, Hindistan ve Malezya Uzakdoğu devletleri olunca, diğer petrol şirketleri Fransa, ABD ve İngiliz emperyalistlerinin kontrolü dışında petrol kaynaklarına sahip oldular.
Sudan petrol yataklarının, petrol şirketleri tarafından sürdürülen paylaşım savaşının, bu kanlı çatışmaların temelinde yatan neden olduğu açıkça görülmektedir.
Buna ilaveten, 1980′lerde Çad yönetimine karşı ayaklanan güçlerin kabiledaşlarının olduğu Darfur bölgesine yerleşmesi, ardından Libya’nın buraya İslamî Lejyonlar yollamasıyla Darfur bir silâh ambarına dönüştü ve her kabile kendi milisini kurdu. Sudan’ın en büyük, en zengin ve en kalabalık bölgesi olan Darfur’da, İslâmi hükümetin silâhlandırdığı Müslüman Arap milislerin, Müslüman Siyah kabileler üzerinde başlattığı acımasız bir bastırma ve yıldırma operasyonu tüm siyah kabileleri Müslüman Cancavid milislerine karşı birleştirdi. Cancavid (süvari) olarak adlandırılan bu Müslüman Arap milislerinin bir kısmı göçebe Arap kabilelerinin milislerinden, diğer bölümü ise 15 yıl önce patlak veren Çad iç savaşından arta kalan başıboş askerlerden oluşuyordu ve bu milisler geçimlerini yağmadan çıkarıyorlardı.
Şubat 2003′te ortaya çıkan ve ilk başta ciddi bir güç gibi gözükmeyen Sudan Kurtuluş Ordu’sunun ardından ikinci bir örgüt de ayaklanmaya katıldı. Sudan ordusunun önemli bir bölümünün Darfur kökenli olması, Hartum hükümetini ordu dışı milis güçleri oluşturup, bunlar aracılığıyla bölgeyi temizleme politikasına yöneltti. Üstelik 1963′te köleliğin resmen yasaklanmasına rağmen, bu milisler yaygın biçimde zenci köylerine baskın düzenleyip, çocukları kaçırıp, bunları Sudan kentlerinde köle olarak satıyorlardı. Bugün Sudan’da on binlerce çocuğun köle olarak Arap Müslüman ailelerinde çalıştırıldığı tespit edilmiştir. Hükümet çeteleri desteğini reddetse de, Darfur’un küçük köylerinde ve kırsal kesiminde hükümet güçleri ve militanların küçük kız çocuklarından yaşlılara kadar her yaştaki siyah Afrikalıya tecavüz, kadınları da seks kölesi olarak kullanıldığı belirtiliyordu.Sudan’da yeni bir insanlık dramı yaşandığı kesin.
Darfur’da 2003 Şubat’ında başlayan ayaklanmadan bu yana, 10 ila 30 bin arasında sivil ve milisin öldüğü, bir milyondan fazla kişinin köylerini terk etmek zorunda kaldığı, yüz binden fazlasının Çad’a sığındığı, geri kalanının aç ve perişan güvenli bir köşe bulmak için dolaştığı bir dramdır. Mülteci kamplarında açlık ve hastalıktan ölenlerin sayısını da eklersek tasarlanmış vahşetin acı sonucunu görürüz. Sudan Devlet Başkanı Omar al-Bashir, tüm söylenenlerin gerçekle ilgisi olmadığını BM ve Avrupa’nın Sudan’ın durumuyla ilgilenmediğini, kendi çıkarları olduğunu belirtmesi ayrıca, Sudan Devlet Başkan Yardımcısı Ali Osman Taha, 29 Temmuz 2003′te Associated Press’e verdiği demeçle: “Darfur’da olanlar başkaları aracılığı ile yapılan bir savaştır” diye itiraf etmesi bu acı sonu değiştirmez.
Yüzlerce insan komşu ülke Çad’a kaçmaya çalışıyor. Böyle bir durumdan, komşu Çad’da etkilenebilir ve bölge ülkelerinin istikrarı da bozulabilir. Çad’da şu anda Darfur’dan kaçmış yaklaşık 200 bin mülteci çöllerde kurulu kamplarda hayatını sürdürüyorlar. Bütün bunlara rağmen, BM gözlemcileri ve ABD’de soykırım tabirini kullanılmasını aşırı bulduklarını Sudan’da yaşananların aslında olmayan bir ulus-devlet tasarımının can çekişmesi olduğunu soykırım sayılmayacağını belirtmişlerdir. Sudan hükümeti ise yeni ve daha geniş bir BM varlığına karşı çıkıyor. BM, her zamanki gibi ağırdan alıyor, katliamcılara zaman veriyor ve katliamı izlemeye devam ediyor.
Soğuk Savaşın sona ermesinden bu yana dünyada büyük katliamlar yaşandı. BM, ABD, AB bunların yaşanmasını engelleyebilirdi ama seyrettiler veya dolaylı yoldan kendileri yarattılar. Dünyayı kendi aralarında bölüşen, sömürgesi yapan Batılılar en büyük vahşetlere imza attılar. Soykırım yapmış kişileri desteklemiş olmanın sorumluluğunu taşıyorlar mı acaba ? Son üç yılda şiddetlenen bu katliamlara engel etnik farklılıklar mı yoksa paylaşılamayan petrol geliri miydi acaba ?. (Acabaları çoğaltabiliriz ).
Bunun tespitini iyi analiz etmeliyiz yoksa Sudan’da Afrikalı siyah kalmayacak.
Yetkililer Darfur’da önlem almayı biraz daha geciktirirlerse Afrika’da bir medeniyetin yok olduğuna hep birlikte şahit olacağız.
Bugün gelinen nokta ise;
Biraz geç de olsa Darfur bölgesine, BM ile Afrika Birliği asker ve polisinden oluşacak 26 bin kişilik karma barış gücü gönderilmesini sağlayacak kararı oybirliğiyle kabul ederek müdahale etme kararını almış bulunmaktadırlar, umarım bu da oyalama formüllerinden biri değildir gerçekleştirilir !
Not:
Sudan’da içme suyuna karışan Medine kurdu larvaları insan hayatında önemli bir tehdit oluşturuyor. Korunmanın tek yolu, hiç su içmemek. Çöl iklimi etkisiyle 40 ile 50 dereceye ulaşan sıcaklıkta susuz hayat mümkün görünmüyor. ABD’nin sürekli çıkardığı suni nedenlere dayalı savaşlara, savaş sanayilerine ayırdıkları bol miktar paradan sömürdükleri
ülkelerin kalkınmaları için pay ayırmaları gerçek dünya barışı için şart olmuştur.SACİDE ERÇETİN / HEDDAM
-
Dünya ‘think tank‘ indeksi
ABD’de yayınlanan her raporu resmi görüş zanneden bilgisizliği bir nebze gidermenin yolu, bu kılavuzu okumaktan geçiyor
Türkiye’de, ABD’de yayınlanan her raporu Amerikan görüşü zanneden bir bilgisizlik var. Medyanın da dahil olduğu bu bilgi eksikliği, Amerikan siyasetini doğru okumayı engelliyor. Benzer biçimde Avrupa ülkelerinde de var olan yüzlerce ‘think tank’in politik ve ekonomik kaynakları bilinmeden, yayınladıkları raporların ne türden siyasi amaca yönelik olduğunu anlamamız zor.
Think-Tank’ler nedir? Ne iş yapar? Nereye gidiyor? İşte dünyadaki önemli ‘think tank’lerin finansal ve politik yapıları..
FOREIGN POLICY ARAŞTIRDI
ABD merkezli bir think-tank kuruluşu olan Carnegie Endowment’ın yayınladığı Foreign Policy dergisi son sayısında think-tankler konusunda yapılmış ilk kapsamlı çalışmayı okurlarına sundu.
Pennsylvania Üniversitesi, Think-Tank ve Sivil Toplum Departmanı Direktörü James McGann’in çalışmasıyla hazırlanan araştırmada think-tanklerin ne işe yaradığı, niçin bu kadar önemli olduğu, ne kadar bütçeye sahip oldukları değerlendiriliyor. Yazıda, 20 Ocak’ta görevi devralacak olan Barack Obama’nın da beraber çalışacağı insanları think-tank çevrelerinden seçtiği hatırlatılıyor. Think-tanklerin son zamanda artan popülaritesinin sebebi olarak sayfalar dolusu kağıtlar ortaya koymak yerine, günümüzün karmaşık ve can sıkıcı sorunlarına parlak çözümler bulmaları gösteriliyor. Liderlerin giderek think-tanklerle yakın ilişkiye geçtiğini belirten araştırma, bağımsız analizlerin, güncel politikaların belirlenmesinin ve bilgi ile eylem arasındaki boşluğu kapatmasının think-tanklere gösterilen ilginin sebepleri olduğunu söylüyor.
Dünya çapında yaklaşık 5500 think-tank olduğu belirtilen araştırmada, bunların hepsinin eşit şartlarda faaliyet göstermedikleri de hatırlatılıyor. Yazıda, thik tank’lerin, güvenlikten, çevreye, değişik sorunlarla ilgilenenlerden, milyonlarca dolarlık bütçesi bulunanlara; tek kişilik kuruluşlardan, partizanca davrananlara kadar geniş bir ölçekte faaliyetlerinin devam ettiği vurgulanıyor.
Araştırma think-tank kuruluşlarını çeşitli kategorilere göre ayırıyor. Bu kategoriler ise şu şekilde sıralanıyor:
Politika Üretenler: Bu kuruluşlar diğerlerine göre rekabetçi bir üstünlüğe sahiptirler. Bakanlar ve bürokratların aradığı türde know-how ve halkla ilişkiler çalışmalarına sahiptirler. ABD merkezli Rand Corporation, Urban Institute; İngiltere merkezli Overseas Development Institute; Brezilya merkezli Fundaçao Getulio bu türe örnek olarak verilebilir.
Partizanlar: Belli bir ideoloji çevresinde örgütlenmiş olan bu kuruluşlar, siyasi skalanın sağı ve solu için politika önerileri geliştirirler ve yeni siyasi yetenekler ortaya çıkarırlar. Ayrıca, siyaseti bırakmış eski liderlere de ev sahipliği yaparlar. ABD’de Heritage Foundation ve Center for American Progress; İngiltere’de Adam Smith Institute ve Civitas bunlar arasında sayılabilir.
Hayalet Kuruluşlar: STK gibi görünmesi planlanan bu kuruluşlar aslında hükümetlerin uzantılarıdırlar. Diktatörlerin, sivil toplumun gelişmesi için çaba gösterdiklerini kanıtlayabilmeleri amacıyla kurulmuşlardır. Çin merkezli China Development Institute, Rusya merkezli Institute for Democracy and Cooperation, Özbekistan merkezli Center for Political Studies bu türde kuruluşlara örnektir.
Akademisyenler: Think-tank dünyasının yıldızları ve politika üretiminin güç merkezleri olan bu kuruluşlar yeni gündemler belirlemek ve yeni girişimler inşa etmek için çalışırlar. ABD merkezli Brookings Institute ve Council on Foreign Relations; İngiltere merkezli Chatham House; Danimarka merkezli Danish Institute of International Studies akademisyenlerin kurduğu bazı think-tanklerdir.
Aktivistler: İyiyi-yapın grubu olan aktivistler, sadece önemli konuların savunuculuğunu yapmakla kalmazlar; kendilerini ilgilendiren konularda birinci sınıf politika üretip araştırma da yaparlar. Human Rights Watch ve Amnesty International bu grubun içerisindedir.
Araştırmanın bulgularına göz attığımızda ise dünyada toplam 5465 adet think-tank kuruluşu bulunduğu görülmektedir. Kuzey Amerika’da 1.872, Batı Avrupa’da 1.208, Asya’da 653, Latin Amerika ve Karayipler’de 538, Doğu Avrupa’da 514, Sahra Altı Afrika’da 424, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da 218, Okyanusya’da 38 think thank varddır.ABD merkezli olan think-tank sayısı 1777′dir. Bu dünyadaki tüm think-tank kuruluşlarının yaklaşık üçte birine denk gelmektedir. Washington 350 think-tank kuruluşu ile dünyadaki diğer herhangi bir ülkeden (ABD hariç) daha fazla kuruluşa ev sahipliği yapmaktadır. ABD’de 1980′den sonra kurulan think-tank sayısının 2 katına çıktığı da önemli bir bulgu olarak göze çarpmaktadır.
Bölgesel olarak önde gelen think-tank kuruluşları aşağıda sıralanmıştır:
ABD merkezli önde gelen 15 think-tank kuruluşu:
1. Brookings Institution – Washington
Yıllık Bütçe: 60.7 Milyon $
İlgi Alanları: ABD Dış Politikası, Orta Doğu
2. Council on Foreign Relations – New York
Yıllık Bütçe: 38.3 Milyon $
İlgi Alanları: ABD Dış Politikası, Ulusal Güvenlik
3. Carnegie Endowment for International Peace – Washington
Yıllık Bütçe: 22 Milyon $
İlgi Alanları: Nükleer Silahsızlanma, Çin
4. Rand Corporation – Santa Monica, California
Yıllık Bütçe: 251 Milyon $
İlgi Alanları: Askeri Strateji, Ekonomi-Politik
5. Heritage Foundation – Washington
Yıllık Bütçe: 48.4 Milyon $
İlgi Alanları: Vergi Politikaları, Füze Savunma
6. Woodrow Wilson International Center for Scholars – Washington
Yıllık Bütçe: 34.5 Milyon $
İlgi Alanları: Bölgesel Çalışmalar, Demokrasi
7. Center for Strategic & International Studies – Washington
Yıllık Bütçe: 29 Milyon $
İlgi Alanları: Savunma Politikaları, Diplomasi
8. American Enterprise Institute – Washington
Yıllık Bütçe: 23.6 Milyon $
İlgi Alanları: Ticaret, Savunma
9.Cato Institute – Washington
Yıllık Bütçe: 19 Milyon $
İlgi Alanları: Liberteryanizm, Serbest Piyasa
10. Hoover Institution – Stanford, California
Yıllık Bütçe: 34.1 Milyon $
İlgi Alanları: Savunma politikaları, Muhafazakârlık
11. Human Rights Watch – New York
Yıllık Bütçe: 35.5 Milyon $
İlgi Alanları: İnsan Hakları, Uluslararası Adalet
12. Peterson Institute for International Economics – Washington
Yıllık Bütçe: 9.5 Milyon $
İlgi Alanları: Ticaret, Küreselleşme
13. United States Institute of Peace – Washington
Yıllık Bütçe: 24.7 Milyon $
İlgi Alanları: Çatışma Çözümü
14. National Bureau of Economic Research – Cambridge, Massachusetts
Yıllık Bütçe: 29.8 Milyon $
İlgi Alanları: Ekonomik Büyüme, Deneysel Araştırma
15. Center for Global Development – Washington
Yıllık Bütçe: 9.8 Milyon $
İlgi Alanları: Küreselleşme, Eşitsizlik
Diğer ülkelerde kurulu önde gelen 10 think-tank kuruluşu:
Chatham House – Londra, İngiltere
Yıllık Bütçe: 12.4 Milyon $
İlgi Alanları: Uluslararası Ekonomi, Bölgesel Çalışmalar
International Institute for Strategic Studies – Londra, İngiltere
Yıllık Bütçe: 15.3 Milyon $
İlgi Alanları: Silahsızlanma, Kontra-Terör
Stockholm International Peace Research Institute – Solna, İsveç
Yıllık Bütçe: 5.3 Milyon $
İlgi Alanları: Silahlanma Kontrolü, Çatışma Yönetimi
Overseas Development Institute – Londra, İngiltere
Yıllık Bütçe: 25.9 Milyon $
İlgi Alanları: Uluslararası Kalkınma, İnsani Problemler
Centre for European Policy Studies – Brussels, Belçika
Yıllık Bütçe: 8.6 Milyon $
İlgi Alanları: Avrupa Birliği
Transparency International – Berlin, Almanya
Yıllık Bütçe: 13.3 Milyon $
İlgi Alanları: Yolsuzluk
German Council on Foreign Relations – Berlin, Almanya
Yıllık Bütçe: 6.4 Milyon $
İlgi Alanları: Alman Dış Politikası, Uluslararası İlişkiler
German Institute for International and Security Affairs – Berlin, Almanya
Yıllık Bütçe: 16.4 Milyon $
İlgi Alanları: Alman Dış Politikası ve Güvenliği
French Institute of International Relations – Paris, Fransa
Yıllık Bütçe: 8.1 Milyon $
İlgi Alanları: Trans-Atlantik İlişkiler, Avrupa Meseleleri
Adam Smith Institute – Londra, İngiltere
Yıllık Bütçe: 500000 $
İlgi Alanları: Serbest Piyasa, Sosyal Politikalar
Latin Amerika ve Karayipler’deki önde gelen 5 think-tank kuruluşu:
Consejo Argentino para las Relaciones Internacionales – Arjantin
Facultad Latinoamericana de Ciencias Sociales – Kosta Rika
Libertad y Desarrollo – Şili
Centro de Estudios Públicos – Şili
Centro de Implementación de Políticas Públicas para la Equidad y el Crecimiento – Arjantin
Asya’daki önde gelen 5 think-tank kuruluşu:
Chinese Academy of Social Sciences – Çin
Japan Institute of International Affairs – Japonya
Institute for Defence Studies and Analyses – Hindistan
Centre for Strategic and International Studies – Endonezya
Institute for International Policy Studies – Japonya
Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki önde gelen 5 thin-tank kuruluşu:
Al-Ahram Center for Political and Strategic Studies – Mısır
Center for Strategic Studies – Ürdün
Institute for National Security Studies – İsrail
Gulf Research Center – Birleşik Arap Emirlikleri
Emirates Center for Strategic Studies and Research – Birleşik Arap Emirlikleri
Sahra-Altı Afrika’daki önde gelen 5 think-tank kuruluşu:
Centre for Conflict Resolution – Güney Afrika
South African Institute of International Affairs – Güney Afrika
Institute for Security Studies – Güney Afrika
Free Market Foundation – Güney Afrika
Council for the Development of Social Science Research in Africa – Senegal
Çalışma alanlarına göre önde gelen think-tank kuruluşları ise şunlardır:
Güvenlik ve Uluslararası Konular:
Brookings Institution
Chatham House
Carnegie Endowment for International Peace
Council on Foreign Relations
International Institute for Strategic Studies
Uluslararası Kalkınma:
Brookings Institution
Overseas Development Institute
Council on Foreign Relations
Rand Corporation
Woodrow Wilson International Center for Scholars
Uluslararası Ekonomi Politikaları:
Brookings Institution
Peterson Institute for International Economics
Fraser Institute
National Bureau of Economic Research
Adam Smith Institute
DÜNYA BÜLTENİ HABER MERKEZİ
YORUM:
TÜRKİYE’DEN BİR DÜŞÜNCE VE STRATEJİ KURULUŞUNUN OLMAMASI, DÜNYADAKİ DURUMUMUZU ORTAYA KOYMAKTADIR.
BUNA GÖRE DÜŞÜNENLERİN, DÜŞÜNCELERİNİ DÜŞE-KALKA DÜŞÜNMEDEN UYGULAMAK BİZE DÜŞÜYORMUŞ!
EH! BU DA BİR DÜŞÜNCE!
ALINTIDIR.
-
GAZZE ATEŞ-KES SÜRECİN’DE GEREKEN ANALİZLER
Doç. Dr. Oya Akgönenç
Savaş Kıvılcımları
Bazı olaylar vardır, küçükmüş gibi görünürler ama etkileri diğer birçok olaydan daha faklı ve büyük olur. Filistin işte öyle olaylardan birisidir. 27 Aralık 2008 den 17 Ocak 2009 kadar 22 gün süren ve 22 gün Gazze saldırıları tam bir yıkım, facia ve trajedi olmuştur ve Gazze, sadece insanların değil, “insanlığın da” öldüğü bir yer olmuştur.
Gazze diye bilinen yer, İsrail’in Güney Batısında, 4-5 km genişlikte ve 10 kilometre uzunlukta yani toplam 55 km2’lik minik bir sahil şerididir. Bazı yazarların ifadesi ile İsrail’in yirmi de biri kadardır. Gazze, Filistin topraklarından, Filistinlilerin elinde kalabilen iki yerden birisi olup, diğeri de Batı Şeriadır. Filistinli’lerin baş şehri de artık onların elinde değildir çünkü Kudüs’ü İsrail ele geçirmiştir.
Değişimler:
Bazı Filistinli’lerin direniç gücü kırılmış ve kendi topraklarında, tam anlamı ile oraları işgal eden “Güç’ün” esiri haline gelmişlerdir. El Fetih (al-Fatah) diye bilinen, yılların yorulmaz savaşcılar, artık yorulmuş ve yumuşamışlardır. İsrail’in istediği kıvama gelmişlerdir. Bu arada, bağrından çıktıkları toplum’dan da kopmuşlardır.
El-Fetih veya diğer resmi adı ile Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ)nün başkanı Mahmut Abbas, merhum Yasır Arafat’tan sonra seçimle değil, tayinle o göreve atanmış olup, İsrail’in sözünden çıkamayan bir lider olmuştur. İsraile birlikte bazı diğer ülkeler Abbas’ı Filistinlilerin lideri kabul etmektedirler. Ama, Filistin halkının çoğu başka bir liderlik kadrosu bulmuşlardır. Halkın direniş istek ve güdüsü ile yeni bir grup çıkmış bulunmaktadır. Bu da Hamasdır yani (İslami direniş Örgütü).
El-Fetihciler yani eski Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) çoğunlukla Batı Şeria’da yaşamakta olup, bir kısmı da Güneyde Gazze’de bulunmaktadır. Son Gazze saldırıları sırasında İsrail ile işbirliği yaparak, Gazze’de ki Hamas liderlerinin oturdukları yerleri ve Gazze’lilerin gıda ve ilaç getirmek için kazdıkları tünneleri tespit edip, İsraile bildirenler bunlar arasından çıkmıştır. Filistin halkı da bunu bilmektedir. Bu eski grup daha da ileri giderek, İsrail’e “şu Haması tamamen temizleyin de, orada istediğiniz gibi bir kontrol ve idare kuralım” dedikleri herkesce öğrenilmiş bir gerçektir. Medya bu bilgileri deşifre etmekte hayli başarılı olmaktadır.
El-Fetih’ciler kendi tabanlarını 2006 yılında yapılan genel şeçimlerde kaybetmişlerdir. Halk onları tasvip etmediğini, yaptıkları rüşvet, yolsuzluk ve gelen yardım fonlarında ki süistimalleriden bıkmış olup öfkesini sandığa yansıtmıştır. Bu örgüt artık bir “direniş ve özgürlük örgütü” olmaktan çıkmıştır.
Halk her konuda yanında ve yardımcısı olan ve Filistin’in vatan topraklarını korumak ve özgürlük kazanmak için çalışan Hamas’ı %71 oy ile yönetime seçmiştir. Bu demokratik halk zaferi ve ezici halk oylarını İsrail ve ABD tanımamıştır. Hamas’ı seçen çoğunluğun yaşadığı Gazze üstüne ceza olarak ağır bir ambargo konmuş ve Gazze’ye giriş-çıkış kapıları kapatılmıştır. Seçilen milletvekilleri tutuklanmış ve hapse konmuştur. Son günlerde İsrail otoriteleri Abbas taraftarlarının kendilerinden bu milletvekillerini hapiste tutmaya devam etmelerini istediklerini deşifre etmişlerdir.
Bundan sonra ki aylarda El-Fetihciler mücadele etmek için Hamas’ı hedef tahtası haline getirmişlerdir. Halkın onlara verdiği idradeyi döve, döve onlardan almaya çalışmışlardır. Ama hiç bir sonuç elde edememişlerdir.
Tuzaklar ve Etraftaki dikkenli Teller:
İsrail tüm askeri gücü ile Gazzeye saldırırken, El-Fetih’ciler de onların arkasına sığınarak kaybettikleri iktidarı yeniden kapmak sevdasına düşmüşlerdir. Kısacası sadece “Güç’ün” değil aynı zamanda “kendi iktidar hırslarının”da esiri olmuşlardır. Filistin’in durumu’nun ne olacağı, onların önem sırasında çok arkalara düşmüştür. Halbuki, Vatan şayet uğrunda ölmeye razı olan varsa, vatandır. Görünen odur ki bu mücadeleyi de 22 gündür bütün fedakarlığı ile sadece Gazze’liler vermektedir.Bütün tahminlerin aksine Hamas daha da güçlenmiştir.
Gazze bu savaşın öncesinde 18 aydır ve savaş sürecince tam bir kuşatma altında olup, Gazze’den giriş ve çıkışlar tamamen kapatılmıştır. Yani, Gazze havadan, karadan ve denizden tam bir İsrail kuşatması altında bu mücadeleyi vermiştir. Arap topraklarına açılan, Mısır hududunda ki Refah kapısını da Mısır’ın 2005 yılında İsraille yaptığı bir anlaşma gereği “sımsıkı kapalı tutulmuştur.”
Mısır bu kapıyı kapalı tutarken günde sadece bir kaç saat geçişe izin vermiş ve dünyanın çeşitli devletleri tarafından gönderilen “ acil insani yardım’ların” çok uzun beklemelerden sonra, geçmesine izin veriştir. Bu arada pek çok Gazze’li de kan kaybından veya ilaç eksikliğinden ölmüştür.
Mısır bu kadarla kalmamış, durumun vahametine dayanamayan Mısır halkı’nın galeyana gelmesine ve gösteri yapmasına mani olmak için 65,000 kişilik asker ve polisi sokaklarda görevlendirmiştir.Ayrıca, Cuma günleri şehirlerdeki büyük camii’leri Cuma namazına kapatmıştır ki kalabalıklar toplanma yerleri bulamasın. Bunları barış adına yaptığında da ısrarlıdır.
Diğer Arap ülkelerinin bir çoğu da Hamas’ın yenilmesini zımnen kabul eden ve istiyen tavırlar sergilemekte ve benzeri “halk direnişinin” kendi ülkelerinde olamsından korkmaktadırlar. Bu sebepledir ki aralarında ki mevcut örgütlerin çağrılarına rağmen haftalarca toplanamamışlar veya güçlü bir bildiri yayınlayamamışlardır.
Barış toplantısı için toplanmaya çalışan Arap devletleri kendi çıkarlarını düşünerek hesaplar yapmaya devam etmişlerdir: Mesela, Katar Arap Birliğini Daho’da bir toplantıya çağırır çağrımaz, Mısır da hemen Şamr-el Şeyh’de aynı zamana denk düşen bir toplantı ayarlamıştır.
Katar’a Hamas lideri davet edilirken, Mısır’a da Mahmut Abbas davet edilmiştir.
Siyasi Tsunami:
Arap rejimlerinin bir çoğu ve diktatör eğilimli yöneticiler ( Mısır gibi) “halkın’ın sesini dinlemeyen” veya “dinlemek istemeyen rejimler, Gazze’deki halk direnişinin dünya çapında yaratacağı “dip dalga”nın etkisinden endişe etmektedirler.
Yenilmenin de bir sınırının olduğu ve ezilenlerin bir gün herşeye karşı direnebileceği artık gözler önüne serilmiş bulunmaktadır. Yukardıa anlatılan gelişmeler önemli olayların alt yapısını hazırlamakta olup, önümüzde ki aylar ve yıllar içinde pek çok değişimin tetikleyicisi olacak niteliktedir.
Kısacası büyük bir dip-dalga adeta sosyal ve siyasi bir Tsunami gibi Orta-Doğu’yu ve diktacı rejimleri çarpacağa benzemektedir.