Ermenistan’a verilen silahlar kritik bir noktaya ulaşırsa… – Aliyeva
Ermenistan’daki isyan güçleri yeniden ayağa kalkar ve Fransa’nın bu ülkeye verdiği ölümcül silahlar kritik bir noktaya ulaşırsa, o zaman kimse bize gücenmemelidir.
Axar.az, Cumhurbaşkanı İlham Əliyev’in Şuşan’ın ilk sakinleriyle yaptığı görüşmede bu yorumları yaptığını bildirdi.
“Hiçbir zaman savaş istemedik ve bugün de istemiyoruz. Savaşa ihtiyacımız yoktu, toprağa ihtiyacımız vardı. Minsk Grubu’nun 28 yıldaki faaliyetleri Azerbaycan halkına yönelikti. Sahte vaatleri ve hareketsizlikleri tesadüf değildi. Dava açmak istemediler. Toprakları Ermenilere vaat ettiler. Tıpkı Sovyet döneminde olduğu gibi, Yahudi aleyhtarı Gorbaçov ve daha sonra Yeltsin, Ermenilere, Fransa’ya, ABD’ye ve ABD’ye söz verdi.
Bugün bize bakın, kim, nasıl kilit bir rol oynadıklarını söylüyorlar – Fransa ve Amerika. Açıkça söylemek zorundasınız, daha fazla Fransa. Şunu da bilsinler ki bu bölgede bizim irademiz dışında hiçbir sorun çözülmeyecek. Şuşan’a herhangi bir büyükelçinin gelişi için minnettar olarak sunulmamalıyız. Gel, gelmez, ihtiyacı yoktur. Gelseler de gelmeseler de bir şeyler değişiyor gibi görünüyor, hiçbir şey değişmiyor. İşte bu topraklarda bir sözümüz var” dedi Azerbaycan Cumhurbaşkanı.
Cumhurbaşkanı İlham Əliyev, Azerbaycan’ın politikasının uluslararası hukuk ve adalete dayandığını vurguladı: “Bugün Ermenistan’da rehabilitasyon görürsek, Fransa Ermenistan’a ölümcül silahlar veriyor ve bu silahların kritik bir noktaya ulaştığını görürsek, o zaman kimse bizden rahatsız olmamalı. Her halükarda, herkes neler yapabileceğimizi, Ordumuzun neler yapabileceğini ve irademizin ne kadar güçlü olduğunu biliyor. Önümüzde kimse duramaz. Kimse bize bir şey dikte edemez ve iç işlerimize karışamaz. Ne gerekiyorsa yapacağız” dedi.
“İkinci İç Savaş’tan sonra Ermenistan’a sınırı adil bir şekilde belirlemesini söyledik. Hayır, eğer yapmazsan, o zaman diyeceğiz ki, istediğimiz yerde orada da bir sınır olacak. Ne olacak, kim arayacak, kim 100 kez arayacak, ne olacak? Bir kez daha hem Azerbaycan halkına, hem de bu bölgeyle ilgilenenlere şunu söylemek istiyorum ki, burada bize hesap vermeden adım atılmamalıdır. Eminim sözümü duyuyorlar, ne dediğimi biliyorlar ve ben de yapacağım” dedi.
axar.az /TURKİSHFORUM -ABDULLAH TÜRER YENER
Kategori: Fransa
-
Ermenistan’a verilen silahlar kritik bir noktaya ulaşırsa…
-
AB ülkelerinde oturma izni nasıl alınır?..
Soru şu:
AB ülkelerinde oturma izni nasıl alınır?
Özellikle Türklerin yoğun olarak bulunduğu ülkelere ilgi artıyor. Yurt dışına taşınmak isteyenler oturma izni ile kalıcı hale gelmek istiyor. AB pasaportuna da sahip olabiliyorlar.
AB ülkeleri Fransa, Almanya, Hollanda, İtalya ve İspanya’da oturma izni nasıl alınır? Şimdi bunlara bakalım. AB Ülkelerinde Oturum İzni
Avrupa Birliği’nde en az beş yıl yasal olarak yaşadıysanız uzun süreli ikamet statüsü elde edebilirsiniz.
Bir ülkeye yerleştikten sonra orada kalıcı oturma iznine başvurmayı düşünüyor olabilirsiniz.
Kalıcı oturum izni, öğrenci ya da turist vizelerine göre daha fazla avantaja sahip. Bu tür izinler, o ülkenin vatandaşlığına geçmeye kadar götüren bir süreci başlatabilir.
Kimileri yatırım yaparak “altın vize” adı verilen uygulamalarla uzun süreli ikamet için kestirme yollar arıyor, ancak bu yolların çoğu artık kapanıyor.
AB’nin beş farklı ülkesinde daimi ikamet izni için başvuru sürecini Euronews Travel mercek altına aldı. İşte Euronews Travel’ın konuya ilişkin haberi:
FRANSA’DA OTURUM İZNİNE NASIL BAŞVURULUR?
Fransa’da daimi oturma iznine başvurmak için, beş yıl boyunca orada yaşamış olmanız gerekir. Eğer evliyseniz ve eşiniz Fransız vatandaşı ise bu süre üç yıl.
Ayrıca Fransız kültürüne aşina olmanız ve yeterli Fransızca bilgisine sahip olmanız gerekir. 65 yaşın üzerindeyseniz dil şartı geçerli değil.
Başvuru sahiplerinin ayrıca sabıka kaydı veya herhangi bir cezai mahkumiyetinin olmaması gerekiyor.
Başarılı olan adaylara genellikle 10 yıllık oturum izni veriliyor. Daimi ikamet kartının maliyeti 225 Euro.
Hem oturma izni hem de vatandaşlık size Fransa’da eğitim, çalışma, mülk satın alma, ipotek alma ve kendi işinizi kurma hakkı veriyor.
Sosyal yardımlara ve sağlık sistemine de erişebilirsiniz. Ülkeden çıkma ve yeniden girme özgürlüğüne sahipsiniz.
Temel fark seçimlerde oy kullanma ve sınırsız süreyle Fransa dışına çıkmakla alakalı. Fransa’da vatandaş olmayanlar oy kullanamıyor.
ALMANYA’DA OTURUM İZNİ NASIL ALINIR?
Almanya’da birkaç yıl yaşadıysanız kalıcı oturma izni hakkınız olabilir.Avrupa Birliği vatandaşı değilseniz, başvurmadan önce aile birleşimi, eğitim veya çalışma için oturum iznine sahip olmanız gerekiyor.
Genellikle, bu hakkı kazanmak için beş yıl boyunca Almanya’da yaşamanız gerekir, ancak bu süre iki yıl boyunca vasıflı bir işte çalışmış mezunlar, vasıflı işçiler, devlet memurları veya Alman vatandaşlarının aile üyeleri gibi bazı ikamet kategorileri için daha kısa olabiliyor.
Ayrıca Fransa’ya benzer şekilde Alman toplumuna entegre olmanız (bazen bunun için bir entegrasyon kursuna katılmanız gerekebiliyor) ve en az A2 seviyesinde dil bilgisine sahip olmanız gerekiyor.
Maddi olarak kendinizi geçindirebiliyor olmanız, kaldığınız süre boyunca emeklilik primlerinizi ödemiş olmanız ve kendiniz ve aileniz için uygun bir konutta yaşıyor olmanız gerekiyor.
Bunlara ek olarak sabıka kaydınızda da önemli bir suç bulunmamalı.
Bu kriterlere uyuyorsanız, yerel göçmenlik bürosuna veya Ausländerbehörde’ye daimi ikamet başvurusunda bulunabilirsiniz.
Standart olarak ikamet belgesi için 113 Euro, serbest meslek yoluyla hızlı geçiş için 124 Euro ve yüksek nitelikli profesyoneller için 147 Euro ödeniyor.
Almanya’da daimi oturum izni ile vatandaşlık arasındaki fark nedir?
Fransa’da olduğu gibi Almanya’da daimi oturum izni ile vatandaşlık arasında birkaç fark bulunuyor.
Her ikisi de çalışma, eğitim, iş kurma, sosyal güvenlikten yararlanma, mülk satın alma veya ipotek ve diğer finansman türlerinden yararlanma konusunda tam haklara sahip. İkamet hakkı sınırsız bir süre için geçerli ve ülkeyi istediğiniz kadar terk edebilirsiniz.
Ancak daimi oturum hakkına sahip olanlar Alman pasaportu alamıyor ve oy kullanamıyorlar ve çocukları için diğer vatandaşlardan daha az haklara sahip oluyorlar. Ayrıca ülkeyi tek seferde altı aydan daha uzun süre terk edemiyorlar.
Eskiden vatandaşlığa hak kazanmak sekiz yıl sürerken, yeni yasaya göre beş ya da “özel entegrasyon başarıları” durumunda üç yıl sonra vatandaşlığa hak kazanılabiliyor. Ayrıca Almanya çifte vatandaşlığa sahip olma konusundaki kısıtlamaları da ortadan kaldırıyor.
İTALYA’DA DAİMİ İKAMET İZNİNE NASIL BAŞVURULUR?
Ülkeden yıl içerisinde tek seferde altı aydan veya toplamda 10 aydan fazla kesintisiz bir süre için ayrılamazsınız.
Askeri yükümlülükler, diğer AB ülkelerinde çalışmak veya ülkede en az üç yıl yaşadıktan ve son 12 ay boyunca çalıştıktan sonra İtalya’dan emekli olmak gibi bazı istisnalar bulunuyor.
Ayrıca sağlık sigortası kanıtı, temiz bir sabıka kaydı ve en az A2 düzeyinde yeterliliğe sahip olduğunuzu gösteren bir dil sınavını geçmiş olmanız gerekiyor.
Başvuru sahiplerinin, sosyal yardım ödeneğinden daha fazla olan asgari yıllık gelire ve uygun bir konaklama yerine sahip olduklarını göstermeleri gerekiyor.
Toplam maliyeti ise başvuru için 100 Euro, elektronik kart için 30.46 Euro, başvuru pulu için 16 Euro ve posta ücreti için 30 Euro olmak üzere 176.46 Euro’yu buluyor.
Reşit olmayanlar, mülteciler ve tıbbi tedavi görenler gibi bazı gruplar bu ücretten muaf tutuluyor.
HOLLANDA’DA DAİMİ İKAMET İZNİ NASIL ALINIR
Hollanda’da dört farklı türde daimi ikamet izni bulunuyor. AB/EFTA vatandaşları ve aile üyeleri için bir tane, AB vatandaşı olmayanlar için bir tane, tüm AB/EFTA ülkelerinde geçerli uzun süreli ikamet izni ve daimi sığınma ikamet izni.
Daimi ikamet izninin süresi dolmaz ancak hangi tür izne sahip olduğunuza bağlı olarak her beş ila 10 yılda bir izninizi yenilemeniz gerekiyor. AB Ülkelerinde Oturum İzni
Genel olarak, başvurmadan önce ülkede beş yıl boyunca yasal olarak yaşamış olmanız gerekiyor ancak bunda da bazı muafiyetler bulunuyor.
Ayrıca en az 13 yaşında olmanız, Hollanda’da ana ikametgahınızın olması, önceki vizelerinizi zamanında yenilemiş olmanız ve temiz bir sabıka kaydınızın olması gerekiyor.
Mevcut ikamet izniniz belirli süreli ise, daimi izin için de başvuramıyorsunuz.
Diğer ülkeler gibi, kendinizi geçindirmek için yeterli gelire sahip olmanız gerekiyor ki bu tatil ödeneği olmadan ayda 1207,50 Euro’dan fazla maaş anlamına geliyor.
Başvurmak için bir vatandaş hizmet numarasına (BSN) sahip olmanız ve Hollanda sivil entegrasyon sınavını geçmeniz gerekiyor. AB Ülkelerinde Oturum İzni
AB/EFTA vatandaşları için 69 Euro, diğer tüm daimi ikamet izinleri için ise 207 Euro ücret alınıyor. Bu ödeme başvurunuz reddedilirse de geri alınamıyor.
İSPANYA’DA OTURUM İZNİNE NASIL BAŞVURULUR?
İspanya’da daimi oturma izni, ülkede beş yıl boyunca kalmanıza olanak tanıyor ve kartınız ihtiyaç duyduğunuz kadar yenilenebilir.
Hak kazanmak için ülkede Número de Identidad de Extranjero (NID) numarasıyla beş yıl boyunca yasal olarak yaşamış olmanız gerekiyor.
Ayrıca, kendinizi geçindirmek için yeterli gelire veya mali kaynağa sahip olduğunuzu ve geçerli bir sağlık sigortanız olduğunu kanıtlamanız bekleniyor.
Bazı durumlarda boşanma, evlilik veya sabıka kaydı belgelerine de ihtiyacınız olabilir.
Bu beş yılı İspanya’da farklı bir vize türüyle geçirmeniz gerekir ve bunlar genellikle yalnızca iki veya üç yıl geçerli olduğundan birkaç kez başvurmanız gerekebilir.
Ayrıca öğrenci vizelerinin süresi yüzde 50 olarak kabul ediliyor. Örneğin öğrenci vizesiyle geçirdiğiniz iki yıl, daimi ikametiniz için bir yıl sayılıyor.
İspanyol polisinin verdiği bir ikamet belgesi (certificado de residencia) ülkede tam olarak kaç yıldır yaşadığınızı belirtir ve bunu anlamanıza yardımcı olabilir.
Diğer bazı AB ülkeleriyle karşılaştırıldığında, İspanya’da daimi ikamet başvurusu yapmak oldukça ucuz. Başvurunun kendisi sadece 80 Euro civarında tutuyor, ancak genellikle 20 Euro’yu geçmemek kaydıyla bazı başka ücretler de alınabiliyor.
-
Fransa Türkiye’deki şer NGO’lara 2024 yılında 50.000 Avro fon dağıtacakmış
Fransa insan hakları kılıfı ile Türkiye’deki şer NGO’lara 2024 yılında 50.000 Avro fon dağıtacakmış.
Türkiye’nin hayrına olmayan alanlarda…..
Aşağıdaki Bağ(link)da yapılan duyuru….
· 2024 İnsan Hakları proje çağrısı kapsamında, düşünce ve ifade özgürlüğü, kültür ve sanat hakkı ve ayrımcılıkla mücadele de dahil olmak üzere Birleşmiş Milletler(BM) İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni desteklemeyi amaçlayan projelere özen gösterilecektir.
· Özellikle LGBT+ topluluğuna olan dayanışmamızı ifade ederken, toplumsal cinsiyet eşitliğine ve aşağıdaki hedeflere özel öncelik verilecektir:
• Cinsel ve toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin sona erdirilmesi;
• Ekonomik güçlendirme, sosyal ve eğitim haklarına evrensel erişim;
• Bedensel özerklik, cinsel sağlık ve üreme sağlığı ve hakları;
• Kadınların siyasi ve kamusal hayata katılımının ve liderliğinin güçlendirilmesi;
• Marjinalleştirilmiş nüfusların güçlendirilmesi (mülteci kadınlar, yoksulluk ve engellilik).· 2024 yılında da 6 Şubat 2023’te meydana gelen depremlerin mağdurlarıyla dayanışmaya özel önem verilecektir. Felaketin sosyal sonuçlarıyla ilgili konuları ele alan projeler değerlendirmeye alınacaktır.
· Seçilen projelerin bu hedeflere ulaşmak için somut eylem önerileri olmasına… sivil toplum kuruluşlarının teknik kapasitesini geliştirecek veya toplumsal cinsiyet eşitliği stratejilerini yansıtmalarına önem verilecektir.
· 2024 İnsan Hakları proje çağrısı tutarı 50.000 Avrodur. Seçilen projeler…5.000 ila 15.000 Avro arasında bir meblağ alacaktır(1 )
“Kendi ayakları pisliğin içindeyken ötebilen tek hayvan horozdur.”
(1 ) https://ab-ilan.com/fransa-buyukelciligi-2024-insan-haklari-proje-cagrisi/
-
İstanbul’dan gelip yerleşmiş Paris’e
Yıl 1615 idi.
Fransa kraliçesi Marie de Medici, Paris’te bugün Şanzelize dediğimiz caddenin etrafının ağaçlandırılmasını istedi.
Hemen uzmanlara danıştılar.
Uzun araştırmalar sonunda “At Kestanesi” ağacında karar kıldılar..
Çünkü at kestanesi elektrik çekmezdi..
Yani yıldırım düşmezdi.
Hava kirliliğine karşı çok etkiliydi.
Tohumları, yaprağı, meyvası şifa doluydu.
Ancak At kestanesi Avrupa ülkelerinde yoktu…
En yakın İstanbul’daydı…
O yıllar İstanbul adeta bir at kestanesi ormanıydı…
Fransa krallığı hemen Osmanlı İmparatorluğu ile temas kurdu..
At Kestanesi fidanı istediler…
Padişah 1. Ahmet bu isteği geri çevirmedi…
Fransızlara binlerce at kestanesi fidanı hediye etti.
Bugün Şanzelize bulvarındaki, parklardaki ve ana caddelerdeki asırlık ağaçlar, Osmanlı’nın Fransızlar’a hediye ettiği o at kestaneleri.
Paris şimdi adeta bir at kestanesi ormanı…
Fransızlar’dan sonra Avrupa’nın bir çok kenti caddelerini bu ağaçlarla süsledi.
Peki ya İstanbul…!!!
16’nci yüzyılda at kestanesi ormanı olan İstanbul sokaklarında bugün kaç ağaç kaldı acaba?.
Gören var mı?.
Belgrad Ormanında görüyordum…
Dilerim 4. köprü bahanesiyle onları da kesmezler.”.
Ünlü ressam Ömer Kaleşi, ilki 400 yıl önce Osmanlı İmparatoru I. Ahmed tarafından Fransa’ya hediye edilen at kestanesi ağaçlarının kesilmesini tuvaline yansıttı.
Kaleşi, sözlerini, zamanında Nazım Hikmet’in aynı at kestanesi ağaçları için yazdığı,
“Paris’te bir kestane ağacı olacak, Paris’in ilk kestanesi,
Paris kestanelerinin atası,
İstanbul’dan gelip yerleşmiş Paris’e, boğaz sırtlarından.
Hala sağ mıdır, bilmem;
Sağsa ikiyüz yaşında filan olmalı”
dizeleriyle bitiriyor.
At kestanesi, Fransa’ya ilk kez 1615’te Osmanlı İmparatoru I. Ahmed tarafından hediye edilmişti.
İstanbul Boğazı ile Paris’teki Seine nehrinin kardeşliğini simgeleyen at kestaneleri 200 yıl içerisinde tüm Fransa’ya yayılmıştı.
Coğrafi olarak Balkan ve Türkiye ikliminde yetişen at kestanesi, günümüzde Paris Belediyesi’nin şehirde diktiği ağaçların yaklaşık yüzde 80’ini oluşturuyor.
-
Amerika’nın Acımasız İstilası
Amerika’nın Acımasız İstilası: Yerli Halkların Yok Oluşu ve Kıtanın Dramı
Amerika kıtasının Avrupalılar tarafından istilası, dünya tarihindeki en önemli ve aynı zamanda en trajik olaylardan biridir. Bu süreç, 15. yüzyılın sonlarından itibaren başlamış ve yüzyıllar boyunca devam etmiştir. Kristof Kolomb’un 1492 yılında Amerika kıtasına ayak basmasıyla başlayan bu süreç, Avrupa’nın ekonomik, kültürel ve siyasi açıdan genişlemesine yol açmıştır.
Kıtayı keşfeden Avrupalılar, buradaki yerli halklarla karşılaştıklarında, bu toplulukların zengin kültür ve geleneklerine şahit oldular. Ancak, bu karşılaşma yerli halklar için felaketle sonuçlandı. Avrupalıların getirdiği hastalıklar, silahlar ve sömürgeci politikalar, yerli nüfusun büyük bir kısmının ölümüne ve kültürlerinin yok olmasına neden oldu.
İspanyol ve Portekizliler başta olmak üzere Avrupalı güçler, altın, gümüş gibi değerli madenlerin peşinde Güney ve Orta Amerika’yı istila ettiler. Aztek, Maya ve İnka gibi büyük uygarlıklar, bu süreçte yok edildi veya ağır şekilde zarar gördü. İstilacılar, yerli halkları köleleştirdi, topraklarını gasp etti ve zorla Hristiyanlığı kabul ettirdi.
Kuzey Amerika’da ise İngiltere, Fransa ve Hollanda gibi ülkeler koloniler kurdu. Buradaki yerli halklar, Avrupalılarla yapılan savaşlar ve hastalıklar nedeniyle büyük kayıplar yaşadı. Avrupalılar, yerli halkların topraklarını işgal ederek kendi kültürel ve siyasi yapılarını dayattılar.
Bu süreç, Amerika kıtasının yerli halkları için büyük bir yıkım olmuştur. Nüfusları hızla azaldı, toprakları ellerinden alındı ve kültürel kimlikleri zedelendi. Bugün bile, bu tarihi olayların yarattığı sosyal ve kültürel sonuçlar, Amerika’daki yerli halklar için devam eden sorunlar olarak karşımıza çıkmaktadır.
Amerika kıtasının istilası, Avrupa’nın dünya üzerindeki egemenliğinin artmasına ve modern dünya düzeninin şekillenmesine yol açtı. Ancak, bu sürecin getirdiği yıkım ve acı, tarihin en karanlık sayfalarından birini oluşturur ve günümüzde bile bu tarihi olayların etkileri hissedilmeye devam etmektedir. Bu tarih, bize insanlık tarihinin ne kadar karmaşık ve çoğu zaman acımasız olduğunu hatırlatırken, aynı zamanda gelecek için dersler çıkarmamız gerektiğini de göstermektedir.
-
Cezayir kaynaklarını yağmalayan sömürgen Fransa, ülkenin kazıbilimsel değerlerini de yok saymış
Siz Cezayirliler, Fransa tarafından sömürgeleştirilmekten gurur duymalısınız.Guillaume Bigot,Fransız siyaset bilimcisi,10 Nisan 2021(*)
CEZAYİR’İN KAYNAKLARINI YAĞMALAYAN SÖMÜRGEN FRANSA,ÜLKENİN KAZIBİLİMSEL DEĞERLERİNİ DE YOK SAYMIŞ
Kazıbilimciler (arkeolog), sömürgen Fransa’nın Cezayir’in geçmiş ekinsel (kültür) birikimini gizlediğini, tahrif ettiğini tespit etmişler.
Şöyleki:
· Sömürgeciliği meşrulaştırmak için kazıbilimsel verileri tahrif etmişler.
· Sadece Roma kalıntılarını belgelendirmişler.
· Yerli tarihi kalıntıları ya Roma’ya ya da Araplara mal etmişler.
· Tüm sömürgeci devletler gibi Fransa’da sömürdüğü coğrafyalardaki halkların kimliklerini silmek ve ekinsel düzeylerini ilkel seviyeye indirgemek için bilimi kullanmış.
· 1830’da Cezayir’i işgal edip sömürgeleştiren Fransa, Osmanlı’dan kurtarmak için işgal ettiği yalanını halk içinde yaymış.
· Roma imparatorluğunun meşru mirasçısı ve kızı olarak gören Fransa Cezayir’i işgal ile atalarının mirasını kurtarmışmış.
· Sömürgeleştirdiği Cezayir topraklarına ilişkin yeni bir tarihsel çarpık yaklaşım başlatmış.
· Numidyan veya Pön (Kartaca, pünik) gibi tüm yerli kalıntıları Roma kalıntısı olarak tescil etmiş.
· Sözgelimi Coğrafi haritalar yapmakla görevlendirilen Kont Christian De Vigneral tarafından 1867’de yayınlanan “Cezayir’deki Roma kalıntıları” (les Ruines Romaines de l’Algérie” kitabında hiçbir yerel arkeolojik kalıntıya yer verilmemiş.
· Stephane Gsell’in “Cezayir Arkeoloji Atlası” (Atlas Archeologique d’Algerie) kitabında ise yalnızca “R.R.”(Roma Harabesi) ifadesi varmış. “R.N.” (Numid Harabesi)olarak tek bir satır yokmuş.
· Sömürgeciliğin 100. yılı bağlamında 1930 yılında yayımlanan “Tarih ve Cezayir Tarihi: 1830-1930” adlı yayında, Akdeniz’in güneyinde yaşayanların yönetme kabiliyetine sahip olmadıkları, bir medeniyet veya krallık yaratamayacakları belirtilerek sömürgeciliği savuna “doğal engellilik” teorisini ortaya atmış.
· Bilindiği gibi Fransa şimdilerde ise sömürgecilik döneminde Cezayir halkına karşı işlediği soykırımları, zorunlu sürgünleri inkar etmeye çalışıyor.
· Cezayirli kazıbilimciler Setif şehrinde “Ain El Hanech” kazı alanında kalıntılarda insanımsıların varlığının iki milyon yıldan daha eski bir zamana kadar uzandığını belgelermişler.
· Sirta (Cirta, Konstantin) şehri Nümidyen kalıntıları Roma öncesine tarihlendirilen kalıntılar barındırmaktaymış. Cicel (Jijel) şehri bir Fenike ticaret limanıdır.
· M.Ö. 5. yüzyılda inşa edilen İmadghassen’in Nümidyen anıt mezarı gibi yerel eski kalıntılar varlığını sürdürdüğünü tespit etmişler.
· Cezayirli arkeologlar yerel kalıntılara gerçek kimliklerini ve değerlerini kazandırmak için yoğun çalışmalarını sürdürüyorlar
Ekin: Kültür, Hars
(Bu yazı Dr.Halim Gençoğlu’nun Afrika’da Fransız Sömürgeciliği ve kazıbilimci Safiya Şerif’in Frans ,Cezayir’in devlet birikimini saklamış yazılarından özetlenmiştir.)
-
Cilovluk felaketlerinde Fransa’nın rolü ve Birinci Dünya Savaşı’nda Azerbaycanlıların katledilmesi
Cilovluk felaketlerinde Fransa’nın rolü ve Birinci Dünya Savaşı’nda Azerbaycanlıların katledilmesi
İran tarihinde Rusya ve İngiltere’nin zulmü hakkında o kadar çok şey söylendi ki, Azerbaycan ve ardından İran tarihinde Fransa’nın zulmü, sömürgeciliği ve kibirleri görmezden gelindi. Denebilir ki, İran’ın 1907’de Rusya ve İngiltere arasında paylaşılmasıyla birlikte, Fransa’nın bu iki hükümetin etkisi altındaki bölgelere girme imkânı kalmamış olsa da, bu hükümetin, halkı eğitmek amacıyla sözde misyonerlik faaliyetleri yaptığı söylenebilir. Onlar Batı Azerbaycan (Güney Azerbaycan’ın batısı) Hristiyanlarını kışkırtarak tarihteki trajedi olarak adlandırılan “Cilovluk Faciası”nı sorunsuz bir şekilde yaşattı.
Fransız misyonunun ilk gelişi 19. yüzyılın başlarına kadar uzanıyor. 1840 yılında Fransız Lazarist misyonu, daha önce Roma Kilisesi’ne katılmış olan Keldani Hıristiyanlara yöneldi. Lazaristlerin mali gücü Protestanlara göre daha azdı ve 20. yüzyılda Fransız misyonerler Azerbaycan’ın Hosrovabad, Selmas, Urmiye ve Tebriz şehirlerinde bulunuyordu. Fransızlar, 1860’lı yıllarda Urmiye bölgesinin yanı sıra Tebriz, Tahran ve İsfahan’da da eğitim faaliyetlerini genişlettiler. Eylemleri Urmiye ile sonuçlanmasa da, 1875’ten beri merkezi Urmiye’de bulunan Apostolik Temsilcinin güvenilirliğinden yararlandılar. O zamana kadar Hıristiyan ve Müslümanlar barış içinde bir arada yaşadığı Urmiye’nin köyleri, özellikle Hıristiyan köyleri, Kaçarlar döneminde ve Fransız ve Amerikalı Katolik ve Protestan misyonerlerin İran’a gelmesiyle huzur görmedi.Azerbaycan (Güney) 1910 yılından itibaren Rusların işgali altındaydı ve 1917 yılına kadar, yani savaşın bitiminden sadece bir yıl öncesine kadar işgal edilmişti. 1915 yılında, Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasının üzerinden yalnızca birkaç ay geçmişken, Osmanlı Hıristiyanları bu ülkenin hükümetine savaş ilan ederek, Rusya’ya yanaş olarak kendi hükümetiyle savaşa girdiler. Doğal olarak bu savaşta başarısız oldular ve Rusların rehberliğinde Urmiye ve Selmas sınırlarından Güney Azerbaycan’a girdiler. En az iki yüz bin kişilik bu grup, Azerbaycan halkı tarafından davetsiz misafir olarak kabul edilmiş ve şehir geleneklerine aşina olmayan bu dağlı grupla ekmeklerini, yiyeceklerini ve barınaklarını paylaşdılar. Ancak 1917’de Urmiye’de Marşimon ve Aga Petros ile diğer Asurlu ve Hıristiyan başçıların liderliğinde, aynı zamanda Amerika Birleşik Devletleri’nin konsolos yardımcısı olan Amerikalı misyoner Bay Şed’in yardımı, ve Mösyö Nikitin ve Fransızlar, Urmiye’nin Hacı Müsteşar Sarayı’nda askeri bir birlik kurarak çevreden asker toplamaya başladılar.
Cilolular, yani Osmanlı’dan kaçan Hıristiyanlar, Rusların, İngilizlerin ve Fransızların desteğiyle askeri bir örgüt kurarak masum Azerbaycan milletini yağmalayıp öldürüyorlardı. Eylül 1917’de Fransa, Osmanlılarla yapılan savaşta yaralanan Rusları tedavi etmek için merkezi Tiflis’te bulunan Rusya’ya gezici bir hastane birimi (Fransızca: l’Ambulans) gönderdi, sonra birim Tiflis’ten Urmiye’ye gönderildi ve Rusların ayrılmasının ardından yerel Hıristiyan milis birimlerine hem tıbbi hem de askeri yardım sağladı. İran hükümetinin dini olmayan yapısına rağmen Fransız hükümeti, Katolik misyonunu İran’da önemli bir nüfuz aracı olarak gördü.
Dünya Savaşı’nın sona ermesi ve Osmanlı’nın Batı Azerbaycan’daki Cilolu ordusuna saldırmasıyla bu grubun organizasyonu çöktü ve Selmas ve Urmiye’deki tüm Hıristiyanlar Hemedan’daki İngiliz karargâhına kaçtı. Bu grup yıllarca Irak’ın Bakuba kentinde sürgündeydi, ve sonralar öldürmede parmağı olmayan bazıları afla evlerine dönebildiler.
Bugün Fransa yine sömürgeciliğinden vazgeçmemiş olup, bugünkü hareketleri Kuzey Irak’ta (dışişleri bakanının Erbil gezisi), Ermenistan’ın işgali altındaki Azerbaycan’ın Karabağ bölgesinde (Fransız resmi heyetinin gezisi) ve Kuzey Suriye’de ki varlığı, Fransa’nın kültürel ve medeni bir imaj göstermesine rağmen, özellikle de Ermenilere yönelik mantıksız tutumu oldukça tartışmalıdır.
Fransa’nın son dönemde Azerbaycan’ın Karabağ üzerindeki egemenliğine karşı yaptığı sözde insani jest, Ciloluk felaketinden bugüne kadar Azerbaycanlılara duyulan kinle örtüşüyor.
“Dr. Tohid Melikzade” /TURKISHFORUM – ABDULLAH TÜRER YENER -
MALİ’DE FRANSIZCA ARTIK RESMİ DİL DEĞİL
MALİ’DE FRANSIZCA ARTIK RESMİ DİL DEĞİL MİŞ!
Mali’de 18 Haziran’da yapılan halk oylamasında % 96,91 “evet” oyuyla kabul edilen ve anayasa mahkemesinin de kabul ettiği yeni anayasaya göre, Fransızca resmi dil olmaktan çıkıyormuş.
Sömürgeciliğe karşı son yıllarda mücadele yürütülen Mali’de önemli bir adım daha atılmış.
Dördüncü Cumhuriyet ilan edilen ülkede, yeni anayasasıyla birlikte 1960 yılından bu yana ülkenin resmi dili olan Fransızca bırakılmış. Fransızca özel amaçlar için kullanılan bir dile indirgenmiş.1982 tarihli bir kararname ile Mali’de 13 ulusal dil varmış. Ülkede yaklaşık 70 yerel dil konuşulmaktaymış.
TÜM FRANSIZ KURULUŞLARA YASAK
Kasım ayında geçiş hükümeti Mali’de faaliyet gösteren, Fransa‘dan fon, maddi veya teknik destek alan tüm NGO(sivil toplum kuruluşları) faaliyetleri yasaklanmış.
İlgili video:
https://www.aa.com.tr/tr/vg/video-galeri/202372622745_malide-fransizca-artik-resmi-dil-olarak-kullanilmayacak/2
(Bu bir derlemedir)
-
Dışişleri Bakanı Kayıp Çin’e Kissinger Ziyareti
Prof.Dr. Alaeddin Yalçınkaya
Dışişleri Bakanı Kayıp Çin’e Kissinger Ziyareti
Çin’de bir aydır kayıp Dışişleri Bakanı Qin Gang nihayet görevden alındı. Stratejik planlama müdürü bir ay işe gelmezse pek farkedilmeyebilir de koridor temizlikçisi bir saatliğine kaytarırsa olay olur. Devasa ülkede böyle kayıplar normaldir, denilemez. Çünkü 1.400 milyonluk nüfusuyla Çin, orta/üstü büyüklükte 20 devlet demektir. Bu ülkenin dışişleri bakanı, aynı zamanda diplomasi dünyasının ilk penceresi olup temsil, prestij, hatta onur boyutu bulunmaktadır.
Kayıp günlerinde nice programlarda, ev sahibi bakan yerine başka görevliler misafirleri karşıladı, bu arada hasta olduğu haberleri yayıldı. Hastalığı, hangi hastanede olduğu soruları havada kaldı. Önemli bölgesel örgüt ASEAN toplantısına, Qin katılacaktı. Bu tür toplantılara devletlerden kimin, kaç kişiyle katılacağı aylar önceden belirlenir. Qin’in yerine toplantıya gelen Çin temsilcisine bakan sorulduğunda “bilmiyorum” diyerek muhtemel risklerden kurtulmuş oldu. Çünkü tek adam rejimlerinde yukarıdan bir işaret gelmeden yapılan bir açıklama başını belaya sokabilirdi. Zaten hastalığı ve hastanesi sorularına sessiz kalmaktan bıkmıştı. Nihayet bakanın görevden alınma kararnamesi ile birlikte 25 Temmuz’da, bakanlığa Çin Komünist Partisi, Dışişleri Komisyonu Direktörü Vang Yi’nin atandığı duyuruldu. Belirtmek gerekir ki tek parti devleti Çin’de parti merkez komitesi en üst organ olup Dışişleri Komisyonu direktörü bakanın üzerindedir. Yani devlet aygıtında üst mertebedeki alt makama atandı. Asıl anormal olan ise, parti ve komite dahil her birimde tek adam Şi Cinping, hiç bir gerekçe göstermeden bakanını görevden almak için bir ay beklemesidir. Bu konuda tahminlere, fısıltılara dayanan tartışmalar sürüp gidecektir.
Qin’in bir spikerle gönül bağlantısı kimsenin ciddiye almadığı gerekçe olup sağlık sorunu da bilinmemektedir. Bana göre en kritik sebep Qin’in bakanlık öncesinde ABD ve İngiltere’deki diplomatik görevleridir. Ülkesinde görev yapan diplomatları, elçileri ayartmak Çin’in geleneksel dış politika yöntemlerinden olup Çin’e elçi olarak gönderdiği vezirine Bilge Kağan’ı zehirlettiğini hatırlayalım. Qin’in İngiltere’de ve ABD’de hangi “sakıncalı”, “kışkırtıcı” bağlantılarını bakanlık işlerine de bulaştığının Şi Cinping’e ulaştırıldığını da bir gün öğrenebiliriz.
Muhtemel ithamlara karşın Şi’nin bir aylık tereddüdü, tek adam sendromuyla açıklanabilir. Kimseye güvenmemenin getirdiği herşeye tek başına karar verme hastalığının cinnet dönemini bir çok diktatör yaşamıştır. Qin hakkında ihbarda bulununca ona güveni sarsılmış, fakat muhbirden de şüphe etmekte, onun oyununa gelmekten korkmaktadır. Her ihtimale karşı Qin ortadan kaybedildi, ancak muhbirle ilgili şüphelerden kaynaklanan hafakanların yol açtığı kararsızlık bir ay sürdü. Son zamanlarında kimseye güvenmeyen Stalin’in çıldırarak öldüğü bilinmektedir. 2019’da Lyon’da İnteropol’un Çinli başkanı Meng, ülkesine akrabalarını ziyarete gittiğinde tutuklanmış, rüşvet aldığını itiraf ettiği duyurularak kayıplara karışmıştı. Parti veya devlet bürokrasisi içinde görevden alınma, pandemi sürecinde gazeteciler ve doktorlar için olduğu gibi kaybolma hadisesi sıradan olduğu halde diplomatik arenadaki bu gibi örnekler, dünyayı daha fazla meşgul etmektedir. Rusya’nın bu konuda yöntemi ise daha sorunsuz olup sakıncalı kişiler bir şekilde otel balkonundan düşerler, hiç olmazsa kaldıkları otelde kalp krizinden ölürler.
Henüz kayıp bakanın görevden alınmadığı 20 Temmuz’da Pekin, Henry Kissinger’i ağırladı. 100 yaşındaki Kissinger, tıbbi ekipmanıyla 14 saat yolculuktan sonra Şi Cinping ile kapalı kapılar arkasında saatlerce neyi görüştüğü ciddi merak konusudur. Derslerde uluslararası aktör olarak kişiler anlatılırken Kissinger örneği sıklıkla verilir. Evimize henüz televizyonun girmediği ilkokul yıllarımda radyo haberlerinden Kissinger’e, bakkalımız Dursun’un isminden daha âşinâ idim. Ondan sonra ABD’de nice dışişleri bakanları geldi geçti de çoğunun ismini unuttuk. Hatta Kissinger’in son Çin ziyaretinden bir hafta önce ABD eski Dışişleri Bakanı John Kerry, Biden’ın özel temsilcisi sıfatıyla Pekin’e gitti, Şi Cinping ile görüşmesi mümkün olmadı, eli boş döndü.
Kissinger’in siyaset, akademi ve iş hayatındaki faaliyetlerine bakıldığında, birey olarak uluslararası ilişkiler aktörü vasfı Siyonist sermayedeki pozisyonuna dayanmaktadır. İsrail’in ilk defa bir Müslüman ülke, Mısır tarafından tanınması demek olan Camp David zirvesinin mimarıdır. Bugün İsrailli liderler körfez ülkelerinde törenle karşılanıyorsa, Suudi şeyhi İsrail’e savaşın haram olduğu fetvasını veriyorsa, bunda Kissinger’in harcı büyüktür. Kissinger, aynı zamanda ABD-Çin, ABD-SSCB yakınlaşmasının, detant döneminin de mimarlarındanır. Aynı dönemde SSCB-Çin arasındaki çatışmaların mimarı Paul Henze ile Kissinger’in ilişkisinin ayrıntılarını zamanla öğreniriz.
Mao’dan sonra Siyonist sermayenin Çin’i üretim üssü haline getirmesinde Kissinger’in danışmanlık, yönlendiricilik, liderlik rolü bulunup, Çin’e yüzden fazla ziyareti gerçekleşmiştir. Mao dahil sonraki her başkan ile de boy boy fotoğraflarını görürüz. Rothschild, Çin’deki küresel sermaye yatırımlarının başında gelip Kuşak-Yol projesinin mimarlarındandır. Kissinger ile birlikte önde gelen Siyonist kuruluşlar ve kulüplerde derin etkinliği bulunmaktadır. Buna karşın diğer Siyonist sermaye devi Rockefeller’in bursiyeri Macron’un Çin’den eli boş dönmesinin Avrupa stratejileri boyutu bulunmaktadır. Zira Japonya gibi Almanya ve Fransa’nın milli ekonomik ve siyasi çıkışları küresel aktörlerce hoş karşılanmıyor. Çin’in de adım adım kendi ekonomik/teknolojik reşitlik çıkışları üzerine küresel sermaye Hindistan’a kaymaktadır.
İsrail’in Müslümanları yok etme stratejilerini aynen Doğu Türkistan’da, hatta Çin’in diğer bölgelerdeki Müslümanlara uygulama stratejilerinin arkasında da Siyonist stratejistlerin asırlar öncesine dayanan katkısı vardır. Doğu Türkistan’da Kaşgar Hanlığını ortadan kaldırılması, Çin’deki Siyonist bankerlerin Rusya’yı ikna ve savaş masraflarını desteği ile gerçekleşti. Günümüzde eğitim kamplarında gerçekleşen Uygur soykırımı, birçok yönüyle Filistin Müslümanlarının maruz kaldığı işkenceleri hatırlatmaktadır. Rothschild’in Kuşak-Yal kapsamında Doğu Türkistan’ı silme stratejinin küresel sermaye açısından bir çok boyutu bulunmaktadır.
Yükselen Çin gerçeği ile birlikte ABD başkanları, Orta Doğu yerine, Uzak Doğu’ya yönelmekte, Çin’i çevreleme politikasını adım adım uygulamaktadır. Rusya-Ukrayna Savaşı’nın beslediği ortamda Çin ile sıcak savaş şartları da olgunlaşmaktadır. Batılı yorumcuların önemli bir kısmı Kissinger’in bu savaşı önleme misyonu ile Çin’e gittiğini yazmaktadır. ABD’nin 31 trilyon dolarlık borcunun önemli ayağını Çin’deki ABD tahvilleri oluşturmaktadır. Kissinger, çatışma durumunda borçlanma sisteminin çökmesinin Çin için de felaket olacağını fısıldadığı tahmin ediliyor. Batılı yorumlarda Kissinger-Şi görüşmesinde Tayvan krizinin hiç gündeme gelmediği genellikle zikrediliyor, ancak fotoğrafın tamamına bakınca bu konuda Pekin’in haddini bilmesi gerektiği ima ediliyor.
Ukrayna’nın mevcut taleplerden vazgeçerek bir an önce barışın kurulması konusunda Kissinger’in önerisini de hatırlayalım. Halbuki küresel üst kulüpler dünya nüfusunun 2 milyara indirilmesi kararını çoktan vermiş, savaşlar dahil birçok projeler gündeme gelmiş, uygulamalara geçilmiştir. Ancak kontrol dışına çıkan savaşların, küresel Siyonist sistemi de tehdit işaretleri ortaya çıkmıştır. Kafalar biraz karışık gibi. Bu temaslar, ABD-Çin savaşı yerine çatışmaların İsrail’in dış halkalarındaki Müslümanlar arasında şiddetlenmesine de zemin hazırlamaktadır. Zira başka bölgelerdeki çatışmalar Orta Doğu’daki ateşi azaltmakta, dış halkalardaki ateş zayıflayınca da İsrail fokur fokur kaynamaktadır. Rusya-Ukrayna Savaşı Afrika’ya da yansıyıp Çin Denizi ısınırken Kissinger’in Pekin ziyareti çok su kaldıracaktır.
alaeddinyalcnkaya@gmail.com
twitter.com/alaeddinyalcink
-
Batının, Eski Sömürgelere Ödemesi Gereken Fatura
Prof.Dr. Alaeddin Yalçınkaya
Batının, Eski Sömürgelere Bekleyen Borcu
Fransa’daki olaylı gösterilerde pankartlardan birinin tercümesi, Batı için büyük endişe kaynağı: “Hesabı almaya geldik!” Yazı yayınlandığında belki olaylar yatıştırılmış, sükûnet sağlanmış olabilir. Fakat ödenmesi gereken fatura oldukça ağır olup, alacaklılar her geçen gün güçlenmekte, bilinçlenmektedir. Gösterilerin Belçika’ya sıçraması üzerine paçaları tutuşan Hollanda Kralı’ndan özür mesajı geldi. Köleliğin sona ermesine rağmen sömürü ve katlimı sürdüren ataları adına, onların vahşet düzenine müdahale etmemesi nedeniyle Kral özür diledi.
Hatalı davranıştan özür dilemek bir erdemdir. Yanlış anlaşılan bir söz, davranış, karşısındakinin onurunun zedelenmesine yol açan beyan üzerine elbette özür dilenmelidir. Ancak ortada katledilen, köleleştirilen, işkencelerle öldürülen, zenginlikleri asırlarca hırsızlanan halklar varsa sadece kuru özürle geçiştirilemez. Yaralama, katl, maddi zarar gibi hususlarda, mağdurun kendisine veya yakınlarına maddi ve manevi tazminat bütün batı hukuk sistemlerinde vardır.
Mağdurlar Hristiyan, Yahudi veya bunlarla bağlantılı çevreler olunca tazminat konusu cömertçe gündeme gelmektedir. Almanya yarım asırdan fazla bir süre İsrail’e ve dava açan Yahudilere tazminat ödedi. Kuveyt’i birkaç ay süren işgali üzerine Irak yıllarca tazminat ödedi. Kişisel mağduriyetlerde de hükümetler, uluslararası örgütler, mahkemeler devreye girer, bol keseden tazminat ödenir. Ancak mağdurlar Afrikalılar, Müslümanlar, Türkler ise tazminat konusu pek hatırlanmaz. Tıpkı katledilen, tecavüze uğrayan Müslüman Boşnaklar için böyle bir şey hatırlanmadığı gibi.
Loizidou, 25 yıl ahşap/taş/köhne evine giremediği için Türkiye, bir milyon dolar civarında tazminat ödedi de Kıbrıs’ta kesilip biçilen Türkler için böyle bir tazminat gündeme gelmedi. Bir milyondan fazla Azerbaycan Türkünün 27 yıl işgal edilen, yakılıp yıkılan evleri, bağları, bahçeleri için tazminat gündeme gelemiyor. Suriye’de çatışmalar sürerken ABD uçakları, hiçbir terör örgütü ile bağlantısı olmayan, olaylara karışmayan Halep/Cina camiini, cemaatin en fazla olduğu yatsı namazında bombaladı. 70’ten fazla genç, yaşlı öldü, yüzlercesi sakat kaldı. Binlercesi dul, yetim kaldı. ABD, caminin yanlışlıkla vurulduğunu itiraf etti de geride kalan dullar, yetimler, sakatlar, tahrip olan mahalle için kuruş ödenmedi, böyle bir mesele gündeme de gelmedi. Afganistan, Kunduz’daki hastaneyi ABD uçakları DEAŞ üssü diye bombaladı, yüzlerce ölü, binlerce yaralı, enkaz haline gelen hastane. Bizzat Obama özür diledi de ne hastane yeniden yapıldı ne mağdurlara tazminat ödendi. Halen yaşanan örnekler saymakla bitmez. Evrensel hukukta kasten veya hataen zarar veren bunu tazmin etmekle mükellef olduğu halde mağdurların rengine, ırkına, dinine bakılarak bu hak unutulabilmektedir. Unutulan/unutturulan alacaklar karşısında kitlelerin ortalığı yakıp yıkmasını bir de bu açıdan değerlendirmek gerek.
Fransa’nın sömürge geçmişi, oldukça kirli ve derindir. İngiltere’nin, Belçika’nın, Hollanda’nın, ABD’nin, Rusya’nın da farklı özelliklere karşın soykırım, işkence, sömürü itibariyle benzer sâbıkaları kabarıktır. İlk sömürgeciler İspanya ve Portekiz, yerlileri insan olarak kabul etmeyip her türlü vahşeti meşrulaştırma yolunu açmışlardır. Sömürge kervanına son katılıp erken ayrılan Almanya’nın sabıkası dahi oldukça kabarıktır.
Sömürgelerin bağımsızlığını kazandığı gerçeğinden hareketle sömürgecilik döneminin sona erdiği kabul edilir. Bununla beraber neo-kolonyalizm bütün acımasızlığıya devam etmektedir. Görünüşte bağımsız olan devletlerin ekonomik zenginlikleri, eski sömürgecilere akmaya devam etmektedir. Nijer halkı halen Ortaçağın gerisinde yaşarken Fransa’nın enerji ihtiyacının önemli bir kısmı bu fakir ülkeden hırsızlanan Uranyum ile karşılanmaktadır. Hemen her Afrika ülkesinden eski sömürgeciler Fransa’ya, İngiltere’ye, Belçika’ya, Hollanda’ya… servet akışı sürüp gitmektedir. Yeni bir iktidar, parlak bir yönetici bu sömürü düzenine son vermeyi telaffuz ettiği takdirde derhal bir başçavuş darbesi yapılır, batılıların hırsızlamasını sorgulayanlar öldürülür, ülke söz dinleyecek kadrolara teslim edilir.
Halen Afrika halklarının önemli bir kısmı açlıkla mücadele etmektedir. Sömürgecilik çağında yaşanan soykırım ve işkencelerin kalmadığı ileri sürülebilir. Ancak eski sömürgeciler doğrudan katliam yapmak yerine silahlandırıp organize ettikleri terör örgütleri Elkaide, BokoHaram, IŞİD vb. üzerinden istedikleri vahşet, katliam, tecavüz mekanizmalarını devreye sokabilmektedir. Belirtmek gerekir ki Fransa ve Belçika’nın ortak projesi 1994 Ruanda soykırımı, bu vahşetler zincirinin sonuncusu değildir. Halen eski sömürgelerde, hatta Asya’nın birçok köşesindeki çatışmaların, katliamların arkasında başta ABD, İngiltere, Fransa olmak üzere batılı ülkeler işbirliği halinde bulunmaktadır. Çin’in eski sömürgelerdeki stratejisi ise bataklığa tüy dikme stratejisidir :Halk daha fakirleştirilir, yöneticilerle birlikte ülkenin kalan zenginlikleri satın alınır.
Asırlarca devam eden, günümüzde kitabına uydurulan işkence, soykırım ve sömürü sabıkalarına artık kolayca ulaşabilmektedir. Yeni neslin bunları mağdur atalarından dinlemesine gerek yok, sömürgeci ülke arşivlerinde, üniversitelerinde yeterli bilgi var! Fransa’da caddeleri savaş alanına çevirenler, kendileri veya babaları ezilenler değildir. Nesiller boyu Fransa’da veya diğer batı ülkelerinde kalmış, o ülkenin dilini öğrenmiş, “çağdaş” eğitim tezgahından geçmiş, tam anlamıyla “Fransızlaşmış” gençlik meydanlardadır. Alacak davasını gittikçe olgunlaştıran bu kitleler her geçen gün daha bilinçlenmektedir. İlginçtir ki sömürgecilik acılarını yaşamış olan babalar/dedeler, çocuklarının sokağa çıkmaması için uğraşırken Fransızlaşmış gençler büyük bir cesaretle ortalığı yakıp yıkarak alacak konusunda kararlılıklarını ispat etmektedirler.
Tam da asimile olmuşken isyan dalgaları, alacak hesapları batıyı ürkütmektedir. Geçtiğimiz yıllarda ABD’de başlayıp eski sömürgecileri kasıp kavuran olaylar, unutulmak üzereydi. Mağdur kesimden vitrine konan bakanlar, yöneticiler, sanat veya spor yıldızları yeni nesli kesmemektedir. Kendi eğitim tezgahından geçmiş kuşakların, sisteme kökten isyanının bilinen sosyolojik yöntemlerle analizi, oldukça zor olsa gerek. Bu analize insan kanının ve gözyaşının ağırlığı katılmadan, bu ağırlık telafi edilmeden, doğru sonuca ulaşmak zor. Halen Çin’in Doğu Türkistan’da, Hindistan’ın Müslüman tebaa üzerinde ve diğer birçok bölgede şiddet, soykırım, tecavüz eylemlerini sürdürenler ile bu zulme sessiz kalanlar, sözkonusu gerçeği tekrar düşünmelidir. İktidar gücüyle baskı ve ayrımcılık hakkı olduğuna inanlara da ciddi uyarılar var.
Afrika’nın, Asya’nın, Okyanusya’nın, Güney Amerika’nın Avrupa ve ABD önüne koyduğu hesap listesi oldukça uzundur. Eski sömürgeciler için böyle bir fatura korkunç kâbustur, üstelik kapıdadır. Fransa’dan mesela Cezayir’e aktarılması gereken tazminatın karşılığı, Cezayir’in sosyo-ekonomik yapısını Fransa düzeyine çıkartmalıdır. Manevi tazminat da dikkate alınırsa Cezayir’in Fransa’dan çok daha zengin olması, Fransa’nın ise borç bataklğında açlıkla mücadele etmesi gerekebilir. Sırada daha çok ülkeler, halklar var. “Batılılar bu bölgelere gittiklerinde zaten onlar yoksul ve ilkel toplumlardı” iddiası ise batı sömürgeciliğinin temel propaganda malzemesi olup sömürülen ülkelerde buna inandırılmış geniş bir “sömürge aydını” kitlesi bulunmaktadır. Hatta Türkiye’de de görebilirsiniz.
alaeddinyalcnkaya@gmail.com
twitter.com/alaeddinyalcink
-
Fransa’ya Afrika’da diz çöktürülmüş
Sömürgeci Fransa’ya Afrika’da diz çöktürülmüş. Çok şükür bugünleri de gördük!
Yüzyıllardan beri Avrupa’nın sömürge alanı olan Afrika, hegemonik güçlere başkaldırdı. Cezayir, Burkina Faso, Mali ve Orta Afrika, Fransa’yı ya kovdu ya da sömürgeci güç, Kara Kıta’yı terk etmek zorunda kaldı. Son olarak Çad, sınırda izinsiz gezen Fransız askerlerini gözaltına aldı. Sosyal medyada yayılan görüntülerde, Çad ordusu askerlerinin silahlarını aldığı beş Fransız askerini sıraya dizerek oturttuğu görülmekte. Burkina Faso ve Mali gibi çok sayıda Afrika ülkesinden kovulan Fransa’nın Çad’da uğradığı muamele, sömürgeci gücün kıtadaki etkisinin iyice azaldığını bir kez daha gözler önüne serdi.
Yayınlanan videoda Çadlı subayın, tercüman aracılığıyla Fransız askerlerine, “ Görev yetki belgeniz var mı?” diye soruyor. Fransız askerlerden bir yanıt alamayınca üstlerini telefonla arayan subayın, “Üsse izinsiz giren ve görev yetki belgeleri olmayan Fransız askerlerini alıkoyup silahlarını aldım” sözleri dikkat çekiyor.
Resmi bir açıklama yapan Çad güvenlik kaynakları, Fransız askerlerinin üsse izinsiz girdiğini duyurmuş. Fransa ordu sözcüsü , 8 Haziran’da yaşanan olayda “Bu oldukça saldırgan şekilde yapıldı” demiş. Gerisini siz anlayın….Fransız ordusunun Afrika’da “güç kaybı” yaşadığının göstergesi olduğu söylenebilir.
***
2022 Aralık ayında, Orta Afrika Cumhuriyeti (OAC) topraklarındaki Fransız ordusuna bağlı tüm birlikler çekilmek zorunda kaldı. OAC, Ağustos 2022’de Fransız büyükelçilerine verilen “ daimi duayen büyükelçi” unvanını kasımda kaldırmıştı..
***
Fransa`nın sembollü neden horozdur biliyor musun?”
Neden biliyor musun ?
“Kendi ayakları bokun içindeyken öten(şarkı söyleyen) tek hayvan horoz Fransa’nın alameti farikası olmasının bir neden olmalıdır. Mazlum ülkelerde ayakları “bo.ta” olan tüm horozlara (emperyalist devletler) “ yuf borusu” çekelim.(1)https://www.yenisafak.com/gundem/fransa-afrikada-diz-coktu-4539695
(2) https://www.cnnturk.com/dunya/fransa-afrikada-diz-coktu -
Ermeni Soykırımı Yalanları Karşısında Resmi Suskunluk Stratejisi?
Prof.Dr. Alaeddin Yalçınkaya
Ermeni Soykırımı Yalanları Karşısındaki Resmi Suskunluk Stratejisi?
ABD Başkanı Biden, 24 Nisan beyanatına “Ermeni soykırım” iddialarını sıkıştırarak soykırımcı lobiye karşı taahhüdünü yerine getirdi. Soykırımcı etkinlikler önceki yıllara göre hafif kalmakla birlikte yayın ve propaganda faaliyetleri kurumsallaşmış olarak devam etmektedir. Biden’ın soykırımcı söylemini TC Dışişleri Bakanlığı’nın bir tweet ile reddetmesi oldukça yetersiz kalmıştır. İddialar her gündeme geldikçe gerekli diplomatik, enformatik, hukuk yolları yerine, iç kamuoyu gazı alma mesajı anlamsız kalmaktadır.
Konuyla ilgili tarih ve hukuk bilimleri alanlarında yığınla çalışmalar yapılmıştır. Daha fazlası gerekmektedir, teşvik edilmelidir. Birçok yayına hazır kıymetli araştırmalar ise bir yerlerde bekletilmektedir. Nice yayınlar âdeta saklanmakta, raflarda çürütülmektedir. Her kademedeki diplomasi, eğitim ve diğer kamu görevlileri ile kamuoyunun haberdar olması için, doğru bilginin yaygınlaştırılması gerekmektedir. Halbuki yalan ve iftiralar külliyesi durumundaki yayınlar ve diğer propaganda malzemelerinin ulaştırılması, hatta Türkiye’nin finanse ettiği üniversiteler kütüphanelerine konulması, yetkililerin pek umurunda değildir. Üniversite, eğitim yanında yeni tezler, araştırmalar, projeler demektir. Bunun da olmazsa olmazı kütüphanelerdir.
Ülkemizdeki öğretim üyesinden, yaklaşık üç kat fazla maaş ödenen, soydaş cumhuriyette Türkiye destekli bir üniversitede yönetilen tezde Ermeni soykırım iddiaları savunulduğunu gördüm. Danışmanına niçin böyle bir tezi kabul ettiklerini, kaynaklarının uydurma olduğunu, fakat doğru kaynakların kullanılmadığını hatırlattım. Danışmanın cevabı: “Ne yapalım hocam, bizim kütüphanemizde sadece bu kaynaklar var!” Halbuki bu üniversitelere ayrılan bütçenin yüzde biri kütüphanelere ayrılsa temel meselelerde öğrencilerin doğru kaynaklara ulaşması mümkün olabilecektir.
Kişisel imkanlarla düzenleyebildiğimiz organizasyonlar sayesinde nice akademisyeninin soykırım iddialarının iftiradan ibaret olduğunu öğrenmesine, bu alanda yeni araştırmalar yapmasına vesile oldum. Bu durumdaki birçok arkadaşımızın da emekleri boşa gitmiş, çalışmaları yayınlanmamış, hatta cezalandırılmıştır. Halbuki konuyla ilgili yalan ve iftiralar ilkokuldan doktoraya, yazılı, görsel ve dijital medyanın her alanına sızdırılabilmektedir. Lisans veya lisansüstü seviyede öğrencilerimin en az yüzde 80’i konuyla ilgili doğru bilgilerle ilk defa derslerimde tanışabilmektedir. Önemli bir kısmı ise soykırımcı yalanları bilinçaltından çıkaramamaktadır. Çünkü tekrarlanan büyük yalanlar, dimağa kazınmış, hatta yalanı uyduran da inanmaya başlamıştır. Yakın tarihte milyonlarca Türkün/Müslümanın maruz kaldığı Rus, İngiliz, Fransız destekli Ermeni-Taşnak katliam-tecavüz-işkenceleriyle ilgili kayıtlar, yazışmalar dünyanın bütün arşivlerinde âdetâ mermere kazınmıştır. Buna karşın saldırganların mağdur, mazlumların zalim olarak öğretilmesi, iftiraların sineye çekilmesi, gerçeklerin ortaya çıkarılması, öğrenilmesi, öğretilmesi için hiçbir program yapılmaması nasıl bir stratejidir? Bu alanda desteksiz, hatta engel çıkarılan akademisyenler topluluğu olarak büyük işler başardık, kesinlikle ümitsiz değiliz, ancak yapılması gerekenleri de hatırlatmak görevimiz.
Sahih belgelere dayalı, mahkeme kararlarıyla kesinlik kazanmış gerçeklere dayalı araştırmalar ve yayınlar, ilkokuldan üniversiteye ders programlarında mutlaka yer almalıdır. Başta Ermeni ve Rum lobisi olmak üzere Hristiyan dünyasının yalanlarına karşın, nefrete yol açmamak için çocuklarımıza, kamu görevlilerine gerçekleri öğretecek programın olmaması ihanet değilse gaflettir, aptallıktır. Öte yandan iftira hastalığından kurtulamayan Ermenistan’dan Yunanistan’a, Fransa’dan ABD’ye, İsrail’e, Rusya’ya, Çin’e sömürgecilerin işkence, cinayet ve soykırım sabıkasını her vesile ile gündeme getirmek, lanetlemek gerekmektedir. ABD yetkililerinin “Irak’ta kitle imha silahları yokmuş, haksız yere müdahale etmişisiz” itirafını medeni bir olgunluk olarak karşılayan akademik ve diplomatik çevrelerin tavrı mide bulandırıcıdır. Çünkü 2003 müdahalesi milyonların ölümüne, onmilyonların sakat, dul, yetim kalmasına yol açmış, harap olan Bağdat bir daha âbâd olamamıştır. Eğer bu itirafta samimi iseler haytatta kalan mağdurların acıları giderilmeli, zararları tazmin edilmelidir. Halbuki böyle bir teşebbüs bilinmemektedir. Aynı cinayetler ve soykırımlar Suriye’de, Vietnam’da, Filistin’de, Cezayir’de, Kafkasya’da, Doğu Türkistan’da, Kırım’da….. işlendi, işlenmeye devam etmektedir.
Türkiye’nin resmi söylemi “bizi soykırımla suçluyorsunuz, fakat siz de yaptınız” şeklinde olmamalıdır. ABD Başkanı böyle bir iftirada bulunduysa Dışişleri Bakanının tweet üzerinden cevabı son derece yetersiz, anlamsız kalır. En azından ABD Büyükelçisi usulüne göre çağrılır, beyan protesto edilir. Yayınlanmış ABD arşiv belgelerinden oluşan kitaplardan oluşan dosya verilir, kendi arşiv belgelerindeki bilgilere karşın iftiralar konusunda özür talebinde bulunulur. Mesela başta Şükrü Server Aya gibi belgeleri araştırıp yayınlayanlar nice fedakarlıklara katlandığı halde diplomatlarımızın ve akademisyenlerimizin kahir ekseriyeti bunlardan habersizdir. Devletin bilgilendirme, doğruları öğretme programı maalesef yoktur. “İstedikleri kadar iftira atsınlar, umurumuzd değil” tavrı kesinlikle yanlıştır. Aynı yalanlara kendi vatandaşınızın, özellikle eğitim çağındakilerin inanması tehlikelidir, güvensizlik sebebidir. Bu iftiralara sessiz kalarak sineye çekmenin, siyasal olduğu kadar sosyal, psikolojik, hatta ekonomik birçok olumsuz sonuçları söz konusudur.
Hazineye intikal etmiş azınlık vakıflarına ait gayrimenkullerin karşılıksız olarak bir kısmının mensubu kalmamış cemaat birimlerine devri, soykırım iftiracılarına cesaret vermis, yeni soykırım yalanları gündeme gelmiştir. Müslüman ve Türklere ait vakıf arazileri, vakfiyelerine aykırı kullanılırken, Yunanistan ve Ermenistan’da yakın dönemdeki camilerden, medreselerden iz bırakılmamışken, Batı Trakya’da Müslümanların çivi çakması yasaklanmışken ulusal ve uluslararası hukuk ilkelerinin yok sayılarak dağıtılan bu emlakın bir karşılığı olması gerekirdi. Halbuki Patrikhane’de kin kapısı halen kapalı olup ilgili yasalara aykırı faaliyetler devam etmektedir.
Ermeni soykırım iddiaları konusundaki gerçekler, belirtildiği gibi eğitimin her seviyesinde ve hizmet içi programlarla bütün vatandaşlara sunulmalıdır. Gerçek bilgilerle donatılan her vatandaş küresel çağda ve dijital dünyada aynı zamanda aktif bir diplomat gibidir. Başta Ermenistan Dışişleri Bakanlığı olmak üzere birçok ülkenin resmi birimlerinde, ulaşıma açık dezenformasyon metinleri veya parlamento kararları şeklinde soykırım yalan dosyaları bulunmaktadır. Halbuki Türk Dışişleri Bakanlığı’nda ve diğer kamu birimlerinde kolayca ulaşılan, doğru bilgileri aktaran siteler bulunmamaktadır. Bunun anlamı mesela Ermenistan Dışişleri Bakanlığı’nın yalanlarını kabullenmektedir. Türk Dışişleri Bakanlığı, yeni kadrolar istihdam etmeden birçoğu dijital olarak da yayınlanmış, hemen her dilde yığınla tarihi belgeleri ve mahkeme kararlarını sitesine koysa önemli bir adım atacaktır. Benzer şekilde MEB, YÖK, Kültür Bakanlığı ile diğer resmi ve özel kuruluşların da görevleri bulunmaktadır. Sorun Biden’dan önce bizim eğitim, araştırma, diplomasi, tanıtım ve propaganda stratejilerimizdedir.
alaeddinyalcinkaya@gmail.com
twitter.com/alaeddinyalcink
-
Fransa’da Gömülen Türk Askerleri
CARCASSONNE’DA GÖMÜLEN TÜRK ASKERLERİ… ANONİMATTA! FRANSA
Dardanelles (Çanakkale Savaşı) savaşında Osmanlı İmparatorluğu ‘na saldıran Fransa, 1915’te elli Türk askeri yakaladı ve onları altıgende hapsetti.
Maalesef Fransız topraklarında ölen Osmanlı askerleri hakkında çok az şey biliyoruz. Ancak 1991 yılından itibaren farklı yerlerde gömülen Osmanlı mezarları toplandı ve St. Michel de Carcassonne Mezarlığı ‘ nın askeri meydanına nakledildi. Neden burada bilmiyorum, kazıyorum.
Arap tarzında tek bir mezar taşı, Türk askerlerinin gömüldüğü yeri belirler. Bu ayık ve beyaz taşta, Türkçe değil Arapça ′′ MEVLOUD BEN HASAN ′′ için yazılmış 10 isim var.
Bu taş, Fransa için ölen Arapların Müslüman mezarları ile haçlı haçlarla aynı yönde, kesinlikle Mekke ‘ ye doğru ilerleyen bir düzene sahiptir.
18 Mart 2017 Cumartesi günü Aude milletvekili Marie-Hélène Fabre eşliğinde Türkiye Konsolosluğu resmi bir heyet ve Fransız-Türk vatandaşları 10 askerin mezarında toplandı St. Michel de Carcassonne mezarlığında Osmanlılar.
Yine de bu Türk mezarlığının daha iyi bir şekilde yönetilemeyeceği için üzgünüz, şu anda bulunduğu yer, mezarlığa girişten itibaren açık bir şekilde belirlenecek! O zaman mezar taşının oryantasyonu Mekke yönünde düzeltilmelidir. Ve nihayet bu 10 Askeri’nin mezarına acil bir Türk kimliği ve kimliği verilmesi gereklidir. Örneğin Belçika askerlerinin mezarlarına küçük bir Belçika bayrağı yerleştirildi. 10 Türk’ün mevcut mezarını ülkelerine bağlayan hiçbir şey yok!
Yabancı bir ülkenin topraklarında ölen bu savaşçılara saygı göstermenin zamanı gelmedi mi?
Not: Annemin amcası Hamza `da Yunan toprakların da şehit kaldı.
Selen Atasoy
-
Ukrayna Bataklığındaki Rusya’nın Ermenistan Çıkmazı
Prof.Dr. Alaeddin YALÇINKAYA
Ukrayna Bataklığındaki Rusya’nın Ermenistan Çıkmazı
Kafkasya jeopolitiği, ihtilafların bağdaştırılmasını son derece zorlaştırmaktadır. Bir bakıma Balkanlar gibi. Sömürgecilik kültüründen gelen bölge dışı aktörlerin böl-yönet, çatıştır-sömür formülleri açısından son derece kullanılışlı bir alandır. Bu yüzden kitabımıza “Etnik Düğümden Küresel Kördüğüme, Kafkasya” adını verdik. Belirtmek gerekir ki bu düğümler bölge dinamikleri çerçevesinde her dönemde bir şekilde çözülebilmiş, yaşanan çatışmalar yeni istikrar dönemine zemin hazırlamıştır. Ancak günümüz küresel aktörleri bu girift yapıyı sırf kendi çıkarlarını daimi kılmak için bitmeyen çatışma vasıtası haline getirince düğümler, kördüğüm haline gelmiştir.
Tarihte bu coğrafyada kısa ömürlü Ermeni Krallığı bilindiği halde bu devlet güçlü ailenin otoritesine dayanmakta olup Ermeni nüfusu azınlıkta idi. 19. Yüzyıl şartlarında modern devletin ulus alt yapısı olarak etnik Ermeni yoğunlaşması, Rusya sayesinde gerçekleşmiştir. Çarlık yönetimi bir taraftan Anadolu’dan, İran’dan Ermenileri cebren veya vaatlerle yerleştirirken diğer taraftan Türkleri katlederek, bölgeden uzaklaştırarak Ermenistanlaştırma projesini hayata geçirmiştir. Bu projede başta İngiltere olmak üzere diğer sömürgecilerin ayrı katkısı ve hesabı söz konusu idi. Kısaca Rusya’nın hedefi Kafkasya üzerinden sıcak denizler iken İngiltere ise Türkiye ve Türkistan arasına set çekme projesini hayata geçirmekteydi.
Çarlık döneminde başlayan Ermenistanlaştırma, Sovyet döneminde farklı yöntemlerle sürdürülmüştür. Öyle ki Müslüman Türklerin dili, dini, mabetleri, alfabesi yozlaştırılıp değiştirilirken Ermenilerinki her yönüyle korunup takviye edilmiştir. Sovyetler Birliği yıkılmadan Moskova yönetimi eski Sovyet cumhuriyetlerini adeta kaçarak terkederken Ermenistan’a özel muamelede bulunmuş, Karabağ’ı Azerbaycan’dan koparmak için her türlü riski göze almıştır. Ermenistan da varlık sebebi olarak ülkesinde Rus askeri nüfuzunu kabullenmiş, Karabağ’dan Bakü’ye, Doğu Anadolu hayallerini hiçbir zaman terkedememiştir. Bu süreçte Rusya ile birlikte Hristiyan, sömürgeci güçlerin desteğini de yanıbaşında bulmuştur. Kundaktaki bebelere dahi hayallerinin gerçekleşeceği ninnileri söylenirken bu uğurda cinayetler, tecavüzler, soykırımlar kutsal görev kabul edilmiştir.
Sömürgeciler arasıda her devirde çıkar çatışması yaşanmasına karşın hedefte Türkler veya Müslümanlar olunca bir şekilde uzlaşma yoluna gidilebilmiştir. Bu gerçeğe karşın Ukrayna savaşıyla batının Rusya karşıtlığı, Ermenistan’ı da kasmaktadır. Erivan’ın Moskova ve batı arasında sıkışmışlığı daha gerilere dayanmaktadır. Sovyet sonrası Ermenistan yöneticileri daha çok Moskova güdümündeki Karabağ klanından geldiği halde Paşinyan, Rusya’dan bir şekilde kurtulmak istemektedir. İşgal bölgesini genişletme girişimlerine Rusya’dan umduğu desteği bulamamıştır. Azerbaycan’ın beklenmeyen savunması ile çalıp çırptığı, işgal ettiği çok şeyini kaybetmiştir. Batının Paşinyan desteği devam ederken Rusya’nın manevra alanı daralmıştır. Çünkü Ukrayna bataklığında Azerbaycan ve Türkiye’nin de desteğine, en azından tarafsızlığına ihtiyacı bulunmakta olup Karabağ merkezindeki Ermeni varlığını korumakta zorlanmaktadır.
Ermenistan’ın işgal siyasetinin bir sebebi de Karabağ’daki altın rezervleridir. İşgal yıllarında bölgede şantiyeler kurulmuş Azerbaycan’a ait olan değerli madenlerin hırsızlanma mekanizması işlemeye başlamıştır. Ateşkes anlaşması kapsamında Hankendi’deki Ermeniler için Rus güçlerinin bulunması ve Laçin koridorunun açık kalması kabul edilirken altın madeni şantiyeleri es geçilmiştir. Ermenistan ve Rusya zaman kazanarak kendi hesaplarına göre gelişmeleri yönlendirebileceğini hesap etmiştir. Azerbaycan sivil toplum kuruluşlarının girişimiyle soygunu sonlandırma eylemleri, dünyaya Hankendi’deki Ermenileri açlığa terketme şeklinde duyurulmuştur. Aynı zamanda Rusya önderliğindeki Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü (KGAÖ) üyesi Kazakistan ve Kırgızistan’ın da yer aldığı Türk Devletleri Teşkilatı’nın Azerbaycan’a ait madenlerin Ermenistan ve diğer ortakları tarafından işletilmesini ve Karabağ’da mayın döşemeye devam edilmesini kınaması, Moskova açısından stratejik alarm olarak algılanmaktadır.
Rusya, Ermenistan’daki varlığını takviye etmek, bir anlamda Ukraynalaşamasını önlemek için KGAÖ çerçevesinde Beyaz Rusya, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan ile askeri tatbikat programını gündeme getirmiştir. Paşinyan yönetimi ise Rus varlığından kurtulmak, Rus askerini sadece emrindeki jandarma olarak görmek istemektedir. Ermenistan’ın ülkesinde, üyesi olduğu KGAÖ tatbikatlarına zorluk çıkarmasının Moskova’da esefle dillendirilmesi, Rusya çıkmazının önemli bir göstergesidir. Ermenistan Rus askerinin kendi güvenlikleri açısından tehdit unsuru olduğunu, ülkelerini terketmeleri gerektiğini resmen açıklamıştır. Rus Dışişleri Bakanlığı sözcüsü bu iddiayı saçma bulmuş, Ermenistan’ın güvenliği için ellerinden geleni yaptıklarını açıklamak zorunda kalmıştır. Bir anlamda nice risklere katlanarak Türklere karşı soykırım dahil her türlü savaş suçlarına ve 27 yıllık işgale destek verdiğini de özetlemiştir. Böylece mızrağın çuvala sığmadığı ilan edilmiştir. Sözcünün “askerlerimize kapıyı gösterme çağrısı yapan maceracılar, böyle bir adımın gerçek sonuçlarının farkında değiller” cümlesinin anlamı oldukça şümullüdür.
Rusya, Ermenistan-Azerbaycan kalıcı barışı kurma hedefini beyan ederken bu sürecin yürütücüsü/muhafızı olarak Ermenistan ve Karabağ’da kalıcı statüsünü sürdürmek istemektedir. Erivan yönetimi ise kendi emrinde, sadece daha ileri işgalleri gerçekleştiren ve Azerbaycan’ın savunmasını önleyen Rus asker ve silahına talip. Moskova’nın Erivan’dan “felsefe yapmayı bırak” talebinin arkasında bir anlamda Rusya’nın Ukrayna üzerindeki duvara çarpan felesefi iddialarındaki yanılgılarına işaret etmektedir. Azerbaycan Türklerinin Laçin koridoru üzerinden soygunu engellemesi, Paşinyan yanlısı Ermenilerce Rusların sözünde durmadığı, Hankendi’deki 120.000 Ermeni’nin açlığa terkedildiği şeklinde duyurulmaktadır. Moskova yanlısı Ermeniler ise Karabağ merkezinde sadece 40.000 Ermeni’nin bulunduğu, hayati bir sorunun olmadığını söylemektedirler.
Hankendi’de ucube Ermeni yönetimi (Artsakh) destekçilerinden Fransa’nın dahi, böyle bir yönetimi uluslararası hukuk gereği devlet olarak tanıyamadıkları itirafı, Paşinyan yönetimini de köşeye sıkıştırmıştır. Esasen Ermenistan da diplomatik manevra alanine daraltmamak gayesiyle resmen bu yönetimi devlet olarak tanıyamamıştır. Bu gelişmelere karşın soykırım iddiaları, işgal altındaki topraklar, insanlık suçu gibi iftiralarla Ermenistan yaygarayı sürdürmektedir. Aynen 1915’te milyonlarca Müslümanları katledip Türkleri soykırımla suçlamaları gibi.
Azerbaycan, Ermenistan’ın 27 yıl boyunca işgal altında tuttuğu Karabağ ve çevresinde inşaat ve madencilik faaliyetleri kapsamında çevreye verdiği tahribata karşı Bern Sözleşmesi kapsamında tahkime başvurmuştur. Bakü yönetiminin bu gibi girişimlerini dünya kamuoyu ile etkili bir şekilde paylaşması son derece önemlidir. Soykırım ve savaş suçları kapsamında da çok daha etkili girişimler beklenmektedir. Bu yöndeki her adım dünya kamuoyu ile yoğun bir şekilde paylaşılmalıdır. Rusya’nın Ermenistan çıkmazı, Azerbaycan haklı davası için oldukça kullanılışlı fırsatlar sunmaktadır. Bu fırsatları Türkiye, Moskova’nın terör örgütlerine destek politikasına karşı ve KKTC’nin tanınması konusunda da kullanmalıdır. Türk Devletleri Teşkilatı’nın Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan gibi bazı üyeleri Ermenistan ve Rusya ile ortak askeri ve ekonomik örgütlerde yer maktadır. Buna karşın teşkilatın Karabağ’dak sömürü ve işgali kınaması da önemli bir aşama olarak görülmelidir.
alaeddinyalcinkaya@gmail.com
twitter.com/alaeddinyalcink
-
Türkiye İçin NATO mu, Şanghay İşbirliği Örgütü mü?
Prof.Dr. Alaeddin Yalçınkaya
NATO mu, Şanghay İşbirliği Örgütü mü?
Şanghay İşbirliği Örgütü’nün (ŞİÖ) 2022 Özbekisan, Semerkant Zirvesi, Türkiye ile batı kurumları arasındaki ilişkilerde yeni tartışmaları gündeme getirdi. AB, daha AET iken ilişkiler kurulmuş, sözleşmeler imzalanmış, 2005’de üyelik müzakereleri başlamıştır. Hiçbir üyenin yaşamadığı oyalamalar, engellemeler, 2022 itibariyle Türkiye için devam etmektedir. AB’nin önde gelenleri böyle bir üyeliğin mümkün olmadığını söylemekte, Türkiye’de de üyeliğin gerçekleşeceğine inananlar gittikçe azalmaktadır. Bununla beraber müzakere başlıkları tartışılmakta, her yıl ilerleme raporları yayınlanmaktadır. Öte yandan önde gelen NATO üyelerinin Türkiye’ye karşı düşmanca politikaları devam etmekte, Yunanistan’ın saldırganlıklarına, ihlallerine destek verilmektedir. İttifakın patronu ABD, uzun vadeli çatışmaya yetecek silahlarla Türkiye’yi batıdan ve güneyden kuşatmıştır. Bu gerçekler, Türkiye’nin batılı kurumlardaki üyeliğini tartışmalı hale getirirken akla ziyan, jeopolitik gerçeklere aykırı, haçlı saldırganlığına destek anlamına gelen çareler arasında NATO’dan çıkarak ŞİÖ üyeliği parlatılmaktadır.
ŞİÖ, Sovyetlerin dağılmasından sonra Çin öncülüğünde Rusya, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan’ın katılımıyla 1996’da Şanghay Beşlisi olarak kuruluş sürecine girmiştir. 2001’de Özbekistan’ın katılımıyla uluslararası örgüt haline gelmiştir. Sınır güvenliğini sağlamak, tartışmalı bölgelerde uzlaşmak, terör, kaçakçılık, aşırıcılıkla mücadele ve işbirliği temel hedeflerdendir. Ekonomi, savunma, dış politika alanlarında işbirliği metinleri imzalanmış, ancak örgüt üyeliği temelli bir gelişme gerçekleşmemiştir. Bazı ŞİÖ üyeleri arasındaki ileri düzeyde ekonomik işbirliğinin örgüt tabanı bulunmamakta, hükümetler arası, daha doğru bir ifadeyle liderler arası mutabakata dayanmaktadır.
Türkistan ve Kafkasya’daki Türk devletlerinin bağımsızlıkları, nüfus ve coğrafi büyüklük bakımından bu cumhuriyetlerin toplamı civarındaki Doğu Türkistan’ın da bağımsızlığını hatıra getirmiştir. Buna karşı kadim Türk yurdunu Çinlileştirme projesi hızlandırılmıştır. ŞİÖ süreciyle de Doğu Türkistan’ın Çinlileştirilmesine perçin vurulmuştur. Terörle mücadele kapsamında mesela Müslüman cumhuriyetlerde gençlerin ve kamu görevlilerinin camiye girmeleri yasaklanmış, özellikle CIA destekli Vehhabi ve KGB destekli Şii radikallerin sundukları gerekçelerle baskılar, yasaklar birbirini izlemiştir. Bir beldede Müslümanların tarihi mührü demek olan mezarları, türbeleri yıkan, bir şekilde camiye uğrayanları tekfir ederek yaygara ve kavga çıkarma, böylece namazı dahi terör faaliyeti haline getirme misyonlu Vehhabi timlerinin arkasında ABD, CIA olduğu bilinmekle birlikte KGB’nin de her türlü yardımlarına mazhar olduğu bilinmektedir.
2017’de Hindistan ve Pakistan, 2022’de İran’ın üyeliği ile ŞİÖ genişlemiştir. Sırada gözlemci üye statüsündeki adaylar bulunmaktadır. Türkiye, gözlemci öncesi basamakta, “diyalog ortağı üye” statüsündedir. NATO ve AB ile ilgili sorunlar gündeme geldiğinde ŞİÖ ülkeleri haritası, üye ülkelerin toplam nüfusu, toplam GSMH miktarı gibi bilgilerle, Türkiye’nin batıyı bırakarak ŞİÖ’ye yönelmesi önerileri kötü niyetli, safça değilse bilgisizce muhakemelerin sonucudur. Çünkü toplam nüfus, coğrafi büyüklük veya GSMH miktarlarında ŞİÖ’nün etkisi bulunmadığı gibi, örgütün bu alanda katkısı bilinmemektedir. ŞİÖ için “Diktatörler Kulübü” yakıştırması sadece batının endişeleri veya kıskançlıkları temelli isimlendirme değil insan hakları, sosyal adalet, yönetime katılım gibi alanlardaki gerçekler bunu fazlasıyla doğrulamaktadır. Buna karşın Türkiye’nin başta komşularıyla, diğer bölge ve dünya ülkeleriyle, bu bağlamda ŞİÖ vb. uluslararası örgütlerle ilişkilerini sürdürmesi gereklidir, önemlidir. Zira hiçbir fonksiyonu kalmayan örgütlerin dahi zaman zaman ülke temsilcilerini bir araya getirmesinin olumlu sonuçları bilinmektedir.
Türkiye’nin ŞİÖ üyeliğinden kazanacaklarını görmek için mevcut üyelerin durumuna bakılmalıdır. Gerek kurucular, gerekse Hindistan, Pakistan ve İran’ın kazandığı veya kazanacağı birşey bilinmemektedir. Mesela Semerkant Zirvesi sürerken dahi Tacikistan-Kırgızistan sınır çatışmaları sürmekteydi. Bu ihtilafın sürüp gitmesinde ŞİÖ patronları Rusya ve Çin’in katkıları ayrı bir konudur. Esasen birçok üye arasında sınır sorunları bulunmakta, Rusya ve Çin bunları kaşımakta, silah satımı, hedef ülkeler üzerinde kontrolü sürdürme, barış gücü ve benzeri isimlerle yerleşme gibi sebeplerle sıcak çatışmaları beslemektedir.
ŞİÖ ülkeleri arasındaki ekonomik ilişkilerde örgütün katkısı bulunmamaktadır. Ticaretin konusu genellikle eski Sovyet cumhuriyetlerden Çin’e petrol ve gaz olup Çin’den ise sanayi ve tüketim ürünleri şeklindedir. Bu bağlamda İran ve Pakistan’ın Çin kolonileri haline gelmesi, ekonomi ve dış politikada Pekin’in uydusu olmalarının da ŞİÖ temeli bulunmamaktadır. ŞİÖ üyesi olmayan Türkiye-Çin dış ticareti 8 kat Türkiye’nin aleyhine olup, bu makas gittikçe açılmaktadır. Çin’in Türkiye’de kurduğu fabrikalar karanlık oda imalethaneleri yani sıfır istihdam esaslı olup iç pazarda Çin hegemonyasını takviye ederken fabrikaların kapanmasına, milyonların işsiz kalmasına sebep olmuştur. Kuşak-Yol projesinin ilerlemesi veya ŞİÖ üyeliği ile ekonomik işbirliğinin artması bu tabloyu Türkiye açısından daha olumsuz hale getirecektir.
AB ile Gümrük Birliği ortaklığı sanayi ve istihdam alanında Türkiye’ye önemli avantajlar bahşetmiştir. Başta Almanya olmak üzere AB üyeleri Türkiye’nin dış ticarette fazla verdiği ülkelerdendir. AB üyelik süreci, insan hakları, sosyal adalet gibi alanlardaki gelişmelerin tetikleyicisi olmuştur. Jeopolitik olarak da Avrupa’nın parçası olması, ŞİÖ üyelerindeki totalitarizm benzeri gelişmelere karşı sigortadır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yetkisinin kabul edilmiş olması da son derece önemlidir.
Türkiye’nin NATO’dan çıkmasını sadece Rusya ve Çin yönlendirmeli odaklar değil başta Siyonist sermaye olmak üzere birçok batılı mahfiller de arzu etmektedir. Batı için jeopolitik vazgeçilmezliğimiz mesela Beyaz Saray açısından gerçek olmasına karşın müesses nizamın sahipleri lobilerin kontrolündeki kurumların böyle bir kaygısı bulunmamaktadır. ABD, NATO’nun patronu olmasına karşın bu ülke ile NATO’yu özdeşleştirmek yanlıştır. S-400’lerden dolayı Washington Türkiye’ye yaptırım uygularken NATO yönetimi, her üyenin istediği ülkeden silah alma hakkının olduğunu söylemiştir.
NATO üyeliğinin artı faydası olmaması, örgütten gelecek saldırılara karşı içerde bulunmanın önemini engellemez. Kale içindeki sıkıntılar, kaleyi düşmana bırakmayı meşru kılmaz. “Def’-i Mazarret Celb-i Menâfiden (zararı önlemek, fayda kazanmaktan) Evladır” ilkesini unutmayalım. Adalarda Yunanistan yanaında ABD ve Fransa’nın, Türkiye’ye karşı saldırgan faaliyetleri sürmektedir. NATO’dan ayrılmamız durumunda GKRY ve İsrail’in NATO üyeliği bir kaç ayda gerçekleşecek, Suriye’den Dedeağaç’a karşımızda bütün NATO’yu bulacağız. Rusya-Ukrayna Savaşı, İran’daki gelişmeler, yükselen Çin gerçeği bir yana Siyonist sermaye destekli aktörlerin Türkiye’yi, NATO’dan çıkarması mümkün değildir. Bunun tek istisnası, bir adım sonrasını göremeyen, görmek istemeyen tepki temelli politikara bağlı anlık kararlardır. Türkiye’yi NATO’dan sadece Türkiye çıkarabilir. Tabii ki bu süreçte küresel sermayenin bir yerlerden müdahalesi, baskısı, ustaca kurgulanmış oyunları olabilecektir. “NATO yerine ŞİÖ” benzeri saçmalamalar, uluslarası örgütler tanımı, sınıflandırması, fonksiyonları ve jeopolitik gerçekler açısından büyük bir cahaletin delilidir. Siyasi bakımdan ise ihanet değilse körlüktür.
alaeddinyalcinkaya@gmail.com
twitter.com/alaeddinyalcink
-
Rusya-Ukrayna Savaşında Avrupa’yı Cendereye Alan Avrasyacılık
Prof.Dr. Alaeddin Yalçınkaya
Rusya-Ukrayna Savaşında Avrupa’yı Cendereye Alan Avrasyacılık
Sömürgecilik döneminden miras bırakılan anlaşmazlıklara dayanan çatışmalar bir müddet sonra kanıksanır, gündemden düşer. Afrika’da, Asya’da savaşlar yıllarca sürüp gidebilir. Fakat bültenler genellikle bunu doğal bir durum olarak değerlendirirler. Özellikle Müslüman ülkeler arasındakileri durdurma girişimlerinin altından kızıştırmak, sürekli hale getirmek çıkar. Bombalamalar, ölümler çoğu zaman haber bile olmaz. Belirli sayıyı geçerse istatistik değeri olur. Rusya-Ukrayna savaşı ise bütünüyle farklılık arzetmektedir. Slav ırkından, Ortodoks kilisesi medeniyetinden, et-tırnak mesabesindeki iki toplumdan bahsediyoruz. Öldürülenlerin çoğu sarı saçlı, mavi gözlü! Çatışmaların şiddeti, kapsamı, tehditlerin dozu yükselmektedir. Batı ile Rusya çelişkisine dayanan bu çatışmanın kapsamı gittikçe genişlemektedir. İleri aşamalarda Türkiye’nin de durumu kritiktir.
Çatışmaların başlamasından günümüze Rusya’nın küresel çaptaki sekiz patronu ölü bulundu, balkondan düştü, kazada öldü. Ortak özellikleri savaş karşıtı olmaları. Ukrayna’nın tahıl patronu öldürüldü. Çalışmalarının çoğu batı dillerine ve Türkçeye çevrilmiş olan Yeni Avrasyacılık yazarı Dugin’in siyaset bilimcisi kızı Darya Dugina, aracına konan bombanın patlamasıyla hayatını kaybetti. Bombayı yerleştiren Ukrayna vatandaşı bayanın Estonya’ya kaçtığına dair Rus iddiaları ise derin bir enformasyon projesi gibi. Seçilmiş kişilere yönelik saldırıların arkasında hangi istihbarat teşkilatlarının, devletlerin olduğuna dair ilk aşamada güçlü tahminler olsa da bir adım sonra tereddütler ortaya çıkmakta, ortalığı derin bulutlar kaplamaktadır.
Dugina’nın öldürüldüğü haberini, babası Dugin Avrasyacılığının, bunun dayandığı Kara Hakimiyeti Teorisi’nin önemsiz olduğuna dair paylaşımlardan öğrendim. Bu durum, KGB’de general Yahudi babanın, profesör Rus annenin çocuğu olan Dugin’in Sovyet sonrası Rusya’yı parselleyen Siyonist sermaye hakkında iyi şeyler yazmamasından kaynaklanabilir. Ortada suikast sonucu ceset dururken babasının önemsizliği, tezlerinin geçersizliği görüşleri o kadar hızlı yayıldı ki bu durum Dugin Avrasyacılığına belki de hak etmediği değeri kattı.
İngiliz Mackinder’in sınırları tartışmalı Kara Hakimiyeti Teorisi, aslında İngiliz hakimiyeti teorisidir. Çünkü “Kalpgâh” olarak adlandırılan bölgede kontrol sağlamak mesela Çin veya Hindistan için anlamsızdır. Mackinder’in yazılarını okumayanlar, bunun doğal sonucu olarak Rusya ve Almanya arasına duvar çekilmesi, tarafsızlaştırılmış devletler oluşturulması önerisinden de habersizdir. Bu önerilerin çoğu soğuk savaş döneminde uygulanmıştır. Önemli olan Mackinder’in görüşleri değil, bu istikametteki politikalardır.
Dugin ise Yeni Avrasyacılık stratejisini Ukrayna’yı da kapsayan “Kalpgâh” temelli kurduğu, bu anlamda Mackinder’ı putlaştırdığı halde öneriler kısmının tam aksini, Rusya-Avrupa stratejik ortaklığının gerekliliğini savunur. 1990’ların ortalarında Gürcistan ve Ukrayna’nın parçalanması görüşünü, Putin’in 10-20 yıl sonra gerçekleştirmesinin dayanağı Dugin değildir. Daha Deli Petro’nun da vasiyetnamesinde işaret ettiği jeopolitik gerçekler, Kremlin’deki kalın duvarların arkasındaki ortak değerlerdir. Dugin’in önemi ise bu gerçekleri tarihi, coğrafi, etnik, kültürel ve ekonomik boyutlarıyla, hiçbir etik sınırlamaya tabi olmadan Makyavelist tarzda Rusya’nın ‘geçici’ çıkarlarına göre kağıda dökmeyi başarmasına dayanmaktadır.
Avrasyacılık, günümüz Rus hâkimiyetinin felsefi temelini oluşturup jeopolitik gerekçelere dayanmaktadır. Her milletin, toplumun başkalarını yönetme, hâkim olma arzusu bulunmaktadır. Bu arzunun ideoloji, felsefe, mefkure, inanç vb. temeller üzerinden dillendirilmesi zarureti de bulunmaktadır. Çarlık döneminde Ortodoks ve Rus değerleri, Sovyet döneminde Sosyalist ideoloji temelli hâkimiyetin çökmesi üzerine Moskova entelijansiyasının Avrasyacılık yaklaşımı, düşünsel anlamda sığınma limanıdır. Hemen her devletin gücüne göre bölge veya dünya hakimiyeti stratejisinin dayandığı fikri alt yapı bulunmaktadır. Mesela Almanya’nın Lebensraum (hayat sahası) politikası da önemli ölçüde jeopolitik temele dayanmaktadır. ABD, İngiltere başta olmak üzere sömürgeci ülkelerin demokrasi, uygarlık götürme, günümüzde terörle mücadele gerekçesinin de altında, hedef bölgedeki hâkimiyet stratejisi vardır. İsrail’in arz-ı mev’ud söylemi, Orta Doğu’daki hâkimiyetine temel teşkil etmektedir. Bu kapsamda unutulan, unutturulan “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkuresi”nin özeti, Çinlilere karşı vatanı savunmak yanında “açları doyurmak, yalıncakları giydirmek”, yani sosyal adaleti sağlamaktır. Osman Turan’ın birincil kaynaklardan derlediği eserini her lise öğrencisinin okuması gerekirken uzmanlarının dahi haberdar olmaması, ilgi duymaması kültür ve eğitim emperyalizminin ülkemizdeki başarısının delilidir. İslâm’da devletin temelinde ise adaletle hükmetmek bulunmaktadır. Şüphesiz her bir toplum için izaha muhtaç çok daha fazla sebepler, hedefler, temeller bulunmaktadır. Bu örneklerde de görüldüğü gibi devletin varlık sebebi, diğerlerine hakim olma gerekçesiyle hedefleri, araçları iç içe geçmiş olabilir.
Avrupa’daki İngiliz-Amerikan stratejisi, Almanya ile Rusya arasına duvar çekme, iki bölge arasındaki işbirliğini önleme hedefi, önemli ölçüde soğuk savaş döneminde gerçekleşmiştir. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla coğrafyanın da sunduğu imkanlar sonucu Alman-Rus, Avrupa-Slav kaynaşması, hatta Ankara-Moskova yakınlaşması Atlantikçi cepheyi rahatsız etmiştir. ABD başkanları, her fırsatta Alman, Fransız liderlerini tokatlamışlardır. “Niçin Rusya’dan gaz alıyorsunuz”, “niçin Rusya’ya teknoloji veriyorsunuz, işbirliği yapıyorsunuz” çıkışları sürüp gitmiştir. Almanya’nın “silahımız bitti” bahanesi bu istikametteki baskılara direnme, muhtemel işbirliği için zemin koruyabilme kaygısına dayanmaktadır. Belirtmek gerekir ki Türkiye’nin maruz kaldığı düşmanca politikaların da Atlantikçi stratejiler boyutu bulunmaktadır. Zira Türkiye’nin komşularıyla, bölge devletleriyle, hele hele Türk ve İslam ülkeleriyle arasına demirperde çekmesi her dönemin sipariş listesinde yer almaktadır.
Çatışmaların başında, Rusya’dan Almanya’ya gaz taşıyan kuzey hattının kesinlikle kapatılamayacağı kanaatini paylaşanlardan idim. Eylük 2022 başı itibariyle Rusya gaz akışını bütünüyle durdurmuş durumdadır. Gerekçe olarak yaptırımlar kapsamında Alman Siemens’in teknoloji desteğini kesmiş olması iddiası, Avrasyacı stratejilerde inceldiği yerden kopma noktası olabilir. Gaz/petrol satışı kısıtlandıkça, Rusya’nın kârının artması, bu savaşın ilginç sonuçlarındandır. Buna karşın başta Almanya olmak üzere Avrupa’nın durumu pek iç açıcı değildir. Bir taraftan enerji krizi, diğer taraftan büyük pazarları kaybetmenin getirdiği ekonomik sorunlar. Soğuk savaş bittiğinde ABD’ye defol git derken bugün enerjide dahi Atlantikçilere muhtaç hale gelmiştir. Rusya vanaları kapatıp, fazla gazını boşa yakarken sadece okyanusun ötesindeki ABD değil, Brexit sonrası İngiltere de zevkten dört köşe olmuştur. Gittikçe daha fazla dillendirilen nükleer tehdidi de kimse hafife almamalı. Çünkü Avrupa’nın enerji açığını kapatmaya çalışan Ukrayna nükleer santralleri de Moskova tehdidi altında.
Bir şekilde akl-ı selimin gâlip geleceği beklenirken her geçen gün tırmanan ve hibrit bileşenleri çoğalan bu savaşın gâlipleri şimdiden Atlantikçiler olarak görülmektedir. Muhalifleri yok ederek veya sindirerek geleceğini garanti altına alan Kremlin lobisi, aynı zamanda hazinelerini de doldurmaktadır. AB veya kara Avrupası’nda Ukrayna ile birlikte sıkıntıların dozu yükselmektedir. Türkiye’nin bıçak sırtındaki ekonomik gerçeklerine ve denge siyasetine yönelik tehditlerse gittikçe artmaktadır.
alaeddinyalcinkaya@gmail.com
twitter.com/alaeddinyalcink
-
FRANSA’DA SEÇİM
FRANSA’DA SEÇİM
Gördüğüm kadarıyla, Türkiye’de yapılan sokak sorgulamalarında, genellikle Almancı yurttaşlarımız ‘Türkiye cennet, Almanya battı’ diyorlar.
Fransa gurbetçilerinin farklı düşündükleri de söylenemez.
Gerçekten de Fransızların en öncelikli sorunu % 57 ile ‘pahalılık’.
Sağlık sorunu %34 ile ikinci sırada yer alıyor.
Çevre sorunu %31 ile üçüncü.
Ardından %23 ile ‘yabancılar sorunu’ geliyor.
Suç işleme ile Ukrayna savaşı’na atfedilen önem ve emeklilik sorunu %21 ile beş, altı ve yedinci sırayı paylaşıyorlar.
Sosyal eşitsizliği sorun olarak görme oranı:%19
Eğitimde sorun olduğuna % 12’lik bir önem vermenin ardından %10 ile Dış borç sorunu geliyor.
Cumhuriyet değerleri ve laiklik %9 ile dış borç sorunundan sonra geliyor.
İşsizlik, terörizm ve toplumsal ayrımcılık %7 ile oniki, onüç ve ondördüncü sırayı alıyorlar.
Pandemi toplumun ancak %6 ile onbeşinci sırasında yeralıyor.
Siyasal yapılanma ve demokrasinin işleyişi ise Fransızların %5 oranı ile onaltıncı sırasına yerleşebilmiş bulunuyor.
Onyedinci sırada ‘Avrupa sorunu’ geliyor, oranı ise % 3.
Merkezi yönetim ile yerel yönetimler sorunu %2 ile son sırada yeralıyor.
Eğer Türkiye ile bir karşılaştırma yapılacak olursa, pahalılık dışında tüm bu önem sırasını tam tersine çevirmek gerekir diye düşünülebilir.
İşte bu koşullarda, geçtiğimiz Başkanlık Seçimlerinde, anımsanacaktır, Macron % 58’e karşı %42 ile Le Pen’i yenerek başkan seçilmişti.
Şimdi Milletvekili seçimleri yapılacak.
Le Pen’in başkanlık seçimlerinde % 42 oy almasına karşılık; milletvekili seçimlerinde 20 ile 55 arasında değişen bir sandalye kazanacağı bekleniyor.
Ortalama 30 milletvekili diyelim.
Nitekim 2017 başkanlık seçimlerinde, yine ikinci tura kalmasına karşılık milletvekili seçimlerinde ancak 8 sandalye kazanmıştı.
Macron’un ise, 577 sandalyeli Millet Meclisine 275-315 aralığında, yani ortalama 300 milletvekili çıkaracağı bekleniyor.
Hatta salt çoğunluk olan 289 sandalyeyi bulamaması bile söylenebilir.
Sol/soyalist blok’un 160-200 aralığında, yani ortalama 180 milletvekili kazanacağı öngörülüyor.
Diğer sol’un ortalama 10 ve diğer sağın 40/50 sandalye kazanması bekleniyor.
2017 seçimlerine oranla, bu kez Fransa’da Sol’un bir yükseliş ve sağın ise bir düşüş eğilimine girdiği söylenebilir.
Ancak Türkiye ile karşılaştırılması yapılabilecek konu, bence, Marine Le Pen’in tüm sağın desteğini alarak %42 oy oranı ile ikinci tura kalmış olmasına karşılık, milletvekili seçimlerinde ancak ortalama 30 ve tüm sağın ancak 80 ile 100 aralığında bir sandalye kazanabilecek olmasıdır.
Darısı Dr Recep’in başına diyelim.
Somutlaştıracak olursak, Dr Recep ya da yerine aday olacak isim %40’lara varan bir oranla Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ikinci tura kalsalar bile; milletvekili seçimlerinde 200 sandalyeyi bile bulamayacak olabilirler.
Zaten bu 200’e yakın isim birer ‘sandalye’ olmanın ötesinde bir önem taşıyamayacaktır.
Çünkü, hâlâ AKP’nin ‘dava’sı ve ya da varsa ‘değerleri’ni savunan her kim olursa olsun, bence, birer kuru sandalye ya da çalıp çırptıkları ile ancak birer ‘koltuk’ olabilirler.
Ya da Dr Recep’in ‘Koltuk değeneği’.
Kendi payıma, benim bunları birgün kucaklayabileceğimi düşünemiyorum.
Ayrımcılıksa, ayrımcılık.
Ne kadar sempatik olurlarsa olsunlar, ben bu tipleri kucaklayamam.
O nedenle, sakın bugüne değin AKP ya da MHP’de yeralmış olup da, gelecekte kopacak olanlar olursa, bunlar ‘onurunu korudu’ diye kucaklanmaya kalkılmasın.
Olmayan bir şey korunur muymuş?
-
Avrupa, İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya katılımını Gerçekten İstiyor mu?
Prof.Dr. Alaeddin Yalçınkaya
Avrupa, İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya katılımını Gerçekten İstiyor mu?
İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliği konusunda Türkiye’nin itirazları, AB açısından paratöner fonksiyonu görmektedir. Bütün NATO üyeleri, bu iki kritik ülkenin üyeliğini sanki iştiyakla beklerken sadece Türkiye veto ediyormuş izlenimi, uygun bir meta olarak kullanılmaktadır. Akşam sabah şehit cenazeleri gelirken terörle mücadelede müttefiklerince sırtından hançerlenen Türkiye, yeni müttefiklerle bu ihanetin daha da genişleyeceğini her fırsatta dile getirmelidir. Bununla beraber konunun daha derin boyutları bulunmaktadır: 1. Başta Almanya olmak üzere diğer üyeler, NATO’nun, Rusya’nın hassas yerlerine kadar genişlemesini ne kadar destekliyor? 2. NATO’nun mevcut üyelerinin terör örgütüne hamilik derecesi, muhtemel üyelerinden en az yüz kat fazla! 3. NATO’nun genişlemesinin Türkiye-Rusya İlişkilerine etkisi.
İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliklerine karşı Türk vetosu yaygarası, batının iç çelişkilerini örtbas etmede uygun bir enstrüman olarak pazarlanmaktadır. Türkiye’nin NATO üyeliğinden hiç de hazzetmeyen Ermeni, Rum, hatta Yahudi lobileri ile diğer Türk düşmanı cephelerin faaliyetleri ayrı bir konudur. En ezından Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (GKRY) ve İsrail’in NATO üyeliği veya ileri işbirliğine karşı Türkiye engelinden, Türkiye’deki ulusalcılar ve muhafazakarlar da haberdar olsa gerek. Buna karşın vatansever kimlikle “Türkiye’nin NATO’dan ayrılmasının” gündeme getirilmesi son derece tehlikelidir. Yani GKRY’nin üyeliği önündeki engel kaldırılmalı ve Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin haklarına karşı NATO cephesi oluşturulmalıdır. Kara Avrupasından daha fazla koparabilmek için dönemin İngiliz başbakanının blöf niyetiyle Brexit’i gündeme getirmesinden dolayı bugün en fazla kendisi dizlerini dövmektedir. Sandık başına gitme zahmetine katlanmayanlar veya Brexit yönünde oy kullananların da önemli bir kısmı pişman oldular. Cameron defalarca yeni referendum talebinde bulundu ancak ok yaydan çıkmıştı. Ağızdan çıkan bir sözün küresel medyaca bilgisiz yığınlara mal edilmesi, kışkırtılması, hiç de beklenmeyen yönde kullanılması zor değildir.
Başta terör örgütünün bir numaralı destekçisi ABD olmak üzere Türkiye düşmanı cephenin önde gelenleri her fırsatta bu ülkenin önemini, teröröle mücadelesinde haklılığını, teröre destek politikalarını gözden geçirme gereğini lafla da olsa ikrar ihtiyacı duyuyorlarsa, bunun temelinde Türkiye’nin NATO üyeliği bulunmaktadır. Türkiye’nin jeopolitik önemi elbette tartışmasızdır. Ancak mesela başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez ülkeleri de ABD’nin öz askeri üsleri olup NATO üyesi değillerdir. Çünkü devletin kurumsallaşmadığı bu gibi ülkelerde herşey kişileri ikna, tehdit veya satın almayla halledilebilmektedir. Bu anlamda NATO üyesi olmayan Türkiye’yi kendi küresel çıkarları doğrultusunda kullanmak ABD açısından daha kolay olabilir. Belirtelim ki sadece NATO’dan gelecek saldırı ve tehditlere karşı bile NATO üyeliğimiz son derece önemlidir.
Yunanistan ve Fransa’nın, ayrıldıklarına bin pişman olduktan sonra yeniden NATO’ya dönüşleri kolay olmamıştır. Hesapsız kitapsız çıkışlarla bu kaleyi terketmeyi telaffuz edebilen liderlere, bu örgütün temel sözleşmesini, üyelikten kaynaklanan avantajları, içeride ve dışarıda olmanın güvenlik ve siyasi boyutlarını lütfen danışmanlar ordusu bir daha anlatsın. Ülkemizin yanıbaşında teröristan devleti kuran ABD’ye (NATO’ya değil) rest çekmek gerekiyorsa geçmişte olduğu gibi başta İncirlik olmak üzere ABD üslerinin kapatılması, bu yönde somut adımlar atılması çok daha elzemdir. Pentegon isterse alternatif olarak gördüğü İsrail’de, Yunanistan’da, hatta Suriye topraklarındaki teröristan arazisinde yeni üsler kurmayı denesin.
Başta Almanya olmak üzere birçok ülke, Avrupa’da NATO üzerinden ABD varlığını her fırsatta sorgulamışlardır. Ukrayna krizi, aslında bu sorgulamaya karşı kumpas olup NATO karşıtlarının seslerini kesmeyi sağlamıştır. Bu bağlamda saldırılar başlayıncaya kadar Ukrayna’nın, NATO dahil istediği örgüte girme hakkının bir tuzak olduğu daha iyi anlaşılmaktadır. Hal böyle iken Rusya’nın yanıbaşındaki iki ülkenin de önemli ölçüde ulusal ve uluslararası dayatmalar sonucu NATO üyeliklerinin gündeme gelmesi derin oyunun yeni sahneleri olarak görülmektedir. Bu süreçte mesela Hırvatistan’ın veto beyanı, aslında Almanya’nın yönlendirmesi ile ortaya konmuş “elde var bir” olarak değerlendirilebilir. İki adayın üyelik süreci başladıktan sonra daha bir çok engeller ortaya çıkabilecektir. Ancak bu aşamada Türkiye’nin cephedeki karşı görüntüsü yeterli bulunmaktadır. Belirtilen tespitler, Rus saldırganlığı veya barbarlığını haklı çıkarmayıp bu gerçeklerin baştan hesaba katılması gerektiğine işaret etmektedir.
NATO’da baş müttefikimiz, ülkemizde özel üsleri bulunan ABD’nin teröre desteğinden öteye bu örgütü kurup yönettiğini, on binlerce tırlık ölüm makinelerini teröristlerle birlikte yanıbaşımızda konuşlandırdığını, her fırsatta gündemde tutmak gerekmektedir. Bu konudaki belge ve delilleri sadece Pentegaon veya CIA yetkilileriyle paylaşmak yetmez, zaten onlarda fazlasıyla bu var. Fakat öncelikle bu delillerin ulusal ve uluslararası kamuoyu ile, özellikle dost ve tarafsız ülkelerle paylaşılması gerek. Aynı şekilde Fransa, Almanya, İngiltere ile diğer NATO üyelerinin gerek ittifak anlaşmasına gerekse kendi iç hukuk düzenlemelerine aykırı bir şekilde teröre desteğini kamuoyu ile paylaşmak, resmi görüşmelerde yazılı olarak tespit etmek önemlidir. Bu bağlamda kamu diplomasisi araçları olabildiğince kullanılarak gerektiğinde kendi medya, sivil toplum kuruluşları ve yargı mercilerine başvuru yolları aranmalıdır.
PKK’nın Avrupa ülkelerinde, AB ve Avrupa Konseyi zeminlerinde cirit atmasına karşın Diyarbakır annelerinin, terör mağdurlarının, şehit yakınları ve gazilerimizin de buralarda seslerini duyurmaları için ilgili kuruluşlar desteklenmelidir. Bütün bunlar, üyelik kapısında bekleyen İsveç ve Finlandiya ile pazarlıkları hafife almak anlamına gelmemektedir. Muhtemelen bu ülkeler, istenen talepleri karşılayıp üyelik sürecine girebilecektir. Üye olduktan sonra ise mevcut üyelerin yaptıklarını yapmamasının garantisi olmayacaktır.
NATO genişlemesinin asıl hedefi Rusya, Türkiye’nin birçok açıdan göbekten bağlı olduğu bir anlamda stratejik müttefikidir. Petrol ve doğalgazda aşama aşama telafi edilebilecek bağımlılık olmasına karşın nükleer santral, S-400, beşinci nesil savaş uçakları, turizm ve gıda gibi birçok alan bulunmaktadır. Buna karşın Rusya’nın PKK’yı terör örgütü olarak kabul etmediği, ülkesinde temsilciliğinin bulunduğunu hatırlatalım. Bütün bunların ötesinde Suriye’deki son derece hassas mevcudiyetimizin de temeli, uluslararası hukuk temeli olmayan Putin taahhütleridir. Bu bağlamda ABD, PKK’yı (PYD, YPG’yi değil) terör örgütü kabul etmiş, fakat uygulamada bunun dahi sonucu görülmemiştir. Tescilli örgüt liderleri, üst düzey CENTCOM komutanlarıyla her fırsatta poz vererek bunları cesurca paylaşabilmektedirler. Sadece bu fotoğrafları kullanarak Türkiye’nin NATO, Uluslararası kuruluşlar, hatta ABD iç yargı yollarını kullanması mümkündür. İsveç ve Finlandiya’nın adaylıklarının, terörle mücadelede Türkiye’ye sunduğu çok daha geniş manevra alanlarının değerlendirilmesi elzemdir.
alaeddinyalcinkaya@gmail.com
twitter.com/alaeddinyalcink