Türkiye’nin Rusya-Ukrayna Arasında Garantör Olması
Rusya’nın Ukrayna sınırına askeri yığınak yapması, 22 Şubatta Donetsk ve Luhansk’ın bağımsızlıklarını tanıdığını ilan etmesinden sonra başlayan saldırılar sürmektedir. Daha çatışmalar başlamadan birçok ülke muhtemel felaketi önlemek için aracılık denemelerinde bulunmuştur. ABD-İngiltere öncülüğündeki Atlantikçi cephe ise her halükarda çatışmalara zemin hazırlama ve tırmandırma gayretini sürdürmüştür. Bir taraftan saldırı hazırlıklarını sürdüren Rusya’yı kışkırtırken diğer taraftan Ukrayna’ya “arkandayız” mesajlarıyla uzlaşma seçeneklerini dikkate almamasını empoze etmiştir.
Her iki ülke ile enerji, savunma sanayi, tarım dahil yoğun ilişkileri bulunan Türkiye’nin çatışmayı önleme girişimleri, jeopolitik şartların gerektirdiği bir zorunluluktur. Gerek iki ülke dışişleri bakanlarının Antalya Diplomasi Forumu’nda bir araya gelmeleri gerekse Dolmabahçe müzakereleri önemli adımlardır. Bununla beraber tarafların bir araya geldiği ev sahibi olarak Türkiye’nin çok büyük işler başardığı, bütün dünyanın takdirini kazandığına dair yorum taleplerinden, birçok Uluslararası İlişkiler uzmanı bunalmış durumdadırlar. Her iki ülke heyetleri, saldırıların ilk günlerinden itibaren Belarus sınırında müzakerelere başlamış, daha sonra online olarak devam etmiştir. Dolayısıyla saldıran ve savunan taraflar arasında iletişimsizlik sözkonusu değildir. Temel sorun, Rusya’nın talepleri ile Ukrayna’nın savundukları arasındaki uçurumdur. Bu konuda her iki tarafı memnun edecek sihirli çözüm formülü oldukça zor olup saldırı-savunma süreçleriyle yaptırımların sonuçları belirleyici olacaktır.
Antalya ve Dolmabahçe zeminlerinde Türkiye’nin büyük iş başardığı, dolayısıyla barışı kurduğu söylemlerinin bir anlamı kalmadığı açıktır. Sahadaki gelişmelere göre bundan sonraki girişimlerden sonuç alınması önemli ölçüde tarafların taleplerini yumuşatmalarına bağlıdır. Bununla beraber tarafları buluşturmasına karşın saldırıların devam etmesinde de Türkiye’nin kusuru bulunmamaktadır. Çünkü çatışmaların sona ermesini Türkiye’nin başarısı olarak göstermek, aynı mantık çerçevesinde devam etmesini de başarısızlığı olarak görmeyi gerektirmektedir.
Muhtemel bir barış anlaşmasında Türkiye’nin garantörlüğü konusunun prestijden öteye bir anlamı olmayacaktır. İki ülkenin kendi aralarındaki soruna bir üçüncü tarafın garantör olmasının Uluslararası Hukuk açısından kesinleşmiş bir tanımı bulunmamaktadır. Bu konudaki örneklere bakıldığında oldukça farklı uygulamalar görülmektedir:
Türkiye ile birlikte Yunanistan ve İngiltere’nin 1959 Londra Antlaşması ile kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti için garantör olmalarının temelinde her üç ülkenin bu alanda egemenlik kapsamındaki hak ve iddiaları bulunmaktadır. Bununla beraber daha 1960’larda sözleşmeye aykırı uygulamalar başlamış, Türk toplumuna karşı soykırıma varan saldırılar gerçekleşmiş, antlaşmayla kurulan düzen kökten yıkılmış, Türkiye dışındaki garantörler sessiz kalmışlardır. Türkiye’nin 1974 Barış Harekatı ile garantörlük hakkını kullanması bu alandaki önemli örneklerdendir. Kıbrıs konusunda Türkiye’nin bütünüyle haklı olmasına karşın garantörlük hakkını kullanmada çok geç kaldığını, bir anlamda bıçağın kemiğe dayanmasını beklediği söylenebilir.
Garantörlük ifadesi kullanılmamakla beraber bir sözleşmeye taraf olan devlet o sözleşme ile belirlenen statünün savunucusu, bir anlamda garantörü demektir. Montrö Sözleşmesi’nin Türkiye dışındaki tarafları da bu mutabakat ile getirilen düzenin garantörü olarak görülebilir. Musul-Kerkük’ün 1926 Ankara mutabakatıyla Irak’a bırakılması, aynı zamanda bu bölgenin Irak’tan bağımsız olamayacağı yönünde Türkiye’yi garantör kılmaktadır. Benzer durum Moskova ve Kars antlaşmalarıyla Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti’nin Azerbaycan’a bağlı olması konusunda da geçerlidir.
1923 Lozan Antlaşması ile sadece Türkiye’deki gayrimüslimlere değil aynı zamanda Batı Trakya Türklerine de azınlık hakları verilmiştir. Bu kapsamda Türkiye’deki gayrimüslimler bazı alanda Türk vatandaşlarından ayrıcalıklı hale gelip her fırsatta imzacı ülkeler tarafından şımartılarak kollanırken Batı Trakya Türkleri sahipsizdir. Hatta AİHM’de kazandığı davaları uygulamayan Yunanistan’a karşı gerek imzacı taraflar gerekse Avrupa Konseyi Komisyonu sessizliği tercih etmektedir. Bu anlamda Türkiye gibi diğer Lozan imzacılarının ve Avrupa Konseyi üyeleri ve kurumlarının garantörlük görev ve sorumluluğu bulunmaktadır.
Başta soykırım yasağı olmak üzere İnsan Hakları ve İnsancıl Hukuk kapsamındaki sözleşmelere taraf olan ülkeler bu konuda garantörlük vasfı/görevi kazanmıştır. Ancak Doğu Türkistan’da, Keşmir’de, Hindistan’da ve diğer bölgelerde özellikle Türklere ve Müslümanlara yönelik ihlallerde bu görev, pek dikkate alınmamaktadır.
Gerek Rusya ile yaşanan uçak krizi sürecinde gerekse Suriye’deki gelişmelerde Kazakistan’ın eski Cumhurbaşkanı Nazarbayev son derece başarılı arabulucuk (garantörlük değil) fonksiyonunu başarıyla ifa etmiştir. Suriye’deki çatışmalar konusunda oluşturulan Astana süreci bu konuda önemli bir zemin olmuştur. Birçok görüşmenin Soçi’de yapılması, Astana’nın uzaklığından kaynaklanmaktadır.
Astana sürecinde olduğu gibi Türkiye, Rusya ve Ukrayna için birçok bakımdan taraflarca makbul bir müzakere yeridir. Bununla beraber Rusya’nın bu süreçten beklediği, “tarafsız Türkiye” olarak daha fazla NATO’dan ve AB politikaları ve yaptırımlarından uzaklaştırmaktır. Ukrayna ise her fırsatta dile getirdiği “Türkiye’nin garantörlüğü” kapsamında Rus saldırılarına karşı Kıbrıs’ta olduğu gibi askeri destek beklemektedir ki bu mümkün değildir. Esasen Ukrayna yönetimi muhatap olduğu bütün ülkelerden askeri destek istemektedir.
Rusya’nın saldırılardan yorulması, askerin ve komuta kademesinin söz dinlememesi, yaptırımların kamuoyunu sıkmasıyla asayişin bozulması, taleplerini nitelik ve nicelik itibariyle budamaya zorlamıştır. Atlantikçi cephenin “garantörlük” anlamına gelecek sözlerinin ve teşviklerinin havada kalması, Ukrayna şehirlerinin yerle bir edilmesi de bu ülkeyi “NATO üyeliği hakkı”ndan geri adım atmaya zorlamıştır. Muhtemelen Kırım’ın Rusya’ya aidiyeti karşılığında Dombas’taki fiilen bağımsız bölgelerin geniş bir özerklik ile Ukrayna’da kalması şartlarında bir uzlaşma sağlanabilecektir. Bu süreçte Azak Denizi’nin Rus gölü haline gelmesi, Dombas’ın statüsü, Ukrayna’nın yeni anayasası gibi hususlar en çetin müzakere kalemlerini oluşturmaktadır. Rus askerlerinin çekildiği bölgelerden kalan sivil halka ait ceset görüntüleri muhtemel uzlaşmayı bir konak uzağa taşımıştır.
Uçak krizi ve Astana Görüşmeleri sürecinde Nazarbayev, aynı zamanda Kremlin ve Putin uzmanı olarak tıkanma aşamalarında uzlaştırıcı, arabulucu dehasını ortaya koyabilmiştir. Bununla beraber halen İdlib’in diken üstü durumu, Nazarbayev’in başarısızlığının sonucu değildir. Günümüz şartlarında Türkiye’nin görüşmelere ev sahipliği dışında böyle bir arabuluculuk zemini, çatışan tarafların talebine bağlı olacaktır. Muhtemel barış anlaşmasında Türkiye’nin de taraf olması, bir anlamda sözleşmenin garantörü yapacaktır, ancak bunun birçok örnekde olduğu gibi pratikte bir sonucu olmayacaktır.
Birleşik Krallık Başbakanı Johnson: Putin’in üzerindeki ekonomik baskıyı artırmamız gerekiyor -QHA / TURKISHFORUM – ABDULLAH TÜRER YENER
Birleşik Krallık Başbakanı Boris Johnson, Ukrayna’ya saldıran Rusya’ya yönelik yaptırımların daha da artırılması gerektiğini vurguladı. Ukrayna’da ateşkes sağlansa bile Rusya’ya yönelik yaptırımların kaldırılmayacağını belirten Johnson, “Putin üzerindeki ekonomik baskıyı artırmalıyız” ifadelerini de kullandı.
Birleşik Krallık Başbakanı Boris Johnson, Başbakana Sorular Oturumunda Rusya’ya yönelik alınan yaptırım kararları hakkında konuştu. Başbakan Johnson, İktidardaki Muhafazakar Parti Milletvekili Johny Mercer’in, Ukrayna’ya daha fazla askeri yardım yapılması gerektiğine yönelik önerisine katılarak askeri ve savunma desteğini ikiye katlamaları gerektiğinin altını çizdi.
“PUTİN’E EKONOMİK BASKILAR ARTMALI” Johnson, “Ayrıca, dünyadaki hiçbir dostumuz ve ortağımıza tarafından yaptırımlarda geri adım atılmamasını sağlayacağız. Aslında, Vladimir Putin üzerindeki ekonomik baskıyı artırmamız gerekiyor. Ateşkes olduğu için herhangi bir yaptırımın kaldırılması kesinlikle akıl almaz. Bence bu kesinlikle düşünülemez” ifadelerini kullandı.
“ATEŞKES SAĞLANSA BİLE YAPTIRIMLARIN GERİ DÖNÜŞÜ OLMAYACAK” İşgalci Rusya’nın saldırılarının kabul edilemez olduğunu vurgulayan Birleşik Krallık Başbakanı Johnson, ateşkesin sağlanması halinde bile Rus kişi, kurum ve kuruluşlara yönelik alınan yaptırım kararlarının da geri dönüşünün olmaması gerektiğine dikkat çekti.
Londonda fövqəladə vəziyyət elan edilib -AZERBAYJAN NEWS.AZ / TURKISHFORUM – ABDULLAH TÜRER YENER
Böyük Britaniyanın paytaxtı Londonda fövqəladə vəziyyət elan edilib.
AZƏRTAC xəbər verir ki, London meri Sadiq Xan “omikron” ştamının sürətlə yayıldığı və yoluxma hallarında artım olduğu üçün bu qərarı verib.
O deyib: “Xəstəxanaya müraciətlərin sayının artması və tibb işçilərinin çatışmazlığı səbəbindən tərəfdaşlarımızla məsləhətləşərək Londonda fövqəladə vəziyyət elan etmək qərarına gəldim”.
Milli Səhiyyə Xidməti və polis kimi həyati əhəmiyyətli qurumların işçilərinin “omikron” ştamının sürətlə yayılması səbəbindən çətin vəziyyətdə olduğunu bildirən mer, Londonda və ölkədə hər kəsin peyvəndin 3-cü dozasını vurdurmağın vacib olduğunu vurğulayıb.
O, ötən 24 saat ərzində 26 mindən çox yoluxmanın müəyyən olunduğunu və bunun Londonda epidemiya başlayandan bəri ən yüksək rəqəm olduğunu söyləyib.
Qeyd edək ki, Ümumdünya Səhiyyə Təşkilatı “omikron” ştamının artıq 89 ölkədə yayıldığını elan edib.
Hayat sürprizlerle doludur. 1922 yılında “Vatan haini” olduğu gerekçesiyle halk tarafından linç edilen Gazeteci Ali Kemal’in torunu şimdi İngiltere Başbakanı oldu.
Yeni Başbakan Boris Johnson, Osmanlı’nın son döneminde Milli Eğitim ve İçişleri Bakanlıkları yapan Gazeteci Ali Kemal’in torunudur.
Başyazarı olduğu Peyami Sabah Gazetesi’nde Ermeni yanlısı makaleler yazdığı için Ali Kemal’e “Artin Kemal” adı verilmişti.
Ali Kemal, Anadolu’da Kurtuluş Savaşı başlatan Mustafa Kemal ve arkadaşlarına “Haydutlar, eşkıya sürüsü, gözü dönmüş katiller” diye hakaret dolu yazılar yazarak işgalci İngilizlerin tarafını tutmuştu.
Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonra yakalanan Ali Kemal yargılanmak üzere Ankara’ya götürülürken, İzmit tren istasyonunda halk tarafından linç edilerek feci şekilde öldürülmüştü.
“Türk dedem benimle gurur duyardı” diyen Ali Kemal’in torunu Boris Johnson şimdi İngiltere Başbakanı oldu. Tarihin bir cilvesi işte!
Akdeniz kimileri için Afrodit’in Adası, kimilerine Lanetliler Adası, bazılarına deniz, kum ve güneşle birlikte muazzam imkânlarını cömertçe sunan bir tatil beldesi, bazılarınaysa bitmek tükenmek bilmeyen bir sorunlar yumağı olarak görülür.
Bazılarının Halikarnas Balıkçısı’nda olduğu üzere “Gerçek yurt Akdeniz’dir.” yaklaşımına karşılık Cemal Süreya’nın dizelerinde yerini bulduğu üzere “…Fatih gemilerini karadan yürüttü ya… Deniz kaçkını bir ulusun çocuklarıyız biz o gün, bugün…
Toprakçıl bir çapadır Denizyolları’nın arması bile.” dediği insanımız yine aynı ozanın “Uzun saçlı iri memeli kadınlarıyla bir Akdeniz şehri çıkabilir içinden, alıp yaracak olsak yüreğini şimdi bir güvercinin.” dizelerinin tersine denizle çok da içli dışlı değildir.
Oysa tarihle mekân arasındaki bağları bu kadar sık örülmüş Akdeniz’den ve onun yarattığı uygarlıktan bahsetmek mekânlardan, topraktan, bitki örtüsünden ve şüphesiz hayvanlardan bahsetmek demektir ve her uygarlık sabit bir mekâna, dolayısıyla da kendine özgü bir coğrafyaya bağlıdır.
Akdenizlilik Nazım Hikmet’in dizelerindeki şekliyle “Orta Asya’dan gelip Akdeniz’e bir kısrak başı gibi” uzanan bu memleketin bizim olması mıdır? Bu durum en net şekilde kendisini Akdeniz’de göstermektedir.
Öte yandan kendi başına bir dünya olan Akdeniz’i klasik anlamda bir deniz olarak algılamak ve dünyanın dört bir yanında edebiyatçılara ilham kaynağı olan bu kavramı sadece coğrafi bir bölge olarak kabul etmek doğru mudur?
Akdeniz medeniyettir, uygarlıktır, çağdaşlıktır, estetiktir, güzelliktir, Doğu ile Batı’nın, karanlıkla aydınlığın mücadelesinde kırılma noktasıdır, nirengidir, olmazsa olmazdır.
İnsanlık tarihi açısından bakıldığında ise Akdeniz Mısırlılar, Likyalılar, Frikyalılar,Karyalılar, Hititler, Pamfilyalılar, Kapadokyalılar, Sümerler, Urartular, Akalar, İyonyalılar, Troalılar, Babilliler, Spartalılar ve Atinalılar ile Batı uygarlığının temelidir.
Mefta Prens Philip’i Kraliçe Elizabeth’in kocası ve Edinburg Dükü olarak biliyoruz ama, doğduğundaki unvanı “Yunanistan Prensi” idi. Dedesi Yunan Kralı 1. George, babası Yunan Prensi Andrew’di. 1921 yılında Korfu adasında dünyaya gelen Philip, kısa süre sonra ailesi ile beraber sürgüne gönderildi.
Megali Idea’ hülyası ile başı dönen Yunanistan’ın Anadolu’yu işgal girişimi bir hezimete dönüşmüş, ağır yenilginin faturası ülkeyi İngiliz politikalarına teslim edenlere kesilmişti. Prens Philip’in babası Andrew de bu işin sorumluları arasındaydı.
Andrew’i sadece kraliyet çevreleri değil Müslüman Türk köylüsü de iyi tanır. Kendisi, Yunan işgal kuvvetlerinde İkinci Ordu komutanıydı. İşgal ettiği bölgelerde halka yaptığı zulüm, Yunanları bile hayrete düşürüyordu. Sivilleri öldürmesi ve köyleri yakma saplantısı yüzünden ona “ev yakan” anlamında “kapsokalivas” lakabını takmışlardı. Andrew, sayısız Türk köyünün yakılmasını emretmiş, sistematik cinayetleri, tecavüzü ve talanı komuta etmiş, tarihte eşine az rastlanır canilerden biriydi.
Yunan işgal kuvvetleri adeta bin yıllık bir kinin hıncı ile hareket ettiler. Ancak tarihe bir “İngiliz” olarak geçen ve aslında Alman-Rus-Yunan karışımı bir aileden gelen Andrew’in bu vahşette böylesine etkin rol alması ilginçtir.
Evet, dünya biraz böyledir, mazlumlar hep bilinir, hep göz önündedir de zalimler kimdir, kimin kimle nasıl bir akrabalığı, nasıl bir pazarlığı vardır, kim kiminle iş tutmaktadır pek bilinmez, gölgede kalır… ( G.Yakınca’dan derlemedir)
Turizmciler, sonbahar döneminde sektörde ciddi bir hareketlilik yaşanmasını bekliyor. Geçenlerde bu konuda bir yazı yazmış ve sezon sonundan umutlu olduğumuza değinmiştik. Özellikle İngiltere’nin vereceği kararla yüzlerin gülebileceğini de söylemiştik. Bu umudumuz halen devam ediyor. Zaten turizm sektörü temsilcileri de yaptıkları açıklamalarda İngiltere’den umutlu olduklarını söylüyor.
Turizm sektörünün temsilcileri, sonbahar döneminde de sektörde ciddi bir hareketlilik bekliyor. Milliyet’te Duygu Erdoğan’ın konu hakkında derlediği bir haber analiz var. Habere göre rezervasyonlar genellikle son dakika olarak gitse de, ekim ayına dahi rezervasyon alındığı ifade ediliyor.
Hatta biz daha da ileri gidelim, meteoroloji tahminlerine göre Kasım ayı da turizm için elverişli geçecek. Bu durumda bir ay daha sezonun uzayabileceğini söyleyebiliriz.
Meeting Point Turkey CCO’su Kamil Özil, turizmde halen son dakika rezervasyonlarının süreci belirlediğini belirtirken, sonbaharda da 2020’ye göre daha iyi bir dönem beklediklerini söyledi. Şimdiye kadar Türkiye için 500 bin kişilik yolcu satışı yaptıklarını anlatan Özil, “Bunun yaklaşık 350 binini getirdik. Ağırlıklı olarak Almanya ama Avrupa’dan çeşitli ülkeler de var. Sonbaharda da hareketliliğin süreceğini söyleyebiliriz. Ancak yapılan rezervasyonlar genellikle en geç 4 haftaya kadar oluyor. İnsanlar önlerini görmek istiyor. Bu nedenle yine son dakika talepleri şekillendirici olacaktır” diye konuştu.
Anex Tour Genel Müdürü Vural Karasu, şu an için Rusya pazarında her şeyin yolunda gittiğini anlatırken, sonbahar aylarında da hareketin devam edeceğini düşündüklerini dile getirdi. Karasu, “Ekim ayı sonuna kadar satışlarımız da var. Ancak çoğunlukla rezervasyonlar son dakika yapıldığı için biz de değerlendirmelerimizi ona göre yapabiliyoruz. Geçen yıla göre iyileşme çok daha iyi. Aşının turizm sektöründe çok iyi durumda olması, ülke genelinde giderek artması ve hızlanması yurt dışında çok olumlu tepkiler alıyor. Biz de herkese, her ortamda anlatıyoruz” dedi.
Yerli ve yabancı turistler açısından yapılan rezervasyonlarla gelecek ayları değerlendiren Profesyonel Otel Yöneticileri Derneği (POYD) Başkanı Ülkay Atmaca, İngiltere’nin Türkiye’ye olan seyahatleri açmadığını ancak 8 Eylül’de ülkede yapılacak yeni değerlendirme için umutlu olduklarını söyledi. Atmaca’nın görüşleri de şu şekilde:
“Bunun dışında yabancı turist açısından kasım sonuna kadar belli bir doluluk seviyesinde kalacağımızı öngörüyoruz. Açık olan tesisler talep görmeye devam ediyor. Rusya, ağırlıklı grup olarak dikkat çekerken, pek çok çeşitli ülkeden misafir ağırlıyoruz. Yerli turist ise okulların açılacağı öngörüsüyle biraz azalıyor. Ancak yerini çocuksuz aileler, arkadaş grupları gibi henüz tatile çıkmamış, daha sakin bir tatil arayışında olan kesimler dolduracak. Bu yıl oldukça iyi dönüşler alıyoruz. Görünen o ki, Türkiye’de turizm çeşitliliğinin verdiği güçle kış ayları da iyi geçecek.”
Ege Turistik İşletmeler ve Konaklamalar Birliği (ETİK) Başkanı Mehmet İşler, devam eden turist talebinin ‘aşı’ kaynaklı olduğunu vurgularken, bu güven ortamının özellikle 2022 yılını destekleyeceğini ifade etti. İşler, “Kasım sonuna kadar açık olan tesislerde dolulukların iyi gideceğini düşünüyoruz. Ancak asıl hedefimiz 2022. Turizmciler olarak kayıpların telafi edilmesine yönelik umudumuzu ise hiç düşmeyen aşılama hızı ve bu konudaki farkındalık destekliyor. Bu dönemde başımıza gelen en iyi şey aşılamadır. Dış pazarda da oluşturduğumuz bu güvenli ortamın daha iyi görüldüğünü fark ediyoruz” diye konuştu.
Bir olumlu görüş de Turizm Bakanı Ersoy’dan geldi.
Türkiye Bankalar Birliği (TBB) ile turizm sektörü temsilcilerinin katıldığı toplantı ile ilgili açıklama yağan Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy, özelikle turizm bölgelerinde önce yangın şeklinde başlayan ardından da Karadeniz’de sel felaketine dönüşen afetlerle karşı karşıya kalındığını söyledi.
Kıyı kentlerindeki turizm bölgelerindeki yatırımcıların finansman sorunu oluştuğunu kaydeden Mehmet Nuri Ersoy, TBB ile yaptıkları toplantıda haziran ayına kadarki ölü sezon döneminde kredi, anapara ve faizlerinin nasıl yapılandırılabileceği, 2023 sonrasına nasıl ötelenebileceği ve bankalarla nasıl esnek çalışılabileceği konusunda fikir birliğine vardıklarını açıkladı. Ersoy, “Bu bağlamda gerekli çalışmaları yapıp hızlı şekilde hayata geçireceğiz. İhtiyaç sahiplerini ihtiyaç bazında, firma bazında bankalarımız tek tek çalışarak destek olacaklar” dedi.
Bankaların, TBB’nin de görüşü doğrultusunda afet bölgesi kapsamındaki otellerin borçlarını yapılandıracağını belirten Ersoy, “Esnek şekilde bu dönemi atlatmalarını el birliğiyle sağlayacağız inşallah.” diye konuştu.
Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Turizm Geliştirme Ajansının tanıtımda Marmaris’e öncelik vereceğini ifade eden Bakan Ersoy, “Yeni tanıtım filmlerimizi devreye alıyoruz. Hem Türkiye’de hem mevcut dış pazarlarında bu tanıtıma hızlı şekilde başlıyoruz. Öncelikli olarak dijital pazarlarda ama önümüzdeki sezon için Marmaris için pazar çeşitlemesi çok çok önemli.” dedi.
Özetleyelim:
Turizmde yaşanabilecek hareketlilik yan sektörün de can simidi olacak. Turizmi sadece otel olarak düşünmeyelim. Yan sektör de çok önemli. Sıkıntılı olan yan sektör nefes alabilir. Hiç değilse geç de olsa turizme bir canlanma olabilir ve sektör az zararla sezonu kapatabilir.
TÜRKİYE’DE YANGIN MAĞDURU VATANDAŞLARIMIZ İÇİN BİR NEFES DE SEN OL ! Ülkemizde yaşanan büyük yangın felaketinden mağdur olan vatandaşlarımızın yanındayız. İngiltere ADD tarafından başlatılan yardım kampanyasına bağışladığınz her GBP,Türkiye’de faaliyet gösteren resmi yardım kuruluşlarına bağışlanacaktır.
Acc name : İngiltere ADD Acc no : 0101759 Sort code: 40-51-98 Reference: TR wildfires
İngiltere dışından bağışlar için İBAN: GB57TUBA40519801017598
Kanada ve Hollanda’nın Çin’in Uygur Türk’lerine soykırım yapmakta olduğunu parlamentolarında kabul etmelerinden sonra İngiltere’de “soykırım” hakkında bir rapor hazırladı.
Uygurlar: İngiltere’de hazırlanan hukuki rapora göre ‘Çin soykırım suçu işliyor’
James Landale – BBC Diplomasi Muhabiri – 8 Şubat 2021
İngiltere’de hazırlanan bir hukuki rapor, Çin’in Uygurlara karşı uyguladığı politikaların “soykırım” olarak nitelenmesi için “ikna edici” bir dosya oluştuğu sonucuna vardı.
İngiltere’de saygın ve bağımsız bir hukukçu tarafından, uzmanı olduğu alanda hazırlanan bilirkişi raporu niteliğindeki çalışmalara “Hukuki Görüş” deniyor. Mahkeme kararları gibi hukuki bir ağırlığı olmasa da, bu raporların hukukta bir yeri var ve yasal başvurularda gerekçe olarak kullanılabiliyorlar.
İzleyiniz
Çin’in Uygur politikaları hakkında hazırlanan “Hukuki Görüş”, Çin’in kuzeybatısında yaşayan Müslüman azınlık Uygurların yok edilmesine yönelik olarak, devlet kontrolünde bir politika yürütüldüğüne dair kanıtlar olduğu sonucuna varıyor.
Bu kapsamda, gözaltında tutulan Uygurlara kasten fiziki zarar verme, kadınların, kısırlaştırma ve kürtaj yoluyla doğum yapmasını engelleme ve Uygur çocuklarının toplumlarından zorla koparılması gibi politikalar güdüldüğü kaydediliyor.
Rapor, daha da önemlisi, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in, insanlığa karşı işlenen bu suçlardan şahsen sorumlu olduğu konusunda da ikna edici veriler olduğunu söylüyor. Şi Cinping’in Uygurların hedeflenmesine yönelik politikalarla yakın ilişkisinin, bizzat kendisine yönelik soykırım iddialarını destekleyecek nitelikte olduğu savunuluyor.
“Gördüğümüz kanıtlar ışığında bu Hukuki Görüş, Çin hükümetinin Sincan Uygur Özerk Bölgesi’nde Uygurlara yönelik eylemlerinin insanlığa karşı suçlar ve soykırım suçları kapsamına girdiği konusunda ikna edici bir zemin bulunduğu sonucuna varmıştır” deniliyor.
Bu rapor, Dünya Uygur Kongresi ve Uygur İnsan Hakları Projesi ile Global Legal Action Network adlı bir insan hakları grubu tarafından -ancak para karşılığı olmadan- hazırlatıldı.
Çin’deki kamplardan çıkan Uygurlar tecavüze uğradıklarını anlatıyor
Londra’daki Essex Hukukçular Birliği’nin önde gelen bazı tecrübeli hukukçuları tarafından hazırlanan 100 sayfalık raporun, İngiltere’de Çin’in Uygurlar politikası konusunda hazırlanan ilk hukuki inceleme olduğu anlaşılıyor.
Çin Dışişleri Bakanlığı, Sincan’da Uygurların insan haklarının ihlal edildiği yolundaki iddiaları başından beri ısrarla reddediyor.
Londra’daki Çin Büyükelçiliği ise Batı’daki Çin karşıtı güçlerin Sincan konusunda “yüzyılın yalanını” ürettiklerini söylüyor.
Bu belge önemli mi? Bu rapor tam da İngiltere Parlamentosu’nun, Yüksek Mahkeme’nin soykırım suçlarını görmesinin zeminini yaratacak bir yasayı görüştükleri sıraya rastlaması bakımından daha bir önem kazanıyor.
Eğer Salı günü yapılacak oturumda bu yasa kabul edilirse İngiltere’de bu rapor da kullanılarak bir soykırım davası açılması mümkün olabilir.
Buna imkan verecek yasa değişikliğini farklı partilerden milletvekilleri destekliyor ama hükümet, parlamento komisyonlarının soykırım değerlendirmesi bakımından yetkilerini güçlendirecek ödünler vererek vekilleri vazgeçirmeye çalışıyor.
Rapor hangi bilgi ve belgelere dayanıyor?
Rapor, hükümetler, uluslararası örgütler, akademik çalışmalar, yardım kuruluşları ve medya üzerinden yayınlanmış kamuya açık kaynaklar üzerinde altı ay süren bir değerlendirmeden sonra hazırlandı.
Rapora dayanak olan belgeler arasında bahsi geçen muamelelere maruz kalmış kişilerin birinci elden tanıklıkları, uydu görüntüleri ve sızan gizli Çin resmi yazışmaları da var.
Soykırımın tanımlanması için hukuken gerekli kriterler var.
Bir mahkemenin, belli eylemlerin, bir ulusal, etnik, ırksal ya da dini grubun kısman ya da tamamen yok edilmesi niyetiyle işlendiğine kanaat getirmesi gerekiyor.
Hazırlanan raporda Uygurların “köleleştirme, işkence, tecavüz, zorla kısırlaştırma ve baskı” politikalarına maruz kaldığına dair belgeler hakkında ayrıntılı bilgi veriyor.
Uygurlara gözaltında “elektrik ciddi fiziki zarar verecek bir dizi muamele yapıldığına dair ciddi kanıtlar” bulunduğu kaydediliyor.
“Gözaltındakiler, kendilerine elektrik verildiğini, uzun süreler stres pozisyonunda durmaya zorlandıklarını, dövüldüklerini, aç bırakıldıklarını, zincirlendiklerini ve gözlerinin bağlandığını bildiriyorlar” deniyor.
Raporda ayrıca Uygur nüfusunun kontrol edilmesi amacıyla kitlesel olarak zorla kısırlaştırma yöntemi uygulandığı iddialarına da yer veriliyor ve şu sonuca varılıyor:
“Uygur kadınların, doğurganlıklarının engellenmesine yönelik geçici ve kalıcı (Rza ile doğum kontrol cihazı yerleştirilmesinden zorla rahimlerinin alınmasına ve kürtaja kadar) bazı zorlamalara maruz kaldıkları konusunda yaygın ve ikna edici kanıtlar bulunuyor. Bu tür eylemler görüşümüzce net bir şekilde, -uluslararası hukuk nezdinde- soykırım politikaları kapsamına girmektedir” deniliyor.
Bir başka soykırım suçlaması da çocukların toplumlarından koparılması iddialarına ilişkin.
Raporda bu konuda “Uygur çocuklarının anne-babalarından zorla alındıklarına dair kanıtlar var. Bunlar arasında, bu çocukların anne-babalarından biri ya da her ikisi birden gözaltına alındığında çocukların rıza alınmadan yetimhanelere ya da yatılı okullara yerleştirilmesi de bulunuyor” deniyor.
“Çocukların Uygur kültürüne uygun yaşama fırsatlarından yoksuk bırakılması (…), bazı durumlarda kendilerine Çin isimleri verilmesi ve bazı durumlarda Çinli aileler tarafından evlat edinilmeleri, bütün bu uygulamaların, Uygur nüfusunun bir etnik grup olarak varlığını yok etme niyetiyle yapıldığı yolundaki kanıtları güçlendirmektedir” diye ekleniyor.
Devlet Başkanı Şi Cinping’in, konuşmaları ve parti belgelerine dayanılarak şahsen suçlanabileceği kaydediliyor
Şi Cinping hakkında ne deniyor? Raporda Devlet Başkanı Şi ve iki üst düzey yönetici, Halk Meclisi Genel Sekreter Yardımcısı Ju Hailun ve Sincan’daki Parti Sekreteri Çen Quango’nun, soykırım suçlarından şahsen sorumlu olmalarının “mümkün” olduğuna işaret eden kanıtlar olduğu da kaydediliyor.
Bu konuda rapor, Komünist Partisi’nin sızdırılmış iç yazışmaları ve başka bazı belgelere dayanarak “Şi devlet politikasının genel yönünü kontrol eden kişi ve Uygurlara yönelik cezalandırıcı muameleyi teşvik ettiği bir dizi konuşması var. Çen ve Ju bu genel politikayı kitlesel gözaltılar ve gözetim de dahil önlemler geliştirip uygulayarak hayata geçiren kişiler” diyor. “Bu üç bireye karşı insanlığa karşı işlenen suçlar suçlaması getirilmesi için yeterli kanıt bulunduğu sonucuna vardık” diye de ekliyor.
bbc.com/turkce/haberler-dunya-55984442
***
Çin’in Uygur Türklerini Sincan’daki pamuk tarlalarında zorla çalıştırdığına işaret eden yeni kanıtlar ortaya çıktı
John Sudworth – BBC News, Pekin – 16 Aralık 2020
BBC’nin ulaştığı yeni bir araştırma, Çin’in yüz binlerce Uygur Türkü ve azınlık grup mensuplarını Sincan’daki devasa pamuk tarlalarında ağır işçiliğe zorladığını ortaya koydu.
Açık kaynaklardan elde edilen belgelerin, pamuk tarlalarında zorla çalıştırılma uygulamasının boyutlarına dair ilk net bulguları içerdiği düşünülüyor.
Dünya pamuk üretiminin yaklaşık beşte birini karşılayan Çin’in ürettiği pamuk, küresel moda ve giyim sektöründe önemli bir yere sahip.
Çin’de bir milyondan fazla insanın toplama kamplarında tutulduğu düşünülüyor. Buna ek olarak, azınlıkların tekstil fabrikalarında çalışmaya zorlandığına dair iddiaları destekleyen çok sayıda kanıt da mevcut.
Çin yönetimi ise tüm bu iddiaları reddediyor. Toplama kamplarının “meslek eğitim okulları”, fabrikaların da geniş kapsamlı, gönüllülük esasına dayanan “yoksulluğu azaltma” programlarının bir parçası olduğunu söylüyor.
Ancak ortaya çıkan yeni bulgular, sayılarının yarım milyona kadar ulaşabileceği tahmin edilen azınlık mensuplarına, zorla olma riski yüksek koşullarda mevsimsel pamuk işçiliği yaptırıldığına işaret ediyor.
Sincan’da çalıştırılan işçiler. Belgeleri ortaya çıkartan Washington merkezli Komünizm Kurbanlarını Anma Vakfı yetkilisi Dr. Adrian Zenz, BBC’ye yaptığı açıklamada, “Ulaştığımız muhtemel sonuçlar, tarihi boyutta olma niteliği taşıyor… İlk kez Uygurların imalat sektöründe, hazır-giyim üretiminde zorla çalıştırılmalarının yanı sıra, doğrudan pamuk toplamaya zorlandıklarına ilişkin kanıtlar var ve bu, bir dönüm noktası olabilir” dedi.
Zenz sözlerini, “Etik kaynak kullanımını önemseyen herkesin, Çin’in pamuk üretiminin yüzde 85’inin, dünya pamuk üretiminin de yüzde 20’sinin karşılandığı Sincan’daki duruma bakıp, ‘buna artık devam edemeyiz’ demesi gerekiyor” diye sürdürdü.
Çin devletinin internet üzerinde tuttuğu politika belgeleri ile devlet yayın organlarında yer alan haberlerden oluşan belgeler, Aksu ve Hotan yerel yönetimlerinin paramiliter oluşum Sincan İnşaat ve Üretim Birliği adına, pamuk toplamak için 210 bin işçinin “işgücü transferi” adı altında gönderildiğini ortaya koydu.
Diğer belgelerde de pamuk toplayacak kişilerin “harekete geçirilerek, organize edildiği” ve yüzlerce kilometre ötedeki tarlalara götürüldüğü belirtildi.
Bu yıl Aksu, kendi sınırları içerisindeki tarlalar için 142 bin 700 işçiye ihtiyaç duyduğunu açıkladı. Bu ihtiyacın “taşınması gereken herkesin taşınması” ilkesine dayanarak karşılandığı kayıtlara geçirildi.
Belgelerde ayrıca, pamuk toplayacak kişilerin “bilinçli bir şekilde yasadışı dini faaliyetlere direnmeye” “yönlendirilmesi” gerektiğine yapılan atıflar var. Bu da bu politikaların, ağırlıklı olarak Sincan’daki Uygur Türkleri ve diğer Müslüman gruplar için tasarlandığına işaret ediyor.
Devlet yetkilileri ilk etapta pamuk çiftlikleriyle “niyet sözleşmesi” yapıyor ve böylece, “tutulan işçi sayısı, yer, konaklama ve ücret” belirleniyor. Daha sonra pamuk toplayacak kişiler, “coşkulu bir şekilde ekibe katılmak için” harekete geçiriliyor.
Bu “coşkunun” çok da içten olmadığına dair çok sayıda gösterge mevcut. Bir raporda, “tarımda çalışmak istemeyen” kişilerin yaşadığı bir köyden bahsediliyor.
Kamplar ve fabrikalar Çin, uzun yıllardır ulus çapında yürüttüğü yoksullukla mücadele programı kapsamında kırsalda yoksul durumdaki kişilerin, iş bulabilme şanslarını artırmak amacıyla toplu halde başka yerlere taşınması uygulamasını sürdürüyor.
Son yıllarda ise bu çalışmalara ciddi şekilde hız verdiği görülüyor.
Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in en önemli iç politika önceliğinin Komünist Parti’nin 100’üncü kuruluş yıldönümünü kutlayacağı 2021’de yoksulluğun ortadan kaldırılması olduğu düşünülüyor.
Ancak Sincan’daki uygulamaların çok daha farklı siyasi amaçları olduğu ve yetkililere ciddi hedef ile kotalar koyarak, daha fazla devlet kontrolü altında yürütüldüğüne dair somut bulgular var.
Başkent Pekin’de 2013 ve Kunming kentinde de 2014 yılında düzenlenen ve Çin yönetiminin Uygur Türkleri ile ayrılıkçı grupları sorumlu tuttuğu saldırıların ardından, iktidarın da Sincan bölgesine yönelik yaklaşımında önemli bir değişim oldu.
2016 yılından bu yana, telefonuna şifreli mesajlaşma uygulaması yüklemek, dini içerikleri takip etmek ve ülke dışında yaşayan akrabalara sahip olmak gibi devlet tarafından “güvensizlik işareti” olarak nitelendirilecek davranışlarda bulunanların “yeniden eğitim” kamplarına alınması öngörülüyor.
Her ne kadar Çin buraları “radikalleşmeyi engelleyen okullar” olarak tanımlıyor olsa da, devletin kayıtları buraların kültürel geleneklerin ve inancın yerine, zorla Komünist Parti’ye sadakatin getirilmesini öngören zorlayıcı bir sistem olduğuna işaret ediyor.
Ancak Çin’in uyguladığı politikalar bu kamplarla sınırlı değil. 2018 yılından bu yana yüzlerce fabrika binasından oluşan devasa bir sanayi sitesinin inşaatı devam ediyor.
Bu kampların içinde ya da yakınlarında çok sayıda fabrikanın yer alması, toplu istihdam ve toplama kamplarında insanların tutulması hedefine paralel bir başka amacın daha olduğunu da ortaya koyuyor.
Çin hükümeti, çalışmanın Sincan’daki azınlıkların “çağdışı fikirlerinin” dönüşmesine yardımcı olacağını ve bu kişileri modern, laik, eli ekmek tutan vatandaşlara dönüştüreceğini düşünüyor.
2017 yılında açık kaynaklardan elde edilen uydu görüntülerinde, tesisin içinde büyük güvenlik duvarlarının olduğunu ve gözlem kulesi gibi yapıların bulunduğu görüldü.
2018 yılında tesisin hemen yanında yeni bir fabrika inşa edildi. İnşaatın tamamlanmasının ardından uydu görüntülerinde çok dikkat çekici bir şeye rastlandı.
Bağımsız analistler, tamamı aynı üniformayı giymiş gibi görünen çok sayıda insanın iki tesis arasında yürüyerek gidip geldiğini tespit etti.
BBC, Kuka kentinde bağımsız araştırmacılar tarafından yeniden eğitim kampı olarak tanımlanan bu tesislerden birini ziyaret etmek istedi. Peşimize takılan plakasız araçlar olduğu halde, tesisin etrafında çekim yaptık.
Artık fabrika ve kamp, tek bir devasa fabrika kompleksine dönüştürülmüş gibi görünüyor. Tesisin dış duvarlarında yoksullukla mücadele politikalarının faydalarını vurgulayan sloganlar yer alıyor.
Çekime başlamamızın üzerinden çok geçmeden durdurulduk ve bölgeden ayrılmaya zorlandık. Yerel basın organlarına göre, bu tekstil fabrikasında “hükümet tarafından harekete geçirilmiş ve organize edilmiş” 3 bin civarında kişi çalışıyor.
Ancak, uydu görüntülerinde tespit edilen kişilerin kim olduğunu ya da işçilerin bu fabrikada hangi koşullar altında çalıştığını belirlemek ise mümkün değil. Fabrikaya doğrudan yönelttiğimiz sorular da yanıtsız kaldı.
Sincan’da geçirdiğimiz zaman içerisinde polis, yerel propaganda yetkilileri ve diğer bazı kişiler tarafından çekim yapmamız engellendi. Yaptığımız yüzlerce kilometrelik yolculuklar boyunca, çok sayıda kimliği belirsiz kişi ve plakasız araçlarla takip edildik.
‘Kökü derinlerde, tembel düşünce yapısı’ Kamplar ve fabrikalar arasındaki bağlara rağmen, Sincan’da uygulanan yoksullukla mücadele programının ana hedefini geçmişte gözaltına alınmamış ya da tutuklanmamış kişiler oluşturuyor. Bu kişiler, güvenlik açısından daha düşük tehdit olarak nitelendiriliyor, ancak yine de “yenilenmesi” gerektiği düşünülüyor.
Genellikle çiftçilik yapan ya da hayvancılıkla uğraşan yoksul ailelerden gelen 2 milyondan fazla kişi iş için “harekete geçirilmiş” durumda. Bu kişilerin büyük bir bölümü istihdam öncesinde “askeri tarzda” bir eğitime ve ideolojik endoktrinasyona maruz kalıyor.
Şu ana kadar elde edilen bulgular, kamplarda tutulan kişiler gibi, bu grubun da başta Sincan’ın giderek büyüyen tekstil üretim tesisleri olmak üzere fabrikalarda işgücü olarak kullanıldığına işaret ediyor.
ABD merkezli düşünce kuruluşu Stratejik ve Uluslararası Etütler Merkezi (CSIS), Temmuz ayında yayımladığı bir raporda azınlıkların pamuk toplamaya da gönderilmesinin “mümkün” olduğunu, ancak kesin bulgulara varmak için “daha fazla bilgiye sahip olunması gerektiğini” söyledi.
Gereken bu bilgi de Dr. Zenz’in elde ettiği yeni belgelerde yer alıyor. Bu belgeler aynı zamanda azınlıkların toplu halde tarlalara götürülmesinin arkasındaki siyasi amacı da net bir şekilde ortaya koyuyor.
FABRIKA Sincan bölgesel yönetimi tarafından pamuk toplayıcılarıyla ilgili Ağustos 2016’da yayımlanan bildiride, yetkililere topladıkları kişilerin “ideolojik ve etnik birlik eğitimlerini güçlendirmeleri” talimatı veriliyor.
Dr. Zenz’in bulduğu bir propaganda raporunda da, pamuk tarlalarının kırsalda yaşayan yoksul köylülere, “işgücünün ihtişamı” gösterilerek, “kökü derinlere inen, tembel düşünce yapılarının” değiştirilmesi fırsatı tanıdığı belirtiliyor.
“İşgücünün ihtişamı” temasından başka belgelerde de bahsediliyor. Bu tarz deyimler, Çin’in, Uygurların yaşam tarzının ve geleneklerinin modernleşmenin önünde bir engel oluşturduğu yönündeki görüşlerini yansıtıyor.
Pamuk toplayıcılığının faydalarıyla ilgili bir başka propaganda belgesinde, çalışmamak ve “evde çocuk büyütmek”, “yoksulluğun önemli bir nedeni” olarak tanımlanıyor.
Devletin çocuk, yaşlı ve canlı hayvanların bakımı için “merkezi” sistemler sunduğu ve böylece herkesin “hiçbir endişe duymadan işe gitmesinin” sağlandığı vurgulanıyor.
Belgelerde ayrıca, normal istihdam uygulamalarıyla ciddi tezatlar içerecek şekilde, pamuk toplayıcılarına yönelik kontrol ve gözetim mekanizmalarından da bahsediliyor.
Aksu’da bu yılın Ekim ayında yayımlanan bir politika belgesinde, pamuk toplayıcılarının gruplar halinde taşınması ve bu kişilere “kendileriyle birlikte yemek yiyen, yaşayan, ders alan ve çalışan ve pamuk toplama sırasında düşünce eğitimini aktif bir şekilde uygulayan” yetkililerin refakat etmesi gerektiği belirtiliyor.
Avrupa’da yaşayan genç bir Uygur olan Mahmut*, Sincan’a dönemediğini çünkü ülke dışına yapılan seyahatlerin insanların toplama kampına alınmasının en önemli nedenleri arasında olduğunu söyledi.
Ailesi ile temas kurması da çok riskli bir durum oluşturuyor. Mahmut, ailesi ile en son 2018’de görüştüğünü ve hem ablasının hem de annesinin çalışmaya götürüldüğünü aktardı:
“Kız kardeşimi Aksu’daki bir tekstil fabrikasına götürmüşler. Üç ay bu fabrikada kalmış ve kendisine hiçbir ücret ödenmemiş. Kış aylarında annem, devlet yetkilileri için pamuk toplamaya götürülmüş. Köy nüfusunun yüzde 5 ile 10’una ihtiyaç duyduklarını söylemişler ve kapı kapı dolaşmışlar. İnsanlar, hapse ya da başka bir yere atılma korkusundan dolayı çalışmaya gidiyorlar.”
Son beş yıl içerisinde, kapı kapı dolaşarak yapılan ziyaretler, Sincan’da önemli bir kontrol yöntemine dönüşmüş durumda. Azınlıkların yaşadığı evlerle ilgili detaylı ve özel bilgilerin elde edilmesi için 350 bin yetkilinin görevlendirildiği belirtiliyor.
‘Tamamen uydurma’ Sincan’ın giderek büyüyen pamuk sektörü geçmişte Çin’in diğer eyaletlerinden gelen mevsimlik göçmenlerin işgücüne dayanıyordu. Ancak pamuk toplamak oldukça zorlu, emek yoğun bir iş olarak biliniyor. Başka işlerde ücretlerin artması ve daha iyi iş olanaklarının ortaya çıkmasıyla göçmen işçiler de pamuk toplayıcılığını bırakmaya başladı.
Propaganda raporlarında, yeni bulunan bu yerel işgücünün hem işgücü krizini çözdüğünü hem de tarla sahiplerinin kârını artırdığından bahsediliyor.
Ancak hiçbir yerde, daha önce pamuk toplayıcılığı yapmamış yüz binlerce kişinin neden bir anda tarlalara koşturduğuna dair gerçekçi bir açıklama yer almıyor.
Her ne kadar belgelerde, aylık ücreti 5.800 TL’nin (5000 yuan) üzerine çıkabileceği belirtilse de, bir raporda bir köyden toplanan 132 kişinin aylık ortalama gelirinin 2.000 TL’nin (1670 yuan) biraz altında olduğu ifade ediliyor.
İlgili uluslararası sözleşmeler uyarınca, ödeme yapılsa bile bazı durumlar zorla çalıştırılma olarak kabul ediliyor.
BBC, Çin Dışişleri Bakanlığı’na sorduğu sorulara faksla yanıt aldı. Verilen yanıtta, “Sincan’daki etnik grupların tamamı, kendi özgür iradeleriyle işlerini seçiyor ve yasalara uygun bir şekilde gönüllü istihdam sözleşmeleri imzalıyor” denildi.
Açıklamada, Sincan’daki yoksulluk oranının 2014’teki yüzde 20 seviyesinden bugün yüzde 1’in biraz üzerine kadar gerilediği ifade edildi.
Açıklamada, zorla çalıştırılma iddialarının tamamen Batı tarafından “uydurulduğunu” belirtilerek, Çin’in muhalifleri Sincan’da “zorla çalıştırma ve zorla yoksulluk” yaratmak istemekle suçlandı.
Açıklamada, “Sincan’daki etnik grupların tamamının yüzündeki gülümsemeler, Amerika’nın yalan ve söylentilerine verilen en güçlü yanıt” denildi.
Etik ve sürdürülebilir standartları destekleyen bağımsız kuruluş İyi Pamuk Girişimi (BCI), BBC’ye yaptığı açıklamada, Çin’in yoksullukla mücadele programına ilişkin kaygıların, son dönemde Sincan’daki çiftlikleri denetleyip sertifikalandırmaya son verme kararlarında önemli rol oynadığını söyledi.
BCI Standart ve Garantiler Direktörü Damien Sanfilippo, “Yoksul ve kırsalda yaşayan toplulukların, yoksullukla mücadele programıyla bağlantılı işlerde çalıştırılmaya zorlanma riskinin bulunduğunu tespit ettik. Bu işçiler, yaptıkları iş karşılığında düzgün ücretler alsalar bile, ki bu mümkün, kendi iradeleriyle bu işi yapmayı tercih etmemiş olabilirler” dedi.
Sanfilippo, kararlarında etkili olan bir diğer unsuru da Sincan’da uluslararası gözlemcilerin erişiminin giderek kısıtlanması olduğunu belirterek, kurumun bu kararının küresel moda sektörüne yönelik riskleri artırdığını vurguladı.
Sanfilippo, “Bildiğim kadarıyla, pamuğun kaynağını teyit edebilecek, yerel düzeyde aktif çalışan hiçbir kuruluş yok” dedi.
BBC, elde ettiği bulgular ışığında 30 önde gelen uluslararası giyim markasıyla temasa geçerek, Çin’den gelen pamuğu kullanmaya devam edip etmeyeceklerini söyledi.
Yanıt verenler arasından yalnızca Marks and Spencer, Next, Burberry ve Tesco, Çin’den satın aldıkları ürünlerin hiçbirisinde Sincan’da yetiştirilen pamukların kullanılmamasını öngören çok katı bir politika uyguladıklarını belirtti.
Sincan’dan ayrılmaya hazırlanırken, Korla kentinin hemen dışında daha henüz 2015 yılında bomboş olan bir araziden geçtik. Burada artık devasa bir cezaevi kompleksi yer alıyor. Bağımsız analistler, içerideki fabrika binalarının dışarıdan görülebildiğini belirtiyor. Bunun bu tesisin ilk bağımsız görüntüleri olduğunu düşünüyoruz.
Burası, boş arazileri dolduran çok sayıdaki tesisten biri olmanın ötesinde aynı zamanda Sincan’da toplu tutuklamalar ile toplu istihdam arasındaki kaybolan sınırları da hatırlatıyor.
Yerine Ayla Çokbudak Tarih: Sunday, April 19, 2020 2:26 PM Kime: e türkiye
“Türkiye’den çok büyük yardım malzemesi sevkiyatı yolda”
Jenrick, sağlık personelinde uzun süredir devam eden kişisel koruma malzemesi eksikliğine ilişkin gelen soruları Türkiye’den “çok büyük bir yardım malzemesi paketi” geleceği haberini vererek yanıtladı.
19.04.2020 08:01
Koronavirüsüyle mücadele sürecinde, her gün bilgilendirme toplantısı yapan İngiliz hükümeti adına, kürsüye bu kez Topluluklar ve Yerel Yönetimler Bakanı Robert Jenrick çıktı Jenrick, sağlık personelinde uzun süredir devam eden kişisel koruma malzemesi eksikliğine ilişkin gelen soruları Türkiye’den “çok büyük bir yardım malzemesi paketi” geleceği haberini vererek yanıtladı.
Amerika’nın Sesi’nin aktardığına göre, Jenrick, Türkiye’nin göndereceği 84 tonluk malzemenin Pazar günü İngiltere’ye ulaşacağını söyledi. Türkiye daha önce iki kez, iki uçak dolusu, maske ve koruyucu kıyafet yardımında bulunmuştu.
İngiltere’ye ulaşan önceki yardım kolilerinin üzerinde Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı forsu ve Türk bayrağı vardı. İçinde ise 50 bin N-95 maske, 100 bin cerrahi maske ve 100 bin koruyucu tulum olduğu öğrenildi. Kolilerin üzerinde yazan, Mevlana’nın “Ümitsizliğin ardında nice ümitler var, karanlığın ardında nice güneşler var” sözü İngiliz basınında geniş yer aldı.
Çin’in Avustralya’ya gönderdiği maskelerde koronavirüs tespit edildi
Dünya, Çin’den gelen koronavirüs tanı kitleri ve tıbbi malzemelere ilişkin spekülasyonlarla çalkalanıyor. Avustralya’da Çin’den satın alınan 800 bin maskeye el konuldu. Maskelerin toplam değeri 12 milyon dolar değerindeydi.
MASKELERDE KORONAVİRÜS TESPİT EDİLDİ!
Maskelerin, bir kısmında yeni tip koronavirüs tespit edilirken bir kısmının da kusurlu olduğu kaydedildi. Bunun üzerine, Avustralyalı yetkililer, virüsün yayılmasına karşı Çin’den ithal edilen koronavirüs maskelerine el koyduklarını bildirdi. Avustralya, yaklaşık 12 milyon dolar değerinde 800.000 civarında virüslü ya da kusurlu yüz maskesine el koydu.
Öte yandan, Birleşik Krallık’ta dün Çin’den gelen tanı kitlerinde koronavirüs tespit edildiğini kaydetmişti. Hollanda’da Avustralya gibi gelen maskeleri toplatma kararı aldı.
Çin’in Birleşik Krallık’a gönderdiği tanı kitlerinde koronavirüs tespit edildi
Çin’in Birleşik Krallık’a gönderdiği tanı kitlerinde koronavirüs tespit edildi
Kırım Haber Ajansı – QHA
Çin’in koronavirüs bulaştırma ajanı bu sefer de Kanada’da görüldü!
Dünyayı etkisi altına alan yeni tip koronavirüsü ortaya çıkaran ve önlem almakta geç kaldığı için dünyada pek çok insanın ölümüne yol açan Çin’in, virüs bulaştırma ajanlarıyla salgını dünyaya yaydığı iddiasına ilişkin yeni görüntüler ortaya çıkmaya devam ediyor.
LONDRA – İngiltere, Birleşmiş Milletler (BM) kararına rağmen, Hint Okyanusu’nda bulunan Chagos Takımadaları’ndaki sömürgeci yönetimine son vermeyi reddetti.
BM’nin İngiltere’nin Chagos Takımadaları’nı Morityus‘a geri vermesi için tanıdığı süre bugün doldu. Ancak buna rağmen Londra hükümeti, sömürgeci yönetimine son vermeyeceğini bildirdi.
Dışişleri Bakanlığının açıklamasında, “İngiltere, 1814’ten beri sürekli İngiliz egemenliği altında olan İngiliz Hint Okyanusu Bölgesi (İHOB) konusundaki egemenliğimizden hiç şüphe duymuyor. Morityus’un hiçbir zaman, İHOB üzerinde egemenliği olmadı ve İngiltere (Morityus’un) iddiasını tanımıyor.” ifadelerine yer verildi.
– “Utanç verici bir şekilde”
Buna karşın ana muhalefetteki İşçi Partisi lideri Jeremy Corbyn, adaların devrinin reddedilmesinin BM Genel Kurulu ve Uluslararası Adalet Divanı kararlarına aykırı olduğunu vurgulayarak, “Bu Muhafazakar Parti Hükümeti, utanç verici bir şekilde uluslararası hukukun üstünde olduğunu düşünüyor. Bir İşçi Partisi Hükümeti, sömürge yönetimine son verecek.” açıklamasını yaptı.
– İngiltere’nin sömürge yönetimi
Hint Okyanusu’ndaki ada ülkelerinden Morityus Cumhuriyeti, 1598’de Hollanda, 1715’te Fransa sömürgesi oldu. Morityus 1814’teki Paris Anlaşması’yla İngiltere hakimiyetine girdi.
Yaklaşık 150 yıl bu adaları sömüren İngiltere, BM baskısıyla 1968’de Morityus’a bağımsızlığını vermeden 3 yıl önce, Chagos Takımadaları’nı ülkeden ayırarak elinde tuttu.
Chagos’un yanı sıra Aldabra, Farquhar ve Desroche adalarını da Şeyseller’den ayıran İngiltere, söz konusu adaları 1965’te İngiliz Hint Okyanusu Bölgesi’nin parçası ilan etti.
Şeyseller’den ayırdığı adaları daha sonra geri vermek zorunda kalsa da İngiltere, toplam 2 bin 300 adacığın bulunduğu İHOB ile Hint alt kıtasının güneyinde varlığını sürdürdü.
İngiltere, İHOB içerisindeki Chagos Takımadaları’nın en büyüğü olan mercan ada Diego Garcia’yı 1966’da müttefiki ABD’ye 50 yıllığına kiraladı.
Uluslararası Adalet Divanı, İngiltere’nin Chagos Takımadaları üzerindeki egemenliğinin yasa dışı olduğuna hükmederken, BM Genel Kurulu da 6’ya karşı 116 oyla, İngiliz hükümetinin adaları geri vermesi yönünde karar almıştı.
LONDRA – İlk defa ev sahibi olacakların konut arayışlarında Wood Green Londra’nın popülerleşen semtlerinden biri haline gelmeye başladı.
Uluslararası emlak şirketi Hamptons’ın yaptığı araştırmaya göre başkentte ilk kez ev sahibi olacaklara konut satışının yüzde 48’i buradan gerçekleşti.
Hamptons International’a göre Wood Green’de ortalama bir konutun fiyatı Londra’daki ortalama bir konutun fiyatından yüzde 10 daha az. Buna rağmen Wood Green’deki konut fiyatları artışını sürdürüyor. 2019 yılında Londra genelinde konut fiyatları yüzde 1.6 düşerken Wood Green’de yüzde 4’lük bir artış gözlendi.
Üçüncü bölgede yer alan ve Londra’nın merkezine doğrudan ulaşım imkanı bulunan Wood Green’deki ortalama bir konutun fiyatı bu yıl içinde 545 bin 90 sterlin oldu.
Online emlak şirketi Zoopla’nın araştırmasına göre semtteki en pahalı cadde Elgin Road olurken bu caddedeki ortalama bir konutun fiyatı 1 milyon 490 bin Sterlin olarak satışa çıkıyor.
Müziğe İstanbul’da başlayan ve yaklaşık iki yıldır Londra’da yaşayan kabak kemane ustası Melisa Yıldırım yeni bir başarıya daha imza attı. Yıldırım, “Making Tracks” isimli bir projeye solo enstrümanist olarak davet edilip, dünyanın farklı yerlerinden gelen müzisyenlerle beraber Birleşik Krallık’ta gerçekleşen bir turneye katıldı.
Oxford, Cambridge, Sheffield, Lincoln, York, Edinburgh, Milton Keynes, Bristol, Norwich, Londra gibi şehirlerde Kasım ayında yaklaşık üç hafta süren hazırlık ve konserler dizisinden sonra Londra’ya dönen müzisyen Yıldırım ile kısa bir röportaj gerçekleştirme fırsatı bulduk.
ÖNCELİKLE NEDEN KABAK KEMANE ENSTÜRÜMANINI SEÇTİNİZ, BİR HİKAYESI VAR MI?
Lise konservatuar yıllarıma kadar bu enstrüman hakkında bir bilgim yoktu. Konservatuar sınavlarını kazandıktan sonra okul yönetiminin benim için bu enstrümanı uygun gördüğünü öğrendim. Önceleri çok ilgimi çeken, çalmak istediğim bir enstrüman değildi ancak zamanla okuldaki öğretmenim Ferhan Yeprem’in etkisiyle kemaneyi sevmeye başladım ve Anadolu müziğine ilgim arttı.
KABAK KEMANE DAHA ÇOK HANGİ YÖRELERDE İCRA EDİLİYOR?
Anadolu’da Teke Yöresi’nde Yörük Türkmenleri`nin çaldığı bir enstrüman bu. Burdur ve ilçeleri merkez olmak üzere, Denizli’nin Acıpayam, Serinhisar, Çameli, Muğla’nın Fethiye ve Köyceğiz’e kadar olan bölümü, Antalya’nın Korküteli, Elmalı ve çevresi ile Afyon ilinin Dinar, Dazkırı, Basmakçı çevresi Teke Yöresi kültürünün görüldüğü ve yaşandığı çevredir. Yörede, Gurbet Havası,Teke Zortlatması ve Zeybek ezgilerinin çalımında geleneksel olarak kemane kullanılır. Enstrümanın uzun yıllar önce TRT Radyosu`nda kabul edilmesiyle beraber Anadolu’daki geleneksel ve farklı müzik formlarında da kullanılmaya başlanmıştır.
Günümüzde halen çok bilinen bir enstrüman değil ancak teknoloji sayesinde yavaş yavaş da olsa kitlelere ulaşıyoruz, yine de Türkiye’de bu enstrümanı üreten, çalan az sayıda müzisyen ve luthier (çalgı yapımcısı) bulabilirsiniz. Bizler elimizden geldiğince bu enstrümanı tanıtmaya ve geliştirmeye çalışıyoruz
Making Tracks, İngiltere ve dünyada gelişmekte olan sanatçıları biraraya getiren bir proje. Çalışmaları müzikal geleneklere dayanan insanları seçiyorlar. 8 farklı kültürlerden yeni müzik çalışmaları başlatan, sadece müziğe dayalı sosyal ve çevresel etkileşim projesi de diyebilirim. Projenin direktörü Merlyn Driver ile kilisede gerçekleşen küçük bir konserde tanıştım ve bir şarkısına Kemane ile eşlik etmiştim. Daha sonra Ressionans FM’deki radyo programına davet etti, programdan sonra Merlyn’den Making Tracks hakkında bir email aldım ve bu seneki proje programına davet edildim.
Bu arada gelecek yıl için yakında başvuruların başlayacağını öğrendim. Müzikal geleneklerini sergilemek isteyen her müzisyen 2020 için başvuru yapabilir ama sanıyorum bu yıl programda olmayan başka ülkelerden müzisyenlere öncelik verecekler.
BU PROJEYE NE ZAMAN VE NASIL BAŞLADINIZ?
21 Ekim’de Londra’dan Walles’e doğru yola çıktık, Alternatif Teknoloji Merkez’inde 10 gün boyunca bizi ağırladılar. Amerika’dan gelen Found Sound Nation ekibi çalışma grupları için bizi yönlendirdi, her gün ürettiğimiz müzikleri ve ortak çalışmaları sergiledik ve müziklerimiz üzerine konuşmalar yaptık. Aynı zamanda bir müzisyen i ç i n önemli olabilecek telif hakkı, dünya müziği, sosyal media, beden ve müzik gibi konularda bizim için özel olarak gelen önemli kişilerden workshop’lar aldık. 4 Kasım’da Birleşik Krallık’ta konserlerimiz için yola çıktık ve 10 farklı şehirde önemli konserler gerçekleştirdik.
PROJEDE BAŞKA KİMLER VARDI?
Rapaşa Otieno (Kenya) nyatiti ve obokano, Katarıın Raska (Estonya) bağpipe ve mouth harp, Kaviraj Singh (İngiltere/Hindistan) santur, Luna Silva (İngiltere/Fransa/ İspanya) ukulele ve vocal, Barbora Xu (Çek Cumhuriyeti) kantala ve güzheng, Louise Bichan (Scotland) keman, Arsen Petrosyan (Ermenistan) düdük enstrümanı ile projede yer aldı.
BU KONSERLERE İNSANLARIN İLGİSİ NASILDI?
Sanırım daha önce bu kadar güzel bir dinleyici ilgisiyle karşılaşmadım. Her konser sonrasında bizimle konuşmak ve enstrümanlarımız hakkında sorular sormak için bekleyenler vardı. Aynı zamanda, farklı deneyim ve geçmişleri olan müzisyenlerin sadece 10 gün içerisinde ahenkli bir çalışma ortaya çıkarmış olmamızda yoğun ilginin sebeplerinden biriydi. Bununla birlikte bu projenin biraz diplomatik köşeleri de var, özellikle Arsen Petrosyan ile beraber çaldığımız konserlerde bir çok dinleyici sanat ile ‘Ermeni- Türk’ birlikteliklerini gördükleri için duygulandıklarını söylediler. Ayrıca sosyal medyadan çok etkili yorumlar ve gazete haberleri aldık.
BU PROJE SİZE NASIL BİR ETKİ BIRAKTI?
Öncelikle dünyanın farklı köşelerinden çok güzel dostluklar kazandım. Her insan yeni bir perspektif, her birinden yeni müzikal yaklaşımlar öğrendim. Müziğin her kültürde ve duyguda birleştiriciliğini yeniden keşfettim ve bu projenin tecrübesini zamanla çok daha iyi anlayacağıma inanıyorum. Mouth Harp ve Güzheng gibi enstrümanlarla çalışma fırsatı yakaladım ve enstrümanımla ne kadar uyumlu olabileceğini gördüm. Bireysel olarak yeni fikirler ve projeler üretmeye şimdiden başladık bile. Bu projenin her anındaki deneyimler benim için hayatta ve müzikte yeniden bir kefis oldu.
SON OLARAK YENİ PROJELERİNİZ VAR MI?
İngiltere’de farklı müzisyenlerle beraber konserlerim ve özel dinletilerim oluyor ama şuanda özel olarak yoğunlaştığım bir albüm projem var. Ocak ayında perdesiz gitarist Gılad Weiss ile beraber yaptığımız duo albüm çalışmamızı paylaşacağız, enstrümantel bir konsept albüm olacak. Albümde 8 eser var, sadece iki tanesi anonim Türkiye ve İsrail şarkısı, kalan eserler tamamen bizim beste ve kompozisyonlarımızdan oluşuyor. Aynı zamanda bir eserde konuk sanatçımız var, Adem Tosunoğlu. Kendisi bize tanburu ile eşlik etti.
MELİSA YILDIRIM;
Melisa Yıldırım İstanbul’da doğdu. Müzik yaşamına ilk olarak bağlama ile başladı. 2010 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuarı Çalgı Bölümünü kazandı ve burada kabak kemane eğitimine başladı. 2014 yılında lise eğitimini burada tamamladı, konservatuar lisans devresine geçti ve okuldaki başarılarından dolayı yüksek lisans eğitimini kazandı. İTÜ TMDK Öğretim Görevlisi Ferhan Yeprem ile kemane, İran’lı usta sanatçı Arslan Hazreti ile kamancha eğitimi almıştır. 2015 yılında düzenlenen Teke Yöresi Halk Çalgıları Yarışması’nda kabak kemane kategorisinde birincilik ödülünü kazandı. Türkiye’de ilk kez yapılan Fethiye’deki “Müzik Köyü” isimli projenin etkinliklerinde yer aldı ve solo konserler yaptı. Bu projede aynı zamanda bir çok müzisyenle çalışma fırsatı buldu. İsrailli perdesiz gitar sanatçısı Gılad Weiss ile duo çalışmalar yaptı. Besteci Nazım Çınar ile birlikte tiyatro müziği çalışmaları gerçekleştirdi. “Türkmen Projesi”nde Feryal Öney ile birlikte ve aynı zamanda Meral Akçay’la konser çalışmalarına devam etmektedir. Sanatçı ilk özgün solo çalışması olan “Dreamer” ile perkusif denemeler yapmış, farklı çalım ve yay tekniklerini kullanmıştır. Halen bireysel müzik çalışmalarına Londra’da devam etmekte ve farklı müzisyenlerin albüm çalışmalarına katkı sağlamaktadır.
İsveç Savcılığı, WikiLeaks sitesinin kurucusu Julian Assange hakkındaki tecavüz soruşturmasının delil yetersizliğinden kapatılacağını açıkladı. Şimdi gözler, Assange’ın İsveç’teki suçlama nedeniyle tutuklu yargılandığı ancak ABD’nin de resmen iadesini talep ettiği İngiltere’ye çevrildi.
ABD’li diplomatların gizli yazışmalarını sızdıran WikiLeaks sitesinin kurucusu olan ve müebbet hapis cezasına çarptırılabileceği ABD’yle iade edilmesi talebiyle İngiltere’de tutuklu yargılanan Julian Assange hakkında İsveç’te yeniden açılan tecavüz soruşturması kapatıldı.
İsveç Başsavcı Yardımcısı Eva-Marie Persson, ellerindeki delillerin tecavüz suçlaması için yeterli olmadığını ve Assange’ı sorgulamanın bu dengeyi değiştireceğini inanmadıklarını belirterek soruşturmanın açılmasından yaklaşık 10 yıl sonra düşürüleceğini açıkladı. Savcılık, temyiz yolunun ise açık olduğunu belirtti.
Assange, hakkındaki tecavüz suçlamaları nedeniyle 2012’de Ekvador’un Londra’daki büyükelçiliğine sığınmak zorunda kalmıştı. Suçlamayı reddeden Assange, burada yaklaşık yedi yıl kaldı. WikiLeaks kurucusu, geçtiğimiz aylarda Ekvador’da hükümetin de değişmesinin ardından, elçilik binasına girmesine izin verilen İngiliz polisi tarafından gözaltına alınmıştı. Gerekçe, İsveç’in İngiltere’den iade talebi sürecinde getirilen kefalet şartlarını yerine getirmemesi ve yargı sürecinden kaçtığı suçlamasıydı.
ABD’DEN 18 AYRI SUÇLAMA VAR
Bu sebeple tutuklu yargılanan Assange hakkında ABD’nin de İngiltere’den, 18 ayrı suçlamaya dayandırılan bir iade talebi bulunuyor. İngiliz mahkemelerinin İsveç’ten gelen açıklama sonrası ne karar vereceği ve WikiLeaks kurucusunun akıbeti bu nedenle merak konusu.