İNGİLTERE’YE YILIN İLK YARISI BOTLARLA KAÇAK GİREN GÖÇMENLERİN YÜZDE 10’U TC VATANDAŞI
Ne kadar acı değil mi? Yabanı ülkelerin sınır kapılarında DİĞERLERİ (Others) bankolarında Afgan, Paki, Suriyeli, Sudanlı, dünyanın ne kadar itilmiş, kakılmış milleti varsa onlarla bir kuyruğa giriyorsunuz. Şengen vizesi olanlar, İngiliz, ABD, Japonya pasaportu olanlar herkesten önce çok sayıda gümrük bankosundan hızlıca geçiyor. Siz onları eziklenerek izliyorsunuz. Gururunuz kırılıyor değil mi? Doğrusu benim gururum kırılmıştı. Bu kadar itibarsız bir pasaporta sahip olduğum için.
Gümrüklerde ahret soruları soruyorlar. Vizen, dönüş biletini, otel rezervasyonun vb. Vize müracaatlarında her an iltica edebilirsiniz diye şüphe gidermeye çalışıyorsunuz.
ABD’ye komşu Meksika’da, Kolombiya gibi ülkelerde bazen uçaktan iner inmez enterne ediyorlar. Kapalı, tuvaletsiz, susuz sizi THY alana kadar hapsediyorlar.
Türk halkı neden iç savaş yaşayan, işgal görmüş, hala daha çatışmalara konu olan milletlerle birlikte kaçıyor. Sebep çok basit. Umut yok. Gelecek iyi gelmeyecek onu dünya alem biliyor.
Ne yaparsa AKP yapar. 23 yıldır pavyon sofrasında yedik içtik. Şimdi bizi oraya sürükleyenler bir bir tuvalete gidiyor. Korkarım çok zaman kalmadı. Hesap pusulasını dar zamanda önümüze koyacaklar.
Çok yakından ekonomistleri takip ederim. İyimser konuşan yok. Yorumların spekturumu kıyamet ile felaket ölçeğinde değişiyor.
Selamlar.
Oraj POYRAZ
İNGİLTERE’YE YILIN İLK YARISI BOTLARLA KAÇAK GİREN GÖÇMENLERİN YÜZDE 10’U TC VATANDAŞI
İngiltere’de Manş Denizi’ni teknelerle geçerek gelen göçmenlerin sayısı yüzde 18 artarak 13 bin 489’a çıktı ve rekor kırdı. Botlarla düzensiz olarak ülkeye gelenlerin yüzde 18’i ise Afgan, yüzde 13’ü İranlı, yüzde 10’u Vietnamlı, yüzde 10’u Türk ve yüzde 9’u Suriyeli.
Gazze Soykırımına Ulaşan Siyonizmin Önemli Aşamalarından 31 Mart Vak’ası
“31 Mart Vak’ası” Sultan II.Abdülhamid’in 1909’da tahttan indirilmesiyle sonuçlanan kumpas olup bu yazının 2024 seçimleriyle ilgisi yoktur. Vak’a hakkında zengin birincil kaynak bulunduğu halde konunun çarpıtılması, üçüncü/beşinci çarpıtma kaynaklara dayanan yalan-yanlış iddialar halen ortalıkta dolaşmaktadır. Goethe’nin “3000 yıllık tarihinin hesabını yapamayan gündelik yaşar” sözü, tarihinin câhilleri bu hesabı yapanların piyonu olur demektir. Bu büyük kumpas kapsamındaki iftiraların önemli sonuçları vardır. Filistin’de Siyonist devletinin kurulmasını önlemeye çalışan Sultan, Vak’a bahanesiyle tahtından indirilmiştir. Halen soykırımcı Siyonizmi değil de Sultan II.Abdülhamid’i suçlayanlar, mazlumlara yapılan zulmün devamına payanda olmaktadır.
Netanyahu önderliğinde Gazze soykırımı’yla birlikte İsrail’in çatışmaları yayma hedefi doğrultusundaki saldırılarla genişleyen, batının önemli bir kısmı tarafından desteklenen felâketler, Siyonizmi yeniden gündeme getirdi. Belirtmek gerekir ki Filistin’deki soykırım, Netanyahu ile başlamadı. İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) yönetiminin Hazine-i Hassa arazilerini Maliye’ye aktarıp Yahudilere satışı ve bölgeye göçün teşvikiyle çeteler kuruldu. İngiliz işgalinde ve İsrail devleti kurulduktan sonra her gün yüzlerce, bazen binlerce Müslüman katledildi. Günümüz diaspora Filistinlileri, on yıllarca süren katliâmdan kurtulmak için yol tedarikini temin edebilenlerdir. Önceki dönemler katliâmlarının boyutunu ise ancak kâtillerin hatıralarından öğrenebiliyoruz.
31 Mart Vak’ası sürecinde Siyonizmin öncülerinden T.Herzl’in Filistin’de Yahudi yurdu talebinin reddedilmesi, İTC’nin kuruluşu, devleti ele geçirmesi, bu süreçte başta Mason locaları olmak üzere gizli örgütlenmeler konusunda birincil kaynaklara dayalı oldukça fazla ve güvenilir araştırmalar bulunmaktadır. Bu Vak’a da aslında bugünkü anlamıyla soykırım olup Selanik’ten getirtilen Avcı Taburları önce “şeriat isteriz” diye sokakları yangın yerine çevirmiş, gâfil halkı peşine takmış, ardından sükûneti sağlamak üzere İstanbul’da Müslüman katliâmı yapmıştır. Yani tipik bir derin devlet provokasyonu. Fatih ve Eyüp Sultan camilerine sığınan medrese talebeleri ve diğer Müslümanların katli esnasında minber ve mihraplardaki kurşun izlerini bizzat gördüm. Cami dışındaki duvarlarda da kurşun izleri görülebilir. Önemli bir kısmı gayrimüslim çapulculardan oluşan hareket ordusu da İstanbul’a girdikten sonra bu katliâma destek olmuştur.
Yaşanan fâcianın sorumluları konusunda yığınla kaynak bulunmaktadır. Bu yazıda kumpası organize eden Rıza Tevfik’in itiraflarını naklediyorum. Hâkim huzurundaki ifadesinde yer aldığı gibi kumpası, İTC’nin önemli isimlerinden aynı zamanda Mason locasının meşrik-i âzâmı Rıza Tevfik ve Selim Sırrı Tarcan organize etmiştir.
Rıza Tevfik ismi zikredildiğinde küçümseyenler, döneklikle suçlayanlar, onu yakından tanıyıp dürüstlüğünü, samimiyetini teslim eden zevâtın isimlerine göz atsınlar. Hilmi Yücebaş’ın derlediği, önemli bir kısmı Rıza Tevfik’in yazılarından oluşan “Filozof Rıza Tevfik, Hayatı-Hatıraları-Şiirleri, Serab-ı Ömrüm’den Seçmeler” adlı eserde bu zevâtın Rıza Tevfik hakkında tespitleri bulunmaktadır. Filozofluğu, şâirliği, yazarlığı yanında hemen hepsinin ortak noktası filozofun samimiyeti, mertliği, dürüstlüğüdür. Muhtelif yerlerde yayınlanmış, bu kitapta da iktibas edilmiş metinlerin yazarlarından bazıları: Hilmi Ziya Ülken, Refik Halit Karay, Adnan Adıvar, İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Çetin Altan, Burhan Felek, Lütfi Simâvî, Selim Sırrı Tarcan, Yusuf Ziya Ortaç, Ahmet Hamdi Tanyeli, Refi Cevad Ulunay, Cemil Refik, Safiye Ayla, Neyzen Tevfik, Osman Turan…
Rıza Tevfik’in siyasi duruşu, inanç ve itikadı konusundaki savrulmalar, bir ömürde kırk devir yaşamasının sonucudur. Bununla beraber internette tam metnine ulaşılabilen “Sultan Hamid’in Rûhâniyetinden İstimdât” adlı şiirindeki gibi, bulutlar dağılıp yaşananların muhasebesi sonucunda yanlışlıklarını, pişmanlığını samimiyetle yazmaktadır. “Bizdik utanmadan iftira atan” derken kendisini suçlamaktadır.
“…Pâdişah hem zâlim, hem deli dedik,
İhtilale kıyam etmeli dedik,
Şeytan ne dediyse, biz beli dedik,
Çalıştık fitnenin intibâhına!
Divâne sen değil meğer bizmişiz
Bir çürük ipliğe hülyâ dizmişiz
Sâde deli değil edepsizmişiz
Tükürdük atalar kıblegâhına!
Sonra cinsi bozuk, ahlâkı fena,
Bir sürü türedi girdi meydana.
Nerden çıktı bunca veledi zinâ?,
Yuf olsun bunların ham ervâhına….”
mısraları, pişmanlığını özetlemektedir. Bu şiirinden dolayı Türkiye’ye döndükten sonra Avukat Abdurrahman Şeref Laç ile hâkim nezâretinde sorguya çekildiğinde şu ifadeleri kayıt altına alınmıştır:
“Ben bu şiiri, Türk milletine hakaret kasdıyla değil, tamamiyle aksi olarak, türk milletini ölüme götüren bir zümreyi teşhir ve Abdülhamid Hân’a edilen iftirâları tespit gayesiye yazdım. 31 Mart vak’asını tertiplediği isnadı altında tahtından alaşağı edilen büyük Hükümdar, bu isnadla sadece iftirâların değil, tertiplerin de en hâinine hedef tutulmuştur. 31 Mart’ı tertipleyen İttihatçılar ve bu işe memur edilenler arasında bizzat ben varım! 31 Mart’ı kışkırtma ve körükleme işini Selim Sırrı Tarcan ile Rıza Tevfik idare etti. Hasta yatağımdan söylediğim bu sözlere tarih kulağını kabartsın!”
Bu ifadelerin yer aldığı eser, Rıza Tevfik’in vefatından sonra 1950’de yayınlanmıştır. Selim Sırrı Tarcan ise 1957’de vefat etmiş, hakkında yazılanları tekzip etmemiştir.
Yücebaş’ın derlemesinde bizzat Rıza Tevfik’in yazdıkları yanında kendisinden bahseden bir kısmının ismi yukarıda zikredilen diğerlerinin de üslubu, ilmî ve beşerî hassasiyeti, nezâketi dikkate alındığında Osmanlı eğitiminden geçmiş neslin kıskanılacak seviyede olduğu görülür.
Aynı zamanda hiciv ustası filozof şöyle der:
“Yolcu yolun Ankara’ya uğrarsa,
Sende de azıcık yiğitlik varsa,
Git benden aldığın selâhiyetle
Şu fâni sözleri mecliste söyle:
De ki, kanun yapan dalkavuklara,
Horoz gibi öten o tavuklara,
O kanuna boyun eğmemek için,
Şerefine leke sürmemek için,
Feylosof ömrünü ikiye böldü;
Çölde hür yaşadı ve mesud öldü..”
Hilmi Yücebaş, bu mısraları ehemmiyetine binâen kitabına arka kapak yaptığını da belirtelim. Her ne kadar dönemin meclisindekileri hicvetse de bu satırların geçerlilik zamanı/mekânı oldukça geniştir. Anlaşılan o zaman mecliste dalkavukluk varmış da tekme-tokat bilinmezmiş. Amerikan Kongresi’nde başsoykırımcıyı alkışlayanlar da elbette bu hicvin muhatabıdır. Günümüz hemen her kurumunda bulunan, koltuğunu korumak, üst makama sıçramak, menfaatlenmek için çeşit çeşit yalan, dolan, iftira, kumpas, sahtekârlık, dalkavukluk, hokkabazlığı kişiliğinin aslî unsuru haline getirmiş olan, pahalı elbiseler içinde ruhsuz ve beyinsiz bir şekilde ortalıkta dolaşan şahsiyetsizlerin de bu satırlardan hissesi oldukça fazladır.
Sultan II.Abdülhamid politikalarını uyguladığını iddia edenler-sananlar, onun devraldığı borçların %92’sini ödediğini aynı zamanda yüzlerce okullar, fabrikalar, demiryolları, aşı tesisleri… buğday, portakal, ipek… üretiminin arttırılması, ıslahı için nice projeleri başarıyla gerçekleştirdiğine bir baksınlar. Gazze Soykırımına giden yolu engellemek için Sultan’ın politikaları konusunda yayınlanmış belgeler dev bir kütüphane oluşturur. Rıza Tevfik’in yazdıkları karşı cephe itiraflar deryasından sadece birkaç damladır.
III.Dünya Savaşı ihtimaline karşı ordunun hazır olduğu beyanları, savaşa hazırlık tartışmalarını da gündeme getirdi. Birçok çatışma haberleriyle III. Dünya Savaşı’nın başladığı yorumları uzun süredir duyulmaktadır. Özellikle Rusya’nın müdahil olduğu çatışmalarda bunları daha sık duymaktayız. Üçte biri ABD kontrolündeki teröristan haline gelen Rusya himayesindeki Suriye sorununa yakın dönemde çözüm beklenmezken III. Dünya Savaşı’na giden yolların örüldüğü ileri sürülmektedir. Sadece İsrail çevresindeki halkalarda değil, Rusya-Ukrayna savaşının genişleyerek sürmesini arzulayan küresel güçlerin daha fazla ölüm programları yıllardır gündemdedir. Bütün bunlara karşın I. ve II.’de olduğu gibi binlerce şehrin tahrip olduğu, on milyonların hayatını kaybettiği savaş başlamamıştır. Bununla beraber ülkemizin hazırlıklı olması elzemdir.
Devletler, savaş olmasa da ordu besler, subay yetiştirir, silah üretir, satın alır, her an savaşa hazır olur. Çünkü tarih, savaşa hazır olmamanın saldırıya davetiye çıkarmak olduğunu göstermektedir. Bu bağlamda karada, denizde, havada en son gelişmeleri takip etmek, yeniliklere öncülük ederek savunma, gerektiğinde saldırı kabiliyetini geliştirmek devletin en temel görevidir; fantezi, lüks veya halka ihsanı değildir.
ABD’nin Türkiye ile ilişkilerinde en büyük iyiliği, Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası silah ambargosudur. Savaşın ortasında en zaruri ihtiyaçlarımız için ABD’ye mecbur olduğumuzu anlamış, kafamız dank etmiş, böylece ülkemiz, savunma sanayiinde yeniden ayağa kalkabilmiştir. Öyle ki önemli bir kısmı Osmanlı’dan kalan, Cumhuriyet döneminde yeni fabrikalar inşa edilerek zenginleştirilen silah sanayiimiz atıl bırakılmış, her alanda ABD bağımlısı olmuşuz. Harekâta karşı çıkan ABD, en temel malzemeleri vermeyince imdadımıza Kaddafi yetişmiştir. Resmi silah ambargosuyla terör olayları ve ekonomik krize rağmen ülkemiz, dünya çapında marka haline gelen Roketsan, TAI, Havelsan, Aselsan gibi nice kuruluşları hayata geçirmiş, on yılda iç ihtiyacı karşıladıktan sonra ihracat yapar hale gelmiştir. Günümüzde özel sektörün başarıları önemli olup bu alanda başka firmaların da önünün açılması son derece önemlidir.
Bununla beraber mesela Tank-Palet fabrikasının çerez parasına yabancılara satılması/işletme hakkının devredilmesi gaflet ötesi yanlışlardandır. Adapazarı’nda her kahvehanede Tank-Palet’te çalışmış birine rastlarsınız. Bekçisinin dahi imalat süreçlerinden muhafazaya, nakliyata gönül vermiş olduğunu, alanında nice üniversite mezunundan bilgili olduğunu görürsünüz. Mühendisleri ve ustaları ayrı birer hazinedir. Adı tank-palet olduğu halde, ordunun önemli ihtiyaçlarının burada üretildiğini, her alanda uzman/araştırmacı kadroların yetişmiş olduğunu, ancak geride kırgınlar ordusu kaldığını görürsünüz.
Üretilen, geliştirilen silahların özelliklerini hergün televizyonlarda anlatmak, belirli bir seçmen kitlesi üzerinde etkili olabilir. Ancak bu tür silahların sır durumundaki teknik özellikleri niçin ayrıntılı bir şekilde anlatılır? Sadece biz değil her ülke silah sistemlerini yenilemekte, geliştirmektedir. Dosta güven, düşmana korku olarak yeni silahlarla yapılan tatbikatlar, kayıtlara giren silah ihracatı yeterli olduğu halde hemen her gün saatlerce bu silahların üstünlüğünün anlatılması biraz tereddütlere yol açmaktadır. Çünkü “dil, çürüyen dişe gider”. Kıbrıs Barış Harekâtı öncesinde hiç çıkarma gemimiz olmadığı halde tank motoruyla çıkarma gemisi inşa ederek büyük harekâtı başarıyla tamamlamışız. Bugün ileri teknolojik özelliklere sahip onlarca çıkarma gemimiz bulunmaktadır. Ancak düne kadar bayrağımızın dalgalandığı yüzme mesafesindeki adalarımızı Yunanistan işgal ederken sesimizi çıkarmamışız!
Her alanda olduğu gibi silah sanayiinde de ABD, açık ara öncülüğünü korumaktadır. Bununla beraber Çin, aradaki farkı kapatmak için silah envanterini hızla artırmaktadır. Komşularının yanıbaşına kadar uzanan alanlarda suni adalar, havaalanları inşa etmekte, gemiler ve uçaklarla donatmaktadır. Bununla beraber Çin’in son yıllarda yaptığı önemli bir savaş hazırlığı daha var: Gıda stoku. Önceki yıl dünyadaki pirinç, mısır, buğdayın yarıdan fazlasını Çin stoklamıştır. Yaklaşık bir buçuk milyarlık ülke, iç üretimini her yönüyle teşvik ederken aynı zamanda yetersiz kaldığı alanlarda dev stoklar yaparak büyük savaşa hazırlandığı bilinmektedir. Bununla beraber milyarın üzerindeki boğazı doyurduktan sonra mesela bizim Tarım Kredi Kooperatiflerinde satılan pirincin de Çin’den geldiğini, aynı Çin’in ülkemizin tarım cennetlerini çölleştiren, kurumhaneye, kanser deryasına çeviren yeni termik santralleri kurduğunu hatırlatalım.
Konya civarında yüzölçümüne sahip aynı zamanda birçok küresel markasıyla sanayi ülkesi olan Hollanda’nın geçen yıl tarım ürünleri ihracatı 116 milyar dolar iken Türkiye’ninki 19 milyar dolarda kalmıştır. Buğdaydan mercimek, soğan, patatese ithalat dikkate alındığında büyük bir gıda krizi ile karşı karşıya olduğumuz, muhtemel bir savaşta bunun acı sonuçları olacağı açıktır. Diğer Avrupa ülkeleri gibi ABD, hatta savaşta olan Ukrayna, Rusya’nın dahi tarıma verdiği destek ve elde ettiği başarılar dikkate alındığında muhtemel savaşta gıda meselesi çok daha önem arzetmektedir.
Yılın ilk aylarında soğan-patates ithalatına yüz milyonlarca dolar ayrıldığı halde üreticiye verilen fiyat, tarladaki mahsulün toplanma masrafını dahi karşılamıyorsa o ülkenin tarım bakanının ne iş yaptığı sorulmalıdır. Bunun anlamı seneye daha az üretilecek, daha fazla ithal edilecektir. Üreticinin 4 liraya satabildiği ilaç kıymetindeki limonu vatandaş 90 liraya alabiliyor, buna rağmen konuyla ilgili olağanüstü toplantılar yapılmıyor, tedbirler alınmıyorsa tarım ve ziraat kuruluşlarının düşmana mı çalıştığı sorusu akla gelmektedir. Üreticiden tüketiciye fiyatların on katına çıktığı bir ülkede yönetim ne yapar? Almanya’da döner fiyatı, pandemi öncesinin üç katına çıkınca bizzat başbakan müdahale ettiğini bilmeyenimiz kalmadı. Müdahale, sadece birilerini cezalandırmak, diğerlerini zenginleştirecek ithalat yolunu açmak değil, sorunu kökünden çözecek idari, mali ve yasal tedbirleri almayı gerektirir.
İngiltere’de zeytin yetişmez, İspanya’dan zeytinyağı ithal edilir. Ancak ortalama zeytinyağı fiyatı Türkiye’dekinin yarısı kadardır. Benzer fiyatlar ithal edilen muz dahil hemen bütün temel gıda maddelerinde geçerlidir. İki ülkenin asgari ücret veya fert başına düşen milli gelirlerinin karşılaştırılması ayrı bir kondur. Liberalizmin beşiği durumundaki İngiltere’de devlet vatandaşının gıda ihtiyacını karşılamak üzere üretim, ithalat, depolama, fiyat denetlemesi gibi hususlarda aldığı tedbirler sır değildir. Esasen bütün dünyada benzer tedbirler alınır da ülkemizde pek bilinmez veya sorunlar karşısında körler-sağırlar oynanır. Mesela bir dönem ürün fazlasının muhafazası, depolanması için gerekli yatırımlar çok fazla maliyet veya ileri teknoloji gerektirmez. Ancak müteahhitler açısından pek kârlı bir yatırım sayılmaz. Burada bakanlık, devlet bankaları, kooperatifler ve diğer ziraat kuruluşları devreye girer, gerekli kooperatifleşme teşvik edilir. Fakat bir şekilde borçlandırılarak ürününü satamayan üreticinin varına yoğuna haciz koymak ancak düşmanların arzu edebileceği bir yanlıştır. Öte yandan insafsızca açılan ve her yıl derinleştirilen kuyuların sebep olduğu kuruyan göller, çölleşen tarım alanları, yok edilen yeşil alanlar da gıda krizinin ayrı bir veçhesini oluşturmaktadır.
Önceki dünya savaşları daha çok enerji kaynakları kavgasına dayanmaktaydı. Bugün ise gıda konusu önemli rekabet alanı haline gelmiştir. Pandemi sonrasında gıda fiyatlarının anormal derecede arttığı, kendi ligimizdeki tek ülkeyiz. En iddialı olduğumuz alanda dahi ithalatın normalleşmesini, üreticinin ürettiği için bin pişman edilmesini her gün izliyoruz. On yıllardır tarla-pazar fiyat uçurumuna karşı tedbir alınmaması, üretici zarar ederken tüketicinin ödeme takatinin kalmaması, ülkemizin beka sorunu haline gelmiştir. Savaşlara karşı gıda konusunda da hazırlanmanın zaruretini bütün siyasetnameler yazmaktadır.
Assange’ın Avustralya’ya özgür olarak dönüşü basın özgürlüğü, bilgiye erişim hakkı ve uluslararası ilişkiler gibi birçok konuda tartışmaları yeniden alevlendirdi.
Olayın Özeti:
Suçlamalar: Assange, WikiLeaks aracılığıyla ABD’nin Irak ve Afganistan’daki savaş suçlarına dair gizli belgeleri yayınlamakla suçlandı.
Sığınma ve Tutuklama: Ekvador’un Londra Büyükelçiliği’nde 7 yıl sığınma hakkı aldıktan sonra 2019’da tutuklandı.
ABD’ye İade Talebi: ABD, Assange’ı casusluk ve bilgisayar korsanlığı suçlarından yargılamak için iade talebinde bulundu.
Serbest Bırakılma: Avustralya, İngiltere ve ABD arasında yapılan anlaşma sonucunda 14 yıl sonra serbest bırakıldı ve Avustralya’ya döndü.
Julian Assange’ın serbest bırakılmasına ilişkin anlaşma nasıl sağlandı?
Diplomasi, siyaset ve hukukun karışımı Julian Assange’ın 24 Haziran 2024 Pazartesi günü Londra’nın Stansted havaalanından özel bir jetle Avustralya’ya özgür olarak gitmesini sağladı
Yedi yıllık kendini hapis ve beş yıllık zorunlu gözaltı sonrası, özgürlük anlaşmasının hazırlanması aylar sürdü.
Anlaşmanın kökenleri muhtemelen Mayıs 2022’de yurt dışında tutuklu bulunan bir vatandaşlarını eve getirmeye karar veren yeni Avustralya hükümetinin seçilmesiyle başladı. Yeni başbakan Anthony Albanese, Assange’ın yaptığı her şeyi desteklemediğini ancak “artık yeterli” olduğunu ve serbest bırakılma zamanının geldiğini söyledi. O zamanlar “Tüm dış ilişkiler yüksek sesle bağırarak yapılmaz” demişti.
Başbakan bir ziyaret sırasında Beyaz Saray’da Başkan Joe Biden ile konuyu bizzat gündeme getirmişti.
Nisan ayında Bay Biden, Avustralya’dan kovuşturmanın düşürülmesi yönündeki bir talebi düşündüğünü söyledi. 20 Mayıs’ta Birleşik Krallık’taki Yüksek Mahkeme, Assange’ın, askeri sırların elde edilmesi ve yayınlanması nedeniyle ABD’de yargılanmak üzere iade edilmesi yönündeki girişimlere karşı yeni bir itirazda bulunabileceğine karar verdi.
Belirsizlik ve daha fazla gecikmeyle karşı karşıya kalınca, ABD, Assange’ın bilgisayar korsanlığı suçunu kabul etmesi ve ‘zamanını doldurması’ karşılığında yayınlama suçlamalarını düşürdü ve destanı sona erdirdi.
Her zaman olduğu gibi siyaset de rol oynadı.
Assange davası, Birleşik Krallık-ABD ilişkilerinde uzun süredir rahatsız edici bir durum oluşturuyordu ve birçok diplomat bu konuyu tartışmaya istekliydi.
Biden yönetiminin sorunun Kasım ayındaki başkanlık seçimlerinden önce çözülmesini istediğine dair spekülasyonlar arttı ve hatta bazı Assange destekçileri, ABD’nin Birleşik Krallık’taki İşçi Partisi hükümetinin onun iadesini kabul etmeye daha az istekli olacağından korktuğunu öne sürdü.
Beyaz Saray Salı günü, savunma anlaşmasının ayrıntılarında hiçbir rol oynamadığını, bunun Adalet Bakanlığı’nın meselesi olduğunu söyledi.
Yıllar süren hukuki ve diplomatik anlaşmazlıkların ardından, sonunda tüm tarafların bir anlaşma istedikleri ve anlaşmaya varmak için uzlaşmaya hazır oldukları bir noktaya ulaştıkları görülüyor.
Tartışma Konuları:
Basın Özgürlüğü: Assange’ın savunucuları, onun bir gazeteci olduğunu ve kamu yararına bilgi açıkladığını savunarak serbest bırakılmasını basın özgürlüğü açısından bir zafer olarak görüyor.
Ulusal Güvenlik: Karşıt görüştekiler ise Assange’ın eylemlerinin ulusal güvenliği tehlikeye attığını ve yargılanması gerektiğini düşünüyor.
Siyasi Sığınma Hakkı: Assange’ın Ekvador Büyükelçiliği’ndeki uzun sığınma süreci, siyasi sığınma hakkının nasıl kullanılması gerektiği konusunda da tartışmalara yol açtı.
T.C. Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in İngiltere Krallığı’na ettiği bağlılık yemininin Türkçe metni
Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in İngiliz vatandaşı olurken ettiği, Britanya krallığına bağlılık yemini:
“Ben Mehmet Şimşek, samimi ve doğrulukla deklare ederim ki, İngiliz vatandaşı olduğumda Majesteleri Kraliçe 2. Elizabeth’e ve varislerine(bugün kral Charles) bağlı kalıp yolunda ilerleyeceğim… Birleşik Krallığa bağlılığımı sunarım… İngiliz vatandaşı olarak görevlerimi ve sorumluluklarımı yerine getireceğime yemin ederim.”
Rusya-Ukrayna Savaşı, üçüncü yılına girerken gelecekle ilgili değirlendirmelerde, uluslararası sistem mekanizmaları pek dikkate alınmamaktadır. Hemen her devletin komşularıyla sınırları ve egemenlik haklarıyla ilgili sıcak çatışmalara yol açabilen anlaşmazlıkları bulunmaktadır. Bunların savaş aşamasına geçmesinde genellikle sermaye ve medyanın da yer aldığı küresel aktörler etkindir. Sıradan devletler şartlara bakarak karar verirken büyükler diğerlerinin kararlarını belirleyen şartları hazırlarlar. Büyük güçlerle beraber diğer küresel aktörler arasındaki kurumlaşmalar, kurallar ve ilişki ağları, günümüz uluslararası sistemini belirlemektedir. Bu gerçek ışığında küresel güç durumundaki Rusya’nın sadece şartlara bakarak mı savaşı başlattığı yoksa kendince Ukrayna’ya saldırıyı meşru kılacak şartları mı hazırladığı tartışılabilir. Bununla beraber bu savaşın aslında Atlantikçilerin yani ABD ve İngiltere’nin eseri olduğu âşikârdır. Atlantikçilerin niçin buna ihtiyaç duydukları, gelecekle ilgili tahminlerde son derece önemlidir.
Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında ortaya çıkan şartları, çöküş ve çaresizlik içindeki Kremlin stratejistleri mecburen kabullenmişti. Bu ortamda gerçekleşen silahları ve asker sayısını azaltma kapsamındaki AKKA süreci, Soğuk Savaş’ın gâlibi NATO için de bir fırsattı. Belirtmek gerekir ki Soğuk Savaş’ın iki süper askeri örgütünden Varşova Paktı, Sovyetlerden önce dağılmıştı. Bu durumda NATO’nun da varlık gerekçesini ortadan kalkmıştı. AKKA sürecinde silah indirimi programı işlerken NATO’nun genişlemeyi sürdürmesi, Kremlin’in saldırganlaşma gerekçesini oluşturmuştur. Bu bağlamda NATO’nun genişlemesi mi Rusya’yı tehdit haline getirdiği, Putin önderliğinde güçlenen Rus tehdidinin mi bu örgütü genişlemek zorunda bıraktığı politikacılar gibi analistlerin de bulunduğu konuma göre değişebilmektedir.
1648 Westfalya Barışı sonrası teşekkül eden modern uluslararası sistemde İngiliz-Rus işbirliği her dönemde görülebilir. Dünya savaşlarında Anglo-Amerikan ve Rus işbirliğine dönüşen bu süreçte, iki cephe arasındaki çatışmalarda dahi Rusya’nın daima kollandığı görülmektedir. Daha Kânûnî Sultan Süleyman devrinde İngiliz-Rus ortak şirketleri Kafkas Müslümanlarını köleleştirerek Avrupa’da satmaya başlayınca Halife-Sultan’dan yardım istenmiştir. Diplomatik uyarılara rağmen kirli ticaretin devamı üzerine Rus-İngiliz faaliyetlerini önlemek üzere Don ve Volga nehirlerinin birleştirilerek Hazar’da Osmanlı donanması bulundurma zorunluluğu ortaya çıkmış, kazı çalışmaları başlamış, ancak diğer gâilelerle birlikte sadrazamın vefatı üzerine proje tamamlanamamıştır.
Deli Petro Avrupa devletlerine karşı hile-desise yolları, sürekli onlardan Toprak alma stratejisi vasiyet ederken İngilere’ye kereste satılması, gemi teknolojisi alınması gibi işbirliği önerilerinde bulunmaktadır. Şüphesiz bunda iki ülkenin coğrafi uzaklıklarıyla jeopolitik konum etkilidir. Esasen bugün de Atlantikçiler ve Kremlin aklı, bu jeopolitik gerçeği dikkate almak zorundadır. Bu yüzden Atlantikçiler bu savaşın genişleyerek sürmesini isterken aslında Almanya’nın yem olmasını beklemektedir.
1853 Kırım Savaşı’nda İngiltere ve Fransa Osmanlı’nın yanında yer almış ve savaş kazanılmıştır. Fakat Kırım, mağlup olan Rusya’ya bırakılmıştır. Üstelik 1856 Paris Barış Antlaşması sonucu Avrupa devletler ailesine kabulünün faturası olarak Osmanlı, Kafkasya’da Ruslara karşı vatanını savunan Şeyh Şâmil önderliğindeki mücadeleye desteğini çekmek zorunda kalmıştır. Nitekim bu desteğin kesilmesiyle Çarlık Kafkasya’da kontrolü sağlamış, Türkistan’ın işgaline başlamıştır. Ruslar, Türkistan’ı işgal ederken de Avam Kamarası’nda “Ruslar Türk hanlıklarını işgal edecek, Afganistan’ı geçmeyecek” savunması yapılmıştır.
I. ve II. Dünya savaşlarında İngiltere ve ABD Rusya’nın/Sovyetlerin yanındadır. Her iki savaş sonrasında birdenbire bu güçler çatışan blokların başı haline gelmişlerdir. I. Dünya Savaşı’nda Atlantikçilerin müttefiki Çarlık rejimini yıkan, batı için büyük tehdit haline gelen Bolşevik yönetiminin Kafkasya ve Türkistan’daki hâkimiyetini ABD başkanı Wilson 14 ilkesi arasında meşrulaştırmıştır.
Rusya-Ukrayna Savaşı’nın uzaması üzerine birçok uzmanın “eyvah, yeniden Soğuk Savaş mı?” endişelerinde cehâlet izleri bulunmaktadır. Sanki Soğuk Savaş döneminde ABD-İngiltere cephesi ile Sovyetler arasında gerçekten çatışma yaşanmış gibi! Avrupa’yı bölen demirperde, öncelikle İngiltere’nin de tarihi düşmanı Almanya’yı hedef almıştır. Avrupa’nın önemli bir kısmını oluşturan Almanlar, mesela Avusturya örneğinde sürekli tarafsızlaştırılmış, önemli bir kısmı Çekoslovakya, Doğu Almanya ve diğer Doğu Bloku ülkeleri içinde kalmış, F.Almanya NATO üyesi olmuş, fakat altta bırakılmıştır. Japonya gibi bilfiil ABD işgali altındaki Federal Almanya, başta Doğu Almanya meselesi olmak üzere Soğu Savaş şartlarında Sovyetler ile ilişkilerini hemen hemen sıfırlamıştır. İngiliz Hâkimiyeti Teorisi olarak gördüğüm, İngiliz Mackinder’in Kara Hâkimiyeti Teorisi’nin önemli bileşenlerinden biri Doğu Avrupa’nın kontrolüyle Germen ve Slav dünyası arasına tampon bölgeler oluşturulmasıdır.
Soğuk Savaş sonrasında hızla gelişen Almanya-Rusya ilişkileri, ABD ve İngiltere’yi derin endişeye garketmiştir. ABD başkanları her fırsatta Almanya’yı doğalgaz alarak Rusya’ya yaklaşmakla suçlarken, Almanya da artık Sovyet tehdidinin kalmadığını, ABD askerlerinin Almanya’yı boşaltmasını istemiştir. Rusya-Ukrayna Savaşı’nda ölenlerin çoğu Ukraynalılar olduğu halde bu süreçte en fazla kaybeden Almanya olmuş, Rus tehdidinin bitmediği gösterilmiştir. Savaşın başından itibaren Ukrayna’yı kışkırtmada İngiltere cesurâne girişimlerde bulunurken Almanya’yı gerekli yardımı yapmamakla suçlamıştır. Rus-Alman işbirliğinin dev projelerinden Kuzey Akım Hattı, İngiltere tarafından bitirilirken Rusya’nın saldırıları, Almanya’yı yeniden kabuğuna çekilmeye mecbur kılmıştır. Son gelişmeler dikkate alındığında iki komşunun savaşması için gerekli altyapı hızla takviye edilmektedir. Önde gelen Siyonistlerden Rockefeller’in bursiyeri Macron, patronlarının arzusu doğrultusunda Avrupa’nın Rusya’ya karşı savaşı önerirken aslında coğrafi şartlar gereği Almanya’nın savaş alanı olmasını seslendirmiştir.
Ukrayna’yı “NATO’ya girmek hakkındır, arkanızdayız” diyerek kışkırtan Atlantikçiler, mesela 1956’da Macaristan’ı, 1968’de Çekoslovakya’yı da benzer yollarla diklendirmiş, Sovyetler saldırınca yalnız bırakmışlardır. 2009’da harabeye çevrilen Gürcistan için de benzer durum bulunmaktadır. Bu süreçteki beyanatları olduğu gibi kabul ederek derinlerdeki büyük oyunu görmemek, önümüzdeki dönem stratejilerinin de gerisinde kalmak, oyun kurucuların fuzuli piyonu olmak demektir.
Anglo-Amerikan stratejileri, önemli ölçüde Siyonist sermayenin odakları City of London, Wall Street ile diğer önde gelen şubelerinden kaynaklanmaktadır. Bununla beraber her politikada bu cepheler arasında birebir uyuşma söz konusu değildir. Hatta Siyonist sermayenin kendi içinde de çatışan alanları bulunmaktadır. Bununla beraber Almanya ve Japonya’nın milli sanayilerinin önlenmesi stratejilerinde bütün taraflar müttefiktir. Bu bağlamda Türkiye’nin de ekonomik yeteneklerinin yok edilmesi, başta finans olmak üzere birçok sektörün Siyonist sermaye veya gizli-açık ortaklarına havale edilmesi bu ittifakın ortak stratejisidir. Muhtemel büyük savaşın tarafları kim olursa olsun ülkemiz açısında ekonomik manzara mucib-i endişedir. Nükleer enerjiye sahip ülkeler arasına girmenin sevincini yaşamak üzereyken, uluslararası ilişkilerde örneği olmayan “yap-işlet-sahip ol” saçmalığıyla bu dev sektörün NATO’nun karşısındaki Rusya’ya bırakılması karşısında körler-sağırlar rolüne de son vermemiz gerekmektedir.
İngiltere, Azerbaycan milletvekili Cavanish Feyziyev’in 39 milyon sterlinlik mal varlığının dondurulmasına karar verdi
Ailenin 22 mülkünün belgeleri de donduruldu
İngiliz hükümeti, Londra’da Azerbaycan milletvekili Cavanish Feyziev ve eşi tarafından yasadışı gelirleri pahasına satın alındığı düşünülen 22 mülkü dondurdu. Konu 22 Şubat’ta Yargıtay’da görüldü.
OCCRP tarafından elde edilen mülk belgeleri, değeri 39,5 milyon sterlinden (tahmini 50 milyon dolar) fazla olan varlıkların Haziran 2023’te bir Yüksek Mahkeme kararıyla dondurulduğunu gösteriyor.
Feyziyev, bu makalenin yayınlandığı süre boyunca yorum taleplerine yanıt vermedi, ancak ailenin avukatı, Perşembe günü Yargıç Nigel Poole yönetiminde yapılan bir duruşmada, Ulusal Suç Ajansı’nın (NCA) yasal süreci takip etmediğini ve herhangi bir varlığın yasadışı olarak satın alınmasını tartışmanın iyi bir deneyim olmadığını söyleyerek mülkün dondurulmasına ilişkin kararı bozmaya çalıştı.
İngiltere Ulusal Suç Ajansı (MCA) daha önce politikacının ailesini banka hesaplarında milyonlarca sterlin tuttukları için denetlemişti. Ajans, sorunun 2017 yılında Azerbaycan’ın Para Makinesi olarak bilinen OCCRP tarafından ortaya çıkarılan ve uluslararası kirli paranın aklanmasını içeren bir çizelgenin ardından keşfedildiğini söyledi.
2022’de İngiltere’nin eşi, en büyük oğlu Orhan ve yeğeni Elman Cavanish, 5,6 milyon sterlin (7,56 milyon dolar) bağışta bulundu.
MCA’ya göre, Feyziyev ve eşi tarafından satın alınan varlıkların dondurulması kararı, ailenin varlıklarının kirli kara para aklama yoluyla elde edildiğine dair “güçlü kanıtlar” olduğu için talep edildi.
Ajansın mahkemeye sunduğu belgede, “olağanüstü, yanlış veya yanlış açıklamaların” eşlik ettiği ve kirli paranın aklanmasına katılımı izlenebilen şirketlere kadar izlenebilecek olağanüstü bir para akışına atıfta bulunuldu.
Dondurulan varlıklar arasında en pahalı mülkler 26 milyon sterlinden (33,4 milyon dolar) fazla bir fiyata satın alındı. Özel Chelsea Kışlası kompleksindeki iki mülk, 2020 yılında Feyziyev tarafından satın alındı. Mülkler, İngiliz ressamlar Feyziev’in karısı, oğlu ve yeğeninin kirli kara para aklama davasıyla bağlantılarını araştırırken satın alındı.
Dondurulan diğer varlıklar arasında Regents Park manzaralı bir daire ve aynı zamanda Kuzey Batı Londra’da yeni inşa edilmiş bir 19 yer alıyor. Feyziyev, bu mülkleri 2008 ve 2018 yılları arasında 10 milyon sterlinden (13,7 milyon sterlin) fazla bir fiyata satın aldı ve daha sonra hiçbir ödeme yapmadan fon hesabına aktardı.
MCA verilerine göre, dondurulan varlıkların toplam değeri şu anda 50 milyon sterlinden (63 milyon dolar) fazla.
Yargıç Poole, mülklerin daha sonraki günlerde dondurulup dondurulmayacağına karar verecek.
Feyziyev, 2022 yılına kadar Azerbaycan-İngiltere Parlamenter İlişkiler Çalışma Grubu ve Avrupa Birliği-Avrupa Parlamenter İşbirliği Komitesi Başkanlığı görevini yürütmüştür.
Bir İngiliz mahkemesinin, akrabalarına ait hesaplarda 5,6 milyon sterlinden (ABD) fazla para toplanmasını onaylamasından aylar sonra, Feyziyev istifa etti. Yargıç, paranın meşru ticari işlemler sonucunda elde edildiğini gösteren belgelerin, “tamamen yalanlar ve hesaplar oluşturan kişilerin kirli kara para aklama faaliyetlerini gizlemeye hazır olduklarına” dair “çok sayıda kanıt” ürettiğini vurguladı.
O sırada ailenin bir avukatı basına yaptığı açıklamada, Feyziev’lerin haciz kararından hayal kırıklığına uğradıklarını, ancak MCA tarafından talep edilen 15,4 sterlin karşılığında kendilerinden 5,6 milyon sterlin alınmasından “memnun” olduklarını söyledi. Ayrıca, mahkemenin “Cavanşer Feyziev ve sanıkların yolsuzluğa karışmadıklarını” doğruladığını da vurguladılar.
2017 yılında, OCCRP’nin “Azerbaycan’ın Para Makinesi” başlıklı ifşa çalışması, kirli parayı aklamak için kullanılan karmaşık bir planın, iki yıllık bir süre içinde İngiltere’de kayıtlı dört offshore şirket aracılığıyla eski Sovyet cumhuriyetinden yaklaşık 2,9 milyar dolar aktarılarak nasıl temizlendiğini ortaya koydu. Parayı alanlar arasında en az üç Avrupalı politikacı, rejimi öven makaleler yazan bir gazeteci, hükümeti öven işadamları ve hükümet pozisyonlarında çalışan veya bunlarla bağlantıları olan önde gelen Azerbaycanlılar vardı.
OCCRP Feyziyev tarafından kurulan, büyük bir Azerbaycan yabancı şirketi olan Avromed ile aynı adı kullanan iki şirket, bu şekilde 138 milyon dolar kazandı.
Bu soruşturma, Feyziev’in OCCRP’ye karşı asılsız iddialarının önemli bir öncülüydü ve üzerinde anlaşmaya varılan şartlarda karara bağlandı. Feyziyev, kara para aklamayı veya herhangi bir yasadışı faaliyette bulunmayı şiddetle reddetti.
Tehlikeli Yol Ayrımı: İngiltere Rusya ile Savaşta mı? İngilizler Artık Tehlikeyi Biliyor. Ama Hala Barış Partisi Yok. ABD İngiltere’de Nükleer Silah mı konuşlandırıyor?
Milletvekilime yazdığım bir mektupta (soruma yanıt olarak) Birleşik Krallık Savunma Bakanlığı, Birleşik Krallık’ın Rusya ile savaşta olduğunu doğrulayamadı.
Ancak uluslararası hukukta, savaşan taraflardan herhangi biri tarafından resmi olarak savaş ilan edilmiş olsun veya olmasın, devletler arasında veya devletler arasında silahlı çatışmanın işaret ettiği bir durum varsa, savaş iki ülke arasında mevcut olarak kabul edilir.
Birleşik Krallık ile Rusya arasında tartışmasız bir durum söz konusu; General Sir Patrick Sanders’ın Birleşik Krallık’ın “ulusu seferber etmeye” hazır olması gerektiğini çünkü silahlı kuvvetlerin de çok zayıf olduğunu söyleyen son sözleriyle sarsılan İngiliz kamuoyu yavaş yavaş gerçeği fark etmeye başlıyor. Rusya’ya karşı koyamayacak kadar zayıf.
The Daily Telegraph’ın ele geçirdiği Pentagon belgelerine göre ABD’nin 15 yıl aradan sonra ilk kez İngiltere’ye nükleer silah yerleştirmeyi planladığının duyurulması daha da yıkıcı oldu. ABD, 2008 yılında İngiltere’deki nükleer füzeleri kaldırdı. Suffolk’taki RAF Lakenheath’te yeni bir tesis için yapılan sözleşmeler ABD’nin niyetini doğruladı.
ABD’li neo-con’ların Ukrayna üzerinden Rusya’yı yok etme planının kuyruğuna takılan İngiltere, şimdi kendisini Rusya’nın 1,3 milyonuna karşı 184.865 kişilik Silahlı Kuvvetler ve (Ukrayna’nın Rusya’ya karşı kaybettiği oranda) yok edilecek 73.000 kişilik bir orduyla buluyor. 4 ay içinde!
Biden’ın “stratejik düzeyde hasar verebilecek rakiplere” karşı İLK nükleer silah kullanımına (buna bakın) ilişkin son derece tehlikeli 2020 değişikliği göz önüne alındığında, Rusya’nın 5.900 nükleer savaş başlığına karşılık İngiltere’nin yalnızca 225 nükleer savaş başlığına sahip olduğunu kaydetmeye değer.
Kraliyet Hava Kuvvetleri’nin 564 sabit kanatlı uçağı varken, Rusya’nın 3.864 uçağı var ve Rusya, Ukrayna’da dünyadaki en gelişmiş Drone operasyonlarını ve elektronik savaşı geliştirdi.
İngiltere Ukrayna Üzerinden Rusya’ya Saldırıyor
Kiev ile Donbas’taki Ukraynalı Ruslar arasında uzun süredir devam eden iç savaş sırasında, Kiev kuvvetlerinin (Azak gibi açıkça Nazi grupları da dahil olmak üzere) eğitimine ve silahlandırılmasına öncülük eden İngiliz silahlı kuvvetleriydi. Eğitim programından sorumlu Ukraynalı Tümgeneral Alexei Taran şunları söyledi:
Büyük Britanya, Ukrayna Silahlı Kuvvetlerinin eğitimini organize etmede “tartışmasız lider” haline geldi; Rus saldırısının başlangıcından bu yana 30.000’den fazla askeri personele ve 2014’ten 2022’ye kadar 20 bin askeri personele eğitim verdi.
Ukrayna kaynaklarına göre kayıplarının şu anda AYLIK 30.000 olduğunu belirtmekte fayda var.
Birleşik Krallık Eğitimli Sabotajcılar
İngiliz Silahlı Kuvvetleri özel kuvvetleri, Rusya’daki nükleer santraller de dahil olmak üzere askeri ve ulaşım tesislerine saldırmayı planlayan Ukraynalı sabotajcıların eğitimine katıldı.
Rusya Federasyonu Federal Güvenlik Servisi Direktörü Alexander Bortnikov, 2023 yılının Ağustos ayında teşkilatının Ukraynalı sabotaj ve keşif grubunun eğitim almış üyelerini yakaladığını ve operasyonların İngiliz Silahlı Kuvvetleri Özel Kuvvetlerin katılımıyla planlandığını bildirdi.
Bu grubun hedefleri arasında askeri tesislerde, petrol sektöründe, ulaşımda ve kritik altyapıda sabotaj faaliyetleri yürütmek ve ayrıca Smolensk ve Kursk nükleer santralleri başta olmak üzere nükleer enerji tesislerini hedef almak yer alıyordu.
Hiç şüphe yok ki, Britanya hükümeti bu tür saldırıları Britanya topraklarında gerçekleştirilirse terörizm olarak sınıflandıracaktır.
Birleşik Krallık İstihbaratı Rus Karşıtı İsyanları Örgütlüyor
Özbek diasporası Vatandoş’un lideri Usman Baratov tutuklandı ve İngiliz askeri istihbaratıyla işbirliği yaptığını itiraf etti.
Baratov, Moskova’daki İngiliz Büyükelçiliği’nde bir askeri ataşeyle görüştüğünü ve kendisine gelir ve daha sonra göçle İngiliz vatandaşlığına kolay bir yol teklif ettiğini ifade etti. Baratov, kendisini İNGİLİZ askeri istihbarat subayı olarak tanıtan kişilerle İstanbul’da birkaç kez görüştü.
Baratov’un çalışması, Rusya’daki Özbek diasporasını “iyi” ve “kötü” olarak ayırarak haklarını desteklemekti. Casusa, tüm “iyi” olanları birleştirme ve onları yumuşak ve güçlü yöntemler kullanarak Rusya’daki çıkarlarını savunmaya hazırlama görevi verildi.
Öncelikle herkesin Rusya vatandaşı olması ve ardından Mart 2024’ün sonunda X saatinde toplama noktalarına gelmeye hazır olması gerekiyordu. Diğer tüm ayrıntılar “gizli” olarak sınıflandırıldı. Tutuklanmasının ardından Baratov, FSB (Rusya Federasyonu Federal Güvenlik Servisi) ile çalışmaya ve İngiliz diplomatik işçilerinin düşmanca çalışmalarını açığa vuran kanıtlar sunmaya hazır olduğunu ifade etti.
Birleşik Krallık’ın Ukrayna’da Silah İmalatı
İngiltere, Ukrayna’da silah fabrikaları ve eğitim merkezleri açacağını açıkladı. Rusya, BAE’nin Ukrayna’da yerel bir varlık açmasını “olumsuz” olarak gördüğünü ve Rusya’ya karşı kullanılan silah üreten her türlü tesisin meşru askeri hedefler haline geleceğini söyledi.
The DailyTelegraph’a göre İngiltere, Ukrayna gemilerine İngiliz Donanması tarafından Karadeniz’de eşlik etmeyi de değerlendiriyor
Birleşik Krallık Kuvvetleri Savaşa Tamamen Hazırlıksız
Ordunun ve RAF’ın “çeşitlendirme” programını gerçekleştirmek için beyaz adamları geri çevirmesinde yaşanan aşırı güçlüklerin yanı sıra, Bahreyn limanında iki İngiliz mayın tarama gemisinin çarpışmasının yarattığı utanç da vardı. Daha da ciddi olanı, Kraliyet Donanması’nın Kızıldeniz’e bir uçak gemisi Fort Victoria konuşlandıramamasıydı; çünkü gerekli miktarda mühimmat, uçak, böyle bir dağıtım için gerekli yedek ekipman ve yiyecek taşıyacak olan Fort Victoria Taşıyıcı Destek Grubuna tayfa olarak yeterli adam bulunamadı.
Geçen yıl, Kraliçe Elizabeth ve Galler Prensi (toplam maliyet 8 milyar £) her iki taşıyıcı da onarım için beklenmedik bir şekilde limana dönmek zorunda kaldı.
Birleşik Krallık-Ukrayna Güvenlik Anlaşması
Sanki Birleşik Krallık’ın NATO’ya karşı yükümlülükleri zaten tehlikeli derecede kapsamlı değilmiş gibi (daha önce tarafsız olan yeni üyeler Finlandiya ve İsveç’in de katılması gibi) İngiliz hükümeti şimdi, her gün 500.000 ölü ve yaralının Rusya kuvvetleri tarafından geri püskürtüldüğü Ukrayna’yı kasıp kavuran bir savaşla bir “Güvenlik Anlaşması” imzaladı.
Ukrayna Başbakanı Denis Shmygal İngiltere’nin yükümlülüklerini şöyle özetledi:
“Ukrayna’ya yönelik bir saldırı olması durumunda İngiltere’nin sadece 24 saat içinde karşılık vermesi yeterli değil, aynı zamanda Rusya’nın dostumuz, ortağımız ve müttefikimize saldırmak istemesi halinde Ukrayna “müttefikim” dediği İngiltere’yi şu veya bu şekilde desteklemek için 24 saat içinde yanıt vererek müttefikini ve ortağını savunacaktır.
Ukrayna, İngiltere’ye yardım edecek konumda olmasa da bu anlaşmanın şartları hızla Rusya ile doğrudan çatışmaya yol açabilir. Johnson, Truss ve Shapps gibi İngiliz politikacıların ve General Sanders gibi askeri personelin kavgacı ve kibirli söylemlerinin gerçek dünyada sonuçları var ve milyonlarca Britanyalıdan biri, siyasi hırs ile İngiliz savunma kapasitesinin zayıf durumu arasındaki devasa uçurumu anlayamıyor.
Kısa bir süre önce Savunma Komitesi Milletvekili Tobias Ellwood şunları söylediğinde histerik bir aşırılıkçı olarak görülüyordu:
“İngiltere doğrudan Rusya’ya karşı savaş başlatmalı, Avrupa’da savaşıyoruz, sıkıyönetim getirmemiz gerekiyor.”
Shapps ve Sanders’ın yakın zamandaki aşırı savaş çığırtkanlıklarının ardından, Ellwood artık siyasi aklın kıyısında değil, düzenin Gaderene domuzlarının bir parçasıdır.[1]
60 yıldır ve Küba füze krizi nedeniyle İngilizler bu kadar tehlike altında olmamıştı. Ancak genel seçim yaklaşırken gerçek bir barış partisinin varlığına dair hiçbir işaret yok.
[1] İsa’nın bir deliyi ele geçiren cinleri içine attığı ve bunun sonucunda dik bir uçurumdan denize koşarak öldürülen domuzlar; Buradan Gadarene, bir şeyi yapmak için aceleci veya potansiyel olarak felaketle sonuçlanabilecek bir aceleye dahil olmak veya bu işe girişmek anlamına gelir.
İngiltere il Türkiye arasında sağlanan göçmen anlaşmasında kaçaklar geri gönderilecek, yasal göçmenlere de kolaylık sağlanacak. Konu ile ilgili gelişme şöyle:
İngiltere, artan kaçak Türk göçmen sorununa çözüm bulmak amacıyla Türkiye ile önemli bir anlaşma yolunda ilerliyor. Bu anlaşma, kaçak Türk göçmenlerin Türkiye’ye iadesini ve karşılığında yasal Türk göçmenlere vize işlemlerinde kolaylıklar sağlanmasını öngörüyor. İngiltere-Türkiye Göçmen Anlaşması
Londra hükümetinin bu adımı, Arnavutluk ile geçtiğimiz yıl yapılan ve büyük başarı elde edilen benzer bir anlaşmanın ardından geliyor. Bu strateji, İngiltere’nin göç politikalarında yeni bir dönem başlatmayı hedefliyor ve iki ülke arasındaki ilişkilerde yeni bir sayfa açma potansiyeline sahip.
İngiltere’den Önemli Adım: Kaçak Türk Göçmenler için Türkiye ile Anlaşma Masasında
İngiltere, artan kaçak Türk göçmen sayılarına karşı önemli bir hamle yaparak, bu sorunu çözmek için Türkiye ile görüşmelere başladı. İngiltere İçişleri Bakanı James Cleverly’nin liderliğindeki bu görüşmeler, kaçak Türk göçmenlerin ülkelerine geri gönderilmesini hedefliyor.
Son dönemde İngiltere’ye kaçak yollarla giren Türk vatandaşlarının sayısında dikkat çekici bir artış yaşandı.
İngiliz basınında yer alan raporlara göre,
2022 yılında 1127 olan kaçak Türk göçmen sayısı, geçen sene 3060’a yükseldi.
Bu artışla birlikte Türkler, Afganistan ve İran vatandaşlarından sonra üçüncü sıraya yerleşti.
İngiltere, Türkiye ile Göçmen İadesi İçin Görüşmelere Başlıyor
Telegraph gazetesinin raporuna göre, İngiliz hükümeti geçtiğimiz ağustos ayında Türkiye ile kaçak göçü önlemek için bir anlaşmaya varmış, kaçak Türklerin iadesi için görüşmeler devam etmekte. Hükümet yetkilileri, Türk göçmenlerin çoğunlukla ekonomik sebeplerle İngiltere’ye geldiklerini belirtiyor.
İngiltere ve Türkiye Arasında Kritik Göçmen Görüşmeleri: Vize Kolaylığı Gündemde
İngiliz Daily Mail gazetesinin haberine göre, İngiltere, kaçak Türk göçmenlerin iadesi için Türkiye ile görüşmeler yapacak. Bu görüşmelerde Türkiye’nin, kaçak göçmenlerin geri alınması karşılığında yasal göçmenlere vize kolaylığı sağlanmasını talep etmesi bekleniyor. Londra hükümeti, kaçak göçmen sayısını azaltmak amacıyla, Arnavutluk ile yapılan benzer bir anlaşmaya ulaşmayı hedefliyor. Bu anlaşma sayesinde, Arnavutluk’tan gelen kaçak göçmen sayısı geçen yıl %90 oranında azalmıştı.
Başbakan Rishi Sunak, Arnavutluk ile yapılan anlaşmanın başarısını övdü ve bu modeli sürdürme niyetini ifade etti. Bu durum, İngiltere’nin göç politikalarında önemli bir dönüm noktası olabilir.
Amerika’nın Acımasız İstilası: Yerli Halkların Yok Oluşu ve Kıtanın Dramı
Amerika kıtasının Avrupalılar tarafından istilası, dünya tarihindeki en önemli ve aynı zamanda en trajik olaylardan biridir. Bu süreç, 15. yüzyılın sonlarından itibaren başlamış ve yüzyıllar boyunca devam etmiştir. Kristof Kolomb’un 1492 yılında Amerika kıtasına ayak basmasıyla başlayan bu süreç, Avrupa’nın ekonomik, kültürel ve siyasi açıdan genişlemesine yol açmıştır.
Kıtayı keşfeden Avrupalılar, buradaki yerli halklarla karşılaştıklarında, bu toplulukların zengin kültür ve geleneklerine şahit oldular. Ancak, bu karşılaşma yerli halklar için felaketle sonuçlandı. Avrupalıların getirdiği hastalıklar, silahlar ve sömürgeci politikalar, yerli nüfusun büyük bir kısmının ölümüne ve kültürlerinin yok olmasına neden oldu.
İspanyol ve Portekizliler başta olmak üzere Avrupalı güçler, altın, gümüş gibi değerli madenlerin peşinde Güney ve Orta Amerika’yı istila ettiler. Aztek, Maya ve İnka gibi büyük uygarlıklar, bu süreçte yok edildi veya ağır şekilde zarar gördü. İstilacılar, yerli halkları köleleştirdi, topraklarını gasp etti ve zorla Hristiyanlığı kabul ettirdi.
Kuzey Amerika’da ise İngiltere, Fransa ve Hollanda gibi ülkeler koloniler kurdu. Buradaki yerli halklar, Avrupalılarla yapılan savaşlar ve hastalıklar nedeniyle büyük kayıplar yaşadı. Avrupalılar, yerli halkların topraklarını işgal ederek kendi kültürel ve siyasi yapılarını dayattılar.
Bu süreç, Amerika kıtasının yerli halkları için büyük bir yıkım olmuştur. Nüfusları hızla azaldı, toprakları ellerinden alındı ve kültürel kimlikleri zedelendi. Bugün bile, bu tarihi olayların yarattığı sosyal ve kültürel sonuçlar, Amerika’daki yerli halklar için devam eden sorunlar olarak karşımıza çıkmaktadır.
Amerika kıtasının istilası, Avrupa’nın dünya üzerindeki egemenliğinin artmasına ve modern dünya düzeninin şekillenmesine yol açtı. Ancak, bu sürecin getirdiği yıkım ve acı, tarihin en karanlık sayfalarından birini oluşturur ve günümüzde bile bu tarihi olayların etkileri hissedilmeye devam etmektedir. Bu tarih, bize insanlık tarihinin ne kadar karmaşık ve çoğu zaman acımasız olduğunu hatırlatırken, aynı zamanda gelecek için dersler çıkarmamız gerektiğini de göstermektedir.
Sanayi devriminin yaygınlaşmasıyla son iki asırda havalar, denizler ve karalarda biriken zehir, dünyayı gittikçe daha yaşanmaz hale getirmiştir. BM bünyesinde 1992 Rio Sözleşmeleri ile çölleşmeyi durdurmak, havada, karada, denizde bitki ve canlı türünün yok olmasını önlenmek hedeflenmiştir. Karbon salınımının sınırlandırılması ile küresel ısınmayı yavaşlatmak ve durdurmak da temel mutabakatlardandır.
Bir taraftan sel felaketleri yaşanırken diğer yandan kuraklık yüzünden bitki ve hayvan türleri azalmakta, yok olmaktadır. Bizim maruz kaldığımız iklim değişikliği temelli acılar, elbette sadece kendi zehir kusan sanayi kuruluşlarımız ve santrallerimizin sonucu değildir. Ancak ülkemizdeki çevresel felaketlerin önemli bir bölümü kendi yanlış politikalarımızın sonucu olup birinci derecede halkımızı, gıdamızı, havamızı, suyumuzu etkilemektedir. Genellikle propaganda zemininde kalan sözlerden öteye somut adımlar atılmamakta, yenilenebilir enerji projeleri gecikmekte, yetersiz kalmaktadır.
Çevresel felaketleri azaltma ve önlemek üzere oluşturulan Taraflar Konferansı (COP: Conference of the Parties) çözüm sürencinde düzenli bir zemin haline gelmiş, son olarak 28’incisi toplanmıştır. Karbon gazı salınımının sınırlandırılmasıyla alakalı somut adımların atıldığı 1997 Kyoto Protokolü ve 2015 Paris İklim Sözleşmesi de COP zemininde imzalanmıştır. COP28, 30 Kasım–2 Aralık arasında Birleşik Arap Emirliklerinde toplanıp durum değerlendirmesi yaparak önemli kararlar almıştır.
Vahşi batının sömürgeciliği derinleştirme, daha fazla altın, daha güçlü silahlarla dünyayı kontrol şehvetinin sonucu havanın ve suyun zehirlenmesi, başta İngiltere olmak üzere önce kendi ülkelerinde yaşanmıştır. Daha sonra zehir kusan fabrikalar sömürgelere nakledilmiş, ancak 1960’lara gelince bunun da çözüm olmadığı anlaşılmıştır. Kömür-petrol-gaz gibi fosil yakıt makineleri sürecindeki birçok fizik, kimya vb. bilimsel ilerlemede Türk-İslam bilginlerinin imzası vardır. Ortaçağda, Doğu Türkistan’dan Bağdat’a, Endülüs’e uzanan coğrafyada birçoğunun sırrı asırlar sonra çözülen buluşlara imza atılmış, fakat bunlara dayanan cihazlar, motorlar, aletler, nükleer teknoloji alanındaki icatlar, son asırlarda batılılara nasip olmuştur. Bu anlamda sanayi devriminin istenmeyen ürünü küresel felaket yolunda ecdadımızın somut katkısının olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak bilim, teknoloji, araştırmadaki geri kalmışlık, bir adım sonrasını görememek, zamanında gerekli tedbirler yerine kasten yanlış yatırımlar, ülkemizde de birçok felaketin sebebidir.
Başlangıçta, karbon salınımının azaltılması programı, sanayileşmiş ülkeler tarafından, gelişmekte olanların sanayileşmesini engellemek üzere hazırlanan tuzak olarak görüldü. Buna karşın sözleşmeler sürecinde en fazla kirletenlerin sanayileşmiş ülkeler olduğu dikkate alınarak gelişmekte olanların yükümlülüğü sınırlı tutulmuş, başta kömür santralleri olmak üzere birçok alanda gelişmekte olanlar için müsamahakar programlar hazırlanmıştır. Bundan dolayı bazı sanayileşmiş ülkeler, karbon salınımının sınırlandırılması sürecinde kendi aleyhine düzenlemeler konusunda ayak diretmektedirler. Trump, Paris Çevre Sözleşmesi’nin ABD’yi küçültmeyi hedeflediğini iddia etmiştir. Başkan seçilince ABD sözleşmeden çekilmiş, ancak bu ayrılış, sözleşme hükümleri gereği iki buçuk yıl sonra yürürlüğe girmiştir. Biden’ın başkanlığı ile ABD yeniden sözleşmeye taraf olmuştur. İlginçtir ki atmosfere en fazla karbon salan diğer ülke Çin’in, fert başına düşen milli gelir hesabına göre azgelişmiş ülkeler kategorisinde yer almasıyla on yıllarca dünyayı zehirlemesi uygun bulunmuştur. Bundan dolayı ABD-Çin kavgasının bu alanda da sürmektedir.
Sanayileşmiş ülkelerin, diğerlerinin gelişmesini engelleme plan ve projeleri oldukça kapsamlıdır. Batılı ülkeler, eski sömürgelerde, özellikle de Türk ve İslam dünyasında eğitim, bilim, teknoloji, refah ve zenginlik konusundaki gelişmelere pek sıcak bakmamaktadır. Tıpkı insan hakları, din, inanç, fikir özgürlüğü, yönetime katılma gibi alanlardaki gelişmelerin de hoş karşılanmadığı gibi. Kendi huzur ve refahını düşünen, bu yönde çalışan, üreten, iktidarlara yol gösteren kitleler yerine doğrudan batılı patronlara bağlı diktatörlükler, çok daha tercih sebebidir. Bununla beraber, BM veya AB benzeri kurumlar bünyesinde temiz enerji konusunda önemli fonlar, az gelişmiş ülkelerden de projeleri beklemekte, talep geldiğinde kullanılabilmektedir.
Birçok toplantıda olduğu gibi COP28’de de küresel ısınmayı azaltmanın bir gereklilik mi yoksa tuzak mı olduğu temelli tartışmalar yaşanmış, sorumlulukların gereği konusunda bazı kirletici ülkelerin itirazları sürmüştür. Türkiye, kömür santrallerini sınırlandırma ve program dahilinde kapatma konusundaki mutabakata taraf olmamış, temiz enerjiye geçişte tekrar sınıfta kalmıştır. Bu toplantının önemli belgesi “Küresel Yenilenebilir Enerji ve Enerji Verimliliği Taahhüdü”nü 118 ülke imzaladığı halde Türkiye katılmamıştır. Yenilenebilir enerji kapasitesini üç katına çıkarma taahhüdünü de imzalamamıştır. Halbuki bu tür programlarda yer almak aynı zamanda projelere destek veren uluslararası kaynaklara ulaşmanın yolunu açmaktadır. Aynı zamanda ülkemizde tarımı, hayvancılığı, havayı, suyu korumak, çölleşmeyi önlemek demektir. Bu nimetleri korumadan kime ne zarar gelir ki diye sormak gerek. Termik santrallerinin inşası ve işletmesi sürecinin oldukça kârlı girişimcilerinin muhtemel zararları olabilir. Fakat zehir tesisleri çalışırken tarım ve hayvancılık bitip milyonlar zehirli hava sebebiyle nice hastalıklarla boğuşurken bu rantiyerlere ve çocuklarına da yaşanacak bir ülke kalmamaktadır. Bu girişimciler, havayı ve suyu zehirleyen çöplerden enerji üreterek aynı kazancı sağlamalarının yolunu ciddi olarak düşünmelidir.
Kömür santrallerine yenilerinin eklenmesi, ihanet derecesinde yanlışlardandır. Sıfır atık kampanyalarına karşın toplanan çöplerin ancak onda birinin enerjiye dönüşebilmesi, bu alanda oldukça geri kaldığımızı göstermektedir. Bütün çöplerin oldukça hesaplı yatırımlarla enerjiye dönüşmesiyle yüzbinlerce insana istihdam imkanı ortaya çıkacak, gazı alınan çöplerin bir kısmı doğal gübreye dönüşecek, çöp dağlarının havayı-suyu kirletmesi önlenecektir. Kaba bir hesapla ülkemizde bütün çöpler toplanıp enerjiye dönüştüğünde kömür santrallerine ihtiyaç kalmayacağı görülmekedir. Bununla beraber mevcut termik santrallerinin az bir kısmının, muhtemel gelişmelere karşı yedek kulübesinde bekletilirken bütün masraflara katlanarak azami filtre sistemleriyle çalıştırılması mümkündür. Yenilerinin inşası veya ömrünü doldurmuş olan zehir bacalarının devamı ülkeye ve halka ihanettir.
Türkiye’nin “yasaklıları” toryum ve bor ile sadece insanları yuttuğunda haberdar olduğumuz dalgadan enerji üretme gibi alternatiflerin her bireri, karbon taahhüdüne taraf olmamız, temiz enerjiyi en fazla artıran ülkelerden olmamızın araçlarıdır. Güneş ve rüzgardan enerji üretiminin daha hızlı artırılması konusunda bürokratik engeller ve yetersiz teşvikler ayrı bir konudur. Çatlamış Melen barajının yeninde kurularak suların coştuğu dönemlerde elektrik üretilmesi ne zaman gündeme gelir? Bunun yanında kurulu hindroelektrik santrallerinde plansız uygulamalardan dolayı yetersiz elektrik üretimi sorunu bulunmaktadır. Karadeniz’in mısır tarlalarını yutan ve ürettiği enerjinin ürküttüğü kurbağaya değmediği HES’lerin sebep olduğu sel baskınları da dikkate alınarak bu yanlıştan da dönülmesi gerekmektedir.
Birçok alanda olduğu gibi çevre konusunda da Türkiye’ye karşı tuzaklar bulunmaktadır. Halen bu tuzaklar sayesinde, Türkiye’nin temiz ve ucuz enerji ile sanayileşmesi engellenmektedir. Sadece Rusya değil, Almanya ve ABD gibi birçok ülke Türkiye’ye “ucuz!” kömür satma arzusuyla yanıp tutuşurken Çin de santraller kurmaktadır. Sadece çöpleri değil toryumu, bor ürünlerini, insanları yutan Karadeniz dalgalarını, daha nice atıkları enerjiye dönüştürmek konusunda iktidar yanında muhalefetin, üniversitelerin, aydınların ve medyanın da sorumlulukları bulunmaktadır.
İran Göç Gözlemevi müdürü Bahram Salvati bir notta şunları yazdı: 2020’de OECD ülkelerine giden yeni İranlı göçmenlerin sayısı 48.000 idi ve bu 2021 yılının son istatistiklerine göre %141 artarak 115.000’e yükseldi. Bu sayede yeni göçmenlerin artış hızına göre göç ve iltica konusunda ilk sırayı tescillemiştir.
İran’ın, ev sahibi ülkelerde yeni sığınma başvuruları kaydeden ilk 15 ülke arasındaki konumu şöyle:
Avustralya (1. sırada), Macaristan (2. sırada), Büyük Britanya (3. sırada), Türkiye (4. sırada), Letonya (4. sırada), Kanada (5. sırada), Danimarka (5. sırada), Almanya (6. sırada), Lüksemburg (6. sırada), Finlandiya (8. sırada), Norveç (9. sırada), İsviçre (9. sırada), İsveç (10. sırada), Polonya (10. sırada), İzlanda (10. sırada), Litvanya (11. sırada), Hollanda ( Sıra 11), Slovenya (Sıra 11), Japonya (Sıra 12), Avusturya (Sıra 13), Belçika (Sıra 14)
Kudüs’ün İngilizlere Tesliminin ve Mondros Mütarekesi’nin Sorumluları
Ekim-Aralık ayları yakın tarihimizin hazin olaylarıyla doludur. 9 Kasım 1917’de Kudüs İngilizlere bırakılmış, 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi imzalanmıştır. 13 Kasım’da ise mütareke şartları gereği İstanbul işgal edilmiştir. Sağlam surları, güçlü savunma imkanlarına rağmen Küdüs, Ali Fuat Paşa (Cebesoy) tarafından boşaltılmıştır. Mondros Mütarekesi’nde ise milyonlarca şehidin kanıyla savunulan alanlar, Rauf Paşa (Orbay) imzasıyla düşmanın işgaline bırakılmıştır.
Çanakkale’de, İngiliz ordusu şahaserlerinin boğaz sularına gömülmesine karşın mütareke şartlarıyla İstanbul İngiliz, İzmir Yunan, Antep ve Maraş İngiliz-Fransız işgaline, kanla şerefle muhafaza edilen Musul-Kerkük, Hicaz İngilizlere âmâde kılınmıştır. Fahrettin Paşa, çekirge ile karınlarını doyurarak mukaddes mekanları muhafaza ettiklerini, merkezden birşey istemediklerini yazmasına rağmen mütareke şartları gereği çekilmeleri emredilmiştir. Bunlar olurken padişahlar ne yaptılar gibi sorular, derin cehâletin veya İngiliz-Yunan-Ermeni-Siyonizm projelerine bilerek-bilmeyerek destek olmanın yansımalarıdır.
İstanbul Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin kurucusu Tarık Zafer Tunaya, ilk derslerinde Server Tanilli’nin “Anayasalar ve Siyasal Belgeler” kitabını almamızı söylemişti. Kitabı hemen aldım, fakat buradaki belgeler derslerde hiç gündeme gelmemiş, soru da çıkmamıştı. Ancak her fırsatta Osmanlı, Türkiye Cumhuriyeti ve diğer ülkelerle ilgili çalışmalarımda Sened-i İttifak’dan 1961 Anayasasına, bağımsızlık bildirilerinden batılı anayasalara buradaki belgelere müracaat ederim.
Sultan II. Abdülhamid döneminin son ayları, Meclis-i Mebusan’ın toplanmasından sonra ve Sultan Mehmet Reşat ile Sultan Vahdettin dönemlerinde padişahların, Kanun-i Esasî (Anayasa) gereği görevleri önlerine gelen evrakı mühürlemekten ibaretti. Reddetme yetkileri yoktur. Bu sultanlar, meclislerden çıkan kararları ve kanunları, hükümetlerin kararlarını, Kanun-i Esasî’nin ilgili maddelerinin başında “bâ-irâde-i seniyye” (padişâh iradesiyle) kaydına rağmen hiçbir şekilde kendi iradeleri devrede olmadan yayınlamakla görevlidirler. Jön Türklerin, Mithat Paşa’nın eseri 93 Harbine giden süreç, Sultan II. Abdülhamid’in, meclisin-hükümetin kararını onaylamak zorunda kalmasıyla başlamıştır. Felaket, Ayastefanos Antlaşması ile sonuçlanınca, Sultan yine anayasanın ilgili hükmü gereği meclisi feshetmiş, yeniden seçimlere dair bağlayıcı bir hüküm olmadığından 30 sene seçimlere gidilmemiştir. Yine anayasal çerçevede yönetimi deruhte eden padişah, 1978 Berlin Kongresi ile Ayastefanos kayıplarının önemli bir kısmını telafi etmiştir. Sultan II. Abdülhamid’in bu süreçteki eseri, Ayasetefanos’taki kayıpların Berlin’de kısmen geri alınmasıdır.
Padişah olarak Sultan II. Abdülhamid, net 30 yıl boyunca önceden kalan borçların yaklaşık yüzde 85’ini ödemiş, bu arada ilk mektepten üniversiteye nice okullar, fabrikalar, demiryolları, limanlar… yaptırmış, ülkeyi mamur etmiştir. Yunanistan’ın şımarık genişleme saldırılarına karşı Sultan’ın iradesiyle başlayan 1897 Osmanlı-Yunan harbi, Osmanlının galibiyeti, Yunanistan’dan dört milyon lira tazminat alınmasıyla sonuçlanmıştır.
Trablusgarp Savaşı, I. ve II. Balkan Savaşları, nihayet I. Dünya Savaşı’na katılma felaketleri, İngiliz-Siyonizm kuklası İttihat ve Terakki yönetiminin cehalet veya ihanetlerinin neticesidir. Hiçbirinde padişahların dahli veya engelleme yetkisi bulunmamaktadır. Hükümetin birçok basiretsiz kararlarına karşın Kanal dışındaki nice cephelerde büyük başarılar elde edilmiştir. Belirtmek gerekir ki hemen her cephenin zafer veya mağlubiyet aşamaları bulunmaktadır. İngiliz ordusu Gazze’deki 2 savaşta, ilk defa savunma tünellerinin de kazılmasıyla yenilmiştir. Tarihindeki en büyük mağlubiyetini Çanakkale’de, yine unutulmaz yenilgilerinden birini Kut’ul-Amare’de yaşayan İngilizlerin, Kudüs kuşatmasından galip gelmesi için garantili bir sebep yoktu. Buna karşın mutasarrıfın önerisi gibi geçersiz bir sebeple savunmakla görevli komutan Ali Fuat Paşa’nın, bu mukaddes mekanı İngilizlere bırakması ihanettir. Kudüs’ün teslimi günümüzde devam eden işgal, zulüm ve soykırım açısından dönüm noktasıdır. Halbuki şehrin tarihi mekanları, kadim kiliseleri öncelikle İngilizler ve diğer müttefikler için de kutsal olduğuna göre topa tutmaları halinde mesuliyet onların olacaktı. Onlar için de kutsal olan mekanlar tahrip olmasın diye teslim etme mantığını halen haklı bulanların aklı/akılsızlığı tartışılır.
Kudüs’ün İngilizlere bırakılması üzerine müttefikimiz Avusturya-Macaristan İmparatorluğu başkenti Viyana’da gece boyunca sevinç çanları çalınmıştır. Bununla beraber Ali Fuat Paşa’nın Kudüs’ün boşaltılması talebi, Hristiyan-Alman Yıldırım Orduları Komutanı Falkenhayn’da şok etkisi yapmıştır. Çünkü mevcut haliyle şehrin savunmasının mümkün olduğunu biliyor, kuşatma devam ederken takviye kuvvet gönderebileceğini de hesaplıyordu. Buna karşın 8 Aralık’ta 7. Ordu Komutanı Mustafa Fevzi Paşa (Çakmak) da Kudüs’ün boşaltılması emrini vererek Ali Fuat Paşa’nın talebini uygun buldu. Bu süreçten Ali Fuat Paşa veya Mustafa Fevzi Paşa yerine sultanı sorumlu tutanlar, onun neler yapabileceklerini de Kanun-i Esasi’yi okuyarak ve savaş şartlarında komutanların görevlerini dikkate alarak anlatsınlar.
Yaklaşık bir yıl sonra Mondros Mütarekesi imzalanmadan önce konu Padişâhın da katıldığı hükümette müzakere edildi. Ancak sultanınn bu tür müzakerelerde oy hakkı yoktur. Zaman kazanmak için fiilen kaybedilen bölgelerin bırakılması kararlaştırıldı. Mütareke şartlarını görüşüp imzalamak üzere yetkilendirilen Bahriye Nazırı Rauf Paşa (Orbay), asıl dersini, Büyükada’daki Kut’ul-Amare’den esir İngiliz general Townshend’den almıştır. Mondros Mütarekesi 7. maddesi, önceki müzakerelerde hiç gündeme gelmeyen, sözleşmeler tarihinde benzeri görülmeyen “düşmanın istediği yere asker çıkarma hakkı”na itiraz etmeyerek imzalamıştır. İlginçtir ki Rauf ve Ali Fuat paşalar, işgal altındaki İstanbul’dan sorunsuz bir şekile Haziran 1919’da Ankara’ya geçmişlerdir. Bu süreçteki işgallerden ve ihanetlerden Sultan’ı sorumlu tutanlar yine anayasal yetkiler dahilinde Sultan’ın neler yapabileceğini de yazsınlar.
Sultan Vahdettin, Mondros Mütarekesi’nin kabulü üzerine anayasal yetkisi dahilinde ancak Rauf Paşa’nın Bahriye Nazırı olduğu Ahmet İzzet Paşa kabinesini, 8 Kasım’da görevden alabilmiştir. Bundan sonraki Damat Ferit Paşa hükümeti, ise yine sultana göre ülkeye en büyük hainlikleri yapmıştır. Buna karşın Sultan’ın Anadolu’da kurtuluş hareketi başlaması için Samsun’a tam yetkili bir paşanın gönderilmesine dair yakın çevresiyle müzakeresinden haberdar olan İngiliz işgal komutanlığı ağır tehditler savurmuştur. Pontus Rum devletini kendi çıkarları için de önlemek isteyen İngilizlerin onayı ile Bandırma vapuru hazırlanmıştır. Bu gerçekleri duyunca çılgına dönen akademisyenler, araştırmacılar Atatürk’ün doğumunun 100. yılı vesilesiyle Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü tarafından yayınlanan şu belge kitabına baksınlar: “Atatürk İle İlgili Arşiv Belgeleri: 1911-1921 Tarihleri Arasına Ait 106 Belge”. İnternet ortamında pdf dosyası mevcuttur. 28 nolu belge 22 Mayıs’ta Samsun’daki İngiliz görevlilerle görüşmeyi bildirmektedir. Halbuki bize, Bandırma vapurunun, Sultan’dan ve İngilizlerden gizlice İstanbul’dan ayrıldığı, vapurun Sultan ve İngilizler tarafından batırılma tehlikesine karşı son derece ihtiyatlı ilerlediği ezberletilmişti. Halen buna inanlar var gibi!
Cumhuriyetin ilanı ve saltanatın kaldırılmasından hemen sonra Sultan Vahdettin’in İngiliz gemisiyle İstanbul’dan ayrılması mı? İstanbul’da kalarak yine İngiliz işgal kuvvetleri komutanlığının talimatıyla kendi muhafız birlikleri ile Kurtuluş Savaşı’nı gerçekleştirmiş askerimizin çatışması daha mı uygundu?
Yüzyıl önce Saltanat-ı Osmaniye veya Hilafet-i Seniyye, tarihteki yerini almıştır. Bununla beraber tarihin en uzun ömürlü, en âdil ve en kritik coğrafyasında hüküm süren bu idarenin merkezden taşraya, hükümet sisteminden mahalle düzenine her ayrıntısı bu milletin adalet, refah, şeref ve haysiyetinin izlerini taşımaktadır. Esasen hiçbir devlet veya yönetici zulüm, baskı, keyfi yönetimle uzun ömürlü olamamıştır. Oryantalist temelli yalanlarla bir devri karalamanın, kendi çirkin fantazilerini padişahlara mal etmenin en önemli sonucu, yetişen nesli, tarihine ve ecdadına düşman ederek kimlik ve gelecekle ilgili özgüvenini yok etmektir. Osmanlının son padişahına kadar siyasi ilişkilerini, idari, sosyal ve ekonomik düzenini öncelikle birincil kaynaklardan, karşılaştırmalı olarak ele alan her araştırmacı bu gerçeği görmektedir. Birçok batılı araştırmacılar, diplomatik yazışmalar da bu gerçekleri teslim etmektedir. Gazze’de, Doğu Türkistan’da, Hindistan’da, bütün Orta Doğu ve Afrika coğrafyasında Hristiyan-Siyonist projeler temelli soykırım, zulüm, soygun, işkence ve tecavüzler devam ederken bir asır önce tarihe karışmış kişilere iftiralarla toplumu meşgul etmek aynı zamanda yaşanan cinayet ve çirkinlikleri perdelemek, hatta destek olmaktır. Eğer maksat bilimsel, tarihi gerçekler ise arşivlere başvuralım. Önü arkası makaslanmış bir belgeden değil, konuyla ilgili bütün yazışmaları, evarkı, delilleri dikkate alalım.
Cumhuriyet’in 100. yılı: İngiliz gizli belgelerinde 29 Ekim 1923
1923, Eylül’ün son günleri.. İşgal güçlerinin İstanbul’dan çekilme tarihi yaklaşıyor.
Cumhuriyetin kurulmasına yaklaşık bir ay var. İngiltere’nin Ankara’daki yüksek komiseri Nevile Henderson, Londra’ya geçtiği mektupta manzarayı şöyle anlatıyor.
“Müttefik kuvvetlerin Türk topraklarını tahliye tarihi yaklaşırken Ankara’daki durum pek çok ihtimale gebe.” Bu mektup; İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a yazılmış. Türkiye Cumhuriyeti’nin doğum sancıları sürerken; Londra’ya buna benzer birçok mektup geçilmiş.
Biz de Cumhuriyet ilanının 100. yılında İngiliz arşivlerine girip; o dönemki gizli yazışmaları inceledik, İngiltere’nin cumhuriyeti nasıl karşıladığına baktık.
Haber, araştırma: Günce Akpamuk, Onur Erem Video, grafikler: Osman Kaytazoğlu, Ege Tatlıcı
Çin’de bir aydır kayıp Dışişleri Bakanı Qin Gang nihayet görevden alındı. Stratejik planlama müdürü bir ay işe gelmezse pek farkedilmeyebilir de koridor temizlikçisi bir saatliğine kaytarırsa olay olur. Devasa ülkede böyle kayıplar normaldir, denilemez. Çünkü 1.400 milyonluk nüfusuyla Çin, orta/üstü büyüklükte 20 devlet demektir. Bu ülkenin dışişleri bakanı, aynı zamanda diplomasi dünyasının ilk penceresi olup temsil, prestij, hatta onur boyutu bulunmaktadır.
Kayıp günlerinde nice programlarda, ev sahibi bakan yerine başka görevliler misafirleri karşıladı, bu arada hasta olduğu haberleri yayıldı. Hastalığı, hangi hastanede olduğu soruları havada kaldı. Önemli bölgesel örgüt ASEAN toplantısına, Qin katılacaktı. Bu tür toplantılara devletlerden kimin, kaç kişiyle katılacağı aylar önceden belirlenir. Qin’in yerine toplantıya gelen Çin temsilcisine bakan sorulduğunda “bilmiyorum” diyerek muhtemel risklerden kurtulmuş oldu. Çünkü tek adam rejimlerinde yukarıdan bir işaret gelmeden yapılan bir açıklama başını belaya sokabilirdi. Zaten hastalığı ve hastanesi sorularına sessiz kalmaktan bıkmıştı. Nihayet bakanın görevden alınma kararnamesi ile birlikte 25 Temmuz’da, bakanlığa Çin Komünist Partisi, Dışişleri Komisyonu Direktörü Vang Yi’nin atandığı duyuruldu. Belirtmek gerekir ki tek parti devleti Çin’de parti merkez komitesi en üst organ olup Dışişleri Komisyonu direktörü bakanın üzerindedir. Yani devlet aygıtında üst mertebedeki alt makama atandı. Asıl anormal olan ise, parti ve komite dahil her birimde tek adam Şi Cinping, hiç bir gerekçe göstermeden bakanını görevden almak için bir ay beklemesidir. Bu konuda tahminlere, fısıltılara dayanan tartışmalar sürüp gidecektir.
Qin’in bir spikerle gönül bağlantısı kimsenin ciddiye almadığı gerekçe olup sağlık sorunu da bilinmemektedir. Bana göre en kritik sebep Qin’in bakanlık öncesinde ABD ve İngiltere’deki diplomatik görevleridir. Ülkesinde görev yapan diplomatları, elçileri ayartmak Çin’in geleneksel dış politika yöntemlerinden olup Çin’e elçi olarak gönderdiği vezirine Bilge Kağan’ı zehirlettiğini hatırlayalım. Qin’in İngiltere’de ve ABD’de hangi “sakıncalı”, “kışkırtıcı” bağlantılarını bakanlık işlerine de bulaştığının Şi Cinping’e ulaştırıldığını da bir gün öğrenebiliriz.
Muhtemel ithamlara karşın Şi’nin bir aylık tereddüdü, tek adam sendromuyla açıklanabilir. Kimseye güvenmemenin getirdiği herşeye tek başına karar verme hastalığının cinnet dönemini bir çok diktatör yaşamıştır. Qin hakkında ihbarda bulununca ona güveni sarsılmış, fakat muhbirden de şüphe etmekte, onun oyununa gelmekten korkmaktadır. Her ihtimale karşı Qin ortadan kaybedildi, ancak muhbirle ilgili şüphelerden kaynaklanan hafakanların yol açtığı kararsızlık bir ay sürdü. Son zamanlarında kimseye güvenmeyen Stalin’in çıldırarak öldüğü bilinmektedir. 2019’da Lyon’da İnteropol’un Çinli başkanı Meng, ülkesine akrabalarını ziyarete gittiğinde tutuklanmış, rüşvet aldığını itiraf ettiği duyurularak kayıplara karışmıştı. Parti veya devlet bürokrasisi içinde görevden alınma, pandemi sürecinde gazeteciler ve doktorlar için olduğu gibi kaybolma hadisesi sıradan olduğu halde diplomatik arenadaki bu gibi örnekler, dünyayı daha fazla meşgul etmektedir. Rusya’nın bu konuda yöntemi ise daha sorunsuz olup sakıncalı kişiler bir şekilde otel balkonundan düşerler, hiç olmazsa kaldıkları otelde kalp krizinden ölürler.
Henüz kayıp bakanın görevden alınmadığı 20 Temmuz’da Pekin, Henry Kissinger’i ağırladı. 100 yaşındaki Kissinger, tıbbi ekipmanıyla 14 saat yolculuktan sonra Şi Cinping ile kapalı kapılar arkasında saatlerce neyi görüştüğü ciddi merak konusudur. Derslerde uluslararası aktör olarak kişiler anlatılırken Kissinger örneği sıklıkla verilir. Evimize henüz televizyonun girmediği ilkokul yıllarımda radyo haberlerinden Kissinger’e, bakkalımız Dursun’un isminden daha âşinâ idim. Ondan sonra ABD’de nice dışişleri bakanları geldi geçti de çoğunun ismini unuttuk. Hatta Kissinger’in son Çin ziyaretinden bir hafta önce ABD eski Dışişleri Bakanı John Kerry, Biden’ın özel temsilcisi sıfatıyla Pekin’e gitti, Şi Cinping ile görüşmesi mümkün olmadı, eli boş döndü.
Kissinger’in siyaset, akademi ve iş hayatındaki faaliyetlerine bakıldığında, birey olarak uluslararası ilişkiler aktörü vasfı Siyonist sermayedeki pozisyonuna dayanmaktadır. İsrail’in ilk defa bir Müslüman ülke, Mısır tarafından tanınması demek olan Camp David zirvesinin mimarıdır. Bugün İsrailli liderler körfez ülkelerinde törenle karşılanıyorsa, Suudi şeyhi İsrail’e savaşın haram olduğu fetvasını veriyorsa, bunda Kissinger’in harcı büyüktür. Kissinger, aynı zamanda ABD-Çin, ABD-SSCB yakınlaşmasının, detant döneminin de mimarlarındanır. Aynı dönemde SSCB-Çin arasındaki çatışmaların mimarı Paul Henze ile Kissinger’in ilişkisinin ayrıntılarını zamanla öğreniriz.
Mao’dan sonra Siyonist sermayenin Çin’i üretim üssü haline getirmesinde Kissinger’in danışmanlık, yönlendiricilik, liderlik rolü bulunup, Çin’e yüzden fazla ziyareti gerçekleşmiştir. Mao dahil sonraki her başkan ile de boy boy fotoğraflarını görürüz. Rothschild, Çin’deki küresel sermaye yatırımlarının başında gelip Kuşak-Yol projesinin mimarlarındandır. Kissinger ile birlikte önde gelen Siyonist kuruluşlar ve kulüplerde derin etkinliği bulunmaktadır. Buna karşın diğer Siyonist sermaye devi Rockefeller’in bursiyeri Macron’un Çin’den eli boş dönmesinin Avrupa stratejileri boyutu bulunmaktadır. Zira Japonya gibi Almanya ve Fransa’nın milli ekonomik ve siyasi çıkışları küresel aktörlerce hoş karşılanmıyor. Çin’in de adım adım kendi ekonomik/teknolojik reşitlik çıkışları üzerine küresel sermaye Hindistan’a kaymaktadır.
İsrail’in Müslümanları yok etme stratejilerini aynen Doğu Türkistan’da, hatta Çin’in diğer bölgelerdeki Müslümanlara uygulama stratejilerinin arkasında da Siyonist stratejistlerin asırlar öncesine dayanan katkısı vardır. Doğu Türkistan’da Kaşgar Hanlığını ortadan kaldırılması, Çin’deki Siyonist bankerlerin Rusya’yı ikna ve savaş masraflarını desteği ile gerçekleşti. Günümüzde eğitim kamplarında gerçekleşen Uygur soykırımı, birçok yönüyle Filistin Müslümanlarının maruz kaldığı işkenceleri hatırlatmaktadır. Rothschild’in Kuşak-Yal kapsamında Doğu Türkistan’ı silme stratejinin küresel sermaye açısından bir çok boyutu bulunmaktadır.
Yükselen Çin gerçeği ile birlikte ABD başkanları, Orta Doğu yerine, Uzak Doğu’ya yönelmekte, Çin’i çevreleme politikasını adım adım uygulamaktadır. Rusya-Ukrayna Savaşı’nın beslediği ortamda Çin ile sıcak savaş şartları da olgunlaşmaktadır. Batılı yorumcuların önemli bir kısmı Kissinger’in bu savaşı önleme misyonu ile Çin’e gittiğini yazmaktadır. ABD’nin 31 trilyon dolarlık borcunun önemli ayağını Çin’deki ABD tahvilleri oluşturmaktadır. Kissinger, çatışma durumunda borçlanma sisteminin çökmesinin Çin için de felaket olacağını fısıldadığı tahmin ediliyor. Batılı yorumlarda Kissinger-Şi görüşmesinde Tayvan krizinin hiç gündeme gelmediği genellikle zikrediliyor, ancak fotoğrafın tamamına bakınca bu konuda Pekin’in haddini bilmesi gerektiği ima ediliyor.
Ukrayna’nın mevcut taleplerden vazgeçerek bir an önce barışın kurulması konusunda Kissinger’in önerisini de hatırlayalım. Halbuki küresel üst kulüpler dünya nüfusunun 2 milyara indirilmesi kararını çoktan vermiş, savaşlar dahil birçok projeler gündeme gelmiş, uygulamalara geçilmiştir. Ancak kontrol dışına çıkan savaşların, küresel Siyonist sistemi de tehdit işaretleri ortaya çıkmıştır. Kafalar biraz karışık gibi. Bu temaslar, ABD-Çin savaşı yerine çatışmaların İsrail’in dış halkalarındaki Müslümanlar arasında şiddetlenmesine de zemin hazırlamaktadır. Zira başka bölgelerdeki çatışmalar Orta Doğu’daki ateşi azaltmakta, dış halkalardaki ateş zayıflayınca da İsrail fokur fokur kaynamaktadır. Rusya-Ukrayna Savaşı Afrika’ya da yansıyıp Çin Denizi ısınırken Kissinger’in Pekin ziyareti çok su kaldıracaktır.
Rusya’nın 2014’de ilhak ettiği Kırım’da yaşayanlar dahil 700 bin kişinin içme suyu kaynağı Kakhovka barajını kimin vurduğuna kilitlenmiştik. Bu baraj Zaporijya nükleer santralinin suyunu, bölgenin elektrik ihtiyacını karşılamaktaydı. Hem Ukrayna hem de Kırım yanında Rusya’nın kontrol altına almaya çalıştığı bölgeler için son dereci hayati idi. Barajın yıkılmasıyla sular yerleşim yerlerini, tarlaları istila etmiş, şehirler, kasabalar balçık yığınına dönmüş, insanlar hayatını kaybetmiştir. Rusya ve Ukrayna barajın vurulmasında birbirini suçlamıştır. Geçen süre zarfında konu, küresel medya tarafından halı altına süpürülmüştür. Halbuki bölgeye yönelik radar kayıtları faili kolayca tespit edebilirdi.
Küresel medya basit bir olayı kabarttıkça kabartıp bir yerlere sürüklerken milyonlarca insanı ilgilendiren barajın yıkılmasının “kim vurduya gitmesi” son derece önemlidir. Baltık’taki Rusya-Almanya doğalgaz hattının vurulması da önce Rusya’ya yüklenmişti, sonra Ukrayna’ya. Nihayet Beyaz Saray’dan “kim vurduysa vurdu, fakat iyi oldu” açıklaması gelmişti. Çünkü artık Avrupa, Rusya’dan aldığı doğalgaz yerine LNG tesisleri kurarak ABD’den ihtiyacını karşılamaktadır. Trump’ın her seferinde Merkel’e “hâlâ niçin Rusya’dan doğalgaz alırsınız” sitemi, 2022’de başlayan savaş ile meyvelerini vermiştir. Esasen “kim vurduya gitmek” başta Suriye olmak üzere ipin ucunun kaçtığı benzer çatışmalarda sıkça görülen bir olaydır. Bununla beraber bu dev saldırının faili üzerinde durulmuyor, unutturulmaya çalışılıyorsa arkasında dev bir güç var demektir. Bu güç İngiltere’yi, Beyaz Saray’ı aşabilir, onları da kullanabilen küresel sermaye olabilir. Bölgedeki savaşın bitmesini istemeyen küresel güçlerce Wagner’e de ihale edilmiş olabilir.
Varşova Paktı dağıldıktan sonra Putin, Leningrad’dan ilk ismine dönen St.Petersburg (önceki ismi Petrograd) belediye başkan yardımcısı oldu. Sovyet döneminde Doğu Almanya’nın başkenti Berlin’in KGB şefliği sona erince doğduğu şehirde bu görev nasip oldu. Sosisli tost işine girmiş olan Prigojin ile tanıştı. Prigojin evlerden çanak çömlek çalmak, sokakta kadınların küpelerini gaspetmek dahil birçok adi hırsızlık suçundan 9 yıl hapis yatmıştı. Putin’le tanıştıktan sonra işini büyüttü. O dönem St.Petersburg’da kirli işlerle lokanta işleri iç içe yürümekteydi. Prigojin’in iş ortakları da kumarhane sahipleriydi.
Azıcık devlet imkanına sahip olanın köşeyi döndüğü 1990 başlarında Putin sadece maaşıyla geçinmiş, mütevazi bir hayat sürmüş, makamını şahsi çıkarları için kullanmamıştı. Bu özelliklerinden dolayı Yeltsin Moskova’ya getirtmiş, hızla yükseltmiştir. Bir süre sonra Prigojin de Moskova’ya getirtilmiş, yabancı devlet başkanlarının ağırlanması dahil bir numaralı restorant işlerinin sahibi olmuştur. Nihayet Putin, dünyanın en güçlü özel silahlı kuvvetlerinden sayılan Wagner’in kurulmasını Prigojin’e havale etmiştir. Belirtmek gerekir ki Wagner kuruluşundan itibaren Venezuela, Orta Doğu ve Afrika’da Putin açısından iyi işler çıkarmıştır. Ta ki Rusya’nın yanıbaşındaki Ukrayna’da da görevlendirilene kadar. Sâbıkası bu derece kirli birisine en kritik işlerin havale edilmesini, Putin’in istihbarat geçmişiyle açıklayabiliriz.
İsyan sabahına kadar Wagner’in 50.000 civarında askeri olduğu, bunların çoğunu hapishanelerden çıkarılan mahkumların oluşturduğu bilinmektedir. Rusya’nın resmi ordusu, Genelkurmay Başkanlığı, Milli Savunma Bakanlığı bulunmasına rağmen doğrudan Putin’e bağlı böyle bir kuvvetin, Kremlin’de rahatsızlık sebebi olması kaçınılmazdır. Ukrayna’da olduğu gibi iki ordu yan yana çarpışıyorsa sürtüşmeler daha da artar. Nihayet Savunma Bakanı Şoygu’nun önerisiyle bu kuvvetlerin kendisine bağlanması girişimi isyan sürecini tetiklemiştir.
Önemli soru, her işi para olan Prigojin’in arkasında hangi dış güç bulunmaktadır? Belirtmek gerekir ki Çin, Putin sonrası Kremlin yatırımlarına çoktan başladı. Mart ayında Moskova’yı ziyaret eden Cinping’in 12 maddelik Rusya-Ukrayna barış planını Putin’in iki kelimeyle reddetmesini Çin başkanı tatlı dille geçiştirdi. Aynı tatlı dille Bilge Kağan’ı, kendi vezirine zehirletmişti. Bilinenler Şi Cinping’in Kremlin’e Putin’in yakın çevresinden birini hazırladığı. Wagner’in safdışı edilme sürecinde bu ihtimal güçlüdür. Paranın temel etken olduğu bu gücün küresel sermayenin oyuncağı haline gelmesi gayet normaldir. Dolayısıyla Wagner üzerinden Çin-Batı veya küresel sermaye-saraylar çatışması ihtimali de bulunmaktadır. Muhtemelen Çin Şoygu’ya yatırım yaparken, Batı ise Wagner üzerinden Putin’e muhalefet zemini hazırlamkatadır. Küresel sermaye ise her ihtimali de bitmeyecek çatışmalar için fırsat olarak değerlendirmektedir.
Rostov’u kontrol altına aldıktan sonra Moskova’ya yönelen Wagner güçleriyle Putin’in Belarus Başkanı Lukoşenko üzerinden anlaşması önemli bir aşamadır. Moskova’ya 200 km kala isyan çetesini yok etmesi için Putin’in elinde yeterli imkan vardı. Ancak çete lideri isyan etse de mensupları Rus çocuklardı. Her ne kadar prestiji sıfıra yaklaşmış olsa da bu davranışı Putin’in ülkesine yaptığı büyük iyiliklerden olarak anılacaktır. Tıpkı cephede savaş devam ederken Suret Hüseynov’un başkana karşı isyana kalkışması üzerine Ebulfez Elçibey’in muhafız kuvvetlerine tek kurşun attırmadan başkanlığı bırakması gibi. Tıpkı muhafız alayı komutanının aldığı istihbarata göre çapulcular sürüsü olarak İstanbul’a yaklaşan Hareket Ordusu’na karşı Sultan II.Abdülhamid’in tek kurşun attırmaması gibi. Yarısını Sırp, Bulgar, Rum ve diğer gayr-i Müslimlerin olduşturduğu hareket ordusu 15.000 civarında iken Sultan’ın hususi eğitimli Hassa ordusu 30.000’den fazla idi. Hassa Ordusu komutanının ısrarına rağmen Hareket Ordusu’na karşı koymasına izin verilmemesi üzerine komutan, Sultan’ın huzurundan “hakkını veremediği” kılıcını zemine saplayarak ayrılmıştır.
Ukrayna’da savaş devam ederken Putin’in Rusların birbirini kırdığı çatışmaların önünü kapatması Kremlin açısından rasyonel karardır. Bununla beraber isyan çetesiyle pazarlık tercihi de prestijini bitirmiştir. Her hâlükârda Wagner’in yönetici kadrosu Belarus’a, Rusya dışına itilmiştir. Elbette bundan sonra tahsisat da bitecektir. Mevcut Wagner mensupları bir şekilde Rus ordusuna katılacaktır. Veya yeninde yapılandırılacak Wagner, Prigojin’den koparılacaktır. Putin’in Kremlin’deki gün sayısını ise küresel siyasetteki dengeler belirleyecektir. Esasen Avrupa ile arasına duvar örülmesi oyununa gelerek Anglo-Amerikan çıkarları açısından Putin, büyük işler başardı. Yahudi kökenli Zelenski ile birlikte yüzbinlerce Yahudi’ye nüfus yapısı krizi gittikçe derinleşen İsrail istikametini gösterdi. Bundan sonraki gelişmelerin temelinde Putin’in küresel sermaye açısından işinin bitip bitmediği sorusu bulunmaktadır. Bitti ise yerine kimin geleceği konusunda mutabakat süreci veya bu süreçte hangisinin etkin olacağı da. Bütün bu rekabet, çatışma, kirli hesaplarda Türkiye nerededir diye merak edilirse merkezin ilk halkasında olduğu kanaatindeyim.
Yapay zekanın babası olarak duyurulan Geoffrey Hinton’ın, çalışmalarından pişman olarak Google’dan ayrıldığı haberi yayıldı. 75 yaşındaki Hinton, aslında emeklilik zamanının geldiğini belirterek ayrıldığını açıkladı. Bununla beraber kurum içindeyken gündeme getiremediği bazı tehlikeleri ayrıldıktan sonra açıklamanın rahatlığını yaşadığını belirterek bir anlamda günah çıkardı. Hinton, yapay zekanın babalığını kabul etmiyor, çünkü kendisi yapmasaydı da başkalarının bunları yapabileceğini söyledi.
Mutluluk, üzüntü, başarı gibi kavramların tarifleri tartışmalıdır. Hatta tekerleğin, pusulanın icadından içten yanmalı motorlara, elekrik ve elektroniğe teknolojinin tanımında da uzlaşma yoktur. Yapay zeka, farklı bilim alanlarının kesişmesi ile insan zekasını taklidi olarak açıklanır. Coğrafya, fizik ve metalik alanındaki bilgilerin kesişmesi ile icat edilen pusulanın yön tespiti de bir yapay zeka uygulamasıdır.
Teknolojinin her aşamasında olduğu gibi yapay zeka konusunda da araştıranlar, geliştirenler, üretenler ve pazarlayanlar, bunları tüketenler, mahkum olanlar, sömürülenler bulunmaktadır. Bir devletin, şirketin bu alandaki her başarısı diğerleri için geri kalmak, risk büyütmek demektir. Bir taraf ilerlerken diğerleri uzaktan seyredip teslimiyeti seçiyorsa bunun adı yapay geri zeka sendromudur. Bu hastalığın sebebi cehaletten, taassubuptan dolayı her türlü gelişmeyi engelleme, herşeyi batıdan, Çin’den bekleme virüsüdür. Ülkesini satanlar, bilinçli olarak dimağları düşmanlarının insafına teslim edenler ayrı bir konu.
Algoritmik sistemler, yapay zekanın temeli olup mucidi Ebu Abdullah Muhammed bin Musa el-Harizmi adlı bir Müslüman Türktür. Algoritma ismi de el-Harizmi’den gelmektedir (al-Khwarizmi-algorism-algorithm). Yapay sinir sistemleri, blockchain, veri madenciliği gibi alanların başlangıcında algoritmik sistemler bulunmaktadır. İngiliz-Kanadalı kimliğinden dolayı Hinton’ın baba ilan edilmesi de bir İngiliz propagandasıdır. Bir yerlerden talimatlı ajanslar, bu tür çarpıtmaları hep yaparlar.
İçten yanmalı motorlardan elektrikli cihazlara, telgraf-telefondan ses-görüntü kayıtlarına, daktilo-hesap makinelerinden telekse, yazıcılara birkaç nesildir yaşanan gelişmeler de yapay zeka aşamalarındandır. Her aşamada önceki buluşlar, birikimler değerlendirilerek üzerine yenileri eklenmekte, ilerlenmektedir. Dijital teknolojiler, bu gelişmelerin yeni bir aşamasını oluşturmuştur.
Yapay zeka teknolojileri, 1-0 temelli kodlamalara dayanmaktadır. Alandaki yazılım uzmanları milyonlara ulaşmıştır. Çoğu başka ülke şirketlerine amelelik yapan Türkiye’deki bütün uzmanların toplamı, sadece Google çalışanlarının yanında dahi mütevazi kalır. Yazı, renk, ses, hareket… bütün programların temelinde bu kodlamalar bulunmaktadır. Her aşamada bir önceki kodlama birikimi kıymetli bir miras olarak kullanılmaktadır.
Hinton’ın yapay zeka pişmanlığından sonra Biden da önde gelen uzmanlarla toplantı yaparak tehlikeyi müzakare etmiştir. Sorun ileri yapay zeka programlarının insanlık için, yeni nesil için tehdit olup olmayacağıdır. Birgün robotların insanlığı esir alacağına dair bilim kurgu ürünleri çoktan beri dolaşmaktadır. Google, binlerce kütüphaneye bedel hazine olup yığınla yanlış bilgiye de sahiptir. ChatGPT benzeri programların yanlış yönlendirmeleri sonucu, ailenin bitmesi, cinayetlerin, intiharların önüne geçilememesi gibi tehlikeler gündemdedir. Denetim, uyarı, eğitimin pek gündeme gelmediği, hatta uyuşturucu niteliğindeki oyun aletlerinin her tarafı istila etmesiyle yeni neslin bilgisayar oyunlarına teslim edilmesi süreci, aslında ülkemiz açısından tehlikenin çoktan başladığını göstermektedir.
Diğer teknolojilerde olduğu gibi yapay zekanın da insan ürünü olduğu unutulmamalıdır. İnsan icadı her âlet-edevât toplumun faydasına da felaketine kullanılabilmektedir. Klasik savaşlarda bir insan tek hamlede bir kişiyi öldürebildiği halde bomba ile aynı anda yüzlerce, atom bombası ile yüzbinlerce kişinin hayatına son vermek mümkündür. İnsanları öldüren bomba değil onu üreten, kullanan diğer insanlardır, teknolojiyi kullanabilen patronlardır. Aynı patlayıcılar, teknolojiler, insanlığın refahı, sağlığı, rahatı için de kullanılabilmektedir.
Arama motorlarına bir kelime girildiğinde ilgili belgeler, siteler, tanımlar dökülüp gelmektedir. Birçoğunda aykırı bilgiler de bulunabilmektedir. Sadece ilk maddeye bakıp hüküm veren yanılmaktadır. “Gazete, kitap öyle yazıyor” tuzağı yapay zeka için daha güçlüdür. Soykırım iddiaları konusunu araştırmak için kütüphaneye, kitaplara başvurursunuz. Oradaki kitaplar yalanları, iftiraları tekrarlıyorsa, siz de oradakilerle iktifa ederseniz bunların esiri olursunuz. Yanlış olan kitap değil, yazılan yalanlardır. Soykırım iddiaları dahil sosyal bilimlerde, hatta ilahiyatta oryantalist kaynakları doğru kabul ederek çalışma yapmak, sömürge akademisinin, bilimsel emperyalizmin temel özelliklerindendir. Yanlışları korkmadan ortaya koymak, doğrulara dayalı araştırmaları teşvik etmek, desteklemek, yayınlamak, ulaştırmak ise basiretli yöneticilerin, eğitimcilerin öncelikli görevidir. Dijital dünyadaki yanlışlar, tuzaklar, tehlikeler konusunda da öncelikle karşı tedbirleri oluşturmak, toplumun her kesimini uyarmak gerekmektedir.
Her programda, sistemde sahibinin, patronunun tercihi son derece önemlidir. Google’da aradığınız bilgiye ilk cevap paralı sitelerden gelir. Google patronlarının özel olarak ilgilendiği bir konu söz konusu ise, onların tercihi doğal olarak başta gelir. Twitter’ın bir dönem Türkiye, Orta Doğu şefi, aynı zamanda İngiliz istihbaratında albay idi. Halbuki onun yazılım uzmanlığı bulunmamaktadır. Fakat ülkesinin çıkarları doğrultusunda hem bilgileri çalmakta hem de hedefteki kitleleri yönlendirmektedir. Twitterin yeni patronu on milyonlarca kullanıcısı olan platformdan ilk olarak eski sevgilisinin hesabını kapatmıştır. Yeni patron bu dev sosyal iletişim mekanizmasının daha önce bazı istihbarat birimlerine hizmet ettiğini de açıklamıştır.
ChatGPT benzeri sistemler ile aylarca sürede yazılabilecek film senaryosu birkaç dakikada hazırlanabilmektedir. Program kurucularının tercihine göre, bu seneryo sayesinde boşanmalar artabilir veya sadakat-fedekarlık vurgularıyla evlilikler daha uzun ömürlü, sağlıklı olabilir. Programı hazırlayanın tercihine göre uyuşturucu kullanımı, cinayet, aldatma, hırsızlık ve diğer suçlar özgürlük sloganıyla teşvik edilebilir veya zararları konusunda kitleler bilinçlendirilebilir, toplum eğitilebilir.
Dünya ekonomisinin ve medyasının çoğu 10 civarındaki Siyonist ailenin kontrolündedir. Bu ailelere servet akışı artmakta, diğerleri aleyhine makas her geçen gün açılmaktadır. Genel olarak medya kuruluşlarının çoğunun olduğu gibi yapay zeka teknolojilerinin de sahipliği, denetimi eninde sonunda bu ailelere çıkmaktadır. Daha fazla satmak, daha fazla hedef kitleleri kendi değerlerinden uzaklaştırmak, olabildiğince hasta-bağımlı hale getirmek bu ailelerin ilan edilmiş programları arasındadır. Hinton’a katıldığını söyleyen diğer bir uzman Christiano’nun “yapay zekanın insanlığı köleleştireceği ve nihayetinde yok edeceği” uyarısında bulunmuştur. Yyarıdan bu sistemlerin, platformların sahiplerinin yani birkaç ailenin diğerlerini köleleştireceğini anlamak lazım.
Japonya’dan Çin’den, Avrupa’ya, ABD’ye birçok ülkede, çocuklarını yapay zeka ürünlerinin zararlarından korumak için nice çalışmalar, programlar hazırlanmaktadır. Riskin farkında olanlar öncelikle bu alanı tanıyarak uzman yetiştirmekte, tedbirler almaktadır. Yapay geri zeka illetine kapılmış olanlar ise kendi insanını engelleyerek asıl niyeti, hedefi kendilerini köleliştirmek olanlara teslim olmaktadır. Asıl tehlikenin kaynağı yapay zeka değil, bu alandaki patronlara teslimiyet, yapay geri zeka sendromudur.