Ahmet İnsel ve Michel Marian Fransa’da Ermeni Tabusu Üzerine Diyalog basligini tasiyan bir kitap yayimladilar
H.E. Ambassador Pulat Tacar, Head of the Mission of Turkey to the EC
Pulat Tacar
Turkish Forum danisma Kurulu Uyesi
“Ermeni tabusu üzerinde diyalog[1]” kitabı hakkında yazı
Galatasaray Üniversitesi profesörlerinden Ahmet İnsel[2] ile Paris Siyasal Bilgiler Okulu öğretim görevlisi Michel Marian[3], Gazeteci Ariane Bonzon’un [4] yönetiminde “Ermeni tabusu üzerine bir söyleşi” gerçekleştirerek, bu diyalogu 2009 yılında Fransa’da 169 sayfalık bir kitap olarak yayımladılar. Kitabı okuyamamış olanların bilgi edinmesini sağlamak amaciyle önemli saydığım bölümlerini özetledim ve bazı yorumlar yaptım
Dokunulmazlık zırhına bürünmüş bir tabu konusunda diyaloga girmek, bunu sonuçlandırarak yayımlamak cesaret işi. Ahmet İnsel ve Michel Marian’ın görüşleri pek çok alanda benzerlik gösteriyor. Görüşlerinin farklı olduğu terim “ soykırımı”. O nedenle kitabın anlatımına bununla başlamak istiyorum. Diğer konuları da başlıklar altında ayrıca ele aldım..
“Biri soykırımı diyor, öbürü değil” (Sh. 109-125)
“Nürnberg kriterleri”
Michel Marian 1915 olaylarını değerlendirebilmek için “Nürnberg kriterlerini” incelemek gerektiğini belirtmiş (Sh.109).Soykırımı suçu literatüründe Nazi Almanyası döneminde çıkarılan Nürnberg kanunları[5] hariç,“Nürnberg kriterleri” terimine daha önce rastlamamıştım. Ama, Ermeni tarafının, farklı ölçüt ve kavramlar icad ederek 1948 Soykırımı Sözleşmesinin kurallarını işlevsiz hale getirme çabası içinde bulunduğunu biliyordum.
Paris Siyasal Bilgiler Fakültesinin öğretim görevlisi, Nürnberg ölçütü derken acaba 8 Ağustos 1945 tarihli Londra Anlaşmasını mı kasdetmiş? Ya da Uluslararası Askeri Mahkemenin Statüsünün 6 maddesini mi? Statüde “Mahkemenin yetkisi ve genel ilkeler başlığı altında, “Barışa karşı suçlar”,”Savaş suçları” “İnsanlığa karşu suçlar” kategorileri ele alınmıştı Anlaşılan, Michel Marian sorgulanyamayacağı varsayımından hareketle muhatabını ve okuyucuları yanıltma girişiminde bulunmuş. Oysa soykırımı suçunun, Marian’ın duymak istemediği hukuksal temel taşları var. Bunlar arasında “yetkili mahkeme[6]”, “soykırımı suçunun gerçek kişi tarafından işlenebileceği[7]” ve “soykırımı suçunu diğer uluslararası suçlardan ayıran latince “dolus specialis” denilen bir grubu tamamen veya kısmen sırf ulusal,ırksal, etnik, dinsel gruba ait olduğu gerekçesiyle ile yok etme özel kastının bulunması” gibi hukuksal öğeler bulunuyor.
Michel Marian ise 1948 Sözleşmenin esaslarını oluşturduğunu ileri sürdüğü, ama uluslararası soykırım literatüründe bulunmayan Nürnberg kriterlerini şöyle sıralamış:
İlk kriter hedef toplumun etnik ya da dinsel niteliğiymiş, bunu kimse tartışmamaktaymış. Marian soykırımından söz ediyorsa, eksik söylemiş.Sözleşmedeki “ulusal” ve “ırksal” kelimelerini atlamış. İkinci ölçüt : yapılan eylemin niteliğiymiş. Marian, ayrıntı vermiyor, “bunu da kimse tartışmıyor” diyor. Oysa bu da Sözleşmenin 2. maddesinde ayrıntılı biçimde açıklanmış Marian soykırımı eylemleri arasında “zorla din değiştirtmek” var diyor.Sözleşmede kayıtlı ölçütler arasında bu yok. Sözleşmeyi hazırlayan Uluslararası Hazırlık Konferans konuyu ele almış, ama Sözleşmeye ölçüt olarak koymayı reddetmiş. Bunu da bilmek için zahmet edip 1948 Sözleşmesinin Hazırlık Konferansının zabıtlarını okumak gerekir. Üçüncü kriter “Hükûmetin soykırımı suçunun işlenmesine iştirakiymiş”. Bu da Sözleşmede çok daha farklı bir çerçevede, 9. maddede (Hükumetin değil) Devletin – sorumluluğu konusunda, (bir başka Taraf Devletin Uluslararası Adalet Divanına başvurulabileceği çerçevesinde) ele alınıyor. Sözleşmeye göre soykırımı suçunu tüzel kişi işlemiyor Devlet ise – malum- tüzel kişi. Soykırımının dördüncü ölçütü “imha etme kastının” bulunmasıymış. Marian bu konuda Sözleşmenin belkemiğini oluşturan ve yukarıda değindiğimiz “özel kasıt” öğesinden söz etmiyor.
Özetle, Michel Marian soykırımı hukukunu kendince Nürnberg ölçütleri kavramını oluşturarak kendine göre yeni baştan kodifiye etmeğe kalkışıyor “Bu bir hukuksal ayrıntı. Önewmli değil ” diyenler çıkabilir. Soykırımı bir uluslararası suç olduğu işin esası da bunu oluşturan 1948 Sözleşmesindedir. Ne var ki anılan Sözleşme Marian’ın beyninde oluşturduğu imgeden farklı . Yukarıda değindiğim özel kasıt unsurundan başka, 1948 Birleşmiş Milletler Sözleşmesi soykırımının varlığını saptayacak yetkili mahkemeyi de açıkça belirlemiş (Md. 6) Marian bu önemli hukuk kuralını da görmezden geliyor ve trajik 1915 olaylarına ve bunun nedenlerine selektif bir okuma getirerek, başkalarının da kendi yorumuna aynen uymasını bekliyor.
Oysa, siyasal bilimler alanında öğretim görevlisi olan bir kimsenin – ne kadar militan olursa olsun- asgari akademik disipline uyması ve amacı uzlaşma yollarını aramak olan bir diyalogda yanıltnaya başvurularak güven yitirmemesi gerekirdi.
Marian’ın muhatabı olan Prof. Ahmet İnsel de akademisyen, ama o da “Nürnberg ölçütleri” terimini sorgulamamış ve Maria!ın işine geldiği için bu kriterleri varsaymış; böylece bilerek ya da bilmeyerek 1948 Sözleşmesi kural ve ölçütlerinin tahrifatına göz yummuş
Oysa, Ahmet İnsel, farklı nedenlerle, 1915 eylemlerini soykırımı saymadığını,o eylemlerin “insanlığa karşı suç” kategorisine girdiğini düşündüğünü, ve Osmanlı Hükumetinin bundan tümüyle sorumlu bulunduğunu (Sh.114) belirtiyor; ama “ yirmi yıl, iki yıl, altı ay veya bir gün sonra yeni bilgilerle karşılaşırsa soykırımı terimini de kullanabileceğini” ekleyerek (Sh. 125) kapıyı aralık bırakıyor.
Ahmet İnsel, bu savını Uluslararası Ceza Mahkemesini oluşturan Roma Statüsündeki “insanlığa karşı suç” veya “savaş suçı” tanımlarını da inceledikten sonra ileri sürseydi saygınlık kazanabilir, akademik unavına yakışır bir tutum içinde bulunurdu.İnsel bunu yapmamış, kendisinin soykırımını Yahudilere uygulanan Shoah ile özdeştırdiğini, soykırımının çocuklara, yaşlılara kadar herkesin bilerek, sistemli biçimde ve özenle imhası anlamına geldiğini, oysa Ermenilere yapılan katliamın, Osmanlının genelde kendi tebaasına uyguladığı katliam geleneğine uygun olduğunu……tarihte Kuyucu Murat Paşanın da Aleviler ile Dürzilerin başlarını keserek kuyulara doldurmasına benzediğini ,Osmanlı devletinin geleneğinde tehcir uygulamasının bulunduğunu, hatta Cumhuriyet döneminde de 1934 ve 1950 yıllarında Kürtlerin zorunlu göçü ile bu geleneğin sürdüğünü belirtmiş.(Sh. 110-111). Öte yandan ,”1915 yılında Osmanlı Devletinin savaş halinde bulunduğu ve Ermeniler Ruslarla işbirliği yaptıkları için sınır bölgesinden uzaklaştırıldıkları” yolunda bir gerekçenin ileri sürüldüğünü” belirten İnsel, ancak sınırdan binlerce kilometre uzaktaki İzmir, Çanakkale, Bursa gibi kentlerde yaşayan Ermenilerin tehcirinin güvenlik gerekçesi ile izah edilemeyeceğini, … 1941 ‘de Amerika’da Japon asıllılara uygulanan muamele ile 1915 tehcirinin karşılaştırılamayacağını savunuyor. İnsel, Osmanlı Hükumetinin Ermenileri hedef aldığını, Rumların ve diğer Doğu Hristiyanlarının da bu arada paylarına düşenden kurtulamadıklarını belirttikten sonra, bununla birlikte Alman (imha) sistematiği ile Türk uygulamasının aynı olmadığını, Osmanlıların bir ırkı ortadan kaldırmaya yönelmediğini, kimi Ermeni kadın ve çocukların kurtarıldığını, bu nedenle 1915 olayları hakkında soykırımı teriminin kullanılasını uygun görmediğini belirtiyor..
Srebrenica soykırımı değilmiş
İnsel’e göre “ Srebrenica’da olanlar soykırımı değildir; Srebrenica soykırımı ise, Ermenilerin başından geçen de soykırımı sayılır,…. ama soykırım bir halkın, bir etnik grubun radikal bir şekilde istenerek yok edilmesi, Devlet ile toplumun da bu amaçla yoğun biçimde harekete geçmesi olarak tanımlanıyorsa, 1915 olayları soykırımı sayılmaz”(Sh. 113.) Marian da Srebrenica’nın soykırımı olmadığını belirtiyor, ancak 1915 ‘in soykırımı olduğu konusunda hiç bir duraksaması bulunmadığının altını çiziyor (Sh. 115)
Soykırımı hukuku alanında bilgisizlik
Gerek Marian’ın, gerek İnsel’in ifadeleri, soykırımı hukuku konusundaki “bilgisizliklerinin” derin olduğunu gösteriyor. Bir başka izah ise, her ikisinin de bu konuyu 1948 Sözleşmesi ve Uluslararası Adalet Divanı kararları ile şekillenmiş olan soykırımı hukuku dışına bile bile çıkarıp, siyasal bir çerçeveye oturtmak istemeleridir Çünkü akademisyen olan bu iki konuşmacı, eski Yugoslavya Ceza Mahkemesinin verdiği, iki Sırp yetkilisinin Srebrenica’daki eylemlerini soykırımı sayan ve nihai olan kararına rağmen,o eylemleri soykırımı saymadıklarını belirtebiliyorlar(Sh.113 ve 115) ve böylece kendilerini yetkili mahkemenin yargıcı yerine koymuş oluyorlar, kesinleşmiş bir mahkeme kararını yok sayıyorlar. Maazallah bu sözleri İsviçre’de söyleseler soykırımını inkar suçundan İsviçre Ceza yasasının 221 bis maddesi gereğince mahkum bile edilebilirler. Öte yandan, böyle davranarak mahkeme kararına bile bağlanmamış olan soykırımı suçlamalarının yadsınabileceğine örnek oluşturmuyorlar mı? Ama kendilerine hak olarak tanıdıkları “yadsıma” başkalarının hakkı değil
Michel Marian bu konuda şunları da söylüyor: : “Ermeni tehciri sadece bir ahali transferi değildi, Ermenileri yok etme kastı ile yapılmıştı….. Bu da 1948 tanımına göre soykırımıdır… O halde, kelimeler konusunda yapılan bu tartışma neye yarar? Zaten 1915 yılında suçu cezalandıran bir pozitif hukuk yoktu o dönemde.Ermeniler Osmanlının o tarihe kadar uğradığı kayıpların tümü için bedel ödediler. Ermeniler öldükleri için artık bir tazmin olanağı yok. Yargıya başvurarak ceza verilmesi de sağlanamaz.. Bu suçu yargılayacak bir mahkeme kurulamaz. Bu nedenle dünya bu olayların soykırımı olduğunu tanısın. Bu davranışi o dönemden bu yana hukuk ve adalet duygusunda yaşanan gelişmelere uygun olur. Soykırım bir gerçek olduğu cihetle bu gerçeğin kredisi bize neden verilmiyor? Olayların soykırımı olduğunun yadsınması Türkiye açısından bir uygarlık sorunu olduğu kadar, uluslararası açıdan da bu husus geçerlidir.. Soykırım konusundaki görüş ayrılığı diğer gelişmeleri engellememelidir ve soykırımı tanınmadığı gerekçesi ile tüm diyalog kapıları kapatılmamalıdır. Shoah ile 1915 olayları arasındaki farklar tartışılabilir.Ancak bir şartla: 1915 olaylarının Shoah’dan çok Srebrenitsa’ya benzediği ileri sürülmemelidir (Sh. 117-118) ” ….Shoah ile Ermeni soykırımı arasındaki farklardan[8] biri kadın ve çocukların İslamlaştırılmasıdır. Ama bu İslamlaştırma da eylemin soykırımcı niteliğini azaltmamalıdır; zira bu insanlara bir seçenek tanınmamıştı ve kadınlar ile çocuklar ya boğazlanmış ya da çöle terkedilmişti (Sh. 119) Günümüzde bazı aileler, hele Kürt aileleri bakımından bir Ermeni kökenli büyükanneye sahip olma şık sayılıyor…. Ancak durum biz Ermeniler açısından farklı…Biz bugüne kadar dinsel kimliği ile bilinen bir halk olduk…
Ahmet İnsel’in 1915 olaylarının insanlığa karşı suç sayılması düşüncesine karşı, Marian,“ insanlığa karşı suç ile soykırımı arasında muazzam fark bulunduğunu, soykırımının bir halkı yeryüzünden silmek projesi olduğunu, insanlığa karşı suçun ise Srebrenica’da olduğu gibi hem sayı hem de hedef kitle açısından kısmî olduğunu, bu nedenle bu farkı kabul etmwnin uygar bir davranış sayılacağını belirtmiş, kendisi dahil Ermenilerin büyük bir sabırsızlık içinde bulunduklarını, 2015 tarihinin soykırımının kabulü konusunda kendileri açısından son tarih teşkil ettiğini ve daha fazla beklenmesinin düşünülemeyecek olduğunu “ söylemiştir Ahmet İnsel de “ sabırsızlığını anlamaktayım” yanıtını vermiş. (Sh. 124).
Bu sözler Marian’ın Roma Statüsündeki insanlığa karşı suç tanımı ile soykırımı suçu ve savaş suçu tanımları arasındaki farkları ya bilmediği veya bilmezden geldiği yolundaki tesbitimizi doğrulamakta.
Michel Marian diyalogun bu aşamasında, “Ermenilerin Türkler ile ilişkilerinde, kendi ahlaksal –açıdan üstün- pozisyonlarından yararlanarak, Türkleri suçlayıcı bir tavır takınmalarını, …. soykırımı kelimesini kullanmayanları olduğu gibi, bu terimi şimdi işlevsel anlamda kullanan Fuat Dündar[9] gibi tarihçileri de inkarcılıkla suçlamalarını doğru bulmadığını belirtmiş, soykırımını inkar eden Türklerin bu suçları işleyenlerle –bir- olduğunun ileri sürülmesine de katılmadığını, savunma ya da olayın boyutunu küçük görmenin eylem ile eşit olmadığını” (Sh. 132) sözlerine eklemiştir.
Türkiye’den beklentiler
İnsel, Türklerin kapsamlı bir bellek çalışması yapmasını, önce çok uzun zamandır unuttuğumuz ve inkar ettiğimiz tarihsel olaylarla karşılaşmamız gerektiğini, söylüyor ve bunun zaman alacağını …bu çalışlmanın (tavandan değil) tabandan başlaması gerektiğini, yoksa, günün birinde Türk devletinin bugüne kadar bilinen gerçek değişmiştir, şimdi gerçek şudur diyerek yeniden tepeden inme bir durum (tarih yorumu) yaratabileceğini söylüyor.
Marian’a göre ise Ermeniler doksan yıl beklemişlerdir. Ermeniler, Avrupa’nın anahtarını elinde tutanların şimdilik kendi yanlarında olduğunu ve soykırımının tanınmasını sağlayabileceklerini sanıyorlar, bu güç dengesi bozulursa istediklerini hiç bir zaman elde edememekten korkuyorlar.
Marian’a göre, “ilk AKP Hükumeti buzların erimesinde önemli bir rol oynamıştır. . Daha sonra 23 Mayıs 2009 tarihinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Düzce’de yaptığı bir konuşmada, yıllar boyu farklı bir kimliğe sahip olanlar ülkeden kovuldular. Bu iyi niyetle yapılmadı.Bu faşist bir yaklaşımla yapıldı dedi., bu bir açılımdır; Cumhurbaşkanı Gül ise Nisan 2009’da Barack Obama’nın yaklaşımına katılmamış, ancak, resmi inkâr tutumunu da tekrarlamamıştır” diyor , Bu durumda Ermeniler, Türkiye’nin, Ermeni tutumunun aynını kabul etmese bile, resmi inkar pozisyonunu terketmesini beklemekteymişler. Örneğin Türk diplomatlarının Ermeni sorunu konusundaki inkarcı söyleme göre yetiştirilmesine son verilebilecek,. okul kitapları gözden geçirilebilecek, Jön Türkleri açıkça öven kurumlara destek verilmesinden vazgeçilebilecek, Türk Hükumeti yurt dışındaki ulusalcı grupları desteklemeyi durdurabilecekmiş.
Marian’ın dile getirdiği beklentiler arasında şunlar da var:
“1960’lı yıllardan beri Ermenilerin istediği şey: Mahkeme Ancak bu bir hayal. Uluslararası Ceza Mahkemesinin kurulduğu tarihten önceki olayları ele alamayacağı kararlaştırıldı.Ayrıca suçlanabilier Devletler değil, yöneticiler. Bir Nürnberg Mahkemesi kurulmasının olanaksızlığı Ermeniler için çok düş kırıcı” (Sh. 78) “1915 yılında müttefikler ittihat ve Terakki yöneticilerinin Ermenileri yok etmeğe devam ettikleri takdirde sorumlu tutulacaklarını belirtmişlerdi. Bu uluslararası hukuk açısından önemli bir yenilikti” (Sh.77) “Daha sonra bu amaçla bir mahkeme kurulması fikri terkedildi , onun yerine Türklerin Türk olmayanları yönetme yeteneği bulunnadığı gerekçesiyle Osmanlı Devletinin toprakları elinden alındı” (Sh.77)
Bu konuda eklenmesi gereken husus Marian ve onun gibi düşünenlerin Malta’ya yargılanmak için sürülen Osmanlı yöneticilerinin aleyhlerinde bir delil bulunamadığı için yargılanmadan salıverilmiş bulunmalarınden hiç söz etmemeleridir. Bu da selektif okuma ve işline gelmeyen hususları bellekten silme güdüsünün bir tezahürüdür.
Marian’a “ göre “Ermeniler’de toprak değil, , manevi tatmin talebi bulunduğu konusunda bir bilinçlenme var. Tabii, azınlıkta bulunan bazı gruplar toprak taleplerini ileri sürüyorlar. Soykırımının kabulü dışında bu manevi tatmin nasıl sağlanabilir? Ermenilerin, bir Ermeni yurdu kurulmadan -eski topraklarına- geri dönüşü nasıl olabilir? Belki Türk Hükumeti sembolik bir jest yaparak Ağrı dağının yarısını Ermeniler’e verebilir. Veya tarihsel Başkent Ani’yi verebilir. Ya da daha pratik olarak, Ermeni gemilerinin Trabzon limanına yanaşması kabul edilebilir. Örneğin Van sakinlerinin Van kökenli Ermenilere, Muş sakinlerinin Muş kökenli Muşlulara yapabilecekleri jestler olabilir. Bu vatandaşlığa alınma ya da toprak talebi değil, bir çeşit varlığını yeniden kabul etme gibi bir jest olabilir.” “Doğal olarak benim ailemin (Marian’ın ailesinin) geldiği yer olan Erzurum’da itirazlar gelebilir. ….Ben hala Erzurum’a gitmeyi çok arzu ediyorum ama korkuyorum”(Sh. 136-137)
“Türk hükumeti herkesin görüşünü açıklayabilmesi için bir propaganda silahsızlanması yapmalıdır”. İnsel bunun şart olduğunu, ancak gerçekleşmesi için güçlü bir toplumsal talep bulunması gerektiğini belirtmiştir ( Sh. 144)
Diyalogun Ermeni talepleri bölümünün ve diyalogun bununla ilgili sayfalarının okunması, özellikle Michel Marian’ın ve onun gibi düşünenlerin gerçeklerden ne kadar uzakta bulunduklarını göstermesi bakımından ilgi çekici. Bunlar, Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve sonrasında olduğu gibi bazı dış güçlerin örneğin ABD, Fransa ve Avrupa Parlamentosunun Türkiye üzerine baskı kurma yoluyla soykırımını Türkiye’ye kabul ettirebileceklerine inanıyorlar. Bu baskıların aksi tesir yarattığı kendilerine söylenince şaşırıyorlar, hatta inanmak istemiyorlar. Bunun başında bazı ABD’li ve Avrupalı siyasetçilerin sözlerin ve güvencelerin kendilerinde oluşturduğu beklentiler geliyor. Ancak, bu beklentileri gerçekleşmeyeceği cihetle, ileride bu konuda karşılaşacakları düş kırıklıklarının yeni bir trauma yaşatması olasılığı şimdiden üzüntü veren bir gerçek.
Ermenilerin sayısı
İnsel tarihle yüzleşme alanında bazı sivil toplum örgütlerinin çalışmalarına değinmiş, örnek olarak TÜSİAD’ın Ahmet Kuyaş’a hazırlattığı bir tarih kitabı projesinde, Ermeni saldırılarının 1915 olaylarından önce değil de 1916 yılında cereyan ettiğinin yazıldığını, 1915’te ölen Ermenilerin sayısının 600.000 olarak verildiğini, ancak bu kitabın okullarda okutulmadığını, gene de bazı öğretmenlerin esinlendiğini söylemiş; 1923 te Türkiye’de 300.000 Ermeninin bulunduğunu, bunlardan bir bölümünün Anadolu’da yaşadığını , bu Ermenilerin çektikleri acılarla -Türk halkının- yüzleşmesinin gerektiğini ve daha genel olarak, Kemalizmin yeşerttiği korkudan kurtularak, kendi dolaplarımızdaki ölüleri saymamız icab eylediğini düşündüğünü, aksi halde “ başka ve yeni unutulanlar” yaratılmış olacağının altını çizmiş ,Türkiye’nin Ermenilere karşı olan tarihsel gerçeği kabul borcu bulunduğunu, öte yandan yaşanan büyük trajedinin sebeplerinden birinin iç düşman yaratılması olduğunu, bunun terk edilmesinin gerektiğini, aynı iç düşman söyleminin bugün Kürtler için yenilendiğini belirtmiş. (Sh.136)
Marian, ölen Ermeniler konusunda Taner Akçam’ın 800 000 sayısını verdiğini, kendilerinin 1.500.000 sayısına alıştıklarını, ölen Ermeniler arasında, tehcir sırasında katledilenler, yorgunluktan, açıktan, soğuktan ölenler bulunduğunu, soykırımından önce Osmanlı İmparatorluğunda 1.900.000 Ermeninin yaşadığını, bunların 3000 kilise, 2000 okula sahip olduklarını, sayılar savaşının tarih kitaplarının yeniden yazımını engellememesi gerektiğini anlatmış.
Osmanlı Türklerinin maruz kaldığı kıyım
İnsel sadece Ermenilerin değil, bunun yanında “Kafkasya’dan, Balkanlar’dan sürülen ve katledilen Müslümanların da hesaba katılması gerekeceğini” belirtmiş(Sh.80 ve Sh 135) “70-80’li yıllarda Türk resmi görüşü, ASALA eylemlerini ve Birinci Dünya Savaşı sırasındaki Ermenilerin Rus ve Fransızlara katılarak ihanet etmelerini öne çıkarmış ve olayların tarihsel sıralamasını gizlemiştir” diyen. İnsel’e göre, örneğin, Osmanlı sınırından Rusya’ya kaçan Ermeniler Rus ordusu ile Doğu Anadolu’ya geri geldikleri zaman 1915’te yapılanlardan intikam almak için Müslüman halkı gerçekten katletmişlerdir. (Sh.80).
Öte yandan, “ Ermeni entellektüellerin Istanbul’dan sürülüşünün sembolik tarihi olan 24 Nisan 1915’ten önce Van’da ayaklanan Ermeniler sivil müslüman halkı katletmişlerdir. Ama bu katliam yüzbinlerce Ermeninin Orta Anadolu’dan ve Marmara kıyılarından sürgüne yollanmasını haklı kılabilir mi ? sorusu, çok kısa zaman önceye kadar sorulmamıştır”(Sh. 81). Bu soruya Marian’ın verdiği yanıt ta kayda değer: : “Dikkat ! Taner Akçam Jön Türk propagandasının öne çıkardığı Van ayaklanmasının bölgede yapılan çok sayıda Ermeni kıtalinden sonra olduğunu söylüyor. Savaşın başlaması ile Nisan 1915 arasında 55.000 Ermeni öldürülmüş…”
Ermeni terör örgütlerinin eylemleri
Marian “ASALA’nın ilk saldırılarının Ermeni toplumunu bu eylemlerin olumlu medyatik sonuçları ve kendilerini terör olayları ile özdeşleştirilme açmazı arasında bıraktığını, 1981’de bir Taşnak Komando timi tarafından Türk Sefaretine[10] yapılan ünlü Van operasyonundaki rehin alma eyleminde sadece bir korumacının öldürüldüğünü, minimum şiddet kulanıldığını , kendisinin de o akşam Türk Büyükelçiği önünde yapılan Ermeni nümayişe katıldığını, zira orada Türkler ile kavgalar çıktığını, bu eylemin 26 Ağustos 1896 tarihinde Osmanlı Bankasına yapılan saldırının benzeri olduğunu, o tarihte alınan rehinelerden kimsenin ölmediğini” belirtmiş[11] (İnsel ise Türk temsilciliği ile araları iyi olmadığından o gün Büyükelçiliğe gitmemiş) Marian soru üzerine kendisi nin ASALA’ya kuvvetli bir sempati beslemediğini söylüyor ve “uyanış sevincine evet, ama o kadar” diyor, 1984 yılında Esprit dergisinde bir makale yayımladığını ve “teröre hayır, ancak bu terör eylemleri yalınlığı ile terör ya da teröre verilen destek bir çeşit demokratik katılım sağlamıştır ve maalesef bu terör eylemleri diyaspora’da iyi karşılanmıştır” diye yazdığını sözlerine ekliyor. Marian’a göre “Türk makamlarına karşı yapılan suikastlar belleğin uyanmasını sağlayan bir megafon olmuş” (Sh. 83) Daha sonraki yazılarında ise Marian, soykırımının kabulü lehinde ama terorizmin karşısında tutum aldığını, mensup bulunduğu derneğin Avrupa Parlamentosunun 1987 yılında aldığı Ermeni soykırımını tanıma kararı ile sonuçlanan Belçikalı parlamenter Vandemeulebroucke ile yoğun işbirliği yaptıklarını, kararın Ermeni soykırımının tanınmasının Türkiyenin üyeliğinin koşulu olduğunu belirttiğini vurgulamış,
İnsel, “ Ermeni terör eylemlerinin Türkiye’nin aktif inkarcılık politikasına katkıda bulunduğunu”, “Türkiye’nin Devletin şiddet kullandığı bir ülke olduğunu, ama Devletin herşeye rağmen halkın bu şiddet kullanımını desteklemesini de istediğini, belirtmiş. (Sh.82)
Türkiye’nin Avrupa Birliği adaylığı konusu ve soykırımı
Marian Avrupa Birliğinin Türkiye’nin üye olması için soykırımının tanınmasında ısrar edeceğini düşünüyor. Ermenistan Cumhuriyeti Türkiye’nin AB üye olmasının Ermenistan’ı Avrupa’ya yakınlaştıracak bir öğe olarak değerlendirmekteymiş.Buna karşı diyaspora, inkarcılığın kabulü anlamına gelme riskini taşıdığı için Türkiye’nin AB üyeliğine karşı.(Sh. 139) Gene de soykırımını tanıması halinde Ermeniler Türkiye’nin AB üyeliğini destekleyecekler, hatta onun avukatlığını yapacaklarmış.(Sh. 138) İnsel ise Türkiye’nin AB üyeliğinin gerçekleşemsi konusunda daha mesafeli.duruyor Bir süre sonra Türkiye’nin Avrupa’ya gereksinme duymayabileceğine işaret ediyor ama, Azeri-Ermeni uzlaşmazlığının esiri haline gelmiş bulunan Türkiye’nin Ermenistan ile ilişkilerinin normalleşmesini istiyor.
Arşivler
Marian, tanık kalmadığına göre arşivlerde araştırma yapılmasının özendirilmesini isteyince, İnsel İttihat Terakki mensuplarının kendi arşivlerini imha ettiklerini sandığını, ama terk edilen mallar konusunda Genelkurmay Başkanlığı arşivlerinin bulunduğunu, ayrıca Taşnak arşivlerinde de yararlanılabileceğini belirttikten sonra, 2005 yılında Milli Güvenlik Kurulunun Osmanlıcadan nakledilen kadastro kayıtlarının yayımlanmasını yasakladığını, bunun gerekçesinin Ermenilerin öal talebimde buolunmasına veya soykırımınıntanınmasına olanak tanıması olarak izah edildiğini belirtiyor
Aileler, çocukluk ve gençlik yılları “Cart ve Gart”
Söyleşinin ilk 73 sahifesi İnsel ve Marian’ın ailelerini, çocukluk ve gençlik yıllarını birbirlerine anlatmalarına ayrılmış . Marian’ın Büyük babası ve ailesi Bayazıt ve Erzurum göçmeni. İnsel’in ailesi ise Serez’den göçmüş. Marian’ın babasının adı Martin Haroyan Ermenistan’da doğmuş. Büyükbaba 1915’te Bayazıt’tan Ermenistan’a kaçmış. Kader Martin’i daha sonra Fransa’ya götürmüş; kimliğini gizlemek için orada Haroyan adını almış[12] Oğlu, Marian Fransa’da Türk karşıtı olarak yetişmiş, Fransız Ermenileri bakımından Türkiye lehine olan herşey kötü ve haksız olduğu için acı vericiymiş (Sh..53)
İnsel, gençlik yıllarında eski trajedilerden pek bahsedilmediğini söylüyor. Marian da çocukluk yıllarında soykırımından “cart” (katliam) ve “garttan”(sürgün) sözedildiğini duymuş
1970’li yıllarda Marian da, İnsel de Fransa’da aşırı sol görüşlüymüş. İnsel Fransa Komünist Partisine üyeymiş (Sh.58). Marian bu dönemde Ermeni soykırımı ve Ermenilere yapılan haksızlık konusundaki çalışmalara katılmış. Türklerden korkuyormuş (Sh. 62)
Diyaloga katılanların “öğrendikleri”
Diyalogun son bölümü “öğrendiklerimiz” başlığını taşıyor. Her iki konuşmacının üzerinde uzlaşma sağladıklarını belirttikleri öğelerden bazıları şunlar (Sh. 148):
“1915 olayları zulümler,ayaklanmalar ve siyasal çatışmalar zinciridir;
-Osmanlı devletini yöneten grubta Osmanlı Ermenilerini yok etme iradesi vardı;
-Türkiye Cumhuriyetinin -bu alandaki- sorumluluğunu tanıması gereklidir;
– İnkarın demokrasiye zarar veren bir niteliği bulunmaktadır;
Konuşmacıları ayıran husus olayların kendisi değil, bunların tanımlanması hakkında Shoah gibi bir kelimenin kullanımıdır; bu konuya ileride dönülmelidir
– Olaylar ve bazı açıklamalar konusunda farklı tepkiler bulunduğu nsağtanmıştır
– Diyalogun devamında yarar vardır. Ancak bunun sonsuza kadar süremeyeceğinin ve diyalog tuzağına düşülmesi durumunda bunun ileride daha büyük hayal kırıklıklarına sebep olacağının altı çizilmelidir. Diyalog düğümleri çözer, doğru jestleri ve sözcükleri bulma durumunda olan . sivil toplum örgütlerine ve poltikacıloara yardımcı olabilecek malzemeleri bulma hususunda yardımcı olur . (Sh.151)
Kitabın ekinde bir kronoloji, bibliografya, Ermenilerden özür dileyenlerin imzaladığı Aralık 2008 tarihli mektup, 60 Ermeni kökenlinin imzaladığı, Türk vatandaşlarına teşekkür mektubu yer alıyor
[1] “
Dialogue sur le tabou arménien” Editions Liane Levi, 169 sayfa. 2009; ISBN: 978-2-86746-522-
[2] Ahmet İnsel, 2007 yılından bu yana Istanbul Üniversitesi Ekonomi bölümünü yönetmektedir. İletişim yayınları yetkilisi.
[3] Michel Marian Paris’te Siyasal Bilgiler Fakültesinde öğretim görevlisi. Ermeni sorunu konusunda Esprit dergisi ve Nouvelles d’Arménie dergisinde makalaler yayımlamıştır.
[4] Ariane Bonzon, gazeteci, 1996-2000 yılları arasında ARTE televizyonunun Istanbul temsilciliğini yapmıştır.
[5] Sevin Elekdağ, “Ermeni Olaylarını Anlamak Holokost ile Karşılaştırmalı Analiz” Ermeni Araştırmaları Dergisi No.32 (2009) Sh.91 17 sayılı dipnotu : “ Yahudilere uygulanan ırk ayrımcılığına sahte bilimsel temel kuran Nürnberg Yasaları iki, kanundan oluşmaktaydı : Alman Kanı ve Alman Onurunu Koruma Kanunu… iler Reich Vatandaşlık Kanunu”
[6] 1948 Soykırımı Sözleşmesi. Madde VI
[7] 1948 Soykırımı Sözleşmesi Madde Madde IV
[8] Bu konuda bakınız : Saevin ELEKDAĞ “ Ermeni Olaylarını Anlamak. Holojost ile Karşılaştırmalı Analiz “ in Ermeni Araştırmaları Dergisi No. 32 Sh. 87-107
[9] Fuat Dündar’ ın , tehciri, Anadolu’daki tüm azınlıkları sulandırmayı amaçlayan bir etnik mühendislik projesi ile, Rus ordularının ilerlemesi karşısında duyulan panikin birleşmesi sonucunda doğduğu görüşünü savunduğu Marian taraından belirtiliyor.
[10] Saldırı Büyükelçiliğe değil, Paris’teli Türk Başkonsolosluğuna yapılmıştı.
[11] Marian eylemin Paris’teki Başkonsolosluğua yapıldığını, Konsolosun klarnından vurulduğunu söylemiyor. Marian 1975 yılında Büyükelçi İsmail Erez’in bir Ermeni katil tarafından şehit edildiğini de hatırlamamayı yeğliyor.
[12] Baba Martin Haroyan Ermenistan’da gazetecilik yaparken 2. Dünya savaşı çıkmış Görev yaptığı Rus birliği Kırım’da Almanlara teslim olmuş. Haroyan Almanca bildiği için bir Alman subayının tercümanı olmuş- “diğer Ermeniler gibi esir kamplarında çürümemiş”- Fransa’ya ve İtalya’ya Alman subayı ile birlikten gitmiş. ( Marian söylemiyor ama ) babasının Alman askeri üniformasını giydiği muhakkak. 1944 yılında Alman subayı öldürülünce kaçmış, Paris’te saklanmış, savaş sonunda ortaya çıkmış, doğum yerini Bayazit, adını Marian olarak beyan edip Fransa’dan siyasal iltica istemiş. O dönemde pek çok Ermeninin Alman üniforması giydiği biliniyor. Ermeni birlikleri kurulduğunu biliyoruz De Gaulle ile Stalin arasında imzalanmış olan anlaşma gereğince, bu askerler Rusya’ya teslim edilmekteymiş. Doğum yerini ve adını değiştirmemiş olasaydı, işbirlikçi Rus askeri olarak Stalin döneminde herhalde sonu iyi olmazdı