Mustafa Kemal Atatürk’ün, 82 Yıl Önce,31 Temmuz 1920 Tarihinde, Afyonkarahisar Kolordu Dairesi’nde Subaylara Hitaben Yaptığı Konuşmanın Tam Metni:
“Millet bağımsızlığının korunmasını ordudan, ordunun ruhunu teşkil eden subaylardan bekler. İşte subayların yüce olan vazifesi budur. Milletin bağımsızlığı ihlal edilirse bunun vebali subaylara ait olacaktır.”
“Orduyu imha etmek için mutlaka subayını mahvetmek, aşağılamak lazımdır. Kumandanlarımıza ve subaylarımıza tecavüz ve taarruza başladılar. Askerlik izzetinefsini yok etmeye gayret ettiler.”
“Kuvveti olmayan, dolayısıyla mücadele edemeyen bir millet, mahkûm ve esir vaziyettedir. Böyle bir milletin bağımsızlığı gasp olunur.”
“Dünyada hayat için, insanca yaşamak için bağımsızlık lazımdır. Bağımsızlık sahibi olmak için kuvvet sahibi olmak ve bunun için mevcudiyetini ispat etmek icap eder. Kuvvet ordudur.”
“Milletimiz, ordusundan yoksun bırakılma girişimiyle karşı karşıyadır.”
Efendiler!
Eski silah arkadaşlarımla böyle yakından ve samimi temasta bulunmaktan büyük vicdani zevk hissediyorum. Sizinle oturup uzun hasbıhal etmek isterdim. Fakat çoksunuz; müsait yer de yoktur. Bu sebeple hissiyatımı birkaç cümle ile mülahaza etmekle yetineceğim.
Arkadaşlar!
İngilizler ve yardımcıları milletimizin bağımsızlığını imhaya karar vermişlerdir. Milletler bağımsızlıklarını hiç kimsenin lütuf ve atıfetine borçlu değildir. Hiç kimse kimseye, hiçbir millet diğer millete hürriyet ve bağımsızlık vermez. Milletlerde tabiaten ve yaratılıştan mevcut olan bu hak, milletlerce kuvvetle, mücadele ile mahfuz bulundurulur. Kuvveti olmayan, dolayısıyla mücadele edemeyen bir millet, mahkûm ve esir vaziyettedir. Böyle bir milletin bağımsızlığı gasp olunur.
Dünyada hayat için, insanca yaşamak için bağımsızlık lazımdır. Bağımsızlık sahibi olmak için kuvvet sahibi olmak ve bunun için mevcudiyetini ispat etmek icap eder.
Kuvvet ordudur.
Ordunun hayat ve saadet kaynağı, bağımsızlığı takdir eden milletin, kuvvetin lüzumuna olan vicdani imanıdır. İngilizler, milletimizi bağımsızlıktan mahrum etmek için, pek tabii olarak evvela onu ordudan mahrum etmek çarelerine giriştiler. Mütareke şartlarının tatbikatı ile silahlarımızı, cephanelerimizi, bütün müdafaa vasıtalarımızı elimizden almaya çalıştılar. Sonra kumandanlarımıza ve subaylarımıza tecavüz ve taarruza başladılar. Askerlik izzetinefsini yok etmeye gayret ettiler.
Ordumuzu tamamen lağvederek, milleti bağımsızlığını muhafaza için muhtaç olduğu dayanak noktasından mahrum etmeye teşebbüs ettiler. Bir taraftan da müdafaasız, ordusuz bıraktıklarını zannettikleri milletin de izzetinefsine, her türlü haklarına ve mukaddesatına taarruzla milleti alçaklığa, boyun eğmeye alıştırmak planını takip ettiler ve ediyorlar. Her halde ordu, düşmanlarımızın birinci taarruz hedefi oldu.
Orduyu imha etmek için mutlaka subayını mahvetmek, aşağılamak lazımdır. Buna da teşebbüs ettiler. Bundan sonra milleti koyun sürüsü gibi boğazlamakta engeller ve müşkülat kalmaz. Bu hakikat karşısında ve içinde bulunduğumuz vaziyete göre subaylar heyetimize düşen vazifenin mahiyeti, ehemmiyeti ve kıymeti kendiliğinden meydana çıkar.
Milletimiz hür ve bağımsız yaşamak lüzumuna tam bir iman ile kani olmuş ve buna kati azim ile karar vermiştir. Zaman zaman şurada burada üzüntü verici karaktersizliklerin görülmüş olması hiçbir vakit milletimizin genel kanaatine, hakiki imasına sekte vurmamıştır ve vuramayacaktır. Dolayısıyla kuvvetin, ordunun vücudu için lazım olduğunu söylediğim kaynak ki milletin vicdanı imanıdır-mevcuttur.
Ordu ise arkadaşlar, ancak subaylar heyeti sayesinde vücut bulur. Malum bir askeri hakikat, felsefi hakikattir; “ordunun ruhu subaylardadır”. O halde subaylarımız, düşmanlarımız tarafından yıkılmak istenilen ordumuzu tamir edecek ve canlandıracak ve ordu ve milletimizin bağımsızlığını muhafaza edecektir. Millet, bağımsızlığının muhafazasından ibaret olan hayati gayesinin teminini ordudan, ordunun ruhunu teşkil eden subaylardan bekler. İşte subayların yüce olan vazifesi budur.
Allah göstermesin, milletin bağımsızlığı ihlal edilirse bunun vebali subaylara ait olacaktır.
Subaylar, izah ettiğim yüce, mukaddes ve bütün açılardan üzerlerine düşen vazife itibariyle, bütün mevcudiyetleriyle ve bütün dikkat ve ferasetleriyle giriştiğimiz bağımsızlık mücadelesinde, birinci derecede faal ve fedakâr olmak mecburiyetindedirler. Şahsi ve hususi hayatları itibariyle de subaylar, fedakârlar sınıflarının en önünde bulunmak mecburiyetindedirler. Çünkü düşmanlarımız herkesten evvel onları öldürürler. Onları aşağılar ve hor görürler.
Hayatında bir an olsa bile subaylık yapmamış, subaylık izzetinefsini, şerefini duymuş, ölümü küçümsemiş bir insan, hayatta iken, düşmanın tasarladığı ve reva gördüğü bu muamelelere katlanamaz. Onun yaşamak için bir çaresi vardır: Şerefini korumak! Hâlbuki düşmanlarımızın da kastettiği, o şerefi ayaklar altına almaktır. Dolayısıyla subay için “ya istiklal, ya ölüm” vardır. Fakat arkadaşlar ölmeyeceğiz, bağımsızlığımızı muhafaza ederek yaşayacağız ve milletimizi daima bağımsız görmekle bahtiyar olacağız!
Yazar: A.Türer YENER
-
Mustafa Kemal Atatürk’ün Afyon’da Türk Subayına Hitabı
-
ATATÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ
Milliyetçilik konusundaki sınıflandırmalardan en etkin
olanlarından biri Milliyetçiliğin Fransız ve Alman tarzı olarak ikiye
ayrılmasıdır. Alman tarzı milliyetçiliğin en önemli özelliği etnik ve
kültürel temele dayanmasıdır. Fransız tarzı olarak kabul edilen daha
erken milliyetçilik ise devlet temelli bir milliyetçiliktir. Bu anlayışa göre
devletin yurttaşı olmak ve kader birliğini benimsemek o milletten olmak
için yeterlidir. Etnik köken ve din gibi unsurlar ikinci plandadır. İşte
Türkiye Cumhuriyetinin ilk döneminde görülen milliyetçilik anlayışı da
Fransız örneğindekine benzer nitelikler taşır. Ancak burada tam bir
eşdeğerlilik söz konusu değildir. Zaten millet ve devlet olgularının ortaya
çıkışındaki sıralama açısından bakıldığında da ne Fransa’daki gibi
milliyetçilik ve ulus devlet olgularının eş zamanlı olarak ortaya çıkması
ne de Almanya’da olduğu gibi milliyetçiliğin ulus devletten yarım asır
önce ortaya çıkması durumu söz konusudur. Bununla birlikte Türkiye’de
Almanya’daki gibi “devletini arayan bir millet” değil aksine “milletini
arayan bir devlet”ten söz etmek daha anlamlıdır17. Hal böyle iken de
milliyetçilik devlet eliyle ikame edilen bir olgu olarak Atatürk
milliyetçiliği şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Atatürk milliyetçiliği tıpkı
milliyetçilik kavramı gibi değişik tanımlamalara ve isimlendirmelere tabi
tutulmuştur. Atatürk milliyetçiliği için Resmi milliyetçilik ya da Kemalist
milliyetçilik tanımlarını görmek mümkündür. Ancak biz burada Atatürk
milliyetçiliğini, Atatürk’ün görüşlerini temel alan, moderniteyi amaç
edinen ama bunun yanında kendine özgü yanları ağır basan bir ulus
devlet ideolojisi olarak ele almaya çalışacağız. Nasıl tanımlanırsa
tanımlansın, adına ne denilirse densin burada açıklamaya çalışacağımız
milliyetçiliğin oluşumundaki ana referans Atatürk’ün bizatihi kendisidir.
O halde evvela Atatürk’ün milleti ve milliyetçiliği nasıl algıladığına
bakmak yerinde olacaktır.
SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi
Sosyal Bilimler Dergisi
Aralık 2007, Sayı:16, s.s.113-140. -
Hukuk alanında Türkçü devrim
Hukuk alanında Türkçü devrim
Hukuki Türkçülüğün temelini asri bir hukuk vücuda getirmek şeklinde dile getiren Gökalp, Milli hukukun bütün kollarının teokrasi ve dini tebaaların bakiyesinden kurtarılması gerektiğinden bahseder. Cumhuriyet döneminde kısa süreliğine hukukun şekil değiştirmesi ile karşılaşsak da bu uzun sürmemiş, halife ve sultanlar sultası tekrar ülkenin üzerine karabasan gibi çökmüştür.
Asri devletler hem kanun yapıcı hem de vatan idaresi alanında doğrudan millete bağlıdır. Milletin bu gücünü (millet kavramı ayrıntılı bir şekilde programlandığı sürece geçerli olabilir, yığınların kanun yapıcılığı ve vatan idaresi mevhumları tartışmalıdır) yok edecek hiçbir makam, anane ve hak bulunmamaktadır.
Asri aile vücuda getirilmesi gayesine de değinen Gökalp, erkekle kadının nikahta, ayrılıkta, mirasta, mesleki ve siyasi haklarda eşit olmasını gerekli kılar.
Atsız Ata nispi adalet olgusunu tarif ederek;
İnsanlar hak ve hukuk bakımından da hiçbir zaman eşit olmamışlardır. Kanunlar devlet başkanı ile herhangi birisine yapılan hareketi aynı şekilde cezalandırmaz. Ancak insanlar, ıstırapların azaltılması için aradaki farkı mümkün mertebe azaltarak nispi bir adalet ve eşitlik kurmaya çalışmışlardır. (Ötüken, 1970, Sayı: 11)
Ve nihayet bir anayasa sadece bir hukuk işi miydi? Aynı zamanda tarihi gelişmenin sonucu değil miydi? Öyleyse bu anayasa hazırlanırken neden tarihçilerin düşüncesi sorulmamıştı? Sorulmalıydı. Çünkü hukukçularımızın cihan piyasasındaki mevkii ancak sıra adamı olmaktan ibaretken tarihçilerimizin uluslararası ünü ve yeri vardı. Bu yapılmadı. Yapılamadığı için Türk devletinin “sosyal” devlet olduğu kaydolundu. “Türkçü” devlet olduğu kaydolunmadı. Onun için ben bu anayasaya “hayır” dedim. (Ötüken, 1967, Sayı:40)
Memleket gençliğine öğretilmesi icap eden bir inkılâp ideolojisi, bir eski Türk hukuku vardır. (Atsız Mecmua, 15 Ağustos 1932, Sayı: 16)
Bir memleketin Üniversiteleri hainlerin yuvası durumuna düşmüşse, demokratik zaruretler ve barış söylemleri yüzünden bunlara göz yumuluyorsa o ülkenin geleceğini kestirmek için kâhin olmaya lüzum yoktur.
Demokrasi, anayasa, hukuk devleti, kanun, insan hakları gibi teranelere kapılarak tedbirde kusur edenleri tarih bağışlamaz. Tarihin cezası tüyler ürperticidir. (Ötüken, 12 Ekim 1965, Sayı: 22)
Roma hukukunu, Yunan teşkilâtını su gibi bilen, bülbül gibi okuyan müderrisler bunu tedvin etmeyi akıllarına getirdiler mi? Şu veya bu dersin tarihini okutan profesörler Fransız hukukuna göre yazılmış olan ve Türkiye’yi solda sıfır bırakan eserleri papağan gibi tekrardan başka ne yaptılar? İçtimaiyat derslerinde Avustralya’nın vahşî kabilelerinin isimleri yanında “Türk” adı kaç kere geçti? Halbuki bu müderrisler inkılâba olan sadakatlerini şekil itibariyle göstermekten bir an bile geri kalmadılar. Sayın Hukuk Profesörleri 2000 kişiye birden ders verecek kadar bilim ve hatta dehâ sahibidirler. Haftada dört saat dersi olan bu dâhiler, şu 2000 garibi dörde bölerek 500’er kişilik guruplara ayrı ayrı ders vermeyi ve o hengâmeyi birer sınıf haline getirmeyi bir türlü düşünemezler. Hayır, düşünmesine düşünürler ama bunun için ayrı ücret beklerler. Çünkü haftada 8 veya 12 saat ders verirlerse, dışarıdaki hukuksal danışmadan gelecek kazanç baltalanacaktır. (Ötüken, 16 Temmuz 1964, Sayı: 7)
Bütün alanlarda olması gerektiği gibi mevcut akademik kadroların da topyekun yenilenmesi ve Türkçülük ilkeleri doğrultusunda donatılması ve bu yönde istikamete sokulması gerekmektedir. Yukarıda tarif edilen akademik kadroların günümüzdeki paçozlukları hali hazırda devam etmektedir.
“Kendimize dönelim. Ahlâk, edebiyat, musiki, giyim, zevk, yemek, eğlence, hukuk, aile, görenek, gelenek ve her şeyde millî olalım.” (Nihal Atsız, ―Gençlik ve Ahlaklı Türk Ülküsü, s.83.)
Ekonomide Türkçü Devrim (İktisadi Vatanperverlik)
Bir bütün olarak iktisat ya da ekonominin yapısı, , siyaset ve içtimai yapılanmalar ile yakından ilişkili olduğundan aşağıda konuyu bu yönü ile değerlendirmek istedim.
İktisadi doktrinler çabuk değişir. Değişmeyen prensipler milliyetçilik ve beynelmilelciliktir.(Ötüken, Şubat 1968,50. Sayı)
1944’te “İktisadi ve Malî Devrim ve Düzeltimler” başlığı ile verilen milli iktisat programı Eski Türklerde iktisat anlayışına kadar uzanır. Bu anlayışta kendi kendine yetebilme durumu dahil olmak üzere Ziya Gökalp’in pek çok iktisadi düşüncesi bulunmaktadır;
“Çok eskiden Türkler, iktisat hayatına çok büyük önem verirlerdi. Orta Asya’da yaşadıkları vakit, uygar bir ulus oldukları için, bütün ihtiyaçlarını kendileri sağlarlardı. Hayvan yetiştirirler, toprağı işlerler, kumaş dokurlar, demir döverler, her ziraatı yaparlardı. Sonra sonra bulundukları yerler, kendilerine dar gelmeye başladı. Dağılarak başka yerlere yerleştiler. Bütün Asya’yı baştanbaşa kapladılar. O vakit Çin Denizinden Akdeniz’e kadar, Asya’nın ticaretini ellerinde bulundurdular” (Su ve Duru,1944, s.261).
Gökalp’in Türkçülük anlayışı doğrultusunda da anlaşılabilecek iktisat konusu 1944’teki ders kitabı Gökalp’in düşüncelerinin en açık biçimini vermektedir.
“İktisadi kalkınma, yol ve liman, atom, roket, uzay milli ülkü olamaz. Bunlar nasıl olsa elde edilecektir. Fakat çok mühim olduğu halde mutlaka verilemeyecek olan hayati nesne “ülkü”dür. O ülküyü, düşünüp taşınarak zorla yaratmaya da ihtiyacımız yoktur. O hazır olarak yanı başımızda duruyor: Dış Türkler…” (Ötüken, 1970, Sayı: 2/(74), Gözlem, 1968, Sayı: 5)
İktisat ilmi, bir milletin iktisadi hayatını tanzim eder ve o milletin istikbaline yön verir.
İktisadi kalkınma ile her şey bitmez. İktisadi kalkınma aldatıcı da olabilir…
“Fabrika, baraj, yol, okul, hepsi iyi… Fakat manevi yükselme? Milli ülküyü tahribe çalışan öğretmenler, milli yapıyı yıkmaya çalışan kitaplar, piyesler, filimler ne oluyor? Bunlar arada bir görülen nesneler de değil. Sistemli ve ısrarlı boyuna devam ediyor.
Hükümet, seçim kanunundaki milli bakiye usulünü değiştirmek gibi kendine hemen hiçbir faydası dokunmayacak konularla uğraşacağına anayasanın aksayan tarafları dâhil bütün kanunların gediklerini tıkayacak hayırlı teşebbüslere girişse, diğer partilerin güvenilen unsurlarıyla da iş birliği yaparak Türkiye’yi millileştirse olmaz mı?
Türkiye’ye çıkarlarımla değil, yalnızca atalarımın kanı, milli ülkü ve şerefimle bağlı olduğum için milli bir tehlikeyi önlemenin yollarını özetleyerek gösterdim.
Bu benim görevimdi. Bu görev sonuna kadar devam edecektir.” (Ötüken, 1967, Sayı: 43)
İktisadi görüşe göre sosyal adalet düşüncesi bugün hemen herkes tarafından benimsenmiş olduğundan artık millet meclislerinde partileri bu görüşe göre sıralamak asla doğru değildir. (Ötüken, Şubat 1968,50. Sayı)
Kısa ifadeler ve görüşler ile geçtiğimiz hadiseler, iktisadi bakışla her biri tek başına birer büyük haldir. Bunlar bizim maddi ve manevi birçok hazinelerimizi tükettiler. Fakat bütün bunlara mukabil hürriyet ve istiklalimizi kazandık. Milli hudutlarımız, içinde milli mevcudiyetimize sahip olduk. Bütün bu harikaların meydana gelmesinde olduğu gibi bütün bu iflas ettirici hadiselerin karşısında da biricik istinadımız Türk köylüsü oldu. İşte bu fedakârlıkların büyük zararlarını da Türk köylüsü malı ve canı ile ödedi. İktisadi nazariyeler hilafına olarak açlığı ahlaksızlığa, sefaleti esirliğe, ıstırabı serseriliğe tercih etti. Biz bu halkın tükenmez bir hazine olduğuna ve onun enerjisine inanıyoruz. Çünkü o bunları tarihimizin her safhasında ispat etti ve gösterdi.
“Her şeye katlandık ve kazandık. Her şeye katlanacak ve kazanacağız.
Onun için iktisadi seferberlik var. İsraflara sefahatlere elveda…
Eski Türklerin; ziraat ve ticaret konularında askeri de olduğu gibi başarılı olduklarını vurgulayan iktisat düşüncesi; Türk kültürünü yükseltmek anlamındaki Türkçülük ile paraleldir. Milli iktisat konusu 1944’te köycülük politikasıyla devam eder. “Köylüye Verilen Hususi Önem” başlığıyla köylü nüfusun toplam nüfusun yüzde yetmişini oluşturduğu ve köylüyü rahat yaşatmak, korumak için üzerindeki ağır verginin kaldırılması gerektiği üzerinde durulmuştur. Bu vergi de aşar vergisidir. Mustafa Kemal’in “Köylü milletin efendisidir” düşüncesiyle paralel olarak Ziya Gökalp’in köycülük siyaseti üzerine düşündükleri 1944’te köylüyü bilinçlendirmek olarak çıkmaktadır. Bununla beraber; Ziraat okullarının açılması, Ziraat Bankası’nın kurulması, Gazi Orman çiftliğinin kurulması Ziraat alanında yapılan yenilikler olarak 1944’te yazılmıştır.” (Su ve Duru,1944).
Köycülük siyasetinin esasları bugün için de geçerlidir;
1. “Köylüden ezici vergilerin kaldırılması
2. Köylünün üretim imkanlarının artırılması
3. Köylünün bilgi ve görüşünü yükseltecek tertiplerin alınması
4. Toprağı olmayan köylülere toprak verilmesi”
Günümüzde de yer üstü ve yer altı kaynakları ile zengin toprakların çevrelediği bir alana sahip olmamız stratejik açıdan düşmanlarımızın iştahlarını daha da çok kabartmaktadır. Uranyum, Bor, Altın, Gümüş, Doğalgaz, Su, Toprak vb. kaynakların mevcudiyeti, Tarımsal-Biyolojik Çeşitlilik açısından zengin bir bitki ve canlı sistemine sahip olmamız, en büyük iktisadi ve kalkınma hamlelerini en hızlı şekilde gerçekleştirmemizin ön koşuludur.
Gıda devleri Türk toplumunun ve nesillerimiz gelişimini yok edecek teknolojik ürünler ile ülkemizi kuşattıklarından en acil şekilde yerli tohum ve üretim tesislerine hız vermemiz, dışa bağımlılığı yakamızdan silkip atmamız gerekmektedir. Önümüzdeki 20 yıllık süreçte su savaşları da kapımızda olacaktır.
İktisat alanında çizilen yol, tam bağımsızlığı milli ekonomi ile güçlendirecek yoldur. Milli ekonomi ise devletin var olan kaynakları kullanması, koruması ve geliştirmesi ile ilgilidir. Devletçilik ilkesi ile somut hale getirilmiş olan tam da budur!
Devletçilik politikasının resmi bir ilke olarak kabul edilmediği yıllarda, iktisadi yatırımların tartışıldığı bir meclis oturumunda söz alan Akçura, devletin ekonomideki rolünün artmasından duyduğu memnuniyeti şöyle dile getirir:
“Efendiler, yalnız iktisadi teşkilat değil, devletçilik yani iktisatta devletçilik fikrinin hükümetimiz tarafından makbul addedildiğini ve encümenimiz tarafından da tasvip edildiğini görüyorum. Filhakika devlet inhisarları, devlet idareleri, şimendiferlerin alınması ve saire iktisatta devletçilik fikrinin hamdolsun bizde de başladığını gösteriyor.”
Atatürk’ün, “Bu memleketi mamure haline, cennet haline getirecek olan esbab, avamil-i iktisadiye ve faaliyet-i iktisadiyedir” sözü devletçiliğin halkın da katılacağı bir ekonomi modeli olacağını işaret etmekte kullanılmıştır.
Ziya Gökalp’in bahsettiği büyük sanayinin kurulması hedefi ile paralel olarak 1945’te bahsedilen, 1938’de özel sermaye ile gelmiş ve endüstri müesseselerini korumak, teşvik etmek, devlet eliyle endüstri müessesi kurmak olarak belirlenmiştir (Karal, 1945; Gökalp, 1976f).
Gökalp iktisadi hayatı üç başlıkta toplar;
1.Aile İktisadı
2.Şehir İktisadı
3.Milli İktisat
Ziya Gökalp’in İktisadi Türkçülük anlayışı ile Cumhuriyetin milli iktisat programının paralel olduğu değerlendirildiğinde “Türkiye Ekonomisinin Gelişmesi” başlığı da bu alanda incelenebilir.
Türk kültürüne en uygun sistem, solidarizm yani dayanışmacılıktır. Ferdi mülkiyet sosyal dayanışmaya yaradığı nispette meşrudur. Kişisel mülkiyet gibi, toplumsal mülkiyet de olmalıdır. Toplumun fedakârlığı veya zahmeti sonucunda meydana gelen ve kişilerin hiçbir emeğinden doğmayan fazla kârlar, topluma aittir.” ( Ziya GÖKALP, Türkçülüğün Esasları, “İktisadî Türkçülük”, MEB Yayınları, İstanbul, 1990, s. 178-182)
Demek ki, Türklerin toplumsal ideali şahsi mülkiyeti kaldırmaksızın toplumsal servetleri fertlere kaptırmamak, genelin faydasına harcamak üzere korunmasına ve üretilmesine çalışmaktır.
Türklerin, bundan başka, bir de ekonomik idealî vardır ki, o da ülkeyi büyük sanayiye kavuşturmaktır. Gökalp’e göre bazıları: “Ülkemiz bir tarım ülkesidir. Biz daima çiftçi bir millet olarak kalmalıyız” diyorlar, ki bu fikir asla doğru değil. Gerçekten, çiftçiliği hiçbir zaman elden bırakacak değiliz; fakat çağdaş bir millet olmak istiyorsak, mutlaka büyük sanayiye sahip olmamız gerekir. Avrupa hareketlerinin en önemlisi, ekonomik devrimdir. Ekonomik devrim ise, ilçe ekonomisi yerine, millet ekonomisinin ve küçük zanaatlar yerine, büyük sanayinin konulmasından ibarettir. Millet ekonomisi ve büyük sanayi ise, ancak koruma yönteminin uygulanması ile oluşabilir. Bu konuda bize yol gösterecek olan millî iktisat teorileridir.
Atatürk’ün de dediği gibi; “Siyasi ve askeri zaferler ne kadar büyük olursa olsun, iktisadi zaferle taçlandırılmazsa meydana gelen zaferler payidar olmaz az zamanda söner.” Bu düşünceden hareket edilerek Cumhuriyet devrinde endüstri, tarım, bayındırlık ve ticaret alanlarında istenilen gelişmenin sağlanması için gerektiği şekilde çalışılmıştır”
Atatürk’ün, “Fertlerin hususi teşebbüslerini ve faaliyetlerini esas tutmak, fakat büyük bir milletin bütün ihtiyaçlarını ve birçok şeylerin yapılmadığını göz önünde tutarak, memleketi iktisadiyatını devletin eline almak” sözleri ile devletçilik anlayışı kısmen ekonomi politikasından da sıyrılmış olur.
Akçura ekonomiyi, milli devlet ve milliyetçiliğin gelişmesinin temeli, çağdaş bir devletin kurulmasının tayin edici unsuru olmak üzere, iki boyutta ele alır. (Georgeon, 2005: 130).
Akçura, Lozan Barış Antlaşması imzalanmasından önce Darülfünun salonunda 11 Mayıs 1923‘de verdiği konferansta, ―mali, iktisadi, idari istiklalimizi behemehal temin edemeyen sulh muahedesi kabul olunamaz‖ diyerek iktisada verdiği önemi dile getirir (Akçura, 1923: 148).
Türk ekonomistlerinin ilk işi, önce Türkiye’nin ekonomik gerçeklerini incelemek, sonra da bu objektif incelemelerden millî ekonomimiz için bilimsel ve esaslı bir program hazırlamaktır. Bu program gerçekleştirildikten sonra, ülkemizde büyük bir sanayi teşkil etmek için, her fert bu program dairesinde çalışmalı ve ekonomi bakanlığı da bu şahsi, milli faaliyetlerin başında gelen bir düzenleyici görevi üstlenmelidir.
Ekonomik bakımdan kendi kendine yetemeyen, yani ekonomik bağımsızlığa sahip olmayan bir toplum, siyasal bağımsızlığını kaybeder.
Akçura, liberal ekonomi anlayışının Osmanlı Devletine verdiği zararların ancak milli ekonomi ile aşabileceğini, milli ekonomi için de milli bir burjuvanın oluşması gerektiğini söyler. Ancak Akçura, Türk burjuvazisinin oluşması taleplerine karşı, kapitalizmin Türkiye‘ye koşulsuz girmesi düşüncesine de karşıdır (Georgeon, 200: 95- Özkan, 2005: 56).
Akçura‘ya göre ulus-devlet olabilmek için, milli ekonomi güçlenmesi gerekir. Milli ekonominin güçlenmesi ile ortaya çıkacak olan Türk burjuva sınıfı, ulus devletin itici gücü olacaktır (Özkan, 2005: 56).
Türkiye’nin kalkınması ile ilgili görüşlerin bir kısmını kısaca özetledim. Zamanının Türkçü iktisadî meselelerini ele alarak, onları kısa alıntılarla ifade etmeye gayret gösterdim. Bütün Milli devrimsel konuların bir kısmı günümüzde de tartışılmaya devam etmektedir.
Cumhuriyet kurulurken ifade edilen iktisadi fikirlerinin büyük bir kısmı hala güncelliğini korumaktadır.
Tanrı Türk’ü Korur.
Tan Hu”Emre”
09.11.2015
turkcuturanci.com -
Devlere gözdağı
Erdoğan’dan sosyal medya devlerine gözdağı
Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, yasal sürede temsilci bildiriminde bulunmayan Facebook, Instagram, Twitter, YouTube, Periscope, Tiktok gibi sosyal medya devlerine seslendi: Hiçbir şirketin hukukun üstünde olmadığını vurguluyoruz. Sosyal medya şirketlerine ülkemizde temsilcilik bulundurma zorunluluğu getirdik. Aksi taktirde Türkiye, vatandaşlarının haklarını korumayı sürdürecektir.Erdoğan’dan sosyal medya devlerine gözdağı
TRT World Forumu’na gönderdiği bir video mesajla katılan Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, sosyal medya kullanımının yaygınlaşmasıyla bu alanda büyük sıkıntılar yaşandığını söyledi. “Kimi zaman mevcut hukuk sistemi bile yetersiz kalıyor” diyen Erdoğan, şunları söyledi:
– Kötülük yapanın, suç işleyenin yanına kar kaldığı bir düzenin adı özgürlük olamaz. Daha vahimi ise, sosyal medya platformlarının artan mağduriyetler için bir çalışma içine girmemesidir.
– Hiçbir şirketin ve kimsenin hukukun üstünde olmadığını vurguluyoruz. Sosyal medya şirketlerine ülkemizde temsilcilik bulundurma zorunluluğu getirdik. Vatandaşlarımızı ve yetişkinlere nazaran daha hassas durumda olan çocuklarımızı korumayı amaçlıyoruz.
– Temennimiz bu kurumların gönüllü bir şekilde çağrımıza kulak vermesidir. Aksi taktirde Türkiye, vatandaşlarının haklarını korumayı sürdürecektir.10 MİLYON LİRA CEZA KESİLDİ
Sosyal Medya Yasası olarak da ifade edilen 7253 sayılı “İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” 1 Ekim itibarıyla yürürlüğe girdi. Sosyal medya şirketlerinin Türkiye’de temsilci belirlemeleri için verilen süre, 2 Kasım’da sona erdi.
Söz konusu süre içinde sosyal medya şirketlerinden bazıları Türkiye temsilcisini belirleyerek BTK’ye bildirdi. Verilen sürede Türkiye’de henüz temsilci belirlemeyen Facebook, Instagram, Twitter, YouTube, Periscope, Tiktok gibi şirketlere 10’ar milyon lira idari para cezası verildi. -
Kaşgarlı Mahmut, Türk Dili
KAŞGARLININ FELSEFESİ NEDİR?
Dil düşüncenin bir yansıması, düşünce ise bilimsel olarak incelemenin ,anlam kazandırmanın eylemidir.Düşüncenin, Felsefe yapılabilme haline gelebilmesi için, o konuda her şeyin en ince ayrıntısına kadar bilinmesi ,anlamlandırılması gerekir. Öyleyse
Bir şeyin anlamı nedir?
Kaç çeşit anlam vardır?
İki tür anlam bulunmaktadır; bunlardan birincisi duyu algıları sonucunda “zihinde “ meydana gelen varlıklara ait izlerdir. İkincisi de aklın bu izler üzerinde yaptığı düş, kavrama, yansıma, birleştirme ve ayırma gibi işlemler sonucunda ortaya çıkan anlamlardır.
Kişinin ve ulusların anlamdırabilme yetenekleri nasıl oluştu?
11. yüzyıldan sonra
Türklerin, , sanat ,felsefe ve çağdaş bilimlerle düştükleri ayrılığın ve geriliğin sebeplerinden biri olarak, dilimizin anlamlandırabilme yeteneğinin kaybedilmesi son derece önemlidir.
Kökleri anlamsız sözcükler ile, anlamlı tümceler kurulabilirmi?
Üst kimlik dillerinden dilimize çevrilen sözcükler içerisinde türetilen ve olduğu gibi alınan sözcüklerde ses yapısı ile, gösterdikleri nesne veya kavramların yapısı arasında ayrılıklar bulunmaktadır.
Sözcüklerin anlamları, gösterdikleri şeylerle ve kökleriyle ilgili olmamaktadır.
Buna karşın, ÖnTürklerde, sözlerin anlamları, insanlar arasındaki karşılıklı bir anlaşmadan bir uyuşmadan sonra kazanmışlardı. Bu bakımdan sözcükler ile, gösterdikleri şeyler arasındaki bağ, insanlar tarafından meydana getirilmiş olan matematiksel bir bağdı. Kaşgarlı da bir Türk düşünürü olarak , sözcüklerinin kök anlamlarını inceleyerek bilimsel yöntemleri kullandı, yaptığı çalışmalarla bizim uslarımıza kazındı.
Gerek hristiyanlık ,gerekse müslümanlık, gerekse musevilikle 6 . yüzyıldan itibaren tanışan Türkler,
Kökleri ve dil bağlamında nesnel olarak karşılıksız, yabancı, anlam bütünlüğü olmayan bir çok sözcük ile tanıştı. Kökleri farklı yabancı anlamsız sözcükler, Türkçe ekler getirilerek kullanılmaya başladı. Yabancı kökleriyle birlikte, kişiye göre yoruma açık , kesinsizlik içeren yeni bir bakış açısıyla birlikte kullanılmaya başlandı.
Ortaya düşünce disiplini içermeyen sözcükler çıktı. İnsan kümeleri, toplumsal yozlaşma ile birlikte uzun süre birbirini anlamlandıramayan kişilerin yaşadığı ayrı insanlar topluluğu ortaya çıkardı. Bu ise Toplumumuzda karmaşa yaratan, bir sonuç doğurmuştur.
Bir şeyin anlamını bilmeden, o şeyin detaylarını incelemeden , o şeyi öğrenmemiz mümkün değil. Öyleyse;
Bilim, Kültür ve dillerin ortak gelişmesiyle oluşan evrensel bir düşünme sonucu, tümevarım yoluyla anlamlandırılarak yapılmıştır. Bilimle uğraşmayan bir toplum nasıl evrensel felsefe yapabilir? Felsefe ve sanat yapmıyan bir toplum nasıl gelişebilir?
Grekçenin latinceyi, Eski Türkçenin, Fransızcanın İngilizceyi etkiledikleri bilinmektedir. MÖ 1200-200 yıllarında HunTürkleri ve Çin halkları komşu kültürler olarak birbirlerini etkilediler.
Ancak burada çok büyük bir konu başlığı açalım, başat güç, egemen kültür, günümüzde olduğu gibi dil konusunda diğer milletleri etkilemekteydi. Nasılki yeni buluşlar üreten ,geleceğe yönelik tasarımlar yapan bilim insanlarının ,yazarların, sanatçıların isimleri evrensel dillere kazındıysa o dönemlerden beri düşünürleri olan ve düşüncelerini anlamlandırarak ifade edebilen kişiler/topluluklar teknik olarak diğer insan kümelerine egemen oldu.
Kaşgarlı ,Türkçenin Üst kimlik dili olduğunu ve Tüm dünyanın en gelişmiş dillerinden biri olduğunu biliyordu ve araplar tarafından öğrenilmesini istiyordu. Kaşgarlı kendi özüne ait kültür genetiğini torunlarına aktarırken, Türklerin Türkçe kökenli anlamları olan sözcüklerle Felsefe yapmalarını ve düşünmelerini sağlamaya çalıştı.
Kaşgarlı Mahmut, Türk toplumunun sembol ve simgelerini , tamgalarını , harflerini ölümsüzleştirdi. -
Atatürk ve Türkçe
Toplumları millet haline getiren en önemli unsur dildir. Dil, duygu ve düşünceyi insana aktaran bir vasıta olduğu gibi, insan topluluklarının bir yığın ve kitle olmaktan kurtaran, aralarında “duygu ve düşünce birliği” olan bir cemiyet yani ‘millet’ haline getiren en önemli kültürel değerdir. Ayrıca dil, kültürün temeli olduğu gibi taşıyıcısıdır da… Dili yok ettiğiniz takdirde milli ruh ve kültür diye bir şey kalmaz. Bu sebeple dili korumak, koruyucu tedbirler almak önemlidir.
Bizler Türk’üz ve dilimiz Türkçe’dir. Türkçe; dünyanın en eski, köklü ve en zengin iki dilinden biridir. Dil bilimcilere göre; kelime türetme yeteneği bakımından da dünyanın en güçlü dilidir. Her konuya ve duruma göre karşılık vermeye en müsait dil yine Türkçe’dir. Ayrıca Türkçe, yazıldığı gibi okunması özelliğiyle de gıpta edilen bir dildir. Türk dilinin bu güzelliğini ve gücünü bilen, Türk dili konusunda önemli çalışmalara imza atan en önemli kişi, hiç şüphe yoktur ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Büyük Önder Atatürk’tür. Atatürk, Türk dili konusunda; “Türk milletinin dili Türkçe’dir. Türk dili dünyada en güzel, en zengin ve en kolay olabilecek bir dildir. Onun için her Türk, dilini çok sever ve onu yüceltmek için çalışır. Bir de Türk dili, Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk milleti geçirdiği nihayetsiz felaketler içinde ahlakının, an’anelerinin, hatıralarının, menfaatlerinin, kısacası bugün kendi milliyetini yapan her şeyin dili sayesinde muhafaza olunduğunu görüyor. Türk dili Türk milletinin kalbidir, zihnidir.” diyerek hem Türk diline verdiği önemi, duyduğu sevgiyi belirtmekle beraber, Türk dilinin büyüklüğünü ve Türk milleti için önemini ortaya koymuştur.
Atatürk, bir dil bilimci değildi. Ancak, dile sadece bir devlet adamı ya da siyasetçi gözüyle de bakmıyordu. O, dilin bir milleti meydana getiren unsurları bir arada tutan en önemli etken olduğunu biliyordu. 1931 yılında söylediği sözle bunu açıkça beyan etmişti. “Milletin çok açık niteliklerinden biri de dildir. Türk milletindenim diyen insan her şeyden önce ve kesinlikle Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk kültürüne, Türk toplumuna bağlı olduğunu iddia ederse buna inanmak doğru değildir.” Ayrıca Atatürk’ün, dil konusundaki hassasiyeti eski tarihlere dayanmaktaydı. 1916 yılında okuduğu şiir kitaplarına dil konusunda notlar düşmesi bunun açık delilidir.
Atatürk, Türk kimliğini Türkçe ile tanımlıyordu. “TÜRK demek, TÜRKÇE demektir. NE MUTLU TÜRK’ÜM DİYENE!” diyordu. Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’ndan sonraki temel davası Türkçe’yi, dolayısıyla Türk kültür ve kimliğini yabancı boyunduruklardan kurtarma-koruma, bunun için de eğitimi her düzeyde Türkçe ile yapmak, halkın yabancı dille eğitime özenmesini önleyecek tedbirler almak olmuştur. Bu konuda da şunu söyleyecektir: “Kat’i olarak bilinmelidir ki, Türk milletinin dili ve milli benliği bütün hayatında hakim ve esas olacaktır.” Atatürk ayrıca, Türk dilini geliştirerek ve yayarak, bütün Türk dünyasının lehçe farklılıkları giderilerek müşterek bir dil bağı ile birleşmesini, kısaca bütün Türk dünyasında bir kültür birliği meydana getirmek istiyordu. Bu sebeple; “Türkiye dışında kalmış Türkler için, ilkin kültür meseleleriyle ilgilenilmelidir. Nitekim biz Türklük davasını böyle müspet ölçüde ele almış bulunuyoruz. Büyük Türk tarihinde, Türk dilinin kaynaklarına, zengin lehçelerine, eski Türk eserlerine önem veriyoruz. Baykal Gölü ötesindeki Yakut Türkleri’nin dil ve kültürlerini bile ihmal etmiyoruz” diyerek Türk dünyasındaki dil ve tarih birliği çalışmalarına ne kadar önem verdiğini gösterir. Ayrıca 1933 yılında, Sovyetler idaresinde kardeşlerimiz olduğunu, bir dağılmanın olacağını, buna hazırlanmamız gerektiğini, bunun için köprüleri sağlam tutmamız gerektiğini söylemiş, kültürün, dilin, tarihin birer köprü olduğunu işaret etmiştir.
Gazi Mustafa Kemal, Şeyh Sait ayaklanmasının yarattığı bunalımı atlatır atlatmaz, önce ‘Türk Dili Encümeni’ kurdu. (Dil ve tarih üzerindeki çalışmalar, önceleri ‘encümen’ biçiminde başladı. Daha sonra bunlar ‘Dil Kurumu’ ve ‘Tarih Kurumu’ haline geldiler) Atatürk bir sözünde, “Milli his ile dil arasında bağ çok kuvvetlidir. Dilin milli ve zengin olması, milli hissin gelişmesinde başlıca müessirdir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir, yeter ki bu dil, şuurla işlensin. Ülkesini ve yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır” demişti. Bu sözünden yola çıkarak Türk Dili Encümeni’nin kuruluş gayesini anlamak mümkün.. Encümenin kuruluşu ile Atatürk, dildeki Arap kökenli sözcükler yerine, halkın içinde yaşayan Türkçe sözcüklerin yerleştirilmesi için bir ön çalışma yaptırıyordu. Her ilde, “Kelime Kolları” kurulmuştu. Öğretmenlerin öncülük ettiği bu kollar, evlerdeki yaşlı insanlarla ilişki kuruyorlar; onların kullandıkları sözcükleri, arapça karşılıkları varsa onları da ekleyerek, Ankara’ya “Dil Encümeni”ne gönderiyorlardı. Gazi Paşa, dili özüne çekmeye, elverdiğince yabancı sözcüklerden arındırmaya kararlı idi. Eğer bir Türk Dünyası yeniden kurulacaksa, onun dili Arap ve Fars dilinin egemenliğinden kurtulmalıydı.
Tarama kolları, önceleri çok başarılı çalışmalar yaptı. Fakat sonraları, bu kollarda çalışanların devlette itibar kazandığına dikkat edenler, halkın arasına girip sözcük derleyeceklerine ‘uydurmayı’ daha kolay buldular ve çalışmayı yıprattılar. “Dil Taramaları” göze girmenin, yükselmenin ilk basamağı gibi kullanılmaya başlandı.
O dönemde bilimadamlarınca ‘Güneş Dil Teorisi’ ortaya atılmıştı. Teori; bütün dillerin kökünün-aslının aynı olduğu iddiası üzerine kurulu idi. Kök ise; Türkçe idi. Teori, içeride ve dışarıda büyük heyecan uyandırdı. Meksikalılar, Atatürk’e Astekler’e ait bir kitap gönderdiler ve genç, idealist, çalışkan ilim adamlarınca çalışmalar derinleştirildi. Prof. Adile Ayda Etrüsklerin dili-tarihi üzerinde dururken, Hamit Koşay Baskların dilini inceledi. Lakin, Güneş Dil Teorisi’ni beğenenlerde oldu, aşırı bulanlar, yadırgayanlar da.. Atatürk’ün ölümünden sonra bu teori rafa kaldırılacaktır.
Mustafa Kemal Paşa’nın çevresinde okumuşlardan oluşmuş heyecanlı bir ortam vardı, lakin sayıca sınırlı ve bilgi açısından tam anlamıyla yeterli değildi. Ayrıca inanmış ve sağlam bilgi birikimi olanların sayısı çok azdı; onlar da devlet hizmetindeydiler. Ayrıca ATA, hedeflerini en yakınında olan insanlara bile açıkca ifade etmiyordu. Atatürk’ün bu denli dil ve tarih çalışmalarına gömülmesini anlayamayanlar, yadırgayanlar vardı. Lakin Gazi Paşa için, bazı şeylerin azlığı ya da yokluğu, o işin yapılması çalışmalarını durdurmadı, sonuçta durduramamıştır da..
Sovyetler Birliği, Mustafa Kemal Paşa’nın yoğun bir Türkolog trafiği yaratmasını, Orta Asya Tarihi üzerinde çalışmasını ve Türkçe’yi , Asya Türkleri’nin kullanabileceği biçime sokmasını dikkatle ve tedirginlikle izliyorlardı. Bu sebeble Sovyetler Birliği, bu ilişki ayaklarından birini yok etmek için yani Türkiye Cumhuriyeti ile yazışmaları engellemek için, kullanılan Arap harflerini yasaklamış, fakat Sovyetler Birliği yönetiminin milliyetçi davrandığını gizlemek, göstermemek için Kirl harfleri ile değil, Latin harfleri ile okuyup yazmayı kanunlaştırmıştı.
Oysa M. Kemal Paşa, “Türkiyat Enstitüsü” nü kurmuş, Sovyetler Birliği’ni Türk ve yabancı Türkologların yağmuruna tutmuş, öte yandan da Türkiye’de basılan kitap ve gazeteleri bu giden, gelenlerin aracılığı ve posta ile göndererek ortak kültür hazırlığına girişmişti. Ama Sovyetler Birliği’nin, Latin harfleri ile okuyup- yazmayı zorunlu hale koyması, bu köprüleri yıkıyordu. Oysa dilde birlik kurulmadıkça, birliktelikten nasıl bahsedilebilirdi.
İki yıl beklendi.. Durumda herhangi bir değişiklik olmayınca Atatürk, Türkiye’nin Latin harfleri ile okuyup yazması fikrini ortaya attı. Orta Asya Türkleri ile bağların kopmaması gerekiyordu. Büyük bir hızla 1928 Harf İnkılabı gerçekleştirildi. Böylece Türkiye, Latin harflerini benimsedi. Bu yeni gelişme, Sovyetler Birliği’nin gözünden kaçmamıştı. Aslında bekledikleri bir durumdu. Atatürk Türkiyesi, Azerbaycan ve Türkistan Türkleri ile dirsek temasını yitirmek niyetinde değildi. Ama Sovyetler Birliği de bu dirsek temasından kuşkulanıyordu.
Sovyetler Birliği’nde büyük bir gizlilik içinde, 1929 yılında “Bütün Sovyetler Birliği vatandaşları arasında yalnız Kiril harflerinin kullanılacağı” yasası çıkarıldı ve yeniden Türkiye’nin kurduğu köprüleri dinamitlediler. Artık Türkiye’nin “bu konuda” yapacak bir şeyi yoktu. Sovyetler Birliği’nin bu tür uygulamaları II. Dünya Savaşı yıllarında bile sürdü.
Atatürk, Türk dilinin yabancı kelimelerden arınmasını bilimsel kararlara bağlayacak “Türk Dili Kurultayı” çalışmalarını her şeyin üstünde tutuyordu. Dünyayı şaşkına çevirecek, ‘Büyük Türk Devletleri Birliği’ nin temel taşları, işte bu kurultay çalışmaları idi. Bilimsel terimlere bile Türkçe karşılıklar bulunmuştur. Atatürk bu konuda şöyle diyor: “Batı dillerinden hiçbirinden aşağı olmamak üzere, onlardaki kavramları anlatacak keskinliği, açıklığı haiz Türk bilim dili terimleri tespit edilecektir.” Öyle de olmuştur; Atatürk bizzat kendisi bu dava uğruna çalışmış, bugün askerlikte olsun, matematikte olsun kullandığımız bir çok terimleri Türkçe’nin derinliklerinden çıkarıp bize armağan etmiştir. 1938’de vefatından az bir zaman önce, “Türlü bilimlere ait Türkçe terimler tespit edilmiş, bu surette dilimiz yabancı dillerin tesirinden kurtulma yolunda esaslı adımını atmıştır. Bu yıl okullarımızda tedrisatın Türkçe terimlerle yazılmış kitaplarla başlamış olmasını kültür hayatımız için mühim bir hadise olarak kaydetmek isterim.” diyerek, bu konuda büyük bir ilerleme kaydedildiğini belirtmiştir.
26 Eylül 1933’de Atatürk’ün isteği ile bütün yurt sathında “Dil Bayramı” kutlanmıştır. Yalnız, Türk dilinin temizlenmesini değil, eş anlam sözcüklerle dilin zenginleştirilmesi de gözleniyordu. Atatürk’e göre, dilin kaynağı millet idi, araştırmalar da milletten beslenmeliydi.
Atatürk, hem dilin zenginleşmesine, eş anlam sözcüklerle sanat ve bilim dili olacak köklere kavuşmasına önem veriyor; hem bunları işleyip bilimsel yapıyı oluşturacak kuruluşları kazandırmaya çalışıyordu. İstanbul Üniversitesi’ne bağlı bir “Dil Okulu” açılması, halkevlerinde “Edebiyat ve Türk Dili Kolları” kurularak köylere kadar uzanan araştırma ve soruşturmalarla yeni sözcüklerin taranması, hep bu hedef doğrultusunda alınmış kararlar sonucu yapılmış çalışmalardır.
Atatürk, bu çalışmaları büyük bir ilgiyle takip ediyordu. Her sabah, Türkiyat Enstitüsü’nün günlük çalışma raporlarına gözatıyor, Sovyetler Birliği’nin Türk Dünyası ile ilgili haberlerini (varsa) inceleyip değerlendiriyordu. TBMM kararı ile yapılmasına başlanılan Dil ve Tarih-Coğrafya fakültesinin inşaat aşamalarını izliyordu.
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi… Böyle bir kuruluş, öğretim dünyasında yoktu. Tarih ve coğrafya fakültesi vardı. Dil fakülteleri de vardı. Fakat, hem dil, hem tarih-coğrafyanın bir fakültede birleşmesinin tek örneği Ankara’da idi. Çünkü Atatürk, Asya’daki Türklerin hem tarihini, hem coğrafyasını, hem dilini çok iyi öğrenmiş bir neslin yetişmesini istemekteydi.
Bayar’ın başbakanlığı döneminde dil ve tarih çalışmaları aksamadan sürdü. Özellikle Atatürk, yoğun bir biçimde dil ve tarih üzerindeki bütün çalışmaları izliyordu. Kendisi bu tür çalışmalardan dolayı yorgun düşse de, çevresine bu yorgunluğunu belli etmemeye çalışıyordu.
2 Ağustos 1936 tarihinde üçüncü Dil Kurultayı’nı açtı. Yaptığı konuşmada: “Konuk dil bilginlerinin, Türk dil bilginleri ile birlikte çalışmalarından, dil bilimin şimdiye dek çözemediği bir çok güçlükleri aşacağına, bu çalışmaların bir çok gerçeklerin günışığına çıkmasını sağlayacağına güvenim tamdır” diyordu. Günlerce süren kurultayın en sağlam izleyicisi, Atatürk’tü.. Genel Kurul çalışmalarını izliyor, komisyonlardaki çalışmalara katılıyor, fikirlerini söylüyor. Hedefin yalnız Anadolu Türkleri’nin değil, bütün Türklerin ortak dilini yaratmak olduğunu durmadan tekrarlıyordu.
1936 yılının 19 Ekiminde Türk Dil Kurumu’na gitti ve uzmanlarla 6 saat süren bir çalışma yaptı. Bu, o kadar uzun ve sürekli çalışma idi ki, uzmanların takatı tükendi. Bunu görünce Atatürk: “Yorulduğunuz anlaşılıyor. Benim bazı işlerim olmasa, sizinle kalıp çalışmaları birlikte sürdürmek isterdim. Başka bir fırsatta, bu çalışmaları yine birlikte yaparız, demişti.
Hayatı elvermedi, bir daha buluşup, “Türk dilindeki yabancı sözcüklerin yerine Türkçelerinin konması çalışmalarına katılamadı.. Vefatından önce de Ankara’da iken son ziyaret ettiği yer ise, inşaat bitene kadar çalışmalarına ‘Evkaf Apartımanı’nda başlayan Dil-Tarih-Coğrafya Fakültesi olmuştu. Çalışmalar hakkında bilgi almış, inşaat halinde olan fakülte binasını görmüş, yetkililerle görüşmüştü.
Atatürk; son nefesine kadar bilfiil milletin için, milletin geleceği için çalışmış, eşi benzeri olmayan büyük bir lider.. O’nu o kadar özlüyoruz ki, kelimelerle anlatmak mümkün değil.. Aslında bu yazının başlığı ‘Bir Millete Adanan Ömür’ olacaktı. Lakin, dil konusuna ve Atatürk’ün Türk dili konusundaki hassasiyetine ağırlık vermeyi düşündüğüm için bu başlığı kullanmadım. Bu yazıyı, küçük çaplı bu araştırmayı da dilimize yapılan saldırıların, horlamaların yoğunlaştığı bir dönemde bazı şeylerin daha iyi anlaşılmasını istediğim için toparladım. Keşke daha detaylı bir araştırma olsa idi, Atatürk için ne yapılsa az gelir.
Bir kere daha anladık ki; herkes Atatürk değil, herkes Atatürk olamıyor. Atatürk için hayati önem taşıyan değerlerin, çalışmaların Atatürk’ün ölümünden hemen sonra ismini bile anmak istemediğim kişiler tarafından durdurulmasını, hızla değiştirilmesini, Türk dili yerine-Türk tarihi yerine Latin dilinin-kültürünün okullarda genç beyinlere sunulmasını hiç bir zaman unutmayacağız.
Herkes Atatürk olamıyor!
Atatürk, Türk dil ve tarih konusundaki çalışmalarına hastalığına rağmen, ölüme meydan okurcasına, çevresini hayrete düşüren bir güçle devam etmişti. Yorgundu ama, çevresine hiç bir şekilde yorgunluğunu belli etmiyordu. Bir millet sevilirse eğer, işte böyle sevilmeli.. Atatürk, bu milleti çok seviyordu. Milletinin sevgisi gönlünde hayata gözlerini yumdu. Sevgisi karşılıksız değildi; milleti de bu şerefli evladını bağrına basmıştı.. Gözyaşları sel oldu o gidince ebediyete, ama eceldi işte..
Atatürk ölmedi, bütün zorluklara direnip yaşatacağız O’nu..
Salur Beğ -
‘TURANCILIK’ BİLDİRGESİ
TURANCILIK’ BİLDİRGESİ
Turan ülküsü; bazı çevrelerce hayalci bir düşünce olarak yaftalanıp değersizleştirilmeye çalışılmıştır. Hâlbuki bu yüce ülkü; Türk’e muhteşem tarihinin yüklemiş olduğu sorumlulukların özüdür. Bu yüzden çağın şartlarına uygun biçimde yeniden tanımlanıp gündeme taşınması zaruri hâle gelmiştir.
Turan, Türk birliğidir. Kişilerle gönül, devletlerle iş birliğini amaçladığı gibi; Türklük duygusunun canlanmasında önemli rolü olan Gaspıralı İsmail Bey’in “Dilde, fikirde, işte birlik” düşüncesinin hayata geçirilmesini hedef alır.
Turancılık, tarihi, töresi, ahlakı, coğrafyası, mitolojisi ve sanatıyla Türk uygarlığından beslenen millî bir düşünce sistemidir.
Turancılık düşüncesinin günümüzdeki ilk amacı, Türk devletlerinin sınırlarının birleştirilmesi değil; siyaset, ekonomi, ticaret, eğitim, silahlı kuvvetler gibi hayatın pek çok alanında iş birliği yapılmasını sağlamaktır.
Turancılık, Türk milletine dönük bir yapıyı ifade eder. Dünyanın neresinde bir Türk varsa, Turan ülküsünün doğal temsilcisidir.
Turancılık, bütün Türklerin refahını, bağımsız yaşamasını ve millî kimliğinin korunmasını amaç edinmiştir. Türk uygarlığı; sömürgeci ve insanlığı yok sayan bir zihnin değil, insanlık değerlerini önceleyen bir düşüncenin ürünüdür. Bu yüzden tarih boyunca sömürgecileri ürküten, mazlumlara güven veren bir sığınak olmuştur. Turan, bunalımda olan insanlık için de güvenli bir dünya sağlayacaktır.
Türk Devletlerinin dayanışmasını ve iş birliğini en üst düzeye çıkarmayı hedefleyen Turancılık, bu devletlerin diğer ülkelerle ilişkilerine karşı ve müdahil değildir. Turan ülküsünün, Türk milleti ve devletleri dışındaki ülkeler ve toplumlarla ilişkileri açısından olumsuz değil; aksine geniş bir coğrafya ile teması sağlayacağından dolayı olumlu etkileri olacaktır. Ancak, Turancılık, Türk devletlerinin karşılaşacağı muhtemel tehditler karşısında birlikte hareket etmeyi ve iş birliğini zorunlu kabul eder. Karabağ’da, Azerbaycan’la Türkiye birlikte hareket etmiş ve işgal altındaki toprakların büyük kısmını kurtarmışlardır. Bu durum, iki Türk devletinin iş birliğinin somut sonucudur.
Turancılık, hiçbir millete düşmanlığı amaç edinmez. Turancılığı “ırkçılık”, “gericilik” diye yaftalayanlar kesinlikle ya gafil, ya art niyetli, ya da Türklüğün bilinçli düşmanlarıdır.
Turancılık; günümüzde çeşitli devletlerin ortak değerleriyle oluşturduğu birliklerin, Turan coğrafyasındaki somutlaşmış biçimi olan Turan ülkeleri iş birliğidir. Bu ülkü; Türk devletleri arasında serbest geçiş ve dolaşım kolaylığı sağlamayı, her alanda iş birliğini kolaylaştırmayı, iş ve güç birliğiyle Türk milletini en iyi şartlara kavuşturmayı, Türklerin toplumun bir parçası olarak varlığını devam ettirdiği ülkelerle ilişkileri geliştirmeyi, dünyanın neresinde olursa olsun, her soydaşımızla iletişim sağlayabilmeyi hedefler.
Türklük ve Türk dünyası için faaliyet gösteren kuruluşlar bir araya gelmeli, ortak akılla Turan’a yürüyecek bir yol çizmelidir. Bütün Türklerin gururla birbirine söyleyeceği ‘Siz varsanız, biz varız.’ cümlesi, Turan ülküsünün başlangıç noktası olmalıdır. 20. yüzyılın başlarında bütün Türklüğün saldırıya uğradığı, zaferle çıkanın yalnızca Türkiye Türkleri olduğu unutulmamalıdır. “Siz varsanız, biz varız.” cümlesinin göstermiş olduğu asıl anlam budur. Sonuç olarak bütün Türkler birbirlerinin teminatıdır!
Türk aydınları olarak, içi boşaltılmaya çalışılan Turan ülkümüzün çağın şartlarına uygun bir şekilde yeniden hayat bulması, doğru tanımlanması, somutlaştırılması ve dünya Türklüğünü, özellikle genç kuşakları heyecanlandıracak etkin bir yapıya dönüştürülmesi gerektiğini düşünüyoruz. Yukarıda sıralanan düşüncelerle hazırlanan bu bildirgenin, Türk milleti ve devletlerinin tercihlerinde dikkate alınmasını diliyoruz.
Türk ve dünya kamuoyuna saygıyla duyuruyoruz.
DTCF AKADEMİ -
Balkanlar’da Milliyetçilik ile Büyük olma hayalleri ve son Sırbistan örneği
Geçenlerde ilginç ve tehlikeli bir iddia ortaya atıldı. Bosna-Hersek’teki Sırpları ve Karadağ’daki Sırpları Belgrad’a bağlama düşüncesi ile Sırpların Büyük Sırbistan’ı kurma hayalleri depreşti.
Balkanlarda böyle Büyük olma düşünceleri hep olmuştur. Örneğin Büyük Arnavutluk (Shqipëria e Madhe ya da Etnik Arnavutluk – Shqipëria Etnike) , Büyük Yunanistan (Megalo idea) kısaca Yunanistan’ın Bizans’ı en parlak dönemine geri getirme ideolojisi. Son olarak Büyük Sırbistan.
Sırbistan’ın büyüme hayalleri sadece Bosna ve Karadağ ile de sınırlı değil. Şu anda Kosova topraklarının kuzeyinde yer alan Mitrovica da (Mitrovisa) bu hayalleri içinde bulunuyor. Mirtovisa’yı özellikle belirtmek isterim ki içinde bulunan Trepça madenleri Avrupa’nın en büyük Altın-Gümüş madenleridir.
Bir ülkenin büyüklük hayali diğerin büyüklüğü ile çakışabilir
Birileri büyümeye kalkarken diğerinin de büyüme hedefleri ile karşı karşıya kalabilirler. Bu gerçeği de unutmamak gerekir. Mesela Yunanistan böyle hayallere girdiğinde, Arnavutluk’un da Yunanistan içinde bulunan özellikle Yanya vilayeti civarlarındaki Çameriya bölgesini hatırlaması gerekir. Çameriya, Arnavutları yaşadığı bir bölgedir. Öteden beri orası büyük Etnik Arnavutluk toprakları olarak görülür. Diğer yandan da Büyük Sırbistan hayalleri kuran Sırbistan içinde bulunan Preşeva vadisi Arnavutların yaşadığı bir bölgedir ve yine Arnavutların haklı beklentileri içinde olan bir bölgedir. Bu arada ayrıca Sırbistan içinde bulunan ve eski Yugoslavya’da özerk bölge olan Voyvodina (Novi Sad) bölgesi ise Macar azınlığın yoğun yaşadığı bir yerdir.
Aynı şekilde Yunanistan içinde bulunan ve içinde yaklaşık 150 Bin Türk’ün yaşadığı Batı Trakya ile yaklaşık 6 Bin Türk’ün yaşadığı Rodos ve İstanköy adaları da unutulmamalıdır.
Elindekini kaybetmek
Bizde güzel bir atasözü vardır: “ Dimyat’a giderken evdeki bulgurdan olmak” Böyle büyüklük hayalleri, birilerine ellerindeki bulguru da kaybettirebilir.
Balkanlardaki bu karışıklık, milletlerin yoğun bir şekilde yan yana yaşamaları ve milliyetçilik olgusunun şiddetli olarak var olmasındandır. İki Dünya savaşına ev sahipliği yapmış olan ve hatta bir tanesinin de başlangıcına neden olmuş olan Balkanlar, Avrupa, ABD ve Rusya’nın sürekli ilgi ve etkisiyle olması gereken doğal etnik haritaları oluşturamamıştır.
Dayton ucube anlaşması
Batının bu müdahaleleri Balkanlarda sürekli devam eden sorunların kaynağı olmuştur. Buna en iyi örnek de kuşkusuz Bosna-Hersek’teki Dayton anlaşmasıdır. Bosna Hersek‘te 1992-1995 yıllarında yaşanan savaşı sonlandıran ancak ülkeye karmaşık bir siyasi sistem getiren Dayton Anlaşması, imzalanmasının üzerinden 25 yıl geçmesine rağmen tartışılmaya devam ediyor. Bu anlaşma Bosna’ya giydirilen adeta bir deli gömleğidir. Boşnaklara yönelik haksız ve adaletsiz bir anlaşma olan Dayton aslında anlaşma değil “Anlaşmazlık” tır. Bu şekilde bölgede kurulan Republika Sırpska, bugün Sırpların kurma hayalleri içinde olduğu Büyük Sırbistan’ın bir umudu olmuştur. Bölgeye de sürekli bir istikrarsızlık getirmiş ve hükümetlerin uzun süre kurulmamasına neden olmaktadır.Kosova’da yaşanan uluslarası skandal
Büyük Sırbistan hayalleri ekilirken diğer yanda Kosova’da son dönemde yaşanan uluslararası skandallar nedense oldu bitiğe getiriliyor. Sanki Sırplara yol açılmak için düğmeye basıldı. Kosova’dan Mitrovisayı kopartmak için farklı şeytanca çalışmalar yapılıyor.
Önce Kosova’da oldu-bitti şekilde adeta bir sivil darbe yapıldı. Kosova halkının seçtiği Albin Kurti Hükümeti kim vurdu ’ya getirilerek düşürüldü ve Sırpların da içinde olduğu yeni atanmış bir hükümet kuruldu. Yani seçilmiş hükümetten atanmış hükümete dönüşüm oldu. Zira Albin Kurti Batı’nın ve ABD’nin isteklerine karşı durabilirdi. Yeni atanan Kosova hükümetini apar topar ABD’ye Trump’ın önüne çıkarttılar ve Sırplarla bir anlaşma imzalattılar. Bunla da kalmadılar, İsrail’in işgal ettiği Filistin topraklarına taşıdığı başkentine Kosova’nın Büyükelçi atamasını yaptırıp, bir Müslüman ülke olarak Kosova’nın bu işgali tanımasını sağladılar.
Bitmedi tabi. Daha sonra bağımsız bir ülke olan Kosova’nın seçilmiş Cumhurbaşkanı Sayın Haşim Taçi istifaya zorlanıp eski meclis başkanı Yakup Krasniçi ile birlikte apar topar tutuklandı ve Lahey kentindeki uluslararası mahkemede yargılanmak üzere Hollanda’ya götürüldü.
Sabıkalı Hollanda uluslararası adaletin dağıtıldığı yer olamaz
Sözüm ona Uluslararası adalet dağıtmaya çalışan mahkemenin ev sahibi ülke Hollanda futbolda çok iyi olabilir ama adalet konusunda Srebrenisa’da yaptığı aşağılık hareket ile önce kendini yargılamalıdır.
Srebrenisa soykırımında Boşnak sivil halkı korumakla görevli Hollanda askerleri onların silahlarını alıp, bütün bir Boşnak halkını katil Sırplara teslim ederek aslında bu soykırıma ortak olmuştur. Şimdi aynı bu Hollanda’da Kosova’nın seçilmiş Cumhurbaşkanı yargılanacak. Bu nasıl komedi bu nasıl saçmalıktır? Eğer Haşim Taçi suçluysa onu yargılamak ve varsa cezası cezalandırmak Kosova devletine düşer.
O zaman Hiroşima’ya attığı Atom bombaları için ABD’yi de uluslararası mahkemede yargılamamız gerekmez mi? Masum Filistinlileri katlettiği için terörist devlet İsrail’in her biri katil başbakanını da Lahey’de yargılamak gerekmez mi?
Karadağ’da yaşananlar
Bu arada dün de ilginç bir olay yaşandı. Sırbistan ve Karadağ, yüz yıllık bir tartışma nedeniyle karşılıklı olarak elçilerini sınır dışı etti.
Kriz Sırbistan’ın Karadağ Büyükelçisi Vladimir Bozovic’in, Karadağ’ın 1918’de aldığı Sırbistan ile birleşme kararının “özgürleşme” olduğunu söylemesi üzerine çıktı.
“Karadağ’ın iç işlerine karışmakla” suçlanan elçiye ülkeyi terk etmesi için 72 saat verildi.
Bunun üzerine Karadağ’ın Sırbistan Büyükelçisi Tarzan Milosevic de sınır dışı edildi.
Karadağ Krallığı 1918’de Sırplar, Hırvatlar ve Slovenler Krallığı ile birleşme kararı almış, bu ülke de 1929’da adını Yugoslavya Krallığı’na çevirmişti.
Dikkat ! Türkiye, Balkanlarda yaşanan bu gelişmelerden etkilenebilir
Evet, Balkanlarda ilginç olaylar yaşanıyor. Sırplara sanki yol açılıyor veya zemin hazırlanıyor. Aslında olay sadece Sırplara bir avantaj sağlamak değil. Balkanlarda Müslüman ülkeleri bitirmek ve Türkiye’yi etkisizleştirmek istiyorlar.
Türkiye’yi yakından ilgilendirecek olan bu gelişmelerde çok dikkatli olmamız ve bazı noktalarda gerekli ve haklı tepkimizi göstermemiz gerekiyor. Zira bütün bu gelişmelerin arkasında Akdeniz’de yaşanan ve içinde İsrail ve Yunanistan’ın da olduğu bazı oyunların ilerideki yansımalarını görür gibi oluyorum. Balkanlara taşınacak olan doğalgaz ile birlikte Yunanistan’ın Arnavutluk ile yaşadığı Korfu adası krizi ve onun üzerinde Ege’de bizi de yakından ilgilendiren 12 mil olaylarına örnek olarak bir senaryo hazırlıyorlar. Ayrıca Osmanlıdan günümüze Balkanlarla olan 600 yıllık yakınlığımızı bitirmek istiyorlar. Özellikle de pandemi sürecinin getirdiği karmaşadan yararlanmak istiyorlar. Dışişleri bakanlığımızın bu gelişmeleri yakından takip ettiğini düşünüyorum.
Son olarak dost ve kardeş ülke Arnavutluk’un milli Bayramı olan 28 Kasım Bayrak Günü’nü kutluyorum.
-
ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE IŞIĞINDA MİLLİ BİRLİK VE BERABERLİK
ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE IŞIĞINDA MİLLİ BİRLİK VE BERABERLİK
Önce Milli Birliğin dayandığı öğeleri kısaca belirtmek istiyorum. Bu öğeler toplumsal, tarihsel ve kültürel değerlerdir ki; belli başlıları milliyetçilik, milli irade, milli kültür ve gelenekler, milli ülkü, milli tarih bilinci, milli ahlak, milli dil, milli bayrak ve milli marş, sosyal adalet ve laik devlet yönetimi gibi öğelerdir.
Bu gün saygıyla andığımız cumhuriyetimizin kurucusu Olan Mustafa Kemal ATATÜRK, daha milli mücadeleye başlarken milli güç ve milli birliğe önem vermiş, Amasya Genelgesi, Erzurum ve Sivas Kongreleri ile bu düşüncesini somutlaştırmıştır. Milli birlik ve beraberlik içinde İstiklal Savaşı’nı kazanan Mustafa Kemal Atatürk cumhuriyet döneminde yaptığı reformlarda da milli birlik konusuna önem vermiş ve Onuncu Yıl nutkunda geride kalan yılları değerlendirirken milli birliğin önemini şöyle ifade etmiştir. “Türk milleti çalışkandır. Türk Milleti milli birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir. ”
Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk Türk milletinin mevcudiyetini ve geleceğini yine milli birlik ve beraberlikte görmüş, bu düşüncesini de şu vecize ile dile getirmiştir. “Biz esasen milli mevcudiyetin temelini milli şuurda ve milli birlikte görmekteyiz.” diyen Ulu Önder devletin yönetiminde ve korunmasında da aynı düşünce ile şu vecizeyi söylemiştir. “Türk Milletinin idaresinde ve korunmasında, milli birlik, milli duygu ve milli kültür en yüksekte göz diktiğimiz idealdir.”
Milli birliğin ve beraberliğin temel taşları olan öğeler üzerinde de kısaca durmadan geçemeyeceğim. Milli birliğin temel öğesi olan Milliyetçilik konusu Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk tarafından birçok konuşmada anlatılmıştır. Atatürk 1926’da bu konuşmadaki düşüncelerini şöyle dile getirmiştir. “Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk Milliyetçisiyiz. cumhuriyetimizin dayanağı Türk toplumudur. Toplumun bireyleri ne kadar Türk kültürü ile dolu olursa o topluma dayanan Cumhuriyet de kuvvetli olur. ”
Milli birliğin en önemli öğelerinden biri olan milli dil konusunda da Mustafa Kemal Atatürk’ün düşüncesi şöyledir. “Milliyetin çok belirgin ve değerli temellerinden birisi dildir. Türk Milleti’ndenim diyen insan her şeyden önce ve kesinlikle Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk kültürüne ve toplumuna bağlılığını ileri sürerse buna inanmak doğru olmaz.”
Milli birliğin diğer bir öğesi olan milli irade konusunda Atatürk’ün “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” vecizesi bize milli iradenin önemini anlatmaya yeterlidir.
Milli birliğin çok önemli bir öğesi de milli kültürdür. İnsanların yetiştikleri toplumun etkisinden kurtulmadıklarını Atatürk şöyle ifade eder. “İnsanlar geleneklerini, ahlaklarını, duygularını, eğilimlerini hatta düşüncelerini geliştirme ve eğitmede içinde yetiştiği toplumun genel eğiliminden kurtulamazlar. ”
Milli birliğin temellerinden olan milli inanç ve ülkünün milli mücadelenin kazanılmasındaki önemini Atatürk şu sözleriyle dile getiriyor. “Milli mücadelede kişisel hırs değil, milli ülkü, milli benlik gerçek itici güç olmuştur. ”
Mustafa Kemal Atatürk milli tarih bilincinin başarıyı arttıracağını da şöyle ifade ediyor. “Türk Çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendine kuvvet bulacaktır.”
Milli birlik ve beraberliği yasalarda da görmekteyiz. Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının başlangıç bölümünde “Ebedi Türk Vatan ve Milletinin bütünlüğünü ve kutsal Türk Devletinin varlığına karşı cumhuriyet devrinde benzeri görülmemiş bölücü ve yıkıcı kanlı bir iç savaşın gerçekleşme noktasına yaklaştığı sırada” şeklinde başlamakta ve milli birlikle ilgili esaslar geçmektedir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda Türk varlığının devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esası yer almıştır. Buna göre devlet ve ülke bir bütündür. Dili Türkçe’dir şeklinde oluşturulmuştur.
Ulu Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün düşünceleri ışığında milli birlik ve beraberliğin önemini dile getirmeye çalıştım. Sözlerimi Mustafa Kemal Atatürk’ün milli birlik ve beraberliği çok özlü ve çok güzel bir şekilde açıklayan bir vecize ile birlikte bitirmek istiyorum.
“NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE” -
HALKEVLERİNİN KURULUŞU VE ÇALIŞMALARI
19 Şubat 1932’de resmen açılan halkevleri, Atatürk’ün direktifleriyle kurulmuş ve kısa zamanda Türkiye’nin dört bir yanına yayılmış çok önemli bir kültür kurumudur. Halkevleri çalışmaları Cumhuriyet Halk Fırkasının parti programındaki ilkeler doğrultusunda yürütülmüştür. Bu kurumlar 1932-1951 yılları arasında Türkiye’nin toplumsal ve kültürel tarihinde önemli roller oynamıştır. Başta Atatürk olmak üzere, dönemin önde gelen devlet adamları zaman zaman halkevleri çalışmalarına bizzat katılmak suretiyle bu kurumları desteklemişler, böylece geniş halk kütlelerinin halkevlerinde yapılan faaliyetlere katılımını sağlamışlardır.
Halkevleri her şeyden önce, halka yeni Türkiye’nin hedeflediği çağdaş medeniyet seviyesine ulaşma amacına uygun bir eğitim vermeyi hedefleyen yaygın eğitim kurumlarıdır. Dolayısıyla bu kurumların kuruluşu, teşkilât yapısı ve çalışmalarına geçmeden evvel, Türkiye’de halk eğitimi (terbiye-i avam) düşüncesinin tarihi seyrine kısaca değinmekte yarar vardır.
Türkiye’de halk eğitimi düşüncesi oldukça eskilere dayanır. Örneğin Anadolu’nun henüz Türkleşmeye başladığı 13. yüzyıldan itibaren ortaya çıkan tekkeleri, zaviyeleri ve ahî örgütlerini, kendine has diğer özellikleri yanı sıra, aynı zamanda birer halk eğitimi kurumları gibi görebiliriz. 15. yüzyılda Fatih Sultan Mehmet’in kendi adına bir cami yaptırdığı ve caminin yanına bir sübyan mektebi kurduğu bilinmektedir. Bu mektep halkçılık ve hayır işleme amacıyla kurulmuştur. Ayrıca dinî ve skolastik bir eğitim kurumu olan medreseler hem parasız olmaları hem de yedirme ve giydirmeye avantajları bakımından halkçı kurumlardır. Medreseler bu özelliklerini 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar devam ettirmişlerdir. Fakat yüzyılın ortalarından itibaren çağın gelişmelerine ayak uyduramayan bu kurumlar, eski önemini kaybetmiş; medreselerin yanına modern usullerle eğitim veren yeni mektepler açılmıştır. Bununla beraber eğitimdeki mevcut boşluk giderilememiş ve 1865’te bir çıraklık eğitim merkezi olarak Cemiyet-i Tedrisiye-i İslâmiye kurulmuştur. Bu cemiyetin bünyesinde 1873’te halk eğitimi tarihinde önemli bir adım sayılan Darüşşafaka-yı İslâmiye açılmıştır. Darüşşafaka-yı İslâmiye, kimsesiz Müslüman çocuklarına mahsus bir şefkat yuvası olarak bugüne kadar yaşamıştır.
Meşrutiyet döneminde ise halk terbiyesi işiyle uğraşan çok sayıda dernek kurulmuştur. Siyasî bir kurum olmakla birlikte, eğitim meselesini birinci plânda tutan İttihat ve Terakki Cemiyetinin Türkiye’nin bir çok yerinde İttihat ve Terakki Mektepleri adıyla parasız mektepler açtığı bilinmektedir. Yine İttihat ve Terakki Partisinin himayesinde kurulan Türk Gücü Cemiyeti (Kuruluşu 1913), Osmanlı Güç Dernekleri (Kuruluşu 9 Nisan 1914), Genç Dernekleri: Gürbüz Derneği ve Dinç Derneği (Kuruluşu 1916) gibi kurumlar halk eğitimi alanında ciddî çalışmalar yürütmüştür. Başlangıçta İttihat ve Terakki Partisi ile doğrudan bir ilişkisi olmamakla beraber, sonraları çalışmalarını bu partinin dünya görüşü doğrultusunda yürüten Türk Ocakları da halk eğitimi tarihinde önemli bir kilometre taşıdır (Kuruluşu:12 Mart 1328/25 Mart 1912). Bunlara ilâveten 1 Ağustos 1331/1915’te kurulan ve başkanlığını Süleyman Nesip Bey’in yürüttüğü Millî Talim ve Terbiye Cemiyeti de büyük ölçüde halk eğitimi ile uğraşan bir dernektir. Kısaca Türkiye’de halk eğitimine yönelik hareketler Anadolu’nun henüz Türkleşmeye başladığı 13. yüzyıldan itibaren başlamış, yüzyıllarca aralıksız devam etmiş, Meşrutiyet döneminde ise daha yaygın ve daha organize bir duruma gelmiştir.
Cumhuriyetin ilânını takip eden yıllarda halk eğitimiyle ağırlıklı olarak Türk Ocakları ve Millet Mektepleri uğraşmıştır. Kitap ve dergi yayıncılığı, kütüphaneleri, dil ve edebiyata dair çalışmaları, köycülük faaliyetleri, kır gezileri ve sportif etkinlikleriyle Türk Ocakları halk eğitimi alanında önemli bir yere sahiptir[2][2]. 1 Ocak 1929’da açılan Millet Mektepleri ise halka yeni harflerle okuma yazma öğretmek amacıyla kurulmuş, yeni harfler yaygınlaşıp okuma yazma bilenlerin sayısı belli bir sayıya ulaşınca kapanmıştır. Gerek Türk Ocakları gerekse Millet Mektepleri esasen halkevleri ve benzer kurumlara Türk toplumunun yabancı olmadığını göstermektedir.HALKEVLERİNİN AÇILMA SEBEPLERİ NELERDİR?
Halkevlerinin açılmasının gerisinde yatan pek çok sebep vardır. Bunların bir bölümü iç ve dış siyasal gelişmelerden kaynaklanmaktadır. Bir bölümü ise kültüreldir. Halkevlerinin açılmasının gerisinde yatan sebepleri siyasal ve kültürel olmak üzere iki grupta toplayabiliriz:
Sİyasal Sebepler
Cumhuriyetin ilânından halkevlerinin kurulduğu tarihe kadar geçen yaklaşık 10 yıllık sürede yeni Türkiye’nin bütünlüğünü tehlikeye atan veya Cumhuriyet rejimini kökten değiştirmeyi amaçlayan birtakım siyasî hareketler meydana gelmişti. Doğu vilâyetlerinde başlayan Şeyh Sait İsyanı (Başlaması:13 Şubat 1925–kesin olarak bastırılışı: 31 Mayıs 1925), Menemen’de Derviş Mehmet ve bir kısım arkadaşının başlattığı gerici hareket ve Kubilay adlı yedek subay öğretmenin şehit edilmesi (23 Aralık 1930) gibi tehlikeli teşebbüsler, yeni rejimi tehdit eden ve devleti dinî esaslara dayandırmayı amaçlayan başlıca siyasî hareketlerdi. Ayrıca Atatürk’ün teşvikiyle kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası (Kuruluşu: 12 Ağustos 1930, kendisini feshetmesi 17 Kasım 1930) kısa sürede memleket genelinde teşkilâtlanma çalışmalarını tamamlamış ve iktidara aday bir siyasî parti haline gelmişti. Serbest Cumhuriyet Fırkasının beklenmedik bir ilgiyle karşılanması ve yeni rejime muhalif unsurların bu fırkanın çatısı altında toplanması Atatürk ve diğer CHF yöneticileri tarafından endişeyle izleniyordu. Diğer bir ifadeyle yapılacak ilk seçimde CHF iktidarı sona erebilir; yeni Türkiye SCF vasıtasıyla sonu belli olmayan bir maceraya sürüklenebilirdi. Bunlara ilâveten Cumhuriyet Halk Fırkasının bir kültür kolu olmakla beraber zaman zaman siyasî çalışmalar da yürüten Türk Ocakları, bazı açılardan CHF ile ters düşüyordu. Bir kısım Türk Ocağı şubeleri ve üyelerinin SCF’ye geçmesi, bazı şubelerde ise doğrudan Halk Fırkası aleyhine çalışmalar yapılması CHF yöneticilerinde Türk Ocakları aleyhinde bir düşüncenin gelişmesine sebep olur. Hatta Türk Ocağı teşkilâtının bulunduğu yerlerde partinin teşkilât kuramaz hâle geldiğini belirten CHF müfettişleri, raporlarında “Türk Ocakları bu gidişlerinde bırakılacak olursa, çok daha kötü sonuçlar doğabileceğini’ söylemeye başlamışlardı”. Devletin ve partinin geleceğini tehdit eden bu tür olumsuz gelişmeler Atatürk ve CHF yöneticilerini yeni ve radikal önlemler almaya sevk etmiştir.
Türk Ocaklarının kapatılarak bir süre sonra halkevlerinin dış siyasal sebeplere de dikkat etmek gerekir. Türk Ocaklarına dair bir araştırma yapan Füsun Üstel’in belirttiğine göre, Ocakların kapatılmasındaki dış etkenlerin çoğu “Ocakların ‘Turancı’ eğilimlerinin 1930’larda iyi ilişkiler içinde bulunduğumuz SSCB tarafından kendi varlığına karşı bir tehdit olarak algılanması noktasında yoğunlaşmaktadır. 1930-1931 döneminde SSCB’nin Türkiye Büyükelçiliği görevinde bulunan Surits’in, Ocakların kendi ülkesi ile fazla ilgilenmesi ve üyeleri arasında yayılmacı amaçlar taşıyan kişilerin varlığı nedeniyle dönemin Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü’yü (Aras) uyarması ve Türk Ocakları merkez binasının mimarı Arif Hikmet Koyunluoğlu’nun belirttiğine göre Azerbaycan Elçisi İbrahim Abilof’un ‘Paşam, biz sizinle dostuz. Kurtuluş Savaşında bu dostluğu ispatladık. Para, silah yardımı yaptık. Ancak Türk Ocağında dostluğa yakışmayan bazı olaylar oluyor. Burada Türkistan’ı alacağız, Azerbaycan’daki Türkleri kurtaracağız diye konferanslar veriliyor. Bu dostluğa yakışmaz, bunun önlenmesini istiyoruz.’ şeklinde eleştiride bulunması” halkevlerinin kurulma sürecinde önemli bir rol oynamıştır.Kültürel Sebepler
Cumhuriyetin ilânından sonra kültürel alanda bir dizi inkılap yapıldı. Ancak yukarıda kısaca değindiğimiz siyasî gelişmeler, yapılan inkılapların halk tarafından tam olarak benimsenmediğini göstermektedir. Bu bakımdan inkılâbın halka mal edilmesi, derinleştirilmesi ve halkın eğitilmesi için herkesin rahatlıkla çalışmalarına katılabileceği yaygın bir teşkilâta ihtiyaç vardı. 1929’da halka yeni harflerle okuma-yazma öğretmek amacıyla bir yaygın eğitim kurumu olarak Millet Mektepleri açılmıştı. Fakat, bu kurumlardan pedagojik alanda istenilen verim alınamamış olmalı ki Millet Mekteplerinden daha geniş ve daha kompleks bir kurum olan halkevleri kurulmuştur.
Öte yandan Türkiye Cumhuriyeti ilk çağlardan beri birçok medeniyetin geliştiği bir coğrafya üzerindeydi. Anadolu’da eski medeniyetlerden kalma çok sayıda tarihî değere sahip eser vardı. Bunların korunması, meydana çıkarılması ve gelecek nesillere aktarılması için sistemli çalışan bir teşkilâtın gerekliliği hissedilmekteydi. Kaldı ki Osmanlı döneminde Anadolu’daki tarihî kıymeti olan pek çok eserin yağma edilerek yurt dışına kaçırıldığı bilinen bir gerçektir. Ayrıca sanatı geliştirmek, sanatkârı himaye altına almak, sağlıklı ve gürbüz nesiller yetiştirmek, köyle şehir arasındaki kültürel ve ekonomik farklılıkları gidermek, halkı hurafelerden kurtarıp onları modern bir zihniyetle yetiştirmek, yeni rejim için tehdit unsuru olabilecek bazı düşüncelerin gelişme olanağı bulduğu çeşitli sivil toplum örgütlerini kontrol altında tutmak gibi hususları da halkevlerinin kuruluş sebepleri arasında saymak mümkündür.
Yukarıda kısaca değindiğimiz siyasal ve kültürel sebepler, genel olarak iki noktada birleşmektedir: Ekonomide liberalizmi benimseyen SCF’nin 1930’lu yılların Türkiye’sinde yaşama alanı bulamaması ve benzer düşünce yapısına sahip insanların toplandığı Türk Ocaklarının kapatılması aslında, devletçilik ilkesinin tam manasıyla Türkiye’ye yerleştirilmek istenmesine bağlanabilir. Böylece serbestçilik yerine devletçiliği, ferdiyetçilik yerine halkçılığı ikâme edecek ve daha güçlü bir şekilde savunacak bir kurum olarak halkevleri kurulmuştur. Nitekim katı bir şekilde uygulanan devletçilik kurallarının 1945’ten itibaren gevşetilmesi ve kısmen serbest bir ortamın yaratılmasıyla birlikte, halkevlerinin faaliyetleri yavaşlamış, Türk Ocakları da yeniden açılmıştır.
30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi’nden sonra Cemal Paşa, Enver Paşa ve Talât Paşa gibi İttihat ve Terakki Partisinin önde gelen bazı yöneticileri yurt dışına kaçmıştı. Bununla beraber, bilhassa Enver Paşa’nın gerek Mütareke Dönemi’nde gerekse Cumhuriyetin ilânından sonra Türkiye’ye gelmek ve yeniden iktidarı ele geçirmek için ciddî girişimlerde bulunduğu bilinen bir gerçektir. Suna Kili’nin belirttiği gibi “gerçi I. Dünya Savaşı’ndan yenilgi ile çıkılması İttihatçıların saygınlığını büyük ölçüde azaltmış, bunları gözden düşürmüştür. Fakat eski, deneyimli ittihatçılar el altından çalışmalarını sürdürmekte, Anadolu Ulusal eyleminin yönetimini ele geçirmek, yeniden kurulacak devletin başına geçmek istemektedirler”. Türkiye Büyük Millet Meclisinde kırk kadar ittihatçının bulunduğu ileri sürülmektedir. TBMM’deki ittihatçılardan bir kısmı sadece Millî Mücadele esnasında değil, aynı zamanda Millî Mücadeleden sonraki dönemlerde de Rusya’da bulunan Enver Paşa ile sürekli ilişki içerisinde bulunmuşlar, kurulacak devletin başına Enver Paşa’yı geçirme plânları yapmışlardır. Enver Paşa da Anadolu’ya geçmek ve yeniden iktidarı ele geçirmek için her yolu denemiş, hatta yeni Rus yönetimiyle bu konuda görüşmeler bile yapmıştır. Enver Paşa’nın Anadolu’daki yandaşları da her türlü muhtemel gelişmeyi düşünerek çeşitli siyasal gruplarda yer almışlardır. Sol eğilimli Halk Zümresi, Komünist Parti, Halk İştirakıyyün Partisi ve Yeşilordu gibi siyasal gruplarda epeyce ittihatçı vardır[6][6]. Söz konusu siyasal teşekküllere bir kültür kurumu olmakla birlikte, daha önce İttihat ve Terakki Partisinin görüşleri doğrultusunda çalışmalar yürüten Türk Ocaklarını da ilâve edebiliriz. Enver Paşa ve onun çevresinde gelişen bu hareketler Cumhuriyetin ilânından sonra bile Atatürk ve CHF’ye gerek yurt dışından gerek yurt içinden ciddî bir muhalefet hareketi olduğunu göstermektedir. Bu durumun Atatürk’ü ve diğer CHF yöneticilerini yeni ve radikal önlemler almaya sevk ettiğini düşünebiliriz. Böylece Enver Paşa’yı destekleyen ya da destekleme ihtimali olan Türk Ocakları kapatılmış, yerine CHF ile organik bir bağa sahip olan halkevleri açılmıştır.HALKEVLERİNİN AÇILIŞI VE GELİŞMESİ
Yukarıda belirtilen sebeplerden dolayı, halkın tamamını içine alacak ve halkı devletin belirlediği yeni esaslar doğrultusunda eğitecek yaygın bir teşkilât kurma düşüncesi 1930’lu yılların sonunda ortaya çıkmaya ve şekillenmeye başlamıştır. Resmî açılışı 19 Şubat 1932’de yapılan halkevlerinin kuruluşu, teşkilât yapısı ve faaliyetlerine geçmeden önce halkevleri açma düşüncesinin gelişim seyrine kısaca değinmekte yarar vardır.
Halkevleri açma düşüncesinin gelişmesinde Türk Ocakları önemli bir yere sahiptir. 1930-1932 yılları arasında Ocaklarda gerçekleştirilen konferans, film gösterimi gibi çalışmalar, bir bakıma, halkevlerini açma düşüncesinin zeminini hazırlamıştır. Bu düşüncenin gelişimine yardım ettiğini düşündüğümüz ve 1930-1931 döneminde Türk Ocakları tarafından gerçekleştirilen başlıca faaliyetler şunlardır: Vildan Aşir (Savaşır): Halk Terbiyesi ve Spor (konferans); Hamit Zübeyr (Koşay): Halk Terbiyesi (konferans); Yusuf Akçura: Alman ve Çek Milliyetperverliğinin Temelleri (18 Aralık 1930/ konferans); Selim Sırrı (Tarcan): Sokol Teşkilâtı (26 Aralık 1930/konferans). 1930 yılı Aralık ayının sonlarına doğru Spor Kongresi murahhaslarına ve zabitana Sokol Teşkilâtına dair film gösterimi. Vildan Aşir (Savaşır) Bey Sokol Teşkilâtı (12 Ocak 1931/konferans). Türk Ocaklarında yapılan bu çalışmalarla halkevlerinin kurulması için, en azından düşünce plânında belirli bir ortam hazırlanmıştır. Bu durum halkevleri talimatnamelerinde de açıkça vurgulanır.
Halkevleri açma düşüncesine dair basında tespit edebildiğimiz ilk haber, halkevleri açılmadan yaklaşık bir sene önce, 2 Ocak 1931’de çıkmıştır. Atatürk 1 Ocak 1931’de İstanbul’da gazetecilere halkevlerinin kurulacağını söyler. 2 Ocak 1931 tarihli Milliyet gazetesinde halkevlerinin açılacağı ve konunun CHF kongresinde görüşüleceği belirtilir. Yine Atatürk’ün 1931 yılı Şubatında geniş çaplı bir yurt gezisine çıktığı ve bu gezide halkın inkılâba bakışını değerlendirdiği bilinmektedir. Atatürk’ün gezi programında yer alan Aydın ziyareti, Türk Ocaklarının sonunu getirmesi, buna karşılık halkevlerinin kuruluş sürecini hızlandırması bakımından üzerinde durulması gereken bir gezidir. Gazi, Aydın gezisinin 3 Şubat 1931 Salı günkü programında Aydın Türk Ocağını da ziyaret eder ve Türk Ocağı mensuplarıyla bir sohbet toplantısı düzenler. Söz konusu toplantıda Ocaklıların inkılâba karşı görev ve sorumluluklarını yeniden hatırlatan Atatürk,. vasıtasızlıktan köylere gidip halk ile temas edemediklerinden şikâyetçi olan bir ocaklıya verdiği cevapta, şeyh ve müritlerin köye giderken otomobil masrafını düşünmediklerini, bir mefkureye bağlananların gayeleri uğrunda her türlü zahmet ve fedakârlıktan zevk alacaklarını ilâve eder. Esasen, Atatürk Aydın seyahatinde Türk Ocakları çalışmalardan pek de memnun olmadığını dolaylı bir şekilde ifade etmiştir. Gerek 1 Ocak 1931’de gazetecilere halkevlerine dair beyanat vermesi gerekse yurt gezisinde Türk Ocaklarında yapılan çalışmalardan memnuniyetsizliğini belirtmesi, Atatürk’ün 1931 yılı başlarında Türk Ocaklarını feshedip halkevlerini kurmayı plânladığını ortaya koymaktadır.
Halkevlerine dair ilk araştırmalardan birini yapan Anıl Çeçen, 1931’de halkevleriyle ilgili bir gelişmeye dikkati çeker. Anıl Çeçen’e göre, Cumhuriyet döneminde Avrupa’ya eğitim için gönderilen ve halk eğitimi üzerine özel çalışmalar yapan Vildan Aşir Savaşır Çekoslovakya’da halk eğitimi alanında faaliyette bulunan Sokol adlı bir gençlik teşkilatını incelemiş ve 1931 yılının sonlarına doğru, bir gün Türk Ocağı binasında Avrupa’daki halk eğitimi uygulamalarıyla beraber bu teşkilata dair bilgi vermiştir. Daha sonra konuyu Ankara radyosunda verdiği bir konferansta tekrarlayan Vildan Aşir, ülkede benzer kurumların kurulup kurulamayacağı hakkında bir tartışma başlatmıştır. Çeçen, bu tartışmalardan sonra, Atatürk’ün Vildan Aşir’i telefonla arayarak kutladığını bazı çalışmalar için hazır olmasını istediğini yazmaktadır. Ancak Anıl Çeçen’in bu konuda anakronizme düştüğü ve çelişkili bilgiler verdiği anlaşılmaktadır. İlk olarak 1931 sonlarında Türk Ocakları çoktan kapatılmış, bir çok merkezde Türk Ocakları binalarında halkevlerinin açılması için hazırlıklara başlanmıştı. İkinci olarak, Vildan Aşir (1903-1985?-86) Türk Ocağındaki Sokol Teşkilâtına dair konferansını daha önce belirttiğimiz gibi 12 Ocak 1931’de vermiştir. Yani Konferans 1931 yılı sonlarında değil, başlarındadır. Kaldı ki Vildan Aşir, gençliğinde atletizmle uğraşan başarılı bir sporcudur. 1925 yılında Selim Sırrı Bey’in himayesinde, Çeçen’in ifade ettiği gibi Çekoslovakya’ya değil; İsveç’e beden terbiyesi eğitimi için gönderilmiştir. 1928’de Türkiye’ye dönen Vildan Aşir, Gazi Terbiye Enstitüsünde beden eğitimi öğretmeni olarak görev almıştır. Kendisi anılarında halkevlerinin kuruluşunu anlatırken 1930 sonlarıyla 1931 yılı başlarında Türk Ocağında böyle bir konferans verdiğini doğrulamakla birlikte, Sokollardan ve Çekoslovakya’dan söz etmemektedir. Ancak halkevlerinin isim babası olup olmadığına dair bir soruya “farkında olmadan öyle olmuşuz” cevabını vermekte ve halkevlerinin kuruluş çalışmalarına katıldığını belirtmektedir. Ancak biz Vildan Aşir Savaşır’ın halkevleri düşüncesinin gelişiminde rolü olduğunu kabul etmekle beraber, Vildan Aşir’in hamisi Selim Sırrı Tarcan’ın, Türk Tarih Tetkik Kurumu başkanı Yusuf Akçura’nın ve Hamit Zübeyr Koşay’ın halkevleri fikrinin şekillenmesinde daha etkili olduğunu düşünüyoruz. Zaten Sokol Teşkilâtı hakkında Türk Ocağı’ndaki ilk konferansı (26 Aralık 1930) Vildan Aşir değil, Selim Sırrı Tarcan vermiştir. Ayrıca muhtemelen konferansın verildiği günlerde Sokol Teşkilâtı faaliyetlerine dair bir film gösterimi yapıldığını biliyoruz. Diğer bir deyişle halkevleri kurulması Vildan Aşir’in Çekoslovakya’daki Sokol teşkilâtının incelemesiyle olup bitmiş bir hadise değildir. Zaten Atatürk gazetelere halkevlerinin kurulacağına dair beyanatını Vildan Aşir’in konferansından 10 gün önce vermiştir. Bu bakımdan, halkevlerinin kurma düşüncesinin bizzat Atatürk tarafından geliştirildiğini tahmin ediyoruz. Nitekim, bu düşüncesini somutlaştıran ve kamu oyunu hazırlayan Gazi, CHF Kültür ve Gençlik Teşkilâtından sorumlu İdare Heyeti azası Dr. Reşit Galip’i halkevleri teşkilâtının kurmak için görevlendirmiştir.
Anıl Çeçen, Reşit Galip’in halkevleri konusunda düşünen aydınları Türk Ocağında bir toplantıya çağırdığını söyledikten sonra, şu bilgiyi verir: “Bu toplantıya; Reşit Galip, Şevket Süreyya Aydemir, Recep Peker, Ali Rana Tarhan, Hasan Cemil Çambel, Ziya Cevher Etili, Münir Hayri Egeli, Cevdet Nasuhi, İsmail Hüsrev Tökin, İshak Refet, Hamit Zübeyir Koşay, Sadi Irmak, Behçet Kemal Çağlar, Vildan Aşir Savaşır katılmıştır. Toplantıyı Millî Eğitim Bakanı Reşit Galip devrimci bir heyecanla açmış ve Mustafa Kemâl’in Halkevleri’nin kuruluşu ile direktiflerini bu heyete anlatmıştır. Kurulması istenen Halkevleri’nin hazırlıklarına hemen başlanacağını, bu heyetin de görevinin bu olduğunu söylemiştir”. Gerek Anıl Çeçen’in verdiği bilgilerden gerekse Vildan Aşir’in anılarından hareketle, söz konusu toplantının 1931 yılının ilk aylarında yapıldığını tahmin ediyoruz. Ancak konuyla ilgili araştırmalarımızda bu toplantının ne zaman yapıldığına ve toplantıya kimlerin iştirak ettiğine dair bir kayıt bulamadık. Çeçen, bu toplantıdan sonra, heyetin çalışmalarına devam ettiğini belirtir. Ziya Cevher Etili’nin başkanlığında Şevket Süreyya Aydemir, Sadi Irmak, Tahsin Banguoğlu, Hamit Zübeyir Koşay, Hüseyin Namık Orkun, Kerim Ömer Çağlar, Namık Katoğlu ve Vildan Aşir Savaşır’dan oluşan bir komisyon halkevleri tüzüğünü hazırlamakla görevlendirilir. İki aylık çalışmadan sonra bir tüzük tasarısı hazırlayan komisyon, raporunu Cumhuriyet Halk Fırkası genel sekreteri Recep Peker’e sunar; o da tüzük taslağını partinin yetkili organlarına götürür. Aynı zamanda, görülen lüzum üzerine Türk Ocakları 10 Nisan 1931’de olağanüstü bir kurultayla kendisini fesheder ve bütün gayri menkullerini Cumhuriyet Halk Fırkası’na devreder. Böylece halkevlerinin açılması için gerekli zemin hazırlanmış olur.
10 Mayıs 1931’de CHF Üçüncü Büyük Kongresi toplanır. Kongrede halkevlerinin açılması teklif edilir ve bu teklif kongrenin 17.5.1931 tarihli celsesinde üzerinde herhangi bir tartışma olmaksızın oybirliğiyle kabul edilir. Bunun üzerine CHF vilâyet merkezleri tarafından çeşitli merkezlerde halkevi açmak için hazırlıklara başlanır. Yaklaşık dokuz aylık bir hazırlık devresinden sonra, ilk olarak Adana, Afyon, Ankara, Aydın, Bursa, Çanakkale, Denizli, Diyarbakır, Eskişehir, İstanbul, İzmir, Konya, Samsun ve Van’da 19 Şubat 1932 Cuma günü, saat 15’te halkevleri görkemli törenlerle açılır. Ankara’daki açılışta Recep Peker halkevlerinin önemini belirten bir konuşma yapmış, Recep Peker’in konuşmasını halkevlerinin kuruluşunda en çok emeği geçen Aydın Mebusu Reşit Galip’in konuşması takip etmiştir. Reşit Galip konuşmasında halkevlerine neden ihtiyaç duyulduğunu ve halkevi talimatnamesindeki maddelerden nelerin anlaşılması gerektiğini geniş bir şekilde açıklamıştır. Daha sonra davetlilerin huzurunda Çoban piyesi oynanmış, Behçet Kemâl’in açılış şiiri okunmuş ve tören sona ermiştir. Benzer törenler, aynı gün ve saatte diğer merkezlerde de yapılmıştır. Bu törenler halkevlerinin sistemli bir hareket olduğunu göstermektedir.
Halkevleri kuruluşundan hemen sonra ülke geneline hızla yayılmıştır. Talimatnamedeki şartlara uyan vilâyet, kaza, hattâ köylerde bile halkevi açılır. Bir ara adları “ulusevi” şeklinde değiştirilmekle beraber, daha sonra bu addan vazgeçilir ve tekrar halkevi adına dönülür. Bu kurumların ilk açılış günü olan 19 Şubat ve bu günü takip eden ilk pazar günü, sonraki yıllarda ülke genelinde halkevleri bayramı olarak kutlanır.
CHP Genel Sekreterliği tarafından halkevleri yıl dönümlerinde yayınlanan halkevi faaliyetlerine dair raporlar ve diğer kaynaklara göre, halkevlerinin 1932-1951 yılları arasında ülke geneline dağılımına dair şunları söyleyebiliriz: Başlangıçta 14 vilâyette açılan halkevleri 24 Haziran 1932’de açılan 20 halkeviyle birlikte ilk yıl 34’e yükselmiştir. Bu sayı 1933’te 55, 1934’te 80, 1935’te 103, 1936’da 136, 1937’de 167, 1938’de 210 ve 1939’da 373’e çıkar. 1940’ta halkevi teşkilâtının kurulamadığı mahalle ve köylerde halkevlerinin küçük bir çekirdeği olan ve benzer çalışmalar yürüten halkodaları açılır. 1941’de ilk kez yurt dışında bir halkevi açılmasına karar verilir. Yurt dışındaki ilk ve tek halkevi İngiltere’nin Başkenti Londra’da açılır. Türkiye’nin Londra Büyükelçisi Tevfik Rüştü Aras, İngiltere Dışişleri Bakanı Antony Eden, British Council Başkanı Sir Malkolm Robenson ve 400 seçkin davetlinin huzurunda 19 Şubat 1942’de açılış töreni yapılan Londra Halkevi, aynı gün altı şubesiyle faaliyetlerine başlar. Böylece Demokrat Partinin iktidara geldiği 1950 yılına gelene kadar halkevlerinin sayısı biri yurt dışında olmak üzere toplam 478’e halkodalarının sayısı ise 4322’ye yükselmiştir. Söz konusu rakamlar halkevleri ve halkodalarının ülke genelinde ne derece yaygınlaştığını açıkça göstermektedir.TEŞKİLÂT YAPISI, ŞUBELERİ VE FAALİYETLERİ
Reşit Galip ve arkadaşlarının hazırladığı ilk Halkevleri Teşkilât, İdare ve Mesai Talimatnamesi’ne göre, halkevleri teşkilindeki esaslar şöyle belirlenmiştir:
Halkevlerinin kapısı CHF’ye kayıtlı olan veya olmayan herkese açıktır. Fakat halkevi idare heyeti ve şube idare komitelerine aza olabilmek için Halk Fırkası mensubu olmak gerekir. Memurların idare heyetlerine girmesinde bir sakınca yoktur. Halkevlerinin açılma kararı Fırka Umumî İdare Heyetine, evlerin tesis, teşkil ve düzenlenmesi vilâyet idare heyetlerine aittir. Ankara Halkevi’nin reisi Parti Umumî İdare Heyeti tarafından doğrudan seçilir; Parti genel sekreteri ile doğrudan haberleşir ve raporlarını buraya gönderir.
Bir yerde halkevi kurmak için şube faaliyetlerini temin edecek unsurlar ve bunların çalışmasına elverişli bina, para ve diğer maddî araçlar aranır. Bir halkevi en az üç şubenin çalışması sağlanmak şartıyla açılabilir. Halkevi binaları CHP idare heyetleri tarafından temin, tanzim ve tefriş edilir; masrafları vilâyet parti idare heyetlerince karşılanır. Fakat şube çalışmalarının gelişmesi için yapılacak bağışlar halkevi idare heyetince kabul edilir. Vilâyet idare heyetleri, halkevince her yıl başında hazırlanan bütçeyi tasdik eder ve denetler. Halkevi salonları CHP prensiplerine muhalif olmayan ya da başka bir partiyle ilgili olmayan bütün toplantılara açıktır. Halkevinde bilardo, salon tenisi ve diğer salon jimnastikleri için yer ayrılır, içki ve oyuna izin verilmez; en az ayda bir defa genel temsil verilir. Halkevi toplantılarına gelenler için özel bir yer ayrılmaz. Yalnız Atatürk’e ve devlet otoritesine saygı işareti olarak cumhurbaşkanına, TBMM başkanına, başbakana, memur bulundukları yerlerde vali, kaymakam ve nahiye müdürleriyle o yerin en büyük komutanına yer hazırlanır.
Halkevi idare heyeti, şube komitelerinin kendi aralarında belirledikleri birer temsilciden oluşur. Seçim iki yılda bir yapılır; üyeler yeniden seçilebilir. Vilâyet parti idare heyetinin üyeleri arasından seçeceği bir kişi halkevi idare heyetine başkanlık yapar. Halkevi idare heyeti, şube çalışmaları hakkında parti genel sekreterliğine üç ayda bir rapor gönderir. Hesapları parti idare heyetinin belirleyeceği usullerle kontrol ve teftiş edilir. Halkevlerini denetlemek için parti idare heyeti üyelerinden biri memur edilebileceği gibi, parti mensupları ve milletvekilleri de bu yolda vazifelendirilir.
Vatandaşların eğilimlerine göre kendilerine bir çalışma alanı bulabilmelerini temin amacıyla halkevleri Dil, Tarih, Edebiyat Şubesi, Güzel Sanatlar Şubesi, Temsil Şubesi, Spor Şubesi, İçtimaî Yardım Şubesi, Halk Dershaneleri ve Kurslar Şubesi, Kütüphane ve Neşriyat Şubesi, Köycüler Şubesi, Müze ve Sergi Şubesi olmak üzere toplam 9 şubeye ayrılmıştır. Her şubenin, şubeye giren üyeyi kaydetmek için bir kayıt defteri bulunur. Üye sayısı 50’ye kadar olan şubeler üç, 50’den fazla olanlar beş kişilik bir şube komitesi seçerler. Üye sayısı 10’dan az olan şubeler için komite seçimi yapılmaz. Şubeler kendi çalışma talimatnamelerini kendileri hazırlar. Halkevi şubelerinin görevleri ve bu şubeler aracılığıyla yapılan çalışmalardan bazıları aşağıda belirtilmiştir.Dil, Edebiyat, Tarih Şubesi
Muhitin genel bilgisini yükseltmeye yarayacak konularda sohbetler ve konferanslar düzenlemek, Türk dilinin bugünkü yazı ve edebiyatta kullanılmayan, fakat halk arasında yaşayan kelimeleri, terimleri ile eski millî masalları, atasözlerini, araştırıp toplamak, anane ve âdetleri incelemek, dergi çıkararak veya çıkarılmakta olan dergiler aracılığıyla yukarıda belirtilen çalışmaları yayımlamak, yeni yetişen gençler arasında yetenekli olanları desteklemek ve onların ilerlemeleri için gerekli çareleri aramak bu şubenin görevleri arasındadır.
Bu maksatla, dil ve edebiyat şubesince, edebiyatın çeşitli alanlarıyla ilgili çok sayıda konferans verilmiş, çeşitli anma törenleri yapılmış, edebiyat sohbetleri düzenlenmiştir. Halkevlerinin çoğunda hitabet, şiir, hikâye, piyes, kitap özetleme ve kompozisyon yarışmaları düzenlenmiş, dereceye girenlere para ve kitap gibi hediyeler verilmiştir. Dereceye giren eserler halkevleri dergilerinde yayımlanmak suretiyle genç yetenekler teşvik ve himaye edilmiştir. Örneğin 1938-1939 yıllarında yapılan Memleket Küçük Hikâyeleri yarışmasına toplam 49 halkevi katılmış, 218 hikâye gönderilmiştir. Devrin en meşhur edebiyatçılarının jüri üyesi olduğu bu yarışmada en güzel 10 hikâye 100’er lira ile ödüllendirilmiştir. Salim Şengil (Ankara Halkevi), Naki Tezel (Eminönü Halkevi), Kemal Bilbaşar (İzmir Halkevi), Sadi Günel (Sinop Halkevi), Azize Tözen (Ankara Halkevi), İ. Tayla (Eskişehir Halkevi), Rıdvan Kipural (Bursa Halkevi), Abdurrahman Orhun (Ankara Halkevi), Süleyman Kazmaz (Ankara Halkevi), Emin Tuğal (Denizli Halkevi) bu yarışmada derece alan hikâyecilerdir. Yine 1943-1944 senelerinde Ankara Halkevi’nin açtığı bir edebiyat yarışmasında manzum şiir dalında birinciliğe lâyık eser bulunamamış, mensur şiirde Fethi Gürsoy’un Ay, küçük hikâyede, Salim Şengil’in Bir Balo Gecesi, çocuk hikâyelerinde Ziya Çoker’in Kut Dağı başlıklı eserleri birinciliğe lâyık görülmüştür. Bu yarışmada Fikirler dergisi yazar kadrosunda yer alan Ayhan Hünalp’in Yeşil Vadinin Sultanı adlı çocuk hikâyesi mansiyon almıştır. Geniş bir sahada faaliyet gösteren halkevi dil ve edebiyat komiteleri halk şairlerinin eserlerini, anonim türküleri, masalları ve manileri, toplamaya, tasnif etmeye önem vermişlerdir. İzmir Halkevi gibi bazı halkevleri de halk şairleri ile yeni genç şairleri kaynaştırma düşüncesiyle kendi illerinin şairlerini bir araya toplayan antolojiler hazırlamışlardır.
Bu şubeler tarafından yapılan çalışmaların en önemlilerinden birini dergi yayıncılığı oluşturmaktadır. Halkevi dergileri ve bu dergilerde beliren değerler çalışmamızın birinci bölümünde ele alınacağından burada bu konuya girilmeyecektir.
Halkevleri Dil ve Edebiyat şubeleri, Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin taşradaki kolu olacak şekilde örgütlenmiştir. Bu şubelere bağlı olarak kurulan dil komiteleri çalışmalarını Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin maksadına uygun olarak sürdürmüştür. Bu komiteler faaliyetlerini araştırma, derleme, yazı dilinde kullanılan yabancı kökten sözlerin ifade ettiği kavramları anlatabilecek Türkçe kökten türeyen sözler bulup teklif mahiyetinde olarak yayınlama, dile ait yazılar yazma ve Türkçe sevgisini yayma alanlarında yoğunlaştırmıştır. Başlangıçta iki yılda bir tekrarlanan dil kongrelerine halkevleri tarafından birer temsilci gönderilmiş, alınan kararlar takip edilmiştir. Kongreye katılan halkevi delegesi dönüşünü takip eden günlerde kongreye dair izlenimlerini halkevlerinde verdiği konferanslarla halka ve halkevlilere anlatmıştır. Ayrıca, halkevleri radyolar vasıtasıyla, dil kongrelerindeki tartışmaları canlı olarak halka dinlettirmiş, halkın dil bilincini geliştirmeye çalışmıştır. Yine halkevleri dil komitelerince üç sene içinde (1932-1935) derlenen fişler Türk Dili Tetkik Cemiyeti tarafından incelenmiş, bunlardan 40.000 tanesi muteber bulunmuştur. Aynı zamanda Türk Dil Kurumuna halkevleri tarafından on bin kadar folklor derlemesi gönderilmiştir. Bir çok halkevi mensubu köy köy dolaşarak halk dilinde yaşayan atasözlerini toplamış, bunları yöredeki halkevi dergisinde yayınlayarak yok olmaktan kurtarmıştır. Türkçe olmadığı düşünülen köy ve sokak adlarına dair incelemeler yapılmış ve bunlardan bazıları Türkçe’ye çevrilmiştir. 1934’te çıkan Soyadı Kanunu’nun önemini kavrayan halkevleri dil komiteleri, bu işte halka rehber olmuş, soyadı koyma törenleri düzenlemiş, bir çok vatandaşa soyadı bulmuştur. Bu komitelerin yaptığı en önemli görevlerden biri de Türk dilinin bilinmediği bazı yörelerde Türkçe öğretme ve okuma-yazma kursları açması, daha sonra Türkçe konuşma yarışmaları düzenlemesidir. Mardin, Diyarbakır, Siirt, Adana, Mersin ve Gaziantep halkevlerinin bu sahada çok önemli çalışmaları olmuştur. Hatta, Mardin Halkevi bir kaza neticesinde, bu yolda üç üyesini kaybetmiştir. Türk Dil Kurumunun direktifleri doğrultusunda yörenin ve ülkenin ihtiyaçları göz önüne alınarak yapılan halkevi dil ve edebiyat çalışmaları, başta halkevi dergileri olmak üzere, halkevi faaliyetlerini içeren çeşitli broşür ve kitaplar vasıtasıyla yayımlanmıştır.Güzel Sanatlar Şubesi
Musikî, resim heykeltıraşlık, mimarlık, ve süsleme sanatları gibi alanlarda sanatçı ve amatörleri bir arada toplamak, genç yetenekleri korumak, halk için genel müzik akşamları düzenlemek, halkın musikî zevkini arttırmak ve yükseltmek, mümkün olan yerlerde güzel sanatlar kursu açmak, halkın millî marşları ve şarkıları öğrenmesine yardım etmek, millî bayramlarda bu marş ve türkülerin milletçe bir ağızdan söylenmesini temin etmek, köylerde ve aşiretlerde söylenen millî türkülerin nota ve sözleriyle millî oyunların ahenk ve tarzını tespit etmek Halkevi Güzel Sanatlar Şubesinin görevleri arasındadır. Bu şube, çalışmalarını resim, musikî, mimarî, heykeltıraşlık ve diğer Türk süsleme sanatları üzerinde yoğunlaştırmıştır. Bir yandan temsil şubelerinin verdiği temsillerin dekor, süsleme ve kostüm işleriyle uğraşılırken, öte yandan resim atölyeleri, korolar, bandolar, konserler, halk sazları toplulukları kurulmuştur. Sergilerle hem Türk inkılabının ruhunu aksettirecek etkinliklerde bulunulmuş hem de halkın sanat zevki yükseltilmiş, bedii ihtiyacı karşılanmaya çalışılmıştır. Dil ve Edebiyat Şubesinde olduğu gibi bu şubenin de en önemli vazifesi genç yetenekleri korumak ve yetiştirmek olmuştur. Profesyonel sanatçılar eşliğinde kurslar açılmış ve kursiyerlerin eserler ile çevredeki amatör sanatçıların çalışmaları halkevlerinde açılan sergiler ve yarışmalar vasıtasıyla halka duyurulmuş, halkın sanatla ve sanatçıyla ilgilenmesi sağlanmıştır. Örneğin 1940’ta açılan 1. Amatör Resim ve Fotoğraf Sergisi’nde 85 resim ve 80 fotoğraf teşhir edilmiş, 1941’de düzenlenen aynı içerikli 2. sergide 75 resim, 50 fotoğraf, 1943’teki üçüncü sergide 98 resim ve 71 fotoğraf sergilenmiştir. Yine CHP’nin 1938-1943 yılları arasında düzenli olarak memleketin tanınmış ressamlarını ülkenin değişik yörelerine gönderdiğini, o yörenin güzelliklerini tablolara döktürdüğünü biliyoruz. Yapılan resimler, başta Ankara Halkevi olmak üzere, değişik halkevlerinde sergilenmiş, böylece sanat vasıtasıyla memleket sevgisi ve sanat zevki geliştirilmeye çalışılmıştır.
Temsil Şubesi
Tiyatro sanatına heves ve yeteneği olan kadın ve erkek üyelerden bir temsil grubu oluşturmak, umumî idare heyetince tercih edilecek veya yeniden teklif ettirilecek piyesler temsil ettirmek Temsil Şubesinin görevleri arasına girer.
Tiyatronun telkin kudreti göz önüne alındığında, temsil gibi önemli bir sanat dalında yetenek sahibi olanları Kemalist Türkiye’nin değerlendirmemesi düşünülemezdi. Zaten halkevleri açılırken Ankara’da yapılan ilk törende, Ankara Halkevi’nde Behçet Kemâl’in (Çağlar) Çoban piyesinin oynandığı ve büyük alkış aldığı bilinmektedir. Ayrıca halkevleri resmen açılmadan, halkevlerinde ilk oynanan piyes, Türk Tarih Tezi’ni ortaya koyan ve inkılâp Türkiye’sinin halka nasıl anlatılacağını gösteren Akın piyesiydi. Halkevlerinin açılışını takip eden yıllarda dönemin en önde gelen yazarları, inkılâbı anlatan çok sayıda tezli piyes yazmışlardır. Bu piyesler halkevleri aracılığıyla amatör ve profesyonel sanatçılar tarafından temsil edilmiştir. Bir halkevinde hazırlanan temsil, sadece o yöreyle sınırlı kalmayıp, çevre şehir, kasaba hatta köylere gidilerek halkın ilgisine sunulmuştur. Halkevi temsil şubelerinin önemli görevlerinden biri de Türk kadınını sahneye çıkarmak, kadın sanatçılar yetiştirmek olmuştur. Başlangıçta, temsillerde rol alacak kadın sanatçı bulunamamışsa da bu sorun önce bayan öğretmenler; sonra Cumhuriyetin modern okullarında yetişen genç kızlar ve halkevlerinin sahnelerinde yetişen kadın sanatçılar vasıtasıyla giderilmiştir. Seçilen piyeslerde inkılâbı yayma, telkin etme ve modern hayatı özendirme ilkeleri aranmıştır. Bunlara ilâveten, Karagöz, Orta Oyunu gibi geleneksel Türk seyirlik oyunları halkevi sahnelerinde yeni bir hayat bulmuş ve yok olmaktan kurtulmuştur. Halkevi sahnelerinin bir diğer önemli hizmeti de memleketin değişik merkezlerine birer tiyatro sahnesi kazandırması olmuştur. Kısaca gerek yaygınlığı gerekse toplum zihniyetini değiştirmeye yönelik etkisiyle, halkevi tiyatro çalışmaları bu kurumların etkili faaliyetlerinden birisidir.Spor Şubesi
Bu şube Türk halkında spor ve beden hareketlerine sevgi ve ilgi uyandırır, bunları bir kütle hareketi, millî bir faaliyet haline getirir. Türkiye İdman Cemiyetleri Birliğine dahil olan veya olmayan spor kuruluşlarının gelişme ve ilerlemesine yardım eder. Hiç kulüp bulunmayan yerlerde kulüp kurulmasını, gençlerin spor kulüplerine girmesini ve gerçek birer sporcu olarak yetişmesini teşvik eder. Vatandaşlara modern sağlık bilincinin esası olan ev ve oda jimnastikleri öğretir. Yer ve imkânına göre bir veya iki yılda bir yerel jimnastik günleri düzenler. Üç dört yılda bir büyük jimnastik bayramları yapar. Yaya veya vasıtalı geziler düzenler.
Bu ilkelere bağlı olarak halkevleri spora da önem vermiş, gelişmenin “beden, ruh ve kafa gelişmesiyle bir arada” olacağı ilkesinden hareket etmiştir. Spor, sadece heveskârların işi olmaktan çıkarılmış, halkın tamamının sporla ilgilenmesine çalışılmıştır. Bu şubeler vasıtasıyla senenin belirli günlerinde atletizm ve spor bayramları düzenlenmiş, federe olmayan amatör spor kulüpleri halkevleri himayesine alınmış, bölgesel ligler oluşturulmuş, başarılı kulüplere hediyeler verilmiştir. Bazı halkevlerinde spor salonları yapılmış, bazıları ise bir stadyumun işletmesini üstlenmiş, buralarda ihtisas sahibi öğretmenlerin kontrolünde toplu sportif etkinlikler yapılmıştır. Mahallî şartlara uygun spor faaliyetleri, ata sporu olarak bilinen güreş turnuvaları, çeşitli jimnastik hareketleri, boks, eskrim, judo, basketbol, voleybol, avcılık, bisiklet yarışları, toplu kültür-fizik hareketleri halkevinde rağbet gören sporlar arasındadır.Sosyal Yardım Şubesi
Çevrede yardıma muhtaç kimsesiz kadınlar, çocuklar, sakatlar, düşkün ihtiyar ve hastalarla ilgilenmek; mevcut hayır cemiyetlerinin faaliyetlerinde çalışmak; kreş, öğrenci yurtları, işçi tedavi yurtları gibi sosyal yardım kurumlarının çalışmalarını hızlandırmak; hapishanelerde bulunan muhtaçları gözetmek; fakir öğrencilerin elbise, yemek ve barınmalarıyla ilgilenmek; tedaviye muhtaç hastaların tedavilerini sağlamak; köylerden gelen fakirleri şehir ve kasabalarda barındırmak; hasta olanların tedavilerini sağlamak ve işsizlerin iş bulmalarına aracılık etmek bu şubenin faaliyetleri arasındadır.
Sosyal Yardım Şubesi çalışmalarını Türk milletini kaynaşmış bir kütle yapmak amacı doğrultusunda yürütmüştür. Halkevinin bulunduğu muhitte yardıma muhtaç, kimsesiz kadınlar, çocuklar, sakatlar, ihtiyarlar tespit edilerek onlara gereken yardımlar yapılmış; şehir ve köylerde fakir hastaların muayene ve tedavileri sağlanmış; ilkokul öğrencilerinin vücut ve diş muayeneleri yaptırılmış; kimsesiz talebeler halkevi mensubu öğretmenler aracılığıyla belirlenmiş ve bu öğrencilere yiyecek, giyecek, kitap vb. yardım yapılmıştır. Halkevi mensubu doktorlar, kendilerine halkevi adına müracaat eden hastaları ücretsiz muayene etmiş; bir çok halkevinde poliklinik açılmış, böylece ihtisas sahibi doktorların yoksul hastaları tedavi etmesi sağlanmıştır. Sosyal yardımlaşmanın önemini belirten konferanslar verilmiş ve bu konferansların metinleri broşürler halinde halka dağıtılmıştır. Bazı halkevleri iş bulma kurumu gibi çalışmıştır. Örneğin İzmir Halkevi’nin Nazilli Basma Fabrikası’na İzmir’den vasıflı işçiler gönderdiği bilinmektedir.Halk Dershaneleri ve Kurslar Şubesi
Bu şube her türlü okuma-yazma ve yetiştirme hareketlerinin ilerlemesini temin ve himaye eder; okuma-yazma öğretmek, yabancı dil ve fen dersleri vermek, sanat öğretmek ve günlük hayat bilgilerini geliştirmek için kurslar açtırır; özel kurumların açtığı kurslara yardım eder.
Halk dershaneleri ve kurslar şubesi yörenin ihtiyacına göre ücretsiz kurslar açmıştır. Bu kursların başında cehaletle mücadele kursları gelir. Açılan kurslarda Türkçe okuma-yazma öğretilmiş ve yurttaşlık bilgisi dersleri verilmiştir. Ceza evlerinde yatan mahkumlara yardım eli uzatılarak bu mahkumlar için ilkokulu bitirme, ortaokulu bitirme vb. kurslar açılarak, onların yeniden topluma kazandırılmasına çalışılmıştır. Ayrıca meslekî eğitime yönelik ihtiyaç duyulan yerlerde, şoförlük, motor, dikiş-nakış, tercümanlık vb. kurslar açılmıştır. Bu kursları bitirenlere devlet erkanının katıldığı görkemli törenlerle diplomaları verilmiş, böylece kurslara hem devletin hem de halkın ilgisi sağlanmıştır.Kütüphane ve Neşriyat Şubesi
Her halkevinin bulunduğu yerde bir kütüphane ve bir okuma odası açmak zorunludur. Bu kütüphane CHP yayınlarıyla, bağışlarla, doğrudan satın alma suretiyle zenginleştirilir. Satın alınması gereken eserler konusunda, umumî idare heyeti tavsiyelerde bulunur. Şube, millî kültürü besleyecek ve her kesim tarafından okunacak eserleri çoğaltmak için gerekli tedbirleri alır, okuyucuların artmasına gayret eder. Bu şube partinin yayın işlerine yardımcı olacak şekilde çalışır.
Talimatnamede belirtildiği gibi, bir halkevinin açılması için ilk şart kütüphanedir. Bu yüzden kütüphanelere özel önem verilmiş, her halkevinde bir kütüphane yapılmış, şehrin değişik mahallerine, hatta köylere okuma odaları açılmış ve hapishanelere kitaplar hediye edilmiştir. Kütüphaneler bağışlar, parti merkezince gönderilen kitaplar ve halkevlerinin kendi imkânlarıyla temin ettikleri kitaplarla zenginleştirilmiştir. Halkevlerinden günümüze kalan önemli bir miras halkevleri neşriyatıdır. Bu yayınlardan bazıları, günlük pratik bilgileri içeren el kitapçıkları, bir kısmı ise ciddî ve emek mahsulü bilimsel eserlerdir.Köycülük Şubesi
Köylülerin sıhhî, medenî, bediî gelişme ve ilerlemesine, köylü ile şehirli arasında karşılıklı sevgi ve bağlılık duygularının kuvvetlenmesine çalışmak, çevre köylere geziler düzenlemek, köylüyü okutmaya çalışmak, hasta köylülerin şehir sağlık merkezlerinde muayene ve tedavilerini sağlamak, harp malulü köylülerle şehit köylülerin aile ve yetimlerini koruma ve bunların kasabadaki resmî işlerini kolaylaştırmak bu şubelerin aslî görevleri arasındadır.
Halkevlerinin faaliyetlerini sürdürdüğü dönemde Türkiye nüfusunun dörtte üçünden fazlası köylerde oturmaktaydı. Bu yüzden halkevleri faaliyetleri içinde köycülük ihmâl edilmemesi gereken bir faaliyet sahası olmuştur. Halkevlerinin bu konudaki temel prensibi “memleketi aslî ve asil unsurundan: köyden tanımaya başlamak”tır. Çalışmalarını bu ilkeden hareketle sürdüren halkevleri köyün sıhhî, sosyal ve bediî gelişiminin sağlanmasına önem vermiştir. Aralarında doktor, veteriner, öğretmen, mühendis vb. mesleklere sahip kişilerden kurulan halkevi köycüler komitesi civar köylere inceleme gezileri düzenlemiş, yeni planlar dahilinde modern köyler oluşturmaya çalışmıştır. Bazı halkevleri civarda bulunan köyleri, “örnek köy” seçerek, bu köylerin her türlü sorunuyla ilgilenmiştir. Örneğin İzmir Halkevi Karşıyaka’ya bağlı Örnek Köy’ünü model almış, bu köy için modern bir köy planı çizmiş ve köyün kuruluşunun ve gelişiminin bu plan dahilinde yapılmasını sağlamıştır. Pınarbaşı, Cumaovası, Büyük Çiğli ve Şemikler gibi İzmir’in yakın köyleri İzmir Halkevi’nin ilgi alanına giren ve her fırsatta gidilen köylerdendir. Halkevi köycülerinin hiçbir karşılık beklemeksizin köyün bayındırlık, temizlik, sağlık ve ziraat işleri ile ilgilenmesi, köylerde okuma odası açmaları, dünyada olup bitenler hakkında köylüyü bilgilendirmeleri gibi faaliyetleri dikkate değer çalışmalardır.Müze ve Sergi Şubesi
Halkevi müzesi ve sergiler grubu olmak üzere ikiye ayrılan bu şubenin müze grubunun faaliyet sahası şunlardır: Çevredeki tarihî eser ve abidelerin iyi korunması hususunda resmî makamları aydınlatır. Bulunduğu yerde resmî müze varsa onları zenginleştirmeye, yoksa bunların kurulmasına çalışır. Tarihî eserlerin ve üzerindeki yazıların fotoğraflarını alır. Tarihî kıymeti olan eski yazılar, ciltler, tezhipler, divanlar, minyatürler, çiniler, halılar ve nakışlar gibi millî kültür vesikalarıyla eski millî kıyafetler ve diğer millî etnografya vesikalarını toplamaya çalışmak suretiyle mahallî müzelerin zenginleşmesini sağlar. Sergi Grubu ise çevrede ve memleketin diğer taraflarında bulunan sanatkârların eserlerinin teşhir edilmesini sağlar. Bu sanatçıların istedikleri eserleri sergiler açmak suretiyle halka tanıtır. Başlangıçta Müze ve Sergi Şubesi olarak açılan bu şube daha sonra, Tarih ve Müze Şubesi adı altında faaliyetlerini sürdürmüştür.
Halkevi tarih ve müze kolları kendi bölgelerindeki tarihî eser ve anıtların incelenmesine, kaybolmaya yüz tutan millî etnografya vesikalarının aranıp bulunmasına, yerel müzeler kurulmasına, kurulmuş olanların zenginleşmesine çalışmıştır. Bu komiteler tarihî geziler düzenlemiş, halkın tarih bilincini geliştirmeye gayret etmiştir. Bir çok halkevi topladığı eserlerle kendi müzesini kurmuş, civardan toplanan tarihî eserler şehirdeki devlet ve halkevi müzelerinde koruma altına alınmıştır. Halkevlerinin müzeciliğe dair yaptığı neşriyat da bu kurumların önemli çalışmalarındandır.“Halkevleri Türk Tarih Kurumunun kurulması ve Türk Tarih tezinin ortaya atıldığı bir dönemde Türk Tarih Kurumunun Anadolu’daki yardımcı kolları olarak tanımlanmıştır. Bu yüzden yapılan tüm araştırma ve tetkikler raporlar halinde kuruma gönderilmiştir”. Serap Taşdemir’in de belirttiği gibi, tarih komiteleri çalışmalarını Türk Tarih Tezi ışığında sürdürmüş, tarihe dair araştırmaları yayımlamıştır. Türk Tarih Tezi’ni geniş kitlelere anlatmak için konferanslar düzenlemişler; tarih ve dil ile ilgili işlerin millî varlığın temeli olduğu görüşünden hareketle, bünyelerinde tarih arşivleri oluşturmuş, yöredeki tarihî eserleri toplamış ve gönderdikleri belgelerle Türk Tarih Tezi’ne önemli katkıda bulunmuştur.Halk Evleri Nasıl Kapandı?
1950’de iktidara gelen Demokrat Parti ödenek yokluğu gerekçesiyle 18 Haziran 1950’de ilk olarak Londra Halkevi’nin faaliyetlerini durdurmuştur. Demokrat Parti milletvekilleri tarafından Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulan “Halkevlerinin ve Bazı Halk Partisi Gayri Menkullerinin Hazineye İadesi Hakkındaki Kanun Lâyihası” 9 Ağustos 1951 tarihinde oylamayla kabül edilmiş, 11 Ağustos 1951 tarihli Resmî Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Bu yasa sonucunda halkevleri binalarına ve binalardaki mallara resmen el konulduğu ve bunlar hazineye iade edildiği için halkevleri de fiilen çalışamaz hale gelmiş, başka deyişle kapanmıştır.
HALKEVLERİNİN KAPANMASI
Türkiye genelinde faydalı çalışmalar yapmasına rağmen, tipik bir tek parti dönemi kuruluşu olan halkevlerinin durumu II. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte sarsılmaya başlar. 7 Ocak 1946’da Demokrat Partinin faaliyete başlaması, halkevi çalışmalarında önemli bir gerilemeye yol açar. Çünkü daha önce CHP saflarında ve halkevlerinde çalışan bir çok bilim ve siyaset adamı, Demokrat Partiye geçmiştir. Her ne kadar CHP yöneticileri, halkevlerinin siyaset dışı bir kurum olduğunu söyleseler de bu kurumların daha çok CHP ve CHP’ye yakın teşekküllerin toplantılarına sahne olması ve belli bir partinin yan kuruluşu görüntüsünden kurtulamaması yüzünden halk, zamanla halkevlerinden uzaklaşmaya başlar. CHP’nin 17 Kasım 1947’de toplanan 7. Büyük Kurultayı’nda halkevleri meselesi ele alınmış, Prof. Fahrettin Kerim Gökay başkanlığında bir komisyon kurulmuş, ancak bu kurultayda halkevlerinin bağımsız bir kurum haline getirilmesi yolunda bir adım atılamamıştır.
Öte yandan bilindiği gibi halkevleri ilk açıldığında, faaliyetlerine Türk Ocakları binalarında başlamıştı. 10 Mayıs 1949’da yeniden açılan Türk Ocakları kendi binalarına halkevlerinin kanun dışı yollarla el koyduğunu ileri sürerek bu binaları geri ister. Bu arada halkevi bütçeleri de sorun olmuş, önceleri belediye ve özel idare bütçelerinden sorunsuz bir şekilde ayrılan ödenekler, 1946’dan sonra belediye meclislerinde büyük tartışmalardan sonra alınabilmiştir. 14 Mayıs 1950’de Demokrat Partinin ezici bir çoğunlukla iktidara gelmesiyle, halkevlerinin durumu tamamen sarsılmış, Demokrat Parti ödenek yokluğu gerekçesiyle 18 Haziran 1950’de ilk olarak Londra Halkevi’nin faaliyetlerini durdurmuştur. Bu tarihten sonra kamuoyunda halkevleriyle ilgili tartışmalar daha da artmıştır. Nitekim Demokrat Parti milletvekilleri tarafından Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulan “Halkevlerinin ve Bazı Halk Partisi Gayri Menkullerinin Hazineye İadesi Hakkındaki Kanun Lâyihası” 9 Ağustos 1951 tarihinde açık oylamaya sunulmuş ve lâyiha, mecliste bulunan 365 milletvekilinden 362’sinin olumlu oyuyla geçmiştir. Yasa 11 Ağustos 1951 tarihli Resmî Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Bu yasa sonucunda halkevleri binalarına ve binalardaki mallara resmen el konulduğu ve bunlar hazineye iade edildiği için halkevleri de fiilen çalışamaz hale gelmiş, başka deyişle kapanmıştır.
Burada halkevlerinin kuruluşunun yasayla değil de talimatnameyle yapılmış olmasının kapanmayı kolaylaştıran bir etken olduğunu belirtelim. Halkevlerinin kapanmasına yol açan önemli etkenlerden birisi de o devirdeki parti çekişmeleri, daha açık bir ifadeyle CHP yetkililerinin bu kurumları partinin bir yan kuruluşu gibi görerek elden çıkarmak istememeleri veya bağımsız bir kuruluş haline getirmede isteksiz davranmış olmalarıdır.
-
Atatürk’ün Orduya Son Mesajı
Atatürk’ün Türk Ordusuna Son Mesajı
Atatürk 29 Ekim 1938 Tarihinde Cumhuriyetin 15. yılı için Türk Ordusu’na son mesajını yayınlamıştır. Atatürk son mesajında şöyle diyordu:
Zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan her zaman zaferle beraber medeniyet nurlarını taşıyan kahraman Türk Ordusu!
Memleketini, en buhranlı ve müşkül anlarda zulümden, felaket ve musibetlerden ve düşman istilasından nasıl korumuş ve kurtarmışsan; cumhuriyetin bugünkü feyizli devrinde de askerlik tekbiğinin bütün modern silah ve vasıtaları ile mücehhez olduğun halde, vazifeni aynı bağlılıkla yapacağına hiç şüphem yoktur.
Kahraman ordu! Bugün cumhuriyetin on beşinci yılını mütemadiyen(1) artan büyük bir ferah ve kudret içinde idrak eden büyük Türk Milleti’nin huzurunda, sana kalbi şükranlarımı beyan ve ifade ederken büyük ulusumuzun iftihar(2) hislerine de tercüman oluyorum.
Türk Vatanının ve Türklük Camiasının şan ve şerefini dahili ve harici her türlü tehlikelere karşı korumaktan ibaret olan vazifeni her an ifaya hazır ve amade(3) olduğuna ,benim ve büyük ulusumuzun tam bir inanç ve itimadımız vardır. Büyük Ulusumuzun orduya bahşettiği(4) en son sistem fabrikalar ve silahlarla bir kat daha kuvvetlenerek büyük bir feragat-ı nefs(5),ve istihkar-ı hayat(6) ile her türlü vazifeyi ifaya(7) müheyya(8) olduğunuza eminim. Bu kanaatle kara ,deniz ,hava ordularımızın kahraman ve tecrübeli komutanları ile subay ve eratını selamlar ve takdirlerimi bütün ulus mücavecehesinde(8) beyan ederim.
Cumhuriyet Bayramı’nın on beşinci yıldönümü hakkınızda kutlu olsun..29 Ekim 1938
Mustafa Kemal ATATÜRK
Günümüz için Türkçe Karşılıkları:
Mütemadiyen: Ara vermeden sürekli,süreklilik
İftihar: övünme, kıvanma, kıvanç, övünç
Amade: Hazır
Bahşetmek: Karşılıksız olarak vermek, bağışlamak, sunmak
Feragat-ı nefs: Kendi hakkından vazgeçme
istihkar-ı hayat: kişinin görev, ideal, başarı ve vatan sevgisi uğruna yaşamını yitirme tehlikesini göze alması.
İfa: Bir işi yapma, yerine getirme
Müheyya: Hazır -
DOĞU ANADOLU’NUN TÜRKLÜĞÜ
TAHİR TÜRKKAN’IN TARİH NOTLARI
DOĞU ANADOLU’NUN TÜRKLÜĞÜ – GİRİŞYüzyıldır sinsice süren bir faaliyet var… Batılılar DOĞU ve GÜNEYDOĞU ANADOLU’yu TÜRKİYE’den koparıp yeni bir Ermenistan kurmak istiyorlar. Bunun için sürekli TÜRKİYE’yi suçluyorlar. Peşpeşe “Ermeni Soykırımı”nı kınama kararları alıyorlar!
NAHCIVAN’ı, KARABAĞ’ı tümden işgal edip Ermenistan’ı ta Adana’ya kadar indirecekler!
İş bu kadarla da bitmiyor!.. 1991 ve 2003 yıllarında zalim ve emperyalist A.B.D. ile İngiltere’nin Irak’a saldırması sonucu, ortaya bir de bu ülkenin kuzey bölgesinin “İsrailleşmesi” durum ortaya çıktı!..Bunun için de Kürtler’i âlet ediyorlar!.. Bir o yandan, bir bu yandan saldırıyorlar!… Önce Irak’ın kuzeyini Kürtleştirmeye, yahudileştirmeye uğraşıyorlar. Arkasından TÜRKİYE’de Güney ve Doğu Anadolu’daki Kürtler’e kültürel haklar, arkasından özerklik, sonra bağımsızlık vermemiz için bastırıyorlar. Kürtler’i TÜRKLER’den ayrı ırk, ayrı bir halk, ayrı bir millet gibi göstermeye çalışıyorlar!
Hemen belirtelim ki, “Kürt” diye bir millet yoktur!.. Ama “Kürt” diye bilinen aşiretler vardır…
Bu aşiretler çeşitli milletlerin dışlanmış, veya bir şekilde esas millet toplumundan kopmuş insanlardan meydana gelmiştir… İbrahim Tatlıses gibi Arap asıllı Kürtler, Abdullah Öcalan gibi Ermeni asıllı Kürtler, Mesut Barzani gibi Yahudi asıllı Kürtler, Fars asıllı Kürtler, ve tabii TÜRK asıllı Kürtler vardır.
Bu sebepledir ki, “Kürt Dili” diye bir dil yoktur!.. Ama bu aşiretlerin konuştuğu ağızlar vardır! Bu ağızlar hangi bölgeye yakınsa ona göre TÜRKÇE, Arapça, Farsça’dan etkilenmiş ama hiç bir zaman bir gramer oluşturamamıştır.
Tarihin hiç bir devrinde bir “Kürt Devleti” var olmamıştır!.. Kürtler’in nüfusu Türkiye’de 20 milyon, dünyada 50 milyon falan değildir!.. Bu ve benzer iddiaların hepsi boş lâftan ibarettir!..
Bir “Kürt Medeniyeti” asla yoktur!.. “5000 Yıllık Kürt Tarihi” uyduranlar bile bir tek “Kürt Yazıtı”, hatta “Kürt Mezartaşı” bile gösteremezler!.. Çünkü Kürt aşiretleri birbirinden kopuk, dağınık olarak göçebe olarak yaşamışlar, haydutluk ve eşkiyalıkları ile tanınmışlardır.
Biz, bütün bu olumsuz hususlara rağmen ülkemizde yaşıyan ve “Sen Kürt’sün” denilerek bizden koparılmaya çalışılan bütün bu insanları bağrımıza basmışızdır. Yeter ki, onlar hiç bir şekilde ayırımcılığa, bölücülüğe ve Batı emperyalizmine âlet olmasınlar!. Teröre bulaşmasınlar!Yerli-yabancı bütün ayırımcıların “Kürt” adı altında toplamaya çalıştıkları halk, sadece “4 ülkeye yayılmış” değil; 4 ana grup altında pek çok aşirete bölünmüştür. Hiçbiri bir diğerini kendinden kabul etmez!..
Aslında KÜRT kelimesi bile uydurmadır!.. Çünkü yakın zamana kadar bu insanlar kendilerine KÜRT demezler, “KURMANÇ” derlerdi, “ZAZA” derlerdi!.. Kürt adı onlara GÖÇEBE yaşadıkları DAĞLIK ve KARLI bölgenin özelliklerinden dolayı BAŞKALARININ TAKDIĞI AD idi.
Uydurma bir “sözlüğü” yayınlanmış olan “Kürt Dili” de, Evliya Çelebi zamanında bile 15 AYRI lehçe idi! Gene 4 ana grup altında toplanan bu lehçelerin sayısı, şu anda 50 civarındadır. Hiç biri bir diğerini anlamaz!..
Çeşitli adlar altında M.Ö.3000’lerden bu yana “Kürt Devleti” gibi gösterilmek istenen devletler, hiç bir yönü ile “Kürt” değildir. Kürt ayırımcılar kendini “Ârî Irk”tan sayarken, bu devletlerin hiçbiri Hint-Avrupaî bile değildir! Eski tarihli ecnebi yapımı HARİTALAR ın hiç birinde “Kürdistan” diye bir bölge, bir ülke, bir devlet görülmez!.. Uyduruk “Kürdistan” haritaları 19. asırda gündeme gelen “Şark Meselesi” ile ortaya çıkar! Şark Meselesi, TÜRKLER’in elinde bulunan toprakların Batılılar tarafından sömürgeleştirilmesi meselesidir. Hem de TÜRK’ü, Kürt-Zaza-Dersimli-Süryani-Arap asıllıları dahil!.. Üstelik bunların yarıdan fazlası da kendisine TÜRK olmaktan başka bir sıfat yakıştırmaz!.. Ülkesinin nüfusundan habersiz Erdal Efendi’nin bu tıfıl çocuğa cevap verememesi; “Kürt” meselesinin neden hallolamadığının da açıklamasıdır… O tarihten bu yana maalesef Devlet’in başına geçenler aynı cahilliği sürdürmekte, olur olmaz zamanlar da “Kürt kimliğini tanıyoruz,” (Süleyman Demirel – 1991), “Avrupa Birliği’nin yolu Diyarbakır’dan geçer,” (Mesut Yılmaz – 2002), veya “Kürt sorunu benim sorunum,” (Tayyip Erdoğan -2005) diyebilmektedirler!..
1990’da 20 milyon, 1991 Körfez savaşı sırasında 25 milyon olduğu öne sürülen “Kürt” topluluğunun, bugünlerde 50 milyona çıktığını öğreniyoruz! Tabii son bir değişiklikle 75 milyon olmadılarsa!… Çin’in nüfusu bile bu kadar sür’atle artmaz…Gerçek şu ki, elmalarla armutlar toplanmaz!.. Ayrıca 4 ana grup ve yüzlerce aşiret halinde yaşıyan, birbirine yabancı bu insanların, son yıllarda yapılmış hiç bir nüfus sayımı yoktur!.. Sadece bir gerçek vardır: Kuzey Irak’ta Batılılar’ın kışkırtması ile “Kürdistan” denilen bölgede, yardımla yaşamak zorunda bırakılanların sayısı Birleşmiş Milletler raporlarına göre, TÜRKMEN’i, Kürd’ü, muhalif Arab’ı, Süryani’si dahil, 761.474 kişi idi!.. (1993)
Yani iddia edildiği gibi, Irak Kürtleri’nin 4 milyon olması şöyle dursun; MUSUL-KERKÜK bölgesinde yaşıyan TÜRKMENLER’in yarısı kadar bile değildir!..
Ayrıca 1990 Türkiye Nüfus Sayımı sonuçları elimizdedir, ondan sonra da doğru-dürüst bir sayım yapılmamıştır… Bu rakamlar bize pek çok konuda ışık tutmaktadır. “Kürdistan” diye sahiplenilen, ve bir lise öğrencisinin Aralık 1991’de dönemin Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü’yle görüşürken, “25 milyon Kürdün yaşadığını” iddia ettiği bölgedeki 21 ilin TÜM nüfusu, 10 milyon kadardı!..Halbuki emparyalist zalim Batılılar’ın 150 yıldır ısıtıp ısıtıp önümüze çıkardıkları “Kürt Meselesi”nin altında, başka emeller yatmaktadır!..
Tarih bilgisi kıt olanlar ile artniyetli Batılılar, Anadolu’nun Türkleşmesini 1071 Malazgirt Savaşı’yla başlatırlar.Eğer bu iddia kabul edilirse; TÜRKLER’in Anadolu üzerindeki söz hakkı kendini Grekler’e dayandıran Yunanlar’dan, Romalılar’a dayandıran İtalyanlar’dan daha az olur!…
Nitekim 1. Dünya Savaşı sonrasında Anadolu hemen bütün Batılı ülkelerin işgaline uğramıştı. Yine bu iddiaya dayanarak Ermeniler Doğu Anadolu’yu; Suriye Güney Anadolu’yu; Yunanistan Kıbrıs, Ege ve Trakya’yı istemektedirler. Kürt ayırımcılar ise kendilerine Guti, Kaldi, Subari, Urartu, Mitani gibi devletler bulup; Güney Doğu’nun TÜRKLER’le ilişkisi olmadığını söyliyebilmektedirler!..Halbuki TÜRKLER, dünyada bir merkezden çıkıp ta 4 kıtaya yayılan, hem de HER GİTTİĞİ YERDE DEVLET kuran TEK MİLLET’tir!.. Aynı zamanda dünyada EN ÇOK DEVLET KURAN millettir!. Şu anda da dünyada EN ÇOK BAĞIMSIZ VE OTONOM DEVLETİ OLAN MİLLET’tir!.
TüRKLER doğuda PASİFİK OKYANUSU’ndan batıda BALTIK DENİZİ’ne, kuzeyde ARKTİK OKYANUS’tan güneyde HİNT OKYANUSU’na her bölgede varlık göstermişlerdir. Bazı araştırmalara göre de BERİNG BOĞAZI’ndan AMERİKA kıtalarına geçmişlerdir.
SÜMERCE’den KIZILDERİLİ dillerine kadar pek çok dilin TÜRKÇE ile akraba olması bir yana; halen 20’si YAZI DİLİ olmak üzere 24 TÜRK LEHÇESİ Asya ve Avrupa’da konuşulmaktadır!.. TÜRKLER, SÜMER ÇİVİ YAZISI’ndan LÂTİN ALFABESİ’ne kadar 10’dan fazla yazı çeşidi kullanmışlardır. GÖK DİNİ’nden İSLAMİYET’e kadar 8 büyük dine bağlanmışlardır… Çekik gözlü-sarı benizlisinden sarışın-yeşil gözlüsüne kadar, zenci hariç, her ten ve her tonda TÜRK vardır!Fransız Profesör Jean Paul Roux işin içinden çıkamadığı için tesbitlerini şu sözler ile ifade etmek zorunda kalmıştır:
– “TÜRKLER anlaşılan mânâda bir IRK değil, çünkü pek çok tipleme var… Anlaşılan mânâda bir MİLLET değil, çünkü TEK mekânı paylaşmıyor, çok geniş bir çoğrafyaya yayılıyor… Özellikle geçmişte DİN birliği de yok. Müslüman, Budist, Yahudi (Musevî demek istiyor), Hıristiyan ve elbette Şamanist TÜRKLER var… TÜRKLER’in bütünlüğünü belirleyici iki öğe var: DİL ve MANTIK YAPISI!..”
Kürtler ise, ayrı bir MİLLET olmadığı gibi; tarih boyunca da hiç bir zaman DEVLET kurmamışlardır. Ama daima TÜRK devletlerinin içinde, TÜRKLER ile birlikte yer almışlardır. Çünkü TÜRKLER ile pek çok Kürt aşiretinin akraba olması bir yana; Arap, Fars, Yahudi, Ermeni kökenliler bile 100 yıldır kaderlerini Türk Devletleri’ne bağlamışlardır. Türkler yüceldikçe onlar rahat etmiş, Türkler sıkıştırıldıkça onlar da ızdırap çekmişlerdir.
Bir zamanlar (1993) Meclis kürsüsünden hiç bir şeyden haberi olmadan “Sizler Orta Asya’dan geldiğinizde, biz binlerce yıldır burada oturuyorduk,” diyen Kürt bölücü milletvekili Nurettin Yılmaz’ın “siz” dediği TÜRKLER ile “biz” dediği “Kürtler” hakkında öğrenmesi gereken pek çok şey vardır!..Sadece o değil; kendini tarihçi sanan Cemşid Bender, Şerif Vanlı, Musa Anter gibileri ile; Kürt ayırımcılara yaranmaktan medet uman İsmail Beşikçi gibi “Türk” aydınları da gerçekleri değiştiremiyeceklerini bilmelidirler. Ne bu kişilerin; ne de kurtaracağını söylediği halkı öldürmekten zevk alan Abdullah Öcalan (asıl adı Artin Agopyan – Ermeni Kürdü) gibilerinin, bu insanlara hayrı yoktur!
İşte bu çalışma, “Kürt” adı altında bizden koparılmaya çalışılan bu insanları, en az kendimiz kadar sevdiğimiz için; bilerek veya bilmeyerek bu emellere âlet olanların gözünü açmak için; ve bilim adamı kisvesi altında tarihi istedikleri gibi çarpıtanların iddialarına cevap vermek için hazırlanmıştır.
-
Vlademir PUTİN`e açık mektup
RUSYA FEDERASYONU
Sayın Vlademir PUTİN
Devlet BaşkanıSayın Başkan
Uzun zamandır Türkiye ve Rusya Federasyonu halkları arasında üs seviyelerde esen, Batı Bloğunun imrendiği dostluk ve işbirliği rüzgarı, tek taraflı olarak tarafınızca bozulmuştur. Uçak düşürme konusunda ,biz Türk milleti olarak Türkiye Cumhuriyeti hükümetine inanmaktayız. Hükümetimizin bu konudaki görüşlerine ve kararlarına katılmaktayız. Türkiye Cumhuriyeti, düşünüldüğünden de , büyük devlettir ve kararlarını , bilinen 5000 senelik tarihi olan , büyük devlet vasıflarına uygun olarak vermektedir. Bildiğiniz gibi biz Türkler her zaman, savaşa ve barışa hazır bir milletiz. Ancak savaş en son çaremizdir. Türkiye Cumhuriyetinde bulunan Rusya Federasyonu halklarını bizler kardeş olarak kabul etmiş ve bizlerden hiç bir farkı olmadan, ülkemizde birlikte huzur içinde yaşamaktayız. Ancak sizin liderliğinizdeki Rusya Federasyonu hükümetinin, Rusya federasyonun da okuyan Türk Talebelerine- Türk İş adamlarına uyguladıkları kabul edilmez , dostlukla ilgisi olmayan davranışlarınızı Türk milleti yakından üzüntü ile takip etmektedir. Türk milleti , olarak acilen tarafların bir masaya oturarak , karşılıklı anlayış içinde çözümden yana tavır koymalarını beklemekteyiz.
İlişikte size
1) Alanya-Türkiyede Türk -Rus kahvaltısı
2) Türkiyede bulunan Türk- Rus Kültür vakfı
3) Rusya`daki Türk halkları
4) Türkiyede yaşayan Ruslar
5) Türk Milli Kültürünün karekteri
6) Tarihde Türk devletleri
7) Rus ata sözleri konulu görüntü ve yazıları bilgilerinize sunuyorum.Yazımı bir Rus atasözü ile bitirmek istiyorum. ” ACELE KARAR ANCAK SİNEK YAKALAMAYA YARAR ” Dostluklar kolay kazanılmaz, ama kolay kaybedilir. Efendim. Bir Tatar-Türk atasözü vardır ” BAYKUŞLAR İSTEDİ DİYE, GÜNEŞ DOĞMAMAZLIK ETMEZ ” Bu güneş, TÜRK -RUS halklarının dostluk- anlayış ve İşbirliği güneşidir.
Saygılarımla
A.Türer Yener
Turkish Forum-Dünya Türkleri Birliği Başkan özel Danışmanı
TF- DTB programları Koordinasyon Kurulu üyesi -
Atatürk`ün Dış Politika İlkeleri
Atatürk`ün Dış Politika İlkeleri
Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak
Atatürk`ün dış politika ilkeleri, onun dünya görüşü ile tam bir uyumluluk gösterir. Bu dünya görüşünü şu üç noktada toplamak mümkündür:1. Tam bağımsızlık,
2. Millet egemenliği,
3. Kökten çağdaşlaşma.Onun dış politikasını anlayabilmek için Osmanlı împaratorluğu`ndan devraldığı politikanın ana çizgilerine dokunmamız gerekir. Osmanlı imparatorluğu`nun dış politikası, haşmetli yükselişler ve zelil edici düşüşlerden kurulmuş bir ibret görünümü arzeder. Kanuni`nin 1. Fransuva elçisine söylediği ünlü Nutuk`da beliren bu dünya haşmeti onu ve kendisinden sonra gelen Cihangir padişahları dış politikada satvet gösteriş için atiyeler vermeye zorlar. Başlangıçta bu “şahane atiyeler´´ hükümdarların bir zevk gösterişi iken sonraları bir alışkanlığa ve daha sonra bir takım zorbalıklara yol açar. Böylece devletin bağımsızlığını zedeleyen baskılar başgösterir. Osmanlı dış politikasında ikinci faktör, özellikle düşüş döneminde, dünyanın gidişine ayak uydurmamak şeklinde belirir. Fakat bu ayak uydurmayısın farkına varılması ancak alışılmış olan galibiyetlerin parlak bir mazi halini alarak sürekli yenilgilere yol açmasıyla belirir. Bunun karşısında elbette memleketi seven ve gidişata çare arayan insanlar ortaya çıkmıştır. Fakat gerçek çareye kimse başvuramamıştır. Çünkü “gâvur usullerini´´ almanın dinimize uygun düşmeyeceği korkusu hâkimdi. Şu var ki bozgunlar sürekli hale gelince dış politikada da çare arayışlar görülür. Çare aramada büyük bir sıkıntımız var. Çünkü “frenk efkârına´´ uymanın dinimize ve milliyetimize zarar vereceği kanaati hâkimdir. Bu fikirde olanlar uydurma bir hadise dayanma ihtiyacını bulmuşlardır. Bu uydurma hadis şöyle idi. “Bir kavime benzeyen yani ona benzer tutumlar alanlar o kavimden olmuş olurlar.´´ Sıkıntıların devamı karşısında nihayet bir ortalama ve zararsız sanılan bir yol bulunmuştur. Batının gidişatına tam uyulamaz ama onların ilim ve tekniklerinden yararlanılabilir, işte bu zoraki, uydurma yarım yöneliş gerçek anlamda Batılılaşmamızı ta Atatürk gelinceye kadar geri bırakmıştır. Batılılaşmak yani o zamanki anlayışa göre gâvurlaşmak korkusu o kadar şiddetlidir ki Batı dilleri öğrenilmiyor, öğretilmiyor hatta bu dilleri bir tesadüfle öğrenmiş olanlar bunu gizlemek gereğini duyuyorlar. Böylece yabancı dil bilme imtiyazı tamamiyle azınlıkların eline geçiyor, öyle ki en önemli dış temaslar divan-ı hümayun tercümanı denen azınlık mensupları tarafından yapılıyor. Elbette böyle temaslar Osmanlı İmparatorluğu`nun yararlarından ziyade o imparatorluğu zayıflatmak ve azınlıkların arzularını dış âleme daha kuvvetle duyurmak sonucunu veriyor.
Böylece dış âlemle ciddî bir temas engellenmiş olduğundan dünyanın gidişatı hakkında imparatorluk hiçbir zaman doğru bir bilgi edinemiyor ve memleketin gerçek durumunu dış âleme anlatamıyor. Böylece ayağımıza kadar gelmiş olan birçok fırsatlar kaçırılmış oluyor. Ama hükümdarlar yine de saltanatın keyfini sürmek için yerli ve yabancı bir takım gruplara şahane atiyeler vermeye devam ediyordu. Bunu elde etmek için önceleri yalvaran gruplar ve devletler İmparatorluk zayıfladıkça zorbalaşmaya başlıyor. Böylece azınlıklar ve çeşitli çıkar grupları baskı odakları haline geliyor, öte yandan imparatorluk başlıca gelir kaynağı olan fütuhattan yoksun kalınca devlet maliyesi korkunç açıklar vermeye ve fakirleşmeye başlıyor. Fakirlik o dereceye varıyor ki yabancı devletlerden borç istemek üzere onların İstanbul`daki elçiliklerine müracaat eden devlet adamları ancak nasihatlarla atlatılıyorlar ve devlet olarak borç veremeyeceklerini ancak özel sarraflardan veya İstanbul`daki tebalarından borç istenmesini salık veriyorlar. Devlet bu borç yükü altında ezildikçe yabancıların baskısı şiddetleniyor. Ve sonunda Osmanlı devleti yabancılara bir takım imtiyazlar (ayrıcalıklar) tanımak zorunda kalıyordu. Bunlar XIX. asırda ve XX. asrın başında büyük bir yoğunluğa ulaşarak kapitülâsyonlar ismi altında birtakım ayrıcalıkların doğmasına yol açıyor.
Tabiîdir ki bu imtiyazlara paralel olarak devlet bağımsızlığında gedikler açılıyor. Böylece Osmanlı İmparatorluğu artık bir hasta adam haline düşmüş oluyordu. Hasta adam tabiri yalnız yabancıların bir yukardan bakışı olmakla kalmıyor aynı zamanda Türk ruhlarına sinerek tarihin en feci aşağılık duygusunu uyandırıyordu. Bunun en hazin örneklerini Birinci Cihan Harbini takip eden bazı mahkeme zabıtlarında görüyoruz. Meselâ harbe niçin girdiniz sualine o devrin en etkin kişilerinden olan Cemal Paşa resmen şu cevabı veriyordu: “Harbe girdik çünkü ertesi ay ordunun maaşını vermek imkânımız yoktu.´´ Başka bir mahkemede dönemin ünlü sadrazamlarından Sait Halim Paşa şöyle diyordu: “Harbe girmeye mecburduk çünkü yalnız ayakta duracak halimiz yoktu.´´Atatürk`ün devraldığı dış politika zaafımızın böylece ana sebepleri ortaya çıkıyordu. Tam çağdaşlaşma kararını bir türlü veremiyordu. insanlığın ortak malı olan grekolatin uygarlığının verimlerine sahip çıkamıyordu. Yine insanlığın ortak malı olan Rönesans hareketine katılmamıştık. Ve nihayet yine insanlığın ortak malı olan pozitif ilimler dönemine de giremiyordu. Bütün bunlarda korku, batılılaşmanın yani çağdaşlaşmanın bizi milliyetimizden ve dinimizden çıkaracağı idi. Öte yandan büyük Fransız inkılâbından beri milliyetler çığırı açılmıştı. Bizim kültürümüze girmemiş olan birçok millî grupları hâlâ bayrağımız altında tutmaya devam etmek istiyorduk. Oysa bu gruplar devlet aleyhine ve başka devletlerin entrika âleti oluyorlardı.
Öte yandan XIX. yüzyıldan itibaren milletler rakip gruplar halinde organize olmaya başlamışlardır ve Avrupa siyaset sahnesine kuvvetler girmeye başlamıştı. Bu meyanda küçük bir beylik olan Rusya topraklarındaki Türk kütlelerini boyunduruğu altına almış bundan başka Polonya`yı, Baltık ve İskandinav devletlerini de nüfuzu altına alarak ağırlıklı bir siyasî güç haline gelmişti. Yine küçük bir prenslikten oluşan Rusya bütün Avrupa`yı tesiri altına alabilecek bir kuvvet haline gelmişti. Fransa Napolyon savaşlarının doğurduğu zaafa rağmen Avrupa`nın fikir lideri olmuş ve böylece güçlü bir dinamizm kazanmıştı. İngiltere sanayii devrine en başta girmiş hatta bu devrimin XIX. yüzyıl başında tekelini ele geçirmişti.
Bu yeni güçler karşısında Osmanlı İmparatorluğu söz sahibi olacak durumda değildi. Sadece pratik doğu zekâsı ile serlerin ehveni aranmaya başlamıştı. Bunun da çaresi dışta kurulmuş olan blokların birine yaklaşarak öbürüne kafa tutmaktan ibaretti. Yani blokların İmparatorluk aleyhine birleşmelerini zorlaştırmaya çalışıyorlardı. Böylece imparatorluk içinde ileri gelen şahsiyetler tuttukları bloka göre Rus yanlısı, İngiliz yanlısı veya Fransız yanlısı gibi isimler ve sıfatlar alıyorlardı. XX. asrın başından beri bir de yeni güçlenmekte olan Alman devleti ortaya çıkmıştı. Gariptir ki o dönemin gazetelerinde şu noktanın açıkça tartışıldığı görülüyor. Osmanlı İmparatorluğunu yani hasta adamı büsbütün ortadan kaldırmak mı yoksa olduğu gibi korumak mı daha az sakıncalıdır. O zaman İngiliz politikasını güden yerli paşalar boğazlara çok ilerlemiş bir memleketin hâkim olmasını daha tehlikeli görmüşlerdir. Böylece imparatorluk Napolyon`a karşı ve Mehmet Ali`ye karşı İngilizler`i tutmuştur. Ama böyle oyunlarla bir milletin bağımsızlığını korumak mümkün müdür. Bağımsız devlet sıfatıyla asla bağdaşmayacak hakaretlere maruz kalıyordu, öyle ki elçilik tercümanları Sadrazamlarımıza arzularını dikte etmeye başlıyorlar. Başı dara gelen devlet adamlarımız dost bildikleri bir Konsolosluğa sığınıyor. Alacağını zamanında alamayan bu devletler donanma kuvvetiyle adalarımıza el koyuyorlar. Türk olmayan tebamızın türlü kaprisleri Babı âli de durmadan gaile çıkarıyordu. Dış politikadaki bu zaaf dolayısıyla Avrupa blokları arasındaki mücadelelerde millî çıkarlarımızı koruyamıyor, blokların birinin yanına sürükleniyordu. Birinci Cihan Harbine böyle katılmıştık. Avrupa bloklarından birisi, Ortodoksları, birisi katolikleri koruyor, öte yandan mübarek makamlar denen yerler de sürekli bir müdahale konusu oluyordu, öyle ki Osmanlı devletinin güçlü olduğu dönemde birçok halk kütleleri bizim tebamız olmaya can atarken XVIII. yüzyıldan itibaren kendi tebamız başka devletlere sığınıyorlardı.İşte kısaca Atatürk`ün, Osmanlı împaratorluğu`ndan devraldığı dış politikanın görünümü buydu.
Mustafa Kemal daha Selanik`te genç bir subayken kayıtsız, şartsız bağımsızlık kararını vermiş bulunuyordu.
Amasya`daki bildirisiyle dış politikada güdeceği bu tam bağımsızlık hedefine işaret koymuş oluyordu. Sivas kongresinde bu düşüncelerini millî bir karar haline getirmişti. Bu çalışmasına ve temkinlerine ömür boyu devam etmiştir, özellikle I. Mecliste onun bu öğretmenlik rolü hâkim düşünce haline gelmişti.
Atatürk`ün tarihî tecrübelerinden alarak tesbit ettiği ve ömür boyu sadık kaldığı dış politika ilkelerini şöyle sıralamak mümkündür.
1. Başka devletlerin iç işlerine karışmamak ve onları kendi iç işlerimize hiç bir suretle karıştırmamak.
2. İç işlerimize karışma dıştan yardım istemenin sonucu olduğuna göre böyle bir yardıma muhtaç duruma düşmemek.
3. Dış borçlanmayı zorunluluk haline getiren bütçe açıklarına meydan vermemek.
4. Dış politikada millî çıkarlarımızın emrettiği yolu seçmek hiçbir suretle macera yolunu tutmamak mümkün olduğu kadar çıkar gruplarının etkisini yurttan uzak tutmak.5. Daima barıştan yana olmak böyle bir barışın biricik çaresi bütün dünyanın huzur ve sosyal adalet içinde olması görüşünü ön planda tutmaktır.
Biliyoruz ki Türk milletinin büyük şerefi olan ve aynı zamanda Türk dehasının bir ifadesi olan “Yurtta barış, Cihanda barış´´ formülü Mustafa Kemal`indir. Biliyoruz ki dünya yavaş yavaş Mustafa Kemal`in bu mübarek formülünü anlama yolundadır. Çünkü bütün harplerin sebebi dünyada ezen ve ezilen grupların bulunuşudur. Bu bakımdan o ezilen grupların tabii önderi olmuştur.6. Onun dış politikası dogmatik değil gerçekçidir. Yani sabit fikirlere göre hareket etmez daima gerçeği arar.
7. Böyle bir dış politika için Mustafa Kemal memleketin ticarî ekonomik ve askerî bakımdan büyük bir güce dayanması gereğini duymuştur.
Atatürk`ün bu dış politika ilkeleri Türk milletine bütün cihanda hiçbir zaferin getiremeyeceği güveni ve itibarı sağlamıştır. Lozan antlaşmasında bunun bariz bir örneğini görüyoruz. Atatürk bu anlaşmada en ziyade tarihin kötü mirası olan kapitülâsyonları ortadan kaldırmaya önem vermiştir. II. Cihan Harbi gibi bir faciadan bizi koruyan dünya görüşü de Atatürk`ten İnönü`ye geçmiş olan bu ilkelerin eseridir. Şüphe edilemez ki, II. Cihan Harbinde, İnönü yerine Atatürk hayatta olsaydı aynı yolu takip edecekti.
Bugün artık kimse Türkiye`ye hasta adam demek cesaretini gösteremez. Türkiye`nin dış politikada maceralardan yana olmayacağını dünya anlamışa benzer. Bu prensibin bir uygulaması olarak II. Cihan harbinde İngiliz ve Fransızlarla, Ankara antlaşması imzalanırken, bu antlaşmanın bizi Ruslarla harbe girme zorunda bırakmamasını şart olarak ileri sürmüştür. Çünkü iktidarda Atatürk`ün en yakın arkadaşı ve ilkedaşı İnönü bulunuyordu. Oysa maarif bloklardan cazip teklifler yağıyordu. Bloklardan birinin yanma girdiğimizde Ege adalarını, Suriye`yi, Irak`ı ele geçirmemiz olanağı ortaya çıkmıştı. Fakat Atatürk`ün halefi bu vaatleri karşı, alandan bir günde isterler felsefesine bağlı kalmıştı. Böylece o gündür bu gündür ne başkalarından bir karış toprak istemek ne de vatanımızdan bir karış toprağı vermek Türk hükümetlerince asla güdülmeyecek bir politika olmuştur. Ve bunu dost ve düşman bilmektedir.
Atatürk bu sağlam politikasını aynı derecede sağlam temellere oturtmak için en radikal kararlardan çekinmemiştir. Hilâfetin kaldırılması bunlardan birisidir. Çünkü bu makamın bizde kalması birçok menfaatlere dokunacak ve itilâflara yol açacaktır. Aynı Atatürkçü prensiple Hatay kan dökülmeksizin anavatana geri gelmiştir. Maceralardan sakınmak isteyen dış politikayı koruyabilmek için, herşeyden önce ancak haklı olan davaların güdülmesi gerekir. Bu bakımdan Türk dış politikasında maceralara yer yoktur. Buna karşın yine Atatürkçü prensiplere göre, haklı millî davalarımız uğruna hiçbir fedakârlıktan kaçınılmaz.Atatürk`ün millî olduğu kadar insanî olan dış politika görüşüne en güzel örnek olarak rahmetli İnönü`den bizzat duyduğum şu anektodu burada yazmak isterim:
Ordumuz Dumlupınar`da, Yunan ordusuna kesin darbeyi indirmiş, İzmir`e doğru hızla ilerlemektedir. İzmir`in ufuklarda göründüğü bir anda yanındaki İnönü`ye şunu söylüyor: “İzmir`e gelince ilk işin olarak büyükçe bir bina hazırla!´´ İnönü bir an tereddüt ediyor; bu bina ne olacaktı? Mustafa Kemal ilâhi bir ses gibi gelen şu cevabı veriyordu: “Yunanlılarla işimiz bitti artık! Düşmanlığa yer yok! İki milletin ve dünyanın selâmeti bakımından Türk Yunan dostluğu şarttır. Ben derhal bu maksatla Venizelosu, İzmir`e davet edeceğim.´´
Gerçekten bu tarihten bir süre sonra bu görüşme yapılmıştır.Böylece Atatürk, maceralardan ve kin duygularından ne derece uzak olduğunu açıkça göstermiştir. Aynı suretle İstanbul`a ve Trakya`ya doğru yürümekte olan ordumuza Doğu Trakya barış yoluyla ve kendiliğinden teslim edileceği bildirildiğinden ordunun hareketini durdurmuştur. Bu onun ileriyi görüşünün de bir belgesidir. Çünkü artık İngiltere`nin de, Fransa`nın da bir macera harbine devam edemeyeceğini çok iyi görmüştür.
Atatürk`ün dış politikada ilkelere bağlı olmak sayesinde gösterdiği ileri görüşe bazı misaller vermek gerekirse, onun Millî Mücadele`de Ruslarla ve Fransızlarla anlaşmasına yol açmış olan davranışına kısaca değinelim:
Mustafa Kemal Millî Mücadele`ye emperyalizme karşı savaş formülü ve kararıyla başlamıştır. Böylece emperyalistlerin zulmü veya tehdidi altında bulunan bütün milletlerin bayraktarlığını yapıyor ve elbette onların şükranına hak kazanıyordu. Düşmanların düşmanı bizim dostumuzdur ileri görüşü Ruslarla, Fransızlarla olan karşılaşmalarında açıkça görülür. Millî Mücadele başlarken büyük Rus ihtilâli patlak vermişti. Bu ihtilâle karşı olan Avrupa büyük devletleri İstanbul`daki kuvvetleri vasıtasiyle Rusyayla harp halindeydiler. Bu durumda Rusların emperyalist devletlere karşı oluşu tabiydi. Şu var ki Ruslar bu antiemperyalist görüşlerini yalnız büyük devletlere karşı harekete geçirmişler. Buna karşı Orta Asya Türklerinin bağımsızlık haklarını sağlamamışlardır. Böyle olmakla beraber o tarihteki Rusyayla beraber aynı düşman devletlere karşı bir nevi kader birliği halindeydiler. Böylece Ankara`da yeni kurulmuş olan millî yeni Türk devletini resmen ilk tanıyan devlet Rusya olmuştur. Bununla beraber teferruatlı bir anlaşmanın sağlanabilmesi daha bir hayli zaman almıştır. Bu anlaşma 16.3.1921 de Moskova`da imzalanmıştır. Bu anlaşma ile Sovyetler Misak-ı Milliyi kabul ediyorlar. Kapitülâsyonların kaldırılmasını benimsiyorlardı. Ayrıca daha önce Gümrü`de imzalanmış olan ve Kars`la Ardahan`ı bize geri veren antlaşmayı da benimsiyorlardı.Moskova antlaşması o dönemin en önemli başarılarından birisidir. Çünkü bir taraftan doğu cephemiz güven altına alınıyor; öte yandan bir büyük devlet Misak-ı Milliyi kabul etmiş bulunuyordu.
Atatürk`ün Millî Mücadele esnasında Fransızlara karşı olan tutumu da dış politika ilkelerinin en iyi uygulandığı eserlerinden birisidir. Özellikle İnönü Zaferinden sonra ve Moskova Antlaşmasını gördükten sonra bize yanaşan bir batılı devlet Fransa olmuştur. Bunda şüphesiz şanlı Gaziantep savunmasının rolü de önemlidir. Bu savunmayla Türk milleti Misak-ı Milliyi ne pahasına olursa olsun koruyacağını dünyaya göstermiş oluyordu. Ayrıca Fransızların tarihlerinden edindikleri bir ders vardır. Türklerle ihtilâf halinde bulunmanın artık Fransa`ya bir yararı olamazdı. Bu suretle Fransızlar, Ankara`ya önemli siyaset adamlarından Franklin Bouillon`u yolladılar. Atatürk, büyük bir sabır ve metanetle bu adamı Millî Mücadele felsefemize inandırmayı başarmıştı. Bunun neticesi olarak 20 Ekim 1921 &8216;de Fransızlarla, Ankara antlaşması imzalanmıştı. Gerçi Fransızlarla mütarekeden itibaren harp sona ermişti. Fakat bu sona erişin resmen ifadesi bu antlaşmayla mümkün olmuştur. Ayrıca Suriye sınırımızın nihai şekli de bu anlaşmada yer almıştır. Atatürk bu antlaşmada bir de büyük bir siyasî basiret ve ustalık göstermiştir. Bu da Hatay için özel şartları Fransız delegesine benimsetmiş olmasıdır.
Bu iki büyük siyasî antlaşmalardan önce Atatürk`ün ve Millî Mücadelenin daha küçük çapta olmakla beraber bir başarısı da vardır. Bu da 2 Ocak 1921 &8216;de Ermenilerle yapılmış olan Gümrü antlaşmasıdır. Millî devletin bir dış güçle yaptığı ilk antlaşma bu Gümrü antlaşmasıyla Osmanlı devletinin elinden alınmış olan Kars ve Ardahan yeni millî hükümete geri verilmiş oluyordu.
Gerçekçi Atatürk Millî Mücadele ve sonrası için Rusya`nın taşıdığı önemi erkenden kavrayarak en yakın çalışma arkadaşlarından Ali Fuat Cebesoy`u olağanüstü yetkiyle Moskova elçiliğine göndermiştir.
Atatürk`ün dış politikada gösterdiği sağ duyu üzerine birçok örnekler vardır. Bunlardan birisi de İngilizlerin sırf yeni niyetleri için zaman kazandırma maksadıyla Türkiye ile anlaşma gösterisini erkenden teşhis etmesi zikredilebilir. Londra`ya bu talep üzerine Atatürk Bekir Sami Beyi göndermiş, fakat bu konferansta Bekir Sami Bey aşırı bir iyimserliğe kapılarak hayalî bir takım vaatler karşısında tavizler vermek gereğini duymuş, bu meyanda elimizdeki İngiliz esirlerin geri verilmesini benimsemişti. Halbuki ellerindeki Türk esirlerinin tamamını bize vermiyorlar, İngilizlere fena muamele etmiş Türk esirlerini ellerinde tutuyorlardı. Gerçekçi Atatürk, ilerdeki fikirleri için İngiliz esirlerini elinde bir koz olarak tutmak istiyordu. Nitekim zamanı gelince Malta esirlerini bu yoldan kurtarmıştır.
Bu tarihî hatıraları anlatırken dış politikadaki bu başarıların kolay elde edildiği sanılmamalıdır. Nitekim Fransız delegesi Franklin Bouillon`un, Millî Mücadele ilkesine inandırılması hiç de kolay olmamıştır. Bu konuda Atatürk şöyle diyor: “Bouillon ile 13 Haziran 1921 &8216;de Ankara İstasyonundaki dairemde yaptığımız ilk toplantıda görüşlerimizin hareket noktasını belirtmek gerektiğini ileri sürdüm. Ben bizim için hareket noktasının Misak-ı Millide tespit edilen noktalar olduğunu ortaya attım. Fransız delege ilkeler üzerinde tartışmanın güçlüklerini ileri sürdü ve Sevr Antlaşmasının bir olup bitti olduğunu ifade etti. Ben cevap olarak dedim ki: &8216;Osmanlı İmparatorluğundan yeni bir Türk İmparatorluğu doğmuştur, bu yeni Türkiye her yeni devlet gibi haklarını tanıtacaktır. Sevr Antlaşması Türk milleti için öylesine bir uğursuz bir idam kararnamesidir ki onun bir dost ağzından çıkmamasını bekleriz. Ben bu konuşmamız sırasında Sevr Antlaşmasını ağzıma almak istemem, Sevr Antlaşmasını kafasından çıkarmayan milletlerle güven temeline dayanılan ilişkilere girişemeyiz. Bize göre böyle bir antlaşma yoktur.`
Uzun görüşmeden sonra Franklin Bouillon Misak-ı Milliyi okuyup anladıktan sonra yeniden görüştükten sonra toplantının ertelenmesini teklif etti. Ondan sonra Misak-ı Millinin maddeleri baştan sona kadar görüşülüp tartışılmaya devam edildi, üzerinde en çok durulan nokta kapitülâsyonların kaldırılması ve bağımsızlığımızın tam olarak sağlanmasını isteyen madde oldu. Ben dedim ki &8216;Tam istiklâl bizim bugün üzerimize aldığımız görevin can damarıdır. Bu görev bütün millete ve tarihe karşı yüklenilmiştir. Bizden öncekilerin yaptıkları yanlışlıklar yüzünden milletimiz sözde varsanılan bağımsızlığına gerçekte sahip değildi. Şimdiye kadar Türkiye`yi medeniyet dünyasında kusurlu gösteren neler düşünülebilirse hep bu yanlışlığa boyun eğmekten ileri gelmiştir. Türk milleti bugün yalnız tek bir nokta etrafında toplanmış ve sonuna kadar kanını akıtmaya karar vermiştir. Bu nokta istiklâlimizin tam olarak kazanılması ve devam ettirilmesidir. Tam istiklâl demek elbette siyasî, malî, iktisadî, adlî, askerî kültürel vb. her alanda tam bir bağımsızlığa ve hürriyete kavuşmak demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde istiklâlden yoksun kalmak millet ve memleketin gerçek anlamıyla bütün istiklâlinden yoksun kalması demektir.`
Bu görüşmede Atatürk`ün bir ana fikrine değinmiş olduk o da daha önce bilinmeyen tam bağımsızlık anlayışıdır. Bugün dünya milletleri tam bağımsızlıktan bahsediyorsa bu fikri ilk ortaya atan Mustafa Kemal olmuştur. Nitekim Lozan konferansında da onun bu noktaya verdiği önem açıkça ortaya çıkmıştır. Çünkü bu konferansa gelenler alıştıkları ve tadına doyamadıkları kapitülâsyonlardan vazgeçmeyi bir türlü gözlerine alamamışlardır. Fakat Mustafa Kemal`in büyük otoritesine dayanan ve tam bağımsızlık hususunda aynen Mustafa Kemal gibi düşünen İsmet Paşa bu konuda kararlılığını ispat etmiş ve kapitülâsyonların tam olarak kaldırılmasını antlaşmaya koymayı başarmıştı.
-
Atatürk Döneminde (1923-1938) Ekonomik Örgütlenme
Atatürk Döneminde (1923-1938) Ekonomik
Örgütlenme
Meral Tecer
Özet: Türkiye Cumhuriyetinin ilk on beş yıllık (1923-1938) döneminde, ulusal ekonomik bağımsızlığı sağlama ve çağdaş bir ulus devletini gerekli kuralları ve kurumlarıyla yapılandırma öncelikli amaç idi.
Dönem içinde gerçekleştirilen, kuşkusuz Atatürk’ün yönlendirdiği ve yakından izlediği sıradışı ekonomik örgütlenme çalışmaları, sınıf farklılıklarına ve çatışmalarına yol açmaksızın, bir ulusun topluca kalkındırılması ilkesine ve döneme özgü koşullar ve güçlükler nedeniyle, devletin ağırlıklı olduğu bir karma ekonomi modeline dayandırılmıştır.
Bu makalenin başlıca amacı, inceleme döneminde tarım, sanayi ve hizmet sektörlerindeki kooperatifçilik hareketi, işçi örgütleri, millileştirmeler, devletçilik uygulaması ve kronolojik olarak önemli yasal ve kurumsal düzenlemeler gibi konuları, Atatürk’ün özgün ve yapıcı görüşleriyle birlikte anımsatmak ve yorumlamaktır.
Anahtar Sözcükler: Ekonomik örgütlenme, millileştirme, devletçilik, kooperatifçilik, işçi örgütleri, iktisadi devlet teşekkülleri, yasal ve kurumsal düzenlemeler.
Giriş
Türkiye Cumhuriyetine Osmanlı Devletinden zengin bir ekonomik miras kalmamıştı. Tarım ağırlıklı, ancak tarımsal üretimin daha çok insan ve hayvan gücüne dayalı olarak, son derece geri yöntemlerle gerçekleştirilebildiği, azınlıkların egemenliğindeki ticari ve sınai faaliyetlerin de yeterince geliştirilememiş olduğu Osmanlı ekonomik yapısı, ağır dış borçlar ve birbiri ardına yaşanan Balkan, Birinci Dünya ve Kurtuluş Savaşlarının da etkisiyle, neredeyse çökme noktasına gelmişti.
Cumhuriyet tarihimizin Atatürk Dönemi (1923-1938) olarak adlandırılan ilk on beş yıllık zaman dilimi, ulusal sermaye ve teşebbüs gücünden yoksun ve çökme halindeki bir ekonomiyi yeniden yapılandırma çalışmaları ile geçirilmiş; çağdaş ulus devleti modelini tüm kurum ve kurallarıyla, ekonominin her alanında yerleştirmek üzere ilk önemli adımlar atılmıştır.
Bu makalede, 1923-1938 yılları arasında tarım ve hizmet sektörlerindeki kooperatifçilik hareketi, tarım sektörü için geçerli olan merkezi örgütlenme yapısı, sanayi sektöründe sendikalardan daha çok dernek, birlik gibi adlarla gerçekleştirilen gayriresmi örgütlenmeler ve uygulanan devletçilik modeli irdelenecek; önemli yasal ve kurumsal düzenlemeler ile hizmet sektöründe, başta demiryolları ve bankacılık olmak üzere, yapılan millileştirme çalışmaları konusunda bilgi verilecektir. Makalede ekonomik örgütlenme, dar anlamıyla, kooperatifler, sendikalar, dernekler, birlikler gibi gayri resmi örgütlerin yanısıra, merkezi hükümet yapısında yer alan mali ve ekonomik nitelikli önemli kurumsal oluşumları ve yasal düzenlemeleri de içeren daha geniş kapsamlı bir kavram olarak kullanılmıştır.
KOOPERATİFÇİLİK VE TARIMSAL ÖRGÜTLENME
Özellikle gelişmekte olan ülkelerde tarım sektörünün ekonomi içinde görece ağırlıklı bir konumu vardır. Dolayısıyla, az gelişmiş ekonomik yapısıyla ülkemizde de kooperatifçilik denildiğinde öncelikle akla gelen tarımsal amaçlı kooperatiflerdir.1 Tarımsal kooperatifçilik; üretim ve pazarlama aşamalarında, kredi ve diğer girdilerle birlikte tarımsal hizmetlerin, çiftçiye en uygun koşullarda ulaştırılabilmesi amacına yöneliktir. Kırsal kesimde, ekonomik ve toplumsal gelişme için önemli bir araç olarak kullanılan ve demokratik katılım, işbirliği ve karşılıklı dayanışma ilkeleri çerçevesinde oluşturulan (TKK, 2004: 2) tarımsal kooperatifler, en yaygın olarak benimsenen bir sivil ekonomik örgütlenme modelidir (Çağlar, 1992: 18).
Atatürk kooperatifçiliğin, özellikle de tarımsal kooperatifçiliğin, kalkınma için gerekliliğine inanmış; çeşitli konuşmalarında bu konudaki görüşlerini ve siyasi kararlılığı dile getirmiştir.2 Kooperatifçiliğe ilişkin düzenlemeler ve uygulamalar üzerinde tartışmasız yönlendirici etkide bulunmuş olan Atatürk, kurumsallaşma açısından ilk önemli girişimleri gerçekleştirmiş; bu bağlamda iki kooperatifin örgütlenmesine, kurucu ortak olarak öncülük etmiştir. İlk girişimi; Cumhuriyetin kuruluş yıllarında bir memur kenti görünümündeki Ankara’da gıda ve diğer tüketim mallarının -aracıları ve aracı kârlarını ortadan kaldırarak- yeterli ve ucuz bir şekilde sağlanması sorununun çözümüne yardım amacıyla, “Ankara Memurlar Kooperatifi”ni kurmak olmuştur. Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal (birinci sırada) ve devletin ileri gelenleri, devlet dairelerindeki tüm memurlar ortak yazılarak, 8 Mart 1925 tarihinde kurulmuş olan AMK’nın kurucu üyesi idiler. 25 Mart 1925 tarih ve 586 sayılı Yasayla, memurların ortaklık payı olarak yarımşar maaşları tutarında ödemede bulunmaları, bu ödemelerin 10 ay süreyle aylıklarından % 5 kesinti yapılarak tahsil edilmesi öngörülmüştür. Böylece, sağlanan 168 bin TL’lık sermaye ile Eylül 1925’te çalışmaya başlayan bu ilk tüketim kooperatifi 1990 yılına kadar faaliyetlerini sürdürmüştür (Hazar, 1988: 518; Taluğ, 1981: 21-22).
Örnek bir çiftlik kurmak, Ata’nın ikinci girişimidir. Ekonomik kalkınmanın temelinin tarıma dayanacağına olan inancıyla, mülkiyetini edindiği tüm arazilerde -daha sonra hazineye bağışladığı- çiftlikler kurarak ve çağdaş üretim yöntemleri uygulayarak çiftçiye örnek olmaya çalışmıştır. Bu bağlamdaki ilk girişimi, 5 Mayıs 1925 tarihinde başlanan hazırlıklarla, Ankara’nın verimli olmayan arazisi üzerinde Gazi Orman Çiftliği (bugünkü Atatürk Orman Çiftliği) adıyla, geniş bir tarım ve orman alanının oluşturulmasıdır. Aynı yıl Silifke’nin Tekir Köyünde, çevre köylerini içine alan ve 30 Haziran 1936 tarih ve 683 sayılı Yasa ile kurulan, 12607 dönümlük “Tekir Çiftliği Tarım Kredi Kooperatifi”nin yine birinci sırada kurucu ortağı olmuştur (Hazar, 1988; 396, 406; Taluğ, 1981: 20-22).
Atatürk’ün talimatıyla İstanbul Üniversitesi öğretim üyelerince 20 Mayıs 1931 tarihinde “Türk Kooperatifçilik Cemiyeti”nin kurulması, ekonomik örgütlenme doğrultusunda bir başka önemli katkıdır. Cemiyetin merkezi 1933 yılında İstanbul’dan Ankara’ya taşınmış ve Bakanlar Kurulu kararıyla kamu yararına çalışan dernek statüsü kazanmış; 1948 yılında da adı “Türk Kooperatifçilik Kurumu” olarak değiştirilmiştir. Kurumun amacı, kurumsal ve uygulamalı alanlarda kooperatif düşüncesini yaymak, kooperatifçilik ruh ve zihniyetini aşılamak için faaliyette bulunmaktır (TKK, 1999: 11).
Kooperatifçiliğe İlişkin Yasal Düzenlemeler
1923-1935 yılları arasında Atatürk’ün yönlendirmesiyle, kooperatif şirketlere ilişkin genel düzenlemeler dışında, esas itibariyle tarım kredi ve tarım satış kooperatifleri ve birlikleri için ayrıntılı yasalar çıkarılmıştır.
İstihsal, Alım ve Satım Ortaklık (Kooperatif) Nizamnamesi Nümunesi
İktisat Vekaletince 1923 yılında, ancak Cumhuriyet henüz ilan edilmeden önce çıkarılmış olan 97 maddelik bu Nizamnamenin (Tüzük) konusu “ziraat ve el sanatları” alanında kurulacak çok amaçlı kooperatiflerdi. Tüketim dışındaki tüm işlevlerin birlikte yürütülmesine olanak veren (Taluğ, 1981: 33) bu tür kooperatiflerin amacını belirleyen maddelerden birinde (md. 3/a) “mahsulat mukabilinde (ürün karşılığında) ve Ortaklığın kudreti dahilinde (gücü oranında) ortaklara avans vermek” ifadesi yer almıştır. Dolayısıyla, kooperatifin, ortaklarına aynı zamanda kredi de verebileceği, bu kredilere her yıl Genel Kurulca belirlenen faiz oranlarının uygulanacağı (md. 72) öngörülmüştür3 (Atasagun, 1940: 3).
İtibari Zirai Birlikler Kanunu
21 Nisan 1924 tarih ve 498 sayılı, 13 maddelik bu Yasa, tarım kooperatiflerine ilişkin ilk yasal düzenlemedir. Kısa vadeli küçük tarım kredisinin, Ziraat Bankasından ayrı olarak çiftçilere dağıtılması amaçlanmıştır. Bu birlikler, ortaklarının sınırsız sorumluluk ve müteselsil (zincirleme) kefillik ilkesine göre, Ziraat Bankasının gerekli bulduğu yerlerde, üreticilerin çoğunluğunun uygun görüşü ve Ziraat Vekaletinin onayı ile kurulabilecek; Ziraat Bankasından alacakları ayni ve nakdi kredileri, aynı şekilde ortaklarına vereceklerdi. Kredi işlemlerinin yanısıra, alım-satım işleriyle de uğraşabilmeleri mümkün olan ve geniş ölçüde vergi, resim ve harç muaflığı tanınan Birliklerin işlemleri ve hesapları Ziraat Bankasının sürekli teftiş ve denetimi altına alınmıştır.
Birliklerin oluşumuna ve yönetimine ilişkin ilkeleri belirleyen, 58 maddelik bir nizamname de Ziraat Bankasınca hazırlanarak 1926 yılında Bakanlar Kurulunca onaylanmıştır. Ne var ki, yeterince ilgi görmeyen ve başarıyla uygulanamayan bu Yasa beş yıl sonra 1470 sayılı Zirai Kredi Kooperatifleri Kanunu ile yürürlükten kaldırılmıştır (Atasagun, 1940: 4-13).
Ticaret Kanunu ve Kooperatifler
Ticareti Berriye (Kara Ticareti) Kanununda, Osmanlı Devletince 1850 yılında çıkarılan bir Yasada şirket türleri, kolektif, komandit ve anonim olmak üzere üçe ayrılmış; kooperatiflere yer verilmemiştir. Dolayısıyla, İstihsal, Alım ve Satım Ortaklık Nizamnamesi öncesinde kurulan kooperatifler, dernek ya da anonim şirket statüsünde çalışabilmişlerdir. Yasadaki bu boşluk 1924 yılında doldurulmuş; ilgili maddeye “… İşbu 15. maddede mezkur (adı geçen) üç nevi şirketten maada (başka) kooperatif, yani ortaklık şirketleri de ticaret şirketlerindendir” şeklinde bir fıkra eklenmiştir. Böylece, Ticaret Kanununa dayanarak her türlü kooperatifin kurulması mümkün hale gelmiştir (Fındıklıoğlu, 1967: 134).
1926 yılında çıkarılan 865 sayılı yeni Ticaret Kanununda4 sayılan beş tür şirketten birisi de kooperatif şirketlerdi. Kooperatifin yasal olarak ilk tanımı; “Ortakların meslek, sanat ve maişetlerine (geçimlerine) ait ihtiyaç ve muamelelerini muavenet ve kefaleti mütekabile (karşılıklı yardım ve kefillik) sayesinde tedarik ve ifa eylemek maksadıyla teşkil edilen şirket kooperatiftir” (madde 121) şeklinde yapılmıştır.
Kooperatifçiliğe ilişkin çeşitli konuların yer aldığı 477-500. maddeler uyarınca; yedi kişi bir araya gelerek; (1) zincirleme ve sınırsız ya da (2) pay tutarları oranında sınırlı veya (3) belirli bir miktar ile sınırlı olmak, 500 liradan fazla pay sahibi bulunmamak ve seçilen sorumluluk şekli ana sözleşmede belirtilmek koşuluyla, tüm meslekler için kooperatif kurulabilecekti.
Dayanışma ve karşılıklı yardımın kooperatif tanımı içine alınması ve risturn ilkesinin benimsenmesi Yasanın getirdiği iki önemli yenilikti. Risturn ilkesine göre, kâr ve zararın yarısı sermaye payı oranında, kalan yarısı da eşit olarak ortaklar arasında paylaşılacaktı (Hazar, 1988: 459).
1470 Sayılı Zirai Kredi Kooperatifleri Kanunu
İtibari Zirai Birlikler Kanunun eksikliklerini gidermek amacıyla 5 Haziran 1929 tarihinde çıkarılan 24 maddelik bir Yasa idi. Temmuz 1929’da, sorumluluk türlerine göre üç tip kooperatif anasözleşmesi Bakanlar Kurulunca onaylanmış; daha sonra bu anasözleşmelerin genel nitelikteki bazı maddelerinde 19.7.1932 tarihli Bakanlar Kurulu Kararıyla değişiklikler yapılmıştır (Atasagun, 1940: 38). Bu Yasaya ve anasözleşmelere göre;
Tarım kredi kooperatifleri, hane sayısı 100’den, nüfusu da 500’den az olmayan köylerde (küçük köyler birleşerek), kasaba ve kentlerde, tarımsal üreticiler arasında, en büyük mülkiye memurunun göstereceği yerlerde, Ziraat Bankasının uygun görüşü ve İktisat Vekaletinin onayı ile oluşturulabilecekti.
En az ortak sayısı köylerde 30, kasaba ve kentlerde 60 olarak sınırlandırılmıştı.
Tarım işletmelerinin kısa vadeli üretim gereksinmelerini (işçi ücretleri, tohumluk, gübre, koruma ilacı, küçük tarım aletleri, çift hayvanı vb.) karşılamak üzere kredi verilebilecektir.
Bir ortağa verilecek kredi ve kefalet tutarı köylerde sırasıyla 500 ve 1000, kentlerde ise 1000 ve 1500 lirayı geçemeyecekti.
Köylerdeki kooperatiflerde sınırsız, kasaba ve kentlerde ise hem sınırsız, hem de sınırlı sorumluluk ilkesi uygulanabilecekti.
Ortaklar, ortaklık paylarından başka köylerde 5, kasaba ve kentlerde 10 lira giriş parası ödemekle yükümlü idiler.
Ortaklık paylarına risturn yerine % 5 faiz ödenecekti.
Her ortağın, Genel Kurulda -ortaklık payı ne olursa olsun- tek bir oy hakkı vardı.
Ortakların tümünün oluşturduğu Genel Kurul, kayıtlı üye sayısının 2/3’ü ile toplanacak ve çoğunlukla karar verecekti.
Kooperatifin diğer yönetim organları, ortaklarca seçilen 3-5 üyeli İdare Meclisi (Yönetim Kurulu) ve Murakıplardı.
Kooperatiflere geniş ölçüde vergi, resim ve harç muaflığı tanınmıştı.
Kasaba ve kentlerdeki sınırlı ya da sınırsız sorumlu kooperatiflerin, ortaklarından ya da yöre halkından en az üç ay vade ile mevduat toplama yetkisi vardı5 (Atasagun, 1940: 39-47; Hazar, 1988: 466-467).
Bu Yasa çerçevesinde ilk Zirai Kredi Kooperatifi Giresun (Bulancak) da 18 Eylül 1929’da açılmıştır (Hazar, 1988: 400). Kredi kooperatifleri daha sonra yurdun her yerine oldukça hızlı bir şekilde yayılmaya başlamıştır (Çağlar, 1992: 18). 1935 sonuna kadar 668 tarım kredi kooperatifi kurulmuş; kooperatiflere bağlanan köy sayısı 2309’a, ortak sayısı da 67.333’e yükselmiştir (Atasagun, 1940: 64-65).
2834 Sayılı Tarım Satış Kooperatifleri ve Birlikleri Kanunu
Atatürk döneminde kooperatifçiliğe ilişkin yasal düzenlemeler açısından 1935 yılı en verimli yasama yılı olmuştur (Taluğ, 1981: 36). 21 Ekim 1935 tarihinde çıkarılan 2834 sayılı “Tarım Satış Kooperatifleri ve Birlikleri Kanunu” ile 2836 sayılı “Tarım Kredi Kooperatifleri Kanunu’nun her ikisi de 2 Kasım 1935 tarih ve 3146 sayılı Resmi Gazetede yayınlanmıştır (Düstur, Üçüncü Tertip, C. 16, s. 792-797). Yasaların uygulanmasına ilişkin anasözleşmelerden, tarım satış kooperatiflerininki 27 Ocak 1937’de, tarım kredi kooperatiflerininki ise 19 Mart 1936 Bakanlar Kurulu Kararına bağlanarak yürürlüğe konulmuştur (Anasözleşmeler için bkz. Orhon, 1970: 193-226, 241-274).
21 Ekim 1935 ve 2884 sayılı, 26 maddelik Yasa ve Anasözleşmeye göre;
En az on çiftçi bir araya gelerek, değişir sermayeli, değişir ortaklı ve sınırlı sorumlu Tarım Satış Kooperatifi kurabilirler. Çiftçi olmayanlar ya da kooperatifin çalıştığı ürünler üzerinde ticaret ve komisyonculuk yapanlar üye kabul edilmezler.
Tarım Satış Kooperatifleri, Tarım Satış Kooperatifleri Birliklerinin kurulabileceği bölgelerde, İktisat Vekilince (Ekonomi Bakanınca) onaylanarak kurulur. Aynı ürün için bir yerde birden çok satış kooperatifi kurulamaz (md. 1).
En az üç Tarım Satış Kooperatifi Ekonomi Bakanlığının onayı ile bir ya da birkaç ürünün satışı ile uğraşmak ancak her piyasa merkezinde aynı ürün için yalnızca bir tane olmak üzere bir Tarım Satış Kooperatifleri Birliği kurarlar (md 2).
Tarım Satış Kooperatifleri ve Birliklerinin başlıca amaçları; ortakların gereksinmeleri olan her çeşit üretim girdilerini gereçlerini toptan ucuz olarak edinip dağıtmak, ürünleri böylece ucuza mal etmek, kalitesini iyileştirmek, saklamak, pazarlamak, gerektiğinde işlemek, fiyatlardaki zararlı dalgalanmaları önlemek, standartlaştırma ve en iyi piyasa fiyatlarıyla satışı sağlamaktır (md. 3).
Sermaye, ortakların yüklenecekleri ortaklık paylarından oluşur (md. 5). Ortağın teslim edeceği ürünün net tutarı arttıkça yükleneceği pay sayısı da ona göre artar (md. 5). Ortaklar, üyesi oldukları tarım satış kooperatifinin konusuna giren ürünün tümünü her yıl kooperatife teslim etmekle yükümlüdürler (md. 9). Ortakların üçüncü kişilere karşı sorumluluğu, yüklendikleri ortaklık payı ve kooperatifi her yıl teslim etme sözü verdikleri ürünün net tutarı ile sınırlıdır (md. 5, 9).
Ortak payları yalnızca kooperatife olan borçlar için haczedilebilirler (md. 7, 8).
Tüm işlemler, kayıt ve defterler Ziraat Bankasının ve Ekonomi Bakanlığının denetimine bağlıdır (md. 12).
Sermaye, yedek akçeler, ödünç alma ve verme, mal edinme işlemleri geniş ölçüde vergi, resim ve harçlardan muaftır (md. 21).
Oldukça demokratik bir yönetimin varlığından söz edilebilir. Tarım Satış Kooperatiflerinde en yüksek karar organı Genel Kuruldur. Genel Kurulda her ortağın bir oy hakkı vardır. Diğer organlar Yönetim Kurulu, Direktörlük ve Kontrol Kuruludur (Anasözleşme, md. 17, 18). Kooperatiflerin işleri, Genel Kurullarınca seçilen dörder kişilik Yönetim Kurulları tarafından görülür (Anasözleşme, md. 25).
Birliğin Genel Direktörü doğrudan doğruya Ekonomi Bakanlığınca atanır. Genel Direktör Yönetim Kurulunun doğal üyesi sayılır. Birlik adına imza koymaya yetkili Satış Kooperatifleri Direktörlerinin atanması ve işlerinden çıkarılması Ekonomi Bakanlığının kabulüne bağlıdır. Satış Kooperatiflerinin Direktörleri de Yönetim Kurulunun doğal üyesidir. Kooperatifleri ve Birlikleri sürekli kontrol edecek, ikişer kişilik Kontrol Kurulları, Genel Kurullarca seçilir. Birliklerde aynı yetki ve sorumluluklarla çalışacak bir üçüncü murakıp (denetçi) doğrudan doğruya Ekonomi Bakanlığınca atanır (md. 19). -
ATATÜRK İLKELERİNİN TÜRK DIŞ POLİTİKASINA ETKİSİ
Çok tekrarlanan bir tarife göre, dış ilişkileri yönetmek anlamına gelen diplomasi için: “Mümkün olanın sanatıdır“ denilmektedir.
“Mümkün olanın elde edilmesi“ şeklindeki tarif ilk bakışta, diplomasiye çok dar bir hudut çizdiği intibaını verebilir. Oysa ki, devletlerin güçlerini oluşturan öğelerden, stratejik konum, nüfus ve işgücü, doğal kaynaklar, endüstriyel ve tarımsal potansiyel ve gelişmişlik düzeyi, askerî güç gibi objektif kıstaslar yanında; sübjektif öğeler diyebileceğimiz ulusal moral, halkın dış politikayı desteklemekteki kararlılığı, topluma önderlik yapabilme bakımından ve halkın desteğini devamlı sağlayabilmek yönünden kuvvetli sayılan hükümetler, ve dış ilişkileri yürüten diplomatların kalitelerinin niteliği gibi hususlar işin içine girer. Diğer taraftan, devletlerin dış politikayı uygulamadaki araçlarının, uluslararası hukuka uygun biçimde kullanılmaları da kabildir.. (Meşru müdafaa, ambargo, barışçı bloküs, sıcak takip vs. gibi)
Bütün bu hususlar dikkate alınınca, sözünü ettiğim diplomasi tarifinin verdiği kısıtlayıcı izlenimin doğru olmadığı, çünkü dış ilişkilerin meşru zeminlerde yürütülmesinin ve ulusal çıkarların kollanıp elde edilmesinin çok emek, sabır, bilgi ve tecrübe isteyen, icabında “hesaplanmış risk-calculated risk“leri de içeren, kısa ve uzun vadeli planlamaları, hatta siyasî ve askerî ittifaklar dahil çeşitli çalışma ve girişimleri gerektiren çok karmaşık bir “process“ olduğu anlaşılır.Dış ilişkilerin yürütülmesi ile ilgili çalışma ve girişimlerde şu temel kriterleri de hatırlamakta büyük yarar vardır. Şöyle ki; bu süreçte devamlı olarak, devletin kudretini oluşturan kaynaklar ile dış politika uygulamaları arasında bir dengenin mevcudiyetini göz önünde bulundurmak gerekir. Diğer bir deyimle, devletin varlığının bir saldırıya uğraması hali hariç, dış politika hedef ve uygulamaları daima ulusal güç ile sınırlı tutulmalıdır.
Diğer taraftan, bu süreçte mümkün olabileceği derecede milletlerarası hukuk çerçevesinde ve meşru zeminlerde bulunmaya azami itina gösterilmelidir.
Yukarıda altını çizdiğim, özetin de özeti denilebilecek tanımlamalar, bir bakıma dış ilişkilerin ruhunu teşkil eder. işte kanımca “Kuvayi Milliye Ruhu“nun dış ilişkilerdeki yeri ve başarısı da buradan kaynaklanır.Gerçekten, Kuvayi Milliye`nin eşsiz önderi Mustafa Kemal`in dava ve silah arkadaşları ile 19 Mayıs 1919`da başlattığı “Millî Mücadele“ ve 23 Nisan 1920`de Ankara`da temsilcileri ile birlikte yürütülen “İstiklal Savaşı“ sürecinin 24 Temmuz 1923`te Lozan Andlaşması`nın imzası aşaması ile sona ermesine kadar geçen 4 yıl içerisinde, yeni doğmakta olan Türk Devleti`nin dış ilişkilerinin incelenmesi bu kanıyı doğrulamaktadır. Bu konuda, “insanlığın Barış İdeali ve Atatürkçü Dış Politikada Bu İdealin Yansıması“ adlı makalemden (**) kısa bir kaç alıntı ile görüşümü biraz daha açıklamak isterim:
Daha T.B.M.M.`nin Ankara`da yeni toplandığı ve Kurtuluş Savaşı`nın en buhranlı günlerinde, Nisan 1920`de büyük ATATÜRK şöyle diyordu: “Hududu Milliyemiz dahilinde her şeyden evvel kendi kuvvetimize müsteniden muhafazai mevcudiyet ederek millet ve memleketin hakiki saadet ve ümranına çalışmak… Alelıtlak tûl emeller peşinde milleti işgal ve izrar etmemek… Medenî cihandan medenî ve insanî muameleye ve mütekabil dostluğa intizar etmektir.“1921 Aralık ayında da ilave ediyordu: “Efendiler, siyaset-i hariciyemizde ahar bir devletin hukukuna tecavüz yoktur. Ancak, hakkımızı, hayatımızı, memleketimizi, namusumuzu müdafaa ediyoruz ve edeceğiz.“ “Türkler, bütün medenî milletlerin dostudurlar“.
1931 yılının Kasım ayındaki şu sözlerini de nakletmek isterim: “Türkiye`nin emniyetini gaye tutan, hiçbir milletin aleyhinde olmayan bir sulh istikameti bizim daima düsturumuz olacaktır.“
Diğer taraftan Atatürk`ün insanlık, istiklâl ve hürriyet için yüceliği ve şaşmazlığı kanıtlanmış şu sözleri ne kadar anlamlıdır: “Şarktan şimdi doğacak olan güneşe bakınız. Bugün, günün ağarmasını nasıl görüyorsam, uzaktan Şark Milletlerinin de uyanışlarını öyle görüyorum, istiklal ve hürriyetine kavuşacak olan çok kardeş millet vardır. Onların yeniden doğuşu şüphesiz ki terakkiye ve refaha müteveccih vuku bulacaktır… Müstemlekecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerine milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı hâkim olacaktır.“ (Mart 1933)Görüleceği üzere “Kuvayi Milliye Ruhu“nda kaya gibi, fevkalâde güçlü bir “Gerçekçilik“ yanında, ölçülü, olabilirliği kolayca ve olumsuz yönde tartışılamayacak dengeli bir “idealizm“ de mevcut bulunmakta ve ikisi de devamlı surette “aklın“ emrinde tutulmaktadır. Millî Mücadele`nin ana motoru olan “Kuvayi Milliye Ruhu“nda çok dinamik girişimciliğe, gözüpekliğe, ataklığa yer vardır. Hatta bu nitelikler o ruhun, onsuz olmaz (sine qua non), ayrılmaz birer parçasıdırlar. Ancak, şunu da hemen belirtmek gerekir ki, bu eşsiz ruhta, us dışı hareketlere, maceracılığa asla yer yoktur.
Burada Yunan maceracılığına ilgi çekici bir örneği, Lozan Andlaşması`nı tahlil ederken vermiş olan Yunan asıllı ve A.B.D. vatandaşı Profesör Harry J. Peomiades`in ifadelerini (***) okuyucularımın yararlanacaklarını düşünerek aktarmak isterim: “Lozan Andlaşması Doğu Akdeniz`de bir barış sürecini hemen başlatmadı ise de, böyle bir barışı destekleyecek temeli oluşturdu. Lozan, Yunan-Türk ilişkilerinde, yeni statükonun içtenlikle kabul edileceğini ve Megali-Idea emellerinin ilelebet terkedilmesi arzusunu gösteren bir temel taşı olmuştur. Modern Yunan tarihinde ilk defa, Yunan halkının etnik hudutları ile Yunan Devlet hudutları genelde yekdiğer ile uyuşmuş ve milletin “kurtarılamamış“ parçalarının elde edilmesi yerine Devletin güvenliği Yunan dış politikasının başlıca amacı haline gelmiştir. Böylece, Megali-Idea`yı sağlamak bakımından gerekli olacak kaynaklar ile fakirleşmiş devletin mevcut kaynakları arasındaki ölçüsüz farklar dolayısı ile Yunanistan beynelmilel gelişmelere olan eski bağımlılığı sona ermiştir“.
Ulusal Kurtuluş Savaşımızı başarı ile sona erdirmede, askerî gücün hazırlanması ve askerî bir deha olan Mustafa Kemal`in tayin ettiği taktik ve stratejik çerçeve dairesinde kullanılması kuşkusuz bu zaferin en önemli âmillerinin başında gelir.
Diğer yandan, aynı süreçte dış ilişkilerin yukarıda özetlediğimiz öğeler ve kriterler içerisinde yine Mustafa Kemal`in siyasî alandaki dehasının bir sonucu olarak optimal düzeyde kullanılmış olması da, askerî zaferin yanında çok değerli bir yer tutar.
Türkiye, gerek Gazi Mustafa Kemal, gerek Mustafa Kemal Atatürk ismi altında eşsiz önderin bizzat dış ilişkileri tayin ettiği yıllarda olduğu gibi, ondan sonraki devrelerde de, heyeti umumiyesi itibarı ile, ATATÜRK`ün dış politika ölçülerini korumağa ve uygulamağa özen göstermiştir. Nitekim Türk dış politikası, milletlerarası hukukun ve katıldığı BM-Avrupa Konseyi vs. gibi uluslararası kuruluşların yasalarının öngördüğü meşru çerçeveler içerisinde, ulusal hedef ve çıkarlarını korumuş, geliştirmiş ve mümkün olan hallerde gerçekleştirmiştir. Bunu yaparken Devlet`in ve Ulus`un temel güvenliğinin muhafazasına en büyük dikkati göstermiştir. Diğer bir ifade ile, hukuka saygının yanında uluslararası iklim ve şartlardaki uygun durumları çok iyi değerlendirmeyi bilmiştir. Türk boğazlarındaki askerlikten arındırmayı kaldıran Montreux Sözleşmesi`ni (1936), Misakı Millî hudutları içerisinde bulunan Hatay`ın Anavatan`a katılmasını (1939), Yunanlı ve Rumlar`ın Enosis için Rum toplumuna tek taraflı self-determination taleplerini (1954-59) Birleşmiş Milletler`de mağlup ederek Zürih ve Londra anlaşmaları ile Türk toplumunun Kıbrıs Devleti`ni Rumlarla eşit ortak statüsü ile kurmasını (1959-60), esas itibarı ile müzakereler yolu ile sağlamıştır. Diğer taraftan, yine uluslararası hukukun içinde kalarak, 1963 Noeli`nde Kıbrıs Rum toplumunun Türk toplumuna saldırısını jetler ile ihtar uçuşu yaparak durdurmuş, meşhur Başkan Johnson Mektubu`ndan (Haziran 1964) sonra Kıbrıs`ta Erenköy`deki mücahitlere 5000 kişilik bir kuvvetle saldıran Grivas`ı ve Rum yönetimini, 7-8-9 Ağustos 1964 tarihlerinde icra ettiği “Sınırlı Hava Harekâtı“ içinde jetler ile 3 gün bombalayarak durdurmuştur. BM Güvenlik Konseyi sadece ateşkes istemiş fakat Türkiye`yi kınamamıştır.
Benzeri başka örnekler de verilebilir. Bunlara kısaca dokunmaktan amacım, bazen her türlü ölçüyü aşıp millî çıkarları zedeleyebilecek eleştirilerde, tamamı ile güçsüz, inisiyatifsiz ve tedbirsiz gibi bir tablosu çizilmek istenilen Türkiye Cumhuriyeti`nin, O`nun dış politikasındaki uygulamalarının, “maceracı“ olmak hariç, genellikle gereken meşru dış politika araçlarını başarı ile kullanmakta olduğunu belirtmektir.
***
Şimdi, bir miktar da son yıllardaki gelişmelere göz atalım. 1985`ten ve özellikle 1989`dan bu yana ortaya çıkan gelişmeleri incelediğimizde, görüyoruz ki, Demokrasi`ye, insan Hakları`na daha fazla saygı göstermeğe ve serbest piyasa ekonomisini uygulamağa dayanan Avrupa`daki bu yeni tablo şüphesiz çok olumlu bir gelişmedir. Desteklenmesi ve başarısı için ortak gayretler sarfedilmesi fevkalâde isabetli, hatta kanımızca zaruridir.“Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, bu gibi kapsamlı değişimler, yani intikal devreleri aynı zamanda genel bir istikrarsızlığın da nedeni olurlar. Bu istikrarsızlık, kaypaklık yeni birtakım “Riskler“ oluşturur. Avrupa`da bu sürecin başlamasından bu yana gözlendiği gibi, pek çok devlet arasında uzun süredir unutulmuş görünen etnik kökenli rekabetler, ayrılıkçılık mücadeleleri birdenbire alevlenmiştir.“
“Aynı kökenli rahatsızlıklar bazı devletlerin iç bünyesinde çeşitli mücadelelere sebep olmuştur. Bir taraftan demokrasi ve insan haklarının geniş çapta saygı görmesinden doğan güzel umutlar, diğer taraftan da bu mücadelelerin ortaya çıkardığı parçalanmalar (fregmentation) tezatlı bir manzara sunmaktadır. Bu durum intikal devresindeki “belirsizlikler“in kaynağını teşkil etmektedir. Kaldı ki, insan hakları, azınlık hakları ile ilgili uluslararası sözleşmeler ve anlaşmalarda yer alan ilkelerin bazı devletlerce, kendi bencil millî ülkü ve hedefleri doğrultusunda kötüye kullanılması önlenememektedir.“
“Bunun örnekleri daha şimdiden görüldüğü gibi ileride de, maalesef daha fazla görülecektir. Örneğin, AGİK Paris Şartı`nın ilke ve hükümlerinin örtülü bir biçimde devletlerin iç işlerine müdahale için kullanma istidatları görülmüştü. Esasen AT, Avrupa Konseyi, NATO, BAB, AGİK gibi çeşitli kuruluşların yetki alanlarında mevcut boşluklar “Yeni Avrupa Mimarisi“ni zorlamaktadır. Bu kuruluşlardan NATO ve Avrupa Konseyi daha ılımlı ve ihtiyatlı iseler de, diğerleri daha fazla etkiye sahip olma temayülündedirler. Uluslararası toplantılarda diplomatik üslûp içerisinde bu temayüller ve rahatsızlıklar mümkün mertebe gözden ırak tutulmaya çalışılıyor ise de, bu konularda ihtisas sahibi kişiler için “görünen köye kılavuz istemez“ denilmesi isabetlidir. Diğer bir ifade ile 1945`ten beri esasen tüm etkin olamayan “Uluslararası Düzen“ (International quasi order) bu yeni hukuki ilâvelerle daha karmaşık bir hale gelmiştir. Bu nedenledir ki, pek çok akademisyen ve devlet adamı bu durumu “Uluslararası Düzensizlik – International Disorder“ şeklinde nitelemektedirler.
“Bütün bu kaypak ve değişkenler üzerinde vücut bulan gelişmelerin ışığında, oluşmakta olan Yeni Dengeler hakkında isabetli teşhisler koymak mümkün müdür?“
“Önce Süper-Devletler hakkında genellikle şu gözlem ileri sürülmektedir: Sovyetler Birliği tasfiye olunmuş, geride gerçek tek Süper-Devlet olarak A.B.D. kalmıştır.““İlk bakışta çarpıcı olan bu gözlem, bazı ilâve mütalâaları gerektirmektedir. Çağımızda “süperlik“ vasfı, ekonomik refah ve dengede, eğitimde, bilimsel araştırma ve teknolojide, üretimde, nükleer yeteneklerde, askerî güç ve onu idame ettirecek nüfus yoğunluğunda, coğrafî konumda çok yüksek düzeyde nitelikleri gerektirmektedir. A.B.D. bu ölçeklerden, henüz, hemen hepsine en tatminkâr cevapları vermektedir. Bununla beraber, ekonomik dengede oldukça uzun süren önemli rahatsızlığını yenebilmiş gözükmemekte ve bazı ileri teknolojilerde de, özellikle Japonya ve Almanya tarafından zorlanmaktadır. Ancak, halen ve görünebilir bir istikbalde, özellikle de, nihaî tahlilde askerî gücün en yaptırımcı unsuru olan nükleer silahlardaki sözgötürmez üstünlüğü kendisine bu süperlik vasfını kolayca vermektedir.“
“Almanya, 80 milyon nüfusu ile ve kapladığı coğrafî alan ile “etkileyici bir görünümde“, ekonomisi ve teknolojisi ile de üstünlüğü bariz ise de, yayıldığı coğrafî alan ve nükleer silahlardaki kısıntısı onu uzunca bir süre “Süperlik“ vasfından yoksun bırakacaktır. Japonya da, bu konuda, Almanya`ya pek çok bakımdan benzemektedir. Avrupa`da AB`ni bir bütün olarak irdelersek, Fransız ve İngilizler`in mevcut nükleer silah teknolojisi yetenekleri ile birlikte ve yayıldığı coğrafî alan bakımından, Almanya ve Japonya gibi Ekonomik Süperler`den olmakla birlikte tam anlamı ile ve her yönden “Süper“ olabilmesi zamana ve kendi içinde pek çok istihalelere bağlıdır. Zira, ekonomik entegrasyondan sonra siyasî ve askerî entegrasyonda halen 15 devletten müteşekkil AB`nin gelecek 10 yıl içerisinde 20 devleti bulması hatta aşması çok olası görüldüğünden, halihazır 15`li halinde bile, Fransız, İngiliz, Alman Milliyetçilik direnişleri ile, İtalyan ve İspanyollar`ın da ilâvesi ile pek çok zorluklarla karşılaşan bu bölgesel topluluğun, 10 yıl sonra daha fazla sorunlarla karşılaşacağını söylemek bir kehanet değildir. AB, Altılar Avrupası olarak, tanımladığımız Süper`liğe belki daha yatkındı. Önümüzde diğer bir bilinmez daha mevcuttur. O da Rusya Federasyonu`dur. Nüfusu, yayıldığı alan ve nükleer silah teknolojisi ve mevcut arsenali ile, halen de askerî bir “Süper“dir. Bu federasyonun içindeki milliyetler itibarı ile ileride daha fazla iç sorunları, özerklik, ayrılıkçılık sorunları ile karşılaşması mukadderdir. Bununla beraber, kendisine taahhüt edilen Batı malı ve iktisadî yardımlarını süratle ve etkili biçimde kullandığı takdirde, birkaç yıl içerisinde çok başka bir Rus Federasyonu ile karşılaşmamız da çok muhtemeldir. Ekonomik yönden de güçlü olacak bir Rusya Federasyonu`nun, Ukrayna`yı o zaman daha başka etkilemesi söz konusu olacaktır. Orta ve Ön Asya`daki 5 Türk Cumhuriyeti ile Tacikistan`ı BDT`ye bağladıktan sonra yeşerttiği “Arka Avlu“ gelecekteki niyetlerini sergilemek için yeterlidir. Son defa Duma`da Sovyetler Birliği`nin dağılışının “illegal“ olduğunu ileri süren partilerin demokrat kimliği çok ilginçtir.““Şayet, tarih ve coğrafya bazı öğretiler veriyorsa, Rusya Federasyonu`na mim koymakta ve gelişmeleri çok yakından takipte, yalnız Türkiye`nin değil, tüm Avrupa`nın büyük menfaati vardır. Çin Cumhuriyetini de gelecek on yılın içerisindeki oluşumlar, ya daha yukarı bir süper statüsüne götürecek, ya da Rusya`da olanlar orada da olacaktır.“
“Şu kısa izahattan anlaşılacağı veçhile, önümüzdeki on yılda en üstte A.B.D. olmak üzere, Almanya, Japonya, tümü ile AB, Rusya Federasyonu, Çin, Orta Doğu, Kuzey Afrika ve genelde Akdeniz Havzası ve Asya çeşitli derecelerde oluşan ve oluşmak süreci içindeki ülke ve bölgeleri teşkil edeceklerdir. Bu dengelerin oluşumunda, en sağlıklı süreci teminat altına alabilmek için, mevcut uluslararası kuruluşlardan en etkilisi kuşkusuz “yeni NATO“nun hayatiyetini koruması ile mümkün olacaktır.“
Ülkemiz Türkiye, bu yeni denge oluşumlarında, kendisi başlıbaşına etkin bir rol oynayacak bir bölgesel güç haline dönüşecektir. Buna, coğrafyası, nüfus yoğunluğu, gelişme düzeyi, genel ekonomisi ve yetişmiş kadroları ile güçlendirdiği demokrasisi ve askerî kuvveti imkân vermektedir. Ayrıca, Sovyetler Birliği`nin tasfiyesi ile Orta Asya ve Kafkas Türk Cumhuriyetleri`nin bağımsızlıklarını kazanmaları ayrı bir “ivme“ verebilecektir.
“Ancak, işaret ettiğimiz kaypak milletlerarası konjonktür dolayısı ile, yeni oluşmağa yönelen dengeleri de dikkate alarak, Türkiye`nin çok özenli ve içeride de ulusal bütünlüğünü güçlendirici bir tutum izlemesi gereklidir.“Kuşkusuz Türkiye`nin geleneksel dış politikası, ülkenin güvenliğini mümkün olan en iyi biçimde sağlayarak, milletimizin ekonomik ve sosyal gelişmelerine büyük imkânlar hazırlamıştır. Barış ve işbirliğinin korunması ve kuvvetlendirilmesi için de katkıda bulunmuştur. Cumhuriyet Türkiyesi Lozan`dan bu yana askerî bir saldırıya uğrayıp savaşmak zorunda kalmadan barışın nimetlerinden yararlanmıştır. Başta Montreux Sözleşmesi, Hatay ve Kıbrıs Türk toplumunun haklarını korumak gibi ulusal davalarımızı ve diğer önemli dış menfaatlerini genelde barışçı yollarla gerçekleştirmiştir. Memleketimizin bu başarılı siyasetinde temelde bir değişikliğe ihtiyaç yoktur. Ancak, son 73 yılda Türkiye büyümüş ve gelişmiştir. Nüfus itibarı ile halen Avrupa`nın, Rusya Federasyonu dahil 6 büyük devleti arasındadır. Ekonomik ve sosyal gelişmeler bakımından da, bölgesinin en güçlü ülkesi ve AB standartlarına namzettir.
“Bununla beraber, 20. nci yüzyılın sonuna kadar eğitim, sağlık, hızlı şehirleşme ve göç, işsizlik, çevre ve nüfus planlaması alanlarında büyük bir kalkınmayı başarmak zorundadır. Keza ekonomik alanda da, daha âdil bir gelir bölüşümü başta olmak üzere, başarılarını arttırmak mecburiyetindedir. Bu gelişmeleri bir takım değişkenlerle geciktirmeye tahammülü yoktur. Keza nükleer enerjide ve savunma sanayiinde yeterli düzeye büyük bir süratle erişmek zorundadır.“
“Bütün bu hususları gözönünde bulundurarak şunu belirtmek isterim ki, bu durumun kaçınılmaz bir icabı olarak, hayatî ulusal çıkarlarımızı korumak veya elde etmek için, bundan böyle daha belirgin “Ulusal Politikalar“ oluşturmamız lâzımdır. Çoğulcu ve katılımcı demokrasimizi büyük bir arzu ve azimle en yüksek düzeye ulaştırmak için sarfettiğimiz çabalar, kanımızca, siyasî hayatımızda husule gelen ulusal “consensus`lerden güç almaktadır. Bu toplumumuzun bütün kesimlerince desteklenmelidir. Kamuoyumuzun nabzını tutan basınımızda bu istek açıklıkla belirtilmektedir. Siyasî partilerimizde de, genel olarak, aynı arzuyu müşahede etmekten mutluluk duyuyorum. Bu ulusal politika özlemini, iç istikrar ve güvenliğimizin bir parçası olduğu için öncelikle Güvenlik ve Dış-ilişkiler açısından ele alınca, görüyoruz ki, Güneydoğu bölgemizdeki durum başta olmak üzere, AT`a tam üyelik, yabancı ülkelerde çalışan vatandaşlarımızın hukukunun korunması, Batı ve Orta Asya ile Kafkasya`daki kardeş Türk Cumhuriyetleri`ne yapacağımız yardımlar, onların demokrasi çabalarının desteklenmesi, kendi Anayasamızın gerekli değişikliklerle donatılması, Yeni Avrupa Mimarisi`nin oluşmasındaki görüş ve menfaatlerimiz, Orta Doğu`da Barış ve Güvenliğin kalıcı biçimde sağlanması, Türk Savunma Sanayiinin en hızlı şekilde gereken düzeye getirilmesi konularında, vakit kaybetmeden, ulusal politikaları tespit etmemiz bir zaruret haline gelmiştir. Bu politikaların tespiti için, ön hazırlıklarda, üniversitelerimiz, ilgili kuruluşlarımız ve parlamenterlerimizle yüksek bürokratlarımızdan ve bunların emeklilerinin de geniş bilgi ve tecrübelerinden yararlanılması (Batıda çok kullanılan “Think-Tank“lar) isabetli olacaktır. Bunların organize edilmeleri ve hazırlayacakları belge ve önerilerin nihaî şekillere getirilmesini içtenlikle Hükümetimize ve siyasî partilerimize öneriyorum. Böyle hazırlanmış ulusal politikaların kesintisiz ve bilinçli uygulanması yolu ile ülkemizde millî yararlarımız için tam bir birlik sağlanacağı gibi dış ilişkilerimizde akılcı, etkin ve çağdaş nitelik kazanmış olacaktır.“
Yukarıda ( “ “ ) içerisindeki ifadelerim, bundan üç yıla yakın bir süre önce, 13 Nisan 1993 tarihinde, Hacettepe Üniversitesi`nde “Değişen Dünyada Türkiye ve Türk Dünyası“ sempozyumunda “Dünyadaki Değişmeler ve Oluşan Yeni Dengeler“ kısmında verdiğim bildiriden alınmıştır. Bugün de bu görüşlerimin bir satırını değiştirmek ihtiyacını hissetmiyorum. O tarihte etnik ve ayrılıkçılık nedenleri ile ortaya çıkan parçalanmalardan (fragmentation) bahsederken, “Bunun örnekleri daha şimdiden görüldüğü gibi ileride de, maalesef daha fazla görülecektir.“ demiştim. Gerçekten o tarihten bu yana geçen sürede Bosna-Hersek`te, Azerbaycan`da, Gürcistan`da ve sair yerlerde vukua gelen trajediler, insanlık dışı saldırılar bu tahminimizi doğrulamıştır.
İşte bundan dolayıdır ki, Parlamentomuzda, Akademik çevrelerde, Medyamızda ve genelde Kamuoyumuzda, zaman zaman “Kuvayi Milliye Ruhu“na atıflar yapılmakta, hatta Parlamentomuzun Kurtuluş Savaşımızdaki T.B.M.M. gibi hareket etmesi arzuları dile getirilmektedir. Bütün bunlar planlı, düzenli bir aksiyon için duyuları kuvvetli bir arzunun ortaya çıkardığı sonuçlardır.
Türk Dışişleri, genellikle sanıldığının aksine, görevinin tabiatı icabı, kısa, orta ve uzun vadeli planlarla çalışmaya mecbur ve buna geleneksel olarak alışmış değerli bir kuruluşumuzdur. O kadar ki, Siyaset Planlama birimimizin A.B.D.`den sonra Türk Dışişleri`nde, 1959 yılında kurulması üzerine, pek çok batılı devlet (Örneğin; Federal Almanya Cumhuriyeti, Kanada vs.) bizdeki birim hakkında Hariciyemizden bilgiler aldıktan sonra kendi dışişlerinde bu birimi kurmuşlardır.
Ancak unutmamak gerekir ki, “Dış Politika bir bakıma iç Politikanın bir uzantısıdır“ gözlemi tamamı ile aksiyon dışında tutulamaz. Bu yalnız bizim ülkemiz için değil tüm ülkeler için belirli derecelerde geçerlidir.
Kuşkusuz, bu açıdan incelediğimizde, iç politikamızda ülkemize ve milletimize onur veren büyük başarılar mevcuttur. Başta gerçekleştirdiğimiz inkılâplar olmak üzere çoğulcu demokrasimiz bunun en çarpıcı delilleridir.
Esasen, bölgemizde çoğulcu ve katılımcı modern demokrasi ile idare edilen nadir ülkelerden biri ve en önemlisi olmamız nedeni ile bu başarı uluslararası düzeyde de ilave bir saygınlık kaynağıdır.
Yine diğer ülkeler için de varit olduğu gibi, kendi ülkemizde de iç politikamızdan bazı şikâyetler olduğu gözlenmektedir.
Bu yakınmalar veya eleştiriler arasında, konumuzla ilgili olanı, dış ilişkilerde ve millî yararlarımızın elde edilmesinde, kuşkusuz bunların en önemlilerinde, henüz “Ulusal Politikalar“ oluşturamadığımıza dair tenkitlerdir.
Yukarıda belirttiğim gibi Türkiye Devleti`nin Millî Politikaları bulunmadığı savı gerçek değildir. Hayatî konularda devletçe oluşturulmuş, geleneksel hale gelmiş bulunan politikalarımız elbette mevcuttur. Bu politikalar hep “Kuvayi Milliye Ruhu`ndan esinlenmiştir. Türk dışilişkilerinin temel taşları, devamlı surette ATATÜRK`ün vazettiği ilkelerden oluşmaktadır. Ancak benim halen ve önemle işaret etmek istediğim şudur: Kamuoyumuz, çok kaypak uluslararası ilişkilerde daha ziyade “bilgilenmek“ istemekte ve önemli dış sorunlarımızda Hükümeti ve Parlamentosu ile yek vücut olmuş bir görünüm içerisinde ve Ulusal Politikalar oluşturmuş bir düzeyde bulunmamızı şiddetle arzulamaktadır. Türkiyemiz`in ana menfaatlerini ilgilendiren sorunlar ya da “fırsat“lar birkaç adet olmayıp, pek çoktur ve gayet günceldir. Ulusumuzun ve fertlerinin yakın bir gelecekteki hayatlarına doğrudan etkiler yapabilecek niteliktedir. Bu hususları nazarı dikkate alınca, bu arzu ve istekleri olumlu karşılamamızda hem milletin, hem de devletin büyük yararları mevcuttur. Çok önemli dış konularda “Ulusal Politikalar“ oluşturmanın, sağlayacağı arzedilen menfaatler yanında ve belki de bunlar kadar önemli sayılması gereken diğer bir niteliği de, ulusun millî birliği korumak ve arttırmaktaki özel etkisidir. Umut ediyorum ki, millet ve devlet hayatımızda, artık bu başarıları da sağlayacak bir aşamaya gelmiş bulunuyoruz. Böylece, “Kuvayi Milliye Ruhu“nu en zor şartlarda ortaya koymuş bulunan büyük vatanperverlerimizin ruhları da yeniden şâd olacaktır.
* * *
Muhterem dinleyiciler,
Atatürk`ün büyük dehasının dış ilişkiler ve güvenlik konuları ile ilgili olan kısmından bahsederken, şu çok önemli konuya da değinmek isterim: Bilindiği veçhile toplumlar bir nüfus dinamiğine de sahiptirler. Kuşaklar birbirini takip eder. Genç nesil yalnızca katı ve değişmez ya da pek yavaş değişim gösteren veyahut da bunlardan kaçınmayı yeğler hale gelir. Bunun için “gençlik ümidimizdir“ denir. Bu nedenlerle gençliğin kanını harekete geçirecek idealler bu öğeler için de çok mühimdir. îşte Mustafa Kemal, bu konuda da dehasını göstermiştir. Çünkü, dış ilişkiler ve güvenlikte gerçekliğin yanında idealizme de emsalsiz bir değer vermiştir. Üstelik Mustafa Kemal`in idealizmi yansıtan beyanlarının hemen hepsi bir kehanet halini almış, hepsi doğru çıkmıştır. Elbette bu onun dehasının mahsulüdür.Barış ve işbirliği hakkında Atatürk`ün 1937 yılının Mart ayında – hem de dünya savaşının gelmekte olduğunu daha 1932 yılında kesin bir şekilde görmüş ve bunu ifade etmiş fevkalade ileri görüşlü bir devlet adamı olmasına rağmen- yaptığı şu beyandan heyecan duymamak kabil midir?
“Bugün dünya milletleri aşağı yukarı akraba olmuşlardır ve olmakla meşguldürler. Bu itibarla, insan mensup olduğu milletin varlığını ve saadetini düşündüğü kadar, bütün cihan milletlerinin huzur ve refahını da düşünmeli ve kendi milletinin saadetine ne kadar kıymet veriyorsa bütün dünya milletlerinin saadetine hadim olmaya elinden geldiği kadar çalışmalıdır. Çünkü dünya milletlerinin saadetine çalışmak diğer bir yoldan kendi huzur ve saadetini temine çalışmak demektir. Dünyada ve dünya milletleri arasında sükûn, vuzuh ve iyi geçim olmazsa bir millet kendisi için ne yaparsa yapsın huzurdan mahrumdur“. Ve ilâve ediyordu: “Beşeriyetin hepsini bir vücut ve milleti bunun bir uzvu addetmek icap eder. Bu vücudun parmağının ucundaki acıdan diğer bütün aza müteessir olur. Dünyanın filan yerinde bir rahatsızlık varsa bana ne dememeliyiz. Böyle bir rahatsızlık varsa tıpkı kendi aramızda olmuş gibi onunla alâkadar olmalıyız. Hadise ne kadar uzak olursa olsun, bu esastan şaşmamak lazımdır, işte bu düşünüş; insanları, milletleri ve hükümetleri hodbinlikten kurtarır. Hodbinlik şahsî olsun, millî olsun daima fena telakki edilmelidir.“
Diğer taraftan, konuşmamın başında da değindiğim gibi, Atatürk`ün insanlık, istiklâl ve hürriyet için yüceliği ve şaşmazlığı kanıtlanmış şu sözleri ne kadar anlamlıdır:
“Şarktan şimdi doğacak olan güneşe bakınız. Bugün, günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan bütün Şark milletlerinin de uyanışlarını öyle görüyorum, istiklâl ve hürriyetine kavuşacak olan çok kardeş millet vardır. Onların yeniden doğuşu şüphesiz ki terakkiye ve refaha müteveccih vuku bulacaktır. Bu milletler, bütün güçlükler ve bütün manilere rağmen muzaffer olacaklar ve kendilerini bekleyen istikbale ulaşacaklardır. Müstemlekecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerine milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı hakim olacaktır. Size bu sözleri söyleyen Cumhurreisi değil, sadece Türk milletinin bir ferdi olarak Mustafa Kemal`dir. Bu hususu bilhassa nazarı dikkatinize celbederim.“ (Mart 1933)Burada bir parantez açacağız: insanlığın barış hakkındaki gerçek özlemlerini ve o yöndeki muhtemel gelişmeleri uzak görüşlü ve samimi bir idealizm ile dile getiren Büyük Atatürk`ün, dünyamızın içinde yaşadığı şartları gözönünde tutarak ve milletlerarası ilişkilerin mahiyetinin uzunca bir süre ne şekilde devam edeceğini gayet iyi kestirerek yapmış olduğu uyarılarını, yani onun idealizmi kadar sağlam gerçekliğini de burada tekrar vurgulamak isteriz. Filhakika:
“Harp zarurî ve hayatî olmalıdır. Hakikî kanaatim şudur: Milleti harbe götürünce vicdanımda azap duymamalıyım. “Öldüreceğiz“ diyenlere karşı “Ölmeyeceğiz“ diye harbe girmeliyiz. Lakin “hayat-ı millet tehlikeye maruz kalmayınca harp bir cinayettir.“ diyen büyük lider: “Vatanın dahilî ve haricî herhangi bir tehlikeden en az fedakârlıkla, en kısa zamanda kurtulması için yegâne çare, herhangi bir seferberlik davetine her vatandaşın derhal, bir an kaybetmeksizin icabet etmesidir. Türk vatanperverliğinin birinci farikası vatan müdafaası karşısında her işi bırakarak silah altına koşmaktır“ sözleriyle hepimize ve tüm barışsever uluslara çok değerli bir uyarıda bulunmaktadır. Diğer taraftan bir ulusun aksine yöndeki tüm dilek ve gayretlerine rağmen, savaşmak mecburiyetinde kalabileceğini gayet iyi bilen gerçekçi lider: “Harp, muharebe, nihayet meydan muharebesi yalnız karşı karşıya gelen iki ordunun çarpışması değildir. Milletin çarpışmasıdır. Meydan muharebesi, milletlerin bütün mevcudiyetiyle, bilim ve fen sahasındaki seviyeleriyle, ahlâklarıyla, harslarıyla hulâsa bütün maddî ve manevî kudret ve faziletleriyle ve her türlü vasıtalarıyla çarpıştığı bir imtihan sahasıdır. Bu sahada çarpışan milletlerin hakiki kuvvet ve kıymetleri ölçülür“ demek suretiyle, ulusların barış içinde büyük bir samimiyetle çalışmalarının lüzumu kadar, gerektiğinde kendi varlıklarını, bağımsızlıklarını koruyabilmek için de daima ve en iyi şekilde hazırlıklı bulunmaları gereğini en veciz biçimde hatırlatmıştır. Atatürk bu hazırlıkların yalnız ulusal alanda kalmayıp uluslararası bir nitelik kazanması gerektiğine de şu sözleriyle işaret etmiştir: “Eğer harp bir bomba infilâkı gibi birdenbire çıkarsa, milletler harbe mani olmak için müsellâh mukavemetlerini ve millî kudretlerini birleştirmekte tereddüt etmemelidirler. En seri ve en müessir tedbir, bir mütearrıza taarruzunun yanında kâr kalmayacağını açıkça anlatacak beynelmilel bir teşkilâtın kurulmasıdır. (21 Mayıs 1938)“Görüldüğü veçhile, Atatürk, dış ilişkilerde, uluslararası dayanışma zaruretini, dünyanın değişmekte olduğunu, müstemlekeciliğin yeryüzünden yok olacağını, yeni kardeş ülkeler ortaya çıkaracağını, insanlığın birbirinin dert ve problemleri ile daha yakından ilgilenmek aşamasına geldiğini ve 1945 yılında kurulan Birleşmiş Milletler Teşkilatı gibi bir kuruluşun vücuda getirilmesi lüzumunu 1920`lerden 1938 yılına kadar beyan etmiş, bunların öncüsü olmuştur. Ve unutmayalım ki, 1938`den bugüne tam 58 yıl akıp geçmiştir ve onun söyledikleri daima doğru çıkmıştır.
Pek çok defa yanlış yorumlandığını -ya da kasıtla böyle davranıldığını-görerek derin üzüntü duyduğum ve gereken her yerde bu konudaki düşüncelerimi açıkladığım bir hususu daha belirtmek istiyorum. Genç arkadaşlarıma faydalı olacağına inandığım konu, ATATÜRK`ün meşhur “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh“ ilkesi ile ilgilidir.
Hepiniz gerek uluslararası alanda, gerek ulusal çerçevede barışın korunması ve devamlı kılınmasında önemli rolü olabilecek münakaşaların cereyan ettiğini bilmekte ve görmektesiniz. Bunların arasında dikkati çeken bir görüş şöyle özetlenebilir. “Özgürlüğü eşitlikten öne alan, yani eşitlikten evvel özgürlüğe önem veren toplumlar; eşitliği öne alıp özgürlüğü ihmal edenlere kıyasla çok daha ileri gitmekte ve daha başarılı olmaktadırlar.“ Bu görüş, bir bakıma toplumların demokrasi ile idare edilmelerinin yararının diğer bir biçimde ifadesinden başka bir şey değildir.
Özgürlükçü demokratik sistemi, bilimsellik hudutları içerisinde özgür irade ile vücud bulan yasaların titiz bir disiplinle uygulanması sayesinde toplum ve kişi yararlarını en ahenkli biçimde dengelediği ve bu sistemi bu bilinçle uygulayan toplumlarda huzuru ve mutluluğu sağladığı, sosyal adaleti yaygınlaştırdığı ve her yönden ilerlemeyi teşvik ettiği müşahede edilen bir vakıadır. Bu itibarla “Yurtta Sulh“ kavramının, en geniş anlamı ile ve hürriyet içerisinde demokrasiye götürdüğünü söylemek gerçek dışı bir düşünce addedilemez. Diğer taraftan, demokratik sistemin, bunun yanında -daha doğrusu bu niteliği dolayısıyla- uluslararası hakiki ve devamlı bir barışın bir gün tahakkukunda en etkili ve özgürce seçilmiş bir vasıta olacağını düşünmek de yine gerçek bir umut kaynağıdır.
“Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi modeli ile devlet şekli demektir“ sözleri ile Türk ulusuna demokrasi hedefini belirleyen büyük Atatürk: “Özgürlüğün de, eşitliğin de, adaletin de dayanak noktası ulusal egemenliktir“ buyurmuşlar ve ulusumuz için şu unutulmaz teşhislerini dile getirmişlerdir: “Türk Ulusu`nun doğal âdetlerine en uygun olan yönetim Cumhuriyet yönetimidir.“Genellikle kabul edilen bir tarife göre dış politika, iç politikanın bir uzantısı, eski deyimi ile “temadisi“dir. Bu açıdan bakıldığı takdirde, Atatürk`ün Türk Ulusu için göstermiş olduğu demokrasi hedefi nasıl “yurtta sulh“un en değerli ve devamlı dayanaklarından birini teşkil etmiş ve edecek ise; aynı “demokrasi anlayışı“ ve idaresi de dünya sathına yayıldıkça hiç şüphe yok ki, “cihanda sulh“un da en güçlü temellerinden bir diğerini vücuda getirecektir.
Toplumların hür ve ortak iradesine dayanmak yerine, otoriter bir gücün veya güç merkezlerinin baskısı ile kalıcı bir barışın sağlanamadığı tarihin acı tecrübeleri ile sabittir. Bu bakımdan demokratik Türkiye, ister BM içerisinde, ister diğer uluslararası kuruluşlarda olsun, devamlı, adil bir barış için en sağlam ve en sürekli katkıyı sağlayabilecek bir iç yapıya ve itici güce sahip bulunmaktadır.Bu münasebetle ve büyük bir içtenlikle belirtmek isteriz ki, Türk Ulusu`nun fertleri olarak yalnız dış konularda değil, iç yaşamımızda da bunu iyi değerlendirmeli ve kadrini bilmeliyiz.
Demokrasi bir bakıma, belki de haklı olarak, çok güç ve karmaşık bir sistem olarak görülürse de, onu yaşatmak ve geliştirmek aslında bazı temel unsurları yerine getirmekle kolaylaşır. Demokrasinin ruhu, toplumun, bir toplumu teşkil eden insanların siyasî iradelerinde düğümlenir. İnsan denen varlığın da insiyaki denilebilecek büyük bir tutkusu “özgürlük, hürriyet aşkı“dır. Bu tutum ise demokrasinin en değerli ve en güçlü manevi hazinesidir.
İnsanın bu hürriyet tutkusunun devamı, fikrî, bilimsel ve yasal bakımlardan kendiliğinden oluşmuş bir iç disiplin kadar, bazı temel ekonomik ve sosyal sorunların daha doğru bir tabirle- ihtiyaçların çözümleriyle de yakından ilişkilidir. Gerçekten, bir toplumda insanlar “özgürlük karın doyurmuyor“, “bu sonsuz kargaşa nedir, niye durmuyor, durdurulmuyor?“ gibi karamsarlıklara düşürülmemelidir. Böyle bir temayülün ortaya çıkmasına meydan bırakmamak, yeniden keşfedilecek önlemlere ya da teknolojilere bağlı bir keyfiyet değildir. Kısaca belirtmek gerekirse yasal eşitliği sağlayan demokratik bir ortamda insana: Yaşamını onurlu bir biçimde sürdürebilecek bir iş; geçici işsizliğe karşı sigorta; mütevazı fakat uygar ölçülerde bir konut; hastalık veya kazalara karşı uygar ölçülerde tıbbî bakım; eğitimde okulsuz öğrenci bırakmamak ve fırsat eşitliği sağlamak; gençlerin, üniversiteler ve yüksek okulların kapılarında yığılmalarını önleyerek her birini yeteneklerine ve toplumun planlı ihtiyaçlarına uyan bir eğitime sahip kılmak; süratli ve etkin bir adaleti sağlamak; bürokrasi elemanlarını halka hizmeti zevkle yapar hale getirmek ve bürokraside yükselmeyi üzerinde tartışma yapılmayacak derecede objektif kriterlere sıkıca bağlamak; maaş ve ücretlerin tesbitinde kıdemi, tahsili, sorumluluk derecesini gözönünde tutmak; sosyal adaleti ve sosyal kesimlerdeki genel dengeyi korumak; âdil ve etkili bir vergileme sistemi ile vatandaşlar arasındaki manevî tesanüdü pekiştirmek gerekir. Keza, eğitimde öncelikle memleketin tarihinin, coğrafyasının başlıca çözülmüş ve çözüm bekleyen sorunlarının, bu çözümlerin nasıl ve ne zaman gerçekleşeceğinin, demokratik haklarla, sorumluluklar dengesinin öğretilmesine ağırlık veren ve ezbercilikten ziyade düşünme ve tartışmaya açık, dengeli kıyaslamaları içeren bir sistemi oluşturmak, bu konuda başarının temel şartlarıdır denilebilir. Bu yönlerden tatmin edilen fertleri, demokratik sistemin geniş özgürlüklerini zaman zaman kötüye kullanmak sureti ile çıkarılan ve bazen kargaşa hissini veren tabloları âlet ederek demokratik sistemden bezdirmek, otoriter sistemlere özendirebilmek, insanın hür iradesine saygı gösterildiği sürece, kolay ve mümkün değildir. Zira değindiğimiz koşullarda yaşamını bir düzene koyabilmiş olan fert, kendisinin bu hür ortamda tüm yeteneklerini geliştirebilmesi için kapıların açık olduğunu görecek ve bu sistemin değerini ve kadrini kuşkusuz idrak edecektir.Demokratik yöntemle idare olunan tüm toplumlarda olduğu gibi, bu temel şartlar ülkemiz için de câridir. Kesinlikle eminiz ki Atatürk`ün Millî Mücadele`de yarattığı birlik ruhunu ve azmini bugün yenilememiz zarurîdir. Ülkemizde, milletçe elele vererek ve tüm maddi, manevi, bilimsel kaynak ve yeteneklerimizi seferber ederek, toplumumuzun insanlarına bu temel ihtiyaçları normal sürede sağlayabiliriz. Hiç şüphe etmiyoruz ki, aziz ATATÜRK “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh“ düsturunu vazederken, genel barışın, hür, temel ekonomik ve sosyal ihtiyaçları karşılanmış, ilerlemeye açık, aydın ve netice olarak huzur içerisinde yaşayacak olan toplumların varolacağı bir dünyada gerçekleşebileceği özlemini ve hakikatini de dile getiriyordu.
* * *
Bu ana hedefler, Türkiye Cumhuriyeti`nin dış siyasetinde hiçbir zaman değişmemiştir. Bu hedefleri gerek iç politikada, gerek dış politikada değiştirmeye, bozmaya yeltenenler veya gafletleriyle buna sebebiyet verenler daima hüsrana uğramışlardır.Nitekim bir iki misalle belirtmem gerekirse: 29 Ekim 1923 tarihinde kurulan ilk Cumhuriyet Hükümeti`nde bu konuda şöyle denilmektedir. “Cumhuriyet Hükümeti`nin münasebatı hariciyede üç temel esası Türkiye Cumhuriyeti`nin mevcudiyetini ve tamamiyetini sağlam tutarak, menafii hayatiyesini gözönünden ayırmamak esası dahilinde müsalemeti, huzuru, hüsnü münasebatı mümkün olduğu kadar tevsi ve teyit etmekten ibarettir. Hem hudutlarımızla ve kendileri ile muahedatı imza edip safahatını tatbik etmekte olduğumuz ve diğer taraftan ve henüz münasebata girmediğimiz devletlerle samimi bir dostluk tesis için bütün kuvvetimizi sarf edeceğiz. Göreceğimiz hüsnüniyete fazlasıyla mukabele edeceğiz.“
1937`de: Atatürk`ün yüksek irade ve irşadlarında temelini bulmuş, yürüyeceği yolu çizmiş olan bu siyaset aynı sulh, dostluk ve teyakkuz yolunda devam edecektir.
1961`de: Dış politikamızın temelini, “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh“ ilkesi teşkil etmektedir.
Birleşmiş Milletler Yasası`na uygun olarak, bütün milletler için barış, hürriyet, adalet ve hak eşitliği esaslarına dayanan devamlı bir dünya nizamının kurulması, başlıca hedefimizdir.
1973`de: Millî hüviyeti dolayısıyla milletimizce bir bütün olarak benimsenen dış politikamıza Atatürk ilkeleri ilham vermeğe devam edecektir.Bu politikanın uygulanmasında egemenlik, bağımsızlık, toprak bütünlüğüne saygı, içişlerine karışmama gibi temel prensiplere bağlı kalınacak ve millî çıkarlarımız daima gözönünde bulundurulacaktır. Keza ilişkilerimizin düzenlenmesinde Ahde Vefa prensibine riayet ve Mütekabiliyet Esasları titizlikle gözetilecektir. Dış siyasetimizde ana hedefimiz, barış ve güvenliğin korunmasıdır.
Bu örnekleri artırabiliriz. Fakat görüldüğü üzere bütün Cumhuriyet Hükümetlerinde yukarıda belirttiğim esaslar, daima dış ilişkilerimizin temelini teşkil etmiştir.
Devletimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk`ün bu konuda bize çizdiği yol, memleketimizce, en çetin şartlar altında dahi, devamlı uygulanmaya çalışılmıştır. Büyük Atatürk`ün ebediyete intikalinden sonra görev almış olan Cumhuriyet hükümetlerinin dış politikadaki uygulamaları, zaman içerisinde, haklı ya da haksız pek çok eleştiriye şüphesiz tabi tutulmuştur ve demokratik rejimlerde böyle olması da doğaldır. Ancak, Türkiye`nin uluslararası ilişkilerinde devamlılık gösteren bir özelliğinin, daima Barış ve Güvenlik kavramları yanında yer almasının teşkil ettiği keyfiyeti pek tartışılmamaktadır. Tartışılan daha ziyade barışçı politikasında Türkiye`nin Güvenlik unsuruna gereğinden fazla bir ağırlık koyup koymadığı hususudur. Her görüş muhakkak ki muhteremdir. Ancak geçen 73 yıl süresince bütün Cumhuriyet hükümetlerinin bu hususlara aynı titizliği gösteregelmiş olmasının da elbette bir anlamı olmak gerekir.
Sonuç olarak şunu ifade etmek isterim ki: Türk dış politikasında, millî hedefler etrafında genellikle ulusça sağladığımız birlik ve beraberliğimiz, diğer milletlerin gıptasını çekecek derecede bir olgunluk örneği vermiş, yarım asrı aşan Cumhuriyetimiz devresinde başarılı sonuçların alınmasında en kıymetli ilham kaynağı olduğu kadar en değerli güçlerimizden birisini de teşkil etmiştir. Bu millî duyuş ve gücü kıskanç bir titizlik ve dikkatle korumak başlıca vazifemiz olmalıdır.NOT: Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı`nca düzenlenen bu konferans 23 Kasım 1995 tarihinde Türk Dil Kurumu konferans salonunda verilmiştir.
** Birleşmiş Milletler Türk Derneği Yayınları, No. 8, ATATÜRK`e Armağan, s. 1-30. A. Ü. S.B.F. Basın ve Yayın Yüksek Okulu Basımevi, Ankara 1982.
*** The eastern Question: The Last Phase by Harry J. Psomiades, Thessaloniki 1968, pp. 106-109.
Emekli Büyükelçi Haluk Bayülken -
Atatürkçü düşünce sisteminin temel ilkesi laiklik
Atatürkçü düşünce sisteminin temel ilkesi laiklik
Doç. Yusuf SARINAY
Tarih, tabiatın zıddına insanların esiridir. Böyle olmakla birlikte, tarihin inşasındaki esas rol, toplumlara mı yoksa kahramanlara mı aittir sorusu bilim adamları arasında tartışılıyor ise de bu tartışmanın hiçbir anlamı yoktur. Çünkü kendi iradesiyle, aklı ve bilgisiyle hareket eden ister kişi olsun ister toplum, mutlaka tarihi etkiler. Bilim ve. fikir kahramanlarına sahip olan toplumlar şuurlanır, siyaset kahramanlarına sahip olan toplumlar dünya milletleri arasında şahsiyet kazanır; askerî kahramanlara sahip olan toplumlar varlık ve şahsiyetlerini korumada başarılı olurlar. Ne var ki böyle kahramanlar da bilgili, kültürlü, şahsiyetli toplumların eseridir.
Öyleyse tarihi yapan ne tek başına fert ne de toplumdur. Tarihi yapan irade, bilgi sahibi şahsiyetli yöneticileriyle bütünleşip, harekete geçebilen toplumlardır. İşte çöken Osmanlı İmparatorluğu’ndan modern Türkiye’nin doğuşu, bu tarihî olgunun en iyi örneklerinden biridir. Bu tarihî olgunun hiç şüphesiz baş mimarı da toplumuyla bütünleşen bir lider olan Mustafa Kemal ATATÜRK’tür.
Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’nda yenilmesi üzerine İtilâf devletleri tarafından Sevr’in dayatılması üzerine Türk milleti tarihinin belki de en karanlık bir dönemine girmiş bulunuyordu. İşte böyle bir ortamda Mustafa Kemal Paşanın liderliğinde şahlanan Türk millî ruhu Mondros Mütarekesi’nin boğucu havası ve yalnızlığı içinde Müdafaai Hukuk hareketinin kaynağı ve dinamosu olmuştur.
Mustafa Kemal Paşanın liderliğinde yürütülen Millî Mücadele hareketi ile Türk milleti kendisine biçilmeye çalışılan Sevr kefenini yırtmış, Misakımillî sınırları içinde bağımsız genç Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştur. Mustafa Kemal Paşa bu mücadele sırasında Türk toplumunu dağılma tehlikesinden kurtararak Müdafaai Hukuk hareketi içindeki dağınık mahallî güçlerin temsilcilerini TBMM bünyesinde Misakımillîci bir sentez içinde kaynaştırmıştır. Bugünkü sınırlarımız içindeki milletimiz bu kaynaşma temeline dayanmaktadır. Dolayısıyla Millî Mücadele aynı zamanda ümmetten millete geçişte de önemli bir rol oynamıştır.
Millî Mücadele’nin askerî cephesini kazanarak Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran ATATÜRK; devletin tekrar Osmanlının durumuna düşmemesi, ilelebet yaşaması için gerekli tedbirleri almıştır. İşte ATATÜRK’ün gerçekleştirdiği köklü inkılâpların amacı, gayesi, hedefi bu noktada toplanmaktadır. ATATÜRK inkılâpları adını verdiğimiz tedbirler paketinin amacı, Türk milletini kısa zamanda çağdaş milletler seviyesine ulaştırmak ve böylece çağdaş medeniyetin bir ortağı hâline getirmektir. Sonuçta millî, çağdaş ve lâik bir toplum meydana getirmektir.
O hâlde ne yapılacaktı? Çağdaş milletler çağdaşlık özelliklerini her türlü dogmatik unsurlardan sıyrılarak, ancak ilim, akıl ve fen kurallarını rehber edinerek kazanmışlardı. Bu sebeple ATATÜRK de “Dünyada her şey için, başarı için en hakikî mürşit ilimdir, fendir.” diyerek çağdaşlaşmak için daima ilmi, rehber olarak göstermiştir. Çağdaşlaşmayı da Türk milleti için bir hayat davası olarak görmüştür. Nitekim ATATÜRK’ün kısa zamanda gerçekleştirdiği inkılâpları topluca değerlendirdiğimiz zaman âdeta bir Türk rönesansı gerçekleştirmiş olduğunu söylemek mümkündür.
Tarihten gereken dersleri çıkarmasını bilen ATATÜRK, Osmanlının geri kalmasını Avrupa’da meydana gelen gelişmelere kapalı kalmasına ve bilimsel düşünceye gereken önemin verilmemesine bağlıyordu. Bu sebeple gelişme ve ilerleme yolundaki engelleri ve düşünceleri ortadan kaldırmak için inkılâpları lâik bir temele oturtmuştur.
Nitekim ATATÜRK’ün gerçekleştirdiği Türk inkılâbının temel direklerinden biri lâikliktir. Bu ilke Türk inkılâbını oluşturan köklü değişikliklerin çoğunun temelidir. Türk inkılâbı devlet yapısını, hukuk sistemini, eğitimi, kültür hayatını donmuş ve statik kalıplardan kurtarıp, aklın ve çağdaş bilimin ışığında çağımızın gerçeklerine uygun bir hâle getirmiştir. İnkılâpların ortak kaynağını, ortak nedenini lâik devlet ve toplum anlayışında bulmak mümkündür. Bu nedenle lâiklik Türk inkılâbının temel taşı niteliğindedir.
Tarihî tecrübelerin ışığında, lâiklik gerçekçi bir yaklaşımla ve şartlar olgunlaştıkça adım adım gerçekleştirilmiştir. Bu aşamaları şöyle özetleyebiliriz:
a) Devletin lâikleştirilmesi:
Yeni Türk Devleti adım adım lâik bir devlet olmaya yöneldi. Önce egemenliğin temeli lâikleştirildi. Böylece ümmetin yerini millet, padişahın tartışılmaz kudretinin yerini “millî hâkimiyet” almaya başladı. Saltanat ve hilâfetin kaldırılması ile Şeriye ve Evkaf Vekâletinin kaldırılmasının ardından 1928 yılında Anayasa’daki devletin resmî dininin “İslam” olduğunu belirten madde kaldırılarak 1937 yılında lâiklik bir anayasa maddesi hâline getirildi. Böylece dinin devlet ve siyaset müdahalesi önlenmiş oldu. Türkiye’nin özel şartları da dikkate alınarak din hizmetlerini yürütmek üzere Diyanet İşleri Başkanlığı genel idare içinde teşkilâtlandırılmıştır.
b) Hukukun lâikleştirilmesi:
Hukuku; değişmez, donmuş, kalıplaşmış, dogmalar içinde hapsetmemek için, bütün kanunların ancak dünyevî ihtiyaçlardan ilham alınarak yapılması gerektiğini vurgulayan ATATÜRK hukuk inkılâbını gerçekleştirmiştir.
c) Eğitimin lâikleştirilmesi ve eğitim birliği:
Tevhidi Tedrisat Kanunu ile eğitim birliği sağlanmış, Türkiye’de çağdaşlaşmanın temeli olan lâik eğitim sisteminin temelleri atılmıştır.
ç) Tekke ve türbelerin kapatılması
d) Kıyafet
e) Kadın hakları
f) Güzel sanatlar
g) Harf inkılâbı, saat ve ölçüler
ATATÜRK’ün devletin temel ilkelerinden birisi hâline getirdiği lâiklik ilkesi sayesinde toplumumuzda meydana gelebilecek her türlü mezhep çatışması önlenmiş, Türk toplumu ortak hedefler çerçevesinde birleştirilmiştir. Lâiklik sayesinde devlet yönetiminin din kurallarına bağlı olmaksızın din ve devlet işlerinin, hukukun, eğitimin çağdaş bilime, çağın ihtiyaçlarına göre düzenlenmesi ve yürütülmesi sağlanmıştır.
Ayrıca, ilerleme ve gelişme yolundaki engeller lâiklik ilkesi sayesinde kaldırılmıştır. Çünkü çağdaşlaşma, her şeyden önce, çağdaş bilime dayalı bir medeniyeti gerçekleştirmektir. Bunun yolu da lâik devletten geçer. Nitekim dinî taassubun bir devlet gücü ile birleştiği zaman toplumu ne hâle getirebileceğini Afganistan’daki Taliban yönetiminin uygulamaları bize açıkça göstermiştir.
ATATÜRK’ün başardığı iş çok zor olduğu gibi, ondan sonra gelen kuşakların işi de ağırdır. Çünkü İslâm dünyasında din ile devleti ayırmak bir Hristiyan ülkesinde bu işi yapmaktan çok daha çetindi. İslâm dininin yalnız, inanç ve ahiretle değil, dünya işleriyle de ilgili kurallar koymuş olmasının bir İslâm ülkesinde lâikliğin önemini kat kat artırdığı ve ona farklı bir özellik sağladığı unutulmamalıdır. Yukarıda bahsedilen Afganistan örneğinde gördüğümüz manzaralar, ATATÜRK’ün gerçekleştirdiği işin büyüklüğünü ve önemini bütün dünyaya göstermiştir.
Bazı çevrelerin iddia ettikleri gibi, lâiklik elbette dinin reddi, inanç ve ibadet hürriyetinin tanınmaması, dinî inançlara saygı duyulmaması anlamına gelmez. Çünkü ATATÜRK’ün gerçekleştirdiği ve Türkiye’de uygulanan inançlara saygılı lâiklik anlayışı geniş ölçüde din hürriyetine saygıyı getirmiştir. Lâiklik ne dinsizliktir ne de vicdanlara baskıdır. Ancak, lâiklik ilkesine göre kimse devletin sosyal, siyasî ve ekonomik düzenini dinî esaslara göre düzenleyemez, dini siyasete alet edemez. Din bir vicdan meselesidir. Kul ile Allah arasındaki manevî ilişkidir. Herkes dilediği gibi inanır.
Türk inkılâbının temel taşı olan lâiklik ATATÜRK’ün kurmuş olduğu demokratik Cumhuriyet’in en önemli niteliğidir. Zira lâiklikten uzaklaşıldığı takdirde demokratik, bağımsız millî Cumhuriyet’in varlığı tehlikeye düşeceği gibi çağdaş uygarlık düzeyine ulaşma hedefi de tehlikeye düşer ve yeniden Orta Çağın karanlığına dönülebilir.
Lâikliğin Türkiye Cumhuriyeti açısından niçin bu kadar önemli olduğunu şöyle açıklayabiliriz:
Bilindiği gibi teokratik bir yapıya sahip olan Osmanlı Devleti, batı toplumları Rönesans ve reform hareketleriyle, devlet yönetiminde akılcı ilkeleri hâkim kılarken bu gelişmeleri takip edememiştir. Batıda bilimsel buluşlar, keşif ve icatlar ilerlerken Osmanlı Devleti en basit bir yeniliği bile alırken şeriata uygun olup olmadığını tartışmıştır. Bunun sonucunda yüzyıllar süren gecikmeler ortaya çıkmıştır. Avrupa’da 1450 yılında icat edilen matbaanın Türkiye’ye ancak 1727’de girebilmiş olması buna en açık örnektir.
Çağdaşlaşmanın vazgeçilmez şartı olan akılcı ve bilimci yaklaşımın, Osmanlı Devleti’nin de sonunu hazırlayan taassup ve dogmalara böylesine bir bağlılık içinde gelişemeyeceği açıktır. Diğer taraftan teokratik bir devlette, bütün totaliter rejimlerde olduğu gibi, yöneticiler kendilerini tek ve değişmez gerçeğin temsilcisi saydıklarından düşünce özgürlüğünden ve gerçek demokrasiden söz edilemez. O hâlde lâik bir devlet yapısı demokrasinin de ön şartıdır.
Çoğu zaman bir yönü ile ele alınan lâiklik birbirini tamamlayan beş önemli unsurdan oluşmaktadır.
1. Lâikliğin bir unsuru, din ve vicdan hürriyetidir. Teokratik bir devlet kurma amacına yönelik olmamak kaydıyla anayasada yer aldığı şekliyle “herkes vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.”
2. Lâikliğin ikinci unsuru resmî bir devlet dininin bulunmamasıdır. Lâik devlette din, bir vicdan sorunudur. Dolayısıyla devlet, belli bir dinin kurallarını vatandaşlarına benimsetmek ve uygulatmak için zorlayıcı kurallar koyamaz.
3. Lâikliğin üçüncü unsuru, devletin din ve mezhepleri ne olursa olsun yurttaşlara eşit işlem yapmasıdır.
4. Lâikliğin dördüncü ve çok önemli bir unsuru, devlet yönetiminin ve hukukun din kurallarına göre değil, toplum ihtiyaçlarına, akla, bilime, hayatın gerçeklerine göre yürütülmesidir; dinle devletin ayrılmasıdır.
5. Lâikliğin beşinci unsuru olarak eğitimin lâik, akılcı ve çağdaş esaslara göre düzenlenmesini sayabiliriz.
Teokratik devlet yanlıları dinin özünü teşkil eden inançlarla, eskiyen teokratik devlet yapısını birbirine karıştırmaktadırlar. İslâm dininin özündeki inanç ve ahlâkî değerler ile teokratik devlet yapısı bir tutulmamalıdır. Çünkü donmuş dogmalar içine hapsedilen devlet yapıları, akla dayalı, çağın gerçekleriyle uyum sağlayabilmiş sistemler karşısında geri kalmaya mahkûmdur.
Türk milletinin teokratik devlet karanlığına ve toplumun fetvalarla yönetilmesini öngören bir rejime geri dönmeyeceği gerçeğini herkesin açıkça görmesi gerekir.
Aslında lâiklik sayesinde din, nikâhta davul çaldırmanın haram olduğunu ilân eden fetvalardan veya matbaanın, paratonerin, coğrafya dersinde harita kullanmanın şeriata uygunluğunu tartışan, çağ dışı, akıl dışı, dinin özüne de aykırı safsata ve hurafelerden sıyrılmış akıl ve ilimle bağdaşmayan yorumlardan kurtulmuştur.
Ayrıca lâiklik Türkiye için, millî beraberlik ve bütünlüğün de vazgeçilmez şartıdır.
ATATÜRK’ün çizdiği çağdaşlaşma yolundan, lâiklik ilkesinden, eğitim birliğinden uzaklaşmak, yükselme ve ilerlemeyi sona erdirir. Çağdaşlaşma, millî bütünlük, demokrasi ve özgürlük, ancak lâiklik ilkesine içtenlikle bağlı kalınmakla sağlanabilir ve korunabilir -
TURGUT ÖZAL TARAFINDAN KALDIRILAN HIYANET-İ VATANİYE KANUNU
HIYANET-İ VATANİYE KANUNU
Kanun Numarası : 2
Kabul Tarihi : 29 Nisan 1336 (1920)
Madde 1.
Makamı Muallayı Hilafet ve Saltanatı ve Memaliki Mahruseyi Şahaneyi yedi ecanipten tahlis ve taarruzatı defi maksadına matuf olarak teşekkül eden Büyük Millet Meclisinin meşruiyetine isyanı mutazammım kavlen veya fiilen veya tahriren muhalefet ve ifsadatta bulunan, haini vatan addolunur.
(Yüce hilafet makamı ve saltanatı ve Ülkeyi yedi yabancı devlet güçlerinden kurtarmak ve saldırıları önlemek amacına yönelik olarak kurulan Büyük millet meclisine karşı düşünce veya uygulamalarıyla veya yazdıkları yazılarla muhalefet ve bozgunculuk edenler vatan haini olarak addedilir.)
Madde 2.
Bilfiil hıyaneti vataniyede bulunanlar selben idam olunur. Ferden zimethal olanlar ile müteşebbisleri kanunu cezanın kırk beşinci ve kırk altıncı maddesi mucibince tecziye edilirler.
(Bilfiil vatan hainliği yapanlar asılarak idam edilir. Şahsen olaylara karışanlar ve teşebbüs edenler ceza kanununun kırk beşinci ve kırk altıncı maddesine göre cezalandırılırlar.)
Madde 3.
Vaiz ve hitabet suretiyle alenen ve ezminei muhtelifede eşhası muhtelifeyi sirren ve kavlen hıyaneti vataniye cürmüne tahrik ve teşvik edenlerle işbu tahrik ve teşviki suver ve vesaiti muhtelife ile tahriren ve tersimen irtikap eyleyenler muvakkat küreğe konulurlar.Tahrikat ve teşvikat sebebile maddei fesat meydana çıkarsa muharrik ve müşevvikler idam olunurlar.
(konuşmalarıyla halkı alenen vatan hainliği suçunu işlemeye tahrik ve teşvik edenler veya bu teşvik ve tahriki yazılarıyla ve çok değişik araçlarla yayanlar geçici kürek cezasına çarptırılırlar.Yapılan bu tahrik ve teşvik sonucunda bozgunculuk olayları çıkarsa teşvik ve tahrik edenler idam olunurlar.)
Madde 4.
Hıyaneti Vataniye maznunlarının mercii muhakemesi ikar cürüm edilen mahaldeki bidayet ceza mahkemesidir. Ahvali müstacele ve fevkalade maznunun derdest edildiği mahal mahkemesi de icrayı muhakeme ve itayı karara salahiyettardır.
(Vatana ihanet zanlılarının yetkili mahkemesi suçun işlendiği yerdeki Ceza mahkemesidir. Olağanüstü ve aceleyi gerektiren durumlarda zanlının yakalandığı yerdeki ceza mahkemesi de yargılama yapmaya ve karar vermeye yetkilidir.)
Madde 5.
Hıyaneti Vataniye maznunlarının muhakemesi bidayet ceza mahkemelerinden verilecek gayrı muvakkat tevkif müzekkeresi üzerine her halde mevkufen icra edilir.
(Vatana ihanet zanlılarının muhakemesi, ceza mahkemelerinden verilecek kesin tutuklama belgesi üzerine her yerde tutuklu olarak yapılır.)
Madde 6.
Zabıtayı adliye memurlarının tanzim edecekleri tahkikatı iptidaiye evrakı dairei istinkade tevdi olunmaksızın mahallin en büyük mülkiye memuruna ita olunur ve onun tarafından dahi müddei umumiler vasıtasıyla yirmi dört saat zarfında mahkemeye verilir.
(Adli zabıta memurlarının düzenleyeceği ilk tahkikat belgeleri o bölgenin en yüksek rütbeli mülki memuruna verilir ve onun tarafından savcılar aracılığıyla mahkemeye iletilir.)
Madde 7.
Hıyaneti vataniye maznunlarına ait muhakemat, bir sebebi mücbir olmadıkça azami yirmi dört günde bir hükme raptolunacaktır.Bu müddeti bila sebebi mücbir tecavüz ettiren mahalli zabıtası ile mahkeme heyeti kanunu cezanın yüz ikinci maddesi zeyli mucibince cürmünün derecesine göre tecziye edilmek üzere mafevki mahkemesince muhakemesi bilicra azami yirmi gün zarfında hükme raptedilecektir.
(Vatana ihanet zanlılarının muhakemesi zorunlu bir sebep olmadıkça yirmi dört günde sonuçlanacaktır. Zorunlu bir sebep olmaksızın bu süreyi aşan görevliler ve mahkeme heyeti Ceza kanununun yüz ikinci maddesi eki gereğince suçunun derecesine göre cezalandırılmak üzere ilgili mahkeme tarafından yirmi gün içinde yargılanarak bir karara varılacaktır.)
Madde 8.
İşbu kanuna tevfikan mahakimden sadır olacak muhakamet kat’i olup Büyük Millet Meclisinden badettastik mahallerinde infaz olunur.Tastik edilmediği taktirde Meclisçe ittihaz edilecek karara tevfiki muamele olunur.
(Bu kanuna uygun olarak mahkemece verilecek olan karar kesin olup Büyük Millet Meclisinin onayını müteakip bölgesinde infaz olunur. Onaylanmadığı durumlarda, meclisin vereceği karara uygun olarak hareket edilir.)
Madde 9.
İşbu ceraimin emri muhakemesi için mahkemelerce istenecek şahsa, celp ve davete hacet kalmaksızın bila hüküm ihzar müzekkeresi tasfir kılınır.
(Bu suçların yargılanabilmesi için mahkemelerce istenen kişi mahkemenin davet yazısına gerek kalmaksızın mahkeme karşısına çıkarılır.)
Madde 10.
İsyana iştirak etmeyen eşhas hakkında ligarazin isnadatta bulunanlar isnad ettikleri cürmün cezası ile mücazaat olunurlar.
(İsyanlara katılmayanlar hakkında kasten suçlamalarda bulunanlar, iddia ettikleri suçun cezası ile cezalandırılırlar.)
Madde 11.
Haklarında gıyaben hüküm sadır olan eşhas, derdestlerinde işbu kanuna tevfikan ve vicahen muhakemeleri icra olunur.
(Haklarında gıyaben hüküm verilenler, yakalandıkları anda yeniden yargılanırlar.)
Madde 12.
İşbu kanun her mahallin idare amiri tarafından nahiye ve kaza , liva ve vilayet merkezlerine ve köy heyeti ihtiyariyeleri müctemian celpedilerek işham ve sureti tebliği mutazammım hey’eti mezkure azalarının imzalarını havi zabıt varakaları tutularak idare meclislerince hıfzedilmekle beraber kavaninin neşir ve ilanı hakkındaki kanuna tevfikan ayrıca neşredilecektir.
(Bu kanun her mahallin idare amiri tarafından nahiye ve kaza ve vilayet merkezlerine ve köy ihtiyar heyetleri çağrılarak ve toplanarak yüzlerine karşı okunarak tebliğ edilir ve tebliğ edildiğine dair imzalı zabıt tutularak saklanır.)
Madde 13.
İşbu kanunun icrayı ahkamına Büyük Millet Meclisi memurdur.
Madde 14.
İşbu kanun her mahalde tarihi tebliğ ve ilanından kırk sekiz saat sonra meri olacaktır.