Etiket: Dış Politika

  • ERDOĞAN’IN O SÖZLERİNE ABD’DEN ÇOK SERT YANIT

    ERDOĞAN’IN O SÖZLERİNE ABD’DEN ÇOK SERT YANIT

     

    Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ABD'li yetkililer arasında süren karşılıklı açıklamalar her geçen gün daha da sertleşmeye başladı. - image002 13

    Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ABD’li yetkililer arasında süren karşılıklı açıklamalar her geçen gün daha da sertleşmeye başladı.

    Başarısız darbe kalkışmasının bir numaralı suçlusu ilan edilen ABD’de yaşayan fethullah Gülen’in iadesine ilişkin gerginlik giderek artıyor.

    Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ABD’li yetkililer arasında süren karşılıklı açıklamalar her geçen gün daha da sertleşmeye başladı.

    NATO ÜYELİĞİ BİLE KONUŞULUYOR

    Tartışmanın içerisine Türkiye’nin Nato üyeliğini çekecek kadar ileri giden “Fethullah Gülen ” iadesi konusunda Erdoğan’ın son açıklamasına verilen yanıt çok sert oldu. ABD Hükumetinin yarı resmi yayın organı sayılan Amerikanınsesi’nde yer alan haber şöyle sürüyor.

    “YA FETÖ YA TÜRKİYE” DEMİŞTİ.

    Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan “Er veya geç Amerika Birleşik Devletleri de bir tercih yapacaktır. Ya Türkiye ya FETÖ” demişti. ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Elizabeth Trudeau günlük basın toplantısında, bu sözler hatırlatıldığında yorum yapamayacağını belirterek “Türkiye veya FETÖ arasında seçim yapmamıza gerek yok. İade hakkındaki yasal süreç çok net.” dedi.

    YANIT SERT OLDU

    ABD Dışişleri Bakanlığı, Washington’un “Türkiye ile yakın ortaklıkla Fethullah Gülen arasında bir seçim” yapmak durumunda olmadığını belirtti.

    Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ABD'li yetkililer arasında süren karşılıklı açıklamalar her geçen gün daha da sertleşmeye başladı. - image003 8

    DIŞİŞLERİ SÖZCÜSÜ BASIN TOPLANTISINDA YANITLADI

    Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, dün yaptığı bir açıklamada, “Er ya da geç ABD de bir tercih yapacaktır. Ya Türkiye ya Feto. Ya darbeci terörist Feto veyahut da demokrasi ülkesi Türkiye. Bu tercihi yapmak durumunda” diye konuşmuştu.

    Erdoğan’ın bu sözleri ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Elizabeth Trudeau’nun günlük basın brifinginde soruldu.

    Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ABD'li yetkililer arasında süren karşılıklı açıklamalar her geçen gün daha da sertleşmeye başladı. - image004 6

    TÜRKİYE İLE ORTAKLIĞIMIZDAN AYRI BİR ŞEY

    Trudeau, bir gazetecinin, “Amerikan hükümeti Türkiye ile yakın ortaklığı ve müttefikliğiyle Sayın Gülen arasında bir seçim yapması gerektiğine inanıyor mu?” şeklindeki sorusunu, “Bunu bu şekilde sınıflandırmak doğru değil. Her türlü iade anlaşması altındaki yükümlülüklerimize elbette uyacağız ve bu, Türkiye ile derin ve kalıcı ortaklığımızdan tamamen ayrı bir şey” diye yanıtladı.

    Sözcü Trudeau, bunu takiben gazetecinin, “İkisi arasında seçim yapmanız gerektiğine inanmıyor musunuz?” sorusu üzerine, “(Böyle bir seçim) Yapmamız gerekmiyor, kesinlikle hayır, ama bunun bir seçim meselesi olduğunu da düşünmüyorum. İadeyle ilgili hukuki süreç çok net, anlaşmada düzenlenmiş ve Türkiye’ye olan desteğimiz ve ortaklığımız sorgulanamaz” dedi.

    Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ABD'li yetkililer arasında süren karşılıklı açıklamalar her geçen gün daha da sertleşmeye başladı. - image005 4

    ÇOK UZUN BİR SÜREÇ AYLAR YILLAR SÜREBİLİR

    Trudeau, Fethullah Gülen’in iade sürecinin süresiyle ilgili bir soru üzerine de, “Bu çok uzun bir süreç. Bazen aylar, bazen yıllar sürebilir. Bu konuda bir zaman çizelgesi koymayacağım” ifadesini kullandı.

    EĞER GERÇEKSE !

    Türkiye’nin Rusya’ya IŞİD’e karşı ortak operasyonlar önerdiği şeklindeki haberlerin sorulması üzerine Trudeau, “Bu haberleri gördük. DAEŞ’e (IŞİD) karşı savaşta Türk müttefiklerimiz ve ortaklarımızla yakın temas halindeyiz DAEŞ’e karşı savaş hepimizin önceliği. Eğer gerçekten bu yönde bir adımsa memnuniyetle karşılarız” diye konuştu.

    YUMUŞAK REST; NATO SİSTEMLERİ İLE ÇALIŞABİLEN SİLAH

    Bir gazetecinin, “Bazı Türk yetkililerin NATO dışı savunma güvenlik işbirliğini genişletmeyi planladıkları yönündeki açıklamalarının ABD için bir problem teşkil edip etmediğini” sorması üzerine de Trudeau, Türkiye’nin 1952’den bu yana NATO’nun bir üyesi olduğuna ve dünyanın genelinde birlikte çalıştıklarına dikkati çekti. Trudeau, “NATO ülkelerinin, NATO sistemleriyle birlikte çalışabilir askeri teçhizat tedarik etmesinin önemli olduğuna inanıyoruz” dedi.

  • Turkishforum (Turkishnews.com)  (ABD) və “Etnoqlobus”  (Azerbaycan) “Türkiyede askeri darbe teşebbüsü- nədənləri, bölgə politikası və ekonomisine etkisi ” konferansına başladı

    Turkishforum (Turkishnews.com) (ABD) və “Etnoqlobus” (Azerbaycan) “Türkiyede askeri darbe teşebbüsü- nədənləri, bölgə politikası və ekonomisine etkisi ” konferansına başladı

    turkite-azerb. flaq

    Turkishforum (Turkishnews.com)  (Amerika Birləşmiş Ştatları) və “Etnoqlobus”  Uluslararası online araştırma mərkəzi (Ethnoglobus.az ) (Azerbaycan)  birgə online konfrans düzənləyir. Konfransin mövzusu

    “Türkiyədə askeri darbe teşebbüsü- nədənləri, bölgə politikası və ekonomisine etkisi “.

    Məqalələr  türk, Azərbaycan, ingilis, rus dillərində təqdim oluna bilər.

    Yazılar Turkishnews.com, www.turkishnews.com/ru/content/ və Ethnoglobus.az resurslarında nəşr olunacaq.

    Moderator: Turkishnews.com saytının rus bolməsinin redaktoru və“Etnoqlobus”  mərkəzinin direktoru ,politoloq Gülnara İnanc.

  • INGILTERE DIS ISLERI BAKANI ISBIRLIKCI BILINEN ALI KEMALIN TORUNU ,,,:   BORIS JOHNSON

    INGILTERE DIS ISLERI BAKANI ISBIRLIKCI BILINEN ALI KEMALIN TORUNU ,,,: BORIS JOHNSON

    ŞU BİZİM BORİS…

    Dede-torun : Boris Johnson ve Ali Kemal
    İngiltere BREXİT’in yarattığı sarsıntıyla hükümet değiştirmek zorunda kaldı. Oradaki siyasetçiler bizdekiler kadar kıvrak zekâya sahip olmadıkları için dediğim deik, çaldığım düdükçü olamıyorlar. BREXIT, BREXİT’e karşı olan ama halk oylamasında onunla aynı görüşü paylaşmayan çoğunluğa madem öyle istediniz deyip koltuğunu korumayı aklından geçirmeyen David Cameron’u siyaset sahnesinden silmiş oldu.
    Doğal olarak yeni İngiliz hükümeti BREXIT iradesine uygun biçimde şekillendi. BREXITçiler işbaşına geldi.
    Onlardan birisi yeni Dışişleri Bakanı BORİS JOHNSON!
    Bizden birisidir.
    Milli Mücadele’ye karşıt olmakla kalmayıp ona saldırmakta sakınca görmeyen gazeteci Ali Kemal’in torunudur. Milli Mücadele başarıya ulaşınca yaşamı trajik bir biçimde sonlanmıştır. Bugünün değerleriyle yargılandığında dehşet verici bir son olduğu kuşkusuzdur. Olayı bir de Anadolu’da boynunda idam fermanıyla dolaşan Mustafa Kemal açısından irdelemekte yarar var demekle yetiniyorum!
    Boris Johnson’a dönelim!
    Hiç kimse babasının, dedesinin ya da kan bağı içinde olduğu bir başkasının günahlarından sorumlu tutulamaz!
    Ali Kemal linç edilmiş olsa da; Cumhuriyet onun oğlu Zeki Kuneralp ve torunu Selim Kuneralp’i TC Büyükelçisi yapma bilgeliğini göstermekten geri durmamıştır.
    Oğul Zeki Kuneralp’in eşi Necla Kuneralp’in 1978’de Madrid’de ASALA saldırısıyla öldürülmesi de bir başka ilginç bilgidir…
    BREXITçi Boris Johnson İngiltere Dışişleri Bakanı olunca dedesi Ali Kemal üzerine yazılmış bir kitaba ve o kitabı okuduktan sonra yazdıklarıma değinmek istedim.
    2009 yılında yazılmış o yazıyı noktasına, virgülüne dokunmadan paylaşıyorum. Bugün olsa o yazıyı yine yazabilirdim. Ancak, sözcükler ve tümceler bire bir aynı olur muydu? Bunu gerçekten bilemiyorum!

    ALİ KEMAL*
    İlk kez “Tanıdığım Nazım Hikmet” kitabıyla okuduğum Orhan Karaveli’nin son yapıtı olan “Ali Kemal”i kitapçıda görür görmez edindim. Düşündüm ki; tanıdığım Orhan Karaveli öncekilerde olduğu gibi bu kez de araştırmış, sorgulamış ve kitaplaştırmıştır.
    En kötü olasılıkla tarihin o dilimine ilişkin son derece ilginç bilgiler edinilirdi bu kitap okunarak.
    Bir de, yazgının cilvesi midir bilinmez; içinde bulunduğumuz süreç “Ali Kemal” adıyla özdeşleşen “hıyanet” konusunda ne yazık ki; çok daha verimlidir artık!
    “Yüz ellilikler” olarak da bilinen ve ulusal kurtuluş savaşı sürecindeki olumsuz yaklaşımları ile tanınan toplulukta hemen her kesimden birileri vardır.Bu listedeki gazeteciler farklı bir yere konmalıdır. Her nedense, bu gazetecilere “Ali Kemal” dışında başka adlar eklenmesi konusunda öteden beri güçlükler içindeyizdir.
    Oysa, bir Refii Cevat Ulunay ve Refik Halit Karay da Ali Kemal’den geri kalır kişilikler değildirler kalemlerinden zehir akıtma konusunda. Üstelik, adı anılan kişiler sonraki süreçte aklanmasalar da normal yurttaşlar gibi aramızda olabilmişlerdir. Her fırsatta dile getirilip abartıldığı gibi Cumhuriyet tüm güçlüklere ve olumsuz koşullara karşın “adaletsiz” olmayı aklından bile geçirmemiştir. Hatta, “Ali Kemal”in yazarı Orhan Karaveli Refii Cevat ile aynı gazetede (Milliyet) eşzamanlı olarak yazmıştır da.
    Bu hak neden Ali Kemal’den esirgenmiştir? İlginçtir; bu esirgeme o dönemin önder kadrolarından kaynaklanmamıştır. Kendi başına davranan ve otoritenin buyrukları dışına çıkan sakallı Nurettin Paşa’dır asıl etken. İzmir Metropoliti Hrisosotmos’a yaptığını Ali Kemal’e de yapmakta sakınca görmemiştir.
    Ali Kemal’in hukuksuz bir şekilde ve oldu bittiyle linç edilmiş olması tıpkı kaleminden akan zehirin hoş görülemeyeceği gibi kabul edilmez bir durum olmalı.
    Yinelemek gerekirse, Ali Kemal’in ulusal kurtuluş savaşı sürecinde yazdıkları ve bu sürece karşı içinde bulunduğu yaklaşım kesinlikle hoş görülür gibi değildir.
    Diğer yandan, Ali Kemal’in yaşamı irdelendiğinde anlaşılır ki; çağının koşulları göz önüne alındığında son derece birikimli ve entelektüel bir kimsedir! Hatası biraz da korkusundan kaynaklanmaktadır. Bugün ABD ne ise o gün İngiltere odur. İmparatorluğun hızlı yıkım ve erime sürecine tanıklık edenlerden kimileri elde kalanın korunmasının ancak İngiltere’ye boyun eğmekle olanaklı olduğunu düşünmektedirler.
    Ali Kemal’i daha yakından tanımış olmak o dönemin tek haininin o olmadığı bilgisini de kazımış oluyor belleklere. Bu bakımdan bir tür günah keçisi konumundadır Ali Kemal. Yine o dönemde, yalnız İstanbul’da değil Anadolu’nun hemen her köşesinde işbirlikçi koro gür sesle çığırtkanlık yapmaktadır. Hatta, aralarında işgalcilerden aldıkları paralarla bu işi yapanlar da yok değildir.
    Ali Kemal’i yakından tanımak bugünümüze de yansıyan fırsat sunmuş oluyor.
    Ali Kemal’in birikimini yurtseverlik yönünde değil de, “yurtsevmezlik” yönünde kullanmış olması yaşamda bireye düşen rolün önemini de ortaya koymuş oluyor. Üstlenilen rol o denli kötü ve olumsuzdur ki; olmayabilecek bir kimse hain ve işbirlikçi sıfatları ile özdeşleşebiliyor.
    Bugün de başta medya olmak üzere her kesimden sayısız insanın ve kurumun o günleri andıran bir yaklaşım içinde olduğuna tanıklık ediyoruz.
    Ali Kemal’i ve yaşadığı dönemdeki kimi kişileri tanımak bugünü doğru değerlendirmek bakımından da son derece önemli.
    Ali Kemal’i doğru ve biraz daha ayrıntılı tanımanın günümüz“mütarekeci”leri ile artık “beşinci kol” olarak tanımlanması konusunda ikilem içinde olunmaması gereken her kesimden insanı daha iyi fark edebilme adına yararlı olacağına kuşku yoktur.
    Bugünlerde, sınırlarımızda o sınırları tehdit edenler ve yeni haritalar peşinde koşanlar için davul, zurna eşliğinde coşkun gösteriler düzenlenmiyor mu?
    Gözlerimizi günah keçilerinden ayırıp biraz da oralara bakmanın zamanı gelmemiş midir? Bu yapılanlara da bir ad koymak gerekmez mi?
    “Ali Kemal”i bugün yaşananlarla birlikte değerlendirdiğimde üstlendiği olumsuz rolden kaynaklanan eylem ve söylemlerine yakınlık duymam söz konusu olmasa da, teröriste kırmızı halı ile karşılama yapanların yanında öfkemin biraz olsun yatıştığını söyleyebilirim.
    Ceyhun BALCI, 20.10.2009
    (*) Ali Kemal “Belki de bir günah keçisi…” Orhan Karaveli, Doğan Kitap, 2009.

  • Türkiye – Rusya – İran güçbirliği hazırlığı

    Türkiye – Rusya – İran güçbirliği hazırlığı

    Türkiye – Rusya – İran güçbirliği hazırlığı

    Ali Serdar Bolat 12 Temmuz 2016

    AKP’ye yakınlığı ile bilinen Abdülkadir Selvi, Royters’den 15 gün önce,
    1 Haziran 2016 günlü Hürriyet köşe yazısında bombayı patlatmıştı.
    “Dış politikaya rötuş”
    Bakınız:

    "Dış politikada mutlaka bir değişikliğe gidilmesi mecburi görünüyor" - Untitled attachment 01063

    Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş ile yaptıkları görüşme sırasında
    dinlediklerini şöyle naklediyor.

    “Dış politikada mutlaka bir değişikliğe gidilmesi mecburi görünüyor”

    “ABD, Irak’ın kuzeyinde Talabani ve Barzani ile gerçekleştirdiği Kürt
    oluşumunu Suriye’de PYD ile yapıyor.”

    “ABD’nin Suriye’nin kuzeyinde Kürt bölgesi oluşturma çabası,
    Suriye’nin parçalanacağı anlamını taşıyor.”

    “Rusya ile ilişkilerimizin iyi olduğu dönemde Putin G-20 Zirvesi için
    Antalya’ya gelmişti. Erdoğan-Putin görüşmesinde harita üzerinde
    Cerablus Operasyonu konuşulurken Putin ‘Amerikalılar orayı
    Kürtlere vermeyi planlıyor’ demişti.”

    “Biz başından beri Suriye’nin parçalanmasına karşı çıktık, toprak
    bütünlüğünü savunduk.”

    “Rusya ve İran, Suriye’de rejimin güçlenmesini, ama sonuç itibariyle
    Suriye’nin bütünlüğünü savunuyor.”

    “Türkiye ile Rusya tam olarak anlaşamasa da, Türkiye – Rusya ve
    İran’ın oluşturacağı güçbirliği, Suriye’nin bölünmesi planını engelleyebilir.”

    “Bu durumda Esed’le ilgili itirazlarımızı sürdüreceğiz, ama görünen o ki,
    Suriye’nin bölünmemesi daha önce geliyor.”

    ***********
    Türkiye, İran, Irak ve Suriye’den kopartılacak topraklar üzerinde
    Büyük Kürdistan kurma amaçlı Büyük Ortadoğu Projesi’nin Eşbaş-
    kanı olmayı kabul edip Amerika tarafından 2002 Darbesi ile ülkenin
    başına oturtulduktan,

    Türkiye’yi bölmek için Ergenekon Balyoz tertipleri düzenleyip
    PKK ile Açılım yaptıktan,

    Irak’ı bölmek için Barzani ile ittifak kurduktan,

    Suriye’yi bölmek için Barzani peşmergelerini Türkiye üzerinden
    Kobani’ye gönderip, yobaz teröristleri Suriye’nin üzerine saldıktan
    sonra

    180 derece çark edip PKK ile mücadeleye ve Suriye’nin
    toprak bütünlüğü için Amerika’ya karşı Rusya ve İran ile
    güçbirliği planları yapmaya başlamakzorunda kalmak

    ne ibret verici, ne öğretici bir durumdur.
    "Dış politikada mutlaka bir değişikliğe gidilmesi mecburi görünüyor" - mecburiyetler

    ***********

    ***********

  • Türkiye’nin ‘İslam Ordusu’nda ne işi var?

    Türkiye’nin ‘İslam Ordusu’nda ne işi var?

    Emekli Büyükelçi ve CHP eski milletvekili Faruk Loğoğlu YURT Gazetesi için yazdı.

    10 Mayıs 2016 Salı 10:22

    Faruk Loğoğlu’nun “Türkiye’nin ‘İslam Ordusu’nda ne işi var?” başlıklı yazısı şu şekilde:

    Türkiye’ye artık gündem dayanmıyor. Günün olayları bırakın geçen haftayı, ayı, yılı, bir önceki günün manşet haberlerini rahatlıkla geride bırakıyor. Hatta gündem aynı gün içinde bile eskiyebiliyor. Son örnek: Can Dündar’a yapılan silahlı saldırı olayı Dündar/Gül hakkında mahkemenin verdiği kararı gölgede bırakıveriyor. Ve tabii dikkatlerin hep en son gelişmelere odaklanması ve toplum hafızasının oluşmaması hiç de sağlıklı bir durum değil. Önemli önemsiz, doğru yanlış hep birbirine karışıyor. Bir türlü öncelikli sorunlardan oluşan bir gündem tutturamıyoruz.

    Bu girişe neden ihtiyaç duydum? Çünkü ülkeyi yöneten AKP iktidarının laik Cumhuriyetimiz’i nerelere sürüklediğinin vahim ama unutulmaya yüz tutmuş bir icraatını hatırlatmak istedim de onun için. Aslında olay hiç de eski değil, Aralık 2015’de oldu. Suudi Arabistan’ın öncülüğünde bir ‘Askeri İslam İttifakı’ kuruldu. İttifak, kuruluş metnine bakılırsa, “BM kararları ve sözleşmeleri çerçevesinde her türlü terörizmle mücadelede askeri operasyonları koordine edecek, destekleyecek ve bu çabaların bir parçası olarak gerekli program ve mekanizmaları geliştirecek.”

    Mart 2016 itibarıyla, İttifak’a 39 İslam ülkesi taraf. Suudiler birçok küçük ülkeyi sırf listeyi kalabalık gösterebilmek için para karşılığında üye yaptılar. Ancak aralarında Türkiye, Pakistan, Mısır, Nijerya, Bangladeş, Malezya, Fas, Tunus ve Ürdün gibi ülkeler de var.  Ama olanlar kadar önemlisi İttifaka girmeyenler veya çağrılmayanlar: İran, Irak ve Suriye. Burada üç büyük ciddi yanlışlık var. Birincisi durumda temel bir çelişki ve garabet var. Bugün hem kendilerini, hem bölge dışı toplumları hedef alan, tehdit eden başlıca terör örgütleri söz konusu İttifak’ın öncüsü olan ülkelerde doğup büyüyor, genelde İslam adına savaştıklarını iddia ediyor ve rakip örgütler yine bu ülkeler tarafından destekleniyor. Sonra da kalkıp aynı ülkeler terörle mücadelede işbirliğinden, birliktelikten söz etmeye kalkışıyorlar. Bir güzel özlü sözümüz var bu durum için: “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu!”

    İkinci yanlışlık işin özünde yatıyor.
    Suriye’deki savaşın kritik bir aşamaya girdiği bir anda kurulan İttifaka Suudiler’in öncülük etmesi, İran, Irak ve Suriye’nin dışlanması ve son İslam İşbirliği Teşkilatı zirvesinde İran’ın adeta parmak gösterilerek mezhepçilikle suçlanması İttifakın aslında mezhepçi saiklerle İran’a karşı kurulmuş olduğuna işaret ediyor. Oysa bölgeyi tehdit eden en büyük tehlike gerek İran da dâhil olmak üzere içerden, gerek yabancı güçlerce dışardan körüklenen ve bölgemiz için en büyük tehlikeyi oluşturan mezhepçilik yangınıdır. Terörle mücadele kisvesi altında kurulan İslam İttifakı, İran’ın bölgedeki nüfuzunu kırmaya yönelik bir girişim ise, bu mezhep kutuplaşması ve çatışma riskini daha da artıracaktır.

    Üçüncü yanlışlık ise Türkiye’yi ilgilendirmektedir. Başbakan Davutoğlu ve Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu İttifakı doğru bulduklarını ve tüm aşamalarında Türkiye’nin yer alacağını açıklamışlar, televizyon ekranlarında da bayrağımız sözde İslam Ordusu’nun resmigeçidinde görüntülenmiştir. Hükümet askeri bir ittifaka katılma yetkisini kimden, ne zaman almıştır? Laik bir Cumhuriyet olduğumuzu unutmuş mudur? İttifak üyelerinin içinde olacağı bir çatışmada Türkiye nasıl yer alabilecektir? Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin İran’ı çevreleme planlarına alet olmak ne zaman Türkiye’nin görevi olmuştur? Ne uğruna? Öte yandan, İslam İttifakı üyeliği Türkiye’nin NATO üyeliğiyle nasıl bağdaştırılmaktadır?

    AKP zihniyeti bölge ülkeleriyle ilişkilerimizde mezhep eksenini ön plana çıkarmayı sürdürmektedir.  İslam İttifakı bu zincirin yeni bir halkasıdır. Türkiye’nin derhal bu İttifak’tan çekilmesi dış politikamızda yapılacak kapsamlı onarımın ilk adımları arasında yer almalıdır. Bu İttifak’tan çekilmek aynı zamanda hem Türkiye’yi mezhepçilikten uzak tutacak hem dış politikamızı Suudi Arabistan’ın dümen suyunda gitmekten kurtaracaktır.

  • Birkaç Rus uçağı daha düşürürsek, ABD bizi iyice sevecek…

    Birkaç Rus uçağı daha düşürürsek, ABD bizi iyice sevecek…

    6678-088

     

    Prş Nis 28, 2016 20:01

    Günc. 29.4.2016

    ABD, “Türkiye’nin Avrupa Birliği yolunu açalım”, diyor, niye ki?

    ABD Ankara eski Büyükelçisi James Jeffrey ve diğer düşünce kuruluşları mensuplarının da katıldığı panelde konuşan ABD Temsilciler Meclisi üyesi Gerry Connoly neler söyledi.

    “ABD ve NATO’nun, Rusya’nın Ortadoğu’daki tutumunu kontrol edebilmesi için Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne (AB) girişinin önü açılmalıdır.

    Türkiye’nin Avrupa ve AB ile aynı düzene gelmesi herkesin çıkarınadır.

    Türkiye, demokratik bir ülke ve NATO müttefiki olarak Rusya’yı karşısına alabilecek güçte olmalıdır.

    Rus uçağının Türkiye tarafından düşürülmesi, NATO’nun bir gücü olduğunu göstermekti. Belki biraz zaman alır harekete geçirmek ama o orada hazır.

    Bölgede Rusya’nın davranışlarını kontrol etmek ABD ve NATO müttefikleri için büyük bir sorumluluktur. Türkiye bu yüzden önemli; yıllardır NATO’nun Ortadoğu’ya açılan kapısı olarak hizmet verdi.”

    Şimdi bir de “Rus uçağını düşürün” emri nereden geldi, onu okuyalım; resmin tamamı görünüyor mu?

    ________________________________________

    Uluslar, egemenliklerini geçici bile olsa, bırakacağı meclislere dahi gereğinden fazla inanmamalı ve güvenmemelidir. Çünkü meclisler bile despotluk yapabilir ve bu despotluk bireysel despotluktan daha tehlikeli olabilir. Meclislerin öyle kararları olabilir ki, bu kararlar ulusun yaşamına giderilmesi olanaklı olmayan zararlar verebilir.
    Gazi Mustafa Kemâl AtatürkErkan Güçiz
    erkanguciz@gmail.com

    Kaynak: Günçel Meydan

     

  • “Rus devleti ile görüşüyoruz”

    “Rus devleti ile görüşüyoruz”

     

    ADIL HACI OMEROGLU

    11 Nisan 2016, 11:44

    10 Nisan 2016 Pazar… Aydınlık Gazetesinin manşetinde, başlıktaki tümce var. Şimdi bu sözü, “Kim söyledi?” diye herkes düşünmekte. Siyaseti, sığ düşünsel kalıplara sıkışarak ve emperyalist yönlendirmelerle yapanların aklına ilk gelen kişiler ya RTE ya da Davutoğlu’dur. Zayıf bir olasılıkla da Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu gelir akıllara.

    TBMM’de temsil edilen muhalefet partileri mi? Kimsenin aklının köşesinden geçmez. Kılıçdaroğlu, Bahçeli ya da Demirtaş… Bu liderlerin Türkiye’nin yaşamasal çıkarlarını korumak adına bir girişimde bulunacağını kimse düşünmez bile. Tıpkı iktidarda bulunan AKP yöneticilerini düşünmedikleri gibi… AKP yöneticilerini, koşulların dayattığı zorunluluk ve halkın yükselen öfkesi sıkıştırmadıkça Türkiye’nin lehine karar alarak girişimlerde bulunması neredeyse olanaksız.

    Okurların meraklanıp heyecanlandıklarını sanıyorum. Evet, bu tümceyi söyleyen kim? Bu tümceyi söyleyen Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek. Nerede mi söylemiş? Antalya’da… Rus uçağının düşürülmesinden sonra bozulan Türk-Rus ticaret ilişkilerinin mahvettiği Antalya, açıklamanın yapıldığı yer. Hem turizm gelirleri hem de tarım ürünleri dışsatımı neredeyse sıfırlandı bu güzel ilimizde.

    Sayın Perinçek, Antalya’da önce turizmciler ve üreticilerle bir dizi görüşmeler yapıyor. Sorunları yerinde dinliyor. Oradaki ekonomik felaketi tüm ayrıntılarıyla birinci ağızlardan öğreniyor. Sadece öğrenmekle yetinmiyor vatansever bir devlet adamının sorumlu davranışıyla gerekeni yapmak için kolları sıvayarak Türk-Rus ilişkilerinin düzelmesi için çaba harcıyor.

    Perinçek, Antalya’da düzenlediği basın toplantısında: “Antalya, Türkiye’nin Rusya’ya açılan kapısıdır. Antalya’da yaşanacak sarsıntı, bütün Türkiye ekonomisini etkileyecek boyuttadır.” diyerek konunun önemine dikkat çekti. Özelikle turizmin canlanacağı, yaş sebze ve meyve üretiminin çoğalacağı bahar mevsiminde böyle bir açıklama Türkiye ekonomisi açısından büyük bir önem taşımakta.

    “Perinçek; Suriye, Lübnan, Irak, İran ve Azerbaycan gibi bölge ülkelerinin Rusya’yla birlikte hareket ettiğini anımsatarak ‘Rusya dostluğu zorunludur. Vatan Partisi olarak yapıcı bir çalışma içindeyiz. Hem Rus devleti ile görüşüyoruz hem de Türkiye’yi yönetenlerin derhal harekete geçmeleri için çaba gösteriyoruz. Bazı sonuçlar almaya başladık.’diye konuştu. (Aydınlık Gazetesi, 10 Nisan 2016)” diye sürdürmekte manşetteki haber. Bu sözler ve Vatan Partisi’nin Türk-Rus ilişkilerinin düzelmesi için yaptığı girişimler örnek olmalı hem iktidar hem de muhalefet partilerine.

    Popülist yaklaşımlarla siyaset yapanlar, ne yazık ki ülke çıkarlarını unutmaktalar. Türkiye’nin ve Türk halkının çıkarlarının nasıl savunulacağını Perinçek’in yukarıdaki açıklamalarından öğrenmeliler. Vatanseverlik, sorumluluğu gerektirmede. Halkına karşı sorumlu olmayanlar, siyaset yapmayı salı günleri yapılan grup toplantılarında kendilerini mahalle kahvesinde sanmaktalar. Bu nedenle de laf atıştırmayı, birbirlerine bolca hakaret etmeyi siyaset yapmak olarak görmekteler. Ortalığı toza, dumana kaplatarak gerçekleri gözlerden saklamaktalar. Böylece de bu partilere oy veren yurttaşlar aldatılmakta.

    Vatan Partisi’ne verilen oyların boşa gideceğini söyleyen güdümlü medya bülbülleri, öngörüsüz siyasetçiler, ABD ve AB sözcüsü politikacılar, dönekler, liberaller, PKK severler, kişisel çıkar peşinde koşan zavallılar… Şimdi görüyor musunuz kimlerin verdiği oyun boşa gittiğini? Türkiye’nin hiçbir sorununa çözüm bulamayan partilere verilen oyların nasıl da boşa gittiğini, bir işe yaramadığını anlıyor musunuz? Yüz altmış bir bin oyla Türkiye’nin en büyük sorunlarını tek tek çözümleyen Vatan Partisi’ne verilen oyların ne kadar değerli olduğunu fark ettiniz mi acaba?

    Önce AİHM’de “Ermeni Soykırımı” yalanı çürütüldü. Şimdi Türk-Rus ilişkileri onarılmakta. Yarın bölücü ve gerici anayasa girişimi ortadan kaldırılacak. Bütün bu sorunlar, TBMM’ye girmeden çözümlemekte Vatan Partisi. Türkiye’nin sorunu çok… Bu nedenle de Vatan Partisi’ne gereksinmemiz çok fazla. Düzen partilerinden çözüm beklemek, Türkiye’yi zora sokmakta, Türkiye’nin birikimleri ve insan gücü boşu boşuna harcanmakta. Bu nedenle AKP, CHP, MHP ve hatta HDP’ye oy veren vatanseverler; emeğinizi yanlış yerde, boşuna harcamayın! Gelin Vatan Partisi’ne Cumhuriyet’imizi yeniden kuralım, Türkiye’nin sorunlarını Atatürk’ün izinden giderek çözelim.

    Adil Hacıömeroğlu
    ulusalkanal.com.tr

     

  • Hükümetin Dış Politikası ve Yeni Anayasa Tuzağı

    Hükümetin Dış Politikası ve Yeni Anayasa Tuzağı

    Tülay Özüerman

    “Savaş kaybeden devletlere, güçlü devletler diz çöktürüp, ülkelerini nasıl yöneteceklerini, ilkelerinin ne olacağını belirleyen anayasalar hazırlatmışlar. Peki şimdi ne oluyor? Türkiye savaş mı kaybetti? Niye bize yabancılar sürekli bir yeni anayasa dikte etmeye çalışıyorlar?!…

    Eğitim-İş İzmir İzmir 3 No’lu Şubenin düzenlediği “Hükümetin Dış Politikası ve Yeni Anayasa Tuzağı” konulu panelde konuşan Emekli Büyükelçi ve CHP eski Milletvekili  Onur ÖYMEN, Yeni Anayasayı Türkiye’den yabancıların istediğine dikkat çekerek, dünyada savaşı kaybedenlerin anayasalarını savaşı kazananlar tarafından dikte ettirildiğine dikkat çekti ve dünyadan örnekler vererek Türkiye’deki Yeni Anayasa talebinin kaynağını anlattı.

    Onur ÖYMEN,’in 9 Nisan 2016 tarihli

    Eğitim İş 3 no’lu şube tarafından düzenlenen

    “Hükümetin Dış Politikası ve Yeni Anayasa Tuzağı”

    panel konuşması

    Dış politikanın en önemli konusu nedir?” diye soracak olursanız, “Anayasa” konusudur.

    “Dış politika ile anayasanın ne alakası var?” diyeceksiniz.

    Büyük devletler başka ülkeleri etkilemek istedikleri zaman önce Anayasalarını değiştirtmek isterler. Mesele burdan kaynaklanıyor. Kendi Anayasalarını değiştirmezler.

    Amerikan Anayasası 230 yıldan beri değişmemiştir; 30 kere değişiklik yapılmıştır çeşitli maddelerinde ama Anayasa değişmemiştir. Belçika Anayasası, 1831’den beri değişmemiştir. Ama başka ülkelerin anayasalarını değiştirmek için özel bir çaba harcarlar.

    Örneği var mı? Var. 2. Dünya Savaşı bitmiş; Japonya ve Almanya mağlup devletler. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra ilk yaptıkları iş bu ülkelere anayasa dayatmak. Önce Japonlara diyorlar ki size bir anayasa hazırlatacağız, “Yok” diyor Japonlar, “Biz hazırlarız, İmparator, Başbakan, Hükümet, Meiji Anayasası var bizde 19. Yüzyıldan kalma, onu biraz güncelleştireceğiz, bizim anayasamız o olacak.” “Katiyyen olmaz” diyor Amerikalı Komutan, “Biz yazacağız sizin Anayasanızı.” Kendi hukukçu subaylarına anayasa yazdırıyor, bugün yürürlükte olan Japon Anayasası, Mc Arthur’un hukukçu subayları tarafından yazılmıştır ve hala yürürlükte.

    Bir tek Japonya’da mı? Bir tek maddesini değiştiremediler. “Savaş açmasını ya da herhangi bir şekilde savaşa girmesini” yasaklayan madde var Japon Anayasası’nda. Diyorlar ki “Hiç değilse, saldırıya uğrarsak savunma gücümüzü kullanma hakkımız olsun.” Bir maddesini değiştirmek istediler, değiştiremediler. Bugün hala Japonya, Mc Arthur’un hazırladığı Anayasa ile idare ediliyor. Bir tek Japonya olsa, diyeceğiz ki istisna; öyle değil.

    Peki Alman Anayasası nasıl hazırlanmış?

    1946 yılında, gene Amerikalı hukukçuların yönetiminde Bavyera bölgesi için temel yasa hazırlıyorlar; ondan sonra 1948 yılında galip devletler Londra’da bir toplantı yapıp birkaç komisyon kuruyorlar; bu komisyonların görevi, Alman Anayasası’nı hazırlamak. Alman Anayasa’sını hazırlamakla görevli komisyonlarda bir tane Alman yok. Hazırlıyorlar anayasayı,  Başbakan Adenauer’e götürüyorlar; “Biz bunu kesinlikle kabul edemeyiz, bu felaket” diyor, “Biz 1919 tarihli Weimarr Anayasası’na uygun bir anayasa hazırlayacaktık. Böyle bir şeyi kabul edemeyiz.” Ama 3-5 kelimesini değiştirerek kabul etmek zorunda kalıyor.  

    Bugün yürürlükte olan Alman Anayasası, Londra’da bir tek Almanın iştiraki olmaksızın hazırlanan bir anayasa.

    Peki bu örnekler, Türkiye’yi neden ilgilendiriyor? Ne alakası var Türkiye ile?

    Bu iki devlet savaş kaybetmiş. Savaş kaybeden devletlere, güçlü devletler diz çöktürüp, ülkelerini nasıl yöneteceklerini, ilkelerinin ne olacağını belirleyen anayasalar hazırlatmışlar. Peki şimdi ne oluyor? Türkiye savaş mı kaybetti? Niye bize yabancılar sürekli bir yeni anayasa dikte etmeye çalışıyorlar?

    “Türkiye yeni anayasa hazırlasın” lafı yabancılardan çıktı. Bunun kamuoyu pek farkında değil çünkü medyada o kadar başarıyla “algı yönetimi” işini beceriyorlar ki, neyin ne olduğunu insanların takip etmesi, anlaması gerçekten imkansız hale geldi.

    “Yeni Anayasa gerekli”, “Yeni anayasa lazımdır” diye kalıplar öne sürüyorlar.

    Nerden çıktı bu? Niye gerekliymiş yeni anayasa?

    Amerikan Anayasası değişmedi de bu kadar yıl, niye Türk Anayasası değişsin, bunu soran yok. Bu ihtiyaç nerden kaynaklanıyor, bunu soran yok. Amerikan Anayasası kabul edildiğinde, Amerika’da hala kölelik düzeni vardı. Ondan sonra ne gelişmeler olmuş, 65 yıl sürmüş kölelik, sonra kölelik kalkmış, sonra iç savaş olmuş, 2 tane dünya savaşı olmuş, Amerika’da çok şey değişmiş, eyaletlerin sayısı artmış vs. vs… Bunların hiçbiri bir anayasa değişikliği için yeterli sebep değil.

    Ama Türkiye’ye gelince, “Türkiye yeni anayasa yapsın, kim söylüyor? Amerikalılar söylüyor? Ne zaman söylüyor? İşte işin ilginç tarafı budur. Bugünkü iç politika, dış politika, güvenlik politikası, bunlarla doğrudan doğruya bağlıdır anayasa dayatmaları.

    Raporlarında “Türkiye yepyeni bir anayasa hazırlasın ve Türk kelimesi geçmesin” diyorlar ve bu konular gündemimize giriyor. Meselenin kökenine bakacaksınız. Kim başlatıyor?

    Türkiye’de “yeni anayasa” lafını yabancılar başlatıyor.

    Peki niçin yepyeni bir anayasa istiyorlar, bunun cevabını da yabancıların raporlarında, kitaplarında okuyoruz. Açık konuşalım, Türkiye’nin sıkıntıları açık konuşmamaktan kaynaklanıyor.

    Yabancılar Atatürk Cumhuriyeti’nden, Kemalizm’den rahatsızlar.

    Graham Fuller “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” adlı bir kitap yazdı. Artık Türkiye Cumhuriyeti zamanını tamamlamıştır, artık onu bir tarafa bırakın ve bugünkü iktidarın politikaları çerçevesinde Türkiye yeni bir anayasa hazırlasın, yeni bir rejim içine girsin.

    Atatürk’ten niye rahatsızlar, mesele burda başlıyor.

    Atatürk’ten yabancılar da rahatsız, içerde de bazı çevreler rahatsız Kemalizmden. Wikileaks belşgelerini okursanız, o tarihte CHP’den bahsederken, “CHP, Kemalist,laik, milliyetçi” kötü sıfatlar, kendi hükümetine bizi eleştirmek için Ankara’daki Büyükelçi CHP’yi böyle tarif ediyor. Onlara göre Kemalist olmak büyük bir günah. Niye?

    Çünkü Kemalizmin özünde, dış politikasının da özünde tam bağımsızlık yatıyor. Cumhuriyetin dış politikasının özünde tam bağımsızlık var. Yabancıların tahammül edemediği bu, çünkü istiyorlar ki hassas bölgelerde bulunan devletler, onlar ne istiyorsa onu yapsın, yabancılar ne istiyorsa onu yapsın, farklı bir politikası olmasın, kendi menfaati farklı yönde de olsa, büyük devletler ne diyorsa onu yapsın. Ama Atatürk Türkiye’si buna uygun değil. Atatürk’ün ilkeleri buna uygun değil.

    Cumhuriyet döneminde görüyoruz, Türkiye daima kendi çıkarları neyi gerektiriyorsa, onu yapmış. Hatay’da Fransa’ya boyun eğimiş mi? Türkiye kendi politikasını, kendi çıkarlarını savunmuş ve başarılı olmuş. Daha sonraki yıllarda Ecevit, dış baskılara boyun eğerek Kıbrıs’a çıkartma yapmaktan vazgeçti mi, geçmedi. Kardak’a çıkartma yapmaktan vazgeçtik mi, geçmedik. İşte bu rahatsız ediyor. En sonunda 1 Mart tezkeresinde Amerika’nın Türkiye üzerinden Irak’a bir cephe açma girişimine TBMM bu girişimi reddetti. Amerikalılar hükümetin verdiği söze güvenmişler, Türkiye sahillerine, İskenderun’a gemilerini göndermişler; sonra Meclis bir karar alıyor reddediyor, bunlar palas pandras gidiyorlar. Amerikan tarihinde böyle bir örnek yok.

    Türkiye’de en kötü dönemde bile milli çıkarları koruma refleksi var.

    Ulusal politikalarla Türkiye’nin çıkarlarını koruma refleksi var idi. 1 Mart 2003’te 99 AKP’li kendi hükümetinin önerisinin aleyhine veya çekimser kalarak bizim gibi oy verdi ve o sayede biz bu tezkereyi reddettik. Türk Amerikan ilişkilerinde, bu tezkereden sonra büyük bir bunalım çıktı. Savunma Bakan Yardımcısı Wolfowitz’e soruyorlar gazeteciler nedir bu iş diye, önce askerleri suçluyor, diyor ki sorumluluk askerlerdedir çünkü askerler siyasetçilere liderlik yapamadılar. Askerin siz siyasete karışmasını mı istiyorsunuz, karışmamasını mı? Karışmıyor, niye karışmadın? Karışıyor, niye karışıyorsun? Mesele şu, ister karışsın, ister karışmasın, sonunda bizim istediğimiz olsun. “Türkler diyecek ki” diyor, “Amerika için iyi olan neyse bizim için de iyi olan odur diyecekler ve bizim her dediğimizi yapacaklar.” diyor. Düşünebiliyor musunuz dış politika ne hale gelmiş? Bunu söyleme cesaretine sahip, Atatürk’ün döneminde böyle bir şey söyleme cesaretine sahip insan çıkabilir miydi? İsmet İnönü zamanında çıkabilir miydi? Ecevit zamanında çıkabilir miydi? Şimdi çıkıyor. Demirel zamanında bile çıkamadı. Kıbrıs harekatından sonra Demirel Başbakan oluyor, Demirel zamanında Amerikan Kongresi 1975 yılında Türkiye’ye silah ambargosu uygulama kararı alıyor. Demirel Amerika’ya tebligatta bulundu, 3 gün içinde Türkiye’deki bütün askeri üsleri ve tesisleri terk edeceksiniz dedi. Amerikalılar şaşkınlık içinde kaldı, hiç beklemiyorlardı böyle bir tepki. Üç gün içinde bütün Amerikan askerlerinin hepsi çıktı gitti Türkiye’den. Amerika o sırada Sovyetler Birliği’nden sağladığı istihbaratının yüzde 60’ını kaybetti bir günde. Türkler böyle insanlar.

    O zaman ne yapacaksınız? Madem ki bu Türkler, en olmadık zamanlarda ulusal çıkarlarını koruma konusunda bu kadar duyarlılar, o zaman ne yapacaksınız? Türkiye’nin yapısını değiştireceksiniz.

    Türkiye’nin dokusunu değiştireceksiniz. Bunun çaresi ne? Bunun çaresi Anayasayı değiştirmek. Anayasayı, yani devletin yapısını, dokusunu değiştirmek. Eğer anayasalar böyle sık sık değiştirilebiliyorsa, siz niye kendi anayasanızı değiştirmiyorsunuz? Ne zaman başka ülkelere baskı yaptınız da anayasalarını değiştirttiniz. İşte biraz önce anlattım.

    Savaşı kazanmış, savaştan sonra anayasasını değiştirmeye zorluyor mağlup ülkeyi. Sanki Türkiye savaş kaybetti, bize dışardan anayasa dayatıyorlar.

    İşin özü bu.

    Hiç kimse Türkiye’de mantıki bir şekilde, niçin bizim yeni bir anayasaya ihtiyaç duyduğumuzu söyleyemiyor. Çünkü böyle bir ihtiyaç yok.

    Birincisi hukuken mümkün değil. Anayasamızda bir hüküm var, diyor ki hiç kimse Anayasadan almadığı bir yetkiyi kullanamaz.

    Peki Anayasa size, mevcut anayasayı ortadan kaldırıp yepyeni bir anayasa yapma yetkisi veiryor mu, vermiyor. Anayasa’da, Meclise yeni bir anayasa yapma yetkisi veren bir hüküm var mı? Yok.

    1. Maddede verilen yetki, madde değişikliği yetkisidir. Bu yetkiyi de defalarca Türkiye kullandı.

    1982 Anayasası, darbe döneminde hazırlanmıştır ama kaç defa değişti, sadece AKP hükümeti zamanında 45 kere anayasa değişikliği yapıldı. Sadece bir yılda, 2010 yılında 25 madde değiştirildi. 1987’den beri yapılan anayasa değişiklikleri, 1980 darbesinin izlerini sildi. Mesela 1987’de eski siyasilerin, siyaset yapma yasağı kaldırıldı, 1993’de radyodan devlet tekeli kaldırıldı, 1995’de askeri müdahalenin meşruluğunu savunan cümleler anayasadan çıkarıldı.

    Daha pek çok değişiklik yapıldı; 1990’da örneğin Devlet Güvenlik Mahkemeleri’den askeri hakimler çıkarıldı, Milli Güvenlik Komitesi’ndeki düzenlemelerin Anayasa Mahkemesi tarafından denetlenemeyeceği kuralı kaldırıldı.

    Hepsini saymaya gerek yok ama şunu bilmek lazım ki bu Anayasa’da çok önemli değişiklikler yapıldı. Demek ki anayasa değiştirilebiliyor; ancak anayasa ortadan kaldırılıp yepyeni bir anayasa yapılamıyor. Şimdi bize bunu dikte etmek istiyorlar.

    Niye? Yabancılar bunu istiyor da onun için.

    Efendim, yabancılara haksızlık mı yapıyoruz acaba, onlar niye karışsınlar Türkiye’nin içişlerine, diye düşünen olabilir. İşte daha dün Ankara’daki Amerikan Büyükelçisi’nin konuşmasına bakın, en olmayacak şeyler bunlar, Büyükelçi açıkça ne diyor, defalarca söylediler bunu Amerikalılar ve Avrupalılar, Türkiye yeniden PKK’yla müzakereye otursun, açılım süreci tekrar başlasın.

    Bu sizin işiniz mi? Yani Türkiye terörle nasıl başedecek, bunu Amerika mı bize dikte edecek, Avrupa mı bize söyleyecek? Görüşüp görüşmeyeceğimiz, bizim karar verceğimiz bir konu ama size dışardan sürekli olarak bunu dayatıyorlar.

    Alman Dışişleri Bakanı Walter Steinmeier, bir demeç verdi 3 gün önce, diyor ki “Açılım sürecinin tekrar başlamaması Türkiye için ölümcül sonuçlar doğurur.” Lafa bakın, “ölümcül sonuçlar doğurur”, nasıl baskı yapıyorlar.

    Yine Amerikan sivil toplum örgütleri o kadar yoğun bir şekilde, üst üste yayın yapıyorlar ki, açılım süreci tekrar başlasın diye. Onların istediği gibi yeni anayasa yapmazsak, onların istediği gibi teröristlerle masaya oturmazsak, biz bitermişiz.

    Size bunları söylüyorlar, bunları yazıyorlar, üst üste defalarca yazıyorlar. Bunlara karşı Türkiye’den ses çıkaran var mı? Televizyonlar bu gibi düşünceleri yayınlamamak üzere programlandılar. Anayasa ile ilgili televizyon programına 5 kişi katılıyor, 5’i de yeni anayasa taraftarı, böyle şey olur mu? Bir kişi bu söylediklerimizi söyleyebiliyor mu? Bunları söyleyebilecek insanları davet etmeye cesaretleri var mı?

    Basın özgürlüğünün hepimiz mücadelesini veriyoruz; iktidarın basın üzerine yaptığı baskılara karşı hepimiz omuz omuza vermiş bir şekilde mücadele ediyoruz. Peki basının kendi kendini sansürlemesine ne diyeceğiz? Şu veya bu etki altında basın şu anda fiilen kendini sansürlüyor.

    Türkiye bu hale geldi. İşin akademik yönünü, bilimsel yönünü tartışıyoruz. Biraz da işin özünü tartışmak lazım.

    İşin özü şu; Türkiye’nin elini kolunu bağlamak istiyorlar, bunun çaresi anayasayı değiştirmek. Türkiye’nin yapısını, dokusunu değiştirmek istiyorlar.

    Size diyorlar ki; “Gidin PKK’yla masaya oturun.” Siz onlara şunu söyleyebiliyor musunuz; “Siz, Amerika olarak, ya da Avrupa olarak, kendinize yönelik teröristlerle hiç masaya oturdunuz mu? Siz oturuyor musunuz?”

    Amerikan Başkanı Bush, 2008 yılında, İsrail’e gidiyor Meclis’te, Knesset’de konuşma yapıyor; “Bazıları bize teröristlerle görüşmemizi tavsiye ediyor; bu çılgınca bir düşüncedir, hiçbir zaman yapmadık ve yapmayacağız, teröristlerle görüşmeyiz.”” diyor. Ondan bir süre sonra Türkiye, İmralı’ya görüşmeye başlıyor, Amerikan hükümeti sözcüsü “Türkiye’nin bu kararını alkışlıyoruz” diyor. Şimdi biz bunu nasıl anlayacağız? Nasıl yorumlayacağız?

    Dostluksa dostluk, ittifak ilişkisi ise ittifak ilişkisi… Ama bir yerde de karşılıklı saygıyı kaybetmeyelim. Bizim gözümüzün içine baka baka siz, hangi konuda neyi nasıl yapmamızın uygun olacağını bize dayatmaya çalışırsanız, biz iki defa düşünürüz. Bir tek anayasa konusunda olsa, öyle değil; Kıbrıs konusunda Türkiye hangi politikayı izleyecek, onlar bize söylüyor, onu yapıun, bunu yapın, asker çekin, şu tavizi verin, bu tavizi verin.

    Ermenistan ile ilişikilerimizi nasıl halledeceğiz, Cenevre’de gizli görüşmeler, orada yabancıların dayatmasıyla Ermenilerin her istediğini kabul ediyorsunuz; imzalanan protokollerde Türkiye’nin taleplerinden bir tanesi yok. Protokollerin imzalanması fotoğrafına bakıyorsunuz; iki tarafın Dışişleri Bakanları, arkanızda Amerika’nın, Almanya’nın, Fransa’nın, İngiltere’nin Dışişleri Bakanları… Nasıl oluyor bu işler? Siz mi bize dayatıyorsunuz nasıl anlaşma imzalayacağımızı; sonunda bir çıkıyor ki anlaşma, tutar tarafı yok. Biz Meclis’te büyük bir tepki gösterdik, Azerbaycan da tepki gösterdi; Meclise onaylatamadılar, hala onaylatamıyorlar çünkü tutar tarafı yok. Böyle bir sonuç niçin çıktı çünkü yabancıların dayatmasıyla yaptınız. Her konuda onlar bize söyleyecek ne yapacağımızı…

    Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerine döndük. Her istediğini yaptırıyor yabancılar, o noktaya geliyoruz.

    Yabancılar size bütün konularda çözüm öneriyorlarsa, bunun nasıl bir gerekçesi olabilir? Türkiye’nin hangi meseleyi nasıl çözmesi bizim menfaatimize hizmet edecek, onu düşünerek, ona göre çözümler öneriyorlar.

    Mesela şimsi size diyorlar ki, PKK’yla masaya oturun.

    İspanya’ya dediniz mi bunu, demediniz; İspanya masaya oturuyor mu, oturmuyor. PKK’yla masaya oturunca ne konuşacağız, bizim kendi istediği gibi anayasa yapmamızı istiyor, ulus devleti istemiyorlar, yabancılarla aynı kelimelerle konuşuyorlar, ‘Türk’ kelimesi istemiyorlar, özerklik istiyoruz diyorlar, o bölge bizim yönetimimizde olacak diyorlar. Peki bunu bilmiyorlar mı yabancılar, masada bunları talep edeceklerini herkes duydu, bunu bile bile bize niye masaya oturmayı dayatıyorsunuz.

    Çünkü terör örgütünün size masada dayatmak istediği şeyler, bu ülkelerin Türkiye’ye yüzyıldan beri dayatmak istediği Kürt politikasıyla örtüşüyor. Sevr’de bunlar yazmıyor muydu? Size demiyorlar mıydı ayrı bir Kürt devleti kurulsun, Ermeni devleti kurulsun.

    Peki, Lozan olmuş, dünyada bu kadar değişiklik olmuş, büyük devletler  vazgeçmiş olabilirler mi o zamanki isteklerinden? Büyük devletlerin geri vitesi yoktur. Büyük devletler, şartlar zorlarsa bir süre için ara verirler ama şartlar uygun olunca gene aynı taleplerini tekrarlarlar çünkü bu talepleri, onların stratejik menfaatinin gereği, Türkiye’ye eziyet olsun, kötülük yapalım diye değil, menfaatleri onu gerektiriyor. Açın İngiliz arşivlerini, orda diyor ki, “Türkiye’yle Irak’taki petrol bölgeleri arasında bir tampon Kürt devleti kurulsun ki Türkiye günün birinde o petrol bölgelerini ele geçirmeye kalkışmasın.” Yani Kürtleri çok seviyorlar, Türkleri sevmiyorlar, böyle basit şeylere kapılmayın. Menfaati o bölgede Kürt devleti kurulmasını gerektiriyor. Bu şartlar geçmişteydi diye düşünebilirsiniz ama öyle değil. Barzani 2014 yılında BBC’ye demeç verdi; “Biz yakında referandum yapacağız ve bağımsızlığımızı ilan edeceğiz.” dedi. Ertesi günü İsrail Başbakanı Netenyahu bir demeç veriyor; “Kürtler bağımsızlığını ilan ederse, bizler onu tanırız.” Barzani Amerika’ya gitti, Amerikan başkan yardımcısı Biden’la görüşüyor, “Biz bağımsız bir Kürt devleti kuracağız.” diyor. Biden, “Merak etmeyin, acele etmeyin ama size şunu söyleyeyim, sizin ve benim ömür süremizin içinde bağımsız Kürdistan’ın kurulumunu göreceğiz.” Bu ne demek? Irak’ın toprak bütünlüğünü ortadan kaldırmayı göze almışlar.

    Geçen ay İsrail Adalet Bakanı bir konuşma yaptı diyor ki “Türkiye ile Irak arasında  bağımsız bir Kürt devleti kurulmalıdır ve biz de İsrail olarak bunu destekleyeceğiz.” Bir kere daha söylüyor, acaba duymayan anlamayan varsa Ankara’da diye bir kere daha söylüyor. Şimdi siz bütün bunları bileceksiniz ama kimse bunları dile getirmeyecek, hükümete kimse bu konuda soru sormayacak, bu konular kamuoyunda tartışılmayacak, siz sadece gelişmeleri güncel olaylar  olarak gazetelerden televizyonlardan izleyeceksiniz. İşin esasını kimse kamuoyuna anlatmayacak, anlatacak olanlara da fırsat vermeyeceksiniz.

    Türkiye böyle bir durumda. Türkiye her konuda veren taraf.

    Bütün bunlar nerden kaynaklanıyor?

    Türkiye’nin güçsüz bir ülke olmasından, zayıf bir ülke olmasından kaynaklanmıyor. Bu sıkıntılar, Türkiye’nin gücünden kaynaklanıyor. Ne yazık ki bu gücü kullanma bilgisine, birikimine, cesaretine sahip siyasi kadrolara sahip değiliz.  Sıkıntımız burdan kaynaklanıyor, Şunu düşünün, 1. Dünya Savaşı olmuş, biz mağlup devletiz, Almanya, Japonya gibi, onların başına gelenleri düşünün, Versay anlaşmasını, Japonlara yapılanları düşünün; fakat Lozan’da öyle bir anlaşma imzalıyoruz ki, Lozan Anlaşmasında Türkiye galip devletlerle eşit duruma getiriliyor. Bunun bir örneği yok. Savaşı kaybeden bir tarafın, savaşı kazananlarla eşit duruma getirildiğinin başka bir örneği yok, 1. Dünya Savaşından sonra da yok, 2. Dünya Savaşından sonra da yok. Bunu biz başarmışız.

    Sonra ne olmuş? İmparatorluklar dağılmış. Yalnız Osmanlı İmparatorluğu değil, İngiliz, Fransız, Avusturya-Macaristan imparatorlukları dağılmış. Dağılan imparatoruluklar içide, Rusya’yı bir tarafa bırakıyoruz, o da parçalandı kendi içinde, dağılan imparatorluklar içinde Avrupa’da bugün toprağı en geniş ülke Türkiye. Nüfus açısından da Almanya birleşmese en kalabalık ülke Türkiye olacaktı, Almanya birleşti, 2. ülke biziz; tahammül edemiyorlar. Bana Avura Birliği’nin çok üst düzey bir yetkilisi söyledi; “Biz insan hakları, Kıbrıs filan diyoruz, kulak asmayın; esas mesele biz sizin rekabet gücünüzden çekiniyoruz, korkuyoruz.”

    Bakın gümrük birliği diyoruz, gümrük birliği diye birşey yok aslında, sadece sanayi ürünlerinde gümrük birliği var çünkü sanayi ürünlerinde Avrupa’nın rekabet gücü daha yüksek; hizmetler sektöründe var mı, yok, kabul etmediler çünkü biz daha güçlüyüz; tarımda var mı gümrük birliği yok çünkü biz daha güçlüyüz. Bizim güçlü olduğumuz yerlerde gümrük birliğini kabul etmiyorlar, sadece bizim zayıf olduğumuz yerlerde kabul ediyorlar.

    İnsan hakları konusunun iki boyutu var; birincisi gerçekten samimi olarak Türkiye’deki insan hakları konusundaki eksiklikleri, yanlışlıkları eleştiren yabancılar, saygı gösteririz bunları biz de eleştiriyoruz, başka ülkeleri de eleştiririz.

    İnsan hakları iç mesele sayılamaz uluslararası anlaşmalara göre ama bir şartla insan haklarını eleştirirken, insan haklarını başka siyasi amaçlar için kullanmayacaksınız.  Şimdi Amerika ne diyor; “Gazetecilere büyük baskı yaptınız, basın özgürlüğü, insan hakları, vs.” Obama demeç veriyor; buna bir şartla saygı duyarız eğer siz geçmişte Türkiye’de basın özgürlüğüne saygı gösterdiyseniz; gazetecilere yapılan baskıları eleştirdiyseniz bunu söylemeye hakkınız var, eleştirdiniz mi?

    Ergenekon davası başladı, o sırada ben Avrupa Parlamentosu Türkiye Karma Parlamento komisyonu başkan yardımcısıyım;  daha birinci iddianame çıkmamış, bir karar tasarısı kabul ettiler, şu yazıyor; “Ergenekon , devlet içine sızmış bir çetedir, devlet bunları bulup çıkarmalıdır ve hepsini cezalandırmalıdır.” Daha iddianame yok ortada. Ben dedim ki; “Böyle bir şeyi nasıl söylersiniz, biz bilmiyoruz, daha iddianame yok ortada, nasıl söylersiniz?” İşte Türkiye raportörü Hollandalı diyor ki “Biz herşeyi başından beri biliyorduk.” Buyurun…

    O sırada İlhan Selçuk içeri atılmış, hiçbir şey söylemiyorlar, insan hakları böyle; umurlarında değil çünkü insan hakları alanında kendilerine yakın birilerinin başına bir şey gelirse seslerini çıkarıyorlar, tepki gösteriyorlar; İlhan Selçuk için birşey demiyorlar ama hakkında dava açılan kendi yakınları olunca karar tasarısı üzerine karar tasarısı; yayın üzerine yayın.

    Bu insan hakları konusunda iki yüzlü bir yaklaşım ve çifte standarttır. Eğer gerçekten insan haklarını destekliyorlarsa biz onlarla beraberiz ama insan haklarını başka amaçlarla kullanıyorlarsa buna saygı duymayız. Çifte standart uygulamayacaksınız.

    Bakın Türk hükümeti Ergenekon’un bir komplo olduğunu söyledi, Avrupa Birliği çıkıp ta bizim o sırada yayınladığımız bildiri yanlıştı, haksızdı, dedi mi, demedi. Amerikan wikileaks belgelerine bakın Ergenekon için neler yazyor. Şimdi siz bize bunları söylüyorsunuz, o zaman niye söylemediniz?

    Diplomasi bir savaştır, silahsız bir savaştır, Diplomasi bir mücadele sanatıdır.

    Size yapılan haksızlıklara karşı mücadele edeceksiniz. Atatürk’ün başarısının özünde Türkiye’ye yapılan haksızlıklara karşı direnmesi ve mücadele etmesi yatıyor.

    Atatürkçülükten uzaklaştığımız her gün, biz bu mücadele azmizimizi, ruhumuzu kaybediyoruz.

    Onun için bu mücadele azmimizi yeniden kazanmamız lazım.

    Ne yapmalıyız sorusunun cevabı:

    Cumhuriyetin fabrika ayarlarına dönmemiz lazım.  

  • Türk-Rus savaşı planlaması mı?

    Türk-Rus savaşı planlaması mı?

    Arslan BULUT

    Türkiye’nin Rusya uçağını düşürmesiyle sonuçlanan olaylar zinciri, 1997 yılında Attilâ İlhan ile yaptığım sohbeti aklıma getirdi. Sohbetin Türk-Rus ilişkileriyle ilgili bölümü, bugün için de önemli dersler içeriyor:

    BULUT: Diyorum ki, geçmişte bir kamplaşma, cepheleşme, hatta kan davası oluşmuş. Bilhassa benim yaşımdaki insanlar, bunu ağır şekilde yaşamış. Ben de yaşamışım. Yıllardan beri bu süreçte meydana gelen önyargıların aşılması için çaba sarf ediyorum ama görüyorum ki, insanların kendi önyargılarını aşmaları çok zor. İki tarafta, diyaloğa bile karşı insanlar var…

    İLHAN: Aşılmasını istemeyen kim? Şimdi ona bakalım. Bu iş Türkiye’de tavsadı 12 Eylül’den sonra. Herkesi dağıttılar, hapsettiler, perişan ettiler. Peki Türkiye’de yeni bir kutuplaşma, zıtlaşma çıkmadı mı? Laik-antilaik! E demek ki, birileri Türkiye’de zıtlaşma istiyor iki gözüm kardeşim… Birini bitiriyorsun, ötekini çıkarıyor sana! Neden? Global olarak bakılınca görülüyor. Sisteme Amerika Birleşik Devletleri tek başına hâkim olmuş durumdadır. Dünyada rakip istemiyorlar. Peki bunlara rakip kim olur? Bunlara rakip büyük devletler olur. O halde devlet istemiyorlar, büyük devlet istemiyorlar. Birinci uygulama Rusya. Rus’u dağıttılar. İkinci uygulama Yugoslavya. Yugoslavya dağıtılmıştır. Üçüncü uygulama Türkiye! Bunu artık gazetelerinde açıklıyorlar…

    BULUT: Türkiye’yi de dağıtmaya çalışıyorlar…

    İLHAN: Niye? Daha geçen gün, Zbigniev Brzezinski diye Amerikalıların bir adamı var. Bu adamın bir ifadesi var, “Dünyanın merkezi Avrasya’dır. Çünkü dünyanın bütün petrolleri ordadır. Bu petrolleri ABD kontrol etmelidir.” diyor. Bu petrolleri kontrol etmenin yolu da oralarda millî güç olmamasıdır. Millî güç oldu mu kontrol edilemez. Peki, oradaki millî güçler kimdir? Türkiye ile Rusya’dır. Ne yapıp yapıp bu ikisini çatıştırması lâzım. Bu, ilk defa, Lord Palmerston tarafından ortaya atılmıştır. 19. asır öncesinde sanıyorum. Lord Palmerston bir bakıyor ki İngiltere, hatta Avrupa ciddi şekilde tehdit edilmektedir; bu tehdit Türkler ve Ruslardan gelmektedir. Bunları kesinlikle Avrupalı saymıyorlar ve hatta ikisini büyük ölçüde birbirine karışmış sayıyorlar ki, bu da gerçeği yansıtıyor. Rusların içinde çok Türk vardır, Türk orijinli insan çoktur. Şimdi bunun çaresini nasıl buluyorlar? İkisini birbirine kırdırmakla! İkisini birbirine kırdırırlarsa, Avrupa rahat eder…

    BULUT: Yani biz aslında, bu tür diyaloglarla, büyük güçlerin çıkarlarına mı dokunmuş oluyoruz, önyargıları kırmak ve bir diyalog süreci başlatmak isterken?

    İLHAN: Tabii… Tabii… Çünkü olay şu: Rusya, Avrupa’yı tehdit etmeye başlayınca, diyorlar ki, “Bizi bırakın Türklerin topraklarını alın.” Bize de diyorlar ki, “Rusya’nın gözü senin topraklarında…” Artık biz kedi-köpek gibi Ruslarla savaşıyoruz. Bunu anlayan iki kişi var; Lenin ile Mustafa Kemal Paşa“Bu fırsatı vermeyelim” diye bu düşmanlığı kestirip atıyorlar ve Türkiye de Rusya da bir tek onların döneminde rahat nefes alabiliyor. Çünkü Batı giremiyor. Batı dışardadır.

    BULUT: Şimdi yeniden aynı politikalar mı gündemde?

    İLHAN: Bunu Graham Fuller geldi, söyledi 1990’da… Bunlar dediler ki, “Türkler’in Mustafa Kemal Paşa’ya düşkünlüğü çok iyi değildir. Bundan vazgeçmeleri iyi olur.” Onun için Türkiye’de dini ele aldılar… Graham Fuller geldi, gizlisi saklısı olmadan bunları söyledi…

    ***

    ABD ve Rusya’nın, Suriye üzerinde uçaklarının çatışmaması için mutabakat imzalaması ama Türkiye’nin kendi sınırında Rus uçağını düşürmek zorunda kalması, iki ülkenin millî güçleri dışında bir plânlamanın eseri gibi görünmüyor mu?

  • Vızzzze Avrupa…

    Vızzzze Avrupa…

    Hazırlayın bavulu…

    Vize kalkıyor…

    Sekiz sene önce havai fişek patlatarak kutladığımız AB’ye girişten tam sekiz sene sonra…

    “Vizesiz gidebileceğiz” diye sevindik bak…

    Londra, Roma, Paris, Barcelona kardeşimi bekliyor…

    *

    Brüksel’de Türkiye-AB pazarlığı yapılırken, aynı saatlerde diğerlerinden farklı cumhurbaşkanımız Ankara’da, önümüzdeki muhtemel yeni dönemde “kadın haklarının” temel dayanağını açıkladı:

    “Nisa suresi…”

    Özetlersek dedi ki:

    “Kadın haklarını illa batıdaki format ve üslup ile ifade etmek, savunmak, hayata geçirmek zorunda değiliz…

    Türkiye’ye özgü bir başkanlık diyoruz ya, işte bu konuda da Türkiye’ye özgü bir model geliştirmek zorundayız…

    (….) Aslolan kadının nisa sıfatıyla kabul edilmesidir.

    Kuran-ı Kerim bir sureyi nereye ayırmış, kadına, yani Nisa suresine…”

    *

    Kadınlarla ilgili Nisa en uzun suredir, 176 ayet…

    Zaten “Nisa” kadın demek…

    Merak eden açıp okusun, mirastan çok eşliliğe, örtünmeden cezalara kadar…

    *

    Diğerlerinden farklı Cumhurbaşkanı’nın dediğini size tercüme edeyim:

    – Batının kadın haklarını uygulamak zorunda değiliz…

    – Çağdaş kadın bize uymaz…

    – Dolayısıyla cumhuriyet devrimlerinin kadın tanımı bitmiştir…

    – Bize özgü bir kadın modeli lazım, o da Nisa suresinde var…

    *

    AB’yi unutun…

    Buraya yazıyorum;

    Tayyip Erdoğan’lı Türkiye’yi AB’ye asla almazlar…

    Almayacaklar…

    İstediğin kadar fişek patlat…

    Olmadı, vize kalkıyor diye sevin…

    İstediğin kadar AB’ye giriyormuşsun gibi yap…

    *

    Bu kafayla Arabistan’a gidip girmişsin zaten…

    Neresine gireceksin AB’nin?..

  • DIŞ POLİTİKA DOSYASI : Güncel Türk Dış Politikasında Düşünce Temelleri

    DIŞ POLİTİKA DOSYASI : Güncel Türk Dış Politikasında Düşünce Temelleri

    Türk dış politikasında son dönem gelişmeleri incelendiğinde Türkiye’nin dış politikada dünya sahnesinde daha belirleyici, daha aktif rol almaya çalıştığı gözlemlenebilir. Fikri temellerinin, oluşum sürecini ve Cumhuriyet dönemi Türk dış politikası tarihsel gelişimini kısaca gözden geçirmek ayrıca Uluslararası arenayı, bir diğer ifadeyle Türkiye Cumhuriyeti devleti dışındaki gelişmeleri ana hatları ile irdelemek ve dış politika analizi yapabilmek için de siyaset biliminden ve/veya Türkiye iç siyasi durumundan faydalanmak gerekir. - image001 20

    Türk dış politikasında son dönem gelişmeleri incelendiğinde Türkiye’nin dış politikada dünya sahnesinde daha belirleyici, daha aktif rol almaya çalıştığı gözlemlenebilir. Fikri temellerinin, oluşum sürecini ve Cumhuriyet dönemi Türk dış politikası tarihsel gelişimini kısaca gözden geçirmek ayrıca Uluslararası arenayı, bir diğer ifadeyle Türkiye Cumhuriyeti devleti dışındaki gelişmeleri ana hatları ile irdelemek ve dış politika analizi yapabilmek için de siyaset biliminden ve/veya Türkiye iç siyasi durumundan faydalanmak gerekir.

    Cumhuriyet kurulacağı zaman Türk dış politikasının ana amacı, doğal olarak yeni kurulan Türk devletinin egemenliğinin, bağımsızlığının dünyaya kabul ettirilmesiydi. Bununla birlikte diğer önemli husus, Türk tarihinde çok önemli bir kırılma noktası olarak görülen kapitülasyonların, bazı devletlere verilen ekonomik ayrıcalıkların, kaldırılması konusudur. Kapitülasyonların kaldırılması yeni kurulan Türk devletinin ekonomik bağımsızlığının en önemli adımıdır. Cumhuriyetin ilk yıllarında Türk dış politikası; yeni kurulan “çağdaş” Türk devletinin çağdaş olma iddiasını dünyaya kabul ettirmek ile dünyayı ilgilendiren antlaşmalarda, uluslararası örgütlerde, ikili anlaşmalarda dünya meselelerini ilgilendiren gerek bölgesel gerek uluslararası ortamda faal rol alma, bu doğrultuda dünya politikasına dâhil olma amacı taşır. Bugün Türkiye Cumhuriyeti devletinin dünyadan izole olmamasının, uluslararası sahnede kabul görmesinin ana kaynağı budur.

    Cumhuriyet dönemi Türk dış politik düşüncesinin bir diğer temel başarısı ise dış politikada akılcı ve gerçekçi bir politikaya dayanmasıdır. Cumhuriyetin doğuşu ile Ortadoğu uzmanı Lenczowski Türk dış politikasını değerlendirirken şunları söylemektedir: “Yeni Türkiye, 200 milyonluk dev Rusya ile sınırı olan, 16 milyon nüfuslu orta derecede büyük bir devletti. Dolayısı ile Türkiye’nin siyasal ve askeri yapısı ne kadar mükemmel olursa olsun gücünün belli sınırları vardı. Belki de Mustafa Kemal ve onu izleyenlerin en büyük yanı, bu sınırlamaların bilincinde olmaları ve ülkenin gücüne uygun gerçekçi ve ılımlı bir politika izlemeleriydi. Mustafa Kemal’in dış politikasında romantik ve serüvenci hiçbir yan yoktur”

    Cumhuriyet dönemi dış politikasında üçüncü aşama ise ana hatları ile ikinci dünya savaşı yılları ve iki kutuplu dünya/soğuk savaş dönemi olarak ele alınabilir. İkinci dünya savaşı insanlık serüveninin en yıkıcı yılları olmuştur. Bu yıkıcı savaşın son yılına kadar savaşın dışında kalmayı başaran genç cumhuriyetimiz adına büyük bir başarıdır. Tıpkı Lenczowski’nin dediği gibi Mustafa Kemal ve onu izleyenlerin en büyük başarıları ülkenin gücüne uygun gerçekçi ve ılımlı bir politika izlemeleri olmuştur.

    İkinci dünya savaşından sonra ise SSCB ve ABD’nin dünya sahnesinde ağırlıklarının artık iyice hissedildiği ki sadece onların ağırlıklarının olduğu “iki kutuplu dünya” dönemine girilecekti. Buradan çıkaracağımız sonuç, 1991 Sovyetler Birliğinin yıkılmasına kadar olan süreçte dünya politiğine ne Türkiye ne de dünya üzerindeki başka bir ülke pek fazla müdahale şansı bulamamıştır. Türk Dış politikasında bu dönemin ana hatlarında NATO ve Avrupa Birliği serüveni başlıyor. Daha önce bahsettiğim gibi Türkiye Cumhuriyeti devleti tarihi boyunca dünyadan izole bir dış politika izlememiş dünyayı analiz etmiş ve ona göre dış politika belirlemiştir. Türkiye’nin NATO’ya katılma isteğinin temeli Rus baskısını üzerinde hissetmesidir. Sovyetler Birliği’nin yıkılması ile iki kutuplu dünyanın sona ermesi Türk dış politikasında ve uluslararası ortamda bazı değişimler meydana getirmiştir bu değişim henüz resmi anlamda Sovyetlerin yıkılmadığı ve iki kutuplu dünyanın çok kutuplu hale geçmeden önce aslında 1982 yılından sonra dünyada ve Türkiye’de başlayacaktır. Türk ekonomisinin liberalleşme süreci ile gelişmeye yavaş yavaş başlayan Türk ekonomisi siyasi krizleri 2002 yılından sonraki dönemde aşacak ve etkisi gerçek anlamda hissedilmeye başlayan ekonomik istikrar, siyasi istikrar Türkiye’nin dünya siyasetine ve politikalarında daha etkin olma çabalarını tetikleyen unsur olacaktır.

    2000’li yıllar ile uluslararası ortam çok kutuplu diyebileceğimiz bir çok aktörün ve bu aktörlerin etkili olmaya çalışması ile değişim rüzgarının en sert hissedildiği döneme girdi. Ulus devletlerin çok kutuplu dünyada ağırlıklarını arttırması ve diğer aktörler olarak kabul ettiğimiz; çok uluslu şirketlerden, uluslararası örgütlere, terör örgütlerinden, halen etkisini hissettiğimiz birey(lider)’e kadar birçok yeni aktör uluslararası ortamdaki boşluktan faydalanarak gün yüzüne çıkma süreci savaşı veriyor. Ayrıca 2010 yılında başlayan “Arap Baharı” denilen süreç ile Müslüman/Arap dünyasında başlayan, devlet liderleri ve rejimlerinin meşruluğunun sorgulandığı dönemde halk ayaklanmalarının yaşanması, Türkiye’yi gerek jeopolitik konumundan, gerek meşruluğu sorgulanan rejimlerin halkları ile yüzyıllar boyu beraber yaşamış olmasından, dini ve kültürel benzerlikleri bulunmasından, Türkiye’nin mevcut dünya durumuna müdahale etme dürtüsünü canlandırmıştır.

    Son dönem Türk dış politikasında uygulanan vize muafiyetleri politikası Türk milletinin dünyada özgürce seyahat edebilme aynı şekilde Türkiye’ye daha çok turist gelmesi, Türk yatırımlarının yurt dışında arttırılması adına yeni girişimler ve imkânlar sağlama, yabancı yatırımların teşviki ve Türkiye’nin tanınması gibi birçok açıdan önemli olmuştur.

    Türk dış politikasında “komşular ile sıfır problem” politikası 2010 yılı Arap Baharı denilen süreç itibari ile bu politikanın sekteye uğradığı söz edilebilir ancak Türkiye bu politikasını devletler ve rejimlerden ziyade komşu ülke halkları ile gerçekleştirebilir. Komşularla sıfır problem politikası, içinde bulunduğumuz coğrafyada şu anki süreçte mümkün gözükmüyor ancak şunu unutmamız gerekir; bu politikanın gerçekleşmesi sadece Türkiye’nin tutumuna bağlı gelişemeyecektir.

    Uluslararası ilişkilerin giderek kaotikleştiği, uluslararası örgütlerin sorgulanmaya başlandığı, küresel terörün yükseldiği dünyamızda, devletlerin dış politikalarında ani değişimler ve yeni bir paylaşım düşüncesinin başladığını söyleyebiliriz.

    Güncel Türk dış politikasının dayandığı tarihi ve kültürel bağlarla ilişkilerin tekrar yapılandırılması sürecinde Ortadoğu’yu ele aldığımızda bugünkü resim Osmanlının hâkimiyetinden sonra oluşan yeni Ortadoğu haritasında, son yüzyılda belli dönemler haricinde, uzun vadede istikrar sağlanamamıştır, doğal devlet sınırları henüz şekillenmemiştir. Bu doğal sınırların çizilememesi geçtiğimiz yüzyılı şekillendiren ulusçuluk/milliyetçilik akımının, Ortadoğu’nun demografik yapısını ve muhafazakâr düşünce yapısını etkilemiş ancak pratikte ulusçuluk gerçek anlamda fayda sağlayamamış millet olma bilinci oluşamamıştır. Bunlardan farklı olarak coğrafyanın sahip olduğu enerji kaynakları, dünyanın geri kalanının iştahını kabartmış ve bu dış müdahaleleri beraberinde getirerek Ortadoğu’nun bugünkü durumunu doğurmuştur.

    Güncel Türk dış politikasının şekillenmesinde Ortadoğu siyasetine müdahale hakkından söz edebiliriz ancak bu müdahalelerin kısa vadede sancılı dönemler doğuracağı muhakkak. Türkiye’nin aktif dış politika anlayışı başarıya ulaşırsa, dünya üzerindeki durumu yeni bir boyut kazanacaktır. Ancak bu süreçte başarıya ulaşma durumunu izlenen yöntemler belirleyecektir.

    Tarih boyunca dış politikanın başarısı iç politika başarısından bağımsız olmamıştır kendi sınırları içerisinde tamamen egemenlik sağlayamayan devletler, dünyanın politik durumuna müdahale edemez ayrıca bir ülkenin sistemi değiştirebilmesi veya sisteme müdahale edebilme kapasitesinin olabilmesi için ekonomik durumunun ve ekonomik yapısının tam anlamıyla istikrarlı bir duruma gelmiş olması gerekir. Üçüncü olarak, millet olma bilincinin bir diğer ifade ile ortak değer yargılarının ortak hareket edebilme yeteneğinin oturmuş olması gerekir.

    Sonuç olarak; Cumhuriyet dönemi dış politikası değerlendirildiğinde Türkiye’nin 2000’li yıllar ile siyasi istikrara kavuşması ve uluslararası ortamın uygun zeminde bulunması Türk tarihindeki, insanlık serüveninde kilit rol oynayan millet olma dürtüsünün yeniden canlanmasına neden olmuştur. Fakat dünya gücü olan devletleri incelediğimizde, bunun gerçekleşebilmesi en başta çok sağlam siyasi, idari, askeri, ekonomik, güvenlik alt yapılarına sahip olmaları durumu ile mümkün olduğu görülür.

    Siyasi devrimlerin yaşandığı, küresel terörün yükseldiği, uluslararası arenada aktörlerin çokluğu ve özellikle önemli bir enerji bölgesi olan Ortadoğu’da tekrar bir paylaşım savaşı başlar mı düşüncesi, devletlerin Ortadoğu’ya karşı tutumlarını değiştiriyor; bu durum jeopolitik konum itibari ile Türkiye’yi ilgilendiriyor. Dünyanın ekopolitik durumuna bağlı olarak Türkiye’nin Ortadoğu’ya kayıtsız kalmasını engelliyor.

    Mehmet Ali YURTTAŞER, Atatürk Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü

  • Türkiye’nin başı büyük belada

    Türkiye’nin başı büyük belada

    turk-dis-politika_kadir-has_5

    Time dergisinde Ian Bremmer imzalı çıkan haberde Türkiye’nin başının neden büyük belada olduğunu anlatan 5 gerçek sıralanmış. Buna göre Türkiye’nin başındaki sorunlar :

    1. Suriyeli Mülteciler : 3 milyar dolar ve vizesiz dolaşım teklifine Türkiye atladı ancak mülteciler üzerine kaldı ve mülteci sorununun gerçek çözümü sınırın ötesinde.
    2. Türkiye’nin Suriye’de savaşı :  Türkiye sadece IŞİD ve Esad’a karşı değil aynı zamanda Suriye’deki Kürt güçlere karşı da bir savaş halinde.
    3. Türkiye’nin içerde savaşı : 7 ayda yaklaşık 150 ölü, 3 intihar saldırısı. Türk vatandaşları hayatını kaybetmekte.
    4. İç politika : Halkın güvenlik kaygılarını son derece iyi değerlendiren AKP çoğunluğu ele geçirdi. Bir terörist saldırı sonrası popülaritenin artması normal fakat şiddetin süreklilik kazanması başka bir konu. Her bombalama sona yaklaştırıyor.
    5. Uluslararası politika : Rusya ile yaşananlar Ankara’ya 10 milyar dolardan fazlasına mal olacak. Suriyeli kürtleri bombalamak Amerika ile ilişkileri bozacak. Ayrıca bu bombalamalar savaşın uzamasına sebep oluyor ve Avrupa’nın mülteci akınını tersine çevirme planına sekte vuruyor. Türkiye Amerikaya göre Bölgesel güç olarak 5 yıl önceki konumunda dahi değil.

    Yazının ingilizce orijinali :

    time.com/4231009/turkey-syria-war-refugees/

  • Davutoğlu’ndan Sert Yanıt

    Davutoğlu’ndan Sert Yanıt

    davmer

    Almanya Başbakanı Angela Merkel ve Türkiye Başbakanı Ahmet Davutoğlu’na Türkiye’nin Güneydoğu’da katliam yaptığını belirten ve tutuklu gazetecileri soran Die Welt İstanbul temsilcisi Deniz Yücel’e Merkel yanıt vermezken Davutoğlu sert cevap verdi.

    Cevabından satır başları:

    • Sorudan çok 3. bir başbakan gibi konuştuğunu ve eleştiriyi aşan bir konuşma olduğunu belirtti.
    • Türkiye, her partinin kendi görüşlerini açık şekilde dile getirebildiği ortamda seçim yaptı.
    • Dünyanın hiçbir yerinde benim konumumda bir başbakan yok. Dünyanın hiçbir yerinde yüzde 85 katılımlı bir seçim olmadı. Dünyada çok az başbakan benim gibi halkından yüzde 49 oy almış olarak görevini yürütüyor. Türkiye 3 terör örgütüyle birden mücadele edebilen tek ülkedir.
    • Almanya’da bazı bölgeler işgal edilse, doçkalar, silahlar depolanmış olsaydı; Almanya veya İngiltere’nin çevresinde, suriye gibi parçalanmış bir ülke olsa ne olurdu.
    • Paris saldırısı sonrası sayın Hollande Fransız ordusunu Paris’e davet etti. Çünkü Fransız halkının can güvenliği, teröristlerin özgürlük alanından daha önemlidir. Dünyanın her yerinde böyledir.
    • Bu Fransa için nasıl doğruysa, Türkiye için de aynı şekilde doğrudur. Cizre’de, Silopi’de, Sur’da, kendi vatandaşlarımızın hayatını korumak için her türlü tedbiri alırız. Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir ülke, ülkesinin bir yerinde, silahlı bir grubun bulunmasına izin vermez.
    • 191 ülkenin yer aldığı dünyamızda Türkiye basın özgürlüğünde nasıl 195. sırada olabiliyor o da ayrı bir konu”

     

  • Hainlerin ihaneti tırmanıyor. TBMM’de Ermeni şhov ve Sassounian Makalesi

    Hainlerin ihaneti tırmanıyor. TBMM’de Ermeni şhov ve Sassounian Makalesi

    Turkish forumda yayinlanan, (basdaki linkde verilmis olan) Ermeni Diyasporasinin onde gelen liderlerinden , H. Sassounian nin mektubuna cevap Turkce ve ingilizce olarak asagidadir… cevaplar kalin harflerle mektubun arasina yazilmisdir.. Sayin Sukru Server Aya ya cevaplar icin tesekkur ederiz … Turkish Forum

    21 Ocak 2016 Perşembe

    Hainlerin ihaneti tırmanıyor. TBMM’de Ermeni şhov ve Sassunian (büyük yalan) Makalesi

    İHANETTE SON TANGO; TBMM’DE “Ermeni vekil şovu” VE TEPKİSİZ KALINAN ALÇAKÇA BİR CÜRET!.. 
    Sassunian Makalesi (Cevaplı)  
    20.1.16  Türkçe Tercüme + İngilizce Orijinal       

    sukru server aya

    Sukru Server Aya

    SASSUN-4

    Harut Sassounian

    Sassounian  20.1.16  amradio

    Turkey was first country to recognize the Armenian Genocide… in 1918

    10:23, 20 Jan 2016    Siranush Ghazanchyan

    By Harut  Sassounian 

    Publisher, The California Courier

    The Armenian Genocide is rarely discussed in the Turkish Parliament; and even rarer are statements calling for its recognition.    Ignorance and vanity are egos common to most politicians.

    On Jan. 14, two of the three recently elected Armenian members of the Turkish Parliament boldly dared to raise the issue of the Armenian Genocide in their parliamentary remarks. Turks are no exception!

    Selina Dogan, representing the opposition Kemalist Republican People’s Party (CHP), made the following statement in Parliament: “Since this issue concerns not only Armenians but also Turkey, therefore, it should be raised in the Turkish Parliament and not in other parliaments. Otherwise, on every April 24, we will continue making trite statements and hastily rid this topic from our minds. I am convinced that none of us is interested in doing so. I would like to remind you that during a 2015 public rally in Erzurum, the Prime Minister clearly stated that the deportation is a Crime against Humanity.”

    Garo Paylan, representing the Kurdish opposition Peoples’ Democratic Party (HDP), then took the floor and also spoke about the Armenian Genocide: “One hundred years ago the Armenian people were uprooted and exterminated by a decision of the State. My family—grandfather and his family—also suffered from these events.  My grandfather was orphaned, having lost both parents. I am from the generation of orphans and leftovers of the sword, living in this land. My race is massacred.”

    As Paylan was speaking, several members of Parliament shouted in disapproval. Baki Shimshek, member of the ultra-nationalist opposition Nationalist Movement Party (MHP), warned: “We are in the Turkish National Assembly. No one can say that genocide was committed. Such rudeness is unacceptable!”

    These premature early exhibitions of almost absolute ignorance of historical realities and “abuse of parliamentary immunity” are not worth discussing or answering when speaking documented history!

    Although this was an unusual discussion, it was not the first time that affirmative statements were made in the Turkish Parliament on the Armenian Genocide. In November 2014, Sebahat Tuncel of HDP Party proposed a resolution condemning the Armenian Genocide. Tuncel urged President Recep Tayyip Erdogan to come to Parliament to acknowledge and apologize for the Armenian Genocide and other mass crimes. The resolution also asked Erdogan to repeat his apology publicly at one of the sites of mass killings, and declare April 24 as an official Day of Mourning. In addition, the Parliament was requested to form a Truth Commission and make public all documents in state archives pertaining to these mass crimes. Finally, the proposed resolution sought moral and material restitution for descendants of the victims. Not surprisingly, Tuncel’s resolution was quickly suppressed, never to see the light of day again!   Tuncel is parliamentary representative of PKK and speaks propaganda only!

    As I reported over a year ago, Tuncel’s proposal was not the first time that a resolution was submitted to the Turkish Parliament to recognize the Armenian Genocide. On Nov. 4, 1918, the newly-constituted Ottoman Turkish Parliament discussed at length the crimes committed by the Young Turk Government, after a motion was presented stating: “A population of one million people guilty of nothing except belonging to the Armenian nation were massacred and exterminated, including even women and children.” In response, Minister of Interior Ali Fethi Okyar declared: “It is the intention of the government to cure every single injustice done up until now, as far as the means allow, to make possible the return to their homes of those sent into exile, and to compensate for their material loss as far as possible.” Here are some documented facts of history that Sassounian or ignorant politicians must learn;

    1- The Dashnakist Armenian Republic was founded on May 28th, 1918 under protection of the Ottoman Empire and of June 4th, 1918 at Batum several treaties of amity, most preferable country, amnesty, one year grace period to return, repossess, sell properties and full rights were granted.

    2- Antranik,  Dro, Keri disobeyed the Treaty and continued their massacres in Armenia. Armen Garo was sent as ambassador to USA for recognition and help. House speaker A. Aharonian and poet Hatissian were sent to Istanbul to thank Sultan and get the one month approval of the treaties. On Sept.6th, 1918 they cabled PM Katchaznouni, expressing their joy for the warm reception and wishes by the Sultan.

    3- On October 30, 1918 Ottomans surrender at Mudros; CUP party  ( İttihat ve Terakki Partisi) Is dissolved and leaders take refuge to Germany.  A new Government is declared under A. Tewfik Pasha. Parliamentarians race each other to butter victors and blame CUP’s activities.  The New government foresees the Armenian pressure on the victors and on Feb.13.1919 sends a secret note to Spain, Switzerland, Sweden, Denmark and Holland and asks two judges each for setting a neutral court to study claims. These countries ask Britain how they should answer. Britain says that “they will trial themselves the suspects in Malta”; France was against all this process. Tewfik Pasha is forced to resign in early March and a new “victor-obedient “Government of Damat  Ferit  (Sultan’s Son in law) is formed.  Britain rounds up 144 military and civilian dignitaries and interns them Malta for some 30 months, searching for documentary evidence which this time is required by the Queens Prosecutor. Immediately kangaroo court martial’s are established, some innocent persons are hanged, all Turks who started a National Defense against the Ottoman Government are “sentenced to death in absentia by the kangaroo court”. This includes Mustafa Kemal who was just sent to Anatolia in late May as Inspector general!  After 30 months of detainment in Malta, no documentary evidence or not even neutral eye witnesses could be found and for any indictment and all were returned to Turkey! About half of them joined the new National Defense Parliamentary government set in Ankara on April 23, 1920. 

    4- Armenians never mention that the CUP Government had already put on trial more than 1600 cases of mishandlings, crimes and law abuses. Some 400 were found innocent, the rest of over 1200 persons received heavy penalties, including 67 hangings. Criminals as well as corrupt officials including a provincial governor were punished immediately after the 1915 relocations say in the first half of 1916.

    5- Five months after the happy reception by the Sultan, this time on Feb.12.1919 Aharonian and Bogos Nubar were submitting their Memorandum of Armenia’s formal requests at the Paris Peace Conference enlisting all their heroism and demanding some 40% of Anatolia from Black Sea to Mediterranean saying that their population (after genocide?) is about 1.3 millions, and they want this land cleared of non-Christian elements (80%  Muslims removed ?) and under the guarantee of a Protector state. For details refer to:

    6- Sassounian and the rest never mention that the June 4th, 1918 Batum treaties were abrogated uni- laterally on Nov.30, 1918, a month after the Ottoman surrender and that Armenian armies grabbed Kars and Ardahan provinces with the permission of British forces in Persia.  The Armenian Republic founded on May 28th, 1918 under “Turkish protection”, this time had to surrender on December 2nd, 1920 with Gumru Treaty to the Nationalist Turkish Armies. A few weeks later Armenia became a Soviet state.

    Art.8 of Gumru Treaty reads: The Government of the Turkish Grand Assembly is entitled to ask indemnity for the soldiers held under arms for two years for the fight with Armenia. However in consideration of judicial principles agree to waive this request.  Furthermore, the parties acquit each other for the losses and expenses incurred, in relation of changes which happened in the rights of ownership.

    As a result of this motion, a Parliamentary Investigative Committee was set up to collect all relevant documents describing the actions of those responsible for what was then called, “Armenian deportations and massacres.” The evidence was turned over to the Turkish Military Tribunal and those found guilty were hanged or given lengthy prison sentences.

    In addition to this parliamentary motion, we need to recall the words of Kemal Ataturk, first President of the Republic of Turkey, who was quoted by the Los Angeles Examiner on Aug. 1, 1926, as stating: “These leftovers from the former Young Turk Party who should have been made to account for the lives of millions of our Christian subjects who were ruthlessly driven en masse from their homes and massacred.”  Ataturk, never gave such a speech, the interview is totally unfounded.

    The combination of the 1918 Parliamentary motion, the guilty verdicts of the Turkish Military Tribunals, and the damning words of Ataturk qualify Turkey as the first country that recognized the Armenian Genocide!   “Genocide” is a crime that “must be attested by the verdict of authorized internal or international   tribunal… If you are scared to death to act in accordance with Art.6 of the UN convention, this frequent reference is no different than referring to a person as <s.o.b.>

    Consequently, rather than seeking recognition of the Armenian Genocide by Turkey, Armenians should demand restitution for all their losses, as promised 98 years ago by Minister of Interior Fethi Okyar!

    I don’t think that Fethi  Okyar (later close friend of Ataturk) ever said such words, but even if he had said, don’t we have to respect the terms of the Gumru Treaty of Dec.2.1920?  On compensations and Indemnity, see above Art.8…  If you do not believe, the Treaty is on internet! You do not even read the old books on history of the Armenians who lived those days!  Gentlemen, you apparently act so much irresponsible and think that all readers are dupes, which I feel sorry to answer such writings of persons that do not even click their computers and write history with their own lies or fantasies! 

    Sukru S. Aya

    Sassounian 20.1.2016 amradio

    -armenian-genocide-in-1918/

    1918’de….Türkiye Soykırımı tanıyan ilk ülke idi

    10.23,  20 Ocak 2016 Siranuş Kazanciyan

    Yazan : Harut Sassounian,     Yazıldığı  Gazete;  California Courier

    Ermeni Soykırımı, Türkiye Büyük Millet Meclisinde pek ender tartışılır;  daha da ender olanı, tanınması için yapılan çağrılar ve dağıtılan bildirimlerdir.   Cahillik ve kendini beğenme çoğu politikacıların ortak taraflarıdır.

    T.B.M.M.’ne yeni seçilmiş olan üç Ermeni kökenli Türk milletvekillerinden iki tanesi, Meclis’teki konuşmalarında Ermeni Soykırım konusunu açıkça ileri sürme cesaretini gösterdiler. Türkler bu konuda istisna değillerdir!

    Kemalist Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP)  bir milletvekili olan Selina Doğan, Meclis’te aşağıdaki konuşmayı yaptı: “ Bu konu, sadece Ermenistan’ı değil, aynı zamanda Türkiye’yi de ilgilendirdiği için, T.B.M.M.’de görüşülmelidir, başka ülkelerin meclis ve parlamentolarında değil. Aksi halde, her yıl 24 Nisan günü, eskimiş laflar söyleyerek bu konuyu bir acele aklımızdan çıkarıp atacağız. Hiçbirimizin böyle bir şey yapmak istemediğinden eminim. 2015 yılında Erzurum’da yaptığı bir sokak gösterisinde, Başbakan’ımızın (1915) ‘Tehcir bir İnsanlık Suçudur ‘ demiş olduğunu sizlere hatırlatmak isterim.”

    Bundan sonra, Kürtçü muhalif parti, Halkların Demokratik Partisi (HDP) Milletvekili Garo Paylan, kürsüye gelerek, o da Ermeni Soykırımı hakkında şunları söyledi :  “  100 yıl önce, Ermeni halkı, evlerinden çıkarılarak, o zamanki hükümetin kararı ile katliama uğratılmışlardır. Benim ailem – dedem ve ailesi – de bu olaylardan zarar gördü. Hem annesini hem de babasını kaybeden dedem yetim kalmıştı. Ben ve benim gibi birçokları, yetimler kuşağından gelen kılıç artıklarıyız. Benim geçmişim katliama uğramıştır.”

    Paylan konuşuyorken, Meclis’teki bazı milletvekilleri bağırarak itiraz ettiler. Aşırı milliyetçi muhalif parti Milliyetçi Hareket  Partisi (MHP) milletvekillerinden Baki Şimşek, bağırarak itiraz ve ikaz etti:      “ Şu anda hepimiz T.B.M.M.’sindeyiz.  Soykırım yapıldığını kimse iddia edemez. Böyle bir kabalık kabul edilemez.”

    Tarihi hakikatlerin tamamen cahillikten doğan yalan yanlış anlatımını ve “milletvekili olmanın sağladığı dokunulmazlık hakkının kötüye kullanımını“ tarihî dokümanlarla ispat edilmiş olayları konuşur ve tartışırken kullanımı, uygun düşmez.

    Bu tip konuşmalar her ne kadar alışılagelmiş konular değilse de, T.B.M.M.’de Ermeni Soykırımı’nın olumlu bir şekilde ilk defa tartışılması değildi. HDP’li Milletvekili Sebahat Tuncel, 2014 yılı Kasım ayında, Ermeni Soykırımını kınayan bir kanun tasarısı teklif etmiş, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı Meclis’e davet ederek, hem Ermeni Soykırımını hem de diğer katliamları tasdik ve kabul ederek özür dilemesini istemişti. Tasarı, Erdoğan’dan, ayrıca, bu toplu katliamların yapıldığı yerlerden birine gidip halkın önünde açıkça tekrar özür dilemesini ve 24 Nisan’ı resmi Yas Günü olarak ilan etmesini de istiyordu. Ayrıca, Meclis’in bir Komisyon kurarak, devletin arşivlerindeki bu konudaki bütün belgeleri halkın kullanımına açmasını da istiyordu. Nihayet, bahis konusu tasarı, 1915 Soykırım mağdurlarının bugün yaşamakta olan aile bireylerine maddi ve manevi tazminat ödenmesini öngörüyor idi.  Şüphe yok ki, Tuncel’in kanun tasarısı, tekrar gün ışığına çıkmayacak şekilde çabucak karanlıklara gömüldü. Tuncel, PKK’nın meclisteki temsilcisidir ve sadece propaganda yapar.

    Bir yıl kadar önce söylediğim gibi, Tuncel’in tasarısı, T.B.M.M.’ne Ermeni Soykırımının tanınması konusunda verilen ilk kanun tasarısı değildi. 4 Kasım 1918’de yeni kurulan Osmanlı Türk Meclisi, bu konuda verilen ve kısaca “ Ermeni ırkına ait olmaktan başka hiçbir suçu olmayan, çoluk çocuk ve kadınlar da dahil olmak üzere,  bir milyon insan katledilmiş ve ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır ” iddiasını içeren kanun tasarısı teklif edildikten sonra, Genç Türkler Hükümeti’nin yaptığı katliamları enine boyuna tartışmıştı. Cevap olarak, o zamanki İçişleri Bakanı Ali Fethi Okyar, “ Bugüne kadar yapılmış en küçük adaletsizliği ve haksızlığı imkanlarımız dahilinde onarmak, göçe zorlanmış olanların yuvalarına dönmelerini sağlamak ve mal mülk kayıp ve zararlarını mümkün olan en adil bir şekilde karşılamak Hükümetimizin niyetidir” demişti.

    Şimdi de, Sassounian veya diğer cahil politikacıların öğrenmesi gereken bazı tarihî olay ve belgelerden bahsedelim:

    1-  Taşnakçı Ermeni Cumhuriyeti 28 Mayıs 1918’de Osmanlı İmparatorluğu’nun koruması altında kurulmuştur ve 4 Haziran 1918 tarihinde Batum’da imzalanan anlaşma ile Ermenilere, dostluk, en tercihli ülke, savaş suçlarının affı, dönüş ve mal mülklerine tekrar sahip olma veya satmak için bir yıllık zaman tanımı gibi birçok haklar tanınmıştır.

    1. Antranik, Dro, Keri gibi gerilla liderleri bu Anlaşmaya karşı çıkmışlar ve katliamlarına Ermenistan’da devam etmişlerdir. Armen Garo, Amerika’ya büyükelçi olarak hem tanınma hem de yardım gayeleri için tayin edildi. Meclis Başkanı A. Aharonian ve şair Hatissian Sultan’ın huzuruna çıkıp teşekkür etmek ve anlaşmaların bir aylık süre içinde tasdiki gayeleri ile İstanbul’a gönderildiler; 6 Eylül1918 günü, Başbakan Kaçaznuni’ye bir telgraf çekerek,  Sultan’ın kendilerini kabulünden duydukları memnuniyeti ve onun hayır dualarını aldıkları için sevinçlerini anlattılar.
    2. 30 Ekim 1918’de Osmanlılar teslim olarak, Mondros Antlaşmasını imzaladılar.  İttihat ve Terakki Partisi dağıldı ve ileri gelenleri Almanya’ya kaçtılar.  Ahmet Tevfik Paşa liderliğinde yeni bir hükümet kuruldu.  Milletvekilleri, galip gelen müttefikleri tebrik ve yağ çekmek için yarış yaparken İttihat ve Terakki’cileri suçluyorlardı.  Yeni Hükümet, Ermenilerin Müttefikler üzerindeki baskılarının farkındaydı ve 13 Şubat 1919’da İspanya, İsviçre, İsveç, Danimarka ve Hollanda’ya gizli bir nota göndererek,  Osmanlılardan yapılan istekleri tartışmak ve neticelendirmek üzere tamamen tarafsız kurulacak bir mahkemeye ülke başına iki temsilci göndermelerini istedi. Bu ülkeler, Osmanlılara nasıl cevap vereceklerini İngiltere’ye sorarlar. İngiltere, suç zanlılarını Malta’da yargılayacaklarını söyleyerek onlardan bu işe karışmamalarını ister. Fransa bu işlere başından beri karşıdır ve karışmaz.  Tevfik Paşa, Mart ayı başlarında istifaya zorlanır ve yerine galiplere muti Damat Ferit Hükümeti kurulur. İngiltere, 144 askerî ve sivil lideri toplayarak mahkeme etmek üzere (2,5 yıl kaldıkları) Malta’ya sürer. İngiltere Kraliyet Başsavcısı bu defa içinde, gerekli olan dokuman ve delilleri toplamaya gayret eder.  Fakat ne yazılı bir delil ne de görgü şahidi bulunur. Bunun üzerine, 30 aylık bir hapis hayatından sonra, bütün zanlılar serbest bırakılır ve Türkiye’ye gönderilirler. Bunların yarısı 23 Nisan 1923’de Ankara’da kurulan ilk T.B.M.M.’ne katılırlar. Bundan önce, ülkede uyduruk mahkemeler kurularak, birçok masum insanlar idam edilmişler ve Osmanlı Hükümetine karşı Milli Müdafaa kuvvetlerine katılanların hepsi, önceden Anadolu’ya Genel Müfettiş olarak gönderilen Mustafa Kemal de dâhil olmak üzere, bu mahkemece yokluklarında idama mahkûm edilmişlerdi.
    3. Ermeniler, İttihat ve Terakki Partisi’nin 1600’den fazla cinayet, yolsuzluk ve kanunlara karşı hareket etme suçlarını içeren dosyayı incelediğinden nedense bahsetmezler. Bu mahkemeler sonucunda, 400 kadar zanlı suçsuz bulunarak serbest bırakılmış, geri kalan 1200’den fazla zanlının 67’si idam cezasına, geri kalanları da muhtelif ağır cezalara çarptırılmışlardır.  1915 zorunlu göçünün hemen arkasından, 1916 yılı başlarında, muhtelif cinayet ve yolsuzluklara  karışanlar, birisi vali olmak üzere,  derhal cezalandırılmışlardı.
    4. Sultanın mutlu kabulünden beş ay sonra, bu defa Aharonian ve Bogos Nubar 12 Şubat 1919 günü Paris Barış Konferansında Ermenistan’ın Resmi Talepler Notasını sunmaktaydılar. Notada Ermenistan’ın kahramanlıkları vurgulandıktan sonra Karadeniz ile Akdeniz arası Anadolu’nun % 40’ı Hıristiyan olmayan unsurlardan (% 80 Müslüman halk) temizlenmiş ve Garantör Devlet himayesinde olması isteniyor, burayı dolduracak (soykırımdan sonra ?) 1.3 milyon nüfus olduğu söyleniyordu.)

    6- Sassounian ve gibileri, her nedense 4 Haziran 1918 günlü Batum Antlaşmalarının Osmanlının Mondros’ta tesliminden bir ay sonra tek taraflı olarak 30 Kasım 1918’de Ermeniler tarafından feshedildiğinden,  İran’daki İngiliz kuvvetlerinin de izniyle Kars ve Ardahan’ı zapt ettiklerinden hiç bahsetmezler.  “Türk koruması” altında 28 Mayıs 1918’de kurulan Ermeni Cumhuriyeti, bu defa Gümrü Antlaşması gereği olarak 2 Aralık 1920’de teslim alınmış ve kısa bir müddet sonra da zaten Sovyetlerin bir parçası olmuştur.

    Gümrü Antlaşması’nın 8. Maddesi şöyle der: <TBMM Hükümeti Ermenistan’la savaş için iki yıl silâhaltında tuttuğu askerler için tazminat istemekte haklıdır; ancak hukukî prensipler muvacehesinde bu talepten vazgeçer. İlâve olarak, mülkiyet haklarında vaki değişimlere ilişkin masraf ve kayıplardan dolayı yekdiğerlerini ibra ederler.>

    Bu kararın neticesi olarak, o zamanlar “Ermeni Göçü ve Katliamlar adı verilen olaylardan mesul olanların yaptıklarına delil olacak evrak ve şahitleri bulmak ve derlemek için bir                                               Meclis Araştırma Komitesi kuruldu. Bulunan deliller, Türkiye Askeri Mahkemesine sunulmuş ve suçlu bulunanlar ya idam edildiler ya da uzun hapis cezalarına çarptırılmışlardır.

    Meclis’in bu kararına ilaveten, T.C.’nin ilk Cumhurbaşkanı Kemal Atatürk’ün aşağıdaki sözlerini hatırlatmak isteriz. Bu sözleri, Los Angeles Gazetesi’nin 1 Ağustos 1926 tarihli sayısında basılmıştır : “ Genç Türkler Partisi’nden (Ittifak ve Terakki Partisi) geri kalan üyeler, evlerinden toplu halde merhametsizce çıkarılıp katliama tabi tutulan milyonlarca Hıristiyan vatandaşlarımızın hayatlarına verilen zararlardan ötürü mesul tutulmalıdırlar.”  Atatürk hiçbir zaman böyle bir konuşma yapmamıştır, gazetenin iddia ettiği mülakat tamamen yalandır.

    1918 Meclisi’nin kararı, Türk Askerî Mahkemelerinin ‘suçludur’ kararları ve Atatürk’ün yukarıda bahsedilen sözleri, Türkiye’yi, Ermeni Soykırımı’nı tanıyan ilk ülke olarak tanımlamaya işaret etmektedir. “Soykırım”  suçu, yetkili yerli veya uluslararası bir mahkeme tarafından verilmesi gereken bir karardır! Birleşmiş Milletler Kararları, Mad.6’deki şekilde hareket etmekten korkuyorsanız, ‘soykırım’ suçuna sıkça yapılan bu ithamlar, kişiye ‘o-çocuğu demekten farksızdır.

    Netice olarak, Ermeniler, Türkiye’den Soykırımı tanıma ve itiraf etmelerini isteyecekleri yerde,  bundan 99 yıl önce zamanın İçişleri Bakanı Fethi Okyar’ın söz verdiği gibi, Türkiye’den bütün kayıp ve zararlarının geri ödenmesini istemelidirler.

    Sonradan, Atatürk’ün yakın arkadaşı olan Fethi Okyar’ın böyle bir şey söylemiş olabileceğini sanmıyorum. Fakat söylemiş olsa bile, 2 Aralık 1920 tarihli Gümrü Antlaşması şartlarına hiç saygınız yok mudur? Ödemeler ve Ceza Afları konusunu işleyen 8. Maddeye bir bakınız… Bana inanmıyorsanız, bu Antlaşma İnternette duruyor. O zamanları yaşamış olan Ermenilerin yazdığı kitapları bile okumuyorsunuz.  Beyler; o kadar mesuliyetsiz davranıyor ve okuyucularınızı o kadar aptal yerine koyuyorsunuz ki, ben, bilgisayarlarını açıp bakmayan ve tarihi yalan ve hayal ürünleri ile yazanların yazılarına cevap vermeyi bir zül addediyor ve zaman bile harcamak istemiyorum. Şükrü S. Aya

    Gönderen ZEKERİYA TÜMER zaman: 07:54

  • İran – Suudi Arabistan – Türkiye

    İran – Suudi Arabistan – Türkiye

    İran – Suudi Arabistan – Türkiye

    Suudi Arabistan – İran krizinin bir anda bölgesel felaket senaryolarına dönüşmesinin arkasında derin jeopolitik gerçekler bulunmak- tadır. Bu gerçeklerin Şiilik, Vehhabilik yanında Osmanlı karşıtlığı boyutu da vardır. Bölge halkları arasındaki tarihi, kültürel veya mezhep farklılaşmalarına karşın bugünkü krizin kaynağını içtihat ayrılığı oluşturmamaktadır. Israrla bu ayrılığın dillendirilmesi İslama- fobinin bir diğer şubesidir. İki ülke ile yandaşlarının bir anda saflaşmasının temelinde, küresel frekansları da sözkonusu olan siyasi çıkarlar yatmaktadır.

    Gruplaşmalara söylem bazında damgasını vuran mezhep farklılığı, siyasi çıkar çatışmaları ile emperyalist hesapları kamufle etmeyi amaçlamaktadır. Gelişmelerin seyrinin bu çerçevede belirginleşmesinin diğer nedeni ise küresel güç odaklarının bu yöndeki gayretleridir. Tıpkı Suriye ve Irak laboratuvarlarında görüldüğü gibi hedef bölgede kontrolü ele geçirmek olunca, hiçbir fırsat kaçırılmamakta, amaca ulaşmak için her araç mübah sayılmaktadır.
    Hilafetin kimin hakkı olduğu tartışmasıyla ortaya çıkan Şiilik ile Ehl-i Sünnet ilişkileri tarihinin her ayrıntısı adeta dipsiz kuyudur. İngiltere’nin kışkırtmasıyla Osmanlı’ya karşı isyan eden Sünni Şerif ailesine va’dedilen krallıklar verilme aşamasında ortaya çıkan Vehhabi harekatının Hicaz’a hakim olması da uzun bir hikayedir. Suudi Arabistan yönetiminin resmi ideolojisi durumundaki Vehhabilik, Şiilik karşısında Sünni, dört Ehl-i Sünnet mezhebi karşısında Selefilik olarak isimlendirilmektedir.
    İslamiyetin yayılması, Müslümanların çoğalması ile farklı ortamlarda, bölgelerde, iklimlerde ortaya çıkan sorunlara çözümler aran- mıştır. Kitapta ve sünnette yer alan hükümler ile yeni sorunların çözümlerinde yöntem farklılıkları zuhur etmiştir. Tali konulardaki tartışmaların çözümünde kullanılan farklı yöntemler, farklı içtihat gruplarının ortaya çıkmasına yol açmıştır ki buna mezhep denmiştir. İçtihat imamları bir mezhep kurmak üzere ortaya çıkmamış, fakat kendi medreselerinde sorunların çözümleri yolunda kafa yormuşlardır. Öğrencileri ve diğer alimler bunları müzakere etmişlerdir. Bu tartışmalar ve içtihatlarla mezhepler ortaya çıkmıştır. Zamanla mensuplar çoğaldıkça, yeni sorunlar ortaya çıkmış, bidayetteki mezhepler içinde de farklı içtihat gruplaşmaları görülmüştür. Bu gelişme insan doğasının kaçınılmaz sonucudur. Örneğin Hanefi mezhebi mensupları en fazla olanlardan olduğu halde, birçok tali konuda Hanefilerin farklı uygulamaları sözkonusudur. Şiilik de kendi içinde birçok kollara ayrılmaktadır. Buna karşın imamların diğer görüşten olanları katletmeye öncülük ettikleri bilinmemektedir.
    İslam dünyasında birçok savaşlar, aynı mezhep mensupları, hatta kardeşler arasında da yaşanmıştır. Avrupa’da Ortaçağda mesela otuz yıl süren mezhep savaşlarının temelinde aslında siyasi çıkarlar bulunmaktadır. Nitekim mezhep savaşlarından sonra da Batıda aynı mezhepten devletler arasında nice savaşlar yaşanmıştır.
    Azerbaycan-Ermenistan savaşında İran, kendisi gibi Şii olan Azerbaycan’ı desteklememiştir. Çünkü güçlenen Azerbaycan’ın Güney Azerbaycan (Kuzey İran) ile birleşme ideali (Vahit Azerbaycan) vardı. İran’ın Suriye iç savaşında Şam yönetimini desteklemesi Şiilik hassasiyetinden öteye tıpkı Azerbaycan-Ermenistan savaşında olduğu gibi reel politik gerçeklerden kaynaklanmaktadır. Zaten İran Şiiliğinin Şam yönetiminin inandığı Nusayrilik’e (Furat-ı Şia) mesafesi Sünni mezheplerden daha fazladır.
    Sömürgecilik döneminden günümüze emperyalizmin temel ilkesi böl-yönettir. Bu bağlamda din, mezhep, kabile, ırk, boy gibi farklılıklar bulunmaz ganimettir. Bu alanda yeterli bir farklılaşma yoksa zaman içinde kültürel-eğitsel zehirlemelerle farklılıklar oluşturulur, “yerli halklar” birbirine kırdırılır, kontrol sağlanır. Afrika ve Asya’da asırlardır bunun iğrenç örnekleri yaşanmıştır. Rusya’nın Türk boylarını milletleştirerek birbirinden uzaklaştırma/birbirine düşürme stratejisi de bu örneklerdendir.
    Medeniyetler İttifakı ile başlayıp Arap Baharı ile aşama kaydeden Ortadoğu’daki siyasi düzenleri yerle bir etme politikaları, bugün bölgeyi topyekün savaşın içine sokmuştur. Parçalanan Suriye ve Irak’ın devlet ve toplum yapısı yanında bölgede sistemli bir insansızlaştırma politikası uygulanmaktadır. Bu gelişmelerin İsrail boyutu son derece kapsamlıdır. Suriye’deki savaşa gırtlağına kadar girmiş, önemli ölçüde çuvallamış olan İran’ın karşısında bir dereceye kadar Suudi Arabistan bulunmaktadır. Yemen cephesinde yine iki ülkeyi farklı boyutlarda karşı karşıya görmekteyiz. Aslında İran-Suudi “soğuk savaşı” Müslümanların olduğu her yerde yaşanmaktadır. İran, “Yeni Rus Jeopolitiği”nin güney vektörü olarak Moskova adına, Rusya ile birlikte birçok bölgesel çatışmada boy göstermektedir. Suudi Arabistan ise diğer körfez ülkeleriyle birlikte adeta ABD üsleri haline gelmiştir.
    Yeni Suudi Kralı Selman’ın bazı temel konularda Washington’ı dikkate almayan politikalara meyilli olması ABD canibinden hoş karşılanmamaktadır. İran’ın ABD ile imzaladığı nükleer program da Suudi yöneticilerini son derece rahatsız etmiştir. 2011’deki gösterilerden dolayı yargılanan Şii liderin idamı siyaseten yanlış olabilir. Buna karşın bir anda Şiilerin her yerde ayaklanması ile iki ülke arasındaki diplomatik ilişkilerin kopmasından İran da rahatsız olmuştur. Nitekim İran yönetimi, ülkesinde yakılan Suudi diplomatik binasıyla ilgili soruşturma başlattığını açıklama ihtiyacı duymuştur ki durumu sahiplenmediği, bundan rahatsız olduğu anlamı çıkmaktadır.
    Türkiye, Humeyni’nin hızlı günlerinde yaşanan İran-Irak savaşında bile son derece başarılı tarafsızlık politikasıyla bu facianın daha az zararla önlenmesine yardımcı olmuş, kendisi de siyaseten olduğu gibi ekonomik olarak kazanmıştır. İran-Arabistan krizi soğumaya yüz tutmuşken kopan ilişkilerin tamirinde de arabulucu rolü üstlenmelidir. Keşke olayların başlangıcında yöneticilerimiz bir ülkeden yana tavrını ortaya koymama basiretini gösterselerdi. Belirtelim ki Arabistan gezisi ertesinde yaşanan bu kriz karşısında sıcağı sıcağına Riyad’

    Prof.Dr. Alaeddin Yalçınkaya
    Prof.Dr. Alaeddin Yalçınkaya

    dan yana görüş açıklamanın aslında Arabistan’a da faydası yoktur.

    Öncevatan, 12 Ocak 2016
    alaeddin.yalcinkaya@marmara.edu.tr
  • NATO TÜRKİYE’YE GİRMELİ Mİ, VEYA TÜRKİYE NATO’DAN ÇIKMALI MI?

    NATO TÜRKİYE’YE GİRMELİ Mİ, VEYA TÜRKİYE NATO’DAN ÇIKMALI MI?

    D5577-0

     

    Eshabil Üstündağ
    adanams@gmail.com

    12 Ocak 2016  07:50

     

    (Yumurta mı tavuk mu?)https://www.turkishnews.com/tr/content/wp-content/uploads/2016/01/A5566.png

    ..Veya Nikâh mı Tazelemeli?https://www.turkishnews.com/tr/content/wp-content/uploads/2016/01/677775.jpg

     

    0900-077111-76633

     

    Z70760-9

     

    440-877

     

    THE.

     

     

    —————–

     

    Benzer konular.

    ARAP NATO’SU KURULUYOR..

    ARAP NATO’SU KURULUYOR..

    İngiltere ve ABD, Türkleri öldürene kadar sevecekler!

     

     

     

     

     

  • ABD: “Türkiye’de sivil toplum kuruluşları bizim beslememizdir”

    ABD: “Türkiye’de sivil toplum kuruluşları bizim beslememizdir”

    Z760-088

    Erkan Güçiz
    erkanguciz@gmail.com

    Çrş Ara 09, 2015 2:31

    ABD Dışişleri Bakanlığı İnternet sitesi, Türkiye sayfasından bir kesit var aşağıda.

    Bizi çok seven Amerikalı dostlarımız kasıla kasıla, “ABD aynı zamanda, sivil toplum kuruluşlarına yaptığı bağışlarla Türk vatandaşlarının demokratik özlemlerini gerçekleştirmeleri için yardımda bulunur” diyor.

    Vatandaş olarak biz doğrudan yapamıyoruz ama sağolsun devletimiz bu sevgi gösterisinin karşılıksız kalmaması için elinden geleni ardına koymuyor; İncirlik, Diyarbakır, Malatya, Batman ve daha ne isterlerse…

    ***

    ABD-Türkiye İlişkileri
    ABD-Türk dostluğu, Amerika Birleşik Devletleri’nin Osmanlı İmparatorluğu ile diplomatik ilişkiler kurduğu 1831 yılında başladı. I. Dünya Savaşı ardından Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra Türkiye ile diplomatik ilişkilerin başlangıcı 1927 yılı idi. ABD-Türk ilişkileri, “bağımsızlıklarını korumak için silahlı azınlıkların veya dış güçlerin saldırılarına karşı mücadele veren özgür halkları destekleme” politikasını ve Truman Doktrini’ni uygulayan 12 Temmuz 1947 tarihli Ekonomi ve Teknoloji İşbirliği anlaşması ile daha da ilerledi.
    1952’den beri bir NATO müttefiki olan Türkiye, Amerika Birleşik Devletleri’nin ve Atlantik camiasının önemli bir güvenlik ortağıdır. Türkiye, NATO’nun Afganistan’da Kararlı Destek Misyonu’nun öncüsüdür; Afganistan’a gönderilen savaş dışı malzemelerin lojistik operasyonları için İncirlik Üssü yoluyla destek verir. Karadenizi Akdenize bağlayan İstanbul ve Çanakkale boğazlarını (uluslararası anlaşmalara uyarak) kontrol eden NATO’nun hayati doğu kilididir. Türkiye, İran, Irak ve Suriye ile sınır komşusu ve ABD’nin bu bölgede uyguladığı politikanın stratejik ortağıdır.
    ABD-Türk ortaklığı karşılıklı çıkarlar ve saygı üzerine kurulu olup bölgesel güvenlik, istikrar ve ekonomik işbirliği üzerine odaklanmıştır.
    Amerika Birleşik Devletleri, terörle mücadelesinde Türkiye’nin yanındadır. Terörle mücadelede işbirliği stratejik ortaklığımızı temel öğelerinden biridir.
    ABD’den Türkiye’ye yardım
    ABD güvenlik yardımı, Türkiye’nin, özellikle Afganistan olmak üzere, diğer ülkelerle işbirliğini büyütmeye,
    Türk ordusunun diğer NATO güçleriyle birlikte çalışmasını kolaylaştırmaya, stratejik ticari kontrol gücünü sınır güvenliğini artırmaya yöneliktir.
    ABD aynı zamanda, sivil toplum kuruluşlarına yaptığı bağışlarla Türk vatandaşlarının demokratik özlemlerini gerçekleştirmeleri için yardımda bulunur.

    ***

    Kaynak: (24 Şubat 2015)

    Ek bilgi:

    I. Türkiye dışından destek alan Türk Sivil Toplum Kuruluşları’nın kısmî listesi
    Anadolu Halk Kültür Vakfı
    Anakültür
    Anne Çocuk Eğitim Vakfı
    Arı Hareketi
    Ekonomistler Platformu
    Helsinki Yurttaşlar Derneği
    İnsan Hakları Derneği
    İnsan Hakları Gündemi Derneği
    Ka-Der
    Kadının İnsan Hakları – Yeni Çözümler Vakfı
    Liberal Düşünce Topluluğu
    Mazlumder
    Milletvekillerini Ve Seçilmişleri İzleme Komiteleri
    Sosyal-Kültürel Yaşamı Geliştirme Derneği
    Toplum Gönüllüleri
    Toplum Sorunlarını Araştırma Merkezi
    Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı – TESEV
    Türkiye Gazeteciler Cemiyeti
    Türkiye Kurumsal Yönetim Derneği
    Türkiye Üçüncü Sektör Vakfı
    Uçan Süpürge

     
    Yerel Gündem 21. Ulusal Gençlik Parlementosu
    II. Yabancı Sivil Toplum Kuruluşlarına doğrudan mali destek sağlayan ABD devlet kurumları
    Albert Einstein Institute (AEI)
    Freedom House
    International Republican Institute (IRI)
    National Democratic Institute (NDI)
    National Endowment for Democracy (NED)
    The International Center for Non-Violent Conflict (ICNC)
    US Agency for International Development (USAID)

    —-
    Uluslar, egemenliklerini geçici bile olsa, bırakacağı meclislere dahi gereğinden fazla inanmamalı ve güvenmemelidir. Çünkü meclisler bile despotluk yapabilir ve bu despotluk bireysel despotluktan daha tehlikeli olabilir. Meclislerin öyle kararları olabilir ki, bu kararlar ulusun yaşamına giderilmesi olanaklı olmayan zararlar verebilir.
    Gazi Mustafa Kemâl Atatürk

    guncelmeydan.com