Etiket: Çekilme

  • OECD Nasıl Bir Kuruluştur?

    OECD Nasıl Bir Kuruluştur?

    Osmangazi Üniversitesi tarafından 22’nci Ulusal Eğitim Bilimleri Kurultayı, ESOGÜ Kongre ve Kültür Merkezi’nde Türk Dünyasında Eğitim-Kültür Sistemleri ve Eğitim Bilimlerinde Yeni Arayışlar teması ile önceki hafta gerçekleştirilmiştir.

    Kurultay’ın açılış konuşmasını yapan Milli Eğitim Bakanı Prof. Dr. Nabi Avcı, Kurultay sayesinde eğitim ile ilgili birikimlerin paylaşılacağını, buradan sağlanan gelişmeleri ulusal ve uluslararası alanda eğitim sistemlerine aktarılmasının tartışılacağını söylemiştir.

    Ekonomik İşbirliği Teşkilatı’nın (OECD)  kendi üniversite yıllarında etkin olmadığını aktaran Bakan Avcı,  ‘‘Bu Ekonomik İşbirliği Teşkilatı benim üniversite yıllarımda Orta Doğu Teknik Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü okurken kalkınmak için bölgesel işbirliği vardı. Çok işe yarayan bir teşkilat değil, dönem dönem bir araya gelen birbirlerini ağırlayan bir örgüttü. Bizim için onun açıklaması ‘Refreshmant Kokteyl and Dinner’ idi.

    O yüzden Ekonomik İşbirliği Teşkilatı yerine gelince doğrusu bu da oldu çünkü ‘Refreshmant Kokteyl and Dinner’ safhasını geçtik, böyle güzel kurultaylarda buluşuyoruz. Böyle anlamlı işler yapan bir zihniyete geldi. İnşallah Enstitü’nün daha etkin bir hale gelmesiyle ‘Dilde fikirde işte birlik’ idealimizi özellikle eğitim alanında gerçekleştirme şansımız olacak diye düşünüyorum’’ demiştir.

    Sayın Bakan’ın açış konuşmasında  benim gibi Kırım kökenli olan İsmail Gaspıralı’nın  “Dilde fikirde işte birlik” özdeyişine gönderme yapması  yerinde olmuştur.

    Ama, OECD’yi sadece ‘Refreshmant Kokteyl and Dinner’ olarak nitelemesi, OECD’nin Türkiye’ye yönelik  çalışmalarını  arka plana itmek anlamına gelir.

    OECD, demokratik yapılara ve piyasa ekonomisine sahip 34 ülkenin, küreselleşmenin ekonomik, sosyal ve yönetim sorunlarını çözmek ve bu sürecin fırsatlarından faydalanmak üzere ortaklaşa  çalıştıkları bir uluslararası kuruluştur.

    14 Aralık 1960 tarihinde imzalanan Paris Sözleşmesi’ne dayanılarak 1961 yılında kurulmuştur.  Savaş yıkıntıları içindeki Avrupa’nın Marshall Planı kapsamında  yeniden yapılandırılması amacıyla 1948 yılında çalışmalarına başlayan  Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü’nün (OEEC)  yerine geçmiştir. (S. Rıdvan  Karluk, Uluslararası Kuruluşlar, 2007, s. 53)

    OECD  üye ülkelere, politika deneyimlerini karşılaştırabilecekleri, ortak sorunlarına çözüm arayabilecekleri, en iyi mevzuat ve uygulama yöntemlerini belirleyebilecekleri bir platform sağlamaktadır.

    OECD’nin veri tabanları kamu maliyesi, ekonomik göstergeler, yatırım, ticaret, tarım, sağlık, enerji, çevre, işgücü, istihdam ve göç gibi birçok farklı alanı kapsamakta, yılda ortalama 250 kadar eseri İngilizce ve Fransızca olarak yayınlamaktadır.

    Ankara’da Maliye Bakanlığımız tarafından idare edilen bir OECD Çok Taraflı Vergi Merkezi (Multilateral Tax Center) bulunmaktadır.

    Ankara Vergi Merkezi OECD’nin en çok faaliyet düzenlediği merkezlerin başında gelmekte olup, 1993 yılından günümüze 45 ülkeden 4000’den fazla katılımcıya vergi ile ilgili eğitimler vermiştir.

    OECD Türkiye Daimi Temsilciliğinde (OECD Nezdinde Türkiye Büyükelçiliği) rahmetli Turgut Özal’ın olur ve atamasıyla 1985-1990 yılları arasında 5 yıl görev yaptım.

    1960’tan 1980’li yıllara kadar Türkiye’nin OECD’ye olan ilgisi daha çok 12 Temmuz 1962 tarihinde oluşturulan, ülkemizin ekonomik durumunun her yıl görüşüldüğü ve yapılacak yardım miktarının belirlendiği Türkiye’ye Yardım Konsorsiyumu’nun çalışmaları üzerinde yoğunlaşmıştır. 2000’li yıllardan sonra OECD’yle olan ilişkilerimizde bir canlanma görülmüştür.

    Her yıl Türkiye’den 1800 civarında temsilci OECD’nin çalışmalarına katılmaktadır.

    Türkiye, Avrupa Birliği’ne üye değildir ve 53 yıldır kapısında üye olmak için beklemektedir ama,  Batı dünyası içindeki en etkin uluslararası ekonomik işbirliği  örgütü olan  OECD’nin kurucu üyesidir.

    OECD’de görev yaptığım dönemde  Sanayi Komitesi 6 No.lu Çalışma Grubu’nda Regional Problems and Policies in Turkey isimli çalışmanın hazırlanmasına katkıda bulunan bir uzman olarak, OECD’nin Türkiye açısından önemli bir ekonomik kuruluş olduğuna inanmaktayım.

    Türkiye, hiçbir batılı kuruluşta başkanlık görevi üstlenmemiştir ama 65 yıllık geçmişi olan OECD’de başkanlık yaptığı tek Batılı uluslararası kuruluştur.

    OECD Bakanlar Konseyi’ne ilk defa 1986 yılında Turgut Özal başkanlık yapmıştır.

    Ben o dönemde Turgut Özal’ın OECD Bakanlar Konseyi’ne başbakan sıfatıyla başkanlık yapmasını uygun bulmamış ve bu görüşümü Büyükelçiye iletmiştim.

    Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanının OECD üyelerinin bakanlarına başkanlık yapması doğru değildi. Çünkü, başkanlık yaptığı Konsey, bakanlardan oluşuyordu.

    Avrupa Birliği’nde Avrupa Birliği Konseyi,  Başbakanlar ya da Devlet Başkanları seviyesinde toplanır.  Bu Konsey’e bakanlar katlamaz. Oysa Avrupa Birliği Bakanlar Konseyi, bakanlardan oluşur.

    Başbakan, ancak başbakanlardan oluşan toplantılara başkanlık yapmalıdır.   

    23-24 Mayıs 2012 tarihlerinde Paris’te gerçekleşen OECD’nin Bakanlar Konseyi, Özal’dan sonra Başbakan Yardımcısı ve Devlet Bakanı Ali Babacan başkanlığında toplanmıştır.

    Babacan, Türkiye’nin OECD Konseyi’nin 2012 yılı başkanlığı için aday olduğunu açıkladığında, “Türkiye’nin Özal döneminden, 1986’dan sonra, 2012’de Konseye başkanlık yapması önemli. Bu ay sonuna kadar belli olur diye düşünüyorum. O dönem Türkiye önemli açılımlar yapmıştı. Şimdi yeniden 2012’de Türkiye önemli açılımlar yapıyor” demişti.

                           

     

     

     

     

     

    Bana Göre Rektör Seçilmez Atanır

    Geçen haftaki yazımda bu köşede 2 Ocak 2009 tarihinde yayınlanan yazıma atıfta bulunmuştum. Şimdi bu yazımdan kısa bir özeti sizlerle paylaşmak istiyorum.

    İstanbul Üniversitesi Rektörlüğüne yapılan atama ile Dokuz Eylül Üniversitesi rektör atamasının yargıya intikal etmesi, kamuoyunun dikkatini yeniden  üniversitelerdeki  rektör atamalarına çekmiştir.

    CHP Genel Başkanı Deniz Baykal,  MHP Grup Başkanvekili Oktay Vural ve bazı köşe yazarları İstanbul  Üniversitesi rektörlüğüne yapılan atamayı eleştirmişlerdir. Oktay Ekşi, 31 Aralık 2008 tarihinde yayınlanan yazısında “…seçimde ‘iyi,’ ‘dürüst,’ ‘çalışkan’ olmanın yetmediğini”  belirtmiştir.

     

    Türkiye’nin gündemi rektör atamalarına kilitlenmiş iken Hürriyet gazetesinin Pazar (28 Aralık 2008) ilavesindeki bir açıklama önem kazanmıştır. Nuran Çakmakçı’nın haberine göre Koç Üniversitesi’nin yeni rektörü Prof. Dr. Ümran İnan “bana göre rektör seçilmez atanır” demiştir.

    YÖK’ü kuran Prof. Dr. İhsan Doğramacı, rektörlerin seçim yerine atamayla işbaşına gelmesini, 13 Eylül 2007 tarihinde Zaman gazetesinden İbrahim Asalıoğlu’na vermiş olduğu demeçte şöyle açıklamıştır:

    “Rektörün kelime anlamı ‘doğru yolu gösteren’ demektir. Türkiye’de ODTÜ’nün başı maliyeci Kemal Kurdaş’tı. Ne doçent, ne profesördü. ODTÜ bugün en başta gelen üniversitelerden biri.”  

    Bugünkü rektör seçim sisteminin getirilmesine tepki göstermek için 1992’de YÖK başkanlığından istifa eden Doğramacı, rektörlerin atamayla gelmesini şu sözlerle savunmuştur:

    “Şu anda üniversitelerde rektörlük seçim kampanyaları sürüyor. Benim en yakinen bildiğim Hacettepe Üniversitesi’nde gruplar birbiriyle kavga ediyor. Kim kime oy verecek diye. Bu, üniversite için olabilecek en kötü şeydir. Bundan daha kötüsü olamaz.”

     

     Prof. Doğramacı bu konuda görüşünü radikal bir cümleyle şöyle tamamlamıştır: “Ben olsam bir oy alanı rektör atarım; çünkü sadece 1 kişiye angaje olmuştur.”

    Koç Üniversitesi’nin yeni rektörü Prof. Dr. Ümran İnan da Doğramacı ile aynı görüşte olsa gerek ki “bana göre rektör seçilmez atanır” demiştir.

     

    Prof. Dr. İnan’a göre, rektörlerin mütevelli heyetler tarafından atandığı Amerikan sistemi çok daha mantıklıdır. Prof. İnan’a göre rektör ataması seçimle olmaz. Prof. İnan’ın  görüşleri  şöyledir:

    “Stanfod’da bölüm başkanını seçmek için bile, dekan önce bölümdeki öğretim üyeleriyle konuşur, sonra idarecilik ve mükemmellik kriterlerine göre birisini atar…Popüler insanlar en iyi idareciler değildir…

     Üniversitelerde demokrasi zordur… Seçimde adaylar birbiriyle çatışıyor. Oy verilirken hangi kritere göre verildiğini bilmiyorum…(Ben bu kriterleri-bana göre- geçen haftaki yazımda açıkladım.)

     Ayrıca bütün kariyerini aynı üniversitede yaşamış olanların seçilmesi sorun yaratabilir. Çünkü çok uzun süre orada olan insanların, belki de bağnazlaşmış fikirleriyle bir üniversiteyi yeni yerlere götürmesi zordur…

    Prof. Dr. İbrahim Ortaş’ın  bu konudaki görüşü  ise şöyledir: “Seçimlerde üniversitelerin tansiyonun yükseldiği, bilimsel verimliliklerinin düştüğü çok sık konuşulmaktadır…

    Birinci dönemde atanan rektörleri ilk günden ikinci döneme yönelik çalışmaktadırlar…

    Doğal olarak eğilim yoklama süreci ayrılıklar, küskünlükler, kutuplaşmalar yaratığı, adayların bir birini yıprattığı bilinen gerçeklerdir. Üst yönetimlerinin belirlenmesinde belirli kriterlerin olmaması ve buna bağlı olarak yaşanan zincirleme birçok olay nedeniyle günümüze kadar nitelikli bu işi yapabilecek öğretim üyelerinin üniversite yönetimlerine aday olmaktan çekindikleri görülmüştür.”

     

    Çekilme Durdu Ateş Kes Devam Ediyor

     

    PKK’nın şehir yapılanması KCK, hükümetin demokratikleşme ve Kürt sorununun çözümü konusunda adım atmadığını ileri sürerek geri çekilmeyi durdurduklarını açıklaması, terör geri mi geliyor sorusunu gündeme getirmiştir.  Örgüt’ün  ateşkesin devam edeceğini açıklaması ise, bana göre bir şantajdır.

    Çözüm süreci kapsamında  1 Eylül’den itibaren adım atılmaması durumunda sokak eylemlerine başlayacağını açıklayan ve çekilmeyi durduran PKK’nın, bu eylemlerden sonuç alamaması durumunda kanlı saldırılara girişmesi durumunda “çözüm süreci” ne bir nokta koymak gerekebilir.

    Türkiye ekonomisinin yılın ikinci çeyreğinde geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 4,4 büyüdüğü, üretim yöntemiyle hesaplanan GSYH tahmininde, 2013 yılının ikinci üç aylık döneminde geçen yılın aynı dönemine göre gayri safi yurtiçi hasılanın sabit fiyatlarla 30 milyar 145 milyon lira seviyesine geldiği bir dönemde yeniden silahlı çatışmanın başlamasını Türkiye’de kimse istemez.

    Bununla beraber  gerginleşen ilişkiler  ve  çekilmenin gerçekleşmediği durumda  PKK’nın ülke sınırları içinde  silahlı varlığını devam ettirmesi, Türkiye’nin devlet olma özelliğini zaafa uğratır.

    Danışma Kurulu üyesi olduğum BİLGESAM’ın  Başkanı kıymetli dostum  Doç. Dr. Atilla Sandıklı’nın 9 Eylül’de yayınlanan  “Çözüm Süreci Nereye Gidiyor?”  başlıklı yazısından iki paragrafı  şimdi sizlerle paylaşmak istiyorum.

    “Çekilme aşamasına riayet etmediği halde Haziran ayında çekilmenin tamamlandığını beyan eden terör örgütü, 9 Eylül 2013 tarihinde ise çekilmeyi durdurduğunu açıklamıştır…

    Ülke sınırları içinde silahlı bir gücün herhangi bir müdahale olmadan varlığını ve faaliyetlerini sürdürmesi ciddi bir devlet anlayışıyla bağdaşmamaktadır…

    Çekilmenin gerçekleşmediği durumda terör örgütünün yurt sınırları dâhilinde silahlı varlığını ve faaliyetlerini devam ettirmesi Türkiye’nin devlet olma vasfı ile uyumlu değildir…

    Türkiye’nin kendi sınırları içinde ayrı bir devlet yapılanmasına müsaade etmesi veya bu yapılanma kapsamındaki faaliyetlerin çözüm adına göz ardı edilmesi mümkün değildir.

    Hâlihazırda çatışmasız bir dönem bulunsa da, terör örgütünün geri çekilmediği bir süreç Türkiye’yi yakın zamanda büyük bir problemle karşı karşıya bırakabilir.

    Mevcut faaliyetlerinden kırsaldaki ve şehirdeki unsurlarına eşgüdüm kazandırarak dağdaki silahlı güce dayalı “devrimci halk savaşı” hazırlığı yaptığı anlaşılan terör örgütünün ilk etapta Gezi olayları benzeri kitlesel, yaygın ve uzun soluklu eylemler başlatabileceği beklenmektedir.”

    Bu görüşlere aklı selim sahibi kişilerin katılmaması acaba mümkün mü?

     

     

  • Barış İçin Ön Şart: 8 Mayıs 9 Mayıs Gibi Kutlanmamalı

    Barış İçin Ön Şart: 8 Mayıs 9 Mayıs Gibi Kutlanmamalı

    BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş  geçen hafta PKK’nın  8 Mayıs’ta  Türkiye’den çekileceğini  duyurmuş ve “Geri çekilme resmen başlıyor. 3 -4 ay süreceğini tahmin ediyoruz. Bölge halkında duyarlılık var. Aynı duyarlılık ve dikkatin devletin ve askeri yetkililerde de olacağını tahmin ediyoruz” demiştir.

    Öcalan’ın Nevruzda okunan mektubunda dile getirdiği “Artık yeni bir dönem başlıyor, silah değil, siyaset öne çıkıyor. Artık silahlı unsurlarımızın sınır ötesine çekilmesi aşamasına gelinmiştir” çağrısının PKK tarafından kabullenilmesi ve 8 Mayıs‘tan itibaren bu sürecin başlaması çok önemlidir.

    Basında yer alan haberlere göre daha önce PKK Türkiye Cumhuriyeti sınırlarından  çekilmeye başlamıştır  ama resmi çekilişi  8 Mayıs’ta Şemdinli’de başlatmıştır.

     

    Acaba  8 Mayıs’ın  ve de Şemdinli’nin özel bir anlamı var mıdır?

     

    Acaba PKK’nın ilk eylemi 29 yıl önce Şemdinli ve Eruh’ta  başlatmasından dolayı mı  çekilme 8 Mayıs’ta başlatılmıştır?

     

    Acaba  8 Mayıs 9 Mayıs Avrupa Günü’nde olduğu gibi bir sembolizm midir?

     

    Acaba barıştan sonra  8 Mayıs tıpkı Nevruz kutlamalarında olduğu gibi mi kutlanılacaktır?

    Acaba 8 Mayıs belli çevrelerce kutlanırsa, bazıları da Abdullah Öcalan’ın yakalandığı tarihi kutlamak isterse, barıştan söz etmek mümkün olacak mıdır?

    Samimi olalım ve kendimizi aldatmayalım.

    Eğer 8 Mayıs bir sembolizm ise, bu çok yanlış olur ve barışı isteyenlerin samimiyetinin sorgulanmasına yol açar.

    Geçmişteki ızdırapları hatırlayarak bir yere varılamayacağını, bu tür  hatırlamaları  “nekrofil” (ölümü yüceltme,  her hangi bir şey için ölmeyi kutsal addedenlerin marazı) zevke dönüştürmenin barışa hizmet etmeyeceğini hepimizin bir daha hatırlamasında yarar vardır.

    Türkiye’de bu gelişmeler olurken, Avrupa Birliği de hareketlenmiştir. Bunun ilk örneğini geçen hafta  Antalya’da katıldığım uluslararası bir toplantıda tanık oldum.

    Akdeniz Üniversitesi Avrupa Birliği Araştırma ve Uygulama Merkezi (AKVAM) tarafından  Antalya’da düzenlenen benim de konuşmacı olarak katıldığım bir toplantıda, eski Avrupa Parlamentosu üyesi ve Türkiye Raportörü Hollandalı Joost Lagendijk, “Dünden Yarına Avrupa’da Türkiye” konusunda bir konuşma yapmıştır.

    Lagendijk, özellikle Kürt sorununa değinerek bu konuda  alınacak mesafe ile sivil anayasa yapma konusunda  ilerleme sağlanması durumunda, 2014 yılındaki İlerleme Raporu’nun bu yılki rapordan çok daha iyi olacağını söylemiştir.

    İngiltere Başbakanı David Cameron, telefonla görüştüğü Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı çözüm sürecinden dolayı kutlarken, İngiltere’nin Kuzey İrlanda tecrübesini   hatırlatarak Türk hükümetinin istemesi durumunda çatışmaların çözümlenmesi (conflict resolution) konusunda   işbirliği yapabileceklerini  açıklamıştır.

    Avrupa Birliği’nin Ankara’da Büyükelçisi Jean-Maurice Ripert, AB’nin katılım öncesi mali yardımlarının (IPA) Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmasını amaçlayan projelerde kullanılabileceğini söylemiş,   başlatılan  sürecin yazılmakta olan yeni anayasaya da olumlu etki yapacağını  dile getirmiştir.

    AB Başkanı Herman von Rompuy‘un 23 Mayıs’ta yapacağı Türkiye ziyareti sırasında da benzer destek açıklamalarında bulunması beklenmektedir.

    Ripert, çözüm süreci ile yeni anayasa arasında  bağ  kurarken, bu süreç sonunda Türkiye’nin demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi temel alanlardaki çıtasını yükseltmesini beklediklerini söylemiştir.

    AB’nin  sürece ilişkin bir başka dikkat çektiği nokta, çözüm sürecinin başarıya ulaşması durumunda PKK’nın Avrupa ülkelerindeki faaliyetlerini de sona erdirebileceği ve Türkiye ile AB arasında yaşanan siyasi krizlerin ortadan kalkacağı beklentisidir.

    Ripert, PKK’nın halen AB terör listesinde yer aldığını hatırlatırken, listeden çıkarılması konusunda henüz hiçbir üye ülkeden bir talep gelmediğini söylemiştir.

    PKK, ABD ve Avrupa Birliği tarafından terörist bir örgüt olarak  tanınmasına rağmen ABD’nin  PKK’dan terörist bir örgüt değil de “ayrılıkçı grup” (Kurdish separatist group) olarak söz etmesi, acaba bir tesadüf müdür yoksa bilinçli bir politikanın uygulamaya konulması mıdır?

     PKK, Birleşmiş Milletler, NATO  ve Avrupa Birliği tarafından  terör örgütü olarak kabul edilmiş ve NATO Genel Sekreteri Jaap de Hoop Scheffer tarafından  terör örgütü olarak tanımlanmıştır.

    U.S. Departman of  State  tarafından da   PKK  en aktif  terörist örgüt olarak belirlenmiştir. (the most active terrorist organization in Turkey)

    Şimdi ne değişti de Batılı dostlarımız tarafından PKK’lılar terörist değil “aktivist”, PKK’da terör örgütü de “ayrılıkçı grup” olarak tanımlanmaya başlamıştır?

    Tüm bu gelişmeler, Suriye sorunu da dahil Türkiye dışından bir merkezden mi yönetilmektedir sorusunu insanın aklına getirmektedir.

    Bu çelişkileri Âkil Adam’ların daha doğrusu “akıllı adamların-insanların-“ (wise men) dikkatine sunmak isterim.

    Barış sağlandıktan sonra Newruz kutlamalarında olduğu gibi “8 Mayıs” bir propaganda konusu asla yapılmamalıdır.

    Aslında Âkil Adam ifadesi de doğru değildir.  Murat Bardakçı, 27 Mart 2013 tarihinde  Habertürk‘teki köşesinde  âkil kelimesinin bilinenin aksine çok farklı bir anlamı olduğunu şöyle açıklamıştır: 

    “Âkil adam demek obur ve yamyam demektir…Kürt meselesinin hallinde iş yapabilecek aklı başında isimleri belirlediklerini söylüyorlar ama Türkçeleri bu işe pek yetmediğinden olacak, ‘akıllı’ değil, ‘obur adam’ listeleri yapıyorlar!  Meselinin aslı şöyle; Bu şekilde listeler hazırlanırken ‘akıllı’ ve ‘bilge’ yerine kullanılması gereken kelime ‘âkil’ değil ‘âkıl’dır. ‘Âkil’ çok yemek yiyen ve obur demektir. ‘Âkil’ sıfatı yemek fiiilinin karşılığı olan ‘ekl’ sözünden, kullanılması gereken ‘âkıl’ ise ‘akl’dan yani bildiğimiz ‘akıl’dan gelir.”