Etiket: Dış Politika

  • HAGEL TÜRKİYE’YE GELİYOR! TÜRKİYE ‘SAVAŞ MERKEZİ’!

    HAGEL TÜRKİYE’YE GELİYOR! TÜRKİYE ‘SAVAŞ MERKEZİ’!

    111527b7595992df10f5c12e7b3

     

    Erkan GÜÇİZ: NATO zirvesinde ABD savunma bakanı Chuck Hagel, İngiltere, Fransa, Almanya, Kanada, Avustralya, Türkiye, İtalya, Polonya ve Danimarka’nın ABD ile birlikte Sünni militanlarla başa çıkacak çekirdek grubu oluşturduğunu söyledi.

    ***

    5 Eylül tarihli küresel medya ajansı Reuters’in haberi şöyle:1

    “ABD, Irak’ta IŞİD militanlarına karşı, kara kuvvetlerini içermeyen, müttefik ve dostlardan oluşan geniş kapsamlı bir “çekirdek koalisyon” kurduğunu bildirdi.

    Başkan Obama, Galler’deki NATO zirvesinde, ‘İslamcı militanları’ ortadan kaldıracak bir harekete katılmaları için müttefiklerin desteğini istedi ancak zirve, hava saldırılarında kaç devletin Washington’a destek vereceği belli olmadan son buldu.

    Dışişleri Bakanı John Kerry ve Savunma Bakanı Chuck Hagel, aceleyle organize edilen bir toplantıda 10 ülkenin dışişleri ve savunma bakanlarına, Iraklıları eğitmek ve malzeme vermek gibi başka yollardan da yardım edebileceklerini söylediler.

    ABD savunma bakanı Chuck Hagel, İngiltere, Fransa, Almanya, Kanada, Avustralya, Türkiye, İtalya, Polonya ve Danimarka’nın ABD ile birlikte Sünni militanlarla başa çıkacak çekirdek grubu oluşturduğunu söyledi.

    Toplantılara katılan Türkiye, yabancı ülkelerden gelip güney sınırından Suriye’ye giden mücahitleri engelleme çabası içinde. Hagel haftaya Türkiye’ye gidiyor.”

    ***

    Aynı haberi veren İngiliz gazetesi The Guardian, Hagel’in Türkiye’den ne isteyeceğini yazdı.2

    “ABD Savunma Bakanı Chuck Hagel, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’la görüşmek için gelecek hafta Türkiye’ye gidiyor. Türkiye’den koordine edilmiş hava saldırılarının merkezi olması istenebilir.”

    ***

    Reuters’in ABD basınına verdiği bültende ise, “ABD’nin IŞİD’e karşı kurduğu koalisyonda Türkiye’nin sessiz bir rolü olabilir” başlığı ile görevimiz daha da açıklık kazandı.3

    “Durumun hassasiyetinden dolayı, Türk yetkililer, Irak’a saldıran ABD uçaklarının hiçbirinin Türkiye’nin güneyindeki İncirlik Hava Üssünden kalkmadığı ısrarla belirttiler.

    Dışişleri eski planlama uzmanı, Leigh Üniversitesi profesörü Henri Barkey, “Hava saldırıları için İncirlik Hava Üssünün kullanılmasına izin vermezler” dedi.

    “Foley’in kafasının kesilmesi yalnız bize değil, Türklere de bir mesaj idi” diye ekledi.

    Bir yandan, 1952’de katıldığı NATO’ya bağlılıklarını tekrarlarken Türk yetkililer aynı zamanda rehinelerin hayatını tehlikeye atacak bir hareketten kaçındıklarını söylüyorlar.

    Ankara’da Batılı bir diplomat, “İki dere arasında kalmış durumdalar… Eminim askeri bir hareketi destekleler fakat bunu açıkça söyleyemezler” diyor.

    Afganistan’da ABD birlikleri kumandanlığı yapmış emekli Korgeneral David Barno ve diğer uzmanlar, Türkiye arka planda kalarak, tankerlere, istihbarat uçuşlarına ve İnsansız Hava Araçlarına izin verebilir diyor.

    Bombardıman uçakları dışında diğer konularda üslerin kullanılmasına razı olabilirler.

    Obama’nın Ortadoğu’da yeni bir savaşa girmekten kaçındığı bir ortamda Türkiye, Suudi Arabistan Ürdün ve diğerlerini Suriye’deki IŞİD hedeflerine yönelirken ABD’nin arkalarında olacağına ikna etmek gerekiyor.

    Dışişleri Bakanlığı Suriye Şubesi eski uzmanlarından Fred Hof, “Bir koalisyona katılmayı ciddi olarak düşünen, ve sonra da katılmaya razı olan birisinin ABD Başkanı’nın ve ABD’nin arkasında olduğundan, ortada bırakılmayacağından yüzde yüz emin olması lâzım” diyor.”

    Kaynak:
    1.http://uk.reuters.com/article/2014/09/05/uk-iraq-crisis-coalition-idUKKBN0H00TM20140905
    2.
    3.
    kaynak: Banu Avar sayfası face, 6.9.2014

  • Davutoğlu, Neo-Osmanlıcı değil Pan-İslamist

    Davutoğlu, Neo-Osmanlıcı değil Pan-İslamist

    Davutoğlu’nun 1990-2000 arasında yazdığı 300 makaleyi tarayan eski öğrencisi Dr. Behlül Özkan, yeni başbakanın plan ve hedeflerine ilişkin çok çarpıcı bulgulara ulaştı

    AMBERİN ZAMAN

     

    Türkiye’nin yeni başbakanı Ahmet Davutoğlu ile ilgili bu soruyu ortaya atan eski öğrencisi ve son günlerde uluslararası çapta ilgi toplayan Marmara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden Yardımcı Doçent Behlül Özkan.

     

    Davutoğlu’yla aynı lise, aynı üniversite ve aynı bölümden mezun olan Özkan, Davutoğlu’nun 1990 ile 2000’li yılları arasında kaleme aldığı 300 küsur makaleyi taradı. Geçtiğimiz günlerde Londra merkezliThe International Institute for Strategic Studies adlı düşünce kurulusuna bağlı ve akademik dünyanın en prestijli dergileri arasında sayılan Survival dergisinde Davutoğlu’nun entelektüel donanımına dair son derece çarpıcı bir makale yayınladı. Türkiye’yi yakından izleyen çevreler arasında şok etkisi yaratan makale Davutoğlu’nun fikir dünyasına ilişkin epey iddialı tezler içeriyor.

     

    Bunların başında Davutoğlu’nun genel kabulün aksine “neo-Osmanlıcı” değil, “pan-İslamcı” olduğu yer alıyor.

     

    Davutoğlu’nun dış politikadaki yaklaşımına sert eleştiriler getiren Özkan epey tartışma yaratacak bu tezlerini Taraf’a anlattı.

     

    ***

     

    AZ: Davutoğlu nasıl bir başbakan olacak?

     

    Davutoğlu son derece ihtiraslı, siyasi idealleri olan bir politikacı. Asla bir emanetçi olmayacaktır. Eğer yeterli bir süre AK Parti içinde liderliğini devam ettirebilirse partiye damgasını vuracağını tahmin ediyorum.

     

    İslamcı camia üzerinde 20 yıllık ağırlığı olan, saygı duyulan bir akademisyen ve siyasetçi.

     

    AZ: Davutoğlu’nun makalelerini tarama fikri nasıl oluştu sizde?

     

    28 Şubat sürecinde 1998’de Marmara Üniversitesi’nde yüksek lisansa başlamıştım. Davutoğlu’ndan ders almıştım. İyi bir hocaydı. Uluslararası Teori dersini almıştım o dönem. Stratejik Derinlik konseptini anlatmıyordu ama klasik emperyal yayılmacı jeo-politikanın Davutoğlu üzerindeki etkilerini ilk derslerde görmeye başlamıştık. “Stratejik Derinliğin” ve teorik altyapısını oluşturan emperyal jeo-politika 1870’lerden sonra dünyada ve Batı’da özellikle hâkim olmuş, Amerika, İngiltere ve Almanya’nın yayılmacılığını meşrulaştırmaya çalışan bir düşünce akımı. Temsilcileri Harold MackinderKarl HaushoferNicholas Spykman. Bunların Davutoğlu üzerinde ciddi etkisi olduğunu görmüştüm derslerde ve daha sonra bu makaleyi [Survival yazısını kast ediyor] yazmaya başladığımda bakalım Ahmet Davutoğlu’nun düşüncesinde bunların etkisinin ne zaman başladı diye araştırmaya başladım.

     

    Ulaştığım üç yüze yakın makalesi var. Bunların çoğu İslami yayın organlarında yayımlanmış.

     

    AZ: Keşfettikleriniz sizi şaşırttı mı?

     

    Şaşırmadım ama şaşırdığım bir nokta var. Davutoğlu üzerinde bu yayılmacı politikanın 1990 yıllarında başladığını sanıyordum. Oysa Davutoğlu doktorasını dış politika üzerine yapmamış. Uluslararası ilişkiler üzerine de yapmamış. İslam ve Batı siyaset felsefesini karşılaştırmış. Fakat Davutoğlu, 1986’dan itibaren baktığım zaman 27 yaşında genç bir doktora öğrencisiyken İskender Paşa Cemaati’nin dergilerine yazdığı yazılarda bu emperyal jeo-politikaların etkileri net bir şekilde görülüyor. Ben Davutoğlu’nu Türkiye’de siyasal İslam’ın “organik aydını” olarak tanımlıyorum. Bu [İtalyan Marksist] Antonio Gramsci’nin kavramı. Davutoğlu ait olduğu ideolojik yapıya organik olarak bağlı. Düşüncesiyle o yapıyı sorgulayamaz, çünkü o yapı içinden çıkmış biri ve o yapının bütün ideolojisini benimseyerek çıkmış.

     

    AZ: Yani düşündüğünüzden daha mı radikal biriyle karşılaştınız?

     

    “Stratejik Derinlik” veya Dışişleri bakanlığı döneminden çok daha sert bir Davutoğlu gördük makalelerde.

     

    Davutoğlu Batı’nın otoriter yayılmacı mantığıyla İslamcılığı harmanlıyor.

     

    Ulus öncesi düşünce yapısına sahip. Bu beni şoke etti. Türkiye’nin 21. yy’deki stratejisini çizdiğini iddia ettiği kitapta Batı’da artık kullanılmayan birtakım kavramları kullanıyor. Örneğin Lebensraum veya “yaşam alanı”na “Stratejik Derinlik”te sık sık rastlanıyor.

     

    AZ: Askerî önlemler öngörüyor mu bu yayılmacılık politikası?

     

     

     

     

    Hayır. Siyasal olarak yayılacak, İslami düşüncelerle. İslamcı grupları entegre edecek ve genel olarakİhvan (Müslüman Kardeşler) üzerinden düşünülüyor. Davutoğlu şunu iddia ediyor: Ortadoğu’da da otoriter rejimler çökecek ve bunun yerine İhvan benzeri İslamcı grupların iktidarında yeni bir Ortadoğu kurulacak. Lideri de Türkiye olacak. Ama bu dünya tarif edilirken “demokrasi” kelimesine hemen hemen hiç rastlamıyoruz. Davutoğlu Osmanlı sonrası Ortadoğu’da kurulan bütün devletlerin yapay olduğunu düşünüyor. Ama Avrupa Birliği modeli post ulus-devleti idealize etmiyor. Tam tersi ulus-devletin gerisine gidiyor. Yani İslami düşünceye gidiyor. 200 yıl öncesine gidiyor. İslam birliği üzerinden yeni düzen istiyor.

     

    AZ: Bu düzen nasıl kurulacak?

     

    Davutoğlu diyor ki Türkiye bugünkü Misak-ı Milli sınırları içerisinde kalamaz. Soğuk savaş sonrası statükocu pasif Batı yanlısı politikasında ısrar ederse ve sınırları içerisinde kalmakta ısrar ederse yıkılır diyor. Etrafını domine eden bir hegemonya kurmalı bölgesinde ama bunu kurmazsa yıkılır diyor. Tıpkı 1920’lerin 30’ların Almanya’sı için edildiği gibi.

     

    AZ: Anlaşılan Ahmet Davutoğlu Türkiye’de siyasal İslam’ın önemli bir figürü.

     

    Aynen. Ahmet Davutoğlu Türkiye’deki Siyasal İslam’ın “project boy”u (idealleştirdiği isim). Ona hep bir yıldız olarak bakmışlar. İstanbul Erkek Lisesi mezunu. Boğaziçi’nde lisans ve yüksek lisans yapmış. Ama ailesi fakir değil. Babası Konyalı bir tüccar ve İstanbul’a göç ediyor. Oğlunu okuması için teşvik ediyor. Aldığı eğitim ile bir yandan Batı tedrisatından geçiyor ama bu onun İslamcı ideolojisinin tonunu bozmuyor çünkü aynı zamanda Kur’an eğitimi de alıyor. Dinsel eğitimini aksatmıyor ama bir taraftan da Batı tedrisatında bu Batılı düşünce yapısıyla tanışıyor. Davutoğlu tam bu ikisinin sentezi.

     

    AZ: Batılı düşüncenin etkileri Davutoğlu’nda fikir dünyasının neresinde yer alıyor?

     

    Davutoğlu’nun Batı’dan esinlendiği Batı’nın demokratik insan haklarına saygı duyan, bireysel özgürlüğü savunan yönü değil. Davutoğlu’nun Batı’dan esinlendiği 1945 öncesi özellikle Almanya’da kendini gösteren çok daha otoriter, devleti ön plana çıkaran siyasal hayatı bir güç mücadelesi şeklinde gören veMakyavel’in “sonuca giden her yol mubahtır” siyasi düşünce anlayışıdır. Aslında Davutoğlu Batı’yı içi boş bir uygarlık olarak görür. Savunulması gereken değer İslami değerler der ama bunların tam olarak ne olduğunu sorduğumuzda cevaplar bulamıyoruz.

     

    AZ: Davutoğlu için ısrarla “pan-İslamist” terimini kullanıyorsunuz. Neden?

     

    Davutoğlu’na sürekli “neo-Osmanlıcı” deniyor. Oysa değil. 300 makalesinde hiçbir zaman neo-Osmanlıcı olduğunu söylememiş; dahası yeni Osmanlıcılığı da eleştirmiş. Osmanlıcılık gayrı Müslimleri de içeren bütün farklı etnik ve dinsel grupları Osmanlı kimliği altında toplamayı ve entegre etmeyi düşünüyordu ve ciddi bir Batılılaşma hamlesi başlattı.

     

    Davutoğlu Özal’ı Tanzimat paşalarına benzetir, Batıcı olmakla eleştirir. Abdülhamid dönemi İslamcılığını idealize eder ama yanlış okuyor, çünkü Abdülhamit döneminin İslamcılığı defansif İslamcılık ve Osmanlı’nın bütünlüğünü korumaya yönelik. Davutoğlu pan-İslamist çünkü defansif değil yayılmacı, pasif değil aktif. Türkiye’yi Ortadoğu’da merkez olarak konumlayıp Ortadoğu’da yeni birliktelik düşünüyor. Hatta buna Bosna ve Arnavutluk’u da katıyor. Pan-İslam dünyası Sünni inanışın hegemonik olduğu düzen. Aksi düşünülemez çünkü bu pan-İslamist dünyada İran yok mesela.

     

    AZ: Türkiye’nin dış politikasını Davutoğlu tek başına mı götürdü?

     

     

     

     

    AK Parti’nin siyasetinde Başbakan’ın [O şimdi Cumhurbaşkanı] her alanda özgül bir ağırlığı olduğunu görürsünüz. Bunun tek istisnası dış politika. Bu, Erdoğan’ın tek yetkin olmadığı alan. Yabancı dil bilmiyor. Eğitim tedrisatı olarak oradan gelmiş bir insan değil, yerel yöneticilikten geldi. Dış politikaya, dinamiklere vâkıf değil. Başbakanın, üzerinde hiçbir bakanın olmadığı kadar, hâlâ danışmanken Davutoğlu’nun üzerinde çok etkin olduğu görülüyor. Davutoğlu’na kredi verebileceğimiz bir nokta 2007’e kadar olan dış politika. Onda da Gül çok etkin ve Ortadoğu’da çok stabil bir ortam vardı. Davutoğlu şablonlarla düşünüyor. Sabit şartlarda Gül’ün kontrolünde başarılıydı.

     

     

    YENİ BAŞBAKAN’IN DIŞ POLİTİKASI HAYALLERDEN İBARET

     

    AZ: Davutoğlu’nun Suriye politikası tam olarak neydi? Neden çöktü?

     

    Suriye dış politikasında yaşadığımız kriz ve sorunlar beni hiç şaşırtmadı, çünkü etik bakıyoruz deniliyor ama ben etik değer olarak neyin savunulduğunu net olarak göremiyorum. Esad’ı 2011 Ağustos’undan sonra altı ayda devireceklerini düşündüler. Esad devrildiğinde de yerine Müslüman Kardeşler’in Suriye kolu iktidara gelecek dediler. Ortadoğu konusunda Davutoğlu sürekli şunu söyler: “Şam’ı Kahire’yi sokak sokak biliriz.” Davutoğlu’nun dış politikası yüzünden bırakın Şam’ı Bağdat’ı sokak sokak bilmeyi, Türkiye Ortadoğu’da yönünü kaybetmiş, çünkü Davutoğlu’nun dış politikası realiteyi yansıtmıyor. Onun hayal dünyasından ibaret. Çünkü Davutoğlu tarihi 1918’de bitmiş gibi kabul ediyor. Osmanlı yıkıldı, tarih dondu ve şimdi tekrar Türkiye 1918 yılında bıraktığı yerden devam edecek diyor. Ancak 1918’den itibaren Arap milliyetçiliği, sosyalizm akımları oldu. Mısır ve Suriye’de ordu gibi siyasete çok önemli etki eden kurumlar var. Bunları bir kenara itti. İhvan gibi siyasi İslamcı grupları iktidara taşımaya yönelik tüm gücünü kullandı. Türk dış politikasını buna angaje ettiler.

     

    Baas rejimi her ne kadar son derece diktatoryal ve insanlık dışı eylemlerde bulunsa da o ülkede toplumun bir yerine tekabül eden bir desteği var. Suriye’yi bilen uzmanlar 2011 Ağustos’unda rejim çok daha uzun sürer gitmemek için direnecektir dediler. Fakat yanlış politikada ısrar edildi. Suriye’deki iç savaşın taraflarından biri oldu Türkiye. Esad’ı devirmek için gittikçe daha radikal grupları desteklemekte beis görmediler.

     

    AZ: Amerika Ağustos 2011’de Esad’ın devrilmesi gerektiğini söylemeseydi Türkiye bu kadar angaje olmazdı ama. Davutoğlu’na haksızlık edilmiyor mu?

     

    Ortadoğu’da önemli bir aktörseniz hiçbir ülkeye güvenerek dış politikanızı belirlemezsiniz. Komşunuzda iç savaşın taraflarından biri olmazsınız. İç savaş çıkartmamak için her çabayı sarf etmezsiniz. Türkiye Davutoğlu döneminde Suriye’yi Afganistanlaştırmış, Türkiye’yi de Pakistanlaştırma tehlikesiyle karşı karşıya bırakmıştır. Ortadoğu’ya demokrasi, insan hakları getirmek isteyen hangi ülke Katar ve Suudi Arabistan’la beraber hareket eder?

     

    AZ: İlk etapta Esad ile Erdoğan’ın arası çok iyiydi. Burada bir çelişki yok mu?

     

    90’larda Davutoğlu otoriter rejimler yıkılır diyor. 2002’de bu rejimler ayakta duruyor. Davutoğlu realist davranıyor, bunlarla ekonomik ilişki, kültürel ilişkileri geliştirelim bu toplumlarla etkili konuma gelelim diyor. Davutoğlu son derecek pragmatik aynı zamanda. Batı’yla ilişkileri de son derece pragmatik. Zamanı geldiğinde bu ülkelerin iç siyasetinde etkili olabiliriz diye düşündüler. Aslında sıfır sorun politikası 2011’e kadar diktatörlerle sıfır sorun politikasıydı.

     

    AZ: Değişen neydi?

     

    Davutoğlu için iki önemli dönüm noktası var. Kaddafi’nin devrilmesiyle bundan böyle bütün diktatörlerin devrileceğini ve istedikleri siyasal İslam liderliğinde bir Ortadoğu kurulacağını düşündü. Çok yanlıştı çünkü Kaddafi Batı’nın müdahalesi sonucunda devrilmişti. İkinci dönüm noktası Mısır’da İhvan’ın devrilmesi ve darbe sürecidir. İdealize ettikleri Siyasal İslam iktidara geldi ardından hayalleri çöktü. Bizde de benzer bir süreç yaşanır korkusu yayıldı.

     

     

    “AVRUPA BİRLİĞİ’NE KESİNLİKLE İNANMIYOR”

     

    AZ: Davutoğlu Batı’ya güvenmiyor mu?

     

    Türkiye’nin 1945’lerden beri süren dış politikasına baktığımızda NATO üyeliği ve benzeri Batı’yla olan ittifakı zorlayanlar bir tek Sol olmuştur. Siyasal İslam’da Batı’yı eleştirmek vardır ama hiçbir zaman TR’yi ABD’nin karşısına çıkartacak, NATO’dan ayrılacak gücü kudreti kendinde görmez. Türkiye’yi bölgesel güç olarak görür ve bunu ABD’nin şemsiyesi altında şekillendirir. ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin eşbaşkanı olarak görür. Kürecik radarına izin verdiğini görüyoruz. Bunun tek istisnası İsrail.

     

    AZ: Ne gibi?

     

    Yazılarında İsrail’in varlığına karşı çıkacak doğrudan bir şey demiyor ama hep ima yoluyla söylediğini görüyoruz. İsrail’i 1945-48 öncesinde Avrupa’daki sorunun Ortadoğu’ya ihracı gibi görür.

     

    AZ: Din Davutoğlu’nun politikalarını ne kadar etkiliyor?

     

    1983 yılında Kudüs’ü ziyaret ediyor. Kıldığı sabah namazından bahsediyor. Öyle bir yazıyor ki bunu, dinin düşünce yapısını çok etkilediğin görüyoruz. Bir taraftan İslamcı öbür taraftan dini diplomaside kullanmaktan, dış politikada rasyonalize etmekten çekinmediğini görüyoruz. Burada diyalektik ilişki var. Hem din kendisini etkiliyor hem dini de kullanıyor kendi dış politika amaçlarına ulaşmak için. Dünyayı medeniyetlere ayırıyor. Türkiye İslam medeniyetine ait. Türkiye ne yaparsa yapsın, İslam’ın içindedir. Avrupa Birliği’ne kesinlikle inanmıyor. Almazlar bizi diyor. Ve Davutoğlu’nun düşünceleri kendi camiasında sorgulanmıyor. Yenilmezlik unvanı yapıştırıyorlar. İnanılmaz karakter, yaptığı her şey doğru. Kendini tarihe yön veren, tarihin sahnesinde bir aktör olarak görüyor. Ama Türkiye orta ölçekte bir devlet. Buna göre hayal kurarsınız, Türkiye’yi küresel bir devlet olarak hayal ederseniz işte böyle Musul’da 49 diplomatınız bir radikal örgütün eline esir kalır ve ağzınızı açıp tek kelime söyleyemez hâle gelirsiniz.

     

    amberin.zaman@gmail.com

     

    TARAF

  • MEGALİ İDEA VE YAHUDİ LOBİSİNİN KIBRIS MÜZAKERELERİNE ETKİSİ

    MEGALİ İDEA VE YAHUDİ LOBİSİNİN KIBRIS MÜZAKERELERİNE ETKİSİ

    Megali İdea ve Yahudi Lobisi’nin Kıbrıs Müzakerelerine Etkisi
    20 Temmuz, Birinci Kıbrıs Barış Hareketi’nin 40. yıldönümüdür. Bu tarih KKTC’de Barış ve Özgürlük Bayramı olarak kutlanır. 14 Ağustos 1974’de İkinci Kıbrıs Hareketi yapıldı. Türkiye, Rum tarafını barışa zorlamak üzere Kıbrıs Türklerine kalmasını istediği topraktan daha fazlasını kontrol altına aldı. Maraş, bunun örneğidir.
    1959 ve 1960 antlaşmalarıyla, Rum ve Türk toplumlarının yönetimde ortaklığı ilkesine dayanan Kıbrıs Cumhuriyeti’ni Rumlar hiçbir zaman içine sindiremediler. 1960’lar boyunca Türklere yönelik baskı, sindirme, katliam uygulandı. Nihayet EOKA örgütü, Makarios yönetimini Türklere karşı pasiflikle suçlayarak darbe yaptı. Türkiye garantör devlet İngiltere ile birlikte hareket etmeyi teklif etti. Olumlu cevap alamayınca çıkarma hareketi düzenlendi.Prof.Dr. Alaeddin Yalçınkaya
    Adanın bellirli bir bölümü kontrol altına alındıktan sonra Rum tarafıyla uzlaşma yolları arandı. 1975’de Kıbrıs Türk Federe Devleti’ni kuruldu. Federasyon olmadan kurulan bu federe devlet Türk diplomatik dehasının bir ürünüydü! Çünkü Türkiye’nin federasyon talebini reddeden Rum tarafı böylece federe statüsünü kabullenmek zorunda kalacaktı. Halbuki Rum tarafı, uluslararası sözleşmelerle kurulmuş Kıbrıs Cumhuriyeti’nin sahibi gibi örgütlendi, bu devletin tek sahibi olarak uluslararası ilişkilerde kök saldı.
    Federasyon olmadan federe devlet ucubesinin anlamsızlığını anlayan Türk tarafı 1983’te KKTC’ni ilan etti. Böylece Türk tarafının kendi yolunda ilerlediğini ve kararlılığını gören Rum tarafının derhal adil şartlarda uzlaşacağı beklenmekteydi. KKTC’yi hemen tanımak isteyen dost ülkelere “sakın KKTC’yi tanımayın, biz bunu taktik icabı kurduk” denildi. Halen de her müzakere öncesinde bu son şans, Rum tarafı uzlaşmazsa Türk tarafı yoluna devem eder, yani diğer ülkeler tarafından tanınma kampanyasını başlatır, sözlerini duyarız.
    Rauf Denktaş’ın ömrü kalıcı ve âdil bir barış müzakereleri ile geçti. Ondan sonraki KKTC yöneticileri de bu yolda nice gayretler sarfetti. Konuyu takip edenler, Türk tarafının “güven artırıcı önlemler” adıyla, Rum tarafına taviz vererek bir şekilde uzlaşma çıkışlarından bıktı. Esasen Maraş’ın iskâna açılmaması bu önlemlerin bir parçasıydı. Türkiye, burasını askeri kontrolüne aldığı halde yerleşime açmayarak Rumları uzlaşmaya zorladı. Geçen yarım asır boyunca her müzakere sürecinde Rum tarafı, Maraş’ın kendilerinin hakkı olduğu hesabıyla görüşmeleri yürüttü. Zaman zaman Maraş’ı yerleşime açma tehditlerimize gülüp geçtiler.
    Kıbrıs’ta her müzakere sürecinin ayrı bir hikâyesi vardır. Belki bunlardan en uzunu veya karmaşık olanı Annan Planı’dır. 2014 yılı itibariyle yeni bir müzakere süreci başlamıştır. Temmuz’a geldiğimizde bu süreç de tıkanma sinyalleri vermektedir.
    Doğu Akdeniz’de Kıbrıs ve İsrail’e ait Münhasır Ekonomik Bölge’de zengin doğalgaz yatakları bulunarak işletme aşamasına gelindi. Türkiye ve KKTC’ye göre hukuken burası 1959-60 sözleşmeleriyle kurulmuş olan Türk toplumunun da taraf olduğu devlete aittir. Türkiye, Rum yönetimindeki Kıbrıs Cumhuriyeti’nin tasarruflarını, esasen böyle bir devleti tanımıyor.
    Sözkonusu itirazlar kaale alınmadan bu gaz çıkarılıp satılabilir. Ancak gazın Avrupa’ya en uygun yoldan ulaşması Türkiye üzerinden mümkün gözükmektedir. Bu durumda uzlaşma yolu bulmak gerek. Öyle ise yarım asırdır her fırsatta pürüz olan bu sorun kökten çözülmeli. Bunun için üst düzey ABD ve AB yetkilileri Kıbrıs’a gitme ihtiyacı duydular.
    Ortada dev gibi bir doğal gaz kaynağı ile Avrupa pazarı bulunurken artık sorunun bir şekilde çözülmesi bekleniyor.
    Her seferinde taraflar çözümü arzu ediyor gözükmekte, masadan kaçan imajını yüklenmemek için gayet olumlu mesajlarla süreci ilerletmektedirler. Ancak Rum tarafı hiçbir zaman egemenliği Türk tarafı ile paylaşmak istememekte, hatta burada Türk varlığına dahi tahammül edememektedir. İki asırlık Megali İdea’nın Kıbrıs maddesi, Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanmasıdır ki buna kısaca Enosis denmektedir. Yunanistan hiçbir zaman Megali İdea’dan geri adım atmamıştır. Mesela ekonomik krizinin en sıkıntılı günlerinde, subayına maaş ödeyemezken Ege’de 16 adaya asker çıkararak Yunan bayrağı dikmiş, masraftan kaçınmamıştır. Yunanistan’ın Megali İdea yolundaki bu adımları Türkiye tarafından sükûnetle karşılanmış, yeni bir sorun çıkmasın diye bu işgal adeta zamanaşımına bırakılmıştır.
    Adadaki her siyasi entite doğrudan Enosis’e taraftar olmasa da Türk varlığına son verme konusunda sorun yoktur. Bu idea çerçevesinde Rum tarafı adil ve kalıcı barışı daha önce arzu etmediği gibi bugün de bunu düşünmek istememektedirler. Ancak doğalgaz temelli İsrail veya Yahudi lobisi baskısı Rumları uzun süre masada kalmaya zorlamıştır.
    Bu aşamada Türkiye’nin başına gelecek bir felaket, iç savaş ve benzeri durum, yahut bölgesel bir savaşa girerek enerjisini tüketmesi ve batının hiçbir zaman esirgenmeyen desteği ile Rum tarafı bu hedefe ulaşacağına inanmaktadır. Bunun için acele de etmemektedir.
    Türkiye’nin iç politikada gerilmesi, Suriye ve Irak’ta her geçen gün derinleşen ve ülkemizi içine çeken felaketler zinciri Rum tarafını hevesine ulaştırır mı acaba. Yoksa Rum tarafı masadan kalkar kalkmaz, daha önce blöf kabul edilen kendi yolunda ilerlememizin, yani KKTC’nin tanıtım kampanyasının zamanı geldi mi?
    alaeddin.yalcinkaya@marmara.edu.tr

  • 40 Yıldır Kıbrıs Adasında Barış

    40 Yıldır Kıbrıs Adasında Barış

    GUL CELKAN

    9253-1

    Avrupa Birliği yayın organı olan Eurobarometer tarafından Avrupa Komisyonu adına yapılan anket çalışması haklılığımızı bir kez daha gözler önüne serdi. 20 Temmuz 1974 Mutlu Barış Harekatı’nın sadece Kıbrıs Türklerine değil, hem Rumlara hem de Yunanistan’a barış ve huzur ırtamı getirdiğini Cumhurbaşkanımız Sn.Rauf R.Denktaş ve tüm Türkiye’nin ve KKTC’nin yetkilileri tarafından ozelikle Sayin Denktas’in hem Cumhurbaskani oldugu donemde hem de gorevden ayrildiktan sonra son nefesini verinceye kadar bıkmadan usanmadan her platformda anlatılmış ve anlayan ancak anlamazlıktan gelen dünya bu gerçeği KKTC gerçeği ile birlikte ergeç anlayacaktır. Eurobarometer’ın AB üyesi ülkeler ülkede yaptığı kamuoyu araştırmasının sonuclarına göre Rumların diğer AB üyesi toplumlarına göre hayatlarından daha mutlu oldukları gerçeği ortaya çıkmıştır. Bu durumu yaratan faktörlerin esas nedeni olarak 1974’ten beri adada huzur ve istikrarın olması ve barış ortamının hakim olması gösterilmektedir.

    KKTC olarak inandığımız doğrulardan asla taviz vermeden yolumuza göğsümüz açık, başımız dik yürüdüğümüz sürece “hangi çılgın bana zincir vuracakmış, şaşarım” demekten başka bir söz söylemek mümkün değil elbette.

    “Para mutluluk getirmez” derler. İşte bu lafın doğruluğunu Türk milleti olarak yine bu kamuoyu araştırması ile dünyaya gösterdik. Yıllık kişi başı gelir çok yüksek olmasa bile Türklerin %65’i hayatlarından memnun olduklarını ve paranın amaç değil araç olduğunu ve haysiyet ve şahsiyetlerinden asla ödün vermeden yollarına Euro’lar dökülse bile asla bununla doğrulardan şaşmayıp dünyaya Türklerin kim olduğunu ve Türk kimdir, nasıldır ve de en önemlisi maddenin yani paranın hiçbir Türk’ü doğrularından ayırmayacağını ispat ederek dünyaya güzel bir ders vermişlerdir.

    KKTC’yi ne Talat ne Erel ne Akıncı ne de Fogg’ın “müridleri” Rum’a yama yapabilir ve de onlar için önemli olan para gerçek Türk milleti için asla bir anlam ifade etmemektedir. Unutuyorlar “bir hırka bir ekmek” yeterlidir asil Türk milleti için. Unutuyorlar Atatürk’ün bize herşeyi öğrettini ancak bir türlü esareti öğretemediğini… Unutuyorlar galiba damarlarındaki asil kanın renginin bayrağa yansıdığını…Unutuyorlar galiba bayrağın Türkler için ne demek olduğunu…

    Neyse işte yapılan bu kamuoyu araştırması da uzerinden birkac yil gecmis olsa da 1974 ün herkese BARIŞ getirdiğini gozler onune sermektedir…nereye kadar inkar edecekler Türkiye’yi ve Türkiye’nin KKTC için yaptıklarını, içimizdeki gözleri kendilerine yem olarak uzatılan yeşil Eurolardan başka bir şey göremeyen Rum’a hizmeti vatan hizmeti addeden bu kişiler….

    Nice 40 yillara KUZEY KIBRIS TURK CUMHURIYETI

    20 TEMMUZ BARIS VE OZGURLUK BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN.

  • Erdoğan’ın dış siyasetinde akıl ve arzular arasındaki fark açılıyor

    Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde Erdoğan’ın dış siyaseti bir yol ayrımına geldi: Aklın gösterdiği mi, gönlün istediği mi? „

     

     

     

  • Petraeus oyunu

    Petraeus oyunu

    ErgunGulerErgün Diler

    Geçtiğimiz günlerde Amerikalı dostumun söylediklerini sizlerle paylaşmıştım! CIA eski Başkanı David Petraeus’un IŞİD’in başında olduğunu, Türkler’i hiç sevmediğini ve mezhep savaşı çıkarmak için orada görev yaptığını uzun uzun anlatmıştım… Dostum, Petraeus’un CIA Başkanlığı’ndan komik bir sebeple ayrılıp IŞİD’i kurmak için Ebu Bekir Bağdadi ile Irak’ta biraya geldiğini de aktarmıştı!
    Hem de ABD’nin terör listesinde olan biriyle…
    Petraeus’un IŞİD’in başında olduğunu dostum dünyaya duyurmuştu!
    O günden sonra birçok yerde ve özellikle ABD’de bu konu gündemde kaldı! Herkes IŞİD’i çözmeye çalışıyordu!
    Kimse net olarak haklarında bir söz söyleyemiyordu!
    Musul konsolosluğumuzu basıp ellerine geçirdikleri TÜRKLER’LE sırra kadem basan bu örgüt kimdi?
    Nasıl bir operasyonla karşı karşıyaydık!
    Nereye sürükleniyorduk?
    Köşk seçimleriyle ilgisi var mıydı bu olanların?
    Öyle ya ŞİİLERE DÜŞMAN olan IŞİD, Suriye’de Esad’ın yanında ve korumasındaydı!
    Ortada cevap bekleyen garip sorular vardı!
    Tam da bu noktada eski bir dostuma ulaşmayı başardım! Çok ama çok akıllı biriydi! Devletin kılcal damarlarındakini bilirdi! Dengelerin nasıl kurulduğundan önce onun haberi olurdu!
    Konuşma fırsatı yakalar yakalamaz da konuyu IŞİD’e ve bölgeye getirdim!
    Ben de soru, onda ise cevap çoktu!
    Çok farklı şeyler söyledi!
    Amerikalı dostumun sözlerinin üzerinden başka bir noktaya gitti!
    Ben heyecanlandım!
    Çok keyif aldım! Bakalım siz ne düşüneceksiniz?

    Çok sağlam bir kaynağım “IŞİD’in başında Petraeus var” dedi! Sonra da doğrulandı! Bu adam ne yapmak istiyor? Amacı ne?
    O yazını okudum!

    O zaman kolay anlaşacağız!
    Farklı baktığım noktalar var!
    Öncelikle IŞİD, Suriye ve Irak’ta farklı farklı ellerde! Aynı şey değil!

    Petraeus neden burada? Neden bir Türk düşmanı bölgede?
    Operasyon sonuca varsın diye…

    Operasyon mu?
    Elbette! Öncelikle Konsolosluğumuzu basıp Türkler’i ellerine geçirenler bununla bir hedefe gitti mi? Gidebildi mi?

    Gitmedi mi?
    Hayır gitmedi! Aksine senin de altını ÇİZDİĞİN GİBİ TÜRKLER’i pek sevmeyen David Petraeus gibi bir isim üzerinden korumaya alındı!
    Bunun adı apaçık operasyondu!

    Biraz açar mısınız?
    IŞİD, Şiiler’e saldırıyor! Hedefinde Maliki var! Ama TÜRKLER’i kaçırdılar! Çok haklı bir gerekçeyle bunu yaptılar!

    Nasıl bir gerekçe? Neymiş bu?
    Türkiye’yi korumak için! Çünkü Türkler’i rehin alarak bölgede çıkacak savaşta TÜRKİYE’nin dışarıda kalması sağlandı! Belki Kürtler ile Şİİ’ler savaşacak ama IŞİD’in arkasında Ankara’nın olduğu iddia edilemeyecekti artık! Amaç Türkler’e zarar vermek değildi!
    Ortada AKIL oyunu vardı!

    Sonra peki?
    Kürtler, Maliki ile karşı karşıya geldiği zaman Kürtler’in yapacağı tek hamle kalacaktı! O da Türkiye’ye yanaşmak ve akmak! Petraeus’un başında olduğu örgütün asıl hedefi bu! Ve bu da onun gibi sevilmeyen ve bize karşıt biri üzerinden yapılıyor!
    Çok akıllıca bir operasyon!

    Peki KKR ismiyle bilinen ve Henry Kravis ismindeki işadamının verdiği destek!
    Kravis’e doğruların söylendiğini nereden biliyoruz! Belki o Türkler’e karşı bir hareketin yapılacağını sanıyor! Ama göreceksin sonuç, Ankara’nın çok ama çok lehine olacak!

    Yani Türkler’i pek sevmeyen Petraeus, Ankara için çalışıyor öyle mi? Bu anlam çıkıyor çünkü?
    Aynen öyle! Petraeus görevi gereği yapılması gerekeni yapıyor!
    İŞID’in El-Kaide’nin bir uzantısı olduğunu bilmeyen yok. IŞİD’e silahları ABD yönetimi gönderdi.
    Amerika bölgede etkinliğini arttırmak için IŞİD’e destek verdi. Kullandıkları araçlar da ABD’nin Irak operasyonunda kullandığı jipler.
    Hepsi de lüks! Dikkatlice bak görürsün!

    Peki neden?
    Kürtler’in Türkiye’ye kendiliğinden gelmesi şart!
    Ankara’nın gidip alması olmaz! Daha hiçbir şey yokken MHP kazan kaldırdı bile! CHP de sırada! Kürtler geldiğinde büyük gerilim yaşanacak!
    İçeride bunun hazırlığı var!

    Tamam ama cevap bekleyen çok önemli bir soru daha var? MİT TIR’larını durdurup içini arayanlar ve Paralel Yapı ne olacak peki?
    Adana’da TIR’ları durdurup 4-5 kamera ile çekenler ve bu bilgileri bağlı oldukları yerlerle paylaşanlar, Amerika’nın tamamını temsil etmez!

    Kimi eder o zaman?
    Ankara’da bir telefon kulübesine giren bir jandarma subayı, bilgileri TIR’LARI bekleyen kişilere gönderdi! Öyle dikkatliydi ki telefon kulübesi MOBESE alanı dışındaydı!
    Yakayı ele vermesin diye! Buradan gelen bilgilerle, MİT’çi askerler ile ERLER karşı karşıya getirildi!
    Operasyonu yapan rütbeliler sonradan olay yerine geldi! Öncelikle askeri askerle çatıştırmak istediler!
    Sonra da TIR’ların içindekileri çekip bağlı oldukları merkeze aktardılar!

    Tamam!
    Bu hareket, büyük ve güçlü ailelere hizmet edenler için emirdi!
    Ankara’yı TERÖRİST DEVLET gibi göstermek ve zamanı geldiğinde de ellerindekini medyaya servis etmek amacı taşıyorlardı! Zaten o gün de dün geldi! CHP lideri Kemal Bey, “Elimizde belgeler var! Yakında hepsini açıklayacağız!” diyerek tehdit etti! MHP ise zaten “KÜRT” ismini duymak bile istemiyordu!

    Yani IŞİD, aslında Kürtler’i bize itecek bir hareket öyle mi?
    Elbette! Bak şunu unutmamalısın!
    Ortada Amerika tarafından bulunmuş başka bir yol yok!
    Erdoğan dışında da başka bir lider!
    Amerika akıllıdır! Bize ihtiyaç duyduklarını böyle gösteriyorlar!
    Hatta ve hatta daha ilginç bir şey var!

    Nedir?
    Erdoğan son iki görüşmesini ikinci adam Biden’le yaptı! Obama ile mesafe varmış gibi gösterildi! Aslında Obama, TIR’LARI DURDURUN EMRİ VERENLERE karşı yüzde yüz Erdoğan’ın yanında görünmek istemedi! Ama yanındaydı! Sadece bu fotoğrafta yer almadı! Çünkü Paralel Yapı’ya destek verenler aynı zamanda Obama’yı sıkıştıranlar!

    Kısaltarak söylersek!
    Türkiye içindeki ve dışındaki savaş tüm hızıyla sürüyor! Bir yanda Obama’ya destek olan Amerika, diğer yanda da küresel güçlü aileler!
    100 yıl sonra Ortadoğu haritası masadayken herkesin kartları açık oynamasını bekleme! Ortada çok ama çok hassas ve ince çizgiler var!
    Çıplak gözle görmekte zorlanacağımız alanlar var! Her devletin hesabı farklı! Kimse kimsenin ayağına basmak istemiyor!
    IŞİD de bunlardan biri! Tekrar ediyorum Türkiye’yi bataktan korumak için atılan bir adım bu!
    Türkiye’ye karşı bir hareket değil!
    Kesinlikle değil!

    Yani?
    Yani TIR’LARI durduranlara ve görüntüleyenlere emir verenler ile Türkiye’yi büyütmek isteyenlerin savaşı! Gezi, Oslo, 7 Şubat ve 17 Aralık’ın devamı! Aynı şeyden söz ediyoruz! Ama sahne ve oyuncular farklı! Görünüşte yani!

    Son soru ne olacak?
    Barzani referanduma gidecek ve Irak’tan ayrılacak! Bağımsız devlet olarak yaşama şansları olmadığı için de Türkiye’ye bağlanacak! İşte asıl kavga o zaman çıkacak! Şimdiye kadar yaşadıklarımız solda sıfır kalacak! İbre Ankara’dan yana!
    İşte çok değer verdiğim dostumun söyledikleri de böyle! İki değerli AKLIN anlattıklarını paylaştım! İki pencere ve iki çözümleme! Bakalım hangisi aklınıza yatacak! Hangi senaryo size uygun gelecek! Benden sorması ve aktarması! Ama ortada oyun içinde oyun olduğu aşikar!
    Türkiye’nin iyiliği için yürüyen bir projenin TÜRK KARŞITI olarak algılanan birine verilmesi de hiç yabana atılacak bir formül değil!
    Hele ÇUVALCI PAŞAYA böyle kılıf uydurulması inanılır gibi değil!
    Ama maalesef hayat böyle kurgularla yürüyor! Sade yaşayan insanlar anlamasın diye… Neyse yorum yapmak istemiyorum! Karar sizin! Bence her iki yazıyı da okuyup karar verin! Birbirini tamamlıyor mu ayrışıyor mu? Bunu da tartışırız!

    takvim.com.tr, 25.06.2014

  • İŞİD ve El Nusra, AKP’nin Askeri Kanadıdır

    İŞİD ve El Nusra, AKP’nin Askeri Kanadıdır

    işid12 Haziran 2014

    Bunlar hiç bir zaman ABD ve İsrail’e karşı eylem yapmamışlardır. Bizzat AKP gibi Müslüman ülkelerde, kaos çıkarma, halkı terorize etme, Müslümanları bombalama, Müslüman değerlerini yok etme ve insanlık dışı infaz eylemleri ile Sünni mezhebini de kullanarak aynen AKP gibi Alevi, Şii, İran, Türk düşmanlığı üzerine stratejisini üreterek hareket etmektedir. AKP tarafından palazlandırılmışlardır. AKP’nin Türk düşmanlığı, düşmanlık yaratarak saldırılarıyla bire bir örtüşen eylemlilikleri, ideolojik yapıları birdir. ABD ve Israil bu yapıyı Ortadoğu ve dünyadaki müslümanları ve devletleri mezhep ekseninde bölmek ve parçalamak ve zayıf düşürmek, devletlerini imha etmek için kullanmaktadır.

    Bunu bu son gelişmelerle de incelediğimizde durum gün yüzüne çıkmaktadır. Son Suriye ve Irak saldırısı ile AKP bir terör örgütü niteliği kazanmıştır. Yani AKP, El Nusra ve İŞİD aynı PKK. PYD, HDP ve BDP ne ise o anlamda o da budur. Yani AKP, İŞİD ve El Nusra aynı örgüttür. Şu an T.C.’ni yönetmekte ve
    Suriye ve Irak’ı da kendilerine katmak için harekete geçmişlerdir.

    Bölgedeki İran, Suriye , Lübnan Hizbullahı, Iraktaki Iraki güçler ve Turkiyedeki T.C. yanlısı laik güçler, Atatürkçü Sünniler, Aleviler, Caferiler, Kürtlerin T.C. yanlısı olan büyük bir kesimi bu gidişata dur diyecek olanağı çıkartana kadar, El Nusra, İŞİD -yani AKP- Türkiye ve bölgenin başına bela olmakdan başka bir iş yapmayacaklardır. AKP’yi yöneten kadro, hem Sünni hem de Alevi, Şii ve tutucu dindar kesimin düsmanı olan bir yapı yani Müslümanlığın düsmanı olarak tarihde yerini almıştır.

    Kan, Kin, Katliam, Soykırım, Kaos ve nefretten beslenmektedir.Buna karşı mezhepleri ne olursa olsun tüm Müslumanların ve bölgedeki diğer dini, etnik, milli ve siyasi-ideolojik yapıların birlikte hareket ederek AKP, yani El Nusra ve İŞİD belasından kurtulmaları gerekir.

    Saygılarımla

    Sefa M. Yürükel
    Turklere Soykırımları Araştırmalar Vakfı Başkanı
    Hollanda

  • Anastasiades Görüşmemek için Görüşüyor

    Anastasiades Görüşmemek için Görüşüyor

    Pazartesi günü KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu ile Rum lider Anastasiades arasında yapılan görüşmeyi incelediğim ve değerlendirdiğim vakit ortaya çizilmeye çalışılan tablodan çok farklı bir tablo, farklı bir gerçek çıkıyor.

    Rum lider Anastasiades, geçmişte müzakere masasına oturan Rum liderlerin uyguladıkları taktik ve stratejilerin aynısını, hatta buna tıpa tıp benzerini de uyguluyor diyebiliriz ama yöntemi çok değişik, üstü de iyice örtülü.

    Ağzından “Şişhane” kelimesi çıkarken, gerçekte “Meyhaneyi” kastediyor, sol gösterirken de sağ vurmaya çalışıyor. İstediğini elde edemeyince de “Türkler müzakereleri baltalıyor” çığırtkanlığı yapıyor en ucuz bir şekilde, bayatlamış, yıllardır BM’yi de baymış ve artık kokuşmuş bir taktikle…

    Pazartesi günü liderler arasında süren müzakere görüşmeleri tamı tamına 3 buçuk koca saat sürdü. Konuşulan konular, daha doğrusu Anastasiadis’in “Al-Ver” sürecine geçmek için masaya koyduğu taleplerinin tümü de Türk tarafının peşinen hayır dediği, bir evvelki Rum lider Hristofyas ile Cumhurbaşkanı Eroğlu’nun anlaştığı ve üzerinde mutabakata vardığı konular.

    Anastasiades hem geçmişte üzerinde mutabakata varılan ve BM kayıtlarına da “anlaşılmış konu” olarak geçmiş maddelere geri dönüp değiştirmeye çalışıyor, hem de BM Genel Sekreterinin raporlarında,‘müzakerelerin sonunda görüşüleceği belirtilen’ konuları öne çekmeye çalışıyor.

    Talat-Hrtistofyas ve Eroğlu-Hristofyas görüşmelerinde üzerinde mutabakata varılan ve bu nedenle de kapatılan “Dönüşümlü Başkanlık” konusunu Anastasiades’in “Yönetim” başlığı altında tekrar sunmaya çalışması, bugüne değin süregelmiş olan müzakere etiğine tamamen aykırı. Zaten daha müzakerelere oturmaya nazlanırken ve masaya oturmamak için de binbir dereden su getirmeye çalışanAnastasiades, geçmişte üzerinde mutabakata varılmış hiç bir konuyu kabul etmeyeceğini, müzakerelere sil baştan başlanması gerektiğini öne sürmüştü. Taraftar bulamayınca da küllü su gibi yerine oturmuş, ABD’nin baskısıyla da bir müddet sonra masaya oturmak zorunda kalmıştı.

    Pazartesi günü masaya koyduğu sadece bu konu değil. Türklerin “Hayır” diyeceği ne kadar konu ve kırmızıçizgiler varsa, neredeyse hepsini koydu masaya ve hedefi de Türklere “Hayır” dedirtmek ve masadan da Türkleri suçlayarak kalkmak. Rumların son 50 yıldır uyguladıkları bu Bizans taktiği gerçekten de bıktırdı artık.

    Rum lider sırası ile “Toprak”, “Toprak ayarlamaları”, “Garantiler”, “Güvenlik”, “Maraş”, “Avrupa Birliğ’nin müzakerelere müdahil olması” ve “Kurulacak devletin başkanının Kıbrıslı Rum, başkan yardımcısının da Kıbrıslı Türk olması” konularını masaya koyarak Eroğlu’na açıkça “hayır” dedirtmeye çalıştı. Arkasından da bu konularda yakınlaşmalar sağlanmazsa, bir sonraki aşamaya geçemeyeceğini açıkladı.

    Gerçekte Anastasiades Kıbrıslı Türklere demek istiyor ki,”Şartları ben koyarım. Ya kabul edersiniz, ya da müzakerelere devam etmem ve bozguncu olarak sizi suçlarım.”

    Toplantıdan sonra da Anatasiades tarafından beslenen köşe yazarları Cumhurbaşkanı Eroğlu’nu suçlamaya ve “Yeni Mr. No” diye tanıtmak çabasına giriştiler. İşte bizim Rum adadaşlarımız böyle kişiler. Kendilerini fiilen 60 yıldan fazladır tanıdığım için hiç değişmediklerini söyleyebilirim.

    “Beraber gül gibi geçinip yaşarız” diyenlere tavsiyem, önce Rumları bir tanıyın, sonra kararınızıverin…

    Ata ATUN
    e-mail: ata@kk.tc

    3 Haziran 2014

  • Kimin eli Rumların boğazında

    Kimin eli Rumların boğazında

    Rusya, Kıbrıs Rum Yönetimini istediğinde maymun gibi oynatıyor, tükürdüğünü yalattırıyor ve önünde el-pençe-divan durmasını sağlıyor.

    “Rumların Ruslarla ilişkisi çok iyiymiş, Ruslar kayıtsız şartsız Rumların arkasındaymış” iddiaları da tam bir şehir efsanesi gerçekte. Durum tam tersine ve bunların da zaten hepsi olmak zorunda. Aksini düşünmek bile yanlış olur.

    Geçen hafta içinde, ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden ve Rusya Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Aleksei Meshkov, Kıbrıs’a birer ziyaret yaptılar. Bu ziyaretler Rumların kara kaşına kara gözüne olmadı tabii. Her ikisi de Rum Yönetimine hangi tarafta olduğunu sordu kapalı yollu.

    Rusya’nın, eski günlerine dönebilmek ve ABD’nin karşısına ikinci bir güç olarak çıkabilmek amaçlı arka arkaya ataklar yaptığı bu günlerde bu gelişme çok doğal. Doğu Akdeniz,
    içinde barındırdığı ve yeni keşfedilmiş hidrokarbon yatakları nedeni ile geçmişte bulunduğu yerden bir kaç adım daha öne çıktı.

    Aslında bölgedeki hidrokarbon yataklarının büyüklüğü, Basra körfezindeki yataklarla kıyaslandığında üfürükten tayyare ama bölgemizde olduğu için bize sanki de bütün dünyayı doyurmaya yetecekmiş gibi büyük ve zengin geliyor. Ömrünün en fazla 2000’li yılların ortalarına kadar yetebileceğinden kimse pek bahsetmiyor şimdilik.

    ABD, daha temkinli ve Kıbrıs sorunu çözülmeden Kıbrıs Rum Yönetiminin doğalgazı çıkaramayacağını açıkça dile getiriyor ve Kıbrıs sorunu çözüldükten sonra da doğal gazın çıkarılması, dağıtılması ve gelirinin aktarılması konusunda yardımlarda bulunabileceğinin garantisini veriyor, Kıbrıs Rum Yönetimine.

    ABD’nin söyledikleri gerçekte de Batı blokunun doğruları. Çözüm olmadan bunların hiçbirinin olmayacağını masaya koymuş durumda daha şimdiden. “Yanındayım ama sen adanın tek sahibi olmak iddialarından da vazgeç” diyor Rumlara. Ekonomik çöküntü içinde olan Rumların refaha ulaşmak için güvendikleri doğalgazın çıkarılıp çıkarılamaması, ABD’nin iki dudağı arasında.

    Rusya’nın verdiği garantiler ve Rumlara yaptığı teklif veya da gösterdiği havuç ekonomiyi canlandırmak için Rus turistleri adaya yönlendirmek ile banka sermayelerinin transferi konusunda. Gerçekte Rum tarafına gelen turist sayısında dramatik bir düşüş var. KKTC’ye gelen turist sayısının Rum tarafına gelen turistlerin sayısını orantısal olarak yakaladığını söylemek hiçte yanlış olmaz.

    Bir de Rusların cebinde, 24 Nisan 2004 tarihinde Kıbrıs’ta gerçekleştirilen Annan Planı referandumundan sonra BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın referandum ile ilgili olarak 28 Mayıs 2004 tarihinde yayınlamak istediği ve Rusların vetosu nedeni yayınlayamadığı rapor var.
    Genel Sekreter bu raporunda, “Referandumlar sonrasında, Güvenlik Konseyi dahil uluslararası toplumun tümünün dikkatinin Kıbrıslı Türklerin durumuna yönelmesi gerekmektedir” ve “Kıbrıslı Türklerin kullandıkları oy, kendilerine baskı uygulanmasına ve tecrit edilmelerine yönelik bütün gerekçeleri ortadan kaldırmıştır” ifadelerine yer veriyor.

    İşte Rusların ellerindeki en büyük koz -siz buna şantaj malzemesi de diyebilirsiniz- bu rapordur. Ruslar vetolarını kaldırdığı an bu rapor yayınlanacağından, arkasından Kıbrıslı Türklere uygulanan insanlık dışı ambargoların kaldırılması ve Kıbrıslı Türklerin dünyadan izole edilmelerine son verilmesi gelecek ki, Rumların Ruslara tavla teslim olmalarına yeter bu korku. Zaten AB içinde Rusya’nın Truva atı konumundalar. Rusya aleyhine her tür karar Rumların vetosuna takılıyor son 10 yıldır.

    Şimdi Rumlar, tam tabirle “iki cami arasında beynamaz.” Yukarı tükürseler bıyık, aşağı tükürseler sakal. Ama karar vermek zorundalar, şöyle veya böyle hangi tarafta olduklarına.

    Ata ATUN
    e-mail: ata@kk.tc

    2 Haziran 2014

  • TMK’ya Başvuruları Azaltmayı Kim Başardı

    TMK’ya Başvuruları Azaltmayı Kim Başardı

    KKTC’de faaliyet gösteren Taşınmaz Mal Komisyonu’nun (TMK) kuruluşu gerçekte bir tavsiye üzerine ve yasallığı da AİHM’nin bir kararı içinde yer alıyor.

    Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Kıbrıs sorununun çözümünde derin etkileri olacak tarihi bir karara imza atarak KKTC’deki Taşınmaz Mal Komisyonu’nu etkin iç hukuk yolu olarak kabul etti, arkasından da AİHM’nin Büyük Dairesi, Kıbrıs sorununun temel noktalarından mülkiyet konusuna ‘’iç hukuk” oluşturma hedefiyle kurulan TMK’yı etkin iç hukuk yolu olarak görülmesine hükmederek, AB tarafından tanınan bir kurum haline getirdi.

    Tarihi önem taşıyan bu karardan sonra Kıbrıslı Rumların KKTC’deki taşınmaz malları ile ilgili başvurularında direkt olarak AİHM’ye gitmelerinin önü kesildi ve ilk adım olarak önce KKTC’deki Taşınmaz Mal Komisyonu’na gitmeleri koşulu getirildi. AİHM bir şekilde TMK’yı uluslararası tanınan bir kurum haline getirdi. Zaten komisyonda görev yapan Avrupa kökenli kişilerin varlığı da bu tanınmışlığı pekiştirdi.

    Kuruluş yasasının KKTC Meclisinden geçirilmesi ise bu kuruluşu yasallaştırmak, hem personel giderlerini hem de tazminatları bütçe içine almak amaçlı.

    TMK’nın kuruluşundan sonra alarma geçen ve TMK’dan huylanan Kıbrıs Rum Yönetimi, önce Rum halkına başvuru yapmamaları çağrısı yaptı. Bir takım yaptırımlar ve cezalar olacağını belirtti ama bu konuda herhangi bir yasa yapmadı, sadece göz korkutmak yolunu seçti.

    2006 yılından 2010 yılında ekonomik durumun yavaş yavaş kötüleşmeye başlamasına kadar olan süreç içinde belli bir çizgiyi takip beden Rum başvuruları, ekonomik çöküntünün tüm sektörleri vurmaya başlamasından sonra her yıl daha da artmaya başladı.

    Kıbrıs konusunda Rumların elindeki en büyük koz, KKTC’deki taşınmaz malların neredeyse üçte ikisinin eski sahibinin Rum olması ve Rum siyasilerin bu gerçeğe dayanarak adanın kuzeyine de bir şekilde egemenliklerini yaymak, Rum nüfusunu da aktarmak çabaları.

    Her sene binlerce dönüm toprağın KKTC makamlarınca satın alınması veya da takas edilmesi sonucunda zaman içinde KKTC’deki mülkiyet sahipliliği dengesinin Türkler lehine bozulacağının ve ellerinden bu çok önemli kozun gideceğinin farkına varan Rum Yönetimi, TMK’ya başvuruları önlemek için tehditlerini artırmakla kalmadı, bu konuda bir de yasa hazırladı.

    Kıbrıs Rum Yönetiminin bu tedbirlerine rağmen Rumların TMK’ya başvuruları hiç azalmadı ve giderek artan bir şekilde devam etti.

    TMK’ya Rumlar tarafından yapılan başvuruları Rum Yönetimi hangi tedbiri aldıysa bir türlü durdurmayı başaramadı. Bunu başarmak ancak bizim kendi hükümetimize nasip oldu.
    Özbeöz KKTC vatandaşlarının oyları ile seçilmiş olan hükümetimiz aldığı yanlış kararlarla ve bu kararların devamı olarak uygulamaya koymak başarısını gösterdiği yanlış icraatlarla Rumların Başvuruları ip gibi kesildi.

    TMK’nın başvurularını kabul ettiği Rumların dosyaları, onay için İçişlerine gittiği vakit orada dipsiz bir kuyuya düşmekte ve bir türlü yeryüzüne çıkıp TMK’ya geri dönememekte.

    Aylardır sonuçlanmayan dosyalar nedeni ile Kıbrıslı Rumlar, artık TMK’ya başvuru yapmamayı tercih etmeye başladılar. Her şeye, tehdide ve alınan her tedbire rağmen Rum hükümetinin yapamadığını, bizim hükümetimiz kendi elleri ile yapmayı ve elimize geçecek en büyük kozu yok etmeyi güle oynaya başardı.

    Rumların adına hükümetimizi kutlasam mı, oturup ağlasam mı karar verebilmiş değilim. Kendi boğazımızı kesmekte veya da kendi ayağımıza kurşun sıkmakta üstümüze yok anlaşılan…

    Ata ATUN
    e-mail: ata@kk.tc

    30 Mayıs 2014

  • Rumları Tanımak Ayrıcalıktır

    Rumları Tanımak Ayrıcalıktır

    Rumları tanımak gerçekten de bir ayrıcalıktır.
    Rumlarla ortak bir yaşamı hayal ediyorsanız ve kendilerini çoğunluk addedip adanın efendisi olarak gören Rumlarla uzun yıllar birlikte gül gibi geçinip, bir arada yaşamayı düşünüyorsanız veya buna kendinizi inandırmışsanız, böyle bir maceraya girişmeden önce Rumları tanımanız gerekmektedir.

    Bu tanışıklık teorik olarak, kağıt üstünde, yapay dostluklara ve sahte gülücüklere dayalı ise daha peşinen yanıldınız, daha doğrusu yandınız demektir.

    Sakın ola Rumları iyice tanımadan böylesi bir işe girişmeyin. Önce düş kırıklığına uğrar, sonra ağlarsınız ve sesinizi de sizden başka hiç kimse duymaz. Birileri duysa da bu duyanlar sizi üzen kişilerdir. Bir kulağından girer, diğer kulağından çıkar sizin feryatlarınız veya da can sıkıntınız. Ellerini bile kıpırdatmazlar. İtirazlarınız veya da belirgin olan can sıkıntınız biraz daha devam ederse, “Bello Turko” yani “Deli Türk” deyip sizi postalarlar. Eliniz kolunuz yasalar karşısında bağlı kalır ve hiç bir şey yapamazsınız.

    Rum tarafındaki yasalar, Rumlar için vardır, Türkler için yoktur. Ben bugüne değin, Rumlarla arasında sorun olup Rum mahkemesine gitmiş bir Türk’ün dava kazandığını ya da Rum Mahkemesinin kapısından haklı olarak çıktığını rüyamda bile görmedim.

    Rumların gerçek yüzlerini görmek, içlerinde sakladıkları bastırılmış veya da üzeri örtülmüş duygularını ortaya çıkarmak için mutlaka kişisel ve toplumsal çıkarlara dayalı bir ortamı birlikte yaşamanız gerekmektedir.

    O vakit çok iyi anlarsınız Rumların size hangi gözle baktığını, kim olduğunuzu ve adada kaçıncı sınıf vatandaş olduğunuzu. Birinci sınıf olmadığınız ve hiç bir zaman da olamayacağınızı görürsünüz yaşadığınız acı tecrübelerden sonra…

    Rumlar, Türklere karşı yaptıkları çirkin hareketlere ve aşağılamalara yasal kılıf uydurmakta çok mahirdirler. Üzerlerine yoktur bu konuda… Kimsecikler ellerine su dökemez. Siz onların söylediklerinin yapmacık olduğunu bilseniz bile, onlar uydurdukları yasal kılıfa dört elle sarılırlar ve ciddi ciddi de savunurlar tezlerini. Bu hep böyle olmuştur ve böyle de olacaktır.

    Pazar günü yapılan Avrupa Parlamentosu seçimleri Kıbrıslı Türkler için, Rumlarla ortak bir eylemde bulunabilmenin güzel bir örneği idi.

    Avrupa Parlamentosu seçimlerinin sonucundan, yaşananlardan ve Rumların tavrından hem memnun oldum, hem de üzüldüm. Ben zaten Rumların, hiç bir şekilde Kıbrıslı Türklere serbest bir şekilde oy hakkı tanımayacağına emindim. Geçen hafta yaptığım tahmin 3 ile 4 bin Kıbrıslı Türkün oy kullanacağı şeklindeydi, kulağıma gelen abartılı rakamlara rağmen.

    Birçok, pembe gözlük takmış, son derece iyi niyetli arkadaşım ve bazı vatandaşlarımız, on binlerce Kıbrıslı Türkün Avrupa Parlamentosu seçimleri için güneye geçip oylarını kullanacağından bahsetmekteydi. Hatta bazıları, Kıbrıslı Türk adaylardan bir tanesinin kesin kazanacağına dair garanti bile vermişti bana. Belli ki bugüne değin ne Rumları tanımışlar, ne de kafalarındaki gerçek niyeti görebilmişler.

    Günümüzde bu kişilerin acımasızca eleştirdikleri KKTC’mizde bile, seçmenlerin kayıtlarını
    güncellemeleri ve adres değişikliği varsa kayda geçirebilmeleri için ayrılan gün, Seçim ve Halk Oylaması Yasasına göre ilan edilir ve yedi gün süreli bir takvim açıklanır.

    Rum içişleri Bakanının “3 gün evvel adres değişikliği için başvuru yapılması gerektiği”ni açıkladık sözleri çok inandırıcı değil. Buna atalarımız açıkça “İpe un sermek” demişler. Niyet burada Türklerin toplu halde oy kullanmasını önlemek ve Kıbrıslı Türk oylarını parçalamak.

    Zaten bu iskemleler de bizim ve bu iskemlelere oturacak parlamenterleri de bizim tarafta sadece biz Kıbrıslı Türkler seçmeliyiz ancak her şeyimizi olduğu gibi Avrupa Parlamentosu iskemlelerimizi bile gasp etmiş Rumlar…

    Rum egemenliği ve yönetimi altında birlikte yaşamak ha!.. Allah yazdıysa bozsun…

    Ata ATUN
    e-mail: ata@kk.tc

    28 Mayıs 2014

  • Biden’in Çantasında Ne Var (2/2)

    Biden’in Çantasında Ne Var (2/2)

    ABD’nin 1917’de, I. Dünya Savaşına katılması ile Osmanlı Devleti ile olan diplomatik bağları koptu ve Osmanlı devleti düşman kategorisine alındı. İngiltere ve Fransa’nın neredeyse tüm silah gereksinimini sağlayan ABD, silahlarının Çanakkale’de kullanılmasına da izin verdi. Çanakkale’de ele geçen silahların büyük bir kısmı ABD’nin 2’nci büyük silah üreticisi ve gemi yapımcısı “Bethlehem Steel Company”e aittir.

    1921’de ise Atatürk hükümeti Kurtuluş Savaşı’nın en kritik günlerinde Amerikan silah şirketlerine başvurarak 300 bin mavzer tüfeği ve 600 milyon fişek talebinde bulundu. Verilen savaş İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunanlılara karşı olduğundan talep bizzat ABD hükümeti tarafından, bizzat Dışişleri Bakanı Charles Evan Hughes tarafından reddedildi. Bu gerçekte bir silah ambargosuydu. İngiltere ve Fransa’ya silah satışı yapan ABD bunu “Serbest Ticaret” olarak tanımlarken, sıra Atatürk Hükümetine gelince, tanımlama “Ambargoya” dönüştü.

    Tarihin bundan sonra yazdığı ambargoya ben de şahit oldum. Kıbrıs’ta Makarios hükümetinin Kıbrıslı Türklere karşı soykırım başlatması üzerine adaya çıkmaya hazırlanan Türkiye’ye, ABD Başkanı Lyndon B. Johnson’un Başbakan İsmet İnönü”ye gönderdiği 5 Haziran 1964 tarihli çirkin mektup, gerçekte ABD’nin silah ambargosunu içermekteydi. Mektubunda Johnson, Başbakan İsmet İnönü’ye, “Size verdiğimiz silahları, Kıbrıs”ta Yunanlara karşı kullanamazsınız” diyordu.

    1975 yılında ABD kongresinin aldığı “Silah Ambargosu” kararı ise özgür olması gereken Amerikan iradesine nasıl başka ülkelerin çıkarları doğrultusunda müdahale edilebildiğinin en açık göstergesi. Yunan kökenli Senatör ve Milletvekillerinin kuruduğu tezgaha hem Biden düşmüş, hem de ABD’nin özgür olması gereken iradesi.

    Rum lobisinin aranan ismi ve Ermeni lobisinin de destekleyicisi Joseph Biden için meslektaşlarının “Türkleri günahı kadar dahi sevmez” tanımlaması basında değişik şekillerde yer almıştır.

    1999 yılında ABD’yi ziyaret eden dönemin Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Bülent Ecevit’e küstahça davranışı ve “Siz ABD’ye muhtaçsınız ancak ABD’nin Türkiye’ye gereksinimi yoktur. Kredi ihtiyacınızın da olduğunu biliyoruz. Kıbrıs sorununu çözün, istenenleri yapın, size yardım edelim. Aksi takdirde hiçbir yere varamazsınız” sözleri hala benim beynimdeki özel yerinde canlılığını koruyor.

    Bununla da kalmayan Biden, 2000 yılında Türkiye’nin 8 tane CH-53E modeli saldırı helikopteri satın almak talebine karşı çıkan ilk kişidir. Bütün çabalarına rağmen bu satışı durduramamıştır bu sefer.

    Ermeni lobisine verdiği destek ise “sözde Ermeni soykırımı” iddialarının her sene Senatoya taşınması ve kabulü için gerekli lobinin yapılmasına katkı şeklindedir. Bu konuda da aranan demirbaş isimlerden bir tanesidir.

    Joe Biden Yunanlıları ve Ermenileri destekleyen faaliyet ve düşüncelerine ilaveten “İsrail’i ve Siyonizm”i kayıtsız koşulsuz destekleyen de bir politikacıdır. Son 25 yıldır Yahudi Lobisi’nin kankasıdır. Şimdilerdeki görevi ve misyonu da Türkiye’yi bölgede ABD ve İsrail’in çıkarlarını koruyacak bir ülke haline dönüştürmektir.

    İşte Kıbrıs’a gelme nedeni de budur.

    ABD’nin, bölgede bulunan askeri kaynaklarını Güneydoğu Asya’ya aktarmış olması nedeni ile yalnız ve korumasız kalan İsrail’e destek olarak Türkiye’yi devreye sokmak istemesidir. Bunu zaten İsrail devleti de istemekteydi uzun zamandır. Hiç bir şekilde hiç bir ülkeden özür dilememiş olan İsrail, bu nedenle uzun bir direnişten sonra Mavi Marmara olayı nedeni ile Türkiye’den özür dileyip, tazminat ödemeyi kabul etti.

    İsrail doğalgazının Türkiye üzerinden, Türkiye ve AB’ye gidebilmesinin anahtarı “bölgeye barışın gelmesinin” içinde yatıyor. Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs Rum tarafı, makul koşullar içinde Kıbrıs sorununu çözemezlerse bölgeye barış gelmez, Kıbrıs Rum tarafının açıkladığı sözde Münhasır Ekonomik Bölgeden doğalgazın çıkması olanaksızlaşır ve İsrail’in doğalgazı da pahalanacağından hiç bir yere gidemez…

    Joe Biden’in çantasına gelirsek, ABD Başkan Yardımcısı’nın Washington’dan gelip de Kıbrıs’tan elleri boş dönmesi söz konusu değil. Joe Biden için ABD’nin çıkarları lobi faaliyetlerinin önünde geliyor. Çantasında ABD’nin bölgesel çıkarları var Biden’in.

    Ata ATUN
    e-mail: ata@kk.tc

    26 Mayıs 2014