Kürt açılımının gündeme gelmesiyle birlikte çok değişik bir tartışma daha başladı. Bazıları “Bu ülke için hep birlikte şehit olduk” diyerek şehitlikteki mezar taşlarını gösteridi.
Benzeri ifadeleri: 1993 te Cenaze Namazında Ermenistan Devlet başkanıyla el sıkıştı diye, Demirel’e ‘Kalleş’ manasında aşağılayıcı kelimelerle meşhur ! olan Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan’ın ağzından duymaya zaten alışkındık. Çanakkale Savaşı’nın yıldönümünde onlarda da Çanakkale’de “Türk ve Kürtlerin birlikte savaştığını” söylemişti.
Açıkçası, Türkiye’de Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana bu ülke için kim savaştı, kim savaşmadı tartışması hiç yapılmamıştı. Yapılmamıştı çünkü bu ülkeyi bölmeye çalışanlar yoktu.
Olmadığı için de geçmiş defterleri kimse açmamıştı. Ancak artık ortada bölücü ve Türk düşmanı bir Kürt hareketi var, bu hareketin teröristleri var, bu hareketin milletvekilleri var ve bu hareketin destekçileri var.
Bu bölücüler her fırsatta tarih yalanlarıyla piyasaya çıkıyorlar ve diyorlar ki bu ülkeyi Kürtler ve Türkler birlikte kurdu ama Mustafa Kemal onlara ihanet etti, Kürtlerin hakkını vermedi.
Kürtlerin hakkı neydi, verildi mi verilmedi mi? tartışması sürerken aslında çok daha başka bir şey daha tartışmaya açılmıştı; hakikaten Kürtler bu ülkeyi kurarken Türklerle birlikte miydi?
Geçtiğimiz haftalarda Habertürk televizyonunda Emekli Tümgeneral Osman Pamukoğlu konuk oldu ve orada Kurtuluş Savaşı’nda ve Çanakkale’de Kürtlerin Türklerle birlikte savaşmadığını söyledi. Bu, bir televizyondan ilk kez dile getiriliyordu. Pamukoğlu, daha önce bizim TÜRKSOLU’nda yayınladığımız rakam ve haritaları göstererek tarihi gerçeği açıklıyordu.
Türkiye’de tabuları yıkmaktan bahsedenlerden, resmi tarih anlayışına karşı çıkanlardan, özgürlükçülerden tepki gecikmedi; hemen Türk ırkçılığı, Türk bölücülüğü yaftası yapıştırıldı. Ardından Kürtlerin Kurtuluş Savaşı’nda olduğu, hatta PKK’ya karşı en fazla şehidi Kürtlerin verdiği gibi komik ve zavallı açıklamalara kadar düştü düzey.
Ama artık tartışma açılmıştır, tarihi tabular tartışılacaktır ve gerçekler kazanacaktır. O nedenle kimse etnik kimliğinden gocunmasın, tarihiyle yüzleşsin, barışsın: Evet Kürtler Kurtuluş
Savaşı’na katıldı ama Türk Ordusu’nda değil Yunan Ordusu’nda savaştılar!
Bir şey daha ekleyelim, yıllardır Araplar Osmanlı’yı arkadan vurdu diyenler aynı şeyi Kürtler için de söylemeliler; Kürtler Kurtuluş Savaşı’nı arkadan vurmuştur.
Osmanlı’da Kürt meselesinin ortaya çıkışı bir Doğu Cephesi sorunu olarak başlamıştır. 17. yüzyıldan itibaren yükselişe geçen Rus emperyalizmi, 1800’lerin başından itibaren Osmanlı’yı hem Doğu cephesinde Kafkaslardan, hem de Batı cephesinde Balkanlar’dan
Sıkıştırmaya başlar. Batı cephesinde Slav kökenli Bulgarları ve Ortodoks Yunanları kışkırtan Ruslar Doğu’da ise Ermeni ve Kürtlere el atar. 1800’lerden hemen sonra ilk Kürdoloji çalışmaları yine Ruslar tarafından başlatılır. Kürtçülerin bugün bile en temel başvuru kaynakları olan kitaplar da bu dönemde Ruslar tarafından yazılır.
Rusların bu çabaları karşısında Osmanlı’da da uyanma başlar. Rus destekli Kürt aşiretleri ile Osmanlı arasında çatışmalar başlar. 1830-1855 tarihleri arasında 8 Kürt isyanı gerçekleşir.
Fakat asıl büyük Kürtçü hareket tam da 1877 yılında gerçekleşir. Bu tarih 93 Harbi olarak bilinen 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi’nin tarihidir. Hem Balkanlar’da hem de Kafkaslarda Ruslarla savaşan Osmanlı’ya karşı bir cephe de Kürt aşiretleri açar. Bedirhanlar ve Şeyh Ubeydullah isyanları tam dört yıl sürer.
Rus General Korganof, Erzurum’a saldırıya geçmeden önce Zeylani ve Sepki aşireti reisleriyle buluşur ve yüklü miktarda ödeme yapar. Sonuç olumludur, Kürtler Rusya’ya karşı Osmanlı’yı desteklemezler.
Kürt isyanlarının genel karakteri burada şekillenir:
Türk devleti ne zaman ki bir düşmanla savaşsa mutlaka bir Kürt isyanı başlar.
Rusların Kürtlere desteği sonrasında da devam eder. Ama 93 Harbi’nden sonra hem Ermeni hem de Kürt meselesi bir arada ortaya çıkacaktır. Doğu illerimiz Rus işgaline girdiğinde hem Ermenilerin hem de Kürtlerin isyanları aralıksız devam edecektir.
Hamidiye Alayları neydi?
Bu dönemde 1890 tarihinde Hamidiye Alayları kurulur. Alayların hedefi Türk halkına yönelik Ermeni katliamlarını önlemektir. Abdülhamit tarafından kurulan bu birlikler için şimdi kimi yazarlar çarpıtmalara girişmektedir.
Bu alaylarda Kürt aşiretleri yer almıştır elbette ama bu aşiretler Osmanlı silahlarını ele geçirip daha sonra Ermenilerden boşaltılan arazilere el koymaya başlamıştır. Kürtlerin bu alaylara giriş sebebi
Türklere destek olmak değil Ermeni topraklarını ele geçirmektir.
Zaten bu alaylar daha sonra lağvedilecektir. Fakat Hamidiye Alayları’nın lağvedilmesinden sonra da silahları bırakmayacak ve Osmanlı’ya karşı savaşacaklardı r.
Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması ile birlikte Kürtler de Doğu bölgelerinde Ruslarla birlikte hareket edecektir. O dönem bölgede etkili olan Rus Elçiliği Kürtleri ele geçirmiştir. Nitekim hemen 1914 yılında. Kürt isyanları başlar. Rus Orduları Doğu Anadolu’yu işgal ederken Kürtler de bağımsızlık hayaliyle Ruslara yardım ederler.
Ünlü Sykes-Picot Antlaşması’na göre:
Doğu’da Ermenistan ve Kürdistan kurulacak ve Rusya’ya bağlanacaktır.
Kürtlerin Çanakkale’de savaşmamalarını n nedeni de budur.
1916 yılında Antlaşmaya dökülen plan, Rusların 1830’dan beri uyguladığı plandır zaten.
Fakat Birinci Dünya Savaşı tüm dengeleri alt üst eder.
Kürtler de bu dönemde hem Ruslarla hem İngilizlerle hem Fransızlarla hem de Amerikalılarla işbirliği yapar. Kürtlerin bağımsızlığına Sevr Antlaşması ile karar verilir. Yani Birinci Dünya Savaşı’ndan Kurtuluş Savaşı’na giden dönemde Kürtler hep Türkiye’yi işgal eden kuvvetlerle birlikte hareket eder.
Bu durum, yani Kürtlerin Birinci Dünya Savaşı’nda Türklerle birlikte savaşmaması o dönemin raporlarında açıkça geçmektedir. Rus Gordlevski aynen şu satırları yazar:
“Türkler vatan savunmasına katılmadıkları için Kürtlere çok kızmaya başladılar.”
Fakat Rusya’da Bolşevik İhtilali gerçekleşince işler değişir. Çünkü Lenin Kürtleri değil Mustafa Kemal’i destekler. Sykes-Picot Antlaşması’nı fesheder. Bunun üzerine Türk-Sovyet Antlaşması gelir ve Kürtler yalnız kalır.
Bu tarihten itibaren Kürtlerin esas hamisi Ruslar değil İngilizler olacaktır. Türkiye’deki komünistler ve Sovyetler de Kürt isyanlarını değil Mustafa Kemal’i destekleyecektir.
Kürtler Sarıkamış’ta var mıydı?
Tüm bu anlatılanlardan sonra Kürtlerin neden Çanakkale Savaşı’na katılmadığını anlamak kolaylaşır. Daha 1830’lu yıllarda başlayan Kürt ihaneti çoktan kökleşmişti, Birinci Dünya Savaşı sırasında da
Kürtler Türkiye için değil Ruslar için savaşıyordu.
Böyle olduğu için de Çanakkale Savaşı sırasında Kürtlerin şehit listesinde olmamasına şaşırmamak gerekir:
Çanakkale uzak olduğu için değil Türklere uzak oldukları için katılmadılar savaşa.
Kimileri bu gerçeği daha fazla gizleyemeyeceklerin i biliyor. O nedenle de Kürtlerin diğer cephelerde, Sarıkamış’ta çarpıştığını söylüyorlar.
Elbette bu da büyük bir yalan. Genelkurmay arşivlerinde Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı şehitlerinin listesi, askerlik şubesi kayıtlarına göre tutulmuştur. Dolayısıyla Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı rakamları gerçektir, kimse bunlara itiraz edemez.
Ama Kürtlerin Sarıkamış’ta savaştığını iddia edenler varsa, buyursunlar rakamları açıklasınlar. Yani bizim yaptığımızı yapsınlar, belgeye karşı belgeyle ortaya çıksınlar.
Ama Sarıkamış’ta Kürtlerin Ruslara karşı savaşma ihtimali bile yoktur ortada çünkü Kürt aşiretlerini o dönemde zaten Rus Elçiliği kontrol ediyor ve yönlendiriyordu.
Hain bir Kürt aşiret reisi Mutkili Hacı Musa Kurtuluş Savaşımızın başlangıcı 19 Mayıs1919’dur. 24 Ağustos 1919’da Kurtuluş Savaşı’nı
idare etmek üzere Heyet-i Temsiliye oluşturulmuştur. 9 kişilik kurulda bir de Kürt vardır. Mutki Aşireti reisi Hacı Musa Bey.
Ancak bu Kürt ağası içeri sokulan bir haindir.
Nitekim Hacı Musa Bey, 1923 yılı Mayıs ayında Erzurum’da kurulan Kürt Azadi Cemiyeti’nin de lideridir. Azadi Cemiyeti’nin üyelerinden biri de Şeyh Sait’tir. Azadi Cemiyeti İngilizlerle, Fransızlarla ve Sovyetler Birliği ile temas kurarak Bağımsız Kürdistan için destek aramıştır. Daha sonra bu örgüt İngiliz desteği ile başlayan Nasturi Ayaklanması’na katılır. Nasturi Ayaklanması’nın bastırılmasından sonra ise İran’a kaçarlar. Daha sonra Mustafa Kemal bu hain Kürt aşiret reisi hakkında Nutuk’ta açıklama yapacaktır.
İlk Meclisteki hain Kürt milletvekilleri Ankara’da Millet Meclisi’nin kuruluşu 23 Nisan1920’dir. Bu tarihten itibaren TBMM Ordusu da kurulmuş ve Kurtuluş Savaşı’nı vermiştir.
O dönemki mecliste de bugünkü Mecliste olduğu gibi bölücü Kürt milletvekilleri vardır. İşte bu Kürt milletvekilleri Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı’na yardım etmemiş, tam tersine bu Kurtuluş Savaşı’na karşı bir ayaklanma örgütlemişlerdir.
Bitlisli Kürt milletvekili Yusuf Ziya Bey de Azadi örgütünün içindedir. Yusuf Ziya Bey aynı zamanda İngiliz ajanıdır. Mustafa Kemal Paşa, Yusuf Ziya Bey’den kuşkulanmakta ve onu takip ettirmektedir. Gerçekten de Mustafa Kemal’in kuşkuları gerçek olur ve Yusuf Ziya Bey Nasturi İsyanı’na katılır. İşin daha da vahimi Yusuf Ziya Bey’in askeriye içinde de adamları vardır. Nasturi İsyanı’nı bastırmakla görevli birlikten, Fırka komutanı İhsan Nuri, Vanlı Rasim, Tevfik Cemal ve Teğmen Ali Rıza da Kürt örgütünün üyesidir ve isyan sırasında 270 askerle birlikte karşı tarafa geçerler!
Görüldüğü gibi Kurtuluş Savaşımıza katılan ve Türklerle savaşan Kürtlerle değil, Kurtuluş Savaşı’nın içine sızan, ancak kendi Kürt
örgütlenmesini devam ettiren, İngiliz, Fransız işgalcilerle işbirliği yapan ve en sonunda da Türk askerine karşı cephe açan Kürtleri görüyoruz. Bu örgütün İngiliz desteğini sağlamak için Nasturi isyanından üç yıl önce 1920 yılında yine Hakkâri’de başka bir isyan çıkarttığını da kaydedelim.
Mustafa Kemal’e idam kararını da bir Kürt verdi Peki Kürtlerin Kurtuluş Savaşımız sırasındaki tek ihanetleri bu mudur?
Aslında Kurtuluş Savaşı’nın başından itibaren Mustafa Kemal’in karşısındadır Kürtler. Mustafa Kemal’in idam emrini veren Kürt Mustafa Paşa’dır!.
Aynı Kürt Mustafa Paşa’nın eniştesi ise Kürt İzzet Bey’dir ve İstanbul Hükümeti’nin İçişleri Bakanıdır. Kürt İzzet Bey de İngiliz ajanıdır. Kürt İzzet Bey’in bir de yeğeni vardır Şerif Paşa, o da
Kürdistan Teali Cemiyeti’nin Paris temsilcisidir.
İstanbul Hükümeti’nin ve İngilizler’in Mustafa Kemal hareketini engellemek için kullanmayı düşündükleri kütle ise Kürtlerdir. Damat Ferit, Kürdistan Teali Cemiyeti ile görüşerek onlara özerklik
karşılığında Mustafa Kemal’e karşı savaşmayı teklif eder. Damat Ferit Yüksek Komiser De Robeck ile görüşerek Sevr koşulları gereğince 15 bin kişilik bir Kürt ordusu kurulmasını ve Kürtleri Mustafa Kemal’e saldırtmayı teklif eder. Bu yönde en önemli girişim Ali Galip olayıdır.
İngiliz ajanı Binbaşı Noel, Ali Galip ve Kürdistan Teali Cemiyeti liderleri Malatya’ya geçerler. Burada bir Kürt birliği kurarak Sivas yolunda Mustafa Kemal’i öldürecekler ve Kongre’nin toplanmasına engel olacaklardır. Ancak Mustafa Kemal girişimi haber alır ve tedbir alır. Malatya’da Türk birlikler İngiliz ajanı, Ali Galip ve Kürdistan Teali Cemiyeti liderlerini kıstırırlar. Tutuklama emri vardır. Noel, İngilizlerden yardım ister. Saraya baskı yapılır fakat sonuç vermez. En sonunda kaçmak zorunda kalırlar. Görüldüğü üzere daha Sivas Kongresi öncesinde bile Kürtler İngilizlerle, İstanbul Hükümeti ile birlikte Mustafa Kemal’e karşıdır. İngiliz gizli belgeleri de bunu doğrulamaktadı r.
28 Kasım 1919’da Mr. Kindson’un Londra’ya gönderdiği raporda şöyle yazılıdır:
“Kürtlere her ne kadar inanmasak da onları kullanmamız çıkarlarımız gereğidir.” 9 Aralık 1919 tarihli Yüksek Komiser Robeck’in Lord Curzon’a raporunda ise şunlar yazılıdır:
“Kürtler bütün ümitlerini İngiliz hükümetine bağlamış durumdalar. Bu ara Mustafa Kemal gittikçe tehlikeli olmaya başlıyor. Kuvvetler, Kürtleri Mustafa Kemal Paşa’ya karşı kullanmak için para ödemeye
hazırdırlar”
Yunan ordusundaki Kürtler Ama Kürtler bununla da yetinmemektedir. İngiliz Gizli Belgeleri’nin verdiği bilgiye göre Kürtler aynı zamanda Yunanlılarla da temas halindedir. Amasya’da Yunan temsilcisi ile görüşen Kürtler, Yunanlılara Türk ordusunda ele geçirilen Kürt esirlere iyi davranılmasını ve bu esirlerin Türk ordusuna karşı kullanılmasını önerir. Teklif kabul edilir ve esir
Kürtler Yunan ordusunun hizmetine girerler. Kürt-Yunan işbirliğinin en büyük sonucu ise Koçgiri İsyanı’dır. Yunan ordusu büyük ilerleyişe geçmeden hemen önce Kürtler isyan eder. Yunan ordusu Bursa’ya doğru ilerlerken Kürtler Sivas’a doğru yürümeye başlar.
Amerikan Askeri Ataşesi durumu şöyle rapor eder:
“… Yunanlılar önemli bir zafer kazanırlarsa Kürt isyanı Türkiye’nin arkasını ciddi bir şekilde tehdit edebilir. Ancak Batıdaki savaş Türklerin lehine gelişirse, Türkler, ellerindeki yarım düzine yetenekli
liderden biriyle Kürt sorununa son verebilir. İngilizler kuşkusuz bu durumu bilmektedirler. Gene de Kürt sorunu ile meşgul olduğu sürece Mustafa Kemal’in Musul’a el koyamayacağını düşünmektedirler. Dolayısıyla Kürt akımına yardımcı olmaktadırlar.”
Koçgiri İsyanı’nın başlangıç tarihi sadece Yunan ilerleyişine değil aynı zamanda Londra ve San Remo Konferansları’na da denk gelir. Ankara Hükümeti böylece sıkıştırılmaktadır.
Kürtler Sevr’i istiyor Koçgiri İsyanı’nın liderlerinden Baytar Nuri isyan programını şu şekilde açıklar:
“İlk önce Dersimde Kürt istiklali ilan edilecek, Hozat’a Kürdistan bayrağı çekilecek, Kürt milli kuvveti Erzincan, Elazığ ve Malatya istikametlerinden Sivas’a doğru hareket ederek Ankara Hükümeti’nden Kürdistan istiklalinin tanınmasını isteyecekti. Türkler bu isteği kabul edeceklerdi. Çünkü isteğimiz silah kuvvetiyle desteklenmiş olacaktı.”
Ayaklanma büyür ve isyancılar Ankara Hükümeti’ne bir muhtıra yollarlar. Telgraf yoluyla iletilen muhtıra şu maddelerden oluşmaktadır:
1-İstanbul Hükümeti’nce kabul edilen Kürdistan özerkliğinin Ankara Hükümeti’nce de tanınıp tanınmayacağının açıklanması
2-Kürdistan özerk yönetimi konusunda Mustafa Kemal hükümetinin ivedi yanıt vermesi
3-Elazığ, Malatya, Sivas ve Erzincan cezaevlerindeki Kürtlerin hemen salıverilmesi
4-Kürt çoğunluğu bulunan illerden Türk memurlarının çekilmesi
5-Koçgiri yöresine gönderilen birliklerin geri alınması.
Kürtler bununla da kalmaz, 25 Kasım 1920 tarihinde Batı Dersim Aşiretleri reisleri adına TBMM’ye şu şekilde başvurur:
“Sevr Antlaşması gereğince Diyarbakır, Elazığ, Van ve Bitlis illerinde bağımsız bir Kürdistan kurulması gerekiyor. Bu nedenle bu oluşturulmalıdı r. Yoksa bu hakkı silah zoruyla almaya mecbur kalacağımızı beyan ederiz.”
Yunanlar Bursa’ya Kürtler Sivas’a saldırıyor Ankara Hükümeti, Batıda Yunanların Bursa’yı ele geçirmesine rağmen Kürtlere karşı geri adım atmaz.
Merkez Ordusu Komutanı Nurettin Paşa isyanı bastırmak için bir plan hazırlar. Topal Osman komutasındaki Giresun alayı da Nurettin Paşa’nın emrine verilir.
Türk Ordusu 11 Nisan 1921 günü Kürtlerin üzerine yürüyüş başlatır. 45 bin kişilik Kürt milisleri ile çarpışmalar 3 ay sürer.17Haziran 1921 günü isyancılar teslim alınır.
Görüldüğü üzere, daha Sivas Kongresi’nin toplanma hazırlıklarından başlanarak Kürtler, Kurtuluş Savaşı için çalışmamış, tam tersine hep Kurtuluş Savaşı’na karşı savaşmışlardır. Koçgiri ayaklanması bunun en büyük kanıtıdır.
Genelkurmay Başkanlığı da bu isyanı şu şekilde değerlendirmektedir:
“Siyasi bakımdan büyük bir önem taşıyan bu harekât dolayısıyla, Kürt bağımsızlık davasının ilk basamağının Koçgiri olayları ile kurulmak istendiği, bu dış etkilerin en açık ve kesin delilidir.”
Bu değerlendirmeden de anlaşılacağı gibi, olay münferit bir isyan değil, bir davanın ilk adımıdır!
Ardından gelecek olan Kürt isyanları da bunu kanıtlayacaktı r. Nitekim isyanın liderleri de olayı böyle değerlendirmektedir: “Koçgiri, Kürt İstiklal Savaşı’nın bir merhalesidir, onunla bir meydan muharebesi kaybettik, fakat harp bitmedi. Biz son zaferi kazanacağız.”
Demek ki Türk İstiklal Savaşı için değil Kürt İstiklal Savaşı için savaşmışlar.
Tarihi gerçek budur, bunu ne Başbakan, ne gazeteciler, ne de Kürtler değiştirebilir.
Hakan Ayaz
Bölüm: Hakan Ayaz
Tüm içerik aşağıda sıralanmıştır, üzerlerine tıklayarak inceleyebilirsiniz.
Terör örgütü liderinin talimatıyla ülkemize Habur Sınır Kapısı’ndan giriş yapan 34 kişinin girdikleri andan, serbest bırakıldıkları sürece değin yaşananlar, hukuku ve yargı erkini doğrudan ilgilendirdiği için Baromuzca bu konuda bir görüş açıklanması zorunlu olmuştur.
Öncelikle belirtilmelidir ki, Ulusumuzu oluşturan insanların bir arada ve eşit biçimde kardeşlik duygularıyla huzurlu ve güvenli bir ortamda yaşamlarını sürdürmeleri en büyük dileğimizdir. Bunun sağlanması için Ulus Bütünlüğümüzü bozmayacak biçimde adımlar atılması son derece önemlidir. Ancak yıllardır ülkemizde terörist faaliyetlerde bulunan örgüt üyelerinin ve yandaşlarının otobüs üzerinden halkı selamlamaya dek varan davranışlarının onaylanması mümkün değildir. Anayasa’sında Hukuk devleti olduğu yazılan bir ülkede hiç kimse terör örgütüne ve yandaşlarına kahraman muamelesi yapamaz, yapmamalıdır.
Burada eleştirilmesi gereken en önemli nokta, Hukukun Üstünlüğü ve Yargı Bağımsızlığı ilkelerinin ihlal edilmiş olmasıdır.
Bu teslim olma -teslim alma şovunda yaşananlar en başta o hukuk devleti kurum ve kurallarını içine sindirmiş ve ona göre yaşam biçimi sürdüren vatandaşlarımıza saygısızlık; kanunlara aykırılık oluşturmuştur. Unutulmamalıdır ki, sınırdan giriş yapan kişiler, yine bu ülkeye, bu hukuk devletine ve bu ülkenin ceza yasası olan TCK’da yer alan “etkin pişmanlık” düzenlemelerine güvenerek, sınırı geçmişlerdir. Bu gerçek hiçbir zaman göz ardı edilmemelidir.
Gelen 34 kişinin sorgulanması sürecinde de açıkça hukuka aykırılıklar ve yargı bağımsızlığı ilkelerine gölge düşürecek davranışlar yaşandığı gözlemlenmektedir. Şüphelilerin sınırdan alınıp görevli Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderilmeleri gerekirken, “Vali Yardımcısı” tarafından karşılanıp “hoş geldiniz” denmesi, kendileri için ayrı bir mahkeme kurulması, talimatla savcı ve hakim görevlendirilmesi, hakim ve savcıların helikopterlerle “çadır mahkemelere” taşınması ve sorguların burada yapılması, bu savcı ve hakimlerin şüphelilerin suç teşkil eden bazı beyanlarını tutanağa geçirmeyerek ya da bu beyanların kullanılmaması konusunda müdafii avukatlardan “ricacı” olmaları, “normal” bir hukuk devletinde yaşanabilecek olay ve olgular değildir.
Salt duvara yazı yazdığı için yıllarca yargılanıp cezaevlerinde tutulan çocuklar gerçeği karşımızda duruyorken, pişman olduklarını beyan etmedikleri halde bu kişilerin TCK’ nın 221. maddesinden yararlandırılıp serbest bırakılmaları hukuk devleti ve adil yargılanma ilkeleriyle bağdaştırılamaz. Bu durum “doğal hâkim ilkesi”ne de açıkça aykırıdır.
Yaşanan süreç, yargının bağımsızlığını yitirerek, Anayasa’nın 138. maddesinde yer alan hiç kimsenin mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez hükmüne karşın, yargı yürütmenin denetimindeymiş gibi bir izlenim doğmasına neden olmuştur. Daha iş yargıya intikal etmeden siyasi iktidar temsilcilerinin gelenlerin serbest bırakılacağı yönünde sözler vermesi, adalet üzerindeki yürütmenin açık izlerini göstermektedir.
Yargı kurumlarının görevlerini tam ve bağımsız bir şekilde yerine getirmeleri bir zorunluluktur. Bu zorunluluk yalnızca herkesin kanun önünde eşit olduğunun yazıldığı Anayasa gereği değil, aynı zamanda Demokrasiye ve Yargıya olan güven ilkesinin de önemli bir koşuludur.
1992’de dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal, Güneydoğu ile ilgili 10 sayfalık hazırlattığı rapor adeta fitili ateşledi ve o iki yıl Türkiye’ya kabus oldu.
1992’de Cumhurbaşkanı Turgut Özal sorunun şiddetle çözülemeyeceğinden hareketle diyalog ortamı yokluyordu. Ocak ayında Cumhurbaşkanı Sözcüsü Kaya Toperi ve baş yaveri kurmay Albay Arslan Güner’e 10 sayfalık bir Kürt raporu hazırlattı. Raporda, “Karşılaştığımız sorunun basit bir terör olgusunun çok ötesinde olduğu aşikardır.” deniyordu.
Özal, Martın ilk haftasında Çankaya Köşkü’nde DEP milletvekilleri Ahmet Türk, Sırrı Sakık ve Orhan Doğan’la görüştü. Sakık, Özal’ın bu görüşmede “Genel af çıkarıp sorunu kökünden çözeceğim” dediğini aktardı.
Özal, Toperi ve Güner’in hazırladığı rapordaki tespitleri 13 Mart 1992 tarihli MGK’da gündeme getirdi ve genel af da dahil siyasi-sosyal çözümlere değindi.
Aynı dönemde PKK ve derin güçler cephesi, şiddet eylemlerini had safhaya çıkardı. PKK 1992 Nevruz’unda bölge halkını kışkırtarak kitlesel ayaklanmalara dönüştürmeye çalıştı. Türkiye Mart 1992’de tarihinin en kanlı Nevruz’unu yaşadı. İki günde resmi kayıtlara göre 57, sivil toplum örgütlerine göre 113 kişi hayatını kaybetti.
Turgut Özal, ANAP milletvekili Adnan Kahveci’yi yeni bir rapor hazırlaması için görevlendirdi. Kahveci, Güneydoğu’da bir süre inceleme yaptıktan sonra “Kürt sorunu nasıl çözülmez” başlıklı bir rapor yazdı. Mayıs 1992’de Özal’a sunulan raporda şu satırlar dikkat çekiciydi:
“Askeri çözümle hiçbir ülke çözüme ulaşamamıştır. Bugün Kürt sorunu siyasal bir kriz halini almıştır. Çözüm için cesur siyasal adımlara ihtiyaç vardır. Bu nedenle Kürt realitesi, Kürt kimliği ve dili hızla kabul edilerek, Kürtler’in siyasal hakları verilmelidir. Bu durum Türkiye’de demokrasiye ufuklar açmakla kalmayıp PKK gibi terör örgütlerine olan halk desteğini de ortadan kaldıracaktır.”
Mayıs 1992’den itibaren şiddet eylemleri yeniden arttı.
Adnan Kahveci’nin raporu 27 Ağustos 1992 tarihli MGK toplantısında tartışıldı. Özal, GAP televizyonundan Kürtçe yayın yapılmasını istedi.
11 Haziran 1992: Bitlis’in Tatvan ilçesinde köy minibüsü durdurularak içinde bulunan 13 kişi kurşuna dizildi.
27 Haziran 1992: Silvan’ın Yolaç köyünde cami cemaati kurşuna dizildi. 10 kişi öldürüldü.
18 Ağustos 1992: Şırnak’ta olaylar çıktı. Dönemin İçişleri Bakanı İsmet Sezgin, olayı “300 PKK’lının şehri bastığı bir isyan” olarak nitelendirdi. PKK, eylemi reddetti. İl merkezinde 3 gün süren olaylarda kent neredeyse harabeye döndü. Ölü ve yaralılar konusunda muhtelif sonuçlar açıklandı.
5 Eylül 1992: BingölGenç karayolunda araçlardan indirilen 7 kişi katledildi.
13 Eylül 1992: Şemdinli’de Jandarma Karakoluna yapılan saldırıda 15 er şehit oldu.
15 Eylül 1992: Batman’ın Kozluk ilçesinde bir minibüsün bombalanması sonucu 10 kişi öldü.
29 Eylül 1992: Irak sınırında Derecik Jandarma Karakolu’na yapılan saldırıda 27 asker şehit oldu.
1 Ekim 1992: Bitlis’in Cevizdalı köyünde 30 kişi öldürüldü.
72 yaşındaki Yazar Musa Anter, 20 Eylül 1992‘de Diyarbakır’da suikaste uğradı.
Ekim 1992‘de Türk Silahlı Kuvvetleri Kuzey Iraklı peşmergelerle birlikte büyük Hakurk operasyonunu başlattı. Bu peşmergelerle yapılan ilk ortak harekattı.
11 Ocak 1993: İstanbul Polisi, LuckyS adlı Panama bandıralı bir gemide 15 ton uyuşturucu ele geçirdi.
15 Ocak 1993: Bingöl ile Diyarbakır’ın Kulp İlçesi arasında bulunan PKK kampları havadan bombalandı. 150 PKK’lının öldüğü açıklandı.
24 Ocak 1993: Cumhuriyet Gazetesi yazarı Uğur Mumcu, Ankara’daki evinin önünde bulunan arabasına konan bomba ile öldürüldü. Mumcu, öldürülmeden önce PKK-Devlet ilişkisini irdeleyen bir kitap üzerinde çalışıyordu. Türkiye’nin her yanından Ankara’ya gelen binlerce kişinin katılımıyla gerçekleşen cenaze töreni, laiklik, cumhuriyet ve demokrasiye bağlılık mitingine dönüştürdü.
28 Ocak 1993: İşadamı Jak Kamhi’ye suikast düzenlendi. Kamhi, yara almadan kurtuldu.
5 Şubat 1993: ANAP İstanbul Milletvekili, eski Devlet ve Maliye Gümrük bakanlarından Adnan Kahveci, BoluGerede yakınlarında trafik kazası geçirdi. Adnan Kahveci ve eşi olay anında hayatlarını kaybetti.
17 Şubat 1993: Jandarma Genel Komutanı Org. Eşref Bitlis’in bindiği askeri helikopter, Ankara yakınlarında düştü. Helikopterde bulunanlardan kurtulan olmadı. Genelkurmay, olayın teknik bir arızadan meydana geldiğini açıkladı. Bitlis vefatından bir hafta önce Suriye, İran ve Irak dışişleri bakanlarıyla PKK’nın bitirilmesi için görüşmeler yapmıştı.
19 Şubat 1993: Orgeneral Aydın İlter, Jandarma Genel Komutanlığı’na atandı.
Cumhurbaşkanı Özal, Mesut Yılmaz’ın 15 Haziran 1991’de ANAP Genel Başkanlığına seçilmesinden sonra partiyi yönlendiremiyordu. O nedenle projelerine parlamentodan destek bulamıyordu. 20 Ekim 1991’de yapılan genel seçimlerde de DYP birinci parti olmuş, Başbakanlık Süleyman Demirel’e geçmişti. Özal, ölümünden 2 ay önce Şubat 1993’te Demirel’e Kürt sorununun çözümüne ilişkin önerileri içeren bir mektup gönderdi. Mektupta sorunun çözümüne yönelik siyasisosyal öneriler sıralanıyordu.
PKK, 23 Mart 1993’te tek taraflı ateşkes kararı aldı.
17 Nisan 1993: 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal kalp yetmezliğinden dolayı sabah saatlerinde öldü.
22 Nisan 1993: Özal’ın cenazesi, Fatih Camii’nde kılınan cenaze namazından sonra, 100.000 fazla kişinin oluşturduğu kortej eşliğinde Vatan Caddesi’ndeki Anıt Mezara defnedildi.
23 Nisan 1993: Başbakan Süleyman Demirel, Cumhurbaşkanlığı’na aday olacağını açıkladı.
7 Mayıs 1993: DEP, ‘HEP’in kapatılma ihtimali üzerine’ resmen kuruldu. Genel Başkanlığa Yaşar Kaya seçildi.
16 Mayıs 1993: TBMM’de yapılan 3. tur oylama sonucunda DYP Genel Başkanı ve Başbakan Süleyman Demirel, Türkiye Cumhuriyeti’nin 9. Cumhurbaşkanı seçildi.
24 Mayıs 1993: Bakanlar Kurulu’nun af gündemiyle toplanmasından 1 gün önce Bingöl’de terhis olan 33 asker şehit edildi. Askerlerin silahsız ve korumasız olduğu, PKK’nın önceden istihbarat aldığı ileri sürüldü.
8 Haziran 1993: Devlet Bakanlığı’ndan istifa eden Tansu Çiller, DYP Genel Başkanlığı’na resmen aday olduğunu açıkladı.
13 Haziran 1993: Tansu Çiller, DYP Genel Başkanı seçildi.
15 Haziran 1993: Cumhurbaşkanı Demirel, hükümeti kurma görevini Tansu Çiller’e verdi. DYPSHP hükümeti kuruldu. Tansu Çiller, Türkiye’nin ilk kadın Başbakanı unvanını kazandı.
15 Haziran 1993: Bitlis Kayabaşı ve Bingöl Üçpınar köylerinde 9 vatandaş roketatarlı saldırıyla öldürüldü.
2 Temmuz 1993: Sivas’ta çıkan olaylarda Madımak oteli ateşe verildi, 37 kişi yanarak veya dumandan boğularak can verdi.
5 Temmuz 1993: Erzincan’ın Başbağlar köyünde 33 kişi katledildi.
12 Temmuz 1993: Emniyet Genel Müdürlüğü’ne Mehmet Ağar atandı.
Anayasa Mahkemesi, HEP’in (Halkın Emek Partisi) kapatılmasına karar verdi.
27 Temmuz 1993: Bakanlar Kurulu, Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’in görev süresini 1 yıl uzattı.
29 Temmuz 1993: Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhittin Fisunoğlu, 30 Ağustos beklenmeden görevinden alındı. KKK’na 1. Ordu Komutanı Org. İsmail Hakkı Karadayı atandı.
4 Ağustos 1993: Bitlis’in Mutki ilçesinde otobüs tarandı 15 kişi öldürüldü.
4 Eylül 1993: Batman’da meydana gelen olaylarda DEP Milletvekili Mehmet Sincar ile DEP Batman İl Yönetim Kurulu üyesi Metin Özdemir öldü.
12 Eylül 1993: SHP Genel Başkanlığı’ndan ayrılan Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü, Kabine’den de istifa etti.
10 Ekim 1993: Tansu Çiller, Avrupa Konseyi toplantısı için bulunduğu Viyana’da basına “İspanya tecrübesinden (Bask modeli) biz de yararlanacağız.” dedi. Demirel 11 Ekim 1993’te anında yanıtladı: “Çözümü İspanya’da arama!
22 Ekim 1993: Diyarbakır Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Bahtiyar Aydın, Lice Tugay Komutanlığı bahçesinde alnından vurularak öldürüldü. Başlatılan operasyonda Lice’nin üzerini siyah dumanlar kapladı. İlçe’ye giriş ve çıkışlar yasaklandı ve sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Çıkan çatışmalarda 30 kişi öldü, 400 ev ve işyerinde hasar meydana geldi. PKK, Bahtiyar Aydın cinayetini üstlenmedi.
Başbakan Çiller’in olaylardan sonra Lice’ye yapmak istediği gezi ‘güvenlik sorunu’ ikazı üzerine iptal edildi.
Daha önce Kürtçe yayından ve Bask modelinden söz eden Tansu Çiller, bu olaydan sonra 27 Ekim 1993‘te şahinleşti: “Ya bitecek, ya bitecek!”
Tansu Çiller 31 Ekim 1993’te, “Terörün dıştaki ve içteki kaynaklarını kurutacağız.” dedi.
Başbakan Çiller, 3 Kasım 1993’te şu açıklamayı yaptı: “Elimizde PKK’ya yardım eden 60 Kürt işadamının listesi var.
Devlet PKK ile olduğu gibi PKK’ya mali destek sağlayanlarla da her biçimde mücadele edecektir.”
PKK’ya yardım yaptığı ileri sürülen Kürt işadamları teker teker öldürüldü. 14 Ocak 2004’te Behçet Cantürk öldürüldü.
PKK’yla mücadele adına yapılan kanunsuzlukları ve uyuşturucu ticareti gibi yasa dışı faaliyetleri mahkemede açıklayacağını söyleyen eski Diyarbakır JİTEM Grup Komutanı Binbaşı Ahmet Cem Ersever, duruşma için gittiği Ankara’da öldürüldü. Cesedi 4 Kasım 1993’te bulundu.
12 Aralık 1993: DEP’in 1. Olağan Kongresi’nde Genel Başkanlığa Hatip Dicle seçildi.
29 Aralık 1993: Kılavuzköy Jandarma Karakolu’nu basan teröristler, 12 Eri şehit etti. Çatışmada 7 terörist ise ölü olarak ele geçirildi.
Sabih Kanadoğlu Sabih Kanadoğlu Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı
Ergenekon’da ‘açılım’ kuşkusu!
Oya Uğural, Ayvalık, Hürses, 12.10.2009
Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, Türkiye’nin zor bir dönemden geçtiğini belirterek, “Olayların akışına baktığınız zaman dışarıdan düzenlenmiş bir uygulama olduğunu anlayabilirsiniz”dedi.
Kanadoğlu, Ergenekon operasyonlarının açılımlarla bağlantılı olabileceğine dikkat çekti.
BİRDEN YARGIYA GÜVENİR OLDULAR
Yoğun programından fırsat buldukça Ayvalık’taki yazlığında dinlenen Kanadoğlu,gündemle ilgili sorularımızı yanıtladı. Kanadoğlu, Ergenekon soruşturmasıyla ilgili kuşkuları olduğunu ifade ederek, Başbakan’ın iktidara gelmeden önce Ergenekon’u bildiğini anımsattı.”Yargıya güvenmiyorum”, “Yargı, yargıya bırakılamaz” diyenin iktidarın kendisi olduğuna dikkat çeken Kanadoğlu, “Yargıda bir değişiklik yapılmadı ama birden bire yargıya karşı güvenleri belirdi” dedi.
AÇILIMLARIN YARARINI ANLAMAK MÜMKÜN DEĞİL
-Sizce, Türkiye dış güçlerin emirleriyle mi hareket ediyor?
Türk yurttaşı olarak emir sözünden rahatsız oluyorum.Ama yaşananlar buna da oturuyor. Önce olayların gelişine bakmak lazım.Yani bize durup dururken Ermenistan’la kapıları açma fikri nereden gelmiştir. Herhalde Azerbaycan’la kırılma pahasına böyle bir girişimde bulunmanın Türkiye’ye nasıl bir yararı olduğunu anlamak mümkün değil.
O zaman bu isteğin Türkiye’den değil de dışarıdan geldiği düşüncesi oturuyor. Bir kere kabul biçimi yanlış. Arada aracı olarak ise İsviçre’nin olduğu ortaya çıktı. İsviçre zaten Ermeni soykırımı iddiasını kabul etmiş, inkar edeni de ceza yaptırımı altına almış bir ülke. İsviçre’nin aracılığı ile Türkiye’nin o görüşmeye açılması kabul edilemez. Ermenistan’ın kendi anayasasında yollama yaptığı kuruluş bildirgesi halen geçerliyse; Ermenistan’la bu konuda herhangi bir düzeltme yapılmamışsa ve halen Kars Anlaşmasını tanımıyorsa o zaman biz neyi niçin yapıyoruz?
İKTİDARIN DEVAMI İÇİN; ÖDÜN
– AKP, nereden güç alıyor?
AKP’nin seçimlerin öncesinde ve sonrasında gerek ABD’de gerekse AB’de nasıl karşılandığını biliyoruz. Erdoğan’ın milletvekili seçilemediği ve Anayasal olarak da buna olanak bulunmadığı tarihte, sadece bir partinin genel başkanı sıfatını taşımasıyla ABD’de sarayda kabul ediliyorsa ve gizli görüşmeler yapılıyor ise; bu görüşmede de herhangi bir tutanak tutulmamışsa o zaman bu iktidarın herhalde en büyük destekçisinin bunlar olduğu ortaya çıkıyor. Şimdi de karşılıklı anlaşmalar yapıldığı görülüyor. AKP meşruiyetini doğrudan ABD ve AB’nin desteğinden alıyor. Karşılıklı anlaşma ve iktidarın devamı için bir takım ödünler var, demektir.
YARGI SİYASALLAŞTIRILIYOR
– Ergenekon soruşturması kuşkulu mu?
Bu olayda da bir tuhaflık var. Başbakan iktidara gelmeden Ergenekon’u bildiklerini söylüyor. İktidara geldikten sonra da emniyet aracılığıyla bu soruşturmaya başladıklarını açıkladı. Eğer soruşturma savcılıktan gizlenip emniyet tarafından yürütülüyorsa bu zaten yasalara aykırı. Emniyet, savcının talimatı üzerine hareket eder. Savcıyı olayın içine sokmuyorsanız, emniyetle hareket ediyorsanız bu işte bir terslik var, demektir. “Yargıya güvenmiyorum” diyen bizzat iktidarın kendisi. “Yargı yargıya bırakılmaz” diyen de kendileri. Üstelik, bir de “Bu davanın savcısıyım” diyeceksin. Sonra, yargıyla ilgili Anayasada bir değişiklik yapılmadı ama birden bire yargıya karşı güvenleri belirdi. Böyle bir soruşturma biçimi de bazı örgütlenmelerin olaydan kurtulmasına yol açabilir. Yargı yalnız bırakılmalı. Yargı bağımsızlığının sağlanabildiği bir ülkede ancak siyasallaşmadan maddi gerçeği arar ve bulursunuz. Olması gereken de budur. Ancak iddialar ve yargılama birçok kuşkuyu da beraberinde getiriyor. Olmaz kişilerin aynı yerde birleştirilmesi sanki davanın siyasallaştırma isteğini de ortaya koyuyor. Yargı zaman içinde gerçeği bulacaktır.
– Ergenekon’un açılımlarla bağlantısı olabilir mi?
Tabii bu olasılık da ortaya çıkıyor. Biz bir yıl önce bir hahamdan bahsediyorduk. Şimdi ne adı geçiyor, ne o konuda en ufak bir yazı var, ne de iddianamelerde buna dayanak var. İşte asıl gariplik burada. Gelinen nokta beyninde akıl olan herkesin bu bağlantıyı kurabileceği bir ortam yarattı. Bu soruşturmanın da aleyhine, dava ilerlemiyor.
PAZILIN BOŞLUKLARI DOLUYOR
– Türkiye, Büyük Ortadoğu Projesinin neresinde?
BOP yeşil kuşak düşüncesinden gelen bir olay. Petrol bölgelerinin güvence altına alınmasından sonra Ortadoğu’daki ülkeleri belli bir düzene sokmak gerekti. Bu Amerika’nın her zaman söylediği bir gerçek. Hatta bizim ‘Ilımlı İslam Cumhuriyeti’ haline getirilmek istenmemiz de bundandır. Kesin olarak konuşulmaz ama bir pazılın boşlukları doluyor. Türkiye Ankara’dan idare edilir. Kürt devleti kurulursa çok muhtemel bir Arap Kürt savaşı çıkarılacaktır. Olaylara bizim sokulmak istenmemiz bu yakıştırmaları yaptırıyor.
TÜRKİYE İÇİN BÜYÜK TEHLİKE
– Fetullah Gülen’in rolü ne?
Fetullah Gülen, Amerika ile karşılıklı çıkarlar örtüşmesi. Dünyada 500’e yakın okulu var. Bu nasıl bir sermayedir, nasıl bir güçtür ve destek olmadan bu nasıl olur, dedirtiyor. ABD, o kişiye ikamet belgesi vermekten uzun süre kaçındı. Bu nasıl bir çelişkidir ki kendi kullandığı bir güce çalışma izni vermek istemiyor. Amerikan mahkemelerindeki yazışmalardan öğreniyoruz ki yargı CIA’nın bu kişiyi desteklemesi nedeniyle ve güttüğü politika itibariyle bunu vermeyelim diyor; ama o yargı da bu kişinin CIA tarafından desteklenmesini gerekçe gösteriyor. Gülen, Türkiye için büyük bir tehlike. Bu büyük tehlikenin ayırdına varmak lazım. Çünkü sadece elindeki güç olarak dini kullanmıyor, ekonomik gücü de var. Yabancı destek de alıyor. Türkiye’deki kurumlara tesir edebiliyor. Bu tür hareketler uygun ortam ister. APO’nun da, kişiliği yargılamalarda ortaya çıkmış. Onun gücünün kaynağı da emperyalist güçler.
– Türkiye’de gerçek demokrasi var mı?
Ülkede bir kere parti içi demokrasi yok. Parti içi demokrasi olmazsa Türkiye’de demokrasiden söz edilemez. Bir parti başkanı çıkar, partinin bütün organlarını kendisi belirler. Çok eleştirilen siyasi partiler yasasının 93. maddesi aslında bunlara izin vermez. O maddede seçimler üyelerin eşitliği ilkesini getirmiştir. Katılımcılığı önlerseniz siyasi partiler canlılığını yitirir. Ama öylesine tüzükler yaptılar ki Anayasa Mahkemesi de yüzde 25’ten bir şey olmaz diye reddetti. O yüzden parti başkanı milletvekili adaylarını gösterme yetkisine sahip. Zaten yürütme onun elindedir. Yasamayı kendisi tayin ediyor. Yürütmenin başı olan cumhurbaşkanı arkadaşımız diye kendi tayin yetkisine sahip. Şimdi bu ülkede demokrasiden nasıl bahsedilir. Asıl tehlike yargı bağımsızlığını kaldırırsanız, yargı siyasallaşır. O kişi yasamaya egemen, yürütme de zaten onda, yargıyı da bu şekilde ele geçirirse o ülkede kaçınılmaz sonuç tek kişi diktasıdır. Hele o kişi zaten dini siyasete alet etme içindeyse o takdirde dinci bir dikta kuruluyor demektir. Yargı reformu strateji raporunda da çok açık. HKYK’ye bir kararname götürüldü. O kararname üzerinde istediği değişikliği yapma yetkisi ve görevi olan bu hareket başbakan tarafından tepki gördü. O yüzden oluşumu değiştirmeye niyetlendiler. Yargı reformuyla, yargı siyasallaşır. Savcıların soruşturulması Adalet Bakanlığı onayıyla yapılır. Bakan istediği hakimi ve savcıyı dinleme kararı verebiliyor. Bu kararı da yargıdan alabiliyor. Yargı üzerinde öyle bir bağımlılık yaratıldı ki vermemesi mümkün değil. Çünkü tayin korkusu yerleşti. Hakim ve savcıları ödüllendirme ve cezalandırma, Adalet Bakanlığı’nın elinde. Bu felaket bir şey. Askerin ise bu işlerin içine girmesi Türkiye’nin yararına değil.
Sabih Kanadoğlu Sabih Kanadoğlu Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı 20.5.1938 tarihinde Menemen’de doğmuştur. Kabataş Erkek Lisesini bitirmiş, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinden 1959 yılında mezun olduktan sonra, askerliğini Çubuk’ta yedeksubay piyade asteğmen ve teğmen olarak yapmıştır. Burhaniye Hakim Adayı olarak mesleğe başlayan Kanadoğlu, sırasıyla Orhaneli ve Erzurum Cumhuriyet Savcılığı, Bingöl Sulh Hakimliği, Tokat ve Kırşehir Ağır Ceza Mahkemesi Başkanlığı, İzmir Ceza Hakimliği ve Bakırköy Ağır Ceza Mahkemesi ile Adli Yargı Adalet Komisyonu görevlerinde bulunmuştur. “Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Hukuku” adlı eserinin yanısıra çeşitli yerlerde yayınlanmış makaleleri bulunan ve 19.07.1984 tarihinde Yargıtay Üyeliğine seçilen Sabih Kanadoğlu, Yargıtay Büyük Genel Kurulunca 26.12.1994 tarihinde ilk kez 28.12.1998 tarihinde de ikinci kez Yargıtay Onbirinci Ceza Dairesi Başkanlığına seçilmiştir. Yargıtay Onbirinci Ceza Dairesi Başkanı iken, Yargıtay Büyük Genel Kurulunca gösterilen adaylar arasından 19.12.2000 tarihinde Cumhurbaşkanınca Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına seçilmiştir.
Güldal Mumcu, ülkenin bütünlüğü ile üniter yapısı arasında ayrılma yaşandığını belirterek, “Dini unsurlar yönetimde fazlasıyla hakim oldu. Böyle bir sürecin içinden geçiyoruz. Bütün bunları sağduyuyla, akılcı davranarak aşabiliriz”dedi.
Ayvalık’taki yazlığında dinlenen CHP İzmir milletvekili Güldal Mumcu,açılımların ne olduğunu bilmediklerini Kürt açılımının da netleşmediğini söyleyerek, iktidarda da Başbakan ve İçişleri Bakanı’ndan başka açılımlarla ilgili kimsenin fikrinin olmadığını savundu. “Diplomatik olarak demokratik açılım ülkenin bölünmesi demek. Bunu tam telaffuz edemiyorlar” diyen Mumcu, DTP’nin bile demokratik açılımın ne olduğunu anlamadığından ötürü mutsuz olduğunu kaydetti.
AÇILIMI IRKÇILIĞA İNDİRMEK ŞOVANİZMDİR
Güldal Mumcu demokratik açılımın insan hakları sorunu olarak değerlendirilmesinin yanlış olduğunu belirterek,” Batıda da insan hakları sorunu var”dedi. Cumhuriyetle birlikte ülkeyi bölmek istiyenlerin ortaya çıktığına dikkat çeken Mumcu, “Çünkü, Doğu’daki Güneydoğu’daki ağalar, ordaki insanların gelişmesini, toprak reformunu, büyük araziler üzerindeki mülkiyet hakkını paylaşmak istemiyorlar. Ekomomik ve feodal yapıyı değiştirmeyi DTP dahil kimsenin telaffuz etmiyor.Yoksa ırkı nedeniyle kimseye kötü davranılmıyor. Batıda da devlet tarafından mağdur edilmiş insanlar, kocalarının dövdüğü kadınlar var. Bunu ırka indirmek şovanizmi ortaya koyup, ırkçılığı hortlatır. Bu ülke için çok tehlikelidir. Bu olaylar körüklenmeden önceki yıllarda olduğu gibi birarada yaşama bilincini ortaya koyarak sorun halledilebilir. Ama açılımla neleri çözebilecekleri belli değil”dedi.
IRKÇILIK CHP’NİN İŞİ DEĞİL
Demokratik açılımların Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) bir parçası olduğunu bildiren Mumcu, açılımı, ” Amerika’nın çıkarlarına aykırı olan bütün olayları düzeltecek bir yol haritası” şeklinde değerlendirdi.
Irkçılığın CHP’nin işi olmadığını vurgulayan Mumcu, “Herkes anadilini öğrenebilir ama Türkiye Cumhuriyetinin resmi dili Türkçedir. Diğer türlüsü milletin millet olma vasfını yadsımak demektir, bu da kabul edilemez” diye konuştu.
UĞUR MUMCU UYARMIŞTI
Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı’nı kurarak araştırmacı zihniyetiyle genç gazetecileri mesleğe kazandırmayı hedeflediklerini söyleyen Mumcu,şöyle konuştu:
” Bu tür olayların sorgulanmasını ve unutturmamayı amaçladık. Uğur Mumcu’nun bütün makalelerini ve en son yarım kalan Kürt dosyasını kitaplaştırdık. 80 kitap oluştu.Kitaplar yakın tarihimize müthiş bir ışık tutuyor. Bu günlere nasıl geldiğimizi anlayabiliyoruz. Uğur Mumcu’nun 90’lı yıllarda Lozan mı Sevr mi adlı yazdığı yazının o günlerde abartıldığı düşünülse de bugün onu daha iyi anlıyoruz. O yıllarda “dikkatli olun imam hatipliler 20 yıl sonra bütün ülkenin yönetimini ele geçirecekler, bunun önü açılıyor, tedbir alalım ” önerisinde bulunmuştu.Bugünkü yaşananlara baktığımızda O’nun öngörüleri bir bir gerçekleşiyor”
Türkiye Büyük Millet Meclisi 23. Dönem Milletvekili
ŞÜKRAN GÜLDAL MUMCU
İZMİR
Şükran Güldal Mumcu, 20 Eylül 1951’de Denizli’de doğdu. Babasının adı Süreyya, annesinin adı Emine Necla’dır. İşletmecilik; Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İşletmecilik Bölümü’nü bitirdi. Devlet Yatırım Bankası’nda Proje Değerlendirme Uzmanı olarak görev yaptı. Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı’nı kurdu ve Vakfın Başkanlık görevini yürüttü. 23. Dönem’de Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanvekili oldu. İyi düzeyde İngilizce bilen Mumcu, dul ve 2 çocuk annesidir.
Hakkari’nin Çukurca İlçesindeki askeri üs bölgesine teröristlerin havan topuyla saldırısında 1 asker yaralandı. Teröristlerin askeri üs bölgesine 10 havan topu mermisi attığı bildirildi. Alınan bilgiye göre, Çukurca ilçesinin Irak sınırında bulunan 3. Jandarma Komando Taburu’na bağlı askerlerin görev yaptığı Dağbaşı üs bölgesine bir grup terör örgütü mensubu, Irak sınırından havan topuyla saldırdı. Teröristlerin üsse 10 havan topu atışı yaptığı belirtildi.
Mehmetçiğin anında karşılık vererek teröristlerin geri püskürtüldüğü, yapılan saldırıda 1 askerin yaralandığı öğrenildi.
Yaralı asker helikopterle Hakkari’de bulunan Fatih Kışlası’na getirilerek buradan ambulans ile asker hastanesine kaldırıldı.
Bu yazıyı okuduktan sonra Birde Güzel Ülkemdeki olaylara bakında görün.
Ağlayacak halimiz var nediyim………Hikmet Ersoy
METİN GÜNEŞ
Metingunes120538@aol.com
CNN TÜRK Londra Temsilcisi
Bir zamanlar dünyanın en korkulan terör örgütüydü.
İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu IRA, Belfast’ın gri renkli belediye evlerinden tutun da, Londra’da başbakanlığın bulunduğu Downing Sokağı’na kadar birçok yerde yüzlerce saldırı tezgahladı. Rastgele düzenlenen bu saldırılarda 1700’ün üzerinde insan öldü.
IRA’nın kurbanları arasında çocukların ve noel alışverişi yapan ailelerin yanısıra yüzlerce asker ve polis de bulunuyordu.
Dünyanın en iyi şekilde finanse edilen terörist örgütüydü IRA ve parasının büyük bir bölümü de ABD’deki İrlandalılar’dan geliyordu. Bombalama konusunda dünyanın en son teknolojileri ile donatılmış uzman bombacı teröristler de yine IRA saflarında yer alıyordu. Öyle ki, Libya’da Kaddafi’nin ordusuna ve Kolombiya’daki gerillalara bile eğitim veriyordu IRA.
1998 yılında Kuzey İrlanda’da barış görüşmeleri yapılıyor, politikacılar arasında anlaşmalar imzalanıyordu ama IRA silah bırakmaya yanaşmıyordu.
Kafasına göre ateşkes…
Kafasına göre ateşkes ilan ediyor sonra kendi ilan ettiği ateşkesi yine kendisi bombalı saldırı düzenleyerek bozuyordu.
Ta ki, 2001’de Dünya Ticaret Merkezi’ne düzenlenen saldırılara dek. El Kaide’nin farkında olmadan İngiltere’ye yaptığı bu iyilik aslında fazla dillendirilmez ama 11 Eylül saldırıları sonrası IRA’nın ABD’deki para muslukları kesildi. Çünkü ABD teröre karşı savaş ilan etmişti ve bu savaşta İngiltere’yi de yanında istiyordu. Bir yandan terörle savaş ederken diğer yandan da müttefikinin topraklarında faaliyet gösteren terörist bir örgütün finansmanına göz yumamazdı.
Para bitti, IRA’nın eylemleri de bitti. Örgüt 2008 eylül ayında da resmen kendi kendini fesh ettiğini duyurdu.
İngiliz basını ne yaptı?
İngiltere’nin başlıca gazeteleri ve televizyon kanalları IRA’nın ölüm haberini verirken, bu örgütün kaç masum insanı öldürdüğünü de ayrıntıları ile hatırlattı kamuoyuna. “Aman barış süreci yara alır” diye korkmadı İngiliz medyası. O masum insanların anısına saygıda kusur etmemek için, IRA saldırılarında ölen çocukların, gençlerin, yaşlıların boy boy resimlerini gazetelerin sayfalarına basıp, TV ekranlardan yayınladı. Halka IRA’nın hangi kanlı saldırılarda bulunduğunu kronolojik sıralamalarla ayrıntılı bir şekilde hatırlattı.
Şimdi geçelim başka bir coğrafyaya. Geçtiğimiz yılın sonlarına doğru ABD-Türkiye ilişkileri zor bir dönemden geçiyordu. Yeni göreve gelen Obama yönetiminin Türkiye’ye ihtiyacı vardı. Irak’tan kaçmak istiyordu ABD ve oraya bir bekçi gerekiyordu. Ayrıca İran’ın Irak emelleri ve nükleer çalışmaları da Türkiye’ye olan ihtiyacı arttırıyordu. O yüzden Türkiye’nin derhal kazanılması için bazı jestler gerekiyordu.
Şu günlerde Türkiye’nin Irak sınırında yaşanan hareketliliğin ilk işaretlerini, ABD’nin Avrupa ve Avrasya’dan sorumlu dışişleri bakan yardımcısı Spencer Boyer’in Obama seçilir seçilmez verdiği bir mülakatta söylediği şu sözlerde bulmak mümkün: “ABD’nin Türkiye ile işleri yoluna koyması için derhal yapması gereken birkaç şey var. Bunlardan birincisi Başkan Obama’nın ilk dış gezilerinden birini Türkiye’ye yapmasıdır… Diğeri ise PKK ile savaşta Türkiye ile işbirliği yaparak, Irak’ın kuzey bölgesi ile Türkiye’yi yakınlaştırmak ve böylece, Türkiye ile Kuzey Irak’ın ekonomik, diplomatik ve askeri konularda işbirliği yapmasını sağlamakatır.”
Kuzey Irak’ın Türkiye ile böyle bir ilişki içinde olabilmesi için ne yapması gerekiyordu? ABD ne dediyse onu yapması gerekiyordu. O da yapıyor işte. Barzani PKK’ya “Kandili boşaltacaksın, silahı bırakacaksın, yoksa….” dedi mi, demedi mi?”
“Teröristlere turist muamelesi yapmadılar”
ABD istediyse bizim dağlara da barış gelir elbet. Ama biz İngilizlerden farklıyız. Onlar politikacısıyla ve medyasıyla teröristlerce öldürülen binlerce masum insanın anısına saygıda kusur etmeden verdi bu sınavı. Silah bırakan IRA teröristlerine “aman sürece zarar verilmesin” diye tam pansiyon, beş yıldızlı turist muamelesi yapmadılar. Yasalar ne diyorsa onu yaptılar.
Kuzey İrlanda halkı barış gelmesine sevindi ama geçmişi de unutmadı, unutturmadı.
Ermenistan Dışişleri Bakanı belgeleri imzalarken yüzünden düşen bin parça oluyor. Sanki bir fırsatını bulsa oturduğu sandalyeden fırlayıp kaçacak. Fakat arkadakilerin, görülmeyen elleri omuzlarından bastırıyor, o da çaresiz önüne sürülen belgeleri imzalamak zorunda kalıyor.TC Dışişleri Bakanı da sanıyorum meslektaşı ile aynı şeyleri hissediyor, fakat gayri iradi yüzünden eksik olmayan tebessümü sayesinde durumu idare ediyor.
İki dışişleri bakanının arkasında yeryüzünün hâkimleri; ABD, Fransa, Rusya, İsviçre dış işleri bakanları ile AB yetkilileri, yüzlerinden mutluluklar saçarak imzaların tamamlanmasını bekliyorlar alkışlamak için. Diğer
bir deyişle; oldu da bitti maşallah demek için.
Sizi bilmem ama arka planda, bizi bu protokolleri imza etmeye mecbur kılan ülke temsilcilerini görünce; tarih bilincim ve bilgim beni, 1897 yılında Osmanlı Hükümeti ile Yunanistan arasında yapılmış anlaşmanın imza törenine götürdü.
Devletin başında Ulu Hakan II. Abdülhamit Han.
Amacı Osmanlı’dan toprak koparmak olan Yunanistan; Girit’te Türkler Hıristiyanları katlediyor! Katliam durdurulsun! Diye bir vaveyla koparır ve Osmanlı’ya savaş ilan eder.
Gerçekler Yunan iddialarının tam tersidir oysa. 1897’ye gelindiğinde, Osmanlı’nın zafiyeti nedeni ile Türkler; korkudan Anadolu’ya göç ettikleri için azınlığa düşmüşlerdir ve katliamı yapanlar daha otuz yıl önce azınlıkta bulunan Rum isyancılarıdır.
Yunan şımarıklığı Osmanlı’nın canına tak etmiştir, Girit elden gitmek üzeredir. Gece yarısı savaş kararı alınır. Padişah; kararı hemen tasdik eder ve Osmanlı Ordusu Yunan ordularını önüne katıp Atina’ya doğru sürmeye başlar. Ordusu bozguna uğrayan Yunan Hükümeti, batı âlemine aman bizi barıştırın, Osmanlı yakında tüm Yunanistan’ı işgal edecek diyerek büyük devletleri yardıma çağırır.
Sonuç; İngiltere, Rusya, Fransa, Almanya, İtalya, Avusturya devreye girip Osmanlı Ordusu’nun durmasını sağladıktan sonra, Barış masasına oturulur. Barış masasına oturulur ama masaya otururken Osmanlı’nın bir vilayeti olan Girit, masadan kalkıldığında Yunanistan’ın bir vilayetidir artık. O gün Barış anlaşmasını Türk ve Yunan hariciyecileri imzalarken arkalarında ayakta bekleyenler, 11 Ekimde Türk ve Ermenistan dış işleri bakanlarının arkasında bekleyenlerin dedeleridir.
Sevgili dostlar; 1897 ve sonrası Osmanlı’nın; hızla yıkılışa gittiği yıllardır ve dünyanın egemenleri karşısında direnip, Girit’i kurtaracak gücü yoktur diyelim. Peki, biz; dünya devletiyiz, dünyanın en güçlü ordusu bizde, bölgemizde Türkiye’nin onayı ve yardımı olmadan hiçbir güç at oynatamaz diye nutuk atarken mangalda kül bırakmıyoruz da neden batılı dostlarımızın hatırı için istemediğimiz bir imzayı atıyoruz?
Söylenenlerin aksine on yaşında çocukları dahi bu imzayı güle-oynaya, attığımıza inandıramazsınız.
Azerbaycan topraklarını işgal edip bir milyon Azerbaycan vatandaşını sürgünde yaşatan Ermeniler, onlarca hariciyecimizi katleden Ermeniler, bizden toprak isteyen Ermeniler, soykırım suçlusu diye dünyayı başımıza yıkan Ermeniler, kapıları açın diye tutturanlar yine Ermeniler.
Dün Osmanlı’ya Yunanistan için yapılanlar, bugün Türkiye’ye Ermenistan için yapılıyor. Gerekçe ne? Ermenistan halkı zor durumda. Yurtlarından kovulmuş Azerbaycan vatandaşları çok iyi durumda sanki.
Başbakanımızın iddialı açıklamaları ışığında varsayalım ve umut edelim ki; bizi bu imzayı atmaya ikna edenler, Karabağ konusunda doyurucu sözler vermişler. Sözlerine güvenerek Kıbrıs’ta yaşadığımız düş kırıklığını bir kere daha yaşamayacağımızın garantisi var mı?
Ermeniler’le; batılı dostlar sayesinde yüz yıllık bir kesintiye uğramış olan, bin yıllık dostluğumuzu yeniden yaşamanın, bu ulusun özlemi olduğuna inanıyoruz. Hükümetimizin; komşularla sıfır problem ilkesini yürekten destekliyoruz fakat almadan vermenin çok yanlış olduğunu düşünüyoruz.
Fransız polisi, başkent Paris’te terör örgütünün merkezi olarak faaliyet gösteren ”Ahmet Kaya Kültür Merkezini” bastı. Polisin baskında bazı evraklara el koyduğu ve bazı kişileri gözaltına aldığı bildirildi.
Paris’in 10. mahallesinde terör örgütünün merkezi olarak faaliyet gösteren ”Ahmet Kaya Kültür Merkezini” basan polisin, burada bazı evraklara el koyduğu ve bazı kişileri gözaltına aldığı bildirildi.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, Paris’e iki hafta önce yaptığı ziyaret sırasında görüştüğü Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, terörle mücadele konusunda Türkiye’ye tam destek verdiklerini belirterek, terör örgütünün Fransa topraklarındaki faaliyetlerini daha fazla kontrol altına alacakları sözünü vermişti.
Geçen yıl sahte pasaportla Ermenistan’a kaçmak isterken İtalya’da yakalanarak Fransa’ya iade edilen terör örgütü PKK’nın Avrupa’daki ”gizli kasası” olarak bilinen Nedim Seven’in, Türkiye’ye iadesiyle ilgili duruşma yarın Paris mahkemesinde yapılacak.
Nedim Seven ve diğer 7 terörist hakkında Fransa’da işledikleri suçlarla ilgili yargılamanın ise daha sonra başlaması bekleniyor.
Fransa’da Haziran başından itibaren yakalanan terör örgütü mensubu sayısı 40’a ulaşırken, Türkiye, Paris’te tutuklanan terör örgütü üyelerinin iadesi için Fransa’ya resmen talepte bulunmuştu.
PARİS’TE TERÖR ÖRGÜTÜNE OPERASYON OPERASYON SONA ERDİ: 10 GÖZALTI
Fransız polisinin bu sabaha karşı başkent Paris’te terör örgütü merkezine yaptığı baskın öğle saatlerinde sona erdi.
Polisin örgütün mali ve finansal kaynaklarını araştırmak üzere düzenlendiği bildirilen operasyonda, örgütün merkezindeki çok sayıda belgeye el konuldu.
Fransız polisi, aralarında terör örgütü başı Abdullah Öcalan’ın yeğeninin bulunduğu 10 kişiyi gözaltına aldı.
Bu arada polisin örgüt merkezini aramasının ardından kapıda biriken örgüt yandaşlarıyla güvenlik güçleri arasında arbede yaşandığı bildirildi.
Fransız polisi, sabaha karşı örgütün Paris’teki elebaşılarından 4 kişiyi evlerinden aldıktan sonra operasyonu başlatmıştı.
Protest rally at Turkey-Armenia protocols to be held in Northern region of Azerbaijan
Mon 19 October 2009 | 12:23 GMT Text size:
Non-governmental organizations in the north of Azerbaijan are planning to hold a rally to protest at the protocols signed between Turkey and Armenia.
An organizing committee has already been established for the rally. The NGOs say they will take action if the protocols are ratified in the Turkish parliament.
The majority of Khachmaz-based public organizations call for the law-enforcement bodies to ban the Nurcu movement, which is closely connected to Turkey's ruling Justice and Development Party.
APAInteresting, check the last line, Gulen people make eat the thick end of the stick for the Turkish-Armenian rapprochement.Javid Huseynov [javid@azeris.com]
Değerli okurlar, sizlere Prof. Dr. Alpaslan Işıklı’nın yazmış olduğu uzun fakat önemli bir yazıyı sunuyorum.
NKpt
SAİD NURSİ, FETHULLAH GÜLEN VE “LAİK” SEMPATİZANLARI
İçindekiler
Bu yazi, Mülkiyeliler Birliği’nin düzenlediği ve 22 Nisan 1998 tarihinde Ankara’da Türk Harb-İş Sendikası salonunda verdiğim aynı başlığı taşıyan konferans metni esas alınarak hazırlanmıştır. Elinizdeki çalışmada, bu iki kişilik, Said Nursi ve Fethullah Gülen, düşünce yapıları, ruhsal yapıları, mücadeleleri ve bu mücadelelerinin sonuçları itibarıyla ele alınacak ve tanıtılmaya çalışılacak. Bu yapılırken, bu iki isim ekseninde bazı toplumsal ve siyasal sorunlar da ele alınacak; bu sorunlarla ve bu sorunların belirlediği çerçeve ile bu iki isim arasındaki ilişkiler tartışılmaya çalışılacaktır. naci kaptan [cumhuriyetdede@gmail.com]
Prof. Dr. Alpaslan IŞIKLI Başkan Clinton ;“Batı dünyası ile İslam arasında bir barış ve diyalog kurulmasına Engel olan şey, bir kanal eksikliğidir. İslam dünyasının bir başı (Halifesi) yok. Hıristiyanlığın Papalık gibi bir kuruluşu var. (…) İslam dininin gerçek bir lideri (Halifesi) olsa, onu Beyaz Saray’a çağırır diyalog başlatırdık.”[2]
Ahmet Taner Kışlalı, dünya gözü ile okuyabildiği, Cumhuriyet’te yayınlanmış yazılarından sonuncusunda Giordano Bruno’nun bir sözünü aktarmıştı.
”Kötüler Tanrı’yı, Tanrı ise iyileri kullanır!..” demiş Bruno.
Kışlalı, Tanrı’nın kullandığı iyilerin örnekleri olarak ilk aklına gelen birkaç ismi sıralarken Atatürk’ü de başta anmıştı. Eğer bu listeyi tamamlamak gerekirse, Kışlalı’nın kendisini, Aksoy’u, Mumcu’yu ve daha nicelerini eklemek gerekir.
Tanrı’yı kullanmaya çalışmış olanlara dair de pek çok örnek bulunabilir.
Doğrusu, bu açıdan bakılınca Said Nursi’nin çok açık sözlü olduğunu söyleyebiliriz. “Ben, Kur’an’ı sözlerimle övmüyorum, sözlerimi Kur’an’la övüyorum” demekten çekinmediğini göreceğiz.
Kullanılma konusunda, Fethullah Gülen ile Said Nursi arasında çok önemli farklar bulunmaktadır. Doğrusu, Said Nursi’nin kendi tutkularının ve kurgularının dışında bir etkiye tâbi olduğunu; özellikle de herhangi bir uluslararası güç merkezinin aleti olduğunu söylemek mümkün görünmemektedir. Buna karşılık, bu kitabın önceki yayınlarının yapıldığı tarihten bu yana meydana gelen gelişmelerin Sonucunda, Fethullah Gülen gerçeğinin asla bireysel bir olaydan Ibaret olmadığı, uluslararası alana taşan çok derin ve önemli bağlantılarının bulunduğu daha DA açıklık kazanmıştır.
Esasen, öteden beri bilinmektedir ki Cumhuriyet karşıtı oluşumlar içinde asıl önem taşıyanlar DA arkalarını uluslararası nitelikte bir güce dayamış olanlardır. Falih Rıfkı Atay bu gerçeği, yıllar önce, şu cümlelerle dile getirmiştir:
“Her yerde Devrimin karşısına belli başlı birkaç hasım çıkıyor. (1) Eski nesillerin Kara kafalı enkazı; (2) rejimlerin ve kafaların değişmesinden zarar görenler; (3) bu ücüncü hasmın adını vermezden Evvel küçük bir methale (girişe) ihtiyaç var. Dahildeki hasım unsurları yenmek genç inkılapçılar için güç olmamıştır. Asıl müşkülat bu karanlık kuvvetleri harekete getiren… yabancılardan geliyor.
Afrika’da, yakın ve uzak şarkta garpçılığın en korkunç düşmanı bizzat garptır… Büyük menfaat, insaniyet idealistlerini, yamyamlara, insan Eti yemenin faydalarından bahsedecek hale sokmuştur. Balkanlarda Türk Ekalliyetlerine (azınlıklarına) garp harflerini reddettirmeğe çalışanlar, oralarda garp medeniyetinin önayağı olmak vazifesini almış olanlardan yardım görüyorlar. Şimdi en büyük garp düşmanı garptır… Garp hürriyetten, ilimden, fenden, seviye ve şuurdan Korkuyor. Garptan şimdi şu haykırış geliyor: Aman garplı olmayınız.
Şark milletlerine ilk öğretilecek hakikat budur:
Her yerde mücedditler (yenilikçiler), fes ve sarığın üstündeki sarıktan evvel, silindir şapkanın üzerindeki sarığı çıkarmalıdırlar.”[1]
Öyle anlaşılıyor ki günümüzün egemenleri de yeryüzünü, kendileri açısından yönetilebilir kılmak ve sömürülerini sınırsızlaştırmak için, “fenden, seviye ve şuurdan” yoksun nesillerin oluşumu yönünde çaba sarf etmek gereğini duymaktadırlar.
Dün olduğu gibi, bugün de insanları belli bir yerde tutmak veya belli bir yere sürüklemek bakımından en etkili yolların başında din sömürüsü gelmektedir. Gramsci, insanları kafasından yakalayacaksınız diyor ve ekliyor, kafasından yakalayınca, kolu, bacağı, gövdesi kendiliğinden gelecektir. İnsanları kafalarından yakalayabilmek için, Kafa yapısının biçimlenmesinde çok önemli bir etken olan inanç alanının elbette ki ihmal edilmemesi gerekir. Din sömürüsünün ve Dinsel inanç adı altında, duygu ve düşünceleri uyuşturan ve yozlaştıran bir takım safsataların üretilmesinin gereği ve önemi Burada kendisini göstermektedir.
Bu açıdan bakıldığında, İslam dininin, din sömürücülerinin işini zorlaştıran kendisine özgü bir takım özellikler taşıdığı görülmektedir. Her şeyden önce, İslam’da ruhban sınıfının bulunmayışı, kitleleri inançlarından yakalayarak avucunun içine almış Bir dini liderin imâlini güçleştirmektedir. Böyle birisinin varlığı, Tek tek insanları kafalarından yakalamak zahmetini ortadan kaldırabilir. Böyle olunca sözde dini lider konumundaki bir kişiyi elegeçirmek, bir bütün olarak ulusu veya tümüyle İslam alemini çekip çevirmek bakımından kimilerinin ağzının suyunu akıtan kolaylıklar Sunuyor olmalıdır. Bu nedenledir ki hilafet, İslam topluluğunun kendi içinden çok, dışarıdan, yeryüzünün egemenlerinden kaynaklanan ve Tahrik edilen bir özlem olarak sürekli bir biçimde gündemde tutulmaktadır.
Bu noktada, Clinton’un Endenozya’da bir camiyi ziyaretinden sonra yaptığı şu açıklamalar yeterince aydınlatıcıdır:
Söz buraya gelince, şöyle bir sorunun zihinlere takılması kaçınılmaz görünüyor: Acaba Fethullah Gülen ve “Ilımlı İslam”, İslam’da var olduğu ileri sürülen bu tür bir eksikliği kapatmak amacıyla mı oluşturulmuştur? Eğer öyle ise, şimdilik görünen odur ki yapılan Hesaplarda bazı yanlışlıklar vardır; NE Türkiye’nin bu kadar hafife alınması, NE de gördüğü bunca ekonomik ve medyatik desteğe karşın, Fethullah Gülen’e bu ölçüde umut bağlanmış olması gerçekçidir ve eğer öyle ise, bu topraklardan Atatürk’ün gelip geçmiş olmasının önemi, kimilerince yeterince anlaşılmış değildir.
Ancak, unutmamak gerekir ki her şey bitmiş değildir. Yarın ne olacağı yine de belirsizdir. Cumhuriyet’in geleceği, bir dizi karmaşık faktörle birlikte, Cumhuriyet’i korumak ve yaşatmak sorumluluğunu taşıyanlar tarafından belirlenecektir.
Giriş
Elinizdeki bu çalışma, Mülkiyeliler Birliği’nin düzenlediği ve 22 Nisan 1998 tarihinde Ankara’da Türk Harb-İş Sendikası salonunda verdiğim aynı başlığı taşıyan konferans metni esas alınarak hazırlanmıştır. Söz konusu konferansa gösterilen yoğun ilgi de doğrulamış bulunuyor ki günümüzün temel sorunları çerçevesinde ve ülkemizin genel çıkarları bakımından büyük önem ifade eden bir konuya eğilmiş bulunuyoruz.
Önce, ele aldığımız konuyu işlerken izlediğim planla ve yöntemle ilgili kısa bir açıklama yapmak isterim.
Elinizdeki çalışmada, bu iki kişilik, Said Nursi ve Fethullah Gülen, düşünce yapıları, ruhsal yapıları, mücadeleleri ve bu mücadelelerinin sonuçları itibarıyla ele alınacak ve tanıtılmaya çalışılacak. Bu yapılırken, bu iki isim ekseninde bazı toplumsal ve siyasal sorunlar da ele alınacak; bu sorunlarla ve bu sorunların belirlediği çerçeve ile bu iki isim arasındaki ilişkiler tartışılmaya çalışılacaktır.
Benim yapacağım şey aslında fazla karmaşık değil. Esas itibarıyla, ele aldığım bu iki kişinin yazdıkları, ortaya koydukları kendi özgün düşünceleri, benim sunuşumun başlıca dayanağını teşkil edecektir.
Yani, onlara karşı yazılmış kitaplar, onlara karşı hazırlanmış raporlar değildir benim bu çalışmamın hareket noktasını oluşturan.
Doğrudan doğruya, kendi yazdıklarından hareketle bir sunuş yapmaya çalışacağım. Bunlara ek olarak ele alınan, bu isimlerin kendi sempatizanlarının (örneğin, Şerif Mardin), bu kişiler hakkında söylediklerinden ve yazdıklarından da yararlanacağım. Benim ortaya koyacağım açıklamaların, görüşlerin ve gözlemlerin dayanağı, esas olarak bunlar olacaktır.
Tabiatıyla, bu gözlemleri ortaya koyarken, yeri geldikçe kendi görüşlerimi de olabildiğince belirlemeye ve kendi tespitlerimi ve vardığım sonuçları da ortaya koymaya çalışacağım.
Said Nursi ve Fethullah Gülen, ülkemizin yakın tarihinde oldukça önemli iki isim… Cumhuriyetin iki önemli anti-tezi… Bunlardan önce Said Nursi’nin yaşamıyla ilgili bazı kısa açıklamalar yapmak istiyorum.
Said Nursi’ nin Yaşam Öyküsü
1873 yılında Bitlis’in Nurs Köyünde doğdu. Nursi ismi bu köye izafeten kendisinin soyadı olarak kullanılmaktadır. Kısa bir süre Molla Mehmet Emin’den ders almış, düzenli bir eğitim görmemiş, görememiştir.
Somut anlamda başlıca çabası ve amacı, doğuda, Kahire’deki El Ezher benzeri Medrese-Tüz-Zehra adında bir medrese kurulmasını sağlamaya yönelik olmuştur. Bunun için 1897’de Padişah Abdülhamit’i ziyaret etmiş; düşünceleri padişah tarafından tehlikeli görülmüş, kabul edilmemiş, 1907’de ikinci gelişinde tutuklanmış ve kısa bir süre akıl hastanesine gönderilmiştir. Serbest bırakılınca Selanik’e gitmiş, Meşrutiyet yanlılarıyla teması olmuş, 1908’te İttihati Osmani Cemiyetinin kuruluşunda rol oynamış, Tanin, Mizan, Serbesti, İkdam, Şark ve Kürdistan, Volkan gibi gazete ve dergilerde yazmıştır.
Tunaya’nın ve başka bir kısım tarihçilerin tespitlerine göre 31 Mart’ın düzenleyicileri arasındadır[3]; ancak, kendisi bunu reddetmektedir. Yargılama sonucunda da beraat etmiştir.
1912’de İttihatçıların gizli polis örgütü olan Teşkilat-ı Mahsusa’da görev almış; 1916’da da savaşta Ruslara esir düşmüş; sonra, İstanbul ve Van’da yaşamının bir kısmı geçmiştir. Van’da bir süre sürgün olarak bulunmuştur.
Şeyh Said Ayaklanması üzerine, ayaklanmaya katıldığı iddiasıyla İstanbul’a getirilmiştir. Daha sonraki dönemlerde, Burdur, Isparta ve Bala’da sürgün hayatı yaşamıştır. Cumhuriyet döneminde birkaç kez tutuklanmıştır. 50’den sonra rahattır ve iktidarla iyi ilişkiler içerisindedir.
Said Nursi ile ilgili bazı kaynaklarda, onun yaşamının üç döneme ayrılarak incelendiğini görmekteyiz:
Birinci dönem, doğumundan 1926’ya kadar siyaset yoluyla dine hizmet olarak belirlenmektedir. İkincisi, 1926-1949 yıllarını kapsayan Risale-i Nurların (nur kitapçıkları) yazımıyla geçen dönemdir. O günlerde gazete bile okumadığını kendisi ve yandaşları zikretmektedirler. 1949’dan Ölümüne kadar -yandaşı bazı yazarların benimsediği tabirle- “siyasileri irşat (onlara yol göstermek) tarikiyle onlara doğru yolu göstermek ve onları dine hizmetkar yapmak” olarak ifade edilen bir dönem yaşamıştır.[4]
Said Nursi’nin Yazdıkları
Said Nursi’nin yapıtlarının Türkçe harflerle yazılmış olanlarını, doğrusunu isterseniz, öğrencilik yıllarımdan itibaren okuyup anlamaya çalışmışımdır. Fakat, son derece ağdalı, anlaşılmaz, kendine özgü bir üslubu olduğu için zaman zaman acaba bendeki bir eksiklikten mi kaynaklanıyor diye düşündüğüm olmuştur. O zamanlar, belki daha kolay anlaşılır umuduyla Sözler isimli risalesini, Fransızca çevirisinden anlamaya da çalıştım.
Tüm bu çabalardan sonra, anlaşılamamasının asıl nedeninin, yazdıklarının hacmine oranla anlaşılacak çok az şey yazmış olmasından kaynaklandığı sonucuna vardığımı belirtmeliyim.
Esasen, Said Nursi’ye karşı takdir ve hayranlık duygularıyla dolu olanların da genellikle, bu duygularının nedenlerini açıklamak bakımından, onun ne anlattığı, düşünsel plandaki katkılarının ne olduğu konusunda ikna edici bir gerekçe bulmakta güçlük çektikleri; onun yerine, anlaşılamayacak kadar derin görüşler ortaya koyduğu yolundaki bahanelerin arkasına sığındıkları görülür.
Esasen, Nurculukta anlamanın önemi yoktur. Zira, inanılmaktadır ki Nurculukta anlamadan da alim olmak mümkündür. Said Nursi’ye göre, Risale-i Nurları okuyan bir kimse “hiç anlamasa bile, değil mi ki, Risale-i Nur talebelerinin manevi bir kişilikleri vardır; öyleyse bu zamanın bir alimidir”.[5] Said Nursi, ayrıca, ifade etmektedir ki “Risale-i Nur bir elektriğe benzer. Son derece yüksek ve derin bir ilimdir o. Öyleyken ne tahsile, ne ders çalışmaya hacet kalmadan; zahmet bile çekmeden herkes onu anlayabilir. Ondaki derin bilgileri alabilir”.[6]
Nursi’nin bazı risaleleri, yalnızca Arap harfleriyle yazılmıştır. Bu tür metinleri, Arap alfabesiyle yazılmış metinleri okuyabilen yazarların yazdıklarından ve aktarmalarından yararlanarak değerlendirmeye çalıştım. Bunların içerisinde özellikle Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Said ‘in kendisini ve Nurculuğu nasıl gördüğünün anlaşılması bakımından önemlidir. Bu risale, Turan Dursun’un Müslümanlık ve Nurculuk isimli kitabında ayrıntılı bir biçimde incelenmiş ve aktarılmıştır. Turan Dursun’un bu yapıtında Sikke-i Tasdik-i Gaybi başlıca kaynak olarak alınmış ve inandırıcılığı sağlayabilmek bakımından, kitabın arkasında Sikke-i Tasdik-i Gaybi’den yararlanılan bölümlerin fotokopileri de verilmiştir.
Turan Dursun, bu kitabını mümin bir müslüman olduğu dönemde yazmış ve bu kitabında Said Nursi’yi ve Nurculuğu İslamiyet açısından da irdelemiştir.
Said Nursi’nin Önemi
Said Nursi’nin önemi nereden kaynaklanıyor? Daha doğrusu, Said Nursi’yi taraftarlarının gözünde neredeyse (bunun abartılı bir ifade olmadığını sanıyorum) peygamber mertebesine çıkaran nedir? Turan Dursun’un, Nursi’nin özgün kaynaklarından yaptığı aktarmalara dayanarak bunları ortaya koymaya çalışalım.
Nursi’nin bu konudaki başarısının sırrı, esas olarak, kendi ifadesiyle Kuran’ı kendisine dayanak yapmak suretiyle müritlerinin ve taraftarlarının gözünde erişilmez bir yer kazanabilmiş olmasıyla açıklanabilir.
Bu çabasında Kuran’dan nasıl yararlandığını ifade ederken “Ben, Kur’an’ı sözlerimle övmüyorum, sözlerimi Kur’an’la övüyorum” demektedir.[7] Bunun için yaptığı, Kuran’daki bazı ayetleri alıp bunları, kendisini öven, kendisini önemlileştiren yorumlara kavuşturmaktır.
Örneğin, Kuran’da Nur Suresi’nde yer alan bir ayette, ateşsiz yanan nurdan bahis vardır. Said Nursi, burada nurdan bahsedilmesinden hareketle, Nur Suresi “Hem işaret eder ki, Risale-i Nurların müellifi de ateşsiz yanar. Tahsil için külfet ve ders alma zorunluluğuna katlanmadan nurlanır ve alim olur” diyebilmektedir. Yani, Nur Suresi’nde ateşsiz yanan bir alevden bahsedildiğine göre, buradan, kendisi de eğitim görmeden nur gibi parıldayan bir insan olduğunun Kuran’da işaret edildiği sonucuna varmaktadır.[8]
Hûd Suresi’nin 105’inci ayetinde, “içlerinde bedbaht olanlar da said olanlar da vardır” denilmektedir. Said sözcüğünün, Arapça’da mutlu anlamına geldiğini öğreniyoruz. Nursi, bu ayette, “said” sözcüğünün yer almasına dayanarak, kendisinden söz edildiği sonucuna varmaktadır.
Kuran’dan bu şekilde kendisini yüceltici sonuçlar çıkarabilmek için, eskilerin “cifir” dediği yöntemden de yararlanmıştır. “Cifir”, harflere bazı sayılar izafe ederek geleceği bilme olarak ifade edilir. Çok saygın pek çok İslam bilgini, İslamiyetle tanışıklığı olan, İbn-i Haldun’dan Ziya Paşa’ya kadar herkes, “cifir” yönteminin İslamiyet’le alakası olmayan uydurma bir metot olduğunda müttefiktirler.
Ziya Paşa’nın Harâbât’ında da “cifir” yöntemini hicveden dizeleri vardır:
“Müstakbele şimdi hükmolunmaz! Gaipteki Cifir ile bulunmaz”
“Cifir”, ne denli uydurma bir yol olsa da, kimilerince geleceği bilme yöntemi olarak kabul edilir. Gerçekte, Said Nursi’nin yaptığı çok daha garip bir çabadan ibarettir. Onun yaptığı, “cifir” yöntemiyle geleceği bilmek iddiasından farklıdır. Nursi’nin çabası, çoğu yerde, kendisiyle ilgili bazı olguların ve oluşumların, geçmişte, hem de Kuran’da öngörülmüş olduğunu ispat etmeye yöneliktir.
Örneğin, Enam Suresi’nin 161 inci ayeti Peygambere hitaben, “De ki: Şüphesiz Rabbim, beni doğru yola iletmiştir” denilmektedir. Nursi, burada da kendisine hitap edildiği kanısındadır. Bu kanısının ilginç bir dayanağı vardır. Bu ayetin sayı değeri, “cifir” hesabına göre 1316’dır. Bu da Said’in Nur Risalelerini hazırlamaya başladığı tarihtir; kendisinin kastedildiğini buradan çıkarsamaktadır.
Bütün bunlarla ne anlatmak istediğim çok açık olmamış olabilir. Ne anlatmak istediğimi ortaya koymak bakımından, izninizle bir örnek vereyim. Örneğin, benim soyadım, Işıklı olduğuna göre, Nursi gibi düşünecek olsaydım, Atatürk’ün sözlerinde nerede ışık sözcüğü geçiyorsa, orada beni kastettiği sonucuna varmakta haklı olabilirdim.
Veyahut “Ey Türk Gençliği, birinci vazifen…” diye başlayan hitabı ele alırdım, oradan bazı harflere, bazı sayılar atfederek başka bazı sayılara giderdim; o sayıları böler, çarpar, benimle ilgili bir rakama ulaşabilirdim. Hiçbir şey bulamasam, bizim Amasya’daki evin kapı numarasını çıkarabilirdim, örneğin. Böylece, Atatürk’ün “Ey Türk Gençliği” derken, beni kastetmiş olduğu sonucuna varmakta haklı olabilirdim.
Nursi’nin izlediği böyle bir yöntemdir ve bu yoldaki çabalarına dair verilebilecek örneklerin sonunu getirmek zordur.
Bakara Suresi’nin 269 uncu ve 151 inci ayetlerinde sözü edilen, “kendisine anlatılan, hikmet verilen, hikmeti öğreten ve herkese bilmediği şeyleri bildiren kişinin” de kendisi olduğunu ileri sürmektedir.[9]
Bu örnekler artırılabilir. Tevbe Suresi’nin 33 ve Saff Suresi’nin 8 inci ayetlerinde sözü edilen nurun da Risale-i Nur’un nuru olduğundan emindir.[10]
Sadece Kuran’da değil, başka dinsel kaynaklarda da örneğin, Hazreti Ali’nin sözlerinde de kendisinin işaret edildiğine dair kanıtlar bulmuştur. Hazreti Ali, Kaside-i Cel Celutiyesi’nde “Ey değeri yüce olan İsm-i Azamı taşıyan kişi Dövüş korkma! Savaş; çekinme!” derken Said Nursi’yi kastetmişmiş. Nasıl anlıyor kendisinin kastedildiğini?
Kitabı her açışında o sayfa kendiliğinden açılıyormuş; bundan dolayı burada kastedilenin kendisi olduğundan emin ve müritleri de bundan şüphe etmiyorlar.[11]
Abdülkadir Geylani de “Ey müridim! sen zamanın Abdülkadir Geylani’si ol, Tanrıya içtenlikle yönel, said ve mutlu olarak yaşarsın” derken yine Said Nursi’yi kastetmekteymiş.[12]
Said Nursi’nin, çok önemli bir kişi olduğuna dair başka kanıtları da vardır. Ona göre, kendisinin çocukken çok gururlu olması, gelecekte önemli bir insan olarak ortaya çıkacağını önsezi yoluyla anlamasının sonuçlarıymış. Ayrıca, Nurs köylülerinin övünmeyi çok seven insanlar olmaları da, Said gibi böylesine önemli bir şahsiyetin aralarından çıkacağını gene önsezi yoluyla hissetmelerinden ileri gelmekteymiş. [13]
Risale-i Nurların Önemi
Said Nursi’nin yazdıkları, Risale-i Nur adı altında derlenerek yayınlanmıştır. Bunlar, Said-i Nursi’nin başlattığı Nurculuk tarikatının (veya Ceza Kanunu hükümlerine çarpmayacak bir deyimle, akımının) temel kaynaklarını oluşturmuştur. Said Nursi, Kuran’ın çeşitli ayetlerinde Risale-i Nurların haber verildiği kanısındadır.
Hicr Suresi’nin 87 nci ayetinde “And olsun ki, sana her zaman tekrarlanan yedi ayetli Fatihayı ve büyük Kuran’ı verdik” denilmektedir. Nursi’ye göre, burada da Risale-i Nur’a işaret ediliyormuş.
Said Nursi’nin ve Nurcuların Risale-i Nurlara atfettikleri önemin sınırı yoktur. Nursi’ye göre, İkinci Dünya Savaşı’na girmemizi önleyen Risale-i Nur olmuştur;[14] Risale-i Nur okuyanların evi yangından kurtulur;[15] Risale-i Nur’u çekirgeler, kuşlar bile dinler. [16]
Said-i Nursi bununla da kalmamakta, Risale-i Nurları sanki Kuran ile eşdeğerli veya onun benzeri bir kaynak olarak belirlemektedir.
Risale-i Nur’un, Said Nursi’ye Allah tarafından verildiği ileri sürülmektedir.[17] Oysa, İslam’da Tanrı tarafından verildiğine inanılan kutsal kitapların sonuncusu Kuran’dır ve İslam’ın Peygamberine verilmiştir.
Said Nursi’ye göre “Kur’an’ı Kerim’in ruhu, Risale-i Nur’un cesedine girmiştir“; [18] ve “Risale-i Nur, Kur’an’ın bir aynasıdır”.[19] Öte yandan, Nurcular inanırlar ki “Risale-i Nur, Kur’an’ı Kerim’den süzülmüştür”;[20] ondan bir “sızıntı”dır. Said Nursi’nin gerek kendisi, gerekse Risale-i Nurlar ile ilgili olarak ileri sürüdüğü bu tür iddialar, Şuâlar isimli risalesinde de yer almaktadır.[21]
Risale-i Nurlar hakkında ortaya konulan bu değerlendirmelerin, Tanrı “kelam”ı olduğuna inanılan Kuran’a eşit veya ortak olan bir başka şeyin varlığına inanmak anlamına geldiği açıktır. Böylece, Peygambere ve Kuran’a “şirk” koşulmuş; yani, İslamiyet’in en büyük günah saydığı bir fiil işlenmiş olmaktadır. Çünkü, İslam’ın temel inançlarına göre, Hazret-i Muhammet en son peygamberdir ve Kuran, eşsizdir, benzeri yoktur.
Bu nedenledir ki Nurculuğu İslam dininden ayrılmış veya sapmış bir akım olarak görenler, açık ve kesin bir haklılık kazanmış olmaktadırlar.
Kerametlerin Anlamı
Said Nursi’nin müritleri, onun çok çeşitli ve önemli kerametlere sahip olduğuna inanmaktadırlar. Bunların bir kısmını gördük. Ancak, sıralanabilecek daha pek çok başka örnekler vardır.
Örneğin, Said Nursi’nin geleceği bilmesi, müritlerinin ısrarla belirttikleri bir özelliğidir.[22] Ayrıca, müritleri, onun yanında, sonsuz bir bereket sonucu olarak bazı besin maddelerinin tükenmediğini ileri sürmektedirler.[23]
Yıllar önce, sendikal eğitim amacıyla gittiğim bir Orta Anadolu kentinde karşılaştığım bir işçi arkadaş, bana, Said Nursi’nin herhangi bir mevsimde dilediği her türlü meyveyi yoktan var ederek temin edebilecek güce sahip olduğunu anlatmıştı. Kendisi gözleriyle görmüş değildi, ama bunun doğruluğuna samimiyetle inandığında şüphe yoktu. Kendisiyle tartışmış, böylelikle düşüncelerini değiştirebileceğimi sanmıştım. En ufak bir kımıldama sağlamam mümkün olmadı. Şimdi, bu durumdaki bir insanla tartışmanın fazla bir anlamı olmadığını daha iyi görüyorum.
Çalışmanın daha sonraki bölümlerinde , Fethullah Gülen ile ilgili olarak da bu türden keramet iddialarının bulunduğunu göreceğiz.
Kiminle ilgili olursa olsun, keramet konusunda anlaşmak genellikle mümkün değildir. Ancak, bir noktada anlaşmak gerekir. Bir kimsenin bu tür kerametlere sahip olduğuna inanmak, onun her söylediğinin tartışmasız doğru olarak kabul edilmesini zorunlu kılmaz.
Bir örnekle açıklamak gerekirse, Said Nursi’nin veya Fethullah Gülen’in kerametlerine inanan bir insana bunların saçma şeyler olduğunu ispata kalkışmak, çoğu zaman, abesle uğraşmak anlamına gelebilir. Çünkü onun böyle şeylere inanması, mantığa dayalı bir ispatlama çabasının sonucu değildir ki aynı yolla aksini ispat etmek mümkün olsun.
Genel olarak keramet iddiaları, bir başka deyişle, bilimsel olarak açıklanması en azından şimdilik mümkün olmayan bazı olayların veya yeteneklerin bulunduğuna ilişkin iddialar, tartışmalı bir alan olan parapsikolojiyi ilgilendirir. Bir an için bu konularda ileri sürülen iddiaların, parapsikolojiyle ilgilenenlerin gerçekliğine ihtimal verdikleri, “durugörü” (clairvoyance), “önceden görme” (prévoyance) veya “düşünce ile eşyaya uzaktan hükmetme” (télékinésie) türünde olgular olarak kabul etsek bile, Nursi’nin bir “dini lider”, “din bilgini”, “bediüzzaman”.. olduğu yolunda bir sonuca varmak için bunların yeterli olduklarını söyleyemeyiz. Çünkü gene parapsikolojiyle ilgilenenler bilirler ki bu tür yetilere sahip olanlar, zeka ve karakter düzeyleri bakımından çok değişik türde insanlar arasından çıkabilmektedir.
Ayrıca, böyle yetilere sahip olduklarına inanılanlar arasında Yaşar Kemal’in Yer Demir, Gök Bakır’ındaki Taşbaş gibi kendisine başkalarının keramet atfettiği masum kişilikler, Rusya’daki Rasputin gibi esrarengiz isimler, düpedüz şarlatanlar veya Amerika’da çok görülen türde tehlikeli sözde tarikat şeyhleri… de bulunabilmektedir.
Dolayısıyla, bir kimsenin keramet sahibi olduğuna inananlar, onun her söylediğini tartışmasız bir doğru olarak kabul etmek ve herkesin bunu böylece kabul etmesini beklemek hakkına sahip olmamalıdırlar. Gene konumuzla ilgili somut öneklere dönecek olursak, Said Nursi söylediği için Atatürk’e “deccal”[24] demenin veya Fethullah Gülen savunduğu için ABD ile entegrasyona gitmenin[25] doğruluğunu kabul etmek elbette ki mümkün olamaz. Çünkü hiç bir keramet iddiası, akıl ve mantık kurallarını, tarihsel gerçekleri ve ülke yararlarını görmezlikten gelmeyi haklı çıkaramaz.
Nurculuğun Güncelleştirilmesi
Said Nursi, daha sonra göreceğimiz, Nurculuğun günümüzdeki önde gelen temsilcileri olan Fethullahçılara kıyasla, yerli çizgileri daha ağır basan bir hareket başlatmış ve sürdürmüştür. Nurculuğun uluslararası bağlantıları, Said Nursi’nin ölümünden sonra ve özellikle de son dönemlerde yoğunlaşmıştır.
Bu durum, son dönemlere damgasını vuran, Yeni Dünya Düzeni olgusuyla ve onun özünü oluşturan “küreselleşme” dayatmalarıyla yakından ilgilidir. Bu çerçevede Said Nursi’nin ve Nurculuğun, esasen gündemden hiç bir zaman silinmemiş olan yerinin, yeni bir vurgu kazandığına tanık olmaktayız.
Sovyetlerin çöküşüne kadar, İslamiyet’ten Sovyetleri kuşatma altında tutmada yararlanmış olan güçler, haliyle farklı arayışlar içine girmiş bulunuyorlar. Bir başka deyişle, artık ünlü “yeşil kuşak” stratejisinin varlık nedeni kalmamıştır. Öte yandan, yeryüzünü, avuçlarının içine sığdırabilecekleri bir küresel köye dönüştürmek isteyen uluslararası güçler, yalnızca Sovyetleri yıkmakla emellerine ulaşmış olamayacaklarını görmektedirler. Bunun için ve hepsinden önemli olarak, Atatürk’ün deyimiyle “mazlum milletler”in kurtuluş umudunun tümüyle ortadan kaldırılması gerekmektedir. Bu da Kemalizm’i tarih sahnesinden silmeden başarılabilecek bir iş değildir.
Küreselleşme, 70’li yıllardan bu yana derin bir bunalıma yuvarlanmış olan uluslararası sermayenin, bu bunalımı aşmak için oluşturduğu evrensel modelin önemli bir yönüdür. Küreselleşme, “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesi yerine “egemenlik kayıtsız şartsız uluslararası sermayenindir” demektir. Bunun için, sosyal devletin ortadan kaldırılmak istendiği bir tarih aşamasında, onunla birlikte, ulusal devlet, demokrasi ve ülkemiz gerçekleri çerçevesinde bütün bunları somutlaştıran bir tarihsel çizgi olarak Kemalizm, yoğun saldırılarla karşı karşıyadır.
Kemalizm, ortadan kaldırılmaya çalışılırken onun yerini neyin alacağına da karar vermişlerdir. “Ilımlı İslam” bunun için icadedilmiştir. İslâm sıfatının arkasına sığınan bu akımın ılımlılığı, efendileriyle ilişkileri çerçevesinde söz konusudur.
Yoksa, Kemalist değerler ve devrimler(örneğin kadın hakları) karşısında daha ılımlı olunacağına dair bir anlam içermemektedir.
CIA’nın Orta Doğu Masası şeflerinden Fuller, yeni stratejilerinin işaretini şöyle vermiştir: “Ilımlı İslâmı benimseme, Atatürk’ün görüşlerinden vazgeçme, Ortadoğu ve Kafkaslar’da serbest piyasanın ve ABD’nin tavsiye ettiği İslamı yaymak”.[26]
Esasen Fuller, Mustafa Kemal’in eserlerinin ve düşüncelerinin silindiğine dair hükmünü vermiştir bile. Ufuk Güldemir ile yaptığı mülâkatında bu görüşünü şöyle anlatıyor:
“Ancak dünyada hiç bir lider ne George Washington, ne Nehru, ne Lenin, ne Gandi sonsuza kadar yaşayabilecek bir ürün veremedi. Oysa İncil ve Kur’an veriyor. Liderler ölüyor. Önce bedenleri, sonra zaman içinde düşünceleri siliniyor. Oysa Kur’an ve İncil yaşıyor.
İşte Mustafa Kemal’in başına gelen de her tarih yazmış liderin başına gelenden farklı değildir.”[27]
Böylece Fuller, Atatürk’ün, Cumhuriyet’in “ilelebet” (sonsuza kadar) yaşayacağı yolundaki düşüncelerini yanıtlamaya çalışmış olmaktadır.
Zira, Mustafa Kemal’in “sonsuza kadar” yaşayacağını söylediği “ürün” Türkiye Cumhuriyeti’nden başka bir şey değildir.
Kemalizm’e ve Cumhuriyete karşı “Ilımlı İslam” rolünü oynama görevinin, Nurculuğa ve özellikle de bu akımın Fethullah Gülen tarafından temsil edilen kanadına verildiği anlaşılmaktadır.
Bu çerçeveye oturtulduğunda, Said Nursi’nin gündemdeki yerine yeni vurgular getirmek amacıyla Batı’da ve özellikle Atlantik ötesinde gerçekleştirilen çabaların anlamını kavramak biraz daha kolaylaşmaktadır. Gerçekten de Nurculuğa ve Said Nursi’ye, ünlü Moon tarikatına benzer bir ağırlık kazandırmak için akıl almaz çabalar sarf edilmektedir. Risaleleri bazı Batı dillerine çevrilmekte; değişik kurumlarda bunlar inceleme konusu yapılmakta; örneğin, Kaliforniya’nın El Cerrito kentinde görüldüğü üzere, yalnızca bu amaca yönelik araştırma kurumları oluşturulmaktadır.
Said Nursi’yi ve Nurculuğu güncelleştirmek ve uluslararası düzeyde önemli kılmak yönündeki çabalar, Şerif Mardin’in tam da “Yeni Dünya Düzeni”nin doğuşuyla birlikte piyasaya sürülen, Said Nursi hakkındaki kitabıyla yeni bir halkaya kavuşmuştur. [28]
Halen Amerika’da Washington Üniversitesinde görev yapmakta olan Şerif Mardin, 1998 Mart ayı başında Türkiye’ye geldiğinde, basına yansıyan açıklamalarından anlaşıldığına göre, daha özgür olduğu için Amerika’da yaşadığını ifade etmiştir. Oysa, Türkiye’de özgürlüklerin en çok kısıtlandığı 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerinde bile, bilindiği kadarıyla, bu zatın başına en ufak bir şey gelmiş değildir. Said Nursi’yi ve Nurculuğu Kemalizm karşısında göklere çıkaran kitabı da Türkiye’de özgürce basılmış ve satılmıştır.
Bütün bunlardan sonra, Şerif Mardin’in kendisini Aksoy’lar, Üçok’lar, Mumcu’lar… safında bir özgürlük kahramanıymış gibi göstermeye kalkışması biraz garip kaçmıyor mu!
Ayrıca sorulması gerekir: Şerif Mardin, Martin Luther King gibi veya Kennedy kardeşler gibi, Amerika’da mevcut özgürlüklerin sınırlarında dolaşmasını gerektiren bir şeyler mi yapmıştır ki orada daha özgür olduğu sonucuna varabilmiştir?
Bütün bunlara rağmen, açıklamadığı ve açıklayamadığı türdeki ve dozdaki bazı etkinlikleri bakımından, Amerika’nın Türkiye’den daha elverişli ve tatminkar bir ortam oluşturduğunu ve daha zengin olanaklar sunduğunu ifade etmek istemekteyse, buna karşı söylenecek söz bulmak kolay değildir.
Şerif Mardin’in Said Nursi Hayranlığı
Şerif Mardin’in anılan kitabında yapmış olduğu, Said Nursi’ye doğrudan değinmiş olduğu her yerde hayranlığını dile getiren ve derin övgüler içeren bazı ifadeler sıralamaktan ibarettir. Bunları kanıtlamak veya bu hayranlığa gerekçe olan olguları açıklığa kavuşturmak, onun sorunu değildir.
Yazarın bu tür değinmelerini, şöyle sıralayabiliriz:
“Said Nursi, zamanımızda Müslümanlar için uygun düşen tavrın ilkelerini Kur’an’dan çıkaran bir İslam bilimleri uzmanı olarak görülebilir.”[29]
“Said Nursi’nin mesajının modernleşme akımlarından birini oluşturduğu söylenebilir.”[30]
“Said Nursi’nin Aydınlanma felsefesinin içinden doğmuş fikirleri kendi sistemine yedirmesi…”[31]
“Said Nursi’nin kişiliğini oluşturan ve kendisi henüz gençken belirginleşen özellikler arasında, E.Erikson’un Luther’e atfettiği karakter özelliklerini anımsatan bir kararlılık da bulunmaktadır. Resmi biyografisine göre, çocukluk dönemi inatçılığından anlaşılabileceği gibi, s ahip olduğu misyon çok erken yaşlarda belirginleşmiştir; bunda bir velinin hayatında gereken vurguyu görmemiz mümkündür.”[32]
“Çünkü o, kendisini millet’e din’e ve devlet’e adamış bir kişiydi.”[33]
“…parlak bir dağlı çocuk…”[34]
“…geleneksel İslam bağnazlığının hantallığını yok etmiş ve modern Avrupa düşüncesinde görüldüğü biçimiyle doğanın yasalarını kavramaya yönelik bir akım başlatmıştır.”[35]
“Said Nursi’nin büyülü üslubu (…) Said Nursi’nin kıvraklığının, sarsıcı üslubunun ve gramer kurallarına aykırı cümlelerinin çekici etkisi (…) Türkçe cümlelerine özel bir ahenk veren Arapçalaşmış zengin kelime hazinesi (…) Said Nursi’nin retoriğinde, Kur’an üslubunu çağrıştıran yönler bile bulunmaktadır.”[36]
Said Nursi’ye böylesine cömert övgüler sıralamış olan yazar, onun hakkında olumsuz eleştiri anlamına gelebilecek tek bir sözcüğe kitabında yer vermemiştir. Tam tersine, Said Nursi’nin kişilik yapısı hakkında kuşku uyandırabilecek bazı iddiaları yalanlamakta özenli davrandığı görülmektedir. Örneğin, Nursi’nin Sultan tarafından akıl hastanesine kapattırılmış olmasıyla ilgili olarak “yapılan muayeneler sonunda akli dengesinin yerinde olduğu açıkça ortaya çıkmıştır”[37] demektedir.
Bütün bunlardan sonra, Mardin’in kitabında Nursi’nin kişilik yapısı ile ilgili olarak çok ustaca bir üslupla ve ima yollu bazı eleştiriler ortaya konulduğuna dair görüşleri anlamak büsbütün olanaksızlaşmaktadır. Kitap üzerinde tartıştığımız kimileri, Mardin’in bu tavrına kanıt olarak aşağıdaki cümlelerini bir örnek olarak ileri sürmüşlerdir: “Belirttiğine göre, özel dünyasının yarısı annesinin ölümü ile kaybolup gitmişti; Abdurrahman’ın ölümü ise, özel evreninin diğer yarısının da yokolması anlamına geliyordu. Buna rağmen, Abdurrahman’ın ölümü ile ortaya çıkan kayıp, kısa bir süre sonra, kendisini Said Nursi’nin hizmetine ve yazılarının propagandasına adayan bir başka genç tarafından telafi edilecekti.”[38]
Ancak, benim görüşüm, bu türden satırların Nursi ile ilgili küçültücü bir ima amacı taşımadıkları veya o yönde algılanmalarının ve değerlendirilmelerinin mümkün olamayacağı doğrultusundadır.
Şerif Mardin’e Göre, Said Nursi’nin Kerametleri
Mardin, böylesine derin hayranlık ifadeleriyle andığı Nursi ile ilgili bazı “keramet” iddialarını da hiç bir eleştiri süzgecinden geçirmeye ve bu iddialara inanmadığına dair herhangi bir kayıt koymaya gerek duymaksızın(örneğin, iddiaları tırnak içine almak gibi) olduğu gibi nakletmiştir.
Mardin’in naklettiklerine göre, Nursi’ye medrese öğrenciliği çağlarındaki bir rüyasında “Hazreti Muhammedi görme izni” tanınmıştır.[39]
Nursi, gençlik yıllarına ait bir başka rüyada da “Kadiri tarikatının kurucusu Abdükadir Geylani’yi gördü”. Mardin, bu olayı bir “dini lider” olarak Nursi’nin “ortaya çıkışı yalnızca bir tesadüf sayılmamalıdır” yolundaki görüşünün kanıtı olarak ileri sürmektedir.[40]
Mardin, ayrıca, 1890’ların başında, elleri kelepçeli olarak Bitlis’e gönderilirken “Nezaretçileri, ibadet için yürüyüşlerine ara verdiklerinde, Molla Said’in her nasılsa kelepçelerinden kurtulmuş biçimde ibadete hazırlandığını görmüşlerdir”[41] diye yazmaktadır.
Öte yandan, gene Mardin’in naklettiğine göre, Said Nursi, ertesi gün kendisine sorulacak soruları “önceden malum olma yoluyla” bilme yetisine sahiptir.[42]
Bütün bunlardan sonra, çok açık bir biçimde, inanmış bir Nurcunun kitabını okuduğumuz izlenimine varabiliriz. Ancak, bazı zihinleri karıştıran şu hususu da görmezlik edemeyiz: Böyle bir kitabın yazılmasında, bir takım laik Batılı bilim adamlarının tahlillerinin ve kuramlarının açıklamasına geniş bir yer ayrılmış olması ve bunların, kitapta ortaya konulan bazı görüşlerin dayanakları oldukları yolunda bir sanı uyandırma gereksinimi duyulmuş olması şaşırtıcıdır. Zira, keramet sahibine inanan insanların, bu yolda bilimsel kanıtlamalara gereksinimi olmamak gerekir. Acaba, kendisinin inanmadığı bazı konulara, bilimsel kaygıları olan çevreleri inandırmak veya en azından ilgilerini çekmek isteyen birisi ile mi karşı karşıyayız?
Şerif Mardin’e Göre, Nurculuk ve Kemalizm
Nurculuk, bir çok bakımlardan, Cumhuriyetin bir antitezi ve Kemalizm karşıtı bir hareket olarak ortaya çıkmış ve kendisini tanımlamıştır.
Dolayısıyla, hilafetin yanında yer almıştır.
Said Nursi, “hilafet saltanatının vefatı”ndan duyduğu hüznü gizlememiş [43] ve nurculuğun rolünü “Mustafa Kemal’e karşı Nurun tokadı”[44] ile karşı çıkmak olarak belirlemiştir.
Mardin’in anlatımında da Nurculuk ne denli olumlu bir çizgiyse, Kemalizm de onun karşısında o denli bir olumsuzluğun ifadesi olarak ortaya konulmaktadır.
Mardin’in Kemalistler ile ilgili şikayetleri, öncelikle, Nurculuğun “sosyolojik dinamiğini anlamak”[45] yerine, Nursi’ye “gerici”, “düzenbaz” ve “istismarcı”[46] gibi sıfatlarla karşı çıkmalarıyla ilgilidir. Bununla, kimleri kastettiği belli değildir.
Oysa, ağır küfür anlamı taşıyan sıfatlar kullananlar nurculardır; sayısız vesilelerle Kemalistlere karşı ağır küfürlerle saldırmışlardır.
Nursi, “saltanat-ı hilâfeti” mahveden bir Deccal’den söz eder.[47]
Nursi’ye göre, ayrıca, “şimal tarafında zuhur” eden bir Büyük Deccal de vardır.[48]
Nursi, Atatürk’e karşı olumsuz duygularını her zaman üstü kapalı olarak ifade etmemiştir. Onun hakkında açıkça “o insafsız , o çok kusurlu adam” demekten geri kalmaz.[49]
“Ayasofya Camisini puthaneye, Meşîhat Dairesini (Osmanlı Diyanet Dairesi) kızların lisesine çeviren adamı sevmemek suç olması imkânı var mı” diye tekrar tekrar sorar.[50]
Nursi, Kemalistler ve Mustafa Kemal hakkındaki saldırılarını, “günahkârlar”, “seyyiesiz”, “Süfyan”, “Nefreti âmmeye lâyık adam”, “Deccal”, “İslamın en büyük fitne-i diniyelerinden biri…”[51] gibi ağır hakaretler içeren sıfatlar kullanarak Münâzârat ve Şuâlar isimli risalelerinde değişik yerlerde tekrarlamıştır. Nursi, Münâzârat’ta, ayrıca, “Şu halde, böylelerin fena zannettikleri Jön Türklerin nazarlarında dahi mel’un, anarşist ve iğtişaşçı fırkasından addolunurlar. İstedikleri şey muhâl olduğunda, neticesi ihtilal ve fesattır” demekte ve aynı sayfada hâşiye olarak şu cümlelerle bu yazılanlara açıklık getirilmektedir: “Komünist ve anarşist manasıyla, Kemalizmi ve inkılâp softalarını ve dönmelerini görmüş gibi haber veriyor.”[52]
Mardin, Nurcuların Kemalizme bu tür küfürlerle ortaya çıkmalarında rahatsız edici bir yan bulmamış olacak ki sorunun bu yanına hiç değinmemiştir.
Mardin, daha düne kadar, laikleştirici reformları; “kişiyi söndüren İslami ahlâk ve emirler” karşısında ve “Batı toplumunun özgürlükçü ve yaratıcı kimliğine” ulaşmanın yolu olarak görmekteydi.[53] Mardin, bugün geldiği noktada ise Kemalizmin başlattığı “kişiliksizleştirme” sürecinin, geleneksel Osmanlı sistemini hedef aldığı görüşündedir.[54]
Demek oluyor ki daha düne kadar Kemalizm’i kişiyi söndüren İslam karşısında görmekte iken, bugün Kemalizm’in İslami Osmanlı toplumu karşısında kişiliksizleştirici etkilerinden söz eder olmuştur.
Mardin’in bu evrimini, Amerika’nın “özgür” havasına borçlu olduğu düşünülebilir.
Oysa, Mardin’in bir zamanlar Kemalizm’i İslamiyet karşısında göstermesi kadar, bugün de İslamiyet’i Kemalizm karşısında göstermesi de herhangi bir mantıksal ve tarihsel temeli olmayan boş bir iddiadan ibarettir.[55]
Mardin’e göre, “Nurcu hareket gücünün bir bölümünü Cumhuriyet döneminin başarısızlıklarından aldı(…) Söz konusu başarısızlık, Batı uygarlığının artık bir yenilgi olarak algılamaya başladığı sanayi toplumuna özgü bir olgu olarak güçlü inanç bağlarının yokluğu ve `bezginlik’ ile koşuttur”[56]
Görüldüğü üzere, Mardin, Kemalizm’e yönelik eleştirilerinde, Kemalizm’i sanayi toplumu olgusuyla özdeşleştirmek gibi, kendisine kolaylık sağlar gibi görünen ve fakat geçerli hiç bir mantıksal dayanağı bulunmadığı için asla sağlam olmayan bir yol tutmuştur.
Sanayi toplumu olgusuyla Kemalizm’i özdeşleştirme çabası ikna edici olabilseydi, bundan, bazılarını pek sevindirecek, şöyle bir sonuç sağlanmış olabilirdi: Kemalizm gibi, yeryüzünden izleri her şeye rağmen silinememiş olan bir anti-emperyalist akımı, “garbın âfakını saran çelik zırhlı duvar” ile barışık bir çizgi gibi göstermek mümkün olabilirdi.
Oysa, “bilimsel felaketlerimizin en sonuncusu sanayileşmedir” diyen Fourrier’den, günümüzün çevrecilerine kadar çok değişik akımların karşı çıktıkları ve kuşkuyla baktıkları sanayi toplumunun bazı olumsuzluklarından Kemalizm’i sorumlu tutmanın anlaşılır hiç bir yanı yoktur. Sanayi toplumunun doğurduğu çetin sorunları şimdiye kadar kim çözebilmiş ki Kemalizm çözebilmiş olsun. Amerika’nın sadık hizmetkârı Suudi Arabistan mı çözmüştür?
Mardin’in “kişiliksizleştirme” sürecinin karşıtı olarak gördüğü Osmanlılığın diriltilmesi mümkün olsa, bugünün koşullarında,
Suudilikten çok farklı bir şey mi ortaya çıkacaktır? Osmanlılık, kendisini silip süpürmüş olan bir sürecin sonuçlarına nasıl çare olacaktır?
Ş. Mardin’e göre, Said Nursi’nin ve Nurculuğun mücadele yolu, kendi deyimiyle “Kemalist Jakobenizm”den[57] farklıdır. Fazla irdelemeye ve kanıtlamaya gerek duymaksızın “Kemalizm, yüzeysel ve toplumla organik bağlardan yoksun”[58] bir hareket olarak takdim edilmekte; buna karşın, Nurculukta “toplum seferberliğine tanınan önem”in[59] varlığı ileri sürülmektedir. Oysa, gerçeğin bunun tam tersi olduğu, bizatihi Mardin’in kitabında anlatılanlardan çıkmaktadır.
Said Nursi, eylem çizgisinin tümü boyunca, egemenlerle işbirliği içinde olmaya büyük özen göstermiş ve amaçlarını gerçekleştirmede, esas olarak, egemen konumda olanlardan sağlayacağı desteğe güvenmiştir.
Said Nursi’nin, egemenlerle işbirliğine gösterdiği özen, 1913’te Bitlis’te patlak veren bir isyanı bastırarak güçlerini kanıtlamalarından hemen sonra, Jön Türkler’in gizli servisine katılmasında açıkça görülür. “Said Nursi, İttifak devletleri safında savaşa katılınmasına dair beş cihad fetvasının hazırlık çalışmalarına da katıldı.” [60]
Nursi’nin yeri, genellikle, egemenlerin yanıbaşındadır. 1890’larda Van valisinin maiyetindedir.[61] Abdülhamid’in kuşçubaşısı Mustafa Bey’in konağında uzun süre yaşamıştır. Bu zatın oğlu, Jön Türklerin gizli servisinin önde gelen kişilerindendir ve Nursi’nin yakın arkadaşıdır.[62]
Said Nursi’nin amaçlarını gerçekleştirme yolundaki çabalarında, sultanlara yazdığı mektuplar önemli bir yer tutar. Abdülhamid’e sunduğu bir dilekçeyle, doğuda, Kahire’deki El-Ezher modelinde bir medresenin kurulmasını önermiştir.[63] Aynı içerikte bir dilekçeyi daha sonra Sultan Reşat’a sunmuştur.[64] Görülüyor ki Nursi’nin mücadele yöntemi, bir “toplum seferberliğine” dayanmanın çok uzağındadır ve kralların desteğiyle toplumu değiştirmeyi amaçlayan 19.yüzyıl ütopistlerinin çizgisini anımsatmaktadır.
Gerçekte Mustafa Kemal ile ters düşmesi de kendisinin değil; Mustafa Kemal’in tutum ve tercihlerinin zorunlu kıldığı bir durum olarak görünmektedir. Keza, Şeyh Said ayaklanmasına katılmadığını beyanda özen göstermesi[65] ve yazdıklarında “karşıtlarının bir Kürt milliyetçisi olduğu yolunda kendisine yönelttikleri suçlamaları haklı gösterecek hiçbir şey” bulunmaması[66] da Cumhuriyet yönetimiyle iyi geçinme çabalarının kanıtlarından biri olarak görülebilir.
Mardin’e göre, Nurculuğun stratejisinde “toplum seferberliğine tanınan önem(…) Cumhuriyet rejimi yöneticilerini muhtemelen en çok endişelendiren özelliğidir”.[67] Buradaki birinci yanlışlık, Cumhuriyet rejimi yöneticilerini homojen bir bütünlük gibi göstererek hepsini aynı torbaya koyma eğilimindedir. İkinci olarak, bazı Cumhuriyet rejimi yöneticilerinin, Sabahattin Ali’ye, Nazım’a veya 12 Mart’ta ve 12 Eylül’de DİSK yöneticilerine ve çoğu ajan provokatörler tarafından tuzağa düşürülmüş olan çocuk denecek yaştaki insanlara yaptıkları anımsanacak olursa, Nurculuğun Cumhuriyet rejimi yöneticilerini en çok endişelendiren bir akım olduğu yolundaki iddia, bir hayli havada kalmaktadır.
Kuşkusuz, düşünce ve inançlarından dolayı bir kimseye yapılan baskılar hiçbir şekilde onaylanamaz. Ancak, Nursi’nin tek parti döneminde 11 ay kadar hapse mahkum edilmiş ve Batı’da oturmaya mecbur edilmiş olmasını, adeta, ülkemizde görülmüş tek ve en ağır bir baskı uygulaması olarak göstermeye yönelik son zamanlarda sürdürülen kampanyaları anlamak da zordur. Aslında Said’in kendisi, kendi ifadesiyle, “Mustafa Kemal’in hissiyatını ve prensiplerini rencide ettiği halde kendisine ilişmemiş” olduğunu kabul etmektedir.
Ancak bu durumu, “Risale-i Nur’un parlak bir kerameti” olarak açıklamaktadır.[68]
Nursi, 1950’den sonra iktidara geçen Demokrat Parti yöneticileriyle omuz omuzadır. 1960’da Ölümünden sonra, izleyicilerinin, MSP’yi değil de egemen güçlerin partisi niteliğini daha çok taşıyan AP’yi desteklemiş olmaları da daima egemen çizgi doğrultusunda belirmiş olan temel yönelişinin bir uzantısı gibidir. Bu desteğin, 12 Eylül’den sonra geniş ölçüde Özal’a ve ardından Çiller’e kaydığı bilinmektedir.
Nihayet, Ş.Mardin’in kitabı, bu zincirin önemli bir halka daha kazanmasına yeni ve önemli bir katkı sağlamakta; Nurculuğun, ülke egemenlerinin ötesinde Okyanus ötesindeki dünya egemenleriyle bağlarının güçlenmesine yardımcı olmaktadır.
Ş.Mardin’in, Nurculuk konusunda yeterince açık olmadığı konulardan biri , Nurculuğun iktidara damgasını vurduktan sonraki dönemde tutacağı yolla ilgilidir. Mardin’in kitabından, Said Nursi’nin bu çok önemli konuya ilişkin görüşlerini, Cenap Şahabettin’in aynı konudaki görüşlerine ilişkin bazı açıklamalara dayanarak dolaylı bir biçimde ve ancak çok sınırlı olarak çıkarsamaktayız. Ş. Mardin’in aktardığına göre, Cenap Şahabettin, Nursi’ye yanıt olarak yazdığı bir yazıda “dini vecibelerin yerine getirilmesi üzerindeki denetimin sıkılaştırılmasıyla, İslamiyet’in nasıl korunabileceğini anlamadığını belirtmekteydi”.[69]
Nurculuk ve Pozitif Bilimler
Said Nursi’nin pozitif bilimler konusundaki düşünceleri çelişkilerle doludur. Bir yanda, “hayatta en hakiki mürşit ilimdir” düşüncesini anımsatırcasına “Elbette nev-i beşer, ahir vakitte ülum ve fünuna dökülecektir. Bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise, ilmin eline geçecektir”[1] der. Bir başka yerde ise artık “doğal olguların doğal nedenlerle açıklanması gerektiğine” inanmadığını ve “nedenlerle birlikte sonuçların da Allah’ın doğrudan, dolayımsız ürünü” olduğu görüşünü taşıdığını öğrenmekteyiz.[2] Said Nursi’nin bu görüşü o noktaya vardırılmıştır ki “Meselâ, Erzurum’da bir eseri hakkında takibat yapıldığı için, hararet -18’e düşmüştür” denilebilmiştir.[3]
Said Nursi, pozitif bilimlerden, Allah’ın varlığının kanıtlanması yolunda yararlanılması işaretini vermiştir. Bir Müslüman için Allah’ın varlığının amprik olarak veya bilim ve teknik yoluyla kanıtlanması çabasının, inanç dünyasının gerçekleriyle ve İslamiyet’in özüyle çeliştiği yolundaki tartışmalara burada değinmeye gerek olmadığı kanısındayım.
Tanrı’nın varlığının gözlem yoluyla araştırılması yönündeki eğilim, Nursi’nin izleyicileri tarafından, motorlerin çıkardıkları seste veya insanın kalp atışında “zikir” anlamı aranması gibi çabalara dönüştürülmüştür. Esasen, Nursi’nin kendisine göre “kedinin mırmırları `Yâ Râhim! Yâ Râhim! Yâ Râhim’dir”.[4]
Bir kısım Nurcular, son yıllarda Tanrı’nın varlığına bilimsel kanıtlar bulma çabalarına koşut olarak, pozitif bilimlerin değişik dallarını ilgilendiren yayınlar yapmışlardır. Ş. Mardin bu yayınların “son derece üst düzeyde” olduklarını yazmaktadır.[5]
Böylece, Mardin’in, yalnızca toplumbilim alanında değil, sibernetikten biyolojiye, morfolojiden astronomiye… kadar tüm pozitif bilimlerle ilgili konulardaki yapıtların “son derece üst düzeyde” olduklarını değerlendirebilecek ölçüde bilgi ve kavrayış sahibi olduğunu(!) öğrenmekteyiz.
Nurculuk ve Batı Uygarlığı
Nurculuk, Batı uygarlığı karşısında da çelişkiler içinde yüzmektedir. Said Nursi, bir yanda, “Bana deli dediler. Fakat ben acı hakikati gördüm ve anladım ki, İslamlar yaşadığımız devrin medeniyetinden geri, çok geri kalmış“[6] diye yakınmaktadır Diğer yanda ise Batı uygarlığına saldırırken, kendine özgü üslubuyla, hiçbir yeni ve özgün yanı bulunmayan malum “bir hırka, bir lokma” felsefesini şöyle savunmaktadır: “Bedevilikte beşer üç- dört şeye muhtaç oluyordu. O üç-dört hâcatını tedarik etmeyen, on adette ancak ikisiydi. Şimdiki Garp medeniyet-i zâlime-i hâzırası, su-i istimâlat ve isrâfat ve hevesâtı tehyic ve havâic-i gayr-i zaruriyeyi, zaruri hacetler hükmüne getirip, görenek ve tiryakilik cihetiyle, şimdiki o medeni insanın tam muhtaç olduğu dört hâceti yerine, yirmi şeye bu zamanda muhtaç oluyor. O yirmi hâcatı tam bir tarzda tedarik edecek, yirmiden ancak ikisi olabilir. Demek bu medeniyet-i hâzıra insanı çok fakir ediyor…”[7]
Said Nursi ve Kadın
Ş.Mardin, kitabında, çağdaş toplumbilimin kavram ve kuram sorunlarının ufuklarında bir uçtan bir uca koşup dururken, Nurculuğun kadın sorununa ilişkin görüşlerine değinmeyi adeta unutmuştur. Bu konuda “Kadınlara özel bir yer tanınması, İslâmi cinsel ahlâka yapılan özel vurgu ve cinslerin ayrılması, Nurcuların hiç ödün vermedikleri konular arasındadır”[8] demekle yetinmiştir.
Oysa, kadınlara tanınan yer konusunda, Mardin’in hiç değinmemiş olmasına karşın, Nursi’ye ait çok geniş açıklamalar vardır. Said Nursi, yaşamı boyunca kadınlardan kaçmış olduğunu İslamiyetin gerekli saydığı bir başarıymışçasına anlatır.
Bitlis’e sürgün gelen Said Nursi, Vali Ömer Paşa tarafından konağında misafir edilir. Said Nursi iki yıl kaldığı bu konakta valinin kızlarından hiçbirini tanımadığını öğünerek anlatır.[9]
Said Nursi, evlenmeye de karşıdır; “evlenme adetini terkettim ki, tâ çok haramlara girmeyeyim” demektedir.[10] Oysa, İslamiyet’te evlenmeyi haram sayan tek bir satır dahi yoktur. Örtünme konusunda da bir hayli ilginç bir gerekçesi vardır. Nursi’ye göre “örtünmek uygundur. Yoksa 8-9 dakikalık bir zevk yüzünden 8-9 ay `ağır bir veled yükü’, hamisiz bir veledin terbiyesiyle 8-9 yıl geçirilecektir”.[11] Demek oluyor ki örtünmeyen kadınların hemen hamile kalmalarının kaçınılmaz olduğundan Said’in hiç bir kuşkusu yoktur.
Bu arada, Said Nursi’nin izleyicilerinden olan bir yazara göre, “kadın heyecanlı olduğu için tanıklığının erkeğe göre yarı değerde olması doğrudur”.[12] Bu takdirde heyecanlı erkeklerin tanıklığı ne olacak sorusunun yanıtı güçleşmektedir. Örneğin, ekrandan anlaşıldığına göre, Fethullah Gülen de heyecanlıdır. Bu durumda onun tanıklığı tam sayılabilir mi?
Bu konuyu kapatırken, Nursi’nin kadın konusuna ilişkin olarak yazmış olduklarından kısa bir bölümü, Mardin’in deyişiyle, “büyüleyici” ve “sarsıcı” üslubunun bir örneği ve “modernleşme akımlarından birini oluşturan mesajının” bir ifadesi olarak aktarıyoruz:
“Açık bacağıyla dehşetli bıçaklarla ehli imana saldırıyorlar. Nikâh yolunu kapamağa, fuhuşhane yolunu genişlettirmeğe çalışarak, çokların nefislerini birden esir edip ve kalp ve ruhlarını kebair ile yaralıyorlar. Belki o kalplerden bir kısmını öldürüyorlar.
Birkaç sene nâmahrem hevesatına göstermenin tam cezası olarak o bıçaklı bacaklar cehennemin odunları olup, en evvel o bacaklar yanacaklarını ve dünyada emniyet ve sadakati kaybettiği için hilkaten çok istediği ve fıtraten çok muhtaç olduğu münasip kocayı daha bulamaz. Bulsa da başına bela bulur. Hattâ bu halin neticesi olarak:
O âhır zamanda bazı yerlerde nikâha rağbetsizlik ve riayetsizlik yüzünden kırk kadına bir erkek nezaret edecek derecede ehemniyetsiz, sahipsiz, kıymetsiz bir surete gireceği hâdisin rivayetinden anlaşılıyor.”[13]
Nurculuğun Fethullah Gülen Dönemi
Fethullah Gülen, Nurculuğun günümüzdeki önde gelen temsilcilerinden biridir ve herhalde en önde gelen temsilcisidir. Acz Mendiler veya Yeni Asya grubu olarak tanınan topluluklar da kendilerini Said Nursi’nin izleyicileri olarak tanıtmakta veya öyle bilinmektedirler.
Ancak, Fethullahçıların bunlar içerisinde en güçlü topluluğu oluşturdukları anlaşılmaktadır. Özellikle, kazandıkları enternasyonal kimlik ve bağlar nedeniyle ve bu çerçevede taşıdıkları “Ilımlı İslam” misyonu dolayısıyla çok ayrı bir boyuta sahip olduklarında kuşku yoktur.
Buna karşılık, Fethullah Gülen’in Nurculuk akımının izleyicisi veya temsilcisi olduğunu fazlaca görünür kılmamaya ayrı bir özen gösterdiği hemen dikkat çekmektedir. Bunun nedeninin, Nurculuğun bir tarikat sayılması suretiyle, kendisinin de Ceza Yasasının kapsamı içine sokulması tehlikesine karşı bir tedbir olduğu tahmin edilebilir.Gene de Fethullah Gülen, kitaplarında Said Nursi’yi andığı her yerde ondan “üstad” veya “Bediüzzaman” (zamanın güzelliği) olarak bahsetmekte kusur etmemiştir. Ona göre, Said Nursi “çağın bir numaralı insanı”dır.[14]
Fethullah Gülen, bununla da kalmamakta, Risalei Nurlar hakkında “Bu eserler Kur’an’ın malıdır” demektedir.[15]
Ayrıca, Fethullah Gülen’in Said Nursi’nin adını açıkça anmadığı bazı yerlerde de, onu neredeyse peygamber düzeyinde gördüğünü gizlememektedir. Örneğin, Fethullah, kulun kalbinde iman ışığını yakma hizmetinin kim tarafından yerine getirildiği sorusuna yanıt olmak üzere şunları yazmaktadır:
“… mebde’ itibariyla bu hizmet, tamamen Allah Resûlü’ne aittir. Mânâ açısından ele alınınca da 20.asırda Efendimiz’in izdüşümü olarak kuvve-i kudsiye sahibi bir zat zuhûr etmiş ve bu misyonu o yüklenmiştir.”[16]
Nitekim, Fethullah Gülen’in görüş ve düşüncelerinin Said Nursi’ninkilerin uzantısından ibaret olduğunu göreceğiz. Özellikle, Nurculuğun kendine özgü çizgilerinin belirginleştiği Atatürk ve kadının yeri gibi konularda bu benzerlik tartışılmayacak kadar açıktır. Bunu ortaya koyarken, Bülent Ecevit’in, her şey gibi Fethullah Gülen’in de değişmiş olduğu yolundaki savunmasını nazara alarak, en son yazdıkları ve söyledikleri esas alınacaktır.
Bütün bu benzerliklere karşın, Nursi’nin Nurculuğu ile Gülen’inkiler arasında önemli farklar bulunmaktadır. Bu farklılıklar, düşüncelerinin özüyle ilgili olmayıp ortaya çıktıkları dönemin ve koşulların değişik olmasının sonucudur.
Daha önce de değindiğimiz üzere, Nurculuk, “Yeni Dünya Düzeni”nin ihtiyacı olan “Ilımlı İslam” misyonuna layık görülmüştür. Bu amaçla, Şerif Mardin’in yaptığı gibi yalnızca Said Nursi’nin düşüncelerinden yararlanılmakla yetinilmemiş; ayrıca, Nurculuğun bu misyona daha uygun bir versiyonu olarak Fethullahçılık imal edilmiştir.
Dolayısıyla, Fethullaçılığın Nurculuk akımı içindeki yerini belirleyen ayırıcı özelliğinin başlıca kaynağı, “Yeni Dünya Düzeni”nde kendisine biçilmiş olan bu misyonda aranmalıdır.
12 Eylül ve Fethullahçılık
Öte yandan, gene “Yeni Dünya Düzeni”niyle ilintili bir unsur olarak, bu evrensel dönüşümün ülkemizdeki yansımalarından başka bir şey olmayan 12 Eylül rejimi de Fethullahçılığa, Said Nursi dönemi Nurculuğunun görmediği bir güç kazandırmıştır.
12 Eylül, kendisini Atatürkçülükten ilham alan bir hareket olarak göstermeyi başardığı ölçüde, çeşitli çevrelerde, Atatürk’ten uzaklaşma ve hatta Atatürk’e düşman akımlar yaratma sonucunu tahrik etmiştir. Bu tür çevreler, “düşmanımın düşmanı dostumdur” gibi bir varsayımla hareket ettikleri için akıl almaz yanlışlıklara düşürülmeleri mümkün olabilmiştir.
Kuşkusuz, Kemalizm’in tam anlamıyla karşıtı olan Evrenizm’i onunla özdeşmiş gibi göstermek olağanüstü bir başarıdır. Bu sağlandığı ölçüde, yalnızca, nükteli bir dille de olsa “Ben Atatürkçü değilim” diye haykıran Nadir Nadi değil, değişik gençlik grupları, değişik solcu akımlar.. ne kadar anti-Kemalist olurlarsa o kadar ilerici ve çağdaş olabilecekleri sanısına kapılmışlardır. Bir bakıma, “ikinci cumhuriyetçilik” de, PKK sempatizanlığı da bu ortamda yeşermiştir.
Yaratıcı ve eleştirel düşünceden yeterince nasibini almamış ve şablonlarla düşünmekten kurtulamamış olmak, kimi çevrelerde, Atatürk’e karşı olan ne varsa onunla “yol arkadaşlığı” arayışı içine girme kolaycılığına kadar varmıştır. Böylesine bir arayışın gereğini, Ömer Laçiner’den dinleyelim:
“Yeni bir saflaşma olacaktır ve bunu şimdiden `bilmek’, buna göre davranmak ve müstakbel yol arkadaşlarının dilini öğrenmeye, hatta ortak bir dil oluşturmaya çalışmak herhalde ertelenemez.”[17]
Memnunlar
Ancak, Fethullah Gülen’in bir kısım çevrelerden ve kişilerden gördüğü desteği açıklamak bakımından, 12 Eylülün kabarttığı anti-Kemalist dalga da yeterli değildir. Çünkü, Gülen, Atatürkçü üne sahip olanlardan da destek görmektedir. Örneğin, Atatürkçü olarak tanımlanan kesimin son dönemlerdeki önde gelen isimlerinden Toktamış Ateş, bu destek ve yakınlığını şöyle açıklamaktadır:
“Sayın Gülen’in Türkiye Müslümanlığı yaklaşımı benim de yıllardır… savunduğum bir yaklaşımdır. Aynı görüşü paylaşmaktan son derece mutlu oldum. Ayrıca bu turda dolaşırken birçok noktada benzer duygular içinde olduğumu memnuniyetle gördüm.”[18]
Gülen ile ilgili olarak uyanan bu ilgi ve takdir, kuşkusuz, Toktamış Ateş’le sınırlı değildir. Laçiner’e göre, “en son Zaman’da yayınlanan `Ufuk Turu’ndan sonra bu ilginin hayli geniş bir yelpazede övgü ve benimsemeye, neredeyse `intisaba’ hazır bir havada olduğunu gördük. Gazetenin mülakat hakkında görüşlerini aldığı hayli geniş bir yelpaze oluşturan yazar, düşünür ve akademisyenlerin hemen hepsi takdirlerini ifade etmekteydi”.
Laçiner, ayrıca, bu tabloyu doğuran nedenlerle ilgili olarak da şu açıklamaları ilave etmektedir:
“Fethullah Hoca’nın kendi deyimiyle `memnun’lar kategorisine dahil bu çeşitli zevatın memnuniyetlerinin asli nedeni, Şerif Mardin’in de gayet yerinde tespitiyle onun çevre koşulları ile `iman’ arasında önemli bir bağ kuran yaklaşımıdır.”[19]
Burada sözü edilen `çevre koşulları ile iman arasında bağ kuran yaklaşım’ ile neyin kastedildiğini anlamak kolay değildir; ayrıca, post-modernlerde sıkça görülen bir üsluba bağlı kalınarak anlaşılmamak üzere söz edilmiş olması da ihtimal dahilindedir.
Ne var ki burada kastedilen ne olursa olsun, Gülen’in Nursi’den farklı olarak strateji ve taktik konusunda çok başarılı olduğunu çıkarsamak ve kabul etmek gerekir. Gülen’in bu başarısının, danışman kadrosu bakımından Nursi ile mukayese edilemeyecek kadar donanımlı olmasından ve üstelik bu donanımının ülke sınırlarını aşan boyutlara varmış bir destekle bütünlenmesinden kaynaklandığını söylemek yanlış görünmemektedir.
Bu sayededir ki işaret edilen bu “memnunlar” kategorisine Bülent Ecevit gibi etkin ve önemli bir ismin dahil edilmesi bile mümkün olabilmiştir. Üstelik, bildiğimiz kadarıyla Ecevit, yukarıda sözü edilen tura da katılmamıştır. Onu ayrıca görmemiz gerekecektir.
Taktik ve Tedbir
Fethullah Gülen’in kendisi, taktik ve stratejisinin önemli bir unsurunu şöyle açıklıyor:
“Taktik ve stratejiler söylenmez. Söylendiği an, onun bir taktik olma hüviyeti ortadan kalkar, stratejiler sadece tatbik edilir. Bazan da bu strateji, işin başında bulunan insandan başka hiç kimse tarafından bilinmemesi gerekir.”[20]
Öte yandan, Gülen “halkın adet ve itiyat haline getirdiği bir takım bid’atlara birden karşı çıkmak doğru değildir” demekte ve “aksiyonda zamanlama” öğütlemektedir.[21]
Türk Dil Kurumu sözlüğü, “bidat”ı, “İslam dininde Hz. Muhammet zamanından sonra ortaya çıkan değişik yargılar ve ilkeler. Sonradan türeyen şey olarak” tanımlamaktadır. Buna göre, halkın Atatürk sevgisine ve laiklik ilkesine zamanı geldiği ölçüde karşı çıkılması, aksiyonda zamanlamanın gereği olabilir.
Bu durumda, bir din adamı olduğu iddia edilen Fethullah Gülen’in yazıp söylediklerinin hangisini doğru, hangisinin aksiyonda zamanlamanın gereği olduğunu belirlemek bir hayli güçleşmektedir.
Nitekim, Gülen’in okullarında yetişmiş iki öğrencinin itiraflarında, bunlardan bir tanesinin “Gülen’in şimdiki düzenle ilgili söylemleri bir takıyye mi?” sorusuna verdiği aşağıdaki yanıt da bu yargıyı doğrulamaktadır:
“Cemaat bunu takıyye olarak değil tedbir olarak vasıflandırır. Kısaca şöyle açıklamak istiyorum: `Nihai hedefe varana kadar, yani sonuca ulaşana kadar, her yöntem her yol mübahtır.’ Bunun içerisine yalan söylemek de insanları aldatmak da girer.”[22]
Esasen, Gülen’in yönteminde iknanın, tartışmanın, eleştirinin yeri pek yok gibidir. Bizzat kendisi “vesveseye esas teşkil edecek hususların doğmaması için çok iyi beyin yıkamaya inanıyorum” demekle bunu ifade etmiştir.[23]
Peygamber Soyundan Gelen Aile
Fethullah Gülen, 1938 yılında Erzurum Pasinler ilçesi Korucuk köyünde doğmuştur. Babası Ramiz adında cami imamı, annesi ise ev hanımıdır.
Altısı erkek, ikisi kız olmak üzere sekiz kardeştirler.
Her ikisi de Küçük Dünyam ismini taşıyan ve bazı ufak farklılıklarla kendisiyle yapılmış röportajları içeren kitaplarda Gülen’in peygamber soyundan geldiği iddiası yer alır.
“Peygamber Soyundan Gelen Aile” iddiası Nazlı Ilıcak’ın Fethullah Gülen hakkında Akşam gazetesinde yayınlanan yazı dizisinin 15 Mart 1998 tarihli bölümünün manşetini oluşturmuştur.[24]
İlahiyatçı yazar İsmail Nacar, bu dayanaksız iddialara yanıt olarak, Ebu Lehep’in de Peygamber’in amcası olduğunu anımsatır.[25] Ebu Lehep, işlediği günahlardan dolayı, Kuran’da, hakkında en ağır lanetlerin yağdırıldığı zengin bir kişidir.
Peygamber ile aynı soydan gelmesi onu kurtaramamıştır.
Ders Aldığı Hocalar
Biyografilerinde Fethullah Gülen’in Erzurum’da iken çok değişik hocalardan ders aldığı yazılmaktadır. Bunlar içinde Alvar İmamı olarak andığı kişinin, Gülen üzerindeki etkilerinin çok derin ve kalıcı olduğu anlaşılmaktadır.
Anılarında “Bu arada ailemin dışında Alvar imamının da tesiri çok büyüktür(..) Benim o zatla bütünleşmem için bütün sebepler ortadaydı”[26] demektedir.
Ancak, bu etkinin ne gibi bir dinsel ve eğitimsel temelde biçimlendiğini, Alvar İmamı’nın genç Fethullah’a ne tür bir bilgi ve görgü kazandırdığını Fethullah’ın anılarından çıkarmak olanağı yoktur. Bu anılarda, Fethullah’ın Alvar İmamı’na karşı tutku yüklü bir eğilimle bağlı olduğunu ve aralarında çok derin bir duygusallık kurulmuş olduğunu anlamaktayız.
Alvar İmamı hakkında yazdığı uzun ve heyecan dolu pasajlardan aktaracağımız aşağıdaki cümleler, aralarındaki ilişkinin olağan dışılığı konusunda belli bir fikir verebilir:
“Efendimize benziyordu. Kaşıyla mı , gözüyle mi, yüzüyle mi? Bu deruni hisler içinde O’na hayranlık duyar(…) O’nun cazibe-i kutsiyesi ve benim şuuraltı müktesabatım sık sık kesişir, kucaklaşır ve bana rengarenk anlar yaşatırlardı(…) her başımı okşayışında, o günkü hislerimle kendimi sağlam bir emniyet noktasına ulaşmış hisseder, ruhumu bir inşirahın sardığını duyardım. Aradan bunca zaman geçmiş olmasına rağmen hala onun ipekten ellerini kulaklarımda hisseder, ruhumu bir inşirahın sardığını duyardım.”[27]
Alvar İmamı öldüğünde Fethullah 16 yaşındadır. O olayı şöyle anlatmaktadır:
“Ben sabah namazından sonra biraz uzanmıştım. Birden “Efe öldü” diye bir ses duydum(…) gittim(…) Efe hazretleri vefat etmişti(…) İnleme ve ağlamalar günlerce aylarca sürdü. Sessiz ağlayışımız ise hala devam etmektedir.”[28]
Burada şunu sormakta haklı olabiliriz. Acaba, Gülen’in ekranda sık sık tanık olduğumuz ağlamaları, bu sessiz ağlayışın dışavurumu mudur?
Gülen’in yaşamında önemli bir yeri olduğu anlaşılan bir diğer hoca da Vehbi Elmalı’dır. Onunla ilişkilerini de gene kendi ağzından dinleyelim:
“Burada söylemeden geçemeyeceğim bir isim de Vehbi Elmalı’dır. Yaş olarak Alvar İmamı’ndan büyüktür ve onun öz kardeşidir. Ancak onda sukutilik hakimdir. Derya bir insandı. Baş okşamalarından değişik şekildeki latifelerine kadar onun da insan ruhunda meydana getirdiği dalgalanmalar olurdu?..”[29]
Sonraki Yıllar ve Kozadan Çıkış
Fethullah Gülen, askerliğini Ankara Mamak’ta ve İskenderun’da yapmıştır.
Askerlik öncesinde ve sonrasında Edirne’de 4 yıl imam hatiplik görevi yaptı.
Ardından, 1966’da İzmir’e vaiz olarak atandı. Kestanepazarı camiinde vaizlik ve Kuran kursu yöneticiliği yaptı.
1971′ de 12 Mart döneminde hakkında kavuşturma sürdürüldü ve bir süre tutuklu kaldı. Af Kanunuyla davası düştü.
Daha sonra, Balıkesir’de, Manisa’da ve Bornova’da vaizlik yaptı.
12 Eylül’de hakkında tutuklama emri verildi, 6 yıl çalışmalarına ara verdi ve tutuklanmamayı başardı. 1986’da DGM’den takipsizlik kararı sağladı.
1989’dan 1992 ye kadar İzmir ve İstanbul’da, fahri olarak vaizlik yaptı.
1992’de Yaşamında “kozadan çıkış” olarak belirlenen bir misyon dönem başladı. Bu “Yeni Dünya Düzeni”nde “Ilımlı İslam”ı oluşturma ve sürdürme misyonudur. Okulların açılması, Samanyolu televizyonunun kurulması, bu dönemde gerçekleşti.
Gülen hiç evlenmedi.
Gülen’in Rüyaları
Fethullah Gülen, kendisinden “fakir” diye söz eder; ekranda görüldüğü üzere, konuşurken boynunu iç burkucu bir tevazu ile büker. Ama bütün bunlar, onun kendisini peygamberler ile aynı düzeyde görmesine engel değildir.
Anlattığına bakılırsa, Gülen’in yaşamında rüyaların önemli bir yeri vardır. Önemli, önemsiz pek çok kararını kendi gördüğü veya bazen de başkalarının kendisi hakkında gördüğü rüyalara dayandırarak verdiğini anlatmaktadır. Kitaplarından bu konuda sayısız örnekler verilebilir.
Evlenmeme kararını nasıl verdiğini şöyle anlatır:
“Bir ara içimden `Acaba evlense miydim?’ diye geçti. Katiyyen düşünmek şeklinde değil, şimşek süratinde gelip geçen bir fikir.”
Ertesi gün bir arkadaşı gelir ve Fethullah’a akşam gördüğü rüyayı nakleder:
“…rüyamda efendimizi gördüm. Size selam söyledi ve `evlendiği gün ölür ve cenazesine de gelmem’ buyurdu. Bu bir rüya idi, rüya ile amel edilmeyeceğini de biliyordum, ama şahsım adına bu işarete saygılı olmaya çalıştım.”[30]
Burada, anımsanması gereken husus, İslam dininde Peygambere tanınmış olan yerdir. Peygamber, İslamiyet açısından asla herhangi bir insan değildir; “fahri kâinat”tır; yani evrenin gururudur. Müslümanlar tarafından, böylesine üstün bir yere ve misyona sahip bir varlık olduğu kabul edilen Peygamber, öldükten sonra, öbür alemden Fethullah’ın evlenme işiyle uğraşmaktaysa, bu durum, Fethullah’ın da olağanüstü bir varlık olduğunu göstermez mi? Zaten Fethullah’ın anlatmak istediği de bu olsa gerektir.
Esasen, anlattığına göre, Peygamber dört halifesiyle birlikte Fethullah’ın köyünü ziyaret etmiştir.[31]
Sürekli olarak, Peygamberin kendisiyle meşgul olduğuna dair rüyalar anlatmaktadır. Anlattığına göre, gençlik yıllarında bir gün arkadaşlarıyla birlikte ders çalıştıkları günlerde de Peygamber kendisiyle ilgilenmiştir. Bu olayı da ondan dinleyelim:
“Birgün bu arkadaşlardan biri rüya görüyor. Hatice validemiz kapının dışında. Efendimiz de içerde oturuyor. Ders yaptığımız bu dört-beş kişiyi kastederek Hatice validemiz, efendimize: `Ya Resulullah’ bunlar `Bizden hoşnut musun Ya Resulullah’ diye soruyorlar diyor. Ve Efendimiz’den cevap geliyor: `Evet hoşnudum. Hele birisi, hele birisi!…’ diyor.”[32] Dikkat edilirse, Fethullah, tevazu göstermekten de geri kalmamakta; burada sözü edilen “hele birisi”nin kendisi olduğunun anlaşılmasını okurlara bırakmaktadır.
Fethullah Gülen, sakal bırakmama kararını bile gördüğü bir rüyaya dayalı olarak aldığını şöyle anlatmaktadır:
“Çok erken yaşlarda Hz Peygamberi örnek almak arzusuyla sakal bırakmayı düşündüm. Bir rüya görmüştüm. İtimat ettiğim bir kişi, rüyamda `Sakal bırak’ dedi. Hakkında iyi düşüncelerim olan birine `Bu rüyanın tabiri nedir?’ diye sordum. O kişi de `Bırakmamak manasına gelir’ dedi. O gün bugün kestim”[33]
Gülen’in Kerametleri
Fethullah Gülen’in anılarında, birbiri ardından sıraladığı sayısız kerametleri vardır. Tam anlamıyla, kerameti kendinden menkul birisidir.
Kestanepazarı’nda görevli olduğu günlerde, Hacca gitmek dileğini ifade eden mektuplar yazarak Peygambere gönderiyor. Ardından, o sırada Diyanet İşleri Reis Muavini olan Lütfi Doğan, Gülen’i Hacda görevlendiriyor. Gülen, buradan, mektupların muhatabına ulaştığı ve dileğinin kabul edildiği sonucuna varıyor.[34]
İlk Hacca gidişinde bir arkadaşının adressiz olarak Fethullah’a gönderdiği mektuplar, geliyor Hacda kendisini buluyor.[35] Gülen, bu konuda biraz fazla övünmüş olacağını ve inandırıcı olamayacağını düşünmüş olacak ki Oral Çalışlar ile mülakatında bu olayın, kendisinin değil de arkadaşının kerametinin bir sonucu olduğunu belirtmeyi ihmal etmiyor.[36]
Kabe’de Harem bölümünde 15 gün kadar hiç ayrılmadan kalıyor. Bu zaman zarfında pek bolca olmalarına karşın, tek bir sinek bile Fethullah’ı sokmuyor.[37] Oysa, 12 Mart hapishanesinde sinekler, farklı bir tutum sergilemişlerdir. Bu yüzden aynı kitapta “sinekler, ah onlardan öyle rahatsızdık ki… pencereyi kapasan boğuluyorsun, açsan onların istilasına uğruyorsun” diye yakınmaktadır.[38] Bu farkı açıklamak gereğini duymuyor. Acaba Fethullah’ın kerameti mi eksilmiştir; yoksa, sineklerin algılama düzeyleri mi farklıdır?
Olaylarla Uyarılar
Fethullah Gülen, kendisiyle ilgili hemen her olaya, ilahi bir uyarı anlamı vermektedir.
Camide Cemal Tural’ı öven bir konuşma yaptığı için düşmüş, kaburga kemiğini kırmış.[39]
Necip Ağa’nın tarlasını su basması, Fethullah’ın kazlarını dövmesindenmiş.[40]
Ancak nedeni açıklanmayan bazı olaylar da anlatmakta. Örneğin, teype bir Kuran bantı koyarken arabayı devirmiş.[41] Bunun anlamı da din gibi ciddi bir konuda, biraz fazla serbest davranmasından dolayı yapılan bir uyarı olmasın!
Şeytanla Konuşma
Kabe’de sabah namazında ikinci kat mahfile çıkıyor. Orada Şeytan’ın kendisine seslendiğini duyuyor ve Şeytan’la konuşuyor: “Hele buradan aşağıya bir kendini at” diyor, Şeytan. Gülen itiraz ediyor. Sonuçta Şeytan başaramıyor, Gülen kendini aşağıya atmıyor.[42]
Bunu da okuduktan sonra, Mülkiye’den sınıf arkadaşımız Veli’yi anmadan edemeyeceğim. Sıkıntılı bir yaşamı oldu. Bu dünyadan erken göçtü. “Yeni Dünya Düzeni”ne yetişemedi. Yetişseydi, belki onu da destekleyen bir güç çıkar, o da rahat yüzü görürdü.
Üstelik o, şeytanla da değil, doğrudan doğruya Tanrı ile konuştuğunu söylemekteydi. O dönemlerde Mülkiye’de öğrencilik yapanlar anımsayacaklardır. Bu yüzden, kendisine “Peygamber Veli” denilirdi.
Özellikleri Olan Bir Ruh
Fethullah Gülen’in, kendine özgü bir ruhsal yapıya sahip olduğunda kuşku yok. Sürekli olarak Peygamberden uyarılar aldığını vurgulayan; şeytanla tartıştığını söyleyen; sinekler tarafından ayrıcalıklı muameleye tabi tutulduğunu ileri süren ve peygamberleri anımsatan daha nice olayın başından geçtiğini anlata anlata bitiremeyen bir insanın, sıradan bir insanda bulunmayan bazı özellikler taşıdığı elbette ki yadsınamaz.
Acaba, Fethullah Gülen’in böylesine değişik özellikleri olan ruhsal yapısı nasıl açıklanabilir? Bu konuda da gene bizatihi kendisinin yazdıklarının, en aydınlatıcı ip uçlarını verdiği görülüyor.
Gülen’in bu yönünü anlamak için, teyzesi ile ilgili olarak anlattıklarından başlamak yanlış olmayacaktır.
Fethullah Gülen’in “bir iki defa hayatında delirmiş” diye bahsettiği bir teyzesi vardır. Anlattığına göre, teyzesi bir gece tespih çekerken kendiliğinden yerden bir metre kadar yükseliyor, yani uçuyor. Bir başka deyişle, bir kısım parapsikologların gerçekliğini iddia ettikleri ve adına “lévitation” dedikleri bir olay cereyan etmiştir. Bunun üzerine eniştesi, teyzesini bacağından tutup geri çekiyor. Gülen’e göre, teyzesinin delirmesine, bu olayın yanlış ele alınması neden olmuştur.[43]
Gülen, kendisine yöneltilen “Teyzenizin cinnet geçirmesinin psikolojik bir tahlili var mı?” sorusuna, kendisi ile ilgili şu tahlilleri yaparak yanıt vermiştir:
“Bende de iki defa bu hale yakın bir hal oldu. İlki, Seyyid Kutub’u anlatırken oldu. Hani Hamide Kutup, Nasır’ın köpekleri tarafından ırızan tasallut edildiği zaman: “Ağabey” diye bağırıyor!… O da `Katlanacağız kardeşim buna’ diye cevap veriyor. Tam bunu anlatırken beynim preslenip kafatasıma yapıştırılıyor gibi bir hal yaşadım. Bir başka zaman da öyle olmuştu. Ender bir hadisedir. Bunu biraz ileriye götürdüğünüz zaman da zannediyorum ciddi bir kontak atması olur.”[44]
Burada anlattıklarına göre ve televizyon ekranında sık sık ağlamasının da gösterdiği üzere, Fethullah Gülen, çok hassas ve kırılgan bir ruhsal yapıya sahiptir. Bazı olaylar karşısında derin bir sarsıntı geçirmektedir. Üstelik, herhangi bir insan açısından da bir hayli sarsıcı olabilecek olaylarla da karşılaşmıştır. Yukarıdaki olayı anlatırken “bir başka zaman da öyle olmuştu” demektedir. Aynı kitabın bir başka yerinde kendisini çok sarstığı anlaşılan bir başka olaydan bahsetmektedir.
Genç yaşta, ilk imamlık görevi dolayısıyla Erzurum’dan Edirne’ye gelmiştir. Orada, kendi anlayışına göre, kadın yüzü görüp günaha girmekten kurtulmak için, mahalle içindeki evi terk edip cami penceresinde yatıp kalktığı günlerde başına bir olay gelir. Bu olayı kendisi şöyle anlatır:
“Ayrıca, vazife yaptığım caminin arka maksurelerinden birinde otururken, Tıpkı Hazreti Yusuf’a (a.s.) olduğu gibi, birileri tarafından taarruza uğradığımı ve Rabbimin inayetiyle kendimi pencereden içeri attığım ve mütearrizienin arzusunu yüzüne çarptığım için, `Burada öyle perişaniyetinle kal, geber’ diyen birisini de hayal-meyal hatırlıyorum.”[45]
Bu alıntıda “Tıpkı Hazreti Yusuf’a olduğu gibi” ifadesinin altını özellikle çizmiş bulunuyorum. Çünkü burada kendisini bir peygambere benzetmesi sonucunu doğuran ilginç bir nedensellik bağlantısı kurulmuştur. Çok ender görülebilecek derecede ağır bir psikopatça saldırı niteliği taşıyor olsa bile, kimin başına geleceği kestirilemeyecek türden bir olay, niçin kendisini Hazreti Yusuf’a benzetmesine vesile olabilmektedir?
Besbelli ki bu tür benzetmeler kurmaya muhtaçtır. Yaralanmış, travmaya uğramış kırılgan ruhunun acısını dindirebilmek için kendisini peygamberlerle aynı düzleme taşımak ihtiyacını duymaktadır.
Kendisini oralarda gördüğü, oralarda gösterdiği ölçüde sükunet bulacağını ummaktadır.
Bütün bunlardan sonra, Fethullah Gülen’in böylesine peygamberce bir görünüme bürünme çabasının, psikolojik bir nedenle değil de tümüyle, bir tür rol icabı olarak, kitleler üzerinde etkili olmak için benimsediği yöntemin bir parçasından ibaret olduğunu ileri sürenler de elbette ki olabilir.
Belki de akla gelen bu ihtimallerin hepsi aynı zamanda söz konusudur ve dolayısıyla, Gülen’in belli psikolojik özellikleri olduğu için bu role münasip görüldüğünü söylemek, doğruya daha yakındır.
Ayrıca, olabilir ki önceleri durum farklı da olsa, düşünce ve davranışlarına hükmeden hayalle gerçeğin sınırlarını, Fethullah Gülen’in kendisi de bir noktadan sonra göremez olmuştur.
Fethullah Gülen’e Göre Kadın
Fethullah Gülen’e göre, bir kadına muhatap olması, istenmeyen, prensipleriyle ve dini düşünceleriyle bağdaştırılması mümkün olmayan ve ancak, bazı zorunluluklar dolayısıyla katlanılması gereken bir durumdur. İzmir’de bir imam hatip okulunun yapımı için bağış toplamak maksadıyla bir kadınla görüşmüş olmayı, “İstemediğim halde bir kadınla da muhatap olmak zorunda kalmıştık” diye anlatmaktadır.
Ayrıca, bu durumu öğrenen taraftarlarından birisinin Gülen’in bu davranışını, prensipleri ve dini düşünceleri karşısında bir “fedakarlık” olarak gördüğünü nakletmektedir.[46]
Burada sözü edilen prensiplerin ve dini düşüncelerin kaynağını İslamiyet’te aramak, boşuna bir zahmet olur. Çünkü İslamiyet’te, Mevlana’nın deyişiyle “kadın hak nurudur”[47] ve kadına muhatap olmanın İslamiyet’e aykırı bir tarafının bulunduğunu söylemek mümkün değildir.
Son zamanlarda, Nazlı Ilıcak gibi Nevval Sevindi gibi kadınlara sık sık muhatap olan Gülen’in, kaynağı ne olursa olsun, prensiplerinden ve dini düşüncelerinden çok önemli tavizler verdiğini, “fedakarlık”ta bulunduğunu görmekteyiz. Bu durumu, Ecevit’in Gülen’i savunurken ileri sürdüğü gibi, bir “değişip gelişme” olarak değerlendirmek[48] mümkün değildir. Zira, Fethullah Gülen, Ecevit’in bu savunmasından daha sonraki bir tarihte, 6 Nisan 1998 tarihinde Samanyolu televizyonunda yayınlanan, üstelik bir kadın gazeteci ile yaptığı söyleşide kadın konusunda bilinen görüşlerindeki ısrarını sürdürmüştür.
Gülen, anılan söyleşisinde bir kadın gazetecinin kadın eli sıkmanın caiz olup olmadığına ilişkin sorusuna verdiği çok dolambaçlı yanıt içinde de bu konudaki asıl düşüncesini uygun bir dille ortaya koymuştur. Bu soruya yanıt olarak, Gülen, önce kadın eli sıkmanın demokrasiyle ne alakası var gibi bir tepki göstermiştir (Oysa, kadın eli sıkmanın demokrasi ile çok yakın ilgisi vardır. Toplumun yarısını eli dahi sıkılmayacak yaratıklar olarak gören bir anlayış üzerinde sağlıklı bir demokrasi nasıl temellenebilir?). Ardından, kadın eli sıkmanın modernite ile alakası var gibi ne anlama geldiği açık olmayan bir yanıt eklemiştir. “Modernite”yi Kemalist Batıcılık ile özdeş bir kavram olarak kullandığı tahmin edilebilir. Günümüzde, modernitenin, sağlam dayanaklarının bulunmadığını anlatmak için olacak, modernitenin post modernizm tarafından ağır bir biçimde, hatta anarşist bir yaklaşımla eleştirildiğini ifade etmiştir.
Böylece, Fethullah Gülen, kadın eli sıkmanın yanlışlığını ortaya koyabilmek için moderniteye, anarşistçe ve post-modern bir yaklaşımla karşı çıkanların desteğinden yararlanmak istemiştir.
Gülen’in, aynı televizyon söyleşisinde kadın konusunda, Nurculuğun geleneksel tavrını sürdürdüğünü ortaya koyan daha net açıklamaları da olmuştur. Edirne’de görevli iken camide yatmasının isabetini anımsatmış; bu konuda, başka mülahazalarının olduğunu, mahallenin içine girip çıkmama gibi mülahazalarının olduğunu ifade etmiştir.
Gülen, sözünü ettiği bu mülahazalarını, iki üç yıl kadar önce yayınlanan anılarında şöyle anlatmaktadır:
“Bilhassa yaz günleri de olduğu için mahallenin kız ve kadınları gayet serbest bir şekilde gecenin geç saatlerine kadar vakitlerini sokak ortasında oturarak geçiriyorlardı. Evime varmak için onların arasından geçmek zorundaydım. Her geçişte hamama girmiş gibi terliyordum. 15 gün kadar böyle gidip geldim. Ancak mahalle sakinlerinden bir kaç kız ben gelip geçerken laf atmaya başladılar.”
Fethullah Gülen, Sezen Aksu’nun “ah seni yerler” isimli parçasının klibindeki sahneleri anımsatan bu duruma daha fazla dayanamaz. Bir süre, mahalleli sokaktan çekildikten sonra evine dönmeyi dener. O da olmaz. “Onun için korunmanın tek çaresini caminin penceresine sığınmakta” bulur ve orada yatıp kalkmaya devam eder. “Başka türlü, genç, kuvvetli, enerjik bir gencin iffetini koruyabilmesi zahiri şartlar açısından mümkün değildir” diye düşünür. [49] Ne var ki genç imam, bu defa da yukarıda aktardığımız iğrenç saldırıya maruz kalır.
Fethullah Gülen, erotik unsurları ortadan kaldırabilmek için, kadınlara ders verirken sakal bırakmakta ve ders esnasında kadınlara “Ben konuşurken, önünüze bakın, benim yüzüme bakmayın” uyarısında bulunmaktaymış.[50]
Gülen, ayrıca, zina yapan kadınların recm edilmelerini (taşlanarak öldürülmelerini) İslam’ın kabul edilmesi zorunlu olan bir kuralı saymaktadır.[51]
Fethullah Gülen, türban, bir başka deyişle, baş örtüsü konusunda gayet açıktır. Ecevit, Gülen’den söz ederken “türbanda çok ılımlı tavırları var”[52] diyebilmektedir. Buna rağmen, Gülen, “Günümüz dünyası ondaki hikmet harikasını kimbilir ne kadar sonra idrak edecek”[53] demek suretiyle baş örtüsünü, bir tür eşya fetişizminin nesnesi haline getirmektedir. Oysa, İslam, fetişizmin her türlüsünü yıkmayı başlıca hedef saymıştır. “Dervişlik baştadır, taçta değildir” diyen bir inanışın, ilkel Afrika kabilelerine özgü bir anlayışa hapsedilmesini savunmanın, elbette ki İslamiyet açısından da anlaşılabilir bir gerekçesi bulunamaz.
Fethullah Gülen, yalnızca, kadınların örtünmelerini öğütlemekle kalmamakta; erkeklerin de mümkün olduğunca eve kapanmalarını savunmaktadır.
Fethullah Gülen “hanımlar karşısında gençlere şu tavsiyelerde” bulunmaktadır:
a. İşleri biriktirip, dışarı çıkıldığında birkaç işi birden görmek. b. Bir kısım işlerimizi her gün çeşitli sebeplerle dışarı çıkma mecburiyetinde olanlara gördürmek. c. Sokağa yalnız çıkmayıp, bir veya iki kişi ile birlikteçıkmak…[54]
Bu noktada, şu hususları belirlemek zorundayız. Herkesin karşı cinsle ilişkilerinde elbette ki kendisine uygun gördüğü davranış kalıbına bağlı kalması, kendi özel tercihleriyle ilgili bir konudur ve buna kimsenin karışma hakkı olmamalıdır. Ancak, kendi özel tercihlerinden hareketle dinsel kurallar uydurmaya ve toplumsal yaşamı bu kurallar üzerine oturtmaya da kimsenin hakkı olmamalıdır.
Başka bazı ülkelerin çocuklarının, kız erkek demeden, genç yaşta Himalayalar’dan Ekvator’a dek dünyanın dört bir yanını gezerek görerek büyüdükleri bir çağda yaşıyoruz. Böyle bir çağda bizler, Fethullah Gülen’in tavsiyesine uyarak, çocuklarımızı evlere kapatırsak bundan doğacak sonuç ne olur? Ezen, hep onlar olurlar; bizler de ezilen olarak kalırız.
Fethullah Gülen’e Göre Evlilik
Hiç evlenmemiş olan Fethullah Gülen’in bu konudaki kararını, bir arkadaşının rüyasında gördüklerine dayanarak verdiğini görmüş bulunuyoruz. Geçmişte evlilik konusunda beliren ihtimalleri kesin olarak reddetmiş, gerçekleşmesine karşı çıkmıştır. Bu konuda anılarında anlatılan bazı örnekler vardır.
Tekkesine mensubolduğu Rasim Baba ismindeki şeyhin kendisini damat yapmak istemesi söylentisi çıkınca, soğumuş ve bir daha o tekkeye uğramamıştır.[55] Bir başka olayda da Edirne’de kendisine kızlarını vermek isteyen bir aileyi ziyarete ikna ediliyor. “Ancak ben buram buram terledim. Kafamı kaldırıp etrafıma bakamadım, hemen sarfı nazar ettim ve bir daha böyle bir şeye teşebbüs etmeme…” kararı aldım demektedir.[56]
Evlenmeme konusunda gene peygamberlerden örnekler vermektedir. “Peygamberlerden evlenmeyenler var. Mesela bizim bildiğimiz Hz. Mesih ve Hz. Yahya …” diye yazmaktadır.[57] Buna karşın, aynı kitabında “Hz. Süleyman’ın bir gecede 90 küsur hanımla mübaşerette bulunması”nı bir üstünlük göstergesi olarak belirtmekten de geri kalmamıştır.[58] Gülen, evlenmeyi ve çoluk çocuk edinmeyi, İslam’ın uygun gördüğü bir yaşam tarzı veya bu yaşam tarzının bir gereği olarak görmekten ziyade, İslam’dan sonra gelmesi gereken unsurlar olarak görmektedir.
Gülen’e göre, İslam, evlenmenin, çoluk-çocuk edinmenin “önünde yer almalıdır”.[59] Anlaşılıyor ki Gülen’in kafasında İslam’ın, bu tür sorumluluklarla ve uğraşlarla bir arada yaşanması mümkün olmayan veya bunlara alternatif oluşturan bir yeri bulunmaktadır.
Bütün bunlardan sonra, evlilik konusunda Fethullah Gülen tarafından belirlenmiş bulunan ve Said Nursi’nin devamı olan çizginin, ömür boyu bekar kalmayı ilke edinmiş olan katolik rahiplerin yolunu anımsattığı herhalde görmezlikten gelinemez.
Fethullah Gülen’e Göre Bilim ve Akıl
Taassubun bilim ve felsefeyi reddeden geleneksel tutumu, Fethullah Gülen’de bütün ağırlığıyla devam etmektedir. Gülen’e göre, “Bediüzzamanın enfes tespitlerinden biri de; kalbî ve ruhî hayata yelken açmamış kimselerin, aklî ve felsefî meselelerle iştigal etmesinin hem bir hastalık emaresi, hem de hastalık yapan bir virüs olduğu gerçeğidir”. Gülen, bu görüşünü güçlendirmek için, Said Nursi’nin Nur külliyatından “Otuzuncu Söz ve Lemaat”dan şunları aktarmaktadır: “Demek ki manevi hastalıklar insanları aklî ilimlere sevketmekte.. ve akliyat ile iştigal edenler de emrâz-ı kalbiyeye müptelâ olmaktadır”[60] Yani, akıllarını kullanmayı gerektiren bilimsel çalışmalarda bulunanlar, manevi anlamda kalp hastalıklarına yakalanmaktadırlar.
Kuşkusuz, dinle ilgili konular, esas olarak, kalp ve iman alanına girerler. Ancak, hiçbir konu veya uğraş, aklın, mantığın ve muhakemenin tümüyle rafa kaldırılmasına haklılık kazandırmaz.
Fethullah Gülen, “Karşılaştığınız her görüşü Kur’an ve hadîs süzgecinden geçirin. Mutabakat varsa alın. Yoksa temkinli olun” demektedir.[61] Oysa, “yerler gökler ayetlerle doludur” diyen bir dinin, gerçeği bulmanın kaynaklarını böylesine bir çerçeveyle sınırlandırmış olması elbette ki düşünülemez. Eğer öyle olsaydı, İslamiyet açısından, insanın deneyimler kazanması, olgunlaşması için böylesine bir dünyada yaşamak üzere yaratılmasına gerek olmazdı.
Kaldı ki akıl, mantık ve muhakemeden yararlanmaksızın, Kur’an ve hadisleri doğru bir biçimde anlamak da mümkün olamaz.
Nitekim, bu yüzden olacak ki Fethullah Gülen’in de Kuran’ı yorumlamada, İslam’ın tarihinde sayısız örnekleri görülmüş bulunan yüzeysellikten kendisini kurtaramadığını görmekteyiz. Bir örnek vermek gerekirse, Gülen’in, Kuran’da geçen “azabın müjdelenmesi” ifadesinin, “istihkâr ve tehekküm”(aşağılama ve alay) anlamı taşıdığını ileri sürmesini gösterebiliriz. Oysa din felsefesinin özüne herhangi bir yolla birazcık yaklaşmış olan ve akıl, mantık ve muhakemeye sırt çevirmemiş olan herkes bilir ki İslamiyet’e göre “esirgeyen ve bağışlayan” Tanrı, kullarıyla alay etmez ve onları aşağılamaz; zaten onları yaratmış olan odur. Bu ifadede sözü edilen “müjdeleme”nin anlamına, “azap”ın İslami düşünce açısından amacı düşünülmeden varılamaz.
İslamiyet’e göre, her türlü “hayır ve şer” gibi azap da Tanrı’dandır;
Tanrı’nın kullarına azap vermesi daha iyi, daha mükemmel olmalarını sağlamaya yöneliktir; dolayısıyla, azap, onu hak etmiş olanlara, sonunda sevinmelerini gerektirecek kazanımlar sağlayacağı için, müjdelenmesi gereken bir lütuftur.
Fethullah Gülen, çağdaş bilimin ışığında, akıl, mantık ve muhakeme yoluyla çözülmesi gerekli ve mümkün olan pek çok sorunu, geçmişte yaşamış, önemli bulduğu bir kısım dinsel otoritelere atfen aktardığı hükümlerle çözmeye çalışmaktadır. Bunların bazıları şöyle sıralanabilir:
– Diş kalıplarının altından olması, İmam Ebu Hanefi’ye göre mahzurluymuş.[62] – İstimna caiz midir? Yusuf el Kardavi, İmam Ahmed ibn Hanbel, istimna caizdir der. Başka bazıları demiyormuş.[63] – Cünup iken ölen ne olur?[64] – Domuz eti yağı katılmış yağla beslenen balık yenir mi?[65] – Kan aldırmak, sakal bırakmak sünnet mi, değil mi?[66] Halkımızın “ham sofuluk” dediği olgunun gündeme getirdiği bu türden sorunlar ve tartışmalar, asırlar önce, Nasrettin Hoca, Bektaşi, İncili Çavuş fıkralarıyla gerekli yanıtlarını fazlasıyla almış bulunuyorlardı. “Yeni Dünya Düzeni” ile birlikte yeniden kabaran bu tür eğilimler, bilinen bir Nasrettin Hoca fıkrasını anımsamamızı zorunlu kılıyor.
Hoca’ya bir gün sormuşlar: “Helada sakız çiğnemek günah mıdır?” “Bana ne soruyorsun, aklını kullan” dememiş, ama, aynısını daha etkili olacak bir biçimde şöyle ifade etmiş: “Günah değildir, günah olmasına, ama, görenler başka şey sanırlar” demiş.
Fethullah Gülen ve Tarihi Maddeciler
Fethullah Gülen, bütün bunlardan sonra tarihi maddecilere akıl vermeyi de ihmal etmiyor.
“Tabiî hiçbir hâdise ayniyle yaşanmamaktadır. Çünkü hiçbir hadise ayni olarak cereyan etmez. Tarihi maddecilerin bu mevzudaki yanılmalarını hatırlatıp geçelim” diyor.[67]
Ne Marks’ın, ne Engels’in, ne de bir başka tarihsel maddeci filozofun, olayların aynen cereyan ettiği anlamına gelen bir görüş ortaya koyduğunu bilmiyorum. Ancak, Marks’ın Napolyonlarla ilgili olarak söylediği bir sözü bu noktada hatırlamak gerekiyor.
Marks “Tarihte her şey iki defa cereyan eder, birincisi trajedi, ikincisi komedi olarak” demiştir. Bu tespit, Nurculuğun iki dönemi (Nursi dönemi, Gülen dönemi) bakımından da yanlış görünmüyor.
Kendince Bir Din
Fethullah Gülen, “Yeni Dünya Düzeni” ile ve onun bir parçasını oluşturan neo-liberal anlayışla tümüyle uyum içindedir. Bu yüzden, dinsel kavramlara da bu tutumuna ve yaklaşımına uygun bir anlam ve içerik yüklemektedir.
Örneğin, “Melekler rantabl çalışırlar, daha doğrusu çalıştırılırlar”[68] demektedir.
Bilindiği üzere, “rantabl çalışma” ifadesi, bir mal veya paranın emek verilmeden sağladığı geliri ifade eden rant kavramı ile ilintilidir.
Meleklerin rantabl çalışmasından söz etmek, onların da birer mal veya para gibi görülmesinden başka bir anlama gelmez. Dolayısıyla, işçiyi ve emeği metalaştıran kapitalist anlayış, bu ifadeyle yeni ve çok değişik bir boyuta sıçramış olmaktadır.
Fethullah Gülen, İslam’ın özgün ve geçerli kaynaklarında bulunmayan pek çok kural icat etmiştir. Örneğin, İslam’da kime şehit denileceği bellidir. Gülen, buna bir ilave yapıyor ve diyor ki “Aids virüsü gayri meşru yollar dışında kaza ile kan nakli gibi endirek yollarla bulaşırsa ve insan da bundan ölürse, ŞEHİD olur”.[69]
Bu takdirde, birisi çıkıp “hepatitten difteriden … ölenlere haksızlık olmuyor mu, aids’e niçin ayrıcalık tanınıyor?” derse, buna ne yanıt verilecektir?
Gülen, Deniz Gezmiş’in dinsel törenle gömülmüş olmasını da eleştirmektedir.[70] Oysa, böyle bir eleştirinin de İslam dini açısından geçerli bir dayanağı yoktur.
Gülen, nereden bu sonuca varmışsa “Kahkaha, bir küfür sıfatıdır. Mümin tebessüm eder, kahkaha atmaz”[71] demektedir. Neyse ki Müslümanların pek çoğu bu görüşte değildir ve “Allah gülmekten ayırmasın” duasını dillerinden eksik etmezler. Böyle bir anlayışın benzeri, evine giderken bir şarkı mırıldananı veya mutfağında bir parça reçel bulunduranı, dünya zevklerine kendisini kaptırdığı gerekçesiyle hapsettiren bazı Ortaçağ hıristiyan papazlarının tutumunda görülmüştür.
Fethullah Gülen, bir yerde, “Böyleleri 50 ciltlik kitap yazsalar, ruhi yönden çobandan farksızdır”[72] diye yazmaktadır.
Ecevit’in “Gördüm ki, tasavvuf kültürünü özümsemiş”[73] dediği Gülen, işte bu anlayıştadır. İnsanları ekonomik ve mesleki konumlarına göre, ruhsal açıdan değerlendirmeye tabi tutan böyle bir anlayışın İslam’da yeri olabilir mi? “Yetmiş iki millete hak diyen” İslam tasavvufunda da böyle bir anlayışa yer olamaz. Böyle bir anlayışın, yurttaşların eşitliği temelinde yükselmesi gereken bir Cumhuriyet ideali ile bağdaştırılması da elbette ki mümkün olamaz.
Böyle bir anlayış, olsa olsa, “Tanrı zenginleri sever” diyen Özal’ın anlayışıyla bağdaşır.
Gülen’e göre “Cennete ilk defa alimler, vaizler veya hocalar değil, hak ve hakikati neşr uğruna malını ve canını hak yolunda bezleden esnaf, tüccar (…) girecektir“[74] demektedir. Kimsenin kendi kendisini Cennetin teşrifatçısı veya rezervasyon görevlisi tayin etmeye hakkı olmayacağına göre, Gülen, bu sınıflandırmayı neye göre yapmaktadır.? Gülen’in “malını hak yolunda bezleden”ler kategorisine soktuğu kişilerin başında, herhalde, kendi vakıflarına bağış yapan zenginler gelecektir. Böyle olunca, Ortaçağ’da endüljans denilen belgeler satarak, Cennette yer tahsisi yapan kilise erbabının uygulamalarını anımsamamak elde değildir.
SOL VE HOŞGÖRÜ…
Hoşgörü, Fethullah Gülen’in başında göründüğü hareketin simgesi veya temel sloganı haline getirilmek istenen bir sözcük. Gülen, uzunca bir zamandır, hoşgörü çağrıları yapıyor; hoşgörü ödülleri dağıtıyor. Bu ödülleri alanlar arasında, Cumhurbaşkanı Demirel, Bülent Ecevit… gibi isimler de yer aldı. Bazı basın organlarına yansıdığına göre, Genelkurmay Başkanı Karadayı, bu ödülü kabul etmedi.
Elinizdeki çalışmaya temel oluşturan konferansı verdiğim günün hemen öncesinde Gülen’in güdümündeki Samanyolu televizyonunun akşam programında hoşgörü üzerine konuşan Nevval Sevindi, Berlin duvarının yıkıldığı bir aşamada aramızda mevcut duvarlardan yakınmaktaydı.
Ne var ki Gülen’in hoşgörüsü, kendi kabul ettiği sağla sınırlıdır; solda sıfırdır.
Gülen’in sola karşı hoşgörüsüzlüğü, toplumu solcular ve Müslümanlar olarak ikiye bölmesiyle[1] başlar. Böyle bir bölünmenin önemli bir yan ürünü de Müslümanların solcu olamayacakları gibi yanlış bir varsayımı da içeriyor olmasıdır.
Özellikle bir din adamı bakımından kabul edilmesi olanaksız bir tutumla, toplumu iki ayrı cephe halinde görür. O kadar ki halkımızın bağrından çıkarıp yetiştirdiği büyük filozof ve eylem adamı Şeyh Bedrettin Simavneli’den “karşı cephenin içimizdeki bir adamı olduğu söylenir”[2] diye söz etmektedir.
Fethullah Gülen, Deniz Gezmiş’ten söz ederken de “öldürülüyor. Ama sonra da dini merasimle gömülüyor. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu”[3] diyor. Aynı kitabın bir başka sahifesinde hoşgörü edebiyatını sürdürmekte ve “kalplerimiz her türlü düşmanlığa kapalı olmalıdır[4]” demekten de geri kalmamaktadır. Bu durumda asıl kendisine sormak gerekir: Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu!
Fethullah Gülen, sık sık, bir sineği bile ezemeyecek karakterde olduğunu açıklar. Ne var ki bu duyguları, solcular söz konusu olduğunda kaybolur. Sola karşı şiddet kullanmakla ün yapmış bir arkadaşından bahsederken, bir din adamına asla yakışmayan bir dil kullanmakta sakınca görmez. Gülen, “Halil Kol adındaki ülkücü arkadaş beş-on komünistin arasına girip hepsinin hakkından gelecek kadar bileği ve yüreği olan biriymiş” derken, Sedat Bucak’ın Çatlı’yı övmesini anımsatır.[5]
Fethullah Gülen, yurdun bazı köşelerinde kurdurduğu kampların faaliyetinin askeri yöntemlere dayalı olduğunu, hiç bir kuşkuya yer bırakmayacak ölçüde açık bir dille kendisi ifade etmektedir. Demektedir ki “kamplarda askeriyenin disiplini, tekkenin edebi, medresenin ilmi bütünleşiyor…Komünizmin gemi azıya aldığı bir dönemde ona karşı, hem de böyle nizami bir mücadele, geleceğin milliyetçi ve maneviyatçı tarihçilerini derin derin düşündürecektir”.[6]
Ülkede “nizami bir mücadele” ile karşı konulması gereken bir tehlike varsa, bunun için Cumhuriyetin kendisinin meşru ve nizami ordusu vardır. Öte yandan, neye karşı “nizami mücadele” gereklidir sorusunun yanıtını vermek Fethullah Gülen’in yetkisinde değildir. Ayrıca, mevcut meşru ve nizami ordunun dışındaki bir “nizami mücadele”nin ne gibi bir komuta kademesinden emir alacağı da açıklanmış değildir.
Fethullah Gülen, 12 Martta sola karşı yapılanların tümünden hoşnutluk duyduğunu gizlememektedir. Gülen’e göre “Solun liderliğine soyunanların bir çoğu müstehak oldukları için, Müslümanlardan birçoğu da sırf denge için tutuklanmış ve gözaltına alınmışlardı.”[7] Gülen’in tutuklanmayı hak ettiklerini ifade ettiği isimler arasında Aksoy, Talas, Alacakaptan, Mumcu ve daha nice yurtsever aydın bulunmaktadır.
Gülen, Doğan Avcıoğlu ve İlhan Selçuk gibi ender yetişen değerlerin işkence gördükleri Ziverbey köşkündeki uygulamaları da onaylamaktadır. “Nitekim, Ziverbey soruşturmasında hepsinin maskesi düşmüş ve menfur düşünceleri bir bir ortaya çıkmıştır” demektedir.[8]
Gülen 12 Mart ile ilgili bu görüşlerini 6 Nisan 1998 tarihinde Samanyolu televizyonunda yayınlanan söyleşisinde de tekrarlamıştır. Üstelik, Gülen’in, televizyonda anlattıklarına göre, 12 Martta kendisi hakkında tutuklama kararı veren yargıçla daha sonra bir akşam yemeğinde karşılaşmışlar. Yargıç, kendisine, o kadar o taraftan aldık; biraz da sizden almışsak çok mu demiştir. Gülen, bu açıklama ile ilgili tepkisini, “bir dengeleme yapmışlarsa helal olsun milletime!” diyerek ortaya koymuştur.
Görülüyor ki, Ecevit’in iddiasının aksine, Gülen bu konuda da değişmiş değildir.
12 Mart, Ecevit’in politik yaşamında önemli bir tarih oluşturur. Ecevit, o dönemde İsmet Paşa ile ters düşmek pahasına 12 Marta karşı çıkmıştı; şimdi ise 12 Martı onaylayan Fethullah Gülen’i, değişmiş olduğunu ileri sürerek savunmakta, onun elinden “hoşgörü” ödülleri almaktadır.[9] Bu durumda, açıkça görülüyor ki değişen, Gülen değil; Ecevit’tir.
İşin bir diğer ilginç yanı da Ecevit’in, Fethullah Gülen konusundaki bu tavrı karşısında, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın da tek bir açıklama yapmamış; adeta ağzını bıçak açmamış olmasıdır. Ecevit’in Gülen’i savunduğu günlerde, Baykal’ın da, ünlü Moon tarikatının davetlisi olarak Amerika’ya gitmiş ve orada konferans vermiş olduğu, resmen açıklanmamış olmakla birlikte, basına yansımıştır.
Moon tarikatı, “Ilımlı İslam”ın Budist versiyonu gibidir ve geniş bir uluslararası destekle çeşitli ülkelerde yoğun bir etkinlik göstermektedir. Fethullah Gülen’in, Türkiye’de Moon tarikatına yakınlığıyla tanınan Kasım Gülek’in cenaze namazını bizzat kıldırma özenini göstermesi, Aydınlık dergisi başta olmak üzere, kamuoyunun değişik kesimlerinde belli bazı ilişkilerin göstergesi olarak yorumlanmıştır.
Kuşkusuz, bütün bunlar, bazı politikacıların Fethullah Gülen konusunda çekinmelerini gerektiren bir durum bulunduğu olasılığını akla getirmiştir. Böyle bir olasılık, Gülen’in şu sözleri üzerinde düşünmeyi gerektiriyor: “İstesek biz de cinlerle meşgul olabilir ve onları bazılarının üzerine salar, hatta akılları ile de oynayabiliriz”[10] demektedir.
Eğer, Gülen’i bir kısım politikacılar üzerinde böylesine etkin kılan, cinlerden duyulan korku ise; bu cinlerin alelade türden cinler olmayıp; “Yeni Dünya Düzeni”ne özgü ve bu düzenin üzerine kanat germiş cinler olması gerekir.
Atatürk
Fethullah Gülen’in “tedbir” ve “aksiyonda zamanlama” konusunda en çok özen gösterdiği konunun Atatürk olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle, son zamanlarda değişik vesilelerle, Atatürk’e karşı hiç söz söyletmediğini ifade etmiş ve “Atatürk’ün, Türkiye’nin başına gelmiş idari ve askeri deha” olduğu yolundaki açıklamaları basına yansımıştır.
Gülen’in, son zamanlarda yayınlanan kitaplarında Atatürk’e doğrudan doğruya değinmeme yolunu yeğlediği görülüyor. Ne var ki, neredeyse, ne kadar Atatürk düşmanı varsa veya Atatürk’ün karşı olduğu ne varsa, onlardan yana olduğunu da gizlemiyor.
Cumhuriyet döneminin en önde gelen Atatürk düşmanlarından Said Nursi’nin sadık izleyicisi olduğunu ve ona karşı derin hayranlık duygularıyla dolu olduğunu görmüş bulunuyoruz. Önde gelen anti-Kemalistlerden Necip Fazıl hakkında da çok olumlu bir tavrı vardır; o da hayran olduğu kişilerdendir.[11]
Gülen’in anlattığına göre, Necip Fazıl, bir konferansında “Kabakçı Mustafa, Mustafa Reşid, Alemdar Mustafa..ve daha ne Mustafalar” der demez “millet ne anladıysa salon alkış tufanına boğulmuş”. Bunu yazıyor, takıyye yapmam demesine karşın, “tedbir”i elden bırakmadığı için hemen ardından ekliyor: “Ama bilmem ki bu ne ifade ederdi?” diyor.[12] Böylece, Necip Fazıl’ın Atatürk’le ilgili tavrına katılmamış olduğunu göstermiş oluyor. Bu gibi taktiklerinde bir hayli başarılı olmuş olacak ki Ecevit’in bile savunmanlığından yararlanabiliyor; Ecevit, Fethullahçıların “laik cumhuriyete yatkın bir cemaat” olduklarını savunuyor.[13]
Fethullah Gülen, Osmanlı’ya hayrandır; Osmanlı’da yetişenlerin “mükemmel ferd” oldukları görüşündedir.[14] İstanbul’un İslam aleminin merkezi olması özlemini ifade eder.[15]
Gülen, yazdıklarında Atatürk’ten hemen hiç bahsetmezken, Abdülhamit’i övmek için bir hayli zorlanmaktadır. Abdüllhamit’ in, kendi başkentinde, kendi Peygamberine hakaretler içeren bir piyesi yasaklatabilmiş olmasını görülmemiş bir kahramanlık gibi göstermeye kalkışacak kadar ölçüyü kaçırmıştır. Abdülhamit’in Batılı devletlerin kuklası durumuna düştüğünü unutmakta; Fransızlara “aslanlar gibi kükreyerek” Peygamber hakkındaki bir piyesin İstanbul’da oynanmasını engellediğini anlatmaktadır.[16]
Gülen’e göre, Osmanlının yıkılışını, “Cennetmekan Sultan II. Abdülhamid han” geciktirmiştir;[17] ve Abdülhamit “dört başı mamur” bir idarecidir.[18]
Vahdettin’e gelince, “ ‘yalan söyleyen tarih’e kanıp o vatan haini ilan edilmemelidir” diye yazmaktadır.[19] Bilindiği üzere, Vahdettin’in ne olduğu Nutuk’ta da anlatılır.
Gülen’in Atatürk dönemini “boş dönemler” olarak gördüğünü, kendisine özgü ifade tarzından çıkarabiliyoruz. Babasını anlatırken “doğum tarihi 1905 olduğuna göre, o boş dönemleri idrak etmiş ve boş dönemlerde yetişmiş” diye yazmaktadır.[20] Gülen’e göre Atatürk dönemi “Hiç kimsenin dini hakikatler adına bir şey söylemeye cesaret edemediği en kâbuslu dönemler”e dahildir.[21] Gülen ileri sürmektedir ki “o dönemler Kuran öğrenmenin ve öğretmenin yasak olduğu”[22] dönemlerdir. Oysa, Atatürk’ün Kuran’ın öğrenilmesini sağlamak amacıyla Türkçeleştirilmesi için büyük çaba gösterdiği; ayrıca, dine karşı bir tavır almadığı, ancak, din adamı kisvesine bürünmüş vatan hainleri ile de mücadele ettiği açık bir tarihsel gerçektir.[23]
Fethullah Gülen, Kemalizm karşıtlığını onu çağrıştıran olgular ve simgeler karşısında da ortaya koymaktadır. Örneğin, Cumhuriyet ordusunun siperlikli şapkasına karşı derin bir tepki içindedir; buna karşılık, Amerikanvari keplere karşı sempatisi vardır. Bu tavrını, ilk gördüğü, Amerikanvari kep takmış asker olan Ebu Talib ile karşılaştığı zaman içinde kabaran duyguları açıklarken şöyle ortaya koymaktadır:
“Fakat yeni yeni sipersiz Amerikanvari kepler de vardı. Ben sebebini bilmediğim bir çağrışımla bu sipersiz keplere daha bir sempati duyuyordum… Ebu Talib’i görmüş olmanın mutluluğunu yaşıyorum… bu askere hayran hayran bakıyorum. Çünkü onun başındaki kepki ben onu bere olarak düşünüyorum bütün diğer siperli kep giyenlere karşı bir baş kaldırışın ifadesidir.”[24]
Gülen’in Kemalizm karşısındaki duyguları, Kemalizm’in günümüzdeki uzantıları olarak gördüğü için olacak, günümüzün paşalarını da kapsamına alan bir tavra dönüşmüşür. Gülen’e göre, günümüzün paşaları, padişahtan da ve Abdülhamid’in paşalarından da daha fazla lüks içindedirler.[25]
Said Nursi’nin Atatürk’e, kimilerince ahır zamanda ortaya çıkacağına inanılan, fitne ve fesadın başı olan kişi anlamına gelen “Deccal” sıfatını yakıştırdığını görmüş bulunuyoruz. Ayrıca, Gülen’in okullarında yetiştikten sonra ifşaatta bulunan iki öğrencinin açıklamalarından öğreniyoruz ki Fethullah cemaatinde Cumhuriyet’in adı “kefere düzeni”, Atatürk’ün adı ise “Deccal”dir.[26]
Acaba, bu konuda, Fethullah Gülen’in kendisi ne demektedir? Bu konuya ilişkin olarak kendi anlattığı bir anısını aktarmakla yetineceğiz.
Gülen, askerliği sırasında Erzurum’a gider. Komünizmle Mücadele Derneği’ne destek olur. “Deccal” de mücadele konuları içindedir. Şimdi Fethullah’ı dinleyelim:
“Bir de ‘deccal’i anlatacağım diye, Ramazan’ın sonuna kadar anons ettim. Cemaat hergün pür heyecan beni dinliyordu. Ben ise mevzuyu son gün anlatmayı düşünüyordum. Mahkum edilmekten korkum yoktu. Ancak Ramazan’ın ilk gününde hapishaneye girersem vaaz edemem düşüncesiyle Deccal hakkındaki vaazı son güne bırakmıştım.(…) Deccal hakkında ne biliyorsam anlattım. Cami miting meydanına dönmüştü(…) Meğer istihbarat erkenden gelip kürsünün etrafını almış ve belki de konuşmaları kaydetmişler… Sonradan öğrendim ki Deccal ile ilgili konuşmamdan sonra , emniyet yetkililerinin bir kısmı benim tutuklanmamı istemiş; ancak(…) sonradan vazgeçmişler.”[27]
Misyon
Cumhuriyet, Kemalizm’in en büyük eseridir ve diğer tüm kazanımlarının bileşkesidir.
Kemalizm, tarihi boyunca sürekli olarak ve değişik türden saldırılarla karşı karşıya kalmıştır. Ancak, özellikle iki önemli dönüm noktasında bu saldırıların yoğunlaştığı görülmüştür.
Bunlardan birincisi, Cumhuriyetin kuruluşu aşamasında görülmüştür. Kemalizm’i bu mücadelesinde başarısızlığa uğratmak için yedi düvel ayağa kalkmıştır.
Kemalizm’e yönelik ikinci büyük saldırı da içinde bulunduğumuz tarih aşamasında ortaya çıkmış bulunuyor. Uluslararası sermaye, 70’li yıllardan bu yana derinleşerek sürmekte olan bunalımını aşmak amacıyla, dünya üzerindeki egemenliğini görülmemiş boyutlarda artırmakta ısrarlıdır. Bu emelini gerçekleştirmek, dünyayı kendi egemenliğinde bir küresel köy haline getirebilmek için önüne çıkan tüm engelleri yıkmak gereğini duymaktadır. Bu nedenledir ki ulusal devlet ve onunla birlikte, ülkemizin somut gerçekleri çerçevesinde ulusal devletin temelini oluşturan Kemalizm, ağır saldırılara uğratılmaktadır. Kısacası, Kemalizm, Cumhuriyetin kuruluşu aşamasında en büyük sınavlarından birini vermiştir; Şimdi de içinde yaşadığımız “Yeni Dünya Düzeni” aşamasında Cumhuriyeti yıkılmaktan kurtarabilmek için, bir büyük sınav daha vermek zorundadır.
Kemalizm’e yönelik saldırılar, her dönemde din kisvesine bürünmüş unsurların önemli desteğini görmüştür. Bu çerçevede, Nurculuğun çok özel ve belirleyici bir rolü olduğunu görüyoruz. Said Nursi’nin kendisi, Nurculuğun bu rolünü “Mustafa Kemal’e karşı Nurun tokadı”[28] ile karşı çıkmak olarak belirlemektedir.
Kemalizm’e yönelik saldırıların yoğunlaştığı Cumhuriyetin kuruluş yıllarına tekabül eden, işaret ettiğimiz birinci aşamada, Nurculuğun kurucusu ve temsilcisi olarak Said Nursi sahnededir. İçinde bulunduğumuz “Yeni Dünya Düzeni” aşamasında ise, Nurculuğun “Ilımlı İslam” rolüne soyundurulmuş olan kanadının temsilcisi olarak Fethullah Gülen’i görmekteyiz.
Kuşkusuz, Nurculuğun misyonu, bu iki dönem arasında da devamlılık göstermiştir. Bu noktada, özellikle, Said Nursi’nin DP iktidarına sağladığı desteği unutmamak gerekir. Nurculuk, DP’nin iktidarını sağlamada yararlandığı din sömürüsünün belirleyici bir unsurunu oluşturmuştur. Bu sayededir ki ezanın Arapça okunmasına dönülmüş… ve DP iktidarı döneminde Türkiye, dış politikada tam bağımsızlıkçı Kemalist çizgiden Batı’nın yörüngesine hızla sürüklenmiştir.
“Ilımlı İslam”ın Ilımlılığı
Fethullah Gülen, Kemalizm’in karşısındadır. Kemalizm’in başta gelen kazanımlarını oluşturan bağımsızlık, kadın hakları gibi konularda, ayrıca rüya ve keramet gibi konularda Kemalizm ile bağdaştırılması olanaksız bir tavır içindedir. Ancak, Gülen, Kemalizm karşıtı her akımla da uyum içinde değildir.
Fethullah Gülen, Refah çizgisiyle hiç bir zaman uyum içinde olmamıştır. Gülen, bir televizyon söyleşisinde bu durumu romantik bir falcı üslubuyla şöyle açıklamaktadır:
“Kalpten kalbe giden yol tıkalı. Aramızda bir ruh uyuşmazlığı var. Bu ruh uyuşmazlığı siyaseti de etkiliyor.”[29]
Öte yandan, Ecevit’in belirlemelerine göre, Gülen, “İran’daki köktendinci akıma kesinlikle karşı, Vahabiliğe yani Suudi Arabistan anlayışına çok soğuk bakıyor”.[30]
Ancak, Fethullah Gülen’in ılımlı bir yaklaşım gösterdiği, hoşgörüyle baktığı ve hatta tam bir güven ve teslimiyet duyguları beslediği güçler de vardır.
Gülen, İsrail ve Yahudiler hakkında, geleneksel İslam fanatizminden çok farklı bir tutum sergilemektedir. Gülen’e göre “Böyle bir kavmin -yani Yahudilerin- yaratılış sebebi insanlığın terakkisine zemberek olmak içindir.”[31]
Gülen, Kudüs’ün İsrail’in elinde bulunmasını meşru kılacak ilginç bir dinsel gerekçe de bulmuştur: “Yahudiler, Kur’an’ın beyanına göre kıyamete kadar zillet ve meskenet içinde olacaklardır. Şu kadar ki ilgili ayetin devamında belirtildiği gibi bu zillet ve meskenet, insanların ve Allah’ın himayesinde olmamalarına bağlıdır. Yani Yahudiler Filistin’e maddi çıkarları uğruna değil de, Beni İsrail’e ait peygamberlerin eserlerine sahip çıkma adına girdikleri için çok çabuk tokat yemeyebilir… Bediüzzaman da Kudüs’ün Yahudilerin elinde olmasına bu zaviyeden bir açıklık getirmişlerdir.”[32]
Öte yandan, Fethullah Gülen’in ABD’ye güveni ve hayranlığı tamdır. Bu tavrın kanıtı, Amerikanvari kep takan askere duyduğu hayranlıktan ibaret değildir. Küçük Dünyam isimli söyleşi kitabına konulan bir kaç fotoğraftan birisi, Gülen’i bir binanın önünden adeta tavaf edercesine geçerken göstermektedir. Bu bina Kâbe değil; Beyaz Saray’dır. Ancak, Gülen’in bu konuda bundan çok daha açık mesajları vardır.
Gülen, 4 Eylül 1997 tarihli Zaman gazetesinde yaptığı açıklamada bakın ne diyor:
“Bu manada inanmış bir insanın Batı karşısında, Amerika’yla entegrasyon karşısında olması katiyyen düşünülemez.”[33]
Mevcut koşullarda Amerika’yla entegrasyonun, Mütareke yıllarında Amerikan mandası isteyenlerin özlemlerini hortlatmaktan başka bir anlamı olamaz. Bundan sağlayacağımız yararın da, Kızılderililerin Amerikalılardan sağladığı yarardan farklı olacağının hiç bir güvencesi yoktur.
Bütün bunlardan sonra, Fethullahçılığa niçin “Ilımlı İslam” denilmekte olduğunun nedeni de ortaya çıkmaktadır.
“Ilımlı İslam”ın ılımlılığı, gerçekte, her biri İslam’dan belli bir anlamda sapma özelliği taşıyan diğer dinci fanatik akımlardan farklı oluşundan kaynaklanmamaktadır. “Ilımlı İslam”ın, ülkemizdeki bu tür akımların ortak özelliğini oluşturan, kadını bir günah yumağı sayma, Kemalizm’e karşı olma türünden geleneksel eğilimleri aynen korumakta olduğunu; bu konularda herhangi bir ılımlılık taşımadığını, daha önce görmüş bulunuyoruz.
Burada ise görmüş bulunuyoruz ki “Ilımlı İslam”ın ılımlılığı, yeryüzünün egemenleri karşısındaki uyumlu tavrında yansımaktadır; bu tavır, Amerika söz konusu olduğunda tam bir teslimiyete dönüşmektedir.
Kimin Okulları?
Fethullah Gülen’in açıklamaları içinde, doğruluğunu tartışmasız kabul etmemiz gereken bir tanesi var. Bunu, 6 Nisan 1998 tarihinde Samanyolu’nda yayınlanan söyleşisinde de tekrarlamıştır. Gülen, yurt içine ve yurt dışına yayılmış muazzam bir okul ve yurt ağının kendisiyle bir bağlantısı olmadığını ısrarla vurgulamaktadır. Gerçekten de evlenme veya sakal bırakmama kararını bile rüyalarına göre veren bir kimsenin böylesine dev boyutlu bir organizasyonu ve finansmanı sağlaması ve yürütmesi akıl alacak şey değildir.
Fethullahçı olarak bilinen, yurt içinde, 103 okul, 460 dershane, 500 yurt; Orta Asya cumhuriyetlerinde 126 lise. Azerbaycan, Moğolistan, Gürcistan, Kazakistan , Dağıstan ve Türkmenistan’da birer üniversite bulunmaktadır. Ayrıca, dünyanın başka bölgelerinde (Kanada, Uzakdoğu, Orta Asya cumhuriyetleri, Batı Avrupa, Almanya…), oralara uygun stratejiler izlemektedirler[34] Besbelli ki uluslararası boyutlu ve kendi amaçları bakımından son derece başarılı bir girişimle karşı karşıya bulunmaktayız.
Fethullahçı olarak bilinen okulların gördüğü yardım ve desteğin çok geniş ve değişik boyutlu olduğu anlaşılıyor. Türk hükümeti ve özellikle dışişlerine bağlı bazı kurumlar, bu okulların yardımındadır. İçerideki bazı zenginlerin sağladığı destekten daima övgüyle bahsedilmektedir. Zengin işadamlarının desteği yalnızca parasal değildir. Başka türlü yardımları da olabilmektedir. Örneğin, “Moskova’daki Türk Lisesi’nin iznini Musevi işadamı Üzeyir Garih” çıkarmıştır.[35]
Tüm bu yardımları asıl yönlendirenin ve değerlendirenin hangi güç olduğu sorusunun yanıtını bulmak ise kolay değildir.
Öyle görünüyor ki “başkasının taşıyla, başkasının kuşunu vurma”nın çok ustaca kotarılmış örneklerinden birine tanık olmaktayız. Gülen’in buradaki fonksiyonu ise esas olarak vitrin göreviyle sınırlıdır ve bu görevini başarıyla sürdürmektedir. Perde gerisinde faaliyet gösterenler ise başkalarıdır. Kısacası, bu işin uzmanlarının kullandıkları deyimle, başarılı bir “covert action” (örtülü eylem) söz konusudur.
Nitekim, Aydınlık’ın belirlemelerine göre “Özbekistan’daki Fethullahçı 18 okulun yöneticisi, dönemin Milli Eğitim Bakanı Sağlam ve MİT yetkililerinin de bulunduğu toplantıda, Amerika’nın bu ülkeye diplomatik pasaportlu 70 öğretmen gönderdiğini” ve “Fethullahçıların bu CIA ajanlarını ‘İngilizce öğretmeni’ olarak barındırdığını” açıklamışlardır.[36]
Gene Aydınlık’ın daha yakın tarihlerde verdiği bir habere göre ise yurt dışında “Fethullahçı” olarak bilinen okullarda, yalnızca devlet görevlilerine verilen resmi pasaport sahibi ABD’li öğretmenlerin sayısı 3 bine ulaşmıştır.[37]
Gülen’e göre, “Yurtdışında açılan okullar bir zamanlar Batı’nın yaptığı gibi, misyoner görevi görmektedir”.[38] Bu bir yönüyle doğrudur. Ancak, misyoner görevini sürdürenlerin, gene başkaları olduğunu bilmek zorundayız.
Kuşkusuz, burada söz konusu olan misyon, eskiden görüldüğü türde bir haçlı misyonu değil; neo-liberal dogmalara dayalı yeni bir tür küresel totalitarizmi kurma ve sürdürme bakımından gerekli olan misyondur.
Uluslararası güçler, egemenliklerini sürdürmek bakımından din sömürüsünden ilk defa yararlanmıyorlar. Geçmişte, ülkemizdeki Amerikan kolejlerinde görüldüğü üzere, bunun sayısız örnekleri vardır. (Kuşkusuz, bu kolejlerden, asıl gözetilmeyen bir yan ürün olarak ülkemiz bakımından yararlı çok değerli aydınlar da yetişmiştir. Ancak, asıl amacın bu olduğu herhalde söylenemez. Bu okulların, geçmişte, yeri geldiğinde Ermeni isyanı gibi eylemlerde bir üs olarak kullanıldıkları bile görülmüştür.)
Fethullahçı okullar, daha ince bir stratejinin eseridir. Bu okullarda örtü olarak kullanılan, geçmişte olduğu gibi Hıristiyan dini değildir. Doğrudan doğruya, faaliyet gösterilen ülkenin dininden yararlanılmak istenmiştir. Bu açıdan, İslam dini bozulmamış haliyle pek elverişli görülmemiş olacak ki “Ilımlı İslam” icat edilmiştir.
Papa’yı Ziyaret
Fethullah Gülen, bu yıl, Şubat ayının ilk yarısında Roma’ya uçtu, Papa ile görüştü. Gülen’in bu ziyaretinde kendisini, Türkiye’nin Vatikan’daki Büyükelçisi karşıladı; akşam yemeğinde ağırladı. Dışişlerinin tepesinde DSP’li bir bakanın bulunduğu nazara alınacak olursa, Vatikan’daki Büyükelçinin bu ilgisini de Ecevit’in Gülen’e yönelik desteğinin önemli bir halkası olarak yorumlamak yanlış olmaz.
Bu ziyaret ve görüşme, iç ve dış basında geniş yer buldu. Fethullah Gülen’in, Papa’nın, Patrik’in veya Hahambaşı’nın İslami versiyonu niteliğindeki bir konuma pompalandığı izlenimi çok insanın zihninde uyandı.
Besbelli ki İslam’da ruhban sınıfının ve bir dinsel liderlik kurumunun olmayışı, bazılarının işini zorlaştırmaktadır. Ülkedeki tüm Müslümanların bağlı oldukları bir kişi olsa, o bir kişiyi avucunun içine alan bir gücün, tüm ülkeye ve hatta dolaylı olarak başka bazı ülkelere hükmetmesi, çok daha kolay bir yolla sağlanmış olabilirdi. Doğrusu, “hocaefendilik” makamı, bu iş için biçilmiş bir kaftan gibi görünmektedir.
Kimilerinin, Gülen’in gerek Papa ile gerekse Patrik Bartholomeos ile ilişkileri çerçevesinde yüklenmiş olduğu bu rolden büyük bir hoşnutluk duydukları anlaşılmaktadır. Ünlü CIA görevlisi Graham Fuller, Zaman gazetesinde, bu konuda kendisine yöneltilen bir soruyu yanıtlarken Gülen hakkında çok övücü bir dil kullanmıştır. Fuller’e göre, “Batı, Fethullah Gülen gibi örnekleri görünce çok umutlanıyor. Çünkü Gülen, modern devlet ve toplumda İslam’ın nasıl bir rol oynaması konusunda geniş bir vizyonu temsil ediyor”.[39]
Bu nedenledir ki Gülen’in Papa’yı ziyaretinin, herhangi bir kişinin ziyaretinin çok ötesinde anlamları bulunmaktadır. Bu ziyaretin gerçekleşmesi için gösterilmiş olan çabalar da bu yüzden, olağanüstü düzeyde ve boyutta olmuştur.
Gülen’in Papa ile buluşmasında baş rolü, ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi Morton Abromowitz oynamıştır. Gülen, 8 Şubat Pazar günü Vatikan’a hareketinden önce yaptığı açıklamada “Bir kaç ay önce Abromowitz cenaplarının yardımıyla bu buluşma gerçekleşti” demiştir.
Aydınlık’a göre “ABD eski Savunma Bakan Yardımcısı, ‘Karanlıklar Prensi’ Richard Perle, FBI ve MOSSAD’ın paravan örgütü Ayrımcılıkla Mücadele Birliği(Anti-Defamation League/ADL) ve Moon tarikatı bu buluşmayı kotaranlar arasındaydı”.
Milliyet gazetesi Washington muhabiri Yasemin Çongar’ın 31 Ağustos 1997 tarihli haberinden anlaşıldığına göre “Gülen’i, Washington yakınında geçirdiği günlerde bazı Amerikalı diplomat ve akademisyenler ziyaret” etmiştir; Gülen’in kendisi Morton Abromowitz ile görüşmesini anlatırken “müşterek dostumuz Kasım Gülek Bey vasıtasıyla onu tanıyordum. Toplum hadiselerinin sebepleri ve sonuçları üzerinde konuştuk. Daha sonra teşekkür mektubu yazdı” demektedir; ayrıca “Gülen, Abromowitz’e Ortadoğu ve Türkiye konusunda yazdığı kitap için yardım etme sözü vermiştir”.[40]
Ecevit’in Takdirleri
Ecevit, Fethullah Gülen konusunda oldukça iyimser ve olumlu düşünceler taşımakta. Bunların bir kısmına, buraya kadar yeri geldikçe değinmiş bulunuyoruz. Ancak, Ecevit’in Gülen ile ilgili takdirlerine temel oluşturan bir tespiti daha var ki onun ayrıca ele alınması gerekir.
Ecevit’e göre, Fethullahçı denilen kurumlar eliyle gerçekleştirilen “Bu gayret olmasaydı, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ve özellikle Azerbaycan, İran’daki köktendinci rejimin nüfuzuna, Suudi Arabistan’ın etkisine girebilirdi”.[41]
Fethullahçı denilen kurumlar, kuşku yok ki sözü edilen ülkelerde hızlı bir büyüme göstermişler ve yoğun bir etkinlik içindedirler. Ne olursa olsun, bu ülkelerin İran veya Suudi Arabistan kaynaklı gerici akımların etkisine girmemiş olmalarının nedenini, Fethullahçıların “gayret”i ile açıklamak, biraz fazla taraflı bir tavrın ifadesi olmaktadır.
Böyle bir açıklamada gerçekçi bir yan bulabilmek için, sözü edilen ülkelerde, daha önceden, dış kaynaklı din sömürüsüne karşı durmalarını mümkün kılacak, sağlıklı hiç bir kültürel birikimin bulunmadığı varsayımından yola çıkmış olmak gerekir. Oysa unutmamak gerekir ki bu ülkeler, yıllarca, bütün çarpıklığına rağmen, daha önceki rejimin lâik ve Marksist kültürel politikasının etki alanı içinde bulunmuşlardır.
Ayrıca, bu ülkelerin her biri, kendilerine özgü ve canlılığını korumakta olan zengin bir kültürel ve sanatsal birikime sahiptirler. Bu ülkelerin ortak değerleri arasında yer alan Ahmet Yesevi, laikliğe temel oluşturabilecek güçlü bir miras bırakmıştır.
Üstelik, bu ülkeler üzerinde Atatürk’ün de azımsanmayacak etkileri vardır. O kadar ki bu ülkeler, bizim bazı politikacılarımıza Atatürkçülük dersi verebilecek kadar Atatürk’ü özümsemiş devlet adamlarına sahiptirler.
Kazakistan Başbakanı Akejan Kajgeldin, ülkemizi ziyaretinde onuruna verilen yemekte, Başbakan Erbakan’ın Yesevi’yi övmesi üzerine, şu açıklamalarda bulunmak gereğini duymuştur:
“Eskiden Hoca Ahmet Yesevi varsa, şimdi de Mustafa Kemal Atatürk var. Atatürk büyük bir devlet adamı olarak demokrasinin yolunu tuttu. Biz de O’nun yolunu tutmalıyız.”[42]
Öte yandan, bir ozan olarak Ecevit’in bilmesi gerekir ki söz konusu ülkeler arasında, işaret ettiğimiz açılardan, Azerbaycan’ın eksik kalan bir yanı yoktur; tam tersine, “özellikle Azerbaycan”, yetiştirdiği Fuzuli gibi, Sâbir… gibi, dinsel bağnazlığa karşı etkin bir panzehir oluşturabilecek erişilmez kültürel ve sanatsal değerlere sahiptir.
Fethullah’ın bütün bunlar arasındaki yeri, devler ülkesindeki Gulliver’den farksızdır.
Tüm bu gerçeklere karşın, söz konusu ülkelerde, tarihin değişik dönemlerinden süzülüp gelen değişik kültürel değerlerin, İran ve Suudi etkisi karşısındaki önemini görmezlikten gelen ve bu konuda her şeyi Fethullahçıların son bir kaç yıldaki belli bir yaş grubuna yönelik “gayret”ine bağlayan bir değerlendirmenin, anlaşılır bir yanı bulunmamaktadır.
Time dergisi, İran’daki rejim değişikliğine rağmen, hala Amerika’yı “büyük şeytan” olarak gören İran gizli servis elemanlarıyla Amerikan gizli servis elemanları arasında, Orta Asya’da cereyan eden örtülü bir mücadeleden söz etmektedir.[43] Biz, bu mücadelede taraf olmak zorunda değiliz ve olmamalıyız. “Bir koyup üç almak” umuduyla bulaştırıldığımız Körfez krizinin başımıza neler açtığını vaktinde görebilmiş olan Ecevit’in, şimdi benzer bir konudaki bu tavrı bir hayli şaşırtıcıdır.
Öte yandan, biz ulus olarak, hangi amaçla olursa olsun, dini siyasete alet etme doğrultusundaki hiç bir girişimden herhangi bir yarar gelmeyeceğine, üstelik bunun felaket getireceğine dair sayısız deneyimlere sahip bulunmaktayız. Amerika gerçekten bizim dostumuzsa, onun peşinde gözü kapalı olarak sürüklenmekten başka yapabileceğimiz şeyler olmalıdır. İslamiyet’le oynamanın ateşle oynamaktan farksız olduğunu, ihtiyacı olan herkese anlatmalıyız.
Bu konudaki acı ama öğretici olaylardan biri de, yakın tarihte İran’da yaşanmıştır. İkinci Dünya Savaşı ertesinde İran’da başa geçen sosyal demokrat başbakan Musaddık, Anglo-Amerikan sermayesinin mollaları kışkırtarak siyaset sahnesine çekmesi sayesinde devrilmişti. Bunun sonucunda, fazla sürmedi, rüzgar ekenin fırtına biçeceği bir kere daha görüldü; mollalar, bu defa içlerinden çıkan Humeyni’nin öncülüğünde Amerikancı şah rejimini yıkmakla kalmadılar; görülmemiş ölçüde bağnaz bir anlayışın temsilcileri olarak topluma ve siyasete egemen oldular.
Tarih, bu türden, hiç bir yorum gerektirmeyecek kadar açık derslerle doludur.
Sorular
Elinizdeki çalışmaya temel oluşturan konferansımın bitiminde, izleyicilerin soruları için de zaman ayrıldı. Bu çerçevede, Fethullahçı olduğu anlaşılan izleyicilerden de sorular geldi. Bunlardan bazıları, aynı zamanda kendi görüşlerini de ortaya koydular.
Bunlardan birisi, “5816 Sayılı Kanun hakkında ne düşünüyorsunuz?” gibi bir soru yöneltti. 5816 Sayılı Kanunun “Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun” olduğunu kendisine öğretmişlerdi. Ancak, bu Kanunun Atatürk’e “hakaret etmeyi” ve “sövmeyi” yasakladığını; buna karşılık, Atatürk’ü eleştirmeyi suç sayan hiç bir kanunun bulunmadığını; üstelik, Atatürkçülüğün herhangi bir kişinin,bu arada, bizatihi Atatürk’ün kendisinin tabulaştırılmasına imkan vermeyeceğini bilmiyordu. “Devrimcilik” ilkesini benimsemiş ve “özgürlük benim karakterimdir” anlayışı üzerinde temellenmiş olan bir dünya görüşünün, başka türlü olması elbette ki mümkün olamazdı.
Aynı izleyici, bu sorusuna ek olarak yaptığı açıklamalar çerçevesinde, benim konuşmamda ortaya koyduğum – kendi ifadesiyle- “bu serbestliğin sebebi”ni, ele aldığım kişilerle ilgili olarak 5816 Sayılı Kanunun benzeri bir kanunun bulunmayışına bağladığını ifade etmiştir.
Böylece, birbirine bağlı bir kaç yanlışlığı birden sergilediğinin ve bağlı olduğu anlayışla ilgili bazı vahim itiraflarda bulunduğunun farkında olmadığını ortaya koymuştur.
Her şeyden önce, konuşmamda kimseye ne sövmüş, ne de hakaret etmiş bulunuyorum. Dolayısıyla, konferansımda söylediklerimi, herhangi bir kimse hakkında yürürlüğe konulacak, 5816 sayılı Kanun benzeri bir Kanunla yasaklama imkanı yoktur.
Buna karşılık, kişilere hakaret etmek, sövmek, 5816 sayılı Kanun veya benzeri başka bir kanun olmasa da zaten yasaktır. Yürürlükteki Ceza Kanunu da kime karşı olursa olsun bu tür fiilleri suç sayar. Yalnızca Fethullah’a değil, Fethullah’ın ruhen aşağı saydığını gördüğümüz çobana da hakaret etmek suçtur.
Öte yandan, bu baylar, günün birinde Said Nursi’yi ve Fethullah Gülen’i eleştirmeyi yasaklayan bir kanun çıkarmayı hayal ediyorlarsa, gene yanılıyorlar. Atatürkçülerin, hiç bir zaman gelmeyecek olan öyle bir zamanda bile, bazılarının sebebini anlayamayacakları bir “serbestlikle”, eleştiriden geri kalmayacaklarını bilmelidirler. Çünkü Atatürkçüler takıyye nedir bilmezler. İçinde bulundukları “vaziyetin imkan ve şeraiti” ne olursa olsun, gerekeni yaparlar.
Rüya
Gene Fethullahçı olduğu tahmin edilebilecek bir izleyiciden şu soru geldi (hiç dokunmadan, düzeltmeden aktarıyorum):
“İslama göre peygamberimizin olduğu rüyalar sahihtir. Yani gerçek gibidir. Rüyasında kendisine evlenmemesini söylediğinde bunun gerçek olduğunaher Müslüman inanır. Bunun yalanla ne ilgisi var?”
Herkesin kendisine göre bir Müslümanlık icat etmesinin sonuçlarına dair, dehşet ve ibret verici örneklerden birini daha böylece görmüş oluyoruz.
Kolejli görünümlü, şık giyinimli genç izleyicilerden birisine ait olduğunu sandığım bu yazılı soru, Fethullahçı okulları ziyaret edenler, oralarda “laikliğe aykırı bir öğrenim sistemi bulunmadığını gördüler(…) İrtica bunun neresinde?(…) Bu saygın kuruluşlarda o ülkelere irtica mı taşınmak isteniyor?”[44] diye soran Sayın Ecevit’in dikkatlerine sunulur.
Peygamberi rüyamda gördüm diyen herkesin söylediklerine inanacak olursak, bunun sonu nereye varır? Bu durumda, Peygamberi rüyamda gördüm, seninle evlenmemi istiyor, diyerek Fadime’yi iğfal etmiş olan, sözde tarikat şeyhi Ali Kalkancı, bir bakıma, çok masum kalmaktadır. O, bu yolla bir genç kızı ikna etmiştir; Fethullah Gülen ise bütün bir ulusu iknaya kalkışıyor.
Geri kalmışlığın İntikamı
Sözün sonuna geldiğimiz bu aşamada, ele aldığımız konunun hüzün verici yanlarının ağır bastığını düşünmekteyim.
Ünlü Fransız romancısı ve düşünürü Antoine de St. Exupery, Cezayir’de gördüğü geri kalmışlık manzaraları içinde kendisine en çok çocukların durumunun hüzün verdiğini anlatır. Bir romanında “bunlarda öldürülen Motzart’lara acıyorum” diye yazmaktadır. Çocukların her birinin özünde var olan üstün yeteneklerin, olanaksızlıklar ve çevre koşullarının elverişsizliği dolayısıyla daha doğmadan öleceğinden acı duymaktadır.
Bazen yeteneklerin doğmadan ölmesinden daha acı olan sonuçlar da doğabilir; yetenekler, aşamadıkları engeller yüzünden, ulaşamadıkları gerçek ve doğru mecralarının dışında yanlış yönlerde ve yanlış mecralarda akıp gidebilirler. Bu arada, geçtikleri yerlerde ve yörelerde onarılması güç yıkımlara da neden olabilirler.
Gerek Said Nursi’nin, gerekse Fethullah Gülen’in ender bulunan yeteneklerle donanmış birer çocuk olarak yaşama adım attıklarından kuşku duymuyorum. Her ikisinde de çok belirgin olan, insanları etkileme gücü ve çok derin bir misyon duygusu, kolay bulunabilecek türde ve düzeyde değildir.
Said Nursi’yi düşünelim. Bitlis’in bir köyünde yaşama gözlerini açmış, insanlığın yarısı olan kadınları adeta bir günah kuyusu gibi gören bir terbiye ve ahlak anlayışının cenderesi içinde yetişmiş, kendileri himmete muhtaç bir takım hocaların elinde bazı kırık dökük bilgiler edinmiş ve bu donanımıyla İslam dinini, yeni bir yorumla, toplumun ve insanların hizmetine sunmak gibi bir büyük iddianın peşine takılmıştır.
Bir bakıma, Atatürk de Cumhuriyetin kuruluş yıllarında, Kuran’ı çevirecek, dini safsatadan kurtaracak bir din adamı aramaktadır. Bunun için MehmetAkif’ten yardım ummuş; Kuran’ı ona çevirtmek istemiş; o ise gericilerin baskısıyla Mısır’a kaçmıştır.
Said Nursi, dışarıdan bir bakışla bu boşluğu dolduracak çabalar içinde gibidir, ama, gerçekte bambaşka yerlere savrulmaktan kurtulamamıştır. Sanki ZiyaPaşa’nın deyişiyle “bu terazi bu kadar sıkleti çekmez” sözünü anımsatan bir süreç geçirmiştir.
Nursi’nin başlattığı akım, çok değişik yönlerde ve yerlerde gelişmiş; dünyanın en güzel çiçeğini yetiştirmek umuduyla da olsa, onun ektiği tohumlardan acayip bir bitki ortaya çıkmıştır.
Fethullah Gülen’in dramı da çok farklı değildir. Onun, Pasinler’in bir köyünde başlayan yaşamında, Edirne’de, özellikle kadının toplumdaki yeri bakımından farklı özellikler taşıyan bir ortamla karşılaşmaktan doğan şokun etkileri, daha bariz bir biçimde gözlemlenmektedir.
Gülen ve Nursi, ülkemizin bozuk gelir dağılımı çerçevesinde, geri kalmışlıkta en önde yer alan iki ayrı bölgesinden çıkmış; bütün ülkeyi etkileyecek güce erişmişlerdir.
O bölgeleri, uygarlığın nimetlerinden yararlandırmamış; okulsuz, tiyatrosuz, kütüphanesiz… bırakmış olmanın sonuçlarını yaşıyor gibiyiz. Denilebilir ki Doğu’nun ve Güney Doğu’nun geri kalmışlığı, bağrından çıkardığı bu iki insanın, ülkenin kaderi üzerinde oynadığı rolle bütünlenmektedir. Sanki geri kalmışlık, intikamını almaktadır.
Mısır’daki El Ezher Üniversitesi’nin rektörü: Kara çarşafın İslamla ilgisi yok
KAHİRE – Sünni İslam’ın en önemli enstitüsü olan Mısır’daki El Ezher Üniversitesi’nin rektörü Şeyh Muhammed Said Tantavi, kadının yüzünü ve vücudunun tamamını baştan aşağı örten kara çarşafın İslami inançla bir ilgisi olmadığından yasaklanması için fetva çıkaracaklarını belirtti.
Vatan gazetesinin haberine göre Tantavi, Mısır’ın başkenti Kahire’de bir kız okulunu ziyareti sırasında çarşafla ilgili bir soruyla karşılaşınca, bir kız öğrenciden giydiği çarşafı çıkarmasını istedi. Ancak genç kız da çarşafının dini bir zorunluluk ve inancı olduğunu, çıkaramayacağını söyledi. Bunun üzerine şeyh Tantavi de, çarşafın sadece bir gelenek olduğunu ve Kuran’ı Kerim’le bir alakası olmadığını ifade etti. El Ezher, daha önce de kadınların vücut çizgilerinin belli olmayacağı şartıyla bol pantolon giyebilecekleri fetvasını vermişti.
AP ajansına konuşan el ezher üniversitesi güvenlik görevlileri de kendilerine sözlü olarak bir emir geldiğini, bundan sonra üniversitenin herhangi bir binasına veya üniversitenin alanına, baştan kara çarşaflı genç kızların bundan böyle alınmayacağının söylendiğini belirtti.
Sadece Mısır’da değil, dünyanın dört bir yanındaki Müslüman topluluklarında da olay yaratacak olan olay, Şeyh Tantavi’nin El Ezher Enstitüsü’nün ilk ve orta okullarına domuz gribi ile ilgili yaptığı bir okul gezisi sırasında yaşandı. Tantavi, bir sınıfta bir genç kıza, yüzünü açmasını söyledi. Kız da ” Bu benim inancım gereğidir. Açmam” deyince, sinirlendiği her halinden belli olan Şeyh Tantavi, bağırarak kıza ” Bu tarz örtünmenin yani Nikabın İslam’da yeri yok. Ben İslam dinini senden ve senin ailenden daha iyi biliyorum” dedi.
Olayın arından AP ve Reuters, Şeyh Tantavi’ye ulaşmak için birbirleriyle yarıştı. Ancak Tantavi’ye ulaşılamadı. Ama El Ezher Üniverstiesi Araştırma kurumlarından Şeyh Abdel Maotai Bayumi, AP’ye yaptığı açıklamada ” Biz heop birlikte Nikabın, İslami olmadığını biliyoruz. Taliban kadınları çarşaf giymeye zorluyor. Ve bu iş giderek yayılıyor. Bunu yasaklamanın zamanı geldi” diye konuştu. (Vatan)
ASSOCIATION OF THE CRITICAL READER UND THE BUYING PUBLIC FROM THE MEDIA
Habertürk
Sn.Yiğit Bulut
Yiğit Bulut, Habertürk Genel Yayın Yönetmenidir. Parametre ve Finans Analiz programlarının yapımcısı ve sunucusudur. Ayrıca Gazete Habertürk’te köşe yazarlığı yapmaktadır. Aydın Doğan’ın bacanağı olan eski bakanlardan Namık Kemal Zeybek’in kızı, Kanal D spikerlerinden Şule Bulut ile evlidir.
Yigit Bey,
Asagida Eski Saglik ve Devlet Bakani sayin ‘Rifat Serdaroglu’nun Viyana’ya kadar gelen Türkiye’nin SU ANDA AK PARTI ile durumunu okuyunca sizin bizim gibi okuyuculari ‘BÖYYÜK TÜRKİYE MERKEZI’ icerikli yazilariniz ile kandirdiniginizi yavas, yavas düsünmeye basladik.. Cok sinsice Hükümete yalalik yapıiyorsunuz. İsim geregi IMF-Dünya Bankasi toplantilari nedeni ile Istanbul’da idim. Hükümeti elestiren adini unutttum ama Kamer genc olan kisiyi konusurken Hülya Avsar programinda aniden görüntüden sildiniz. Isvicre’li, Alman ve Avusturya’dan gelmis annesi veya babasi Türk olan ama diger yarisi yanabci olan arkadaslar gecenin gec saatinde dondu kaldilar. Siz güya ekonomist olarak bunu yaparsaniz Habertürk TV’nin dümeni yanlis ellerde demektir. Bu analizi kisaca taa Viyana’da ki sagir sultan bile duyuyor. AK Partide Türkiye gercegi CHP’de .. Sayin Rifat Serdaroglu yazinin sonuna sunlari yazmis hosumuza gitti:’ Bu yazdıklarım ulusal basında yer almış konulardır. Ben bu tip yazılar yazınca, kendini Müslüman veya siyasi İslamcı sayan bazı kişilerden yazılar alıyorum. Genelde şu şekilde yazılar geliyor. “ canım, eskiden olmuyor mu idi, ya da sizler yapmadınız mı?” Ben zamanımın elverdiği ölçüde cevap veriyorum. Ama şunu herkesin şunu iyi bilmesi şarttır. Dün yanlış yapıldı ise, bu gün de yanlış yapılması gerekmez. Dün siyaset yapanların dokunulmazlıkları yoktur. Kim ne biliyorsa en yakın Cumhuriyet Savcılığına gitmek bir vatandaşlık görevidir. Bu günkü yolsuzluklar için susmayın. İlgililere bir mektup, bir mail atın. Kaybolan servetler, kaybolan gelecek çocuklarınızındır.
NAMUSLU İNSANLAR EN AZ NAMUSSUZLAR KADAR CESUR OLMALIDIR. (İ.İnönü)‘
Bizim istegimiz karanliklari aydinliklara cikaracak gercek gazeteciler…
Lütfen Yigit Bey dogrulari yazin. Kaleminizi kirin ama ne satin nede kiralayin lütfen.
Size olan güvenimniz ‘okuyucular’ sifira dogru gidiyor. Sari Karti yediniz. Kirmizi Karti yememenizi tavsiye ederiz.
Esenlikle kalin
Birol Kilic
Turkish Forum
ASSOCIATION OF THE CRITICAL READER UND THE BUYING PUBLIC FROM THE MEDIA
Von: Rifat Serdaroglu Gesendet: Sonntag, 18. Oktober 2009 12:23
GÖZE BATANLAR (7)
Pes + Yuh Artık;
Rifat Serdaroğlu
Eski Sağlık ve Devlet Bakanı
THY’nin, Başbakanın çocuklarına sevabına burs veren Remzi Gür’ün firması Ramsey’le işbirliğini geçen gün yazmıştık. Bu işbirliğinde, 400 TL alışveriş yapan, iç hatlarda tek yön gidiş bileti, 800 TL alışverişte yurtiçi gidiş dönüş, 1400 TL alışveriş yapan yurtdışı gidiş dönüş bileti kazanacaktı. Hem de her türlü vergiden muaf olarak. Yetmedi, bu bileti istediğinize devredebileceksiniz. Görgüsüzlüğün bu kadarı, Devlet olanaklarının eşe dosta böylesine arsızca peşkeş çekilmesi bugüne kadar görülmemişti. Meğer olay çok daha vahimmiş. Akşam Gazetesi’nden Esin Gedik’in yazdıklarını okuyunca, inanın şaşkına döndüm.
Bilet işlemlerini yapmak için sadece bir seyahat acentesi yetkili kılınmış. Adı DESSİN. Sahipleri kim? CİHAN KAMER, ÇİĞDEM KAMER, ATASAY KAMER.
Cihan Kamer’de Başbakanın kankası. Başbakanın oğluna PIRLANTA dükkânları açan ATASAY Kuyumculuğun sahibi.
Böyle vıcık vıcık iğrençlik, pislik, devlet olanaklarının “aile fertlerine yardım” karşılığında heder edilmesi dünya yolsuzluk tarihine geçecek bir uygulamadır.
Şimdi sizlere soruyorum. Bu uygulamayı yapanlar, izin verenler, görmezden gelenler, destekleyenler doğruluktan, dürüstlükten, Müslümanlıktan bahsedebilirler mi?
Peki, kendi hayatında dürüst olmayanlar, kendilerine millet tarafından emanet edilen devlet olanaklarını doğru olarak kullanmayanlar DEMOKRAT olabilirler mi? Demokratik Açılım yapabilirler mi?
YAPILANLAR DOĞRUDUR SEN DOĞRU İSEN, DOĞRULUĞU BULAMAZSIN SEN EĞRİ İSEN.(Yunus Emre)
Dost Acı Söyler:
AKP’yi 4 arkadaş kurdu. R.T.Erdoğan, Abdullah Gül, Bülent Arınç ve Abdüllatif Şener. Bu dörtlü arkadaş için mizah dergilerinde “Daltonlar” benzetmesi yapılır ve Türkiye’nin Avarel’i kim diye sorarlar. Bunların içinde ekonomiden ve paradan en iyi anlayan A.Şener’dir. AKP iktidar olunca ekonomiden ve özelleştirmeden sorumlu Başbakan Yardımcılığı görevinde bulundu. Yapılan yolsuzluklara dayanamadı ve AKP’den ayrıldı. Özellikle Başbakan’ın halk tabiriyle “ciğerini” bilecek kadar iyi tanıyan Abdüllatif Şener son beyanatında şunları söyledi;
“Avrupa’sı, Amerika’sı, Rusya’sı, Çin’i stratejik tesislerini, limanlarını, bankalarını yabancılara vermiyor. Bu iktidarın elinde şu ülkenin haline bakın. Biz oturduğumuz posttan kalktık. Mevcut iktidar siyaseti rant aracı haline getirdi. Şeffaflık yok, ihale rantları, imar rantları Türkiye’yi bitirdi”. Bunları kim söylüyor? AKP’yi beraber kurdukları en yakın arkadaşları, sırdaşları. Hala görmeyenlerin gözlerini, Abdüllatif Şener’in sözleri açar mı acaba?
DOST ACI SÖYLER, FAKAT ESKİ DOST HEM ACI HEM DOĞRU SÖYLER.
Terfi değil Zıplama:
Yaklaşık 10 yıl önce TBMM’de memur olarak çalışmaya başlayan, Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’in oğlu Ahmet Çağrı Çiçek, TEKEL’in iştiraki “Sigara Sanayinde” yönetim Kurulu üyesi oldu.
Cemil Çiçek’in gelini de Türk Akreditasyon Kurumunda işe başladı.
Devletin yayınladığı işsizlik rakamlarına göre, gençlerde işsizlik oranı resmi olarak % 23,8 oldu. Cemil Çiçek Bey’in ve Sayın Bakanların ne düşündüklerini çok merak ediyorum.
KOMŞUSU AÇ YATARKEN, TOK UYUYAN BENDEN DEĞİLDİR: Hz. Peygamber
Ülkenin gençlerinin dörtte biri işsizken, Devlet gücüyle oğluna iş bulanlar kimdendir?
Bu yazdıklarım ulusal basında yer almış konulardır. Ben bu tip yazılar yazınca, kendini Müslüman veya siyasi İslamcı sayan bazı kişilerden yazılar alıyorum. Genelde şu şekilde yazılar geliyor. “ canım, eskiden olmuyor mu idi, ya da sizler yapmadınız mı?” Ben zamanımın elverdiği ölçüde cevap veriyorum. Ama şunu herkesin şunu iyi bilmesi şarttır. Dün yanlış yapıldı ise, bu gün de yanlış yapılması gerekmez. Dün siyaset yapanların dokunulmazlıkları yoktur. Kim ne biliyorsa en yakın Cumhuriyet Savcılığına gitmek bir vatandaşlık görevidir. Bu günkü yolsuzluklar için susmayın. İlgililere bir mektup, bir mail atın. Kaybolan servetler, kaybolan gelecek çocuklarınızındır.
NAMUSLU İNSANLAR EN AZ NAMUSSUZLAR KADAR CESUR OLMALIDIR. (İ.İnönü.)
Tarih 8.Ağustos 2003. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan’ın, Reyyan Uzuner’le Lütfi Kırdar Kongre Merkezinde düğün törenleri yapıldı.
Düğünde güvenliği 23 Emniyet Müdürü, 10 Emniyet Müdür Yardımcısı, 45 Emniyet Amiri, 350 polisten oluşan 35 trafik ekibi, 1600’ü çevik kuvvetten olmak üzere 2285 polis, bayan katılımcıları aramakla görevli 600 bayan polis, kışkırtmalara karşı 4 ekipten oluşan 48 özel harekât polisi, Ankara’dan 100 Başbakanlık koruması, 1600 Bakan ve Milletvekili koruması sağladı.
Evlere gönderilen hediyeler dışında ortaya konan sandıklara, konuklar hediyelerini bıraktılar. Hediye veren veya takı yapanlara sonradan teşekkür edebilmek için video kaydı yapıldı.
Tarih 11.Temmuz.2004. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın kızı Esra Erdoğan’ın, Berat Albayrak ile Lütfi Kırdar Kongre Merkezinde düğün törenleri yapıldı.
Düğünde güvenliği aynen yukarıdaki gibi toplam 6661 devlet memuru sağladı.
Tarih 25.Eylül.2009. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, içinde, kızların kendi başlarına otomobil kullanmalarına izin verilen Üniversite’nin açılışı için Suudi Arabistan’ın başkenti Riyada gittiler. Açılıştan sonra, THY uçağı ile Mekke’ye gidip Umre yaptılar. Aynı Umre ziyaretini Sayın Başbakanda, Suudi Arabistan’a resmi ziyaret için gittikten sonra yapmıştı.
Tarih 01.Eylül.2009. Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç ve Emine Erdoğan, Libya Lideri Kaddafinin 40. yıl törenlerine katılmak üzere Libya’ya gittiler. Seyahate Emine Erdoğan Hanımın, tercümanı, özel kalem müdiresi ve yardımcıları’da katıldı.
Ağustos 1993. Adam Sağlık Bakanı. İki oğullarını sünnet ettirmek isterler. Eşi ile konuşup şu karara varırlar; “ Çocuklarımıza sünnet düğünü yapmaya kalksak, ne kadar dikkatli olsak ta devlet imkânları çocuklarımızın sünneti için kullanılır. Bunun hesabını vicdanımızda veremeyiz. Ayrıca çok sayıda pahalı hediyeler gelecek. Bunları kabul etmemiz mümkün değil, insanları üzeriz. Çocukların sünnetini hiç kimseye (annelerine bile) haber vermeden yaptıralım.” Kararlarını uygularlar. Kardeşleri ile beraber, arkadaşları olan doktoru alıp hastaneye giderler ve çocuklarının sünnetini yaptırırlar. Sonradan annelerinin ve aile büyüklerinin gönüllerini alıncaya kadar epeyce uğraşırlar. Vicdanları rahattır artık. Zaman zaman oğulları, yukarıdaki şatafatlı düğünler gibilerini gazetelerden okuyunca onlardan sünnet resimlerini sorarlar, o an yüreklere hafif bir sızı girer ama hem kendi hem de eşi, siyasetle uğraşan kişilerin ve ailelerinin fedakâr ve çok dikkatli olmaları gerektiğini iyi bilirler.
Değerli okurlar, yukarıda yazdığım beş olay tamamen gerçektir. Özellikle ilk dördü için hiç yorum yapmadım. Her isteyen bu bilgilere internet üzerinden hemen ulaşabilir. Ben sadece sizlere bazı sorular sormak istiyorum. Herkes vicdanında bu sorulara cevap versin;
—Tek özelliği Başbakan çocuğu olmak olan bir TC vatandaşı için, devletin 6661 memurunu saatlerce çalıştırmak adaletli bir davranış mıdır?
—Bu iki düğün için devlet kesesinden harcanan, benzin paraları, fazla mesai ücretleri, araçların yıpranma payları’nın Başbakan tarafından ödenmesi gerekmez mi?
—Başbakan eşinin ve ekibinin seyahat harcamalarını devlet ödemek zorunda mı?
—Cumhurbaşkanı ve Başbakan Yardımcısının umre ziyaretlerini devlet parası ile yapmaları ahlakîmidir?
Bu sorulara vereceğiniz cevaplar sadece sizleri bağlar. Fakat bizlerin yani sade vatandaşların mutlaka yapmamız gereken görevlerimiz var. İyiyi ve doğruyu alkışlamayalım, onlar zaten olması gerekeni yapıyorlar diye düşünebiliriz. Ama yanlışa, yalana, sahtekârlığa, devlet imkânlarını aileleri için kullananlara söyleyecek sözümüz, gösterebileceğimiz demokratik bir tepkimiz yok mu? Hep suskun mu kalmalıyız? Böyle davrananlara bir mesaj, bir mektup, bir ileti gönderme cesaretimiz yok mu?
Hazreti Ömer, biri devletin, diğeri kendinin olmak üzere iki mum kullanırdı. Kendi işini yapacağı zaman devletin mumunu söndürüp, kendi mumunu yakardı. O zaman yukarıda anlattıklarımı nereye koyacağız? Kim daha Müslüman Hz. Ömer’mi, yukarıdaki densizlikleri yapanlar mı? Kim daha doğru, Hz. Ömer’mi, yoksa görgüsüzlük yapanlar mı? Kimin yaptığı helâl, kimin yaptığı haram?
19.Eylül.2009 tarihli yazımda, ülkedeki politikacıların gaflet ve dalalet içinde olabileceklerini yazmıştım. Ama toplum, kendi hayat tarzını çalmak isteyen, onu geçmişin karanlıklarına götürmek isteyenlere oy verip alkışlamamalıdır. Eğer bunu yapmaya devam ederse, bölünmeye, haksızlığa, adaletsizliğe, yoksulluğa mahkûmdur.
Bir siyasetçide ilim olmadıkça, erdem de olmaz. Edep olmadıkça, asalet’te olmaz, adalet’te olmaz. Ötesini siz bilirsiniz.
Sağlık ve başarı dileklerimle.28.Eylül.2009
Rifat Serdaroğlu
Eski Sağlık ve Devlet Bakanı
rifatserdaroglu@superonline.com
==========================
Rıfat Serdaroğlu (d. 1948, Bergama, İzmir, Türkiye), Türk siyasetçi.
İzmir İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi Maliye Bölümünü bitirdi. Bergama Belediye Başkanlığı, 19.,20., ve 21. Dönem İzmir milletvekiliği ile Sağlık ve Devlet Bakanlıkları yaptı. Evli ve 2 çocuk babasıdır.Babası Kemal Serdaroğlu da bir dönem bergama belediye başkanlığı ve aynı zamanda milletvekilliği yapmıştır.
Bir Türk siyasetçi ile ilgili bu madde taslaktır. İçeriğini geliştirerek Vikipedi’ye katkıda bulunabilirsiniz.
Önce gelen: Yıldırım Aktuna
Türkiye Cumhuriyeti Sağlık Bakanı
25 Haziran 1993 – 28 Kasım 1993
Sonra gelen: Kazım Dinç
50. Hükümet – 1. Çiller Hükümeti (25 Haziran 1993 – 5 Ekim 1995)[ Göster ]
Başbakan: Tansu Çiller Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı: Erdal İnönü · Murat Karayalçın · Hikmet Çetin Devlet Bakanı: Ali Şevki Erek · Nurhan Tekinel · Salih Sümer · Mehmet Gazioğlu · Türkan Akyol · Ahmet Esat Kıratlıoğlu · Mehmet Gölhan · Azimet Köylüoğlu · Aysel Baykal · Mehmet Gülcegün · Ahmet Şanal · Nafiz Kurt · Şükrü Erdem · Ziya Halis · Necmettin Cevheri · Güneş Müftüoğlu · Bahattin Alagöz · İbrahim Tez · Onur Kumbaracıbaşı · Aykon Doğan · Mustafa Çiloğlu · Bekir Sami Daçe · Yıldırım Aktuna · Önay Alpago · Cemil Erhan · Erman Şahin · Ayvaz Gökdemir · Fikri Sağlar · Mehmet Ali Yılmaz · Abdülbaki Ataç · Mehmet Kahraman · Algan Hacaloğlu Adalet Bakanı: Mehmet Seyfi Oktay · Mehmet Moğultay · Milli Savunma Bakanı: Mehmet Gölhan · Nevzat Ayaz · İçişleri Bakanı: Mehmet Gazioğlu · Nahit Menteşe · Dışişleri Bakanı: Murat Karayalçın · Hikmet Çetin · Mümtaz Soysal · Erdal İnönü · Maliye ve Gümrük Bakanı: İsmet Attila · Milli Eğitim Bakanı: Nahit Menteşe · Nevzat Ayaz · Bayındırlık ve İskan Bakanı: Erman Şahin · Fikri Sağlar · Halil Çulhaoğlu · Onur Kumbaracıbaşı · Mustafa Yılmaz · Sağlık Bakanı : Kazım Dinç · Doğan Baran · Rifat Serdaroğlu · Ulaştırma Bakanı: Ali Şevki Erek · Mehmet Köstepen · Nafiz Kurt · Tarım ve Köy İşleri Bakanı: Refaiddin Şahin · Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı: Mehmet Moğultay · Aydın Güven Gürkan · Nihad Matkap · Ziya Halis · Sanayi ve Ticaret Bakanı: Hasan Akyol · Mehmet Dönen · Tahir Köse · Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı: Veysel Atasoy · Kültür Bakanı: Fikri Sağlar · İrfan Gürpınar · Timuçin Savaş · İsmail Cem · Ercan Karakaş · Turizm Bakanı: Abdülkadir Ateş · Şahin Ulusoy · İrfan Gürpınar · Halil Çulhaoğlu · Çevre Bakanı: Rıza Akçalı · Orman Bakanı: Hasan Ekinci ·
55. Hükümet – 3. Yılmaz, Anasol-D Hükümeti (30 Haziran 1997 – 11 Ocak 1999)[ Göster ]
Başbakan: Mesut Yılmaz Başbakan Yardımcısı ve Milli Savunma Bakanı: İsmet Sezgin Başbakan Yardımcısı: Bülent Ecevit Devlet Bakanı: Mehmet Salih Yıldırım · Metin Gürdere · Burhan Kara · Hasan Hüsamettin Özkan · Ahat Andican · Yıldırım Aktuna · Mehmet Batallı · Şükrü Sina Gürel · Hikmet Sami Türk · Yücel Seçkiner · Rifat Serdaroğlu · Işılay Saygın · Mehmet Cavit Kavak · Hasan Gemici · Mustafa Yılmaz · Işın Çelebi · Güneş Taner · Rüştü Kazım Yücelen Adalet Bakanı: Oltan Sungurlu · Hasan Denizkurdu İçişleri Bakanı: Murat Başesgioğlu · Kutlu Aktaş Dışişleri Bakanı: İsmail Cem · Maliye Bakanı: Zekeriya Temizel · Milli Eğitim Bakanı: Hikmet Uluğbay · Bayındırlık ve İskan Bakanı: Yaşar Topçu · Sağlık Bakanı : Halil İbrahim Özsoy · Ulaştırma Bakanı: Necdet Menzir · Arif Ahmet Denizolgun · Tarım ve Köy İşleri Bakanı: Mustafa Rüştü Taşar · Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı: İbrahim Nami Çağan · Sanayi ve Ticaret Bakanı: Enis Yalım Erez · Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı: Mustafa Cumhur Ersümer · Kültür Bakanı: Mustafa İstemihan Talay · Turizm Bakanı: İbrahim Gürdal · Çevre Bakanı: İmren Aykut · Orman Bakanı: Ersin Taranoğlu ·
Devrim arabalarının yapımında rol oynamıştır.
2009 ÜYELİK AİDATLARI VE BAGIŞLARINIZ
THE FOLLOWING LINKS WILL TAKE YOU TO THE DUES AND DONATIONS PAGE
Turkish Forum
Hakkımızda (About Us) | Kayıt Ol (Subscribe) | Bize Yazın (Contact Us) | Bağışlarınız (Donations) | Güncelle (Update)
“Mustafa” filmiyle çok tartışılmış olan Can Dündar’ın yeni belgesel filmi Said-i Nursi’yi tamamladığı bildiriliyor.
Fethullah Gülen (=kendini hazret yerine koyan şahısJ)cemaatinin finanse ettiği filmin 1,4 milyon Euro’ya mal olduğu söyleniyor.
Said-i Nursi belgeselinin bittiği halde vizyona girmeyip bekletilmesinin ise cemaatin bazı endişelerinden kaynaklandığı öğrenildi.
Söylendiğine göre; Mustafa filminin yoğun bir şekilde olumsuz tepki görmesinden endişelenmiş olan cemaat yönetimi, filmin bir süre daha
bekletilmesine karar vermiş.
Yani “Mustafa”‘nın hemen ardından böyle bir belgeselin vizyona girmesi dahabüyük bir tepki yaratacağı düşünülerek, gösterimi ileri bir tariheertelendi.
Hatırlanacağı üzere Ayşe Arman Hürriyet’te 9 Kasım 2008 ‘de çıkan röportajında Can Dündar’a “Said-i Nursi belgeseli için Fethullah Gülen’den para mı aldınız?” diye sormuş,
Dündar da ona şu yanıtı vermişti:
“Hay Allah, ne feci laflar bunlar! Mümkün mü böyle bir şey? Benim yazılarıma bak, Fethullah Gülen-Amerikan ilişkisi üzerine en az on tane
yazım vardır. Ayıplamaz mı insanlar? Bu so ru bile ne kadar ağır geliyor.
Elbette böyle bir şey yok. Said-i Nursi’yle ilgileniyorum çünkü merakediyorum.”
*Sonradan Bediüzzaman lakabının eklendiği Said-i Nursi’nin nüfus kaydındakiadının Sait Okur olduğu biliniyor.*
Şimdi merak edilen soru şu:
Atatürk filmine “Mustafa” adını koyan Can Dündar, Said-i Nursi filmine de “Sait” adını verir mi?
Said-i Kürdi’nin 1876 yılında bir Türk Şehri olan Bitlis ilimizin Hizan kasabasına bağlı Nurs Köyünde dünyaya geldiği söylenir.
Hayatının ilk döneminde,siyasi alanda faaliyet gösteren Said,aşırı “kürt milliyetçisi” olarak devlete karşı bir politika savunmuştur..
Her “ayrılıkçı kürt” ün aklında olan sözde “kürd..tan projesini” hayata geçiremeyen Said-i Kürdi, yönünü islama çevirir….
Hayatının ikinci döneminde islama ağırlık veren Said, ilmi kariyeri ve hatta okuma yazması bile olmadığı halde, Kuran-ı Kerim-i kendi dünya görüşüne göre yorumlamış ve bu yorumlarını ,kendi söylediğine göre “Nur Şakirtleri” denen yardımcılarına yazdırmıştır.. Bu yazıların toplandığı kitaplara da “Nur Risalesi” adını vermiştir. Daha sonra kendi adını da Said-i Nursi olarak değiştirir.. Artık ortada bir nurculuk akımı vardır..
Said-i Kürdi’nin en büyük düşmanı ulu önder ATATÜRK’tür.. Baş Komutan gazi MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ün vefatından sonra, Said-i Kürdi, gelen hükümetlerden her zaman destek görmüştür… (Uzantılarının günümüzde gördüğü gibi…Bkz:irtica). Atatürk’e küçük Deccal deme cüretini gösteren Said-i Kürdi’ye göre Nur suresi kendisi için inmiştir. (Kaynak: Asayı Musa ve Zülfikar adlı risaleleri..sf:23/sf:12;İstanbul.1973)
Yaşadığı dönem içinde, Van’da Mısır’da ki El Ezher İslam Fakültesi benzerini kurmak için çalışan, Volkan Gazetesinde sözde “kürd..tanın” bağımsızlığı yolunda kışkırtıcı, tahrik ve teşvik edici yazılar yazan, 31 Mart ayaklanmasına katılan, Milli Mücadelenin zor olduğu günlerde kürt teali cemiyetinin kurucuları arasında olup Milli Birlik ve beraberliği bozmak için elinden geleni yapan Said-i Kürdi bir Türk şehrinde yani Urfa ilimizde 24 Mart 1960 yılında ölmüştür.. (Kaynak:Genel Kurmay Arşiv Daire Bşk.:Volkan gazetesinin 15 Aralık 1908 tarihli İstanbul çıkışlı baskısı sütun 4,buna mütakip ocak 3 1909, şubat 13 1909 baskılı Volkan gazeteleri.)
Bizim için şaşılacak nokta, onun şu veya bu davranışı değil, onbinlerce, belki yüzbinlerce gafil Türk gencinin , bu cahil Kürd’ün arkasından gitmesi, onun cahilâne ve hâinâne öğütlerine körü körüne boyun eğmesidir.
Said-i Kürdi’nin en başarılı talebelerinden olan Fetullah Gülen(hakkında daha detaylı bilgi için bakınız: )günümüzde bu akımı siyasi alana taşımış, rejim karşıtı olarak faaliyet göstermiştir.. ”Örümcek Ağı” şeklinde bir örgütlenmeye giden F.Gülen bunda başarılı olmuş ve günümüzde T.C.Emniyet Genel Müdürlüğü gibi önemli bir devlet kurumunun tamamına yakınını ele geçirmiş, devletin diğer yüksek makamlarında söz sahibi olabilecek konuma gelmek için “kadrolaşma hareketini” başarıyla tamamlamıştır… Türk ordusuna sızma çalışmaları hızla devam etmektedir…
Siyasi alanda ve buna bağlı olarak ekonomik alanda “örgütlenme” faaliyetlerinde başarılı olan cemaat lideri F.Gülen bu gün Türkiye’deki “yeşil sermaye” adı verilen ekonominin önemli bir kısmını kontrol etmektedir… İnsanın bu kadar güce ulaşması için gücün yanında olması gerekir.. F.Gülen, işte bunu yapmıştır.. Devleti yöneten siyasi hükümetlerle çok iyi geçinmiş, devletin en üst kademelerinden davet görmüş ve protokollerde ön sıralarda yerini almıştır.….
Dönemin Başbakanı Tansu Çiller ile birlikte…
Dönemin Başbakanı Bülent Ecevit ile birlikte..
Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile birlikte..
Bugünün Başbakanı R.T.Erdoğan ile birlikte. (Not:Bu resmin çekildiği tarihte R.T.E İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanıydı. Aynı zamanda İstanbul’daki “yeşil sermayenin” de başındaydı. Bu sermaye gelecek için önemliydi.)
Gittikçe büyüyen ve büyüdükçe tehdit ve tehlike oluşturan F.Gülen’in iç yüzüne 2000 yılında “birileri” tarafından derin! bir çizik atıldı… Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Başsavcısı Nuh Mete Yüksel aracılığı ile, “Laik Devlet yapısını değiştirerek yerine dini kurallara dayalı bir devlet kurmak amacıyla yasadışı örgüt kurup bu amaç doğrultusunda faaliyetlerde bulunmak.” Suçuyla hakkında dava açıldı… Hakkında açılan davadan sonra Amerika’ya kaçan(yada gönderilen) F.gülen halen Amerika’da yaşamaktadır… (İddianamenin tam metni için bakınız: )
Belkide bütün bunlar,artık F.Gülen’in Türkiye’ye dar geldiğinin ve rahat çalışması için yurtdışında olması gerektiğinin bir göstergesi ve kaçış planına uygulanan bir kılıftır.. Çünkü artık Atatürk’ün Türkiye’si bu örümcek kafalıların örümcek ağları ile sarılmış, devletin stratejik kadroları, örülen bu ağa yakalanmıştır. Bundan sonra F.gülen ne bağımsız T.C.Mahkemelerinde yargılanabilecek ne de ceza alıp hüküm giyecektir. Çünkü Türkiye’de Fetullah’ı namı diğer hocaefendiyi yargılayıp hüküm giydirecek hiç bir güç kalmamıştır..
Bunu sizde birilerine yollayıp haberdar etmek istiyor iseniz onca yıl boşa okuamış olursunuz. Eğer ki atmıyorsanız zaten sizde bir örümcek beyin olma yolunda ilerliyorsunuzdur.( By-t )
Turkish Forumyönetiminin Türk Ermeni protokolleri konusunda analizi ve görüsü
Sayın E. Buyukelci Pulat Tacar bey tarafından Aşağıdaki satırlarda son derece sade ve acık bir üslup ile size sunulmuştur.
Bizim bugünkü görüşümüz, Turkiye nin bu sorunu tek başına çözmeye gücü yoktur. Ermenistan ise Karabag’dan vazgeçmemek için her turlu Politik oyunu deneyecektir.
Turkiye ve Ermenistan’ı imza atmaya zorlayan ABD Ve Rusya ise bütün kozları ellerinde tutmaktadır. Bu Ağabeylerimiz ile Her üç devlet (Turkiye-Azerbaycan-Ermenistan) arasında, ağabeylerimizin isteklerine dayalı oyun devam edecektir.
Oyunu dikkatli oynamaz isek, Oyunu dikkatli oynayabilecekleri doğru olarak seçmez isek, zayıf bir anımızda oyunu kaybetmememiz için hiç bir sebep göremiyorum. “Su Uyur Düşman Uyumaz” atasözü’nü yasadığımız müddetçe unutmamalıyız.
Su an için Turkiye yi içerden kemiren onu ya bir Iran yapmak isteyen ya da toprak bütünlüğünü bölmek isteyen güçler hazır olarak beklemektedir. Turkiye ye “Osmanlının devamı Olacaksın Diyen” ve hatta ona Musul ve Kerkuk ü verip kendisi için yönetmesini isteyen bir Dis güç de mevcuttur.
İhtiraslarını, maddi çıkarlarını Turkiye nin üzerinde tutan Türkiyeli politikacılar ise her zaman olacaktır. Bu politikacıların aramızda olacağını Ulu Önderimiz bize maziden yolladığı. Asırlarca ileri gören mesajları ile Nutukları ile acık olarak belirtmiştir. Bu konuda daha fazla yazmaya lüzum yoktur.
Arkadaşlarım. Şayet ulusumuzun liderliğini yapacak kişi veya kişiler, Ulu önderimize yakin bir şekilde Turkiye yi ve Turkiye nin gücünü bilmiyorlar veya anlayamıyorlarsa, Kuvvetli bir Dis politika kuramıyorlarsa ve Uniter devlet yapısını sağlam bir şekilde sağlayamıyorlarsa. Protokoller sıfıra sıfır ve elde var sıfır olarak mevcudiyetini devam ettirecektir.
Bu protokolleri onaylamanın veya onaylamamanın buğun için bir mana ve ehemmiyeti cok buyuk degildir. Bekleyelim, görelim ve bize düseni yapmaya devam edelim. Unutmayalım ki Turkiye yi Turkiye yapan Sivil Toplum Kuruluşları ve bu vatana kanlarını, canlarını adamış olan Şehit ve Gazi aileleridir. Hepimiz bunların bir parçasıyız, SON SOZ BIZLERIN, Bu vatan için karşılık beklemeden çalışan, didinen ve ölmeyi göze alanların
Hürmetlerimle
Dr. Kayaalp Buyukataman, Başkan
Turkish Forum – World Turkish Coalition
Pulat TACAR, Retired AmbassadorUNESCO, Vice President of Turkish National Comission
From:Pulat Tacar [tacarps@gmail.com] Sent: Friday, October 16, 2009 11:17 AM To: turkish-forum-advisory-board@googlegroups.com Subject: [TFAB:6219] Protokoller
Degerli TF katilanlari
Soykitimi savlari ve Ermeni Turk iliskilerinin hukuksal ve psikolojik yonleri konusunda bir kac makale yayimlamis oldugum halde, Zürih’te imzalanan Protokoller konusundaki gorus degis tokusuna neden katkida bulunmadigimi mesaj yollayarak ve telefon ederek soranlar ve suskunluguma farkli anlamlar yukleyenler oldu. Oysa, bu konuda soylenebilecek her sey soylendigi icin. naciz goruslerim bilineni tekrar etmekten ibaret olacagi kaygisi agir basmaktaydi.. Ben de ayni seyleri sakiz gibi cignemekten bikmistim. Hatta Erkaniharblerin pek mebzul oldugu bir ortamda, “Fussvoelker’e” (ayak takimi diye de terceme edilebilir) dahil olmayi bir ayricalik saymis ta olabilirim.
Goruslerimi ozetlemem gerekirse, ( soykirim iddialarina sonra donecegim) kimi Ermenilerin Dogu Anadolu topraklarinin bir bolumunu Bati Ermenistan olarak nitelemelerinin hukuksal ve fiili olarak bir deger tasimadigi gorusundeyim. Bu, provokasyon, densizlik ya da bir dudak istimnasidir (bilmeyenler icin yazayim “masturbation” demektir ) bence; Bu fillleri yegleyenler de maasallah pek mebzul…
Bu nedenle protokollerde var olan uluslararasi metinlere yollama yapilmasini diplomatik metinlerde sikca kullanilan bir yontem olarak degerlendirdim. Amiyane tabirle , “Ayvaz kasap, hepsi bir hesap” ta derler buna
Kars Anlasmasina dogrudan atif yapilmamis bulunmasi konusunda, Ermeni yoneticilerinin Ermenistan ile Azerbaycan arasindaki toprak ve sinir ihtilaflari pozisyonlarina odaklandirmak gerekir . Ne de olsa Ermeniler, Azerbaycan topraklarini bilfiil isgal etmis durumdalar ve Yukari Karabag’da kabul edebilecekleri bir cozume ulasmaga cabaliyorlar.
Protokoldeki yollama ise ise Kars Anlasmasinin Turk-Ermeni sinirini ilgilendiriyor.Esasen imzadan once de Ermeni Hukumeti sozcusu Kars’ta saptanan Turk-Ermeni sinirini kabul ettiklerini soyledi. Bunu rahmetli Hrant Dink te bir kac kez yazmisti.
Ben Ermeni diyasporasinin bu konudaki tepkisine onem vermiyorum. “Batı Ermenistan pasaportu” konusunda dolasan mesaji da alay yonu agir basan bir tebessumle karsiladim. Bundan iki yil once Paris yakininda Versailles’da Batı Ermenistan konusunda bir toplanti da yapilmisti. Eveeet. İt urur kervan yurur. “Caniniz cok ister ise , gel de al ” dersiniz.
Ote yandan, Turkiye’den toprak talep edenler sadece bazi Ermeni fanatikleri degil. Suriye Hatay konusundaki taleplerinden resmen vazgecti mi? En azindan vazgectigini resmen aciklamadi. Karakolarda, okularda Suriye haritalari Hatay’i Suriye sinirlari icinde gosteriyor. “Oh olsun, pek iyi yapiyorlar” demiyorum. Kimliklerinin bir parcasini olusturan dogmalar derinlere inmistir. İz birakmistir. Bu yaralar zamanla kabuk bağlar. Kabuk dusunce de sacede ustu kapanmis bir yara izi kalirUzun zamanda unutulur.
“Su haritalari bir kaldirin da oyle el sikisalim” demeyen Hariciye Vekilimiz basta olmak uzere Turkiye Suriye sinirini ayiran baryer el ustunde tasinarak sembolik olarak kaldirildi iki gun once. Maasaallah, ” Yeni Mezopotamya uygarligindan soz ediliyor gunumuzde (Davutoglu); veya Osmanli Milletler Toplulugu’nun yeniden olusturulmasindan dem vuruluyor (Hasan Celal Güzel) Ne güzel…? Bu gunlerei de gorduk. Allah istikbalimizi hayir etsin…
Gecen ay bizi ziyaret eden bir AB temsilcisi ile yaptigim gorusmede AB Turkiye’yi dislamaga devam ederse, akacak su yolunu bulur , ama akacağı yon dogu veya guney olur diye soylesmistik.
Dun sayin Basbakan Iraklilara soyledi : Firat uzerinden Irak’a saniyede ortalama 550 litre su veriyormusuz. Bunu saglamak icin gerektiginde Ataturk barajini baska kaynaklarla beslemekteymisiz. Sinifta kalmis ogrenci gibi sasirdim, kaldim… Yaa Huuuu bu Firat Suriyeye akmiyor mu? Dicle uzerinde baraj mi yaptik ta Irak’in suyunu kestik? Yas ilerledikce insan cografyasini da sasiriyor…. Vay halime. Peki Irak’in suyunu Suriyede yapilan baraji dizginlemiyor mu? Peki Asi’nin suyunu Suriye kesmiyor mu ? Uzatma diyecekiniz. Kisaltayim.
Bu gelismeler, Turkiye’nin dunya uzerindeki konumunun yeniden cizilmege baslanmasi nin adimlari sayilabilir mi? Dun askeri tatbikatin uluslararasi kanadinin iptal edilmesi (ertelenmesi diyelim isterseniz) “stratejik derinlik” duvarinin ustune bir tugla daha konulmasi anlamina geliyor mu?
Bunu alkislayanlar Arap ulkeleri tarihini biraz okumali bence…Suudiler ile Suriyeliler arasindaki gerginligin tam bu sirada bir kac derece birden yukselmesinin anlami nedir?diye sorarak, sorunun yanitini veremeden ve dagitmadan, “esas oglana” yani ana konumuza doneyim ve gelecege yonelik bazi tahminlerde bulunayim:
a) Azerbaycan ile Ermenistan arasindaki sorunun cozumu bir kac asamada olabilir. İlk etapta 5 veya 7 reyon Azerbaycan’a iade edilir. Ermenistan’i Yukari Karabag’a baglayan koridor Ermenistan tarafindan korunur. Azerbaycan’i Nahcivan’a baglayacak koridoru ise vermek istemeyecektir Ermenistan. Rusya kolunu bukebilir mi? Gorecegiz.
b) Daha sonra , buyuk cogunlugu ( tamami dememek icin) Ermeni nufusundan olusan Yukari Karabag ‘in statusu tartisilacaktir. Adina konfederasyon mu denir, tam ozerklik mi denir ? bilemem , ama burasi ilk asamada Ermenistan’a baglanamaz ise kuramsal olarak Azerbaycan icinde gozuken ama bilfiil ordan ayri olan bir bolge durumuna donusur. Ayni modele Gurcistan’da da rastlamaktayiz. Rusya Gurcistan icin de gecerli bir emsal olacagi icin boyle bir cozume yonelecektir. Ya da Kosova’ da pazarlanan ornek te bir cozum olabilir. Avrupa Birliginin saman altindan su yuruterek Bosna’da Sirpska Republika icin uygulamaya koydugu cozum de bir secenektir. Begen, begendigini al…
( Meraklisi hemen not etsin: bu modellerin KKTC icin uygulanmasi tabudur, yassahtir hemserim …)
c)Turkiye Hukumeti ve TBMMdeki Adalet Kalkinma Partisi cogunlugu acisindan yukarida (a) da belirtilen etap protokolun TBMM’de gorusulup ,”onaylanmasina izin verilmesi” icin yeterli midir?
(Bilen, bilmeyen icin bir parantez daha acayim. Zira, basin ve TV yorumculari yalnis konusuyor… Anayasamiza gore TBMM uluslararasi anlasmalari onaylamaz. Hukumet tarafindan onaylanmasinı uygun goren bir kanunu onaylar. Arada fark var. Onaylanmasi uygun gorulurse Hukumet takdir edecegi bir zamanda bunu onaylar veya onaylamaz , bekletir..)
Bu sorunun yaniti da pek belli degil. Basbakanin bazi sozleri Yukari Karabag’da cozum alaninda ilerleme kaydedilmesini yeterli olacagina isaret ediyor. Baska sozleri ise ” cozum ” kosulunu vurguluyor.
Esasen bizde dananin kuyrugu da bu nedenle kopacak. Muhalefet , hukumeti sozunu tutmamakla elestirecek. Yani “cozum” denilen sey neleri kapsar?
Zira, Yukari Karabag sorununun yukarida (b) de ele alinan cozumu icin koprunun altindan daha cok su akmasi gerekecektir. Tam olarak cozum beklenirse protokollerin onayi cok -ama cok- bekler. Bu da arkalarinda ayakta durarak ogrencilerinin gorevlerini yapmalarina nezaret eden hocalarimizin canini sikar. Kuran kursu hocasi gibi Hoca efendi gibi sallarlar sopayi, “yoksa mamanizi keseriz” derler… Netekim..(Sayin Evren cumlelerinin sonunda hep netekim” derdi. O donemden kaldi bu kotu aliskanlik )
Protokoller konusunda soylenecek epey sey var. Ama baskalarini tekrar etmemek icin susayim ve gumus yerine, altin alayim . Gene de bir hususa işsaret etmeden duramayacagim:
Tarih Komisyonu denen komite, ya toplanir, ya toplanmaz. Toplanmasi gecikir diyelim daha dogru olur. Toplanir ise soykirimi konusunun (tabusunun) ele alinmasini Ermeni tarafi kesinlikle kabul etmez.
Soykirimi : yani a)1915 doneminde vuku bulan olaylarin 1948 sozlesmesine gore soykirimi sucu sayilip sayilamayacagi konusu.
yani b) o olaylarin faillerinin, Osmanli Ermenilerini sirf Ermeni olduklari icin yok etme kastini tasiyip tasimadiklari konusu
esas itibariyle bir hukuk ve yargi sorunudur. Boyle bir kasit bulundugunu en ufak bir kuskuya yer vermeden isbat edilmesi gerekiyor. Bosna soykirimi davasinda
Uluslararası Adalet Divani boyle dedi.
Ermeniler ve onlari destekleyenler bunun gerceklesemeyecegini cok iyi biliyorlar. Bu nedenle siyasal anlamda soykirimi terimini ortaya attilar. Bir de “varligi tartisilamayacak tarihsel gercek” terimi var. Bu ikinci terim Holokost’un varligini inkar edenlere acilan davalar munasebetiyle Avrupa İnsan Haklari Mahkemesi ictihatina girdi. İsvicre Mahkemeleri ve isvicre Federal
Mahkemesi ise iki kararinda buna atif yapti. İlk kararinda ise Ermeni soykiriminin inkarini suc saymadi . (Bu konuya merak duyan TF okuyuculari servis edilen iki makalemi okuyabilirler. Uzun konu burada tekrar etmeyeyim )
Simdi ise 2010 yilinda yururluge girmesi beklenen AB Adalet ve İcisleri Bakanlari Konseyinin kabul ettiigi bir Yonerge var onumuzde. Bu Yonerge 1948 Sozlesmesi kurallarini cigneyerek ulusal mahkemelere yetkili mahkemenin kararini beklemeden once, soykiriminin yadsinmasini suc sayma yetkisini veriyor. Daha dogrusu bu secenek uye ulkelerin Yonergeyi onaylarken kabul edebilecekleri seceneklerden biri. Bir cesit “Demokles kilici” denebilir.
Tarih Komisyonuna doneyim:
Efendim, kurulacak komisyon bir yargi organi degildir. Oraya bazi belgeler ve veya veriler getirir uzmanlar.Bu belgelerin icerdigi fiillerin soykirimi sayilip sayilmadigina karar veremez uzman komitesi. tartiğsamaz da. Diyelim ki yetkili olmadigi halde konuyu acti birileri.Bunlardan bir bolumu soykirimi sayilir diyecektir. Bir bolumu sayilmaz diyecektir. Ayrica hepsi soykirimi sayilir dese bile, bunlar yargic degil ki. Ayni gorusu paylasmayanlari temsil etmiyor ki.
Esasen olaylarin soykirimi oldugunu dusunenlerin gorusleri ile soykirim niteligi yoktur diyenlerin de gorusleri de degismez . Zira,Dogmadir bu. Dogma kayasini parcalamak hemen hemen imkansizdir.
Bu nedenle bazi hukumet uyelerimizin “komisyonun varacagi sonucu kabul ederiz” seklindeki ifadeleri yersizdir kanisindayim .
Calismaya baslayacak komisyonun, soykirimi iddialarini ileri surenlerin soylem ve faaliyetlerini durdurmayacagini simdiden bilmemiz ve olasi senaryolari buna gore sekillendirmemiz gerekir .
Diyaspora gibi Ermenistan Cumhuriyeti de 1915 olaylarinin soykirimi niteligi tasimadigini soyleyemez. Sayin Disisleri Bakaninin, Zurih’te yapmak istedigi konusmada son derecede ilimli bir ifadeyi bile dinleyemediler. Soykirimi hukuku konusunda konusmak uzere Mart 2009’da Stokholm’e gidecektim. . Ele alacagim konulari sinirlamak istediler ve sadece Avrupa Parlamentosunun soykirimina iliskinm kararlari konusunda konusabilirsiniz , baska soz ederseniz sozunuzu keseriz dediler Su sirada bu hastalğiklarinin tedavisi yoktur.
Bu nedenle, kurulacak komisyonun dolayli bile olsa soykiriminin varligini yadsiyacak belgelerin aciklanmasi konusunda bire mutabakat saglayamayacagi kanisini tasiyorum.
Olsa olsa taraflar tarihte vuku bulan olaylar hakkinda belge teati edebilirler. Viyana’da kurulan bir uzlastirma girisimi bunu denedi. Ermeniler bizim belgelerimizi aldilar, kendileri belgelerini vermediler. Zira verirlerse “o konuyu ve o tabuyu ” tartismaya acmis olacaklardi.
Bu durumda, protoklou hatali okumuyorsam ve yalnis tefsir etmiyorsam, isgal edilen Azeri topraklari alaninda bir gelisme saglanir da TBMM ptotokollerin onaylanmasini uygun gorur ise ve Hukumet te onaylar ise, sinirlar acilacak ve diplomatik iliski kurulacaktir. Komitelerin kurulmasi ise daha sonraya atilmist,r protokoldeki takvimde. orun buradadair. Bu durumda Ermeni tarafi bizim soykirini savini gecersiz kilacagini umdugumuz Komitenin faaliyetini engelleyecek, her turlu bahane ile erteleyecektir. –Bu konuya ve arzettigi tehlikeye Sayin Profesor Suheyl Batum da bir konusmasinda degindi ve dogrusunun Komitelerin sinir acilmasindan once calismaya baslamasi oldugunun altini cizdi. eyse, simdiden hazirlikli olalim diye istitraten yazdim.
Komite basarisiz olursa ne olacak? Turkiye diplomatik yoldan veya bilim adamlarini soykirimi savi ile karsilasilan ulkelere yayarak, konunun tartismali oldugunu ve o fiilerin varligi tartisilamayacak olcude bir soykirimi sayilamayacagini anlatmaga calisacak. Yani karsi gorusunu anlatacak. Karsi gorus ise olaylarin mukatele oldugu kelimesinde dugumlenir kanisindayim.
Bu son derecede hassas bir konudur ve kanimca ” carikli” amatorlerin insafina birakilamayacak derecede ozen ister. İkna sureci konusuna Tanitim sorunsalini ele alan bir baska incelememde deginmistim.
Daha acik soyleyeyim : Isvicre’de Federal Mahkemenin aldigi beraat kararindan sonra Dogu Perincek’in ve daha sonra uc Turk vatandasinin soykirimini inkar nedeniyle mahkum edilmesinin ardinda, o ulkede yapilmak istenen provokasyon yatmaktadir. Bunu birinci elden biliyorum . Bu nedenle Talat Pasa Komitesi faaliyetlerinin ulkemize ve davamiza bir yarar saglamadiigi kanisinday,m. Asiri sagci, yabanci dusmani İsvicre Halk Partisinin Baskani ve o zamanlar Adfalet Bakani Blocher , Sn. Perincek’i ve onu destekleyenleri oyuna getirmistir. Perincek te İsvicre’de halk oyu ile degistirilmis bulunan Ceza Yasasinin yeniden eski haline getirilmesini isvicredeki eylemleri ile saglayacagini iddia etmisti. Oysa Blocher, yabancilara hakaret edebilmenin veya irk ayrimciliginin İsvicrede cezasiz kalmasini istiyordu. Tum Avrupa ülkeleri gibi İsvicre de Ceza Yasasina irk ayrimciligi ve yabanci dusmanligi sucunu koymustu. Buna diger bazi Avrupa ulkeleri gibi soykiriminin inkarini da eklemisti. Bu geri donulmez bir gelisimdi. Bu egilimi – hele o ulkenin uyrugu olmayan bir politikacinin- tersine cevirecegini ileri surmesi kabul edilemeyecek bir kiskirtma sayildi o ulkede. Ayni sekilde Turkiye’de disardan biri gelip te bize gazel okumaga kalkarsa, neler olacagini siz dusunun…
Ayrica, Ermeni tarafinin Uluslararasi Ceza Mahkemesini olusturan Roma Statusunun ongordugu suclar arasinda soykirimi uzerine yogunlasmis bulunmasinin da sonucta pek te aleyhimize olmadigi kanisindayim. gecerken soylemis olayim. Neden boyle dusundugumu ise adi Arif olan anlayacaktir. Daha fazla actirmayin kutuyu.
Summa sumum
Soykirimi sanayii yoluna devam etmek isteyecektir. Buna mukabil , basta ABD baskani olmak uzere Metz Yegern’ciler kendi cikarlarinin geregi olarak Turkiye- Ermenistan protokollerinin bir sekilde uygulanmasini teminen taraflara baski uygulayacaklardir. Bu baglamda soguk kanliligimizi muhafaza edelim derim. Her havlayan yaratiklar, Harutlar sinirlerimizi alt ust etmesin. Hakli olan goruslerimizi karari etkileyecek noktalara anlatmak icin daha fazla caba harcamaliyiz. Ama bilelim ki kitap yazmak sorunu cozmuyor. Etkilemege calistiklarimiz , yazilanlari okuyarak veya binlerce sayfa belgeyi inceleyerek gorus degistirmeyeceklerdir. Bir kac uzman disinda , digerlerinin okumaga zamani yoktur.
Benden gorus serdetmemi isteyen bir kac arkadasimin vebalidir yukaridaki uzun sunus. Degerli vaktinizi aldim ise ozur dilerim.
Saygilarla ve dostlukla
Pulat Tacar
Pulat Tacar (Tacar, Pulat)
Kulturel Haklar, Dunyadaki Uygulamalar Ve Turkiye Icin Bir Model onerisi by Pulat Tacar Hardcover, Gundogan, ISBN 9755201351 (975-520-135-1)
Teror Ve Demokrasi by Pulat Tacar Hardcover, Bilgi Yaynevi, ISBN 975494847X (975-494-847-X)
Pulat TACAR, Retired Ambassador
UNESCO, Vice President of Turkish National Comission
Articles in the Journals
»
The Tale of European Parliament’s 1987 Resolution Entitled
Review of ARMENIAN STUDIES,Volume 3 – 2005, Number 9
»
The Analysis of the Alleged Armenian Genocide from the Legal and ethical Perspectives (English Summary of the Turkish Article)
Armenian Studies,June-July-August 2001, Issue 2
2009 ÜYELİK AİDATLARI VE BAGIŞLARINIZ
THE FOLLOWING LINKS WILL TAKE YOU TO THE DUES AND DONATIONS PAGE
Turkish Forum
Hakkımızda (About Us) | Kayıt Ol (Subscribe) | Bize Yazın (Contact Us) | Bağışlarınız (Donations) | Güncelle (Update)
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü n, dün Bursa’da ağırladığı ve birlikte maç izledikleri Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan’a, temasların yapıldığı otelde kendisi için düzenlenen, yeni ve daha büyük olan süiti tahsis ettirdiği öğrenildi.
Cumhurbaşkanı Gül ile Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan ve diğer bürokratları ağırlayan Almira Otel’in Genel Müdürü Ersin Yazıcı, Türkiye-Ermenistan maçı dolayısıyla Bursa’nın tarihi bir gün yaşadığını söyledi.
İki ülkenin cumhurbaşkanları ile çok sayıda bürokratı n Bursa’da buluştuğunu ifade eden Yazıcı, misafirleri ağırlamaktan da son derece mutlu olduklarını ve gurur duyduklarını anlattı.
Maç öncesindeki görüşmelerin ve akşam yemeğinin otellerinde organize edildiğini belirten Yazıcı, şunları söyledi:
“Biz odalarını ayarlamıştık. Cumhurbaşkanı Gül, kendisine 100 metrekarelik yeni odayı, Sarkisyan’a ise 75 metrekarelik diğer odayı ayırdığımızı öğrendi. Bunun üzerine büyük odanın Sarkisyan’a tahsis edilmesini isteyerek, karşı tarafa bir jest yapmış oldu. Ardından hemen düzenlemeye geçerek 301 No’lu odayı Cumhurbaşkanımıza, diğerini de Sarkisyan’a tahsis ettik. Otele geldiklerinde cumhurbaşkanları, kendi odalarındaki toplantı bölümünde bürokratlarıyla özel toplantı yaptılar, ardından birlikte toplantıya geçtiler.”
Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan’ın ağırlandığı odayı yeni düzenlediklerini ve ilk kez dün hizmete açtıklarını ifade eden Yazıcı, odayla ilgili şu bilgileri verdi:
“Odanın içinde kullanılar malzemelerin büyük bölümünü ithal ettik. 3 odadan oluşan bu suitimizin banyosundan yatak ve toplantı odasına kadar her bölümünde çok titiz davrandık. Odanın düzenlenmesi için yaklaşık 250 bin lira harcadık. Yatak örtüsü ipek, odada kullanılan süslemelerde gümüş kulland ık. Dolaplar ı ve kapıları el işçiliğiyle yapıldı. Odanın gecelik konaklama ücreti 3 bin avro olacak. Sarkisyan’ın kaldığı odanın bir kapısı, korumalarının bulundu ğu odaya açılıyordu.”
Yazıcı, cumhurbaşkanları otele gelmeden önce otelde yoğun güvenlik önlemi alındığına dikkati çekerek, odalarda bulunan telefon, DVD player, minibar gibi elektronik ve elektrikli aletlerin tamamının çıkarıldığını, içerde sadece televizyonun kaldığını anlattı. Yazıcı, otelin çatısına keskin niş ancıların yerleştirildiğini, bu kişilerin 2,5 kilometrelik mesafeyi kontrol altına tutabildiklerini öğrendiklerini kaydetti.
Yemeğe düğün çorbasıyla başlandığını dile getiren Yazıcı, menüye ilişkin şunları söyledi:
“Çorbanın ardından biber dolması, yaprak sarma ve imam bayıldılı zeytinyağlı tabağına geçildi. Tandır böreği ile devam eden yemekte İneg öl köfte, iskender kebap ve Akdeniz yeşillikleri verildi. Tatlıda kestaneli, çikolotalı pasta ve baklava sunuldu. Ermeni bürokratlar yemekte beyaz ve kırmızı şarap alırken, Sarkisyan’ın, Gül ile birlikte içecek tercihi taze sıkılmış portakal suyu oldu. Bu arada, kullanmasına rağmen Sarkisyan, hiç sigara içmedi.”
Yemeğin ardından Gül ve Sarkisyan’ın Türk kahvelerini toplantı salonunda başbaşa içtiğini belirten Yazıcı, “Ankara’dan bir canlı müzik grubu geldi. Yemekte, kanun, kemençe ve bendir eşliğinde canlı müzik vardı” dedi
Gül ve Sarkisyan’a Swarovski taşlı koltuk – 14.10.2009
Türkiye’nin Ermenistan ile yapacağı maçı izlemek üzere Bursa’ya gelecek Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan için, Bursalı bir firma tarafından, Swarovski’nin kristal taşlarıyla süslü koltuk takımı hazırlandı. Firma sahibi Süleyman Kara, koltukların maçın oynanacağı Atatürk Stadı’na getirilmesi sırasında, “Hiçbir masraftan kaçınılmadı. Koltuk takımının toplam değeri 10 bin doları buldu.” dedi.Ayrıntı
Şili’nin başkenti Santiago’da belediye, kentte yaşayan kişilerin örnek alması için bir parka, Atatürk’ün sözlerinin yer aldığı rölyefini yaptırdığı bildirildi. Söz konusu rölyef Aynur Kasabalı’nın seyahatlerden birinde ortaya çıktı. Geçen yıl bir Güney Amerika ülkesi olan Şili’ye yaptığı seyahatte ilişkin izlenimlerini, şöyle anlattı: “Şili’nin başkenti Santiago kentinin Belediye Başkanının, kentte yaşayan kişilerin örnek alması için Apoguindo Caddesi’ndeki Novigod Parkı’na, Atatürk’ün, üzerinde bazı sözlerin de yer aldığı rölyefini yaptırdığını fark ettim. O an kendim ve Türklüğümle gurur duydum. O anı kelimelere dökmem imkansız. Zamanım kısıtlı olduğu için Belediye Başkanı ile görüşemedim. Ancak tercümanım aracıyla yetkililere sorduğumda, Atatürk’ün kentte örnek alındığı, herkesin örnek alması için de bir parka Atatürk rölyefinin konulduğunu öğrendim.” YAZININ TERCÜMESİ Rölyef ve rölyefin bulunduğu anıt duvarın üzerindeki yazının ise kendisini daha da şaşırttığını ifade eden Kasabalı, yazıda İspanyolca,
“Türkiye Cumhuriyeti’ nin kurucusu, vatanının fedakar ve sadık hizmetkarı, benzeri olmayan kahraman, insanlık idealinin canlı emsali… Bütün hayatını Türk Milletine vakfetmiş, milletine kendi ruhunu, ateşini vermiştir. Hatırası milletinin ruhunu ateşli tutan sönmez bir meşale olarak yaşamaktadır”
Tarih 8.Ağustos 2003. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan’ın, Reyyan Uzuner’le Lütfi Kırdar Kongre Merkezinde düğün törenleri yapıldı.
Düğünde güvenliği 23 Emniyet Müdürü, 10 Emniyet Müdür Yardımcısı, 45 Emniyet Amiri, 350 polisten oluşan 35 trafik ekibi, 1600’ü çevik kuvvetten olmak üzere 2285 polis, bayan katılımcıları aramakla görevli 600 bayan polis, kışkırtmalara karşı 4 ekipten oluşan 48 özel harekât polisi, Ankara’dan 100 Başbakanlık koruması, 1600 Bakan ve Milletvekili koruması sağladı.
Evlere gönderilen hediyeler dışında ortaya konan sandıklara, konuklar hediyelerini bıraktılar. Hediye veren veya takı yapanlara sonradan teşekkür edebilmek için video kaydı yapıldı.
Tarih 11.Temmuz.2004. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın kızı Esra Erdoğan’ın, Berat Albayrak ile Lütfi Kırdar Kongre Merkezinde düğün törenleri yapıldı.
Düğünde güvenliği aynen yukarıdaki gibi toplam 6661 devlet memuru sağladı.
Tarih 25.Eylül.2009. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, içinde, kızların kendi başlarına otomobil kullanmalarına izin verilen Üniversite’nin açılışı için Suudi Arabistan’ın başkenti Riyada gittiler. Açılıştan sonra, THY uçağı ile Mekke’ye gidip Umre yaptılar. Aynı Umre ziyaretini Sayın Başbakanda, Suudi Arabistan’a resmi ziyaret için gittikten sonra yapmıştı.
Tarih 01.Eylül.2009. Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç ve Emine Erdoğan, Libya Lideri Kaddafinin 40. yıl törenlerine katılmak üzere Libya’ya gittiler. Seyahate Emine Erdoğan Hanımın, tercümanı, özel kalem müdiresi ve yardımcıları’da katıldı.
Ağustos 1993. Adam Sağlık Bakanı. İki oğullarını sünnet ettirmek isterler. Eşi ile konuşup şu karara varırlar; “ Çocuklarımıza sünnet düğünü yapmaya kalksak, ne kadar dikkatli olsak ta devlet imkânları çocuklarımızın sünneti için kullanılır. Bunun hesabını vicdanımızda veremeyiz. Ayrıca çok sayıda pahalı hediyeler gelecek. Bunları kabul etmemiz mümkün değil, insanları üzeriz. Çocukların sünnetini hiç kimseye (annelerine bile) haber vermeden yaptıralım.” Kararlarını uygularlar. Kardeşleri ile beraber, arkadaşları olan doktoru alıp hastaneye giderler ve çocuklarının sünnetini yaptırırlar. Sonradan annelerinin ve aile büyüklerinin gönüllerini alıncaya kadar epeyce uğraşırlar. Vicdanları rahattır artık. Zaman zaman oğulları, yukarıdaki şatafatlı düğünler gibilerini gazetelerden okuyunca onlardan sünnet resimlerini sorarlar, o an yüreklere hafif bir sızı girer ama hem kendi hem de eşi, siyasetle uğraşan kişilerin ve ailelerinin fedakâr ve çok dikkatli olmaları gerektiğini iyi bilirler.
Değerli okurlar, yukarıda yazdığım beş olay tamamen gerçektir. Özellikle ilk dördü için hiç yorum yapmadım. Her isteyen bu bilgilere internet üzerinden hemen ulaşabilir. Ben sadece sizlere bazı sorular sormak istiyorum. Herkes vicdanında bu sorulara cevap versin;
—Tek özelliği Başbakan çocuğu olmak olan bir TC vatandaşı için, devletin 6661 memurunu saatlerce çalıştırmak adaletli bir davranış mıdır?
—Bu iki düğün için devlet kesesinden harcanan, benzin paraları, fazla mesai ücretleri, araçların yıpranma payları’nın Başbakan tarafından ödenmesi gerekmez mi?
—Başbakan eşinin ve ekibinin seyahat harcamalarını devlet ödemek zorunda mı?
—Cumhurbaşkanı ve Başbakan Yardımcısının umre ziyaretlerini devlet parası ile yapmaları ahlakîmidir?
Bu sorulara vereceğiniz cevaplar sadece sizleri bağlar. Fakat bizlerin yani sade vatandaşların mutlaka yapmamız gereken görevlerimiz var. İyiyi ve doğruyu alkışlamayalım, onlar zaten olması gerekeni yapıyorlar diye düşünebiliriz. Ama yanlışa, yalana, sahtekârlığa, devlet imkânlarını aileleri için kullananlara söyleyecek sözümüz, gösterebileceğimiz demokratik bir tepkimiz yok mu? Hep suskun mu kalmalıyız? Böyle davrananlara bir mesaj, bir mektup, bir ileti gönderme cesaretimiz yok mu?
Hazreti Ömer, biri devletin, diğeri kendinin olmak üzere iki mum kullanırdı. Kendi işini yapacağı zaman devletin mumunu söndürüp, kendi mumunu yakardı. O zaman yukarıda anlattıklarımı nereye koyacağız? Kim daha Müslüman Hz. Ömer’mi, yukarıdaki densizlikleri yapanlar mı? Kim daha doğru, Hz. Ömer’mi, yoksa görgüsüzlük yapanlar mı? Kimin yaptığı helâl, kimin yaptığı haram?
19.Eylül.2009 tarihli yazımda, ülkedeki politikacıların gaflet ve dalalet içinde olabileceklerini yazmıştım. Ama toplum, kendi hayat tarzını çalmak isteyen, onu geçmişin karanlıklarına götürmek isteyenlere oy verip alkışlamamalıdır. Eğer bunu yapmaya devam ederse, bölünmeye, haksızlığa, adaletsizliğe, yoksulluğa mahkûmdur.
Bir siyasetçide ilim olmadıkça, erdem de olmaz. Edep olmadıkça, asalet’te olmaz, adalet’te olmaz. Ötesini siz bilirsiniz.
Sağlık ve başarı dileklerimle.28.Eylül.2009
Rifat Serdaroğlu
Eski Sağlık ve Devlet Bakanı
rifatserdaroglu@superonline.com
==========================
Rıfat Serdaroğlu (d. 1948, Bergama, İzmir, Türkiye), Türk siyasetçi.
İzmir İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi Maliye Bölümünü bitirdi. Bergama Belediye Başkanlığı, 19.,20., ve 21. Dönem İzmir milletvekiliği ile Sağlık ve Devlet Bakanlıkları yaptı. Evli ve 2 çocuk babasıdır.Babası Kemal Serdaroğlu da bir dönem bergama belediye başkanlığı ve aynı zamanda milletvekilliği yapmıştır.
Bir Türk siyasetçi ile ilgili bu madde taslaktır. İçeriğini geliştirerek Vikipedi’ye katkıda bulunabilirsiniz.
Önce gelen: Yıldırım Aktuna
Türkiye Cumhuriyeti Sağlık Bakanı
25 Haziran 1993 – 28 Kasım 1993
Sonra gelen: Kazım Dinç
50. Hükümet – 1. Çiller Hükümeti (25 Haziran 1993 – 5 Ekim 1995)[ Göster ]
Başbakan: Tansu Çiller Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı: Erdal İnönü · Murat Karayalçın · Hikmet Çetin Devlet Bakanı: Ali Şevki Erek · Nurhan Tekinel · Salih Sümer · Mehmet Gazioğlu · Türkan Akyol · Ahmet Esat Kıratlıoğlu · Mehmet Gölhan · Azimet Köylüoğlu · Aysel Baykal · Mehmet Gülcegün · Ahmet Şanal · Nafiz Kurt · Şükrü Erdem · Ziya Halis · Necmettin Cevheri · Güneş Müftüoğlu · Bahattin Alagöz · İbrahim Tez · Onur Kumbaracıbaşı · Aykon Doğan · Mustafa Çiloğlu · Bekir Sami Daçe · Yıldırım Aktuna · Önay Alpago · Cemil Erhan · Erman Şahin · Ayvaz Gökdemir · Fikri Sağlar · Mehmet Ali Yılmaz · Abdülbaki Ataç · Mehmet Kahraman · Algan Hacaloğlu Adalet Bakanı: Mehmet Seyfi Oktay · Mehmet Moğultay · Milli Savunma Bakanı: Mehmet Gölhan · Nevzat Ayaz · İçişleri Bakanı: Mehmet Gazioğlu · Nahit Menteşe · Dışişleri Bakanı: Murat Karayalçın · Hikmet Çetin · Mümtaz Soysal · Erdal İnönü · Maliye ve Gümrük Bakanı: İsmet Attila · Milli Eğitim Bakanı: Nahit Menteşe · Nevzat Ayaz · Bayındırlık ve İskan Bakanı: Erman Şahin · Fikri Sağlar · Halil Çulhaoğlu · Onur Kumbaracıbaşı · Mustafa Yılmaz · Sağlık Bakanı : Kazım Dinç · Doğan Baran · Rifat Serdaroğlu · Ulaştırma Bakanı: Ali Şevki Erek · Mehmet Köstepen · Nafiz Kurt · Tarım ve Köy İşleri Bakanı: Refaiddin Şahin · Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı: Mehmet Moğultay · Aydın Güven Gürkan · Nihad Matkap · Ziya Halis · Sanayi ve Ticaret Bakanı: Hasan Akyol · Mehmet Dönen · Tahir Köse · Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı: Veysel Atasoy · Kültür Bakanı: Fikri Sağlar · İrfan Gürpınar · Timuçin Savaş · İsmail Cem · Ercan Karakaş · Turizm Bakanı: Abdülkadir Ateş · Şahin Ulusoy · İrfan Gürpınar · Halil Çulhaoğlu · Çevre Bakanı: Rıza Akçalı · Orman Bakanı: Hasan Ekinci ·
55. Hükümet – 3. Yılmaz, Anasol-D Hükümeti (30 Haziran 1997 – 11 Ocak 1999)[ Göster ]
Başbakan: Mesut Yılmaz Başbakan Yardımcısı ve Milli Savunma Bakanı: İsmet Sezgin Başbakan Yardımcısı: Bülent Ecevit Devlet Bakanı: Mehmet Salih Yıldırım · Metin Gürdere · Burhan Kara · Hasan Hüsamettin Özkan · Ahat Andican · Yıldırım Aktuna · Mehmet Batallı · Şükrü Sina Gürel · Hikmet Sami Türk · Yücel Seçkiner · Rifat Serdaroğlu · Işılay Saygın · Mehmet Cavit Kavak · Hasan Gemici · Mustafa Yılmaz · Işın Çelebi · Güneş Taner · Rüştü Kazım Yücelen Adalet Bakanı: Oltan Sungurlu · Hasan Denizkurdu İçişleri Bakanı: Murat Başesgioğlu · Kutlu Aktaş Dışişleri Bakanı: İsmail Cem · Maliye Bakanı: Zekeriya Temizel · Milli Eğitim Bakanı: Hikmet Uluğbay · Bayındırlık ve İskan Bakanı: Yaşar Topçu · Sağlık Bakanı : Halil İbrahim Özsoy · Ulaştırma Bakanı: Necdet Menzir · Arif Ahmet Denizolgun · Tarım ve Köy İşleri Bakanı: Mustafa Rüştü Taşar · Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı: İbrahim Nami Çağan · Sanayi ve Ticaret Bakanı: Enis Yalım Erez · Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı: Mustafa Cumhur Ersümer · Kültür Bakanı: Mustafa İstemihan Talay · Turizm Bakanı: İbrahim Gürdal · Çevre Bakanı: İmren Aykut · Orman Bakanı: Ersin Taranoğlu ·