Yazar: A.Türer YENER

  • SONA YAKLAŞIRKEN…

    SONA YAKLAŞIRKEN…

    Amerika’da yayımlanan ekonomi dergisi FORBES’teki makalede, Tayyip Erdoğan için yazılanlar;

    – Sahte yargılamalar ile başsız bıraktığı Türk Ordusunu Suriye ile meşgul etti.

    – Erdoğan’ın Türkiye’yi sürüklediği Suriye bataklığı, Erdoğan için tam bir çıkmaz yol oldu.

    -Şu anda Erdoğan, Türkiye Devletini ele geçirdiği son 10 yıldan beri, Türkiye’yi en zor duruma soktu.

    -Erdoğan Türk Ordusunu tankları ve askeri malzemeleri ile Suriye topraklarına sokarken, Rusya hava kuvvetlerinden koruyamayacağını düşünmedi.

    -Türkiye Erdoğan’ın güçlü adam pozlarına, bir noktaya kadar katlanabilir.

    -Türk vatandaşlarının kızgınlığı, Erdoğan’ın iktidarı kaybetmesi tehdidini de beraberinde getiriyor.

    -Erdoğan Sünni cihatçılara destek vermekle yolun sonuna gelmiştir.

    -Rusya’ya yanaşırken NATO yu ve BATI yı elinin tersiyle iterken şimdi NATO dan Patriot istiyor.

    -Cüretkar bir biçimde Rus füze bataryalarını ülkeye yerleştiren Erdoğan’ın şimdi her iki tarafa da blöf yapacak hali kalmamıştır.

    -Tarih Erdoğan’ın ortadan silineceğini işaret ediyor.

    Erdoğan’ın vermek isteyeceği son taviz hamlesinin ne olacağını, bunu Biden’ın mı, Pentagon’un mu, yoksa NATO’nun mu belirleyeceğini zaman gösterecek.

    -Erdoğan’ın yeni Osmanlı taktikleri işe yaramayacak. Çünkü Rusya’dan aldığı S 400 füzeleri nedeniyle Amerika, Ankara ile Askeri işbirliğini kesti.

    -Rusya’nın her şeye kafa tutan Erdoğan’la iyi geçinmesi için hiçbir nedeni kalmadı.

    -Artık Türkler, ülkenin yarısının üstün gördüğü liderinin Firavunumsu kaprisini çözmeye başladılar. Yeterince karmaşa ve çatışma gördüler. Erdoğan yanlısı Medyanın temelsiz ciyaklaması artık halkı etkilemiyor.

    -NATO’nun Erdoğan’a son teklifi iktidarı ya sessizce bırak, ya da seni Rus ayısına teslim ederiz olabilir.

    -Erdoğan’ın gidiş senaryosunu değiştirebilecek tek bir olasılık var:

    O da Amerika’nın Türkiye’yi ESAD’ı devirmek amacıyla savaşa sokarak, Suriye, Rusya ve İran’ı uzun süren bir çatışma içinde tutması.

    Fakat bunun için de Biden’ın Erdoğan’ı destekleyerek Putin’i kızdırmayı göze alması lazım.

    Size Amerika’nın Forbes dergisindeki makaleyi özetlemeye çalıştım arkadaşlar.
    Diktatörlerin sonu her zaman kötü olmuştur.

    Tayyip ve gilleri de sona yaklaşmıştır. Yeter ki siz yurdum insanları umut ve cesaretinizi kaybetmeyin.

    Bu yazıyı okuyun ve sayfalarınıza taşıyarak lütfen okunmasına yardımcı olun.
    Yazan: Semiha Koçyiğit / TURKISH FORUM – ABDULLAH TÜRER YENER

  • Brüksel’de büyük yürüyüş

    Brüksel’de büyük yürüyüş

    Azerbaycanlı dostlarım,

    İran’da 6-7 ay önce İran’da şövenist Faşist Molla rejimine karşı başlayan itirazlar sırasında, Güney Azerbaycanlı soydaşlarımızın mitinglerde seslendirdikleri, Azadlıq, Adalet, Milli Hökümet, şuarları, 25 Mart tarihinde, Belçika’nın başkenti Bürükselde tekrar yankılanacak.

    Avrupa’da yaşayan Güney Azerbaycanlı Türk soydaşlarımız tarafından organize edilen BÜYÜK YÜRÜYÜŞ, 25 Mart 2023 tarihinde, Belçika’nın başkenti Bürükselde gerçekleşecek.

    Güney Azerbaycanlı soydaşlarımızın bu yürüyüşünü, ben Güney Azerbaycan TÜRKLERİNİN, ÖZGÜRLÜK YÜRÜYÜŞÜ diye de adlandırıyorum.
    Yürüyüşün resmi adı, ADALET VE AZADLIQ yürüyüşüdür.

    Dünyanın neresinde yaşadığından asılı olmayaraq, tüm Azerbaycan Türklerinin bu yürüyüşe qatılmaları, maddi ve manevi olarak desteklemeleri gerekmektedir.

    Bu yürüyüş, Güney Azerbaycan Türklerinin hariçte, şimdiye kadar gerçekleştirdikleri en büyük tedbir olacaqdır. OLMALIDIR.

    Azerbaycanlı dostlarım, - WhatsApp Image 2023 03 01 at 17.44.32

    Ben kendi adıma, eşim ve Avrupa’da yaşayan akrabalarımla birlikte bu yürüyüşe katılacağım.

    Elimden gelen her türlü maddi yardımı da yapacağım.

    Mitinge katılma imkanı olan tüm dostlarımı, bu mitinge katılmaya davet ediyorum.
    Vize veya başka nedenler ile katılamayan dostlarımın bu mitingin başarısı için, tanıtım çalışmalarına katılmaya, maddi destek vermeye çağırıyorum.

    Gün, Güney Azerbaycanlı Türk soydaşlarımıza destek olma günüdür.

    Maddi destek için bana ve aşağıda isimlerini yazdığım dostlarıma müracaat edebilirsiniz.

    Eldar Qaradağlı İsveç 0046 70 4645244
    Orhan bey Almanya 0049 178 8195107
    Kürşad Ağdereli Türkiye 0090 553 7416991

    CAMAL MEHMETOĞLU-İZMİR / TURKISH FORUM – ABDULLAH TÜRER YENER

  • Ermeni Devlet Terörü

    Ermeni Devlet Terörü

    Ermeni Devlet Terörünün Eseri: 26 Şubat 1992 Hocalı Soykırımı Üzerine

    26 Şubat 1992 tarihinde geçen yüzyılın en büyük faciası, Hocalı soykırımı yaşanmıştır. Koskoca şehir Ermeniler tarafından yerle bir edilmiş, yüzlerce masum insan katledilmiştir. Ermeniler, Ruslar ile birlikte 1905–1918 yılındaki olayların aynısını bu sefer Hocalı’da tekerrür ettirmişlerdir. Hocalı, Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ Bölgesindeki önemli bir yerleşim merkezidir. Ağdam, Şuşa, Hankendi, Askeran yolları üzerinde yer alan ve Karabağ için önemli stratejik konuma haiz bir yerdir.

    Hocalı sadece bir ilçe değil, asırlarca Türk Tarihinin ve Türk Kültürünün hayat bulduğu bir yerdir. Katliamdan önceki nüfusu 7 binden fazla idi. Bazı kaynaklarda bu rakam 10 bin olarak bilinmektedir. Bu bölgede Azeri Türklerinin yanı sıra, Ahıska Türkleri de yaşamakta idi.

    26 Şubat 1992 tarihinde geçen yüzyılın en büyük faciası, Hocalı soykırımı yaşanmıştır. Koskoca şehir Ermeniler tarafından yerle bir edilmiş, yüzlerce masum insan katledilmiştir. Ermeniler, Ruslar ile birlikte 1905–1918 yılındaki olayların aynısını bu sefer Hocalı’da tekerrür ettirmişlerdir. Hocalı, Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ Bölgesindeki önemli bir yerleşim merkezidir. Ağdam, Şuşa, Hankendi, Askeran yolları üzerinde yer alan ve Karabağ için önemli stratejik konuma haiz bir yerdir. - hocali katliaminda cocuklarini kaybedenler

    Hocalı’da yaşanan Ermeni eylemi normal savaş koşulları ile anlatılamaz. Çünkü bu Müslüman Türk’e karşı düpedüz bir soykırım idi. Nitekim aşırı Ermeni milliyetçileri bunu 1915 yılının intikamı ve eski Sovyet dönemi boyunca nefret kin ve intikam duygularının planlı olduğunu söylerler.

    Hocalı Soykırımı, Karabağ Savaşı sırasında 26 Şubat 1992 tarihinde Azerbaycan Cumhuriyeti’nin Dağlık Karabağ bölgesindeki Hocalı İlçesinde yaşanan Azeri sivillerin Ruslar, Ermeniler ve Ermeni Devleti tarafından toplu şekilde öldürülmesi olayıdır.

    Beşir Mustafayev / TURKISHFORUM – ABDULLAH TÜRER YENER

  • HATAY’DA NELER OLUYOR?

    HATAY’DA NELER OLUYOR?

    Dram mı, trajedi mi ne desem bilmiyorum. Anıtkabir inliyordur herhalde…

    HATAY GERÇEKLERİ

    Lütfen 2 dakikanızı ayırıp okuyun;

    Hatay gündemdeyken bazı gerçekleri konuşmamız gerekiyor.
    Suriyeli çocuk anneler ve doğumlarını…

    Hatay’daki sınır hastanesinden iki doğum paylaşacağım.
    Biri 14 bir diğeri de 15 yaşında…

    Bu gibi bir çok doğum hadisesi yaşanıyor.

    Hatay’da yaşayan bir hemşiremiz anlatıyor. Gelin kendisinden dinleyelim:

    “Merhaba Batuhan Bey araştırmalarınızı inceliyorum, sizi takip ediyorum, lütfen bir şekilde bizim de sesimiz olun. Hatay savaşılmadan kaybediliyor. Burada sağlık personeliyim.

    Arapça öğrenmemiz konusunda sürekli bir baskı görüyoruz. Gelen Suriyeli hastalar bize tepki gösteriyor Arapça bilmediğimiz için. Bir de Suriyeli doktorlarımız var. Onlar da bizi hor görüyor. Her 10 doğumun 8’i Suriyeli. Erkeklerin 4-5 tane eşleri var.

    13 yaşında kız çocukları hamile. Ayrıca iki ay içerisinde bir ismin 2 ayrı yerde doğum yaptığını belirledik ama bakanlıktan herhangi bir yaptırım haberi almadık. Gaziantep’te kimliksiz bir yakınına kendi kimliği ile doğum yatışı yaptırmış. Gerçekten artık nefes alamıyoruz burada.

    Araştırılmıyor, kimse bilmiyor burada yaşananları. Daha dün bir adamın 26 ncı çocuğunun doğumunu yaptırdım ve 4 eşi var. Ben, bunlara dur densin istiyorum, lütfen…”

    Hatay sorunu burada bitmiyor. Belediye Başkanı Suriyeli doğumlarını gündeme getirdi diye soruşturma geçiriyor.

    Hatay’a Suriyelileri profesyonel bir nizamla yerleştirenler sessizliğini koruyor. Hatayla ilgili Suriye ciddi propagandalar yapılıyor. Sosyal medya hesaplarından “Hatay’ı alacağız” diye Türkçe paylaşımlar yapılırken, binlerce beğeni geliyor. Bir örneğin, 2 bine yakın beğenisi var.

    Hatay ile ilgili bir başka okuyucumuzun anlattıklarına kulak vermenizi istiyorum:

    “Batuhan Abi, selam HATAY/ANTAKYA’dan yazmaktayım, lütfen Hatay’da ki istilanın sesi ol. Suriyeli artışı aşırı fazlalaştı duvarlarda, parklarda Arapça “Hatay bizim” yazıları yazılıyor.

    Parklarda bulunan sözde sığınmacı “Erkek”ler kilim serip bebeğini, çocuğunu oynatan Türk anneleri izliyor. Yaşamakta olduğum mahallenin parkına artık Türk gelemiyor.

    Diğer bir yandan aşırı doğum var. Yolda bir Suriyeli kadının yanında 4 -5 bebek kesinlikle bulunuyor.

    Hastanelerde Suriyeli sayısı o kadar yoğun ki sürekli kavga çıkıyor. Genç Suriyeli erkekler bellerinde silah, bıçak, satır, vb. şeylerle gezmekte ve taşımaktan çekinmiyor, parklarda bunları çıkarıp pozlar veriyorlar.

    Azınlık biziz Hatay’da, biz Türkler kendi vatanımızda, şehrimizde azınlık kaldık. Örneğin; şu duvarda Arapça ‘Hatay bizimdir’ yazıyordu, belediyeye şikayet edince kazıdılar.”

    Hatay’dan gelen mesajların ardı arkası kesilmiyor.

    Bir başka vatandaşımız anlatıyor:

    “Geçen yaz Eğitim Araştırma Hastanesi’nde işim olmuştu, 17 yaşında Suriyeli bir kadının beşinci çocuğunu doğurduğuna bizzat tanıklık ettim ve eşi de 40 yaş üstüydü. Annem 70 yaşında onlara tercümanlık yapıyor; -‘Buralar bizim, en sonunda siz gideceksiniz’ diyorlar.”

    Hatay sınırında yaşayan bir başka vatandaşımızla görüştüğümde ise çok çarpıcı detayları paylaştı. Kendisinden dinleyelim:

    “Eşim Hataylı, ağır bir hastalığa yakalandı. Son zamanlarını iyi geçirsin diye memleketi Hatay’a getirdim. Köy evimiz tam sınırda…
    Kocaman bir duvar var üstü dikenli telli. Bayağıdır var bu duvar.
    3 ay önce bir daha tel duvar çektiler ortada bizi koruyan asker kulübeleri var, 50 metrede bir kulübe var
    Bütün bunlara rağmen mülteciler akın akın geçiyor.
    Sınır köylerinin çoğunda insan kaçakçılığı yapılıyor.
    Gelenlerin çoğu erkek. Adam başı 1.000 dolar alıyor kaçakçılar. Bu işi yapanlar tam bir vatan haini.
    İnanın, bu beton ve tel duvar olmasına, tüm engellemelere rağmen binlercesi geçiyor veya geçiriliyor. Şehrimiz göz göre göre elden gidiyor.”

    Hatay’daki tablo son derece ağır, orada yaşayan vatandaşlarımızı dinlediğimiz zaman üzülmemek, hayıflanmamak mümkün değil.
    Yabancılaşma o kadar hızlı tesir ediyor ki bazı ticarethanelerde, sokaklarda Türkçe’ye rastlayamıyorsunuz.
    Gerçekler gün gibi ortada. Sözde mülteci dernekleri, kadın dernekleri, siyasi erkler ve fonlananlar Hatay’da çocuk anneleri göstermek istemiyor.
    Vatandaşların sesini duyurmuyor.

    Kriz sandığımızın ötesinde. Hatay’ı savaşmadan kaybediyoruz.

    Çınar Beker:
    Bolca paylaşalım, uyuyanları uyandıralım!

  • Diktatörlerin Serüveni

    Diktatörlerin Serüveni


    Bazı meşhurları gözden geçirelim.

    Sezar:

    Başarıları ile şımarmış bir Roma generali idi. Ordu ile geçilmesi yasak olan Robikon nehrini geçti. Kendini imparator ilân ettirdi. Senatoyu işlevsiz hâle getirdi. Roma İmparatorluğunun mutlak hâkimi oldu. Ancak hesapsız davranışlarının sonucunda öldürüldü. Öldürenler arasında en yakını bile vardı.

    Bazı meşhurları gözden geçirelim. - Jacques Louis David The Coronation of Napoleon 1805 1807 napolyon bonapart

    Napolyon:

    Hırslı ve başarılı bir Fransa generali idi. Gücünü kullanarak kendini imparator ilân ettirdi. O kadar egosu yüksekti ki Papanın giydirmesi gereken imparatorluk tacını Papanın elinden kaparak kendisi kafasına geçirdi. İmparator olana kadar sadece Türklere yenilmişti. Fransa ona adeta tapıyordu. Özellikle generaller ve askerler. “Benim generallerim, benim askerlerim” sözü onundur. Fransa’ya mutlak bir şekilde egemendi. Rusya seferine uygun olmayan bir zamanda çıktı. Soğuk ve açlık karşısında yenildi. İktidardan düştü. Ama generaller ve askerler onu çok seviyordu. Tekrar imparator oldu. Fakat birleşik Avrupa kuvvetleri karşısında yenildi. Nefret ettiği İngilizler onu Elbe adasına kapattı ve orada öldü.

    Benito Mussolini
    Benito Mussolini kurşuna dizildi

    Musolini:

    İtalyan Faşist hareketinin ideoloğu ve lideri. İktidarı kendisine bağlı güçlerle ele geçirdi. Kendini “duçe” ilân ettirdi. İtalyanlara Büyük Roma İmparatorluğunu vadetmesine rağmen, halkın tamamı tarafından benimsenmedi. İtalya’yı II. Dünya Savaşı’na soktu. Hitler’in kuklası hâline geldi. Savaşın sonlarına doğru Müttefik orduları tarafından ülkesi işgal edildi. İsviçre’ye kaçmaya çalışırken Partizanlar(Komünistler) tarafından yakalandı. Öldürüldü. Cesedi tam bir Vandalist örneği olacak şekilde parçalandı.

    Bazı meşhurları gözden geçirelim. - stalin lenin kizil meydan moskova rusya

    Stalin:

    Sovyetler Birliğinin lideri. Lenin öldükten sonra iktidara geldi. Gürcü kökenlidir. Kendisine rakip olabilecek bütün Bolşevik ileri gelenlerini öldürttü. Bolşevik ihtilâlinin önemli liderlerinden Troçki’yi de sürgünde öldürttü.

    Stalin, ruh hastası seri katil bir olarak dikkati çeker. Sadece Komünizm aleyhtarlarını değil, kendisine kafa tutabilecek veya emirlerine burun kıvırabilecek Komünistleri de öldürttü. En güvendiği adam da Beria olup o da kan dökmekten zevk alan biri idi. Dönemin Sovyetler Birliğinde Beria’dan korkmayan ve ondan nefret etmeyen bir insanın olmadığı belirtilir.

    Ukraynalıların Ruslara karşı olan nefretini Stalin tetiklemiştir. Türklere de zulmetmiştir. Kırım Türklerini sürerek etnik temizlik, dolayısıyla soy kırımı uygulamıştır. Sovyet esaretindeki Türklerin birleşmesinden ürktüğü anlaşılmaktadır. Türkleri boylara göre özerk cumhuriyetlere bölmüştür. Bununla da yetinmemiş, Kiril alfabesini mecburi kılmış, ayrıca her boya ayrı alfabe kabul ettirmiştir. Rusça birinci dil olarak öğretilmiştir.

    Hitlerle anlaşarak Polonya’yı işgal etmiş, Hitler Rusya’ya savaş açınca Amerika tarafına geçmiştir. Amerika sayesinde II. Dünya Savaşının galipleri arasında yer almıştır. İşgal ettiği Doğu Avrupa ülkelerinden çekilmemiş, oralarda Komünistlerin iktidar olmasını sağlamıştır.

    Sovyetler Birliğinin ve Doğu Blokunun mutlak hâkimi olan Stalin’in ölüm sebebi de müphemdir. Otopsi raporu kayıptır. İktidarı ele geçirmeye çalışan Beria tarafından hekimlerin müdahalesini önleyerek ölümüne sebep olduğu rivayeti kuvvetlidir.

    Bazı meşhurları gözden geçirelim. - adolfhitlerinyollari

    Hitler:

    Nazi lideri. Felsefî bir temeli yoktur. Germen ırkçılığına ve Yahudi düşmanlığına dayalı bir politika gütmüştür. I. Dünya Savaşından yenik çıkan Almanya ekonomik bakımdan çok perişandı. Alman halkı Sefilleri oynuyordu. Germen gururu yerlerde sürünüyordu. Hitler, Alman milletinin gururuna hitap etmeyi başardı. Etrafında dünyaca meşhur düşünürler, teknokratlar, bürokratlar, büyük sanayiciler, ilim ve san’at adamları yer aldı. Generaller de onun yanında saf tuttu. Seçimle iktidara geldi.

    Hitlere bunlar yetmiyordu. Çıkarttığı meclis yangınını bahane ederek meclisi saf dışı bıraktı. Kendisini Fuhrer ilân ettirdi. Artık her şey ondan soruluyordu. Yargı onun emrindeydi, yasama zaten yoktu. SS ve Gestapo ile bütün Almanya’ya hâkimdi. Gobels gibi bir propaganda ustası, Almanlara pembe gözlüklerle baktırıyordu.

    Hitler ve ekibi gerçekten kısa sürede Almanya’yı savaş makinesi hâline getirdi. Halkın refah seviyesini de yükseltti. Ancak halkın yüzü hiçbir zaman güleç olmadı. Komünistleri, Yahudileri, Çingeneleri, homoseksüelleri canice katlettiler. Aykırı ses çıkarabilecek herkesi bertaraf etti. Hitler, Stalin’in başka bir versiyonu idi.
    Hitler içeride durumunu sağlamlaştırdıktan sonra dışa yöneldi. Alman “hayat sahası” diye adlandırdığı bölgeleri işgale başladı. Hiçbir konuda hiçbir kimseyi dinlemiyordu. Çünkü o Führer idi ve o sadece emir verirdi. Kısaca Almanlar kendileri yaptı kendileri buldu. Amerika’nın savaşa girmesi ile talih geri döndü. Alman orduları her tarafta yenildiler. Hitler sığınağında intihar etti ve cesedi de yakıldı.


    Diktatörlerin hiç mi iyi tarafları yok muydu diye sorulabilir. Şüphesiz az çok vardı, hatta bazılarının oldukça iyi tarafları vardı. Ancak kendilerinden başka kimseye kıymet vermemeleri, kanun nizam tanımamaları, insanlara zararlarının çok fazla olması gibi sebeplerle tamamen kötü olarak anılırlar.

    Görünürlüğü ne olursa olsun diktatörler siyasî ve sosyal olgular sonucunda ortaya çıkabiliyorlar. Biraz da ülkenin gelenekleri ve tarihî birikimleri ile ilgilidir.

    Türklerde ise böyle bir gelenek yoktur.

    Eski Türklerde Tanrı’nın “kut” verdiği aileden biri kağan olabilirdi. Ancak bu hâlde de lâyüsel değildir. Töre herkesi olduğu gibi kağanları da bağlardı. Kağan önemli kararları boy beylerinin ve devlet ileri gelenlerinin oluşturduğu danışma meclisinde tartışıldıktan sonra verebilirdi. Ayrıca kağan ülkenin iç ve dış güvenliğini sağlamak, halkın refahını yükseltmekle görevlidir. Şayet bunları gerçekleştiremez ise Tanrı verdiği kut’u geri almış demek olur ki tahtını kaybetmesi mukadderdir.

    Bizim ateşimiz böyle yanar. Üzeri külle örtülse dahi içindeki kor hâlâ canlıdır.

    TURKISH FORUM -ABDULLAH TÜRER YENER

  • Azərbaycandan Türkiyəyə 20 müasir modul ev göndərilib

    Azərbaycandan Türkiyəyə 20 müasir modul ev göndərilib

    Türkiyədə zəlzələdən zərər çəkmiş insanlara dəstək məqsədilə Goranboy, Şirvan, Mingəçevir, Cəlilabad, Kürdəmir və Tərtər icra hakimiyyətlərin təşəbbüsü ilə Bakıda hazırlanmış 20 müasir modul tipli ev bu gün qardaş ölkəyə yola salınıb.

    Gunaz.tvQuote | Gunaz article
    Göndərilən 1 və 2 otaqlı modul tipli evlərdə 10-12 nəfərin yaşaması üçün lazımi şərait var.

    Azərbaycan Respublikasının şəhər və rayon icra hakimiyyətləri tərəfindən Bakı şəhərində sifariş olunmuş 90 ədəd müasir modul tipli ev hazırlanaraq mərhələli şəkildə Türkiyəyə göndərilir.

    Qeyd edək ki, fevralında 13-də Sumqayıt Şəhər İcra Hakimiyyəti tərəfindən 4 modul ev göndərilib.

    Həmçinin, icra hakimiyyətləri tərəfindən fəlakətin ilk günlərindən ziyan çəkmiş əhaliyə lazım olan isti paltar, yataq dəstləri, müxtəlif ərzaq və sənaye məhsulları, dərman preparatları, qızdırıcılar, generatorlar, çadırlar alınaraq qardaş ölkəyə göndərilir.

    İndiyədək 57 şəhər və rayon icra hakimiyyəti tərəfindən təşkil olunan humanitar yardım Türkiyə Respublikasının Kahramanmaraş, Malatya, Adıyaman və digər bölgələrinə yola salınıb.

    Şəhər və rayon icra hakimiyyətləri tərəfindən təbii fəlakət bölgəsinə humanitar yardımların göndərilməsi bundan sonra da davam etdiriləcək. (apa)

    Ayxan /TURKISHFORUM – ABDULLAH TÜRER YENER

  • Devlet Adamının Vasıfları

    Devlet Adamının Vasıfları

    Türklerde Devlet ve Devlet Adamının Vasıfları

    Saadet, bahtiyarlık, nimet ve en büyük mutluluk mânâlarına gelen Devlet; içtimaî bir varlık olmak üzere, beşerin (insanın) kurduğu en büyük ve en mühim müessesedir. Devlet, hukukî bakımdan, emretme hak ve yetkisine sahip ve o emri icra kuvvetinde olan yüksek sosyal nizamdır.

    İnsan, kendi başına yaşayamaz. Hem kendi için hem cemiyet için yaşar; hayatı çifttir. Hem yaşadığı topluma hem de kendisini yaradana karşı görev ve sorumlulukları vardır.

    İnsan olmasaydı devlet de olmazdı. O hâlde, insanın yükselişi devletin de yükselişi demektir. Yüce yaratıcı, kendi ruhundan üflediği insanı hiçbir zaman başıboş bırakmamıştır. O hâlde, Mevlânâ’nın nefis ifadesiyle; “Ölüm ile ölümsüzlüğü, iyi ile kötüyü, ilâhî ile beşerîyi benliğinde birleştiren” insanın en başta kendisini yoktan var edene ve içinde yaşadığı topluma, mensup olduğu milletine ve devletine karşı ödev ve hakları vardır.

    Yüce Allah’ın özel yeteneklerle süslediği dünyanın cilâsı insanın vasıflarının ortaya çıkması için, onun her şeyden önce olumlu yönde işlenmesi gerekir. İnsanını yetiştiremeyen, ona değerlerini öğretip, benimsetemeyen ülkeler istikbalden bir şey bekleyemezler. O hâlde, insan, ülkelerin kalkınmasında en büyük unsurdur. Milletler ve medeniyetler insanlarla yükselip, insanlarla düşmüştür.

    Eflâtun, devleti insanın vücuduna benzetir. Eğer devlet denilen vücudun bir kısmı ızdırap çekerse, bütün vücut muzdarip olur der. Devlete ızdırap çektirip, hasta edenler ve milletin (in) kollarını ve kanatlarını kıranlar, güçsüz iktidarlar ve onların kadrolarıdır.

    Devletlerin ömrü fertlerden, milletlerin de devletlerinden daha uzundur. Milletin küçülüp büyümesi, devletin küçülüp büyümesi ile orantılıdır. Ulu Önder; “Benim nâçiz vücudum bir gün toprak olacaktır. Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır” derken, devletinin (devletlerin) ve milletlerin ömrünün fertlerden daha uzun ve kalıcı olacağını vurgulamıştır.

    Devlet, Tanrı’nın bir eseridir, onun için kutsaldır. Kudret, Tanrı’dan devlete ve devlet adamlarına geçmiştir. Türk inanışına göre, devlet adamına “Kut” denilmesinin hikmeti buradadır.

    Kut, Tanrı’nın bir vergisi olması nedeniyle su ve nefes kadar kutsal sayılmış; Türk düşünce ve günlük hayatının da temellerinden biri olmuştur. Bu inanış ve anlayış halk inanışlarından gelişerek, yüksek bir devlet düşüncesi ve felsefesi olmuştur. Ondan sonra da olgunlaşarak, büyük devlet kurmuş olan Türklerde, halk kitlelerinin ruhlarına kadar inmiş ve onların günlük hayatını düzene sokar olmuştur.

    Tanrı tarafından il (Devlet) ve Kut verilen hükümdarlar ve milleti eğer Tanrı yolundan çıkarlarsa, Kut ve İl’i elinden alınarak cezalandırılırdı.

    İnsanımız bu inanışa dayanarak, de vleti “Baba” olarak görür ve asırlardır bu sözcüğü dilinden ve gönlünden hiç düşürmez. Babası onu zaman zaman azarlasa da, sevmese de, yaralarını sarmasa, karnını doyurmasa da ona yine küsmez, küsemez. Eğer küsmüş ve küstürülmüşse, kendisini devletini bahşeden yaradanına karşı gelmiş sayıp, en büyük günahı işlemiş olurdu. Eğer yanıldığı ve kandırıldığı için küsmüşse, ona değil (o gün de bugün de), başında bulunanları hizaya getirip, yol göstermek içindir.

    Türk insanı yeri geldi mi devleti ve milleti için canını ve kanını vermekten çekinmez. “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe” sözü de onun ruh yapısını ve karakterini sembolize eder.

    Devleti iktidarlar idare eder, güçlü liderler de ona yön verirler. O hâlde devleti idare edenlerin vasıf ve karakterleri yanında, görev ve sorumlulukları çok büyüktür. Kuldan fakir adını kaldıracak, adalet ve hâkimiyeti sağlayacak, açları doyurup, çıplakları giydirecek, zalimin karşısında mazlumu koruyup, Hakk’ın kolu olacaktır. Bunun idrakinde olan halk da devleti için yayaşayıp, devleti için ölecektir.
    Nitekim halkımız devletin başında bulunanları hiçbir zaman kendileriyle eşit tutmaz ve onlara üstün yaratık olarak bakardı. Hükümdarlarına karşı yüreklerinde samimî ve içten bir inanç beslerdi. Nitekim Orhun Kitabelerinde: “Tanrı gibi gökte vücud bulmuş Bilge Kağan” diye yazılması, hakanın manevî kişiliğine verilen büyük değeri gösterir. Bu samimî inanç, bütün Türk hükümdarlarında devam ede gelmiştir.

    I. Murat Kosova ovasında; “Biz bir fikrin mücahitleriyiz, kasıp kavuran, yağmacı ve müstevli değiliz. Zulüm ve azamet (kibir)’in hâkim olduğu yerlere adalet götürüyoruz. Kılıcımızın kazandığı zaferleri, idaremiz altına perişan bir hâlde giren insanların refah ve saadetlerini sağlayan huzur, servet ve imar takip ediyor” derken, hiç şüphesiz bu sarsılmaz inancın huzuru ile dolu idi.

    İnsan dahil, yaratılmışlardan ne var ise, yeryüzünde fânidir. Fâniliğin dışına taşan: Kadir-i mutlak Tanrı ile ebed-müddet devlettir. Devlet, ebedîliğini Allah’tan alır. Çünkü Yüce Yaratıcı’nın yarattığı kullara hizmet için vardır.

    Çoğu kez biz hükûmetle (iktidar) devleti birbirine karıştırırız. Hükûmetlerin suçluluk faturasını devlete çıkarırız ve böylece bilmeden devleti yıpratmış oluruz. Oysa suçlu veya hatalı olan devlet değil, ona yön veren iktidarlardır.

    Devlet, millete dayanır; millete dayanmayan, ondan kuvvet ve ilham almayan devletler (iktidarlar) sürekli ve devamlı olamazlar.

    Hükûmetler her zaman değişebilir ve her zaman yeni bir şekil alabilir. Onun için devletle hükûmeti birbirine karıştırmamak gerekir. Hükûmetler gelip geçici, devlet ebed-müddettir.

    Babadır devlet; yemez yedirir, içmez içirir, giymez giydirir. Nerede bir boynu bükük, düğmesi sökük ve kolu-kanadı kırık görse hızır gibi yetişir. şefkatli kolları ile hem beni, hem kendisini sarar.

    Esen yelde, akan selde, bekçinin huzur veren düdüğünde, Mehmedim’in neşter vuran süngüsünde, doktorumun şifa saçan ellerinde, öğretmenimin kara tahtayı bölen günlüğünde, Ahmed’imin yuvasında, Alparslan’ımın ovasında, Sinanım’ın silgisinde, Nazlı Ayşem’in yazmasında, Hüseyinim’in kazmasında hep o vardır. Onun sevgisi, haşmeti, fazileti vardır.

    Devlet adamı, gönül adamıdır; tartışmasını bilen, iyiyi kötüden, güzeli çirkinden ayıran hassas bir terazidir. O haksızlığa siper, susamışlara kevser, zalimlere bilek, kimsesizlere yürektir.

    Gazneli Mahmud’un aldığı bir ülkede kervan ile birlikte seyahat eden bir kadının eşyasını hırsızlar çalarlar. Bunun üzerine kadın, Sultan Mahmud’un huzuruna çıkarak eşyalarının bulunmasını veya ödenmesini ister. Sultan Mahmut Deyr Keçi’nin nerede bulunduğunu, hırsızların hangi kavimden olduğunu öğrendikten sonra, hiçbir şey yapamayacağını söyler. Bunun üzerine daha da umutsuzluğa düşen kadın pervasızca: “şu hâlde halkını koruyamadığına göre, niçin cihan kethüdalığı yaparsın? Ve ne biçim çobansın ki koyunlarını kurttan koruyamıyorsun? şimdi ha benim zayıflığım, ha senin kabiliyetsizliğin” demesi üzerine Sultan Mahmud’un gözlerinden yaşlar gelip mahcubiyet içinde:
    “-Ey anne, doğru söyledin. Eşyanın bedelini vereyim; onların (hırsızların) işi için muktedir olabildiğim kadar tedbir alayım” diyerek eşyasını tazmin etmeleri için emir verir.

    Devlet gemisinin su almadan yüzmesi, çarkın arıza yapmadan fasılasız dönmesi için devleti idare edenlerin hizmet aşkıyla kavrulup yanması ve ülkesinin her köşesinde gözünün ve kulağının olması gerekir. Göz ve kulaktan kasıt: Kubilay Han’ın nefis ifadesiyle: “Ne gördüğünü bilen, ne işittiğini gören gözler ve kulaklar” olmalıdır.

    Halkın sesi Hakk’ın sesi olduğuna göre, halkın da devletine, dolayısıyla devlet adamına güvenmesi gerekir. Tarihimizde bu güveni veren devlet adamlarımızın sayısı hayli fazladır. Hiddet ve şiddetine rağmen bir halk adamı olan Ahmet Vefik Paşa’dan vereceğimiz şu misâl, dünü bugüne, bugünü yarına bağlaması bakımından ne kadar güzeldir:

    Bir köylü kadın, paşaya müracaat edip, saatini kaybettiğini ve aradığı hâlde bulamadığını, eğer gözlüğünü takar ise kaybolan şeylerin bulunduğu yeri keşfeylediğini haber verdiklerini, bu sebeple köyünden Bursa’ya geldiğini ifade eder. A. Vefik Paşa, kadının hangi köyden olduğunu ve saatini ne zaman kaybettiğini sorup anladıktan sonra, bir müddet beklemesini söyler. Çarşıya bir adam gönderip, münasip bir saat aldırır. Kadını huzuruna çağırtıp tek gözlüğünü takarak; “Hanım ben kayıpları bulurum ama taze iken bulurum; sen vaktini geçirmişsin. şimdi bu saati al kullan; bir daha kaybın olursa, kırksekiz saat geçmeden müracaat et” diyerek hatırını hoş eder ve köyüne gönderir. Halkın devletine güvenmesi ne hoştur.

    Halkına karşı görevini yapamayan, sorumluluğun bilincinde olmayan, birlik ve beraberliği sağlamayan ve bunu temin etmek için de yönettiği kitlenin psikolojisini ve çağının inançlarını göz önünde bulundurmayan devlet başkanları iktidardan uzaklaştıkları gibi, hattâ lânetle anılmışlardır.

    Devlet adamı (lider) suyun kaynağıdır, Bakanları, valileri, kumandanları, müsteşarları, müdürleri bu suyun kollarıdır. Suyun kaynağı saf ve temiz olursa, kolları da saf ve temiz olur. Fakat suyun kaynağı bulanık olursa, kollarından saf ve temiz su beklemek mümkün olmaz. Tepede kavga, rüşvet, kayırma varsa altta da devam edecek; böylece dengeler kendiliğinden alt üst olacaktır. Onun için lider, yardımcılarını iyi seçmek ve devamlı onları kontrol etmek zorundadır.
    Yusuf Has Hacip bu hususta: “Kötü yardımcı veya müşavir, hükümdarı da kötülüğe sevk eder. Bunlara karşı ihtiyatlı ve uyanık davranmak gerekir. Devleti idare edenler vazifelerini yerine getirmeyip gaflete düştüğü takdirde de, Tanrı’nın kendisinden hesap soracağını bilmelidir.” demektedir.

    Devlet adamı, güçlü bir kadro kurmalıdır. Kadrodan maksat namuslu kadrolardır. Sadık, seçkin, hâkim ve kültürlü idare adamlarına görev verilmelidir. Devlet bir yana, her müessese, kadrosuyla ayakta durur ve meseleleri kucaklar. Güçsüz ve liyakatsiz kadrolar, ülkelerin felâket sebebidir. Her devirde liderlerin etrafında dalkavuklar vardır. Anadolu’da “Dalkavukluğun menzili yoktur” diye bir söz vardır. Bu tipteki insanların nerede duracağı ve ne yapacağı belli değildir.

    Tarihte birçok şahsiyetli devlet adamının başını yiyenler bunlar olmuşlardır. Bu sebeple lider, etrafındaki insanları iyi tanımalı, doğru sözlü insanlara iltifat etmelidir. Lideri lider yapan çevresidir. Çevresindeki insanlar, lideri topluma yansıtırlar. Halkın sevgisi ve nefreti lider çevresindekilerden başlayarak lidere kadar uzanır. Unutulmamalıdır ki lider, ya çevresindekilerin omuzlarında yükselir, ya da onların ayakları altında kaybolup gider.

    Milletleri ve ülkeleri idare edenler anayasalar, kanunlar, yönetmelikler değildir. Kanun ve yönetmelikler devlet idaresine şekil ve düzen verirler. Yöneticilerin ve halkın kul hakkı, utanma duygusu, Allah korkusu ve ecdat sevgisi yoksa, bu faziletler kalplere ve gönüllere yerleşmemişse her atılan adım geri tepecektir.
    Peygamberimiz; “Din elden gidiyor diye ağlamayın, başınıza ehliyetsiz kimseler geçtiğinde ağlayın” derken aynı zamanda kıyametin bu yüzden kopacağını da anlatmak istemiştir.

    KAYNAK: Muammer Yılmaz / TURKISHFORUM – ABDULLAH TÜRER YENER

  • Hesap vermemek için siyaset yasak!

    Hesap vermemek için siyaset yasak!

    Bugün ülkemizde iyi olan her şey nasıl siyasetin sonucuysa, kötü olan her şey de aynı şekilde siyasetin sonucudur. Siyaset yapmayın diyorsanız bunun bir tek anlamı olur: Ben hesap vermek istemiyorum, beceriksizliğimi, başarısızlığımı yüzüme vurma!

    Depremin ardından hep olduğu gibi muazzam bir sosyal bilinç patlaması yaşadık, yaşıyoruz.

    Gerçi daha önceki depremlerde, orman yangınlarında da benzer bir bilinçlenme yaşamıştık ama bu ülkenin havasından mıdır, suyundan mıdır bilinmez, kısa süre sonra hepsini unutuveriyoruz.

    Özellikle de devletin bu işleri yürütmesi için kurulan kurumları bu durumda.

    Her depremden sonra aynı şey oluyor:

    Deprem bölgesine acele battaniye, barınmak için çadır ve konteyner lazım! Salgın hastalıklara karşı seyyar tuvalet gerekli! Haydi vatandaşlar, koşuşturun; toplayıp yollayın! Sıcak yemek temin edilemiyor, seyyar mutfak da bulursanız gönderiverin!

    İyi de Kızılay ne için var? AFAD’ın bir görevi de bunları zamanında temin edip, ihtiyaç anında ortaya çıkarmak ve kullanmak değil mi?

    Ordunun seyyar mutfakları, sahra hastaneleri, nakliye helikopterleri tatbikatlarda kullanılsın diye mi alındı?

    BirGün gazetesinin haberinden öğrendik ki Kızılay’ın günde 200 konteyner üretebilen bir fabrikası varmış.

    Ama bu fabrika, stok üretmiyormuş çünkü Kızılay yönetimi bu masrafa katlanmak istemiyor, tasarruf ediyormuş.

    Bu nasıl bir tasarruf anlayışı?

    Fabrikayı çalıştırırsınız, her gün 200 konteyner üretir, finansman ihtiyacı için bir bölümünü dünya ölçeğinde pazarlayabilir geri kalanını böyle acil durumlar için kritik olduğu önceden bilinen bölgelerde depolarsınız.

    Çalıştırmayacağınız fabrikayı niye kuruyorsunuz? Böyle yöneticilik olur mu?

    Böyle oluyor çünkü o görevlere tayin edilenler o işi yapacak çapta oldukları için değil, “bizden” oldukları için oradalar.

    AFAD’ın yöneticisini Tanzanya’ya Büyükelçi yapmışlar.

    Niye? Niyesi belli, adama iyi bir maaş ve sıfat vermek istemişler. Böylece büyükelçilik makamlarının arpalık haline dönüştürüldüğünü de görüyoruz.

    Depremin ikinci günü aynı kişiyi apar topar geri çağırıp, “sen bu AFAD’a yardım ediver” diyorsunuz.

    Kurumların içi işte böyle boşaltılıyor ve sonra Kızılay ve AFAD çıkıp battaniye istiyor, çadır istiyor.

    Bu ülkenin deprem uzmanları, hangi fay üzerinde yaklaşık ne büyüklükte bir deprem olacağını yıllardır biliyor ve anlatıyor.

    O bölgelerdeki bina stoklarının durumları da belli, devletin raporlarında her şey var.

    Bu bilgilere sahip, işinin ehli bir yöneticinin olası depremin yol açacağı yıkımı tahmin etmesi ve buna göre hazırlık yapması hiç de zor değil.

    Bu ülke 2 milyar 400 milyon dolarını, kutusundan hiç çıkmayacak S-400’ler için tiko para harcadı.

    Böyle bir hazırlık, bunun onda birine yapılırdı.

    Bilimsel bilgiye göre hazırlanmazsanız sonucu işte böyle oluyor.

    Sonra da çıkıp “siyaset yapmayın” diyorlar.

    Yaşadığımız sorunların nedeni siyaset olduğuna göre, eleştiri de kaçınılmaz olarak siyasi olacak.

    Bugün ülkemizde iyi olan her şey nasıl siyasetin sonucuysa, kötü olan her şey de aynı şekilde siyasetin sonucudur.

    Siyaset yapmayın diyorsanız bunun bir tek anlamı olur: Ben hesap vermek istemiyorum, beceriksizliğimi, başarısızlığımı yüzüme vurma!

    Seçim ertelenebilir mi?
    Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, deprem bölgesinde yaptığı konuşmalarda “yeni evlerin bir yıl içinde tamamlanıp, depremzedelere verileceğini” söyleyince, “seçim ertelenir mi” tartışması yeniden başladı.

    Baştan söyleyeyim ki seçimlerin, böyle bir doğal afet nedeniyle ertelenmesi mümkün değil.

    Anayasa’nın 78. Maddesi, seçimin, savaş nedeniyle TBMM kararıyla bir yıl ertelenebileceğini söylüyor.

    Bunun dışında bir nedenle seçimin ertelenmesi mümkün değil.

    Kanun koyucunun böyle büyük afetleri hesaba katmadığı anlaşılıyor.

    Bu da normal çünkü hangi çaptaki doğal afetin seçimlerin ertelenmesine yol açabileceği çok muğlak bir durum olurdu.

    Böyle bir muğlaklığı kullanmak isteyecek kötü niyetli Meclis çoğunluğunun seçim yaptırtmayacağı düşünülmüş ki bu konudaki tek istisna “savaş hali” ve “bir yıl süreyle” diye özel olarak belirtilmiş.

    Peki Anayasa’nın herhangi bir hükmüne uymak konusunda kafasına göre takılan Erdoğan yönetimi, Anayasa’nın bu maddesini de çiğnemekte tereddüt etmezse ne olacak?

    Bu bambaşka bir hukuki durum ki bunun adına “darbe” diyoruz.

    Erdoğan’ın Anayasal düzeni böyle bir darbe ile rafa kaldırmak istemeyeceğini düşünüyorum.

    28 Şubat gibi darbe olup olmadığı hâlâ tartışmalı bir olayda bile suçlananlara ağırlaştırılmış müebbet hapis verildiğini de unutmayalım.

    Böyle bir darbeyi bugün yapmaya gücünüz yetse bile bunun hesabı bir gün mutlaka soruluyor, kulaklara küpe olsun diye hatırlatayım dedim.
    Çocuklara kıymayın!
    Deprem bölgesinde evsiz kalanları barındırabilmek amacıyla öğrenci yurtları boşaltıldı, bu amaçla üniversiteler de tatile girdi.

    Öyle görünüyor ki üniversitelerde, bu eğitim yılı için artık “yüz yüze” eğitim yapılmayacak.

    Erdoğan yönetimi, bu kararıyla depremin vurduğu alanı ve etkilediği kişilerin sayısını genişletmeyi de başarmış bulunuyor.

    Akıllarına gelen ilk çözümün eğitime ara vermek olması da ilginç tabii.

    Bu karar ile zaten pandemi nedeniyle iki yıl yüz yüze eğitim yapamayan üniversite öğrencilerinden oluşan bir kuşağı kaybetme tehlikesi ortaya çıkıyor.

    Depremzedelerin barınma çözümü için öğrenci yurtlarından başka çok seçenek var.

    Kamu kuruluşlarının misafirhaneleri, tatil köyleri yetmiyorsa devlet bedelini ödeyerek tatil köylerini ve büyük otelleri kiralayabilir.

    Bunların toplumsal maliyeti, eğitime bir yıl ara vermekten çok daha düşük olacaktır.

    Bu hatalı karardan acilen geri dönmek gerekiyor.

    Mehmet Y. Yılmaz-T24 / TURKISHFORUM – ABDULLAH TÜRER YENER

  • AFAD ve A Haber için kan donduran iddialar

    AFAD ve A Haber için kan donduran iddialar

    AFAD gönüllüsünden AFAD ve A Haber için kan donduran iddialar. Bu iddialara isyan edeceksiniz

    Deprem bölgesinde Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD) ile beraber gönüllü olarak giden vatandaş, İYİ Parti İzmir Milletvekili Aytun Çıray’a neden sinirlenip gittiğini açıkladı.

    Diken’nin haberine göre,Gönüllü, yolladığı mesajda AFAD’ın iktidara yakın A Haber için kurtarma anlarını organize ettiğini de öne sürdü.

    Gönüllünün yolladığı mesajlar şöyle:


    AFAD Destek gönüllüsüyüm. AFAD tarafından arama ve kurtarma eğitimi alan gönüllüleriz.

    Kısa mesaj ile çağırıldık ve depremin olduğu gün Antalya’dan dört otobüs yola çıktık. Sabaha karşı saat 05:54’te Hatay İl Afet Acil Yardım Müdürlüğü merkezine ulaştık.

    Bize araçları terk etmemizi ve beklememizi söylediler. Diğer gönüllü taşıyan otobüslerde oradaydı. Neden göreve gitmediklerini sorduk. Gece saat 12:00’dan beri beklediklerini ve bekleyin dendiğini söylediler. Bize de beklememizi söylediler.

    Saat 8:42’te ısrarlarımız sonucunda bize AFAD’ın personelinin malzemelerinin gelmediği ve onlar enkaz alanına gitmediği için bizim de gidemeyeceğimiz söylendi. Yine beklenmemiz istendi.

    Saat 9:20 civarı biz artık beklemek istemediğimizi söyledik.

    Göreve gitmek istediğimizi söylediğimizde gerginlik oldu. Gerginliğin büyümemesi için normal AFAD gönüllüleri ile destek gönüllüleri ayrılsınlar dediler. Biz destek gönüllerini de bir enkaz var oraya gönderelim diyerek otobüse bindirdiler.

    Saat 9:24’te Hatay’da bir enkaza götürüldük. Bu enkaza giderken yol kenarında pek çok iş makinası, kepçe vs zaten park etmişlerdi. Ancak çalışmıyorlardı.

    Biz alana vardığımızda bir AFAD personeli ve hangi belediye olduğunu bilmediğim belediyeden iki kişi dört katlı olan ancak alttaki iki katı çökmüş bir binada çalışmaya başlamışlardı. Alanın çevresinde pek çok hasar görmüş bina da vardı.

    Bize alanı çember haline almamızı ve ekiplere kolaylık sağlamamızı söylediler. Çemberi sağladık. Sorularımız sonucu binada enkazda altı kişi olduğu ancak ikisinden ses alınamadığı, iki çocuk ve iki kadından ses alındığı söylendi.

    Bizden birkaç dakika sonra ATV muhabiri ve kameraman geldi; ara ara yayın yapmaya başladılar.

    Biz orada bir otobüs insandık ancak tek yaptığımız beklemekti ve dedik ki ‘Gidelim diğer enkazlara izin verin belki bir şeyler yapabiliriz.’ Yine ‘Bekleyin’ dendi.

    Saat 13:40 civarı ilk çocuk çıkarıldı, 13:54’te hala çıkarıldı, 14:44’te ikinci çocuk ve sonrasında da en son 14:51’de enkazdaki son kişi olan anne çıkarıldı. A haber sürekli çekim yaptı son ana kadar.

    15:00’te otobüse geri binmemiz istendi. ‘Biz diğer enkazlara gitmeyecek miyiz‘ diye sorduk; merkeze gideceğimiz söylendi.

    Geri dönerken sabah gördüğümüz bir sürü iş makinaları yine oldukları yerde duruyorlar.

    Saat 17:30’a kadar yeni görev verilmedi merkezde. AFAD binasının arkasındaki depolarda çadır, su ve battaniye vardı. Biz ‘İzin verin onları dolduralım otobüslere depremzedelere dağıtalım’ dedik. ‘Bekleyelim’ dendi.

    ‘Romanya’dan gelen ekip beş saat boşuna bekledi’
    Bahçede yine beklemeye devam ederken Romanya’dan gelen ekibin bizi sahaya götürün dediklerinde Hatay Expo’ya götürülüp bırakıldıkları söylendi. Expo’da insan olmayacağını söylememe gerek yok. Çünkü Fuar yok. Adamlar 5 saat boşuna beklemişler orada ve kızgındılar.

    Biz ısrarla neden ‘Antakya merkeze gitmiyoruz; dedikçe bekleyeceğiz arkadaşlar’ dendi. Biz beklerken iş makinalarının şoförleri de geldiler ve görev verilmesini istediler ancak onlara da görev verilmedi hatta tartışanlar oldu.

    Çadır kent kuruyormuş asker stadyumda yardım edelim dedik. Bekleyin dediler. Kendi imkanlarıyla yakında yaşayan ve AFAD merkezine gelen halka çadırları verip göndermeye başlamışlardı. Çünkü gelen halkta isyan ediyordu artık.

    Bazı vatandaşlar çadırlarını kuramıyorlardı yolun diğer tarafında görme mesafesindelerdi. Bazı arkadaşlarımız kendileri sormadan oraya yardıma gittiler. Saat 19:40 civarında bize görev verilip verilmeyeceğini tekrar sorduğumuzda bilmediklerini ve beklememizi söylediler.

    ’Bizi Antakya merkeze bırakın, dönün siz. Bir çalışalım’ dedik onu da kabul etmediler. TIR’lar gelmeye başladı ve AFAD’ın arka bahçesine almaya başladılar. Biz ‘TIR’ları indirmeye yardım edelim mi‘ diye sorduk, ‘Bekleyin‘ dediler.

    Beklemek zaten gergin olan bizi iyice gerdi. Biz iş yapmadığımızı ve yapıp yapmayacağımızın da belli olmadığını geri dönmek istediğimizi söyledik. Kaç kişi dönmek istiyor diye sorular. 45 kişi dönmek istediğimizi söyledik. Saat 22:00’de bir otobüs ile yola çıktık.

    Daha sonra afet alanındaki başka illerdeki AFAD dostlarımızdan öğrendiğimiz benzer şeyleri yaşadıklarıydı. Hatta İstanbul’dan gelen Afat Destek gönüllülerinin 150 tanesinin de geri döndüklerini söylediler.

    YENİÇAĞ- Haber Giriş: 11 Şubat 2023 Cumartesi – 10:12 / TURKİSHORUM- ABDULLAH TÜRER YENER



  • Depremle ilgili ilk bilirkişi raporu çıktı

    Depremle ilgili ilk bilirkişi raporu çıktı

    Depremle ilgili ilk bilirkişi raporu çıktı: Kusurlar bir bir sıralandı…

    Şanlıurfa Cumhuriyet Başsavcılığı yıkılan binalarla ilgili soruşturma başlattığı soruşturmada ilk bilirkişi raporu açıklandı. Raporda, “Yıkılan binalarda ciddi malzeme kusurları tespit ettik.” ifadeleri yer aldı.
    Kahramanmaraş merkezli 10 ili etkileyen 7.7 ve 7.6 büyüklüğündeki depremler nedeniyle Şanlıurfa’da yıkılan binalarda yapılan arama-kurtarma çalışmalarının tamamlanmasının ardından Şanlıurfa Cumhuriyet Başsavcılığı soruşturma başlattı.
    Başsavcılık tarafından açılan soruşturmalarda binalarda inceleme yapmak üzere, 1 başsavcıvekili, 5 cumhuriyet savcısı, altışar kişilik bilirkişi ve polis ekiplerinden oluşan 3 heyet oluşturuldu. Heyetler kentte yıkılan binalarda incelemelerine başlayarak kolonlardan karot örnekleri aldı.

    İpekyol Caddesi’nde yıkılan ve 33 kişinin öldüğü, 4 kişinin kurtarıldığı Osman Ağan Apartmanı’nda inceleme yapan heyette bilirkişi olarak görev yapan Harran Üniversitesi İnşaat Mühendisliği Yapı Anabilim Dalı Öğretim üyesi Prof. Dr. Kasım Mermertaş, alandaki enkazın bir kısmının arama kurtarma çalışması sırasında kaldırıldığını söyledi.

    “CİDDİ MALZEME KUSURU TESPİT ETTİK”

    Yapının tamamen göçmesinden dolayı yapısal kusurların görünemediğini ve şu aşamada malzeme kalitesiyle ilgili çalışma yaptıklarını anlatan Mermertaş, şöyle konuştu:

    “İlk incelemelerimize göre, ciddi malzeme kusurları tespit ettik. Tabi bunları daha sonradan laboratuvar sonuçlarıyla netleştireceğiz. Beton içerisinde kullanılan kum-çakıl tane boyut dağılımının uygun olmadığını görüyoruz. Normalde yapısal betonlarda en fazla 3 santimetre civarı çakıl olması gerekiyorken burada yumruk büyüklüğünde büyük taşlar gördük. Bu da beton dayanımında ciddi düşüşlere sebep olan bir şey. Esas değerlendirmeyi numune alım işlemleri tamamlanıp laboratuvar analizlerinden sonra yapacağız”

    “DEMİRLERDE ÇOK FAZLA PAS GÖRDÜK”

    Prof. Dr. Mermertaş, binanın yapılışıyla ilgili de sorunlar olduğundan bahsederek, “Özellikle kolon ve kirişlerde deprem etkilerini alsın diye, yani kesme kuvvetlerini taşıması için kullanılan yanal donatılar, kanca yapılmadan kullanılmış, düz olarak 90 derece açıyla bağlanmış ve aralıkları standartların öngördüğü değerlerin üstünde görülmüş yani seyrek yapılmış donatıda. Yapı 2000 yılı öncesi bir imalat olduğu için bütün demirler düz demir olarak kullanılıyor. Bunlar tabi betonla tam bir aderans sağlayamıyor, bazı problemler yaşanıyor. Çok fazla paslanma gördük demirlerde, bu da demir ile donatı arasındaki yapışmayı ortadan kaldırıyor” ifadelerini kullandı.

    CUMHURİYET-:Güncelleme: 11 Şubat 2023 – 10:06 / TURKISHFORUM- ABDULLAH TÜRER YENER








  • Tataristan’dan destek

    Tataristan’dan destek

    KARDEŞ TATARİSTAN HALKINDAN TÜRKİYE’YE KİTLESEL DESTEK

    Tataristan Cumhuriyeti halkı, 6 Şubat 2023 tarihinde Kahramanmaraş ve Elbistan’da meydana gelen depremlerin ardından Türkiye’ye yardım çağrılarına kitlesel olarak yanıt verdi.

    Türkiye Cumhuriyeti’nin Kazan Başkonsolosluğu, felaketin ilk gününden itibaren halktan gelen insani yardımları kabul etmeye başladı.

    Başkonsolosluk binası girişinde daima kalabalık var. Yardım etmek isteyen insan akını hiç durmuyor. Binada gönüllülerden oluşan ekipler çalışıyor.
    Başkonsolosluk ayrıca depremde hayatını kaybedenler anısına taziye defteri açtı. Yardıma gelenler bu deftere taziye mesajlarını bırakıyorlar.

    LİLİYA SABIR -TATARİSTAN / TURKISHFORUM – ABDULLAH TÜRER YENER

  • Din adamları Türkçülük için ne dedi?

    Din adamları Türkçülük için ne dedi?

    Ulukışla İlçesinin ilk müftüsüydü.
    Kayseri medresesinde Osman Hoca’dan icazet aldı.
    Ömerli köyüne döndü.
    Osman Efendi’den aldığı icazet ile çalışmaya başladı.
    Hamidiye Kazası özellikle yaz aylarında Trabzon bölgesinden gelen
    binlerce Ermeni maden işçisiyle dolup taşıyordu.
    Burada Ermeni nüfusunun artması,
    Ermenilerin şımarmasına ve kaza yönetiminde de çoğunluğu sağlayarak
    Türklere karşı baskı uyguluyorlardı.
    Kaymakam da pasif kalıyordu.
    Mehmet Bahaeddin Efendi duruma kayıtsız kalamadı.
    Bu durum kaza merkezinde huzursuzluklara neden oluyordu.
    Kayseri’den Alim Efendi,
    Ankara Müftüsü Mehmet Rıfat (Börekçi),
    Konya’dan Rıfat Efendi,
    Adana’dan Abdullah Faik Efendi,
    Mehmet Hamdi Efendi,
    Mersin’den Naim Efendi,
    Hacı Ali Sabri Efendi,
    Kırşehir’den Müfit Efendi ile tanıştı.
    Bahaeddin Efendi, “İstiklalsiz din olmaz” diyerek
    ülkemizde ilk defa Ulukışla İlçesi’nde oluşturulan
    Kuvay-ı Milliye teşkilatı içinde görev aldı.
    İşgalin bir Haçlı saldırısı olduğunu söyleyerek yedi düvele karşı milli mücadeleye başladı.
    Ulukışla Müdafa-i Hukuk Cemiyeti Reisliği’ne seçildi.
    Şeyhülislam Haydarizade’ye
    “İstifa etmiyorum, ben Ulukışla halkının müftüsüyüm,
    halkımın Kuvay-ı Milliye’nin yanındayım” diyerek tepki gösterdi.
    Mustafa Kemal Paşa’ya bölge ile ilgili her türlü bilgi akışını sağladı.
    Sivas Kongresi devam ederken Ulukışla’ya gelen
    Mustafa Kemal Paşa ile bizzat tanıştı.
    Mustafa Kemal Paşa ile Karınca Dağ’dan Pozantı İlçesi’ni gözledi ve
    burada düşman hakkında bilgi aldı.
    Düşman keşif birliklerini yanıltmak ve korkutmak amacıyla
    Ulukışla çevresindeki dağlara soba borularını yerleştirerek topçu bataryaları görünümü verdirtti.
    Ulukışla İlçesi’ni teslim almak üzere gelen Fransız Binbaşısı Leroux’u ilçeden kovdu.
    Fransız subayının elinde,
    Dâhiliye Nezareti’nin (İçişleri Bakanlığı) Fransızların Ulukışla’daki ikametinin muvakkat ve
    asayişi temin etmek için olduğu, bu sebeple kendilerine kolaylık gösterilmesi ve
    her türlü misafirperverlik edilmesi emri vardı.
    Müftü Fransız Binbaşısının azametli ve amir tavırlarıyla söylediklerini dinledikten sonra
    herkesin bilmesi gerektiği şu tarihi cümleleri kurdu:
    “Dâhiliye Nazırı sizlere işgal ettiğiniz İstanbul’da sizlere kafi miktarda misafirperverlik gösteriyor.
    Sizinle dört senedir harp ediyoruz.
    Birçok cephelerde talihinizi denediniz.
    Birbirimizi iyi tanıyoruz.
    Fuzuli yere kan dökmeyelim.
    Sizi Ulukışla’da alıkoyamayız.
    Buranın taşı ve toprağı da sizi barındırmaz.
    Burası Arabistan değil, Türkiye’dir.
    Bu topraklarda ancak Türk’ün kemiği sızlamadan yatar”
    Medreselerin kapatılmamasını, fakat mutlaka ıslah edilmesini,
    Türkçülük esaslarının öğretilmesi için dersler konulmasını istedi.
    Siyasetten uzak durdu.
    Halka Türk Milliyetçiliği’ni öğütledi.
    Her dini bayramlarda olduğu gibi milli bayramlarda da
    halkla birlikte bayram kutlamalarına katılır,
    Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü minnet ve şükranla yâd ederdi.
    17 Mart 1926 tarihinde milli mücadelede gösterdiği kahramanlık,
    üstün hizmet ve fedakârlıktan dolayı 3516 sayılı İstiklal Madalyası aldı.
    Öz Türk’tü, özü Türkçüydü, Müftü Efendi şöyle söylüyordu;
    “Balkanlarda milliyetçilik hareketinin doğması kiliselerin eseridir.
    Bizim medrese ise Türkçülüğü,
    Türkçülük hareketini Arap kültürüyle bastırma, boğma ve yok etme gafleti içinde olmuştur.
    Çağa, değişen zamana ayak uydurmama, gözleri kapamanın bedelini kendisini ve
    Türk maneviyatını perişan ederek, geciktirerek ödemiştir.”
    Hakikat buydu, günümüzde yapılmak istenen, yapılan da tam olarak budur!..
    O günün medreseleri, bugünün tarikat ve cemaatleri
    “Bizim medrese Türkçülüğü, Türkçülük hareketini Arap kültürüyle bastırma,
    boğma ve yok etme gafleti içinde”
    Arap Milliyetçiliğine hizmet etmekten başka bir şey yaptıkları yok.
    Dünya Türk’ün uyanmasından korkarken,
    içten içe Türk uyutulmaya çalışılıyor…
    ***
    Önce sıbyan mektebini, sonra Ankara Rüşdiyesi’ni bitirdi.
    İstanbul’a giderek Beyazıt dersiâmlarından Âtıf Bey’in derslerine katıldı ve icâzet aldı.
    Evet bir de Rıfat Börekçi var İlk Diyanet İşleri Başkanı…
    Mustafa Sabriler, İskilipli Atıflar İngilizlerle kol kola gezerken
    kefen parasına kadar milli mücadeleye desten veren…
    Şeyhülislâm Dürrîzâde’nin Millî Mücadele aleyhinde verdiği fetvayı reddeden bir fetva verdi.
    Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde neşredilerek
    yurdun her tarafına dağıtılan bu fetva halkın
    Millî Mücadele etrafında toplanmasında son derece etkili oldu.
    Camilerde Türkçe hutbeleri başlattı.
    Halk dinini, kitabını anlamalıydı.
    1932 yılından itibaren de Türkiye’de tüm camilerde hutbeler Türkçe okutulmuştur.
    (Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, 22/2/1925, Dosya: 6534 Fon Kodu: 30..10.0.0 Yer No: 7.41..31)
    Milli Mücadeleye katkıları ve Atatürk’e olan sevgisi
    anlatmakla bitmez…
    Rıfat Börekçi anlatıyor:
    “Ata’nın huzuruna geldiğimde beni ayakta karşılardı…
    ‘Paşam beni mahcup ediyorsunuz’ dediğim zaman
    ‘Din adamlarına saygı göstermek Müslümanlığın icaplarındandır’ buyururlardı.
    Atatürk şahsi çıkarları için kutsal dinimizi siyasete alet eden cahil din adamlarını sevmezdi.” (Ercüment Demirer, Din Toplum ve Atatürk)
    ***
    Babası ilmiye mensubu bir aileden gelen ve kadılık görevinde bulunan Ahmed Rifat,
    dedesi Mustafa Mecîdî’dir.
    Sıbyan mektebinden sonra 1861’de hıfzını tamamladı,
    iki yıl süreyle kıraat okudu.
    Amasya Rüşdiyesi’nin ardından Mehmed Paşa Medresesi’ne devam etti.
    1879’da Şirvânî Mîr Hasan Efendi’den icâzet aldı.
    Aynı yıl Amasya Bekir Paşa Medresesi’ne müderris tayin edildi.
    Kendisi yirmi yedi yılda üç dönemde altmış beş talebeye icâzet verdiğini,
    1908’deki üçüncü icâzet merasimine katılan Hacı Reşid Paşa’nın
    arzı üzerine meşihat makamı tarafından yirmi iki öğrencisine birer gümüş,
    kendisine de altın madalya verildiğini belirtir.
    Arapça ve Farsça biliyordu,
    1900 Mayısında Amasya müftülüğüyle birlikte
    Sivas ve Karadeniz bölgesi vâizliği (kürsü şeyhliği) görevine getirildi.
    dönemin Sultan Bayezıd Camiî vaizi Abdurrahman Kâmil (Yetkin) Efendi
    Atatürk’ü Amasya’da ziyaret etmişti,
    aralarında geçen konuşmayı daha sonra şöyle anlatmıştı Kamil Efendi:
    “Paşa ayağa kalkarak elimi öptükten sonra
    Baba bu işte muvaffak olmakta var, olmamakta var.
    İnşallah olacağız.
    Eğer olamazsak bizi asarlar, kelle gider ne dersin? dedi.
    Bende: Hey oğul sen ki genç yaşında başını vatan ve millet uğruna feda etmişsin.
    Koy benim bu ihtiyar kelle de senin uğruna feda olsun, dedim.
    Tekrar elimi öperek, yanıma Komiser Osman Efendi’yi katarak uğurladı.”
    (Mustafa Kemal Paşanın Amasya’ya ilk gelişleri,
    Sabah (Amasya-Mahallî Gazete) 21 Ocak 1981-Süreli Makale)
    Şimdiki sözde dincilerin olmadık iftiralar attığı Mustafa Kemal Atatürk’e o dönemin
    dini ve ilmi bilgileri sorgulanamaz olan din adamları nasıl kıymet veriyordu…
    Milli mücadeleye
    vatanın birliğine
    Türklüğe ne kadar kıymet veriyordu.
    ***
    Bir isim daha var…
    1884 yılında Yozgat, Akdağmağdeni’nde doğdu.
    İlk eğitimini kilisede tamamladı, sonra Rüştiye’ye devam etti.
    1912 yılında Diyakos (papaz yardımcısı) 1915 yılında ise Papaz oldu.
    1918’de ise 34 yaşındayken Metropolit…
    Fener Patrikhanesi’nin ülkeyi karıştırmak adına verdiği talimatları reddeder
    Patrikhaneye karşı bir beyanname yayınlar;
    “…mezhebimizi şerre alet ederek,
    Türk olduğumuz halde Helenizm propagandasıyla aldatılarak
    güya aslen Yunan imiş ve aslına geri dönermiş gibi
    azınlık hukuku iddiasıyla mezhebi millete karıştırdılar.
    İstanbul Patrikhanesi’nin bize Türklüğümüzü unutturmak ve
    dilimizi değiştirmek için aldığı bunca tedbirler hiç kar etti mi?
    İşte Türk tabiiyetimiz ve dilimiz olduğu gibi bakidir.
    Halis Türk ve Türk evlatları olduğumuzu
    adet, töre, kültür ve her halimizle bunu ispat etmekteyiz.”
    Böylece Türk Ortodokslar milli mücadelenin yanında yer alırlar.
    Kimdir bu “Türklüğüm de Türklüğüm” diyen tabii ki de Papa Eftim.
    Atatürk, her fırsatta Eftim’e teveccüh gösterir ve şöyle der:
    “O, milli mücadelede bize bir ordu kadar yardım etti.”
    Dincilerin, sözde milliyetçilerin “Müslüman değil” diyerek görmezden gelmek istediği
    Papa Eftim de “Önce Türklük” demişti.
    Müftüsünden, vaizine, papazından dinsizine kadar
    gerçeği gören bilen herkes “Önce Türklük” diyor
    Her yazımda dile getiriyorum, yazmaya da devam edeceğim;
    Bu milleti bin yıllar boyunca ayakta tutan
    onlarca devlet kurduran
    dünyanın, Avrupa’nın dizlerini titreten Türklük mayasıdır.
    İnsanlar bu konuda uyarılmalı
    aydınlatılmalı,
    Orta Doğu karanlığına sürüklenmek istenen millet
    yine, yeniden Türklüğüne sarılmalıdır.
    Rivayete göre Hoca Ahmet Yesevi;
    “Din seçim, Türklük kaderdir” diyor ne de güzel diyor…
    Bu sözün ona ait olduğunu kanıtlayamadım ama
    bu lafın doğruluğuna, güzelliğine gölge düşürmez.
    “Din milliyetçiliği kabul etmez” diyerek, biraz Türkçülüğü savunanlara
    dinsiz yaftası yapıştıranlar önce bunları bilmeli,
    Arap milliyetçiliğini kucaklayan, başına taç eden din bir tek
    Türk milliyetçiliğine mi karşı?

    ERDEM AVŞAR -YENİÇAĞ / TURKISH FORUM – ABDULLAH TÜRER YENER

  • Katar’ın Türkiye’deki malvarlıkları neler?

    Katar’ın Türkiye’deki malvarlıkları neler?

    Son güncelleme: 14 Mayıs 2022 – Katar’ın Türkiye’deki malvarlıkları neler?

    Katar merkezli Boheme Investment şirketi, 11 Mayıs’ta McDonald’s Türkiye’yi satın aldı. 1990’dan beri Türkiye’de yatırımları bulunan Katar’ın Türkiye’deki yatırımları Recep Tayyip Erdoğan’ın Katar’ı ziyaretlerinden sonra arttı. Banka sektöründen otomotiv sektörüne, inşaat sektöründen gıda sektörüne kadar Türkiye’de birçok yatırımı bulunan Katar’ın Türkiye’deki malvarlıklarını Medyascope olarak derledik.

    Katar’ın Türkiye’ye 1990’larda başlayan yatırımlarından bu yana Türkiye ile Katar arasında büyüyen bir ticari ilişki var. Türkiye’nin yeni dönem Katar ziyareti de 2005’te dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından gerçekleşti. Ziyaretin gerçekleşmesinden sonra ise Katar’ın özel sektörlerde başlayan yatırımları hız kesmeden devam etti.

    Türkiye ile Katar arasındaki ticaret hacmi 2019 yılı sonunda 1,4 milyar doların üzerinde gerçekleşti. İki ülkenin orta vadeli hedefinin 5 milyar dolar olduğu biliniyor.

    Ticaret Bakanlığı, Katar’ın 2019’da Türkiye’nin toplam ihracatındaki payının %0,7 olduğunu bildiriyor ve en fazla ihracat yapılan ülkeler arasında 34. sırada bulunduğunu da belirtiyor.

    11 Mayıs günü Boheme Investment’ın McDonald’s Türkiye’yi almasıyla Katar’ın Türkiye’de satın aldığı şirketler ve Türkiye’deki yatırımları merak konusu oldu. Medyascope olarak Katar’ın Türkiye’de satın aldığı şirketleri ve yatırımlarını derledik.

    Son güncelleme: 14 Mayıs 2022 - Katar’ın Türkiye’deki malvarlıkları neler? - katar Cavusoglu

    McDonald’s Türkiye
    Cumhuriyet’in haberine göre Tuncay Özilhan’ın yönetim kurulu başkanlığı yaptığı AG Anadolu Grubu Holding A.Ş. bünyesindeki McDonald’s Türkiye, 11 Mayıs’ta Boheme Investment GmbH şirketine satıldı. Boheme İnvestment şirketinin Katarlı Saleh Al Mana’ya ait olduğu biliniyor. Kamuoyu Aydınlatma Platformu’na (KAP) yapılan açıklamada, McDonald’s Türkiye’nin 54 milyon 500 bin dolara satıldığı belirtiliyor.

    KAP’a yapılan açıklamada McDonald’s’ın satılması hakkında şu ifadeler yer aldı:

    “Boheme Investment GmbH, Viyana/Avusturya’da kurulu bir şirket olup Katarlı bir yatırımcı olan Kamal Saleh Al Mana’nın iştirakidir. Kamal Saleh Al Mana’nın, Katar’daki McDonald’s restoranlarının franchise işletmeciliğini yürütmekte olan şirkette ortaklığı bulunmaktadır.”

    Finansbank

    Finansbank, Fiba Holding Yönetim Kurulu Başkanı Hüsnü Özyeğin tarafından 1987’de kuruldu. Finansbank 2005’te Yunanistan Ulusal Bankası’na (NBG) satılmıştı.

    Katar Ulusal Bankası (QNB), Türkiye bankacılık sektörüne Alternatif Bank (Abank) ile girmişti. QNB, Finansbank’ın %99.81 payını 2015’te 2.75 milyar euro’ya satın aldı.

    Digitürk

    Katarlı iş insanı Nasser Al-Khelaifi’nin şirketi BeIN Medya Grubu, 2016’da Digitürk’ü satın aldı. Satın alma bedeli o dönemde açıklanmadı ancak Digitürk’ün 1 milyar doların üzerine satıldığı ileri sürülüyor.

    ABank
    Katar Ticaret Bankası (CBQ), 2016’da Alternatif Bank’ın (ABank) Anadolu Holding’de bulunan %25’lik hissesini satın alarak ABank’ın tamamını aldı.

    ABank’ın %25’lik hissesi 224,9 milyon dolar ediyordu.

    Banvit
    Bloomberg’in haberine göre Banvit’in %79.5’luk hissesi 2017’de Brezilyalı tavuk üreticisi BRF ve Katar Holding ortak girişimindeki TBQ Food’a devredildi.

    Ankas
    İnşaat, alt yapı ve mühendislik gibi alanlarda faaliyet gösteren Ankara merkezli Ankas, Katarlı HBK (Hamad Bin Khalid) tarafından 2017’de devralındı.

    BMC
    British Motors Corporations (BMC), İzmir’de kamyon, kamyonet, minibüs, motosiklet üretmek için kurulmuştu. BMC, günümüzde Türkiye’de otomotiv sektörünün öncülerinden oldu.

    Cumhuriyet’in haberine göre Katar’ın BMC’ye ortak olması ES Mali Yatırım ve Danışmanlık’a ortak olmasıyla gerçekleşti.

    ES Mali Yatırım ve Danışmanlık’ın sermayesine 150 milyon lira ile iştirak eden Katar Silahlı Kuvvetleri Endüstri Komitesi’nin BMC’deki payı %49 olmuştu.

    ERGO Portföy

    Sözcü’nün haberine göre Katar’ın yatırım gruplarından QInvest L.L.C. (QInvest), portföy yönetimi şirketi ERGO Portföy’ü satın aldı. Yeni şirketin ismi “QInvest Portföy” oldu.

    QInvest’in İslami finans kuruluşları arasında yer aldığı biliniyor.

    Satın alma işleminden sonra QInvest İcra Kurulu Başkanı (CEO) Tamim Hamad Al-Kawari şu ifadeleri kullandı:

    “Türkiye’nin cazip yatırım fırsatları sunduğunu ve birkaç yıldır bu pazardaki markamızı ve ekspertizimizi kuruyor olduğumuzu düşünüyoruz. ERGO Portföy’ün satın alınması Türkiye pazarına getirebileceğimiz ekspertizi genişletiyor ve derinleştiriyor.”

    Beymen
    Boyner Holding ve Katarlı Mayhoola fonu 2015’te finansal ortaklıklarını ilan etmişlerdi. Mayhoola, Boyner Grubu’nun yüzde 30,7 hissesini 885 milyon liraya satın almıştı. Ardından 2017’de yüzde 12’lik hisse daha 173 milyon dolara Mayhoola For Investments Opc şirketine devredildi.

    Gazete Duvar’ın haberine göre Boyner Holding ve Mayhoola 2019’da finansal ortaklıklarını sonlandırma kararı aldı. Varılan mutabakat kapsamında Boyner Büyük Mağazıcılık ve Altınyıldız Tekstil’in tamamı Boyner Holding’e ait olurken Beymen Mağazacılık ve Ay Marka Mağazıcılık’ın %97’si Katarlı Mayhoola’ya geçti.

    Ay Marka bünyesinde NetWork, Que, Divarese ve George Hogg gibi markalar yer alıyor.

    Memorial ve English Home
    Cumhuriyet’in haberine göre Memorial Sağlık Grubu’nun %40’lık hissesi 2010’da İngiliz özel yatırım fonu Argus Capital ve Katar Yatırım Bankası’na devredildi.

    Devirden sonra Memorial Sağlık Grubu’na ait hastanelerin hisselerinin %60’ı Aydın ailesinin, %20’si Katar Yatırım Bankası’nın ve %20’si de Argus Capital’in oldu.

    Cumhuriyet’in aktardığına göre 2008’de Aydın ailesi tarafından satın alınan ev tekstil zinciri English Home’un %40’lık hissesi de 2012’de Katar Yatırım Bankası’na devredildi.

    Türkiye’nin en pahalı yalısı olarak bilinen Erbilgin Yalısı da Katarlıların

    Katarlı iş insanı Abdülhadi Mana Ash Al-Hajri, Türkiye’nin en pahalı ve Dünya’nın en pahalı 4. yalısı olarak bilinen Yeniköy’deki Erbilgin Yalısı’nı 100 milyon euroya satın aldı.

    Al-Hajri’nin, Katar Emiri Şeyh Temim bin Hamed Al Sani’nin kayınpederi olduğu biliniyor.

    Son güncelleme: 14 Mayıs 2022 - Katar’ın Türkiye’deki malvarlıkları neler? - kanalistanbul bogazici

    Katarlılar Kanal İstanbul Projesi’nin çevresinden arazi satın aldılar

    Cumhuriyet’in haberine göre Katar Emiri’nin annesi Şeyha Moza, 8 Kasım 2018’de 100 bin lira sermaye ile Başakşehir’de Triple M Gayrimenkul Turizm Ticaret Anonim Şirketi’ni kurdu.

    100 bin paya bölünen şirketin hisselerinin %45.45’ini Şeyha Moza alırken %31.82’sini Eski Katar Başbakan Yardımcısı Abdullah bin Hamad el Attiyah’ın eşi Munira bint Nasır el Misnad ve %22.73’ünü Shanna Nasır el-Misned aldı.

    Şirketin kurulmasından hemen sonra Şeyha Moza’nın Kanal İstanbul güzergahında 44 dönüm arazi satın aldığı iddia edildi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, iddiaları yalanladı.

    Munamar ve Kontes Beach Otelleri de Katarlılara satıldı

    Katar Kraliyet Ailesi mensubu ve Al Maselah İnşaat ve Sanayi Turizm Ticaret Şirketi sahibi Şeyh Nasser Ahmed Ali Al-Sani, 180 odalı Munamar Oteli’ni 2010’da 15 milyon dolara satın almıştı.

    Munamar Oteli’ni satın almasından 5 yıl sonra ise Munamar Otel’in yakınında bulunan Kontes Beach Otel’i 7 milyon euro’ya satın aldı.

    Erdoğan, Katarlılara bölgeyi havadan gezdirmişti

    Katar lideri Şeyh Temim bin Hamed Al Sani, Aralık 2016’daki ziyaretinde Trabzon ve Rize üzerinde helikopter gezisi yapmıştı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Al Sani’nin Karadeniz’in dağlarına hayran kaldığını, kayak tesisleri ve oteller yapmaya hazır olduklarını söylediğini aktarmıştı. Katar Emiri Sani’nin Trabzon’a yaptıracağını söylediği üç proje ve hayranlık açıklamasının ardından, Katarlıların Karadeniz yaylalarına yapacağı oteller Haziran 2017’de tepkiyle karşılanmış ve Katarlı yatırımcıların bölgede birçok arsa ve fındık bahçesi satın aldığı gündeme gelmişti.

    Burak Siperli-Medyascope / TURKISHFORUM – ABDULLAH TÜRER YENER

  • Tanrının habercisi Türklerin yol göstericisi: Bozkurt

    Tanrının habercisi Türklerin yol göstericisi: Bozkurt

    Tanrının habercisi Türklerin yol göstericisi: Bozkurt

    Bir röportaj sırasında İngiliz televizyoncunun dikkatini
    duvardaki hilal ve bozkurt çeker.
    Azerbaycan Cumhurbaşkanı Ebulfez Elçibey’e bunun ne olduğunu sorar:
    “O Bozkurt’tur.” der Elçibey ve devam eder:
    “O gördüğünüz Türk Milleti’nin sembolüdür totemidir.”
    İngiliz televizyoncu biraz düşündükten sonra özür dileyerek tekrar sorar;
    “Niçin kendinize vahşi ve yırtıcı bir hayvanı sembol olarak seçtiniz?”
    Elçibey ise bu soruya şöyle cevap verir:
    “İngilizler’in sembolü olan aslan hayvanların kralıdır değil mi?
    Ancak bu kral dediğiniz hayvana sirklerde 3 kg sosis verip
    yanan halkaların içinden sağa sola zıplatırsınız…
    Vahşi ve yırtıcı dediğiniz Bozkurt’ a bunu yaptıramazsınız.
    O, özgürlüğünü ve onurunu hiçbir şeye değişmez.
    Bozkurt’ u zincire vurup kafese atsanız bile ya üzüntüden ölür
    yada zincir ve kafesi parçalayıp gider.
    Onu yok edebilirsiniz.
    Onu öldürebilirsiniz ama sindirip esir edemezsiniz.
    Bozkurt’ u kendinize tâbi kılamazsınız.
    İşte bu nedenle Türkler kendilerine mücadele sembolü olarak Bozkurt’ u seçmiştir.”
    Türklerin kutsiyet atfettiği ve kendi karakterlerinin yansımasını onda buldukları
    kurt motifi Türk tarihinde en çok kullanılan kutsal sembollerden biri olmuştur.
    Bilim adamları etnolojik olarak kurt motifinin Türkler için
    tipik bir unsur olduğu kanaatindedirler.
    Sosyal Bilimlerin her dalında yapılan araştırmaların ortaya koyduğu gerçek
    kurt motifinin sadece Türklere has belirleyici bir unsur olduğunu ortaya koymaktadır.
    (Dr. Zafer ALTUN / Türk Kültüründe “Kurt Kavramı” Üzerine Bir İnceleme)
    Kurt, “Kur/Gur/Kür” kökünden türemiştir.
    Güç, kuvvet, dayanıklılık anlamlarına gelir.
    Kurt’un Türkçe’de diğer adı böri’dir ve
    bu kelime Orhon kitabelerinde,
    Uygurca vesikalarda ve
    Oğuz Kağan Destanı’nda geçer.
    Çin kaynaklarında “Fu-li” şekli ile yer adı, şahız adı, kavim soyadı vb. olarak zikredilir.
    İlhanlılar ve Timurlularda; Kök Böri, Memlüklerde;
    Kurt, Selçuklular ve Osmanlılar zamanında Anadolu’da Kurd, Ak Böri şeklinde kullanılmıştır.
    Aşına adı da Göktürklerde kurt ismidir ve
    bu isim zaman içinde Asena, Zena, Aşina şekillerinde de kullanılmıştır.
    (Kafesoğlu, 2000: 332)
    Türklerin kurtları ataları olarak görmelerin iki sebebi vardır.
    Birinci sebebi: Kurdun güçlü bir hayvan olması ve
    Türklerin gücünü yansıttığı öngörüsü.
    Diğer bir görüş ise:
    Çin komşularının kökenini çoğu zaman birer hayvan, böcek, sürüngenden belirtmiştir.
    Belki bu geleneğin etkisiyle, Türklerin kökeni için kurdu uygun bulmuşlardır.
    Ergenekon Destanında kurdun ata olması şöyle tasvir edilir:
    Göktürkler (T’u-chüeh), eski Hunların (Hsiung-nu) soylarından gelirler ve
    onların bir koludurlar. Kendileri ise, A-şi-na (A-shih-na) adlı bir aileden türemişlerdir.
    (Sonradan çoğalarak), ayrı oymaklar halinde yaşamaya başladılar.
    (Tunç-Akbulut, 2016: 83-91)
    Kurtları koruyan ve aynı zamanda kurt kılığına girebilen tanrıdır.
    Hemen hemen tüm Türk boyları ortak bir inanış olarak kurttan türediklerine inanırlar.
    Göktürkler ve Uygur Türkleri arasında kurt ata iken,
    Oğuzlarda ise erkek bozkurt bir milli kılavuz olarak görülmüştür.
    (Velidi Togan, 2002: 544)
    Türeyiş Destanı’nda kurt “Ana” figürü olarak karşımıza çıkar.
    Göktürklerin hanedan soyu da dişi kurda dayandırılmıştır.
    (Kafesoğlu, 1999:330)
    Ana kurt, kurtları korur.
    Çünkü Türkler kurttan türemiştir.
    Hemen hemen tüm Türk boyları ortak bir inanış olarak dişi kurttan türediklerine inanırlar.
    Oğuz-Nâme’de, Oğuz-Han’a yol gösteren “Gök tüylü, gök yeleli” bir kurttan bahsedilir.
    Türkler eskiden beri kutsal olarak gördükleri kurda “Kök-Böri” ya da Gök kurt derlerdi.
    Aslında kök göğün rengi olan bir mavilikti.
    Türkler aynı zamanda göğe Kök-Tengri, yani mavi gök derlerdi.
    Bir şeyi gök rengine büründürmek, o şeyi kutsal saymak Tanrı ile bir bağ kurma isteğinden ileri gelmekte idi.
    Tecrübeli ve aynı zamanda korkunç kurtlara “Gök yeleli” kurtlar denilirdi.
    (Öğel,1998: 42)
    Kurt hem Oğuz Destanında hem de diğer Türk destanlarında
    rehber rolünde olup mutluluk ve zafer sembolü anlamına gelmektedir.
    Oğuz Kağanla konuşan kurt, Oğuz’a sözünü dinlemesini emreder.
    Kurdun sözünden çıkmayan Oğuz Kağan dünyayı fethederek cihan devleti kurar
    (Bang-Arat, 1936: 18-30)
    Oğuza yol gösteren kurt gökten ışık huzmesi olarak iner.
    Destanda olay şöyle tasvir edilmektedir:
    “Tan ağarınca Oğuz Kağan’ın çadırına güneş gibi bir ışık girdi.
    O ışıktan gök tüylü ve gök yeleli bir büyük bir erkek kurt çıktı.
    Bu kurt Oğuz Kağan’a hitap etti ve:
    ‘Ey Oğuz, sen Urum üstüne yürümek istiyorsun;
    ey Oğuz ben senin önünde yürümek istiyorum.’ dedi ve gitti.
    Ondan sonra çadırını dürdürdü ve gitti.
    Gördü ki ordusunun önünde gök tüylü ve
    gök yeleli bir büyük bir erkek kurt yürümektedir ve kurdun ardı sıra ordu gelmektedir.”
    (Bang-Arat 1936: 18-19).
    Gök-kurt, Gök-Börü Tanrı’nın bir habercisi olarak zaman zaman ufukta görünür,
    Türklere bir zarar geleceği zaman onlara yol gösterir onları korurdu.
    Büyük devletler kurmuş olan Türklerde kurt, bir sembol haline gelmiştir.
    Göktürklerde tuğlar ile bayraklarda devlet sembolü olmuştu.
    (Öğel, 1995: 115)
    Yenisey yazıtlarında “kanım kağan süsi böri tek”
    (kağanımın ordusu kurt gibidir) şeklinde geçmektedir.
    Türkler Anadolu’ya geldikten sonra da kurda duydukları saygı azalmamıştır.
    16. yüzyılda yaşadığına inanılan bir destan ve halk kahramanı olan Köroğlu,
    kendisini ve koçaklarını bir şiirinde bozkurda benzetir:
    “Yiğitler silkinip ata binerse
    Derelerde bozkurtlara tün olur.
    Yiğitler döne döne döğüşür,
    Kötüler kavgada kaçar hun olur.”
    Anadolu’nun hemen hemen her coğrafyasında kurt, saygın ve kutsaldır.
    “Kurda kurşun atılmaz; Kurt avı uğurlu değildir;
    Kurdun boğazladığı hayvan yenilmez;
    Hz. Yusuf menkıbesinde bozkurda iftira edildiği; bozkurdun diğer,
    kurtlardan yiğit ve soyca üstün tutulduğu”
    gibi inanışlar Anadolu’da yaşamaya devam etmektedir
    (Yalman, 1993: 32-34)
    Böri sözcüğünün ilk görüldüğü yer
    Bilge Kağan’ın, babası İlteriş Kağan’ın gücünün yükselişini
    Çin’e on yedi yoldaşıyla başkaldırdığı haberi yayıldığında diğerlerinin ona katıldığı ve
    yetmiş kişilik bir kuvvet topladığını anlatırken
    “Teŋri küç birtük üçün,
    kaŋım Kağan süsi böri teğ ermiş,
    yağısı koñ teğ ermiş.” dediği Orhon Yazıtları’dır
    (I Doğu 12; II Doğu II) (Orkun 1936-41)
    Böri sözcüğü, Tuva (Yenisey) Yazıtlarında da görülür.
    Astrolojide kurt, Güney gök kürede, Akrep ile Boğa arasında bulunan takımyıldızının adıdır.
    Atasözlerimizde ve deyimlerimizde kurt dikkat çekicidir.
    Birkaç örnek verecek olursak: Kurt kocayınca çakallara (veya köpeklere) maskara olur.
    Kurdun oğlu akıbet kurt olur.
    Bu atasözü ayrıca bize Karacaoğlan’ın şu dizelerini de hatırlatıyor:
    “Şahin kocasa da vermez avını
    Tâ ezelden kurt eniği kurt olur.”
    Kurt adam efsanelerinin Ortaçağ Avrupası’na dayanmasına karşın,
    kökenleri daha eskilere gider.
    Milattan önce 5. yüzyılda yaşamış Eski Yunanlı tarihçi Heredot,
    Karadeniz kıyısında yaşayan kimi toplulukların büyücülerinin,
    yılın bazı günlerinde kurda dönüştüklerinden söz eder.
    Yakut Türklerine göre; gökte Ülker adlı bir yıldız vardır ve
    bu yıldızın açtığı delikten soğuk rüzgârlar eserek yeryüzündeki her şeyi dondurur.
    Günün birinde güçlü ve büyük bir bahadır,
    esen bu soğuk rüzgârdan dolayı ellerim donmasın diye
    otuz çift kurt derisinden eldiven yapar ve gökyüzüne çıkarak
    Ülker yıldızının açtığı deliği kapatır.
    Bahadırın bu hareketinden sonra yeryüzünde yaşayan tüm canlılar rahata ve sıcağa kavuşur
    (Ögel, 2010a: 48)
    Altay Türkleri ise Ülker yıldızının çok eskiden devasa boyutlarda bir kurt olduğuna inanıyorlardı
    (Bayat, 2015b: 285)
    Astral kültler içerisinde yer alan kurtla ilgili bir başka rivayet ise
    bozkırda yaşayan Türkler arasında anlatılmaktadır.
    İnanca göre “Küçük ayı burcu bir arabayı çeken iki at,
    Büyük ayı burcu ise bu iki atı kovalayan yedi kurttur”
    (Bayat, 2015a: 288)
    Burada Büyük ve Küçük ayı burçlarının sembolik olarak at ve
    kurtlarla özdeşleştirildiği görülmektedir.
    Dikkat edildiğinde kurt ile ilgili kozmolojik, astral inanışların daha çok
    Altay, Yakut gibi Türk boylarının arasında gezdiği görülmektedir.
    Emel Esin’e göre en eski Türk bayrakları motiflerinden biri kurt/böridir.
    Yeri geldiğinde ata yeri geldiğinde ana olan kurt,
    devlet sistemi içerisinde hükümdarlık sembollerinden biri olmuş,
    bilhassa Göktürkler altın 36 kurt başlı sancaklar dikmiştir.
    Dikilen bu kurt başlı sancak (tuğ),
    Türklerin birliğini, dirliğini, töresini ve devlette düzen içinde yaşamayı temsil etmiştir
    (Kafesoğlu 2014: 206)
    Göktürklerin sürekli mücadele hâlinde olduğu Çinliler,
    Göktürk prenslerini hükümdar olarak tanıdıklarını bildirmek için onlara
    kurt başlı sancak ve davul göndermişlerdir
    (Taşağıl, 2016b: 179)
    Bahaeddin Ögel’e göre Göktürklerin amblemleri arasında altından yapılmış kurt başlı bayrakların bulunması kurttan türediklerine inandıkları içindir.
    Mustafa Kemal Atatürk’te kurdun Türk tarihindeki değerine hakim olduğu için buna çok önem vermiştir.
    1924 senesinde Mustafa Kemal Atatürk’ün isteği ile
    İstanbul Üniversitesine bağlı Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü,
    Ord. Prof. Dr. Mehmet Fuat Köprülü tarafından kuruldu.
    Enstitü’nün sembolü Tanrı Dağlarının önünde meşale tutan bir Bozkurt simgesidir.
    Mustafa Kemal Atatürk’ün isteği üzerine böyle yapılmıştır ve
    amblem “Türk’ün İlim Ateşi Tütsün” anlamına gelmektedir.
    TBMM daha Cumhuriyet ilân edilmeden,
    1922’de Bozkurt’lu pul çıkarmış takip eden yıllarda da bozkurtlu pullar piyasaya çıkmıştı.
    Paralarda, yine Atatürk’ün isteğiyle Bozkurt figürüne yer veriliyordu.
    Örneğin 5 Aralık 1927’de tedavüle çıkarılan 5 liralık paranın üstünde bozkurt motifi bulunuyordu.
    Atatürk’ün isteğiyle 1935 yılında Bozkurt markalı bir sigara çıkarılmıştı.
    İzcilik – Yavrukurt teşkilatında,
    ilk yolcu gemimizin adında,
    Petrol Ofisi’nin armasında,
    yakın çevresine verdiği soyadlarında Atatürk Bozkurt’u hep sembol olarak kullanmıştı.
    Atatürk’ün Ankara ulustaki heykeline bir göz atarsanız
    oradaki bozkurt figürlerini görmekte zorlanmazsınız.
    Ayrıca Atatürk’ün çalışma masasında da bozkurt heykeli vardı.
    Atatürk’ün ressam Ratıp Tahir Burak’a yaptırdığı
    Marif(Milli Eğitim) Başkanlığı giriş holündeki Müstasna yerinde
    Atatürk’ün sağlığı boyunca sergilenen Ergenekondan çıkış tablosu da unutulmamalı.
    Atatürk, Bozkurtu engin Türk tarihin derinliklerinden çıkararak tekrar
    milli sembol olarak yüceltmiş, bu milli sembolün dirilişini sağlamıştır.
    Mustafa Kemal Atatürk’ün direktifleri ile 1936 yılında
    Kahramanmaraş Kalesi’nde yaptırılan Bayrak Tutan Bozkurt Heykeli de
    bunun önemli örneklerinden biridir.
    Mustafa Kemal Atatürk’ün şu sözleri de çok önemlidir:
    “Türk milletinin milliyetçilik vasfını uyandırmalı, O’na TÜRKÇÜLÜK imanını aşılamalıyız”
    (Muvaffak İhsan Garan, Milletlerin Sevgilisi Atatürk, s.51)

    ERDEM AVŞAR – YENİÇAĞ / TURKISHFORUM – ABDULLAH TÜRER YENER

  • Atatürk’ün adını kimler neden silmek istiyor?

    Atatürk’ün adını kimler neden silmek istiyor?

    Atatürk’ün adını kimler neden silmek istiyor?

    Kimler Cumhuriyet’in kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün fikirlerine ve icraatlarına düşman bunu en başta bilmek gerekir…

    Hilafet sevdasına düşenler, Osmanlıcılık oynayarak medeniyetin yorumu olan Cumhuriyet’in altını oymaya çalışanlar bu ülkenin başlıca düşmanıdır.

    Cumhuriyet’in kurulması için, bu vatanın her karış toprağı için akan kana hainliktir, Cumhuriyet düşmanlığı…

    Mesela, Graham Fuller neler demişti hatırlayalım;

    “Türkler, Atatürk’ü, Kemalizmi terkedip ılımlı İslamı benimsemelidirler. Ilımlı İslam, Kemalizmi silmeye yönelik bir karşı devrimdir. Bu devrimin karşısındaki tek güç ise Laik Türk ordusu ve Ulusalcı aydınlardır. Bunların derhal tasfiye edilmesi gerekmektedir.”

    Kimdir bu Fuller, Müslüman mıdır?

    Hayır…

    Neden savunur Türklerin İslamiyet’e sarılmasını…

    Hilafete sığınmasını…

    1961 – 1987 yıllarında CIA’in etkili pozisyonlarında yer alan Fuller sonrasında da 30 yıl kadar “gölge CIA” diye bilinen RAND Corporation’ın baş analistlerinden biri olarak çalıştı.

    Görevde bulunduğu süre boyunca, ABD’nin Türkiye ve Ortadoğu politikalarının belirlenmesi ve uygulamasında rol oynayan isimlerden biri olan bu kişi aynı dönemde “Ilımlı İslam” terimini siyasal literatüre katan analistler arasında yer aldı.

    Bir dönem Müslüman Kardeşler’i, daha sonra bir dönem de FETÖ’yü Ilımlı İslam modeli çerçevesinde desteklenmesi gereken akımlar arasında saydı.

    1990’ların sonunda CIA görevlileri, Atatürk’ün bağımsız, laik ve çağdaş Türkiye’sine karşı İslamcı, Osmanlıcı yeni bir Türkiye’den (Yeni Osmanlı’dan) söz etmeye başladılar.

    Tüm bunlar yaşanırken Fuller, 2007’de “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” adlı bir kitap yazdı…



    Fuller, kitabında Türkiye’nin Orta Doğulu olduğunu savunarak, “Türkiye’nin yönünü Batı’ya çevirdi” sözleriyle Cumhuriyetin kurucusu, vatanın kurtarıcısı Atatürk‘ü eleştiriyor. (Graham E. Fuller, Yeni Türkiye Cumhuriyeti, s. 35)

    Fuller, kitabında büyük bir ısrarla “Yeni Türkiye”nin İslam dünyasının liderliğine soyunup Orta Doğu’ya yönelmesini öneriyor.

    Türkiye’nin Batı’ya yöneldiği sürece “bağımlı”, Orta Doğu’ya yöneldiği sürece ise “bağımsız” ve “lider ülke” olacağını iddia ediyor.

    İslam’la uzaktan yakından bir bağı, sempatisi olmayan Graham Fuller, Türklerin İslamlaşmasına kafayı öyle bir takmış ki; Kemalist, laik ve çağdaş eğitimin, İslam dünyasını ve Orta Doğu’yu kötülediğini, bu nedenle İslam dünyasına ve Orta Doğu’ya yönelmek için önce “Kemalist eğitimden kurtulmak” gerektiğini savunuyor. (Fuller, Yeni Türkiye Cumhuriyeti s. 43, 49, 67)

    Fuller’in diline dikkat edin; Atatürk‘ün Türkiye’yi İslam ve Osmanlı geçmişinden uzaklaştırıp “Bir ulusal hafıza kaybına yol açtığını” iddia ediyor ve buna bir tür “kültürel lobotomi” adını veriyor. Atatürk‘ün, İslam öncesi Türk tarihini “Irkçı bir bakışla” yeniden okuyarak “Yeni bir milliyetçilik yarattığını” belirtiyor.

    Kulaklarımda yankılanıyor adeta bu sözler, öyle tanıdık geliyor ki…

    Aynı Fuller, Atatürk’ün tarih ve dil çalışmalarını da eleştiriyor.

    Harf devrimiyle yeni kuşakların Osmanlı geçmişiyle bağlarının kesildiğini iddia ediyor.

    Bu günlerde çok işitiliyor bu sözler, mutlaka hatırlayacaksınız…

    Bu fikirlerin kimlerden, ne sebeplerle çıktığını bilmek ve görmek gerek…

    Ayrıca Graham Fuller, Halifeliğin kaldırılmasının çok yanlış olduğunu da iddia ediyor.

    “Atatürk, 1924’te halifeliği kaldırarak İslam dünyası ile ilişkilere darbe vurdu” diyor ve Halifeliğin kaldırılmasının bütün Müslümanları etkilediğini iddia ediyor.

    Halbuki durum hiç de öyle değildi…

    Nasıl mı?

    23 Kasım 1914’de Osmanlı Padişahı Sultan Mehmed Reşad “Tüm Müslümanların Halifesi” sıfatı ile kutsal cihad ilan etti.

    Fakat cihad ilanı kendisinden beklenilen etkiyi gösteremedi.



    Osmanlı ordusu İngiltere ve Fransa saflarında yer alan binlerce Hint-Cezayirli Müslümanlar ile savaş boyunca mücadele etmek zorunda kaldı.

    Mekke’de Şerif Hüseyin’in 1916’daki isyanı ile birlikte de hilafetin adından başka bir etkisinin kalmadığı ortaya çıktı.

    Başta İslam coğrafyası Osmanlı’ya Halife’ye baş kaldırmıştı…

    Halifeliğin hiçbir önemi ve değeri kalmamıştı ki; Türk düşmanı Arap coğrafyası Türkleri hiçbir zaman Halifeliğe değer görmedi, onlara göre Halifelik yetkisi sadece Arap coğrafyasında olabilirdi…

    Tüm bu gerçekleri görmezden gelen Fuller “Halifeliğin kaldırılması bizzat İslam’ın kendisine indirilen bir darbe oldu” diyor.

    Bugün aynı yalanı başkaları da savunmaya devam ediyor.

    Aynı Fuller, malum kitabında Türkiye’de bir “psikolojik ve kültürel tedavi sürecine” ihtiyaç olduğunu yazıyor. Kitabında Türkiye’nin İslam dünyasının lideri yapılması biçiminde bir yol haritası ön görüyor. (Fuller, Yeni Türkiye Cumhuriyeti s. 57,58)

    Ayrıca Graham Fuller, “Fetullah Gülen Hareketi” başlığı altında FETÖ’yü yere göğe sığdıramıyor.

    FETÖ’nün Said-i Nursi’ye kadar giden köklerini anlatıyor.

    Fuller, “Gülen’in karizmatik kişiliği, kendisini Türkiye’nin bir numaralı İslami şahsiyeti yapmaktadır” diyor.



    Bu kitaptan ayrı olarak Fuller, şu itirafta da bulunuyor:

    “Türkiye’ye yeşil kuşağı pompaladık çünkü 1950-1960’larda ve 70’lerde
    Türkiye’de çok kuvvetli bir sol vardı. Komünizm hareketi çok kuvvetliydi.
    Türkiye’de İslam komünizme karşı çok efektif değildi. İslam zayıf ama solculuk güçlüydü.”

    Graham Fuller ve onunla aynı çizgide olanların Siyasal İslam anlayışı da budur…

    Fuller’i bir kenara bırakıp şu isimlere ve sözlere de dikkat çekmek isterim:

    Eski Birleşik Krallık Başbakanı Winston Churchill:

    “Türklerin din adamlarını ele geçirip, kullanabilirsek, onlara kendi devletlerini yıktırabiliriz.”

    Eski Birleşik Krallık Başbakanı Lloyd George:

    “Türkler bir devlet kurdu. Bir asker yeniden Türkleri diriltti. Ancak KUTSAL amacımızdan vazgeçmeyeceğiz. Türkleri İslam’la yıkacağız. İngiliz istihbaratının birinci görevi budur.”

    ABD eski Türkiye Büyükelçisi Joseph Grew:

    “Türklerin yolları İslam ile kesilebilir. Bu milleti ne kadar karanlığa itersek, bölgedeki çıkarlarımıza o kadar hizmet etmiş oluruz.”

    Amerikalı siyaset bilimci Samuel Huntington:

    “Türkiye Atatürk ün mirasını reddetmelidir.”

    ABD eski Başkanı Bill Clinton:

    “ABD kontrolünde bir HALİFE ile İslam dünyasını yönetmek, bizim için en masrafsız yoldur.”

    Ve daha niceleri…

    Kimdir bu isimler, İslam’a sempatileri mi vardır, Türkleri çok mu sevmektedirler?

    Bu isimlerin vardığı ortak düşünceyi anlamak zor olmasa gerek!

    Her toplum dinini yaşamakta özgürdür, İslam bu topraklarda yeşermeye devam edecektir ancak Türkleri, Araplaştırma çabaları boşa çıkacaktır…

    Türk insanını Orta Doğu karanlığına hapsetmek isteyenleri deşifre etmek ve bunlara karşı fikri mücadele yürütmek ise çok önemlidir!..

    “Oğuz’un başına ne gelirse uykusunda gelir” der Korkut Ata.

    Türkiye üzerinde oynanan tüm kirli oyunlara rağmen, Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün de dediği gibi:

    “Bu ülke, tarihte Türk’tü bugün de Türk’tür ve sonsuza dek Türk olarak yaşayacaktır.”

    ERDEM AVŞAR – YENİÇAĞ / ABDULLAH TÜRER YENER

  • İşgalcilere satılan camiler mezarlıklar ve türbeler

    İşgalcilere satılan camiler mezarlıklar ve türbeler

    Vahdettin zamanında para uğruna işgalcilere satılan camiler mezarlıklar ve türbeler

    İşgal yıllarında saray ve hükümet,
    para ihtiyacı için İstanbul’daki ecdad mirasını;
    tarihi camileri, tarihi hamamları, medreseleri,
    hatta mezarlıkları bile işgalcilere satmıştır.
    Bu konudaki belgeleri ortaya çıkaran Atilla Oral,
    Vahidettin’i şu sözlerle anlatıyor:
    “Vahdettin, atalarının emanetine sahip çıkmak isteyen bir padişah değildi.
    Eğer böyle biri olsaydı, ilk önce kültür miraslarına,
    ata yadigârlarına sahip çıkması gerekirdi.
    Hayırsız mirasyediler gibi ne var ne yoksa satıp savurdu.
    Camileri, türbeleri, mezarları dahi sattırdı.
    Mimar Sinan eserlerini yıktırdı.
    İşgal yıllarında Vahdettin’in hissizliği ve
    acımasızlığı sonucu kültür ve sanat varlıklarımız büyük zarar gördü.”
    Osmanlı Devleti, Balkan Savaşı yıllarında para bulabilmek için
    ülke içindeki kaynaklara yönelmiş,
    askeri doyurabilmek için İstanbul’daki bazı gayrimenkulleri satışa çıkarmıştır.
    Taksim Kışlası ve Talimhane Meydanı da satışa çıkarılanlar arasındadır.
    Talimhane ve Kışla 500.000 liraya Fransız sermayeli
    “İstanbul Emlak Şirket-i Osmaniyesi”ne satılmıştı.
    Tarih 7/20 Şubat 1913’ü gösteriyordu.
    1913 yılındaki satış sözleşmesine
    kışlanın içindeki caminin korunması hükmü konulmuştu,
    Fransız şirket 1920’lerde kışla içindeki Taksim Mehmetçik Camii’ni de satın almak istemiştir.
    Daha önceki hükümetlerin ve Padişah Mehmet Reşat’ın
    özellikle satmadığı Taksim Camii’ni Padişah Vahdettin,
    İstanbul Hükümeti’nin Maliye Nezareti Vekili Tevfik Bey imzasıyla
    Fransız şirkete satıldı. (23 Ağustos 1922)
    Maliye Nazırı Vekili Tevfik Bey anılarında
    Taksim Camisi satış sözleşmesine de yer vermiştir.
    Sonuçta Taksim Camii, Padişah Vahdettin’in emriyle
    7000 lira bedelle Fransız sermayeli
    “İstanbul Emlak Şirket-i Osmaniyesi” şirketine satılmıştır.
    Halkın cami satışına tepki göstereceği bilindiği için
    Safraköy’de bir cami inşasına karar verilmiştir.
    Ancak tahmin edileceği gibi bu cami o dönem yapılmamıştır.
    Camii bölge halkının topladığı paralarla ancak 1957 yılında yapılmıştır.
    Vahdettin’in bu sözleşmesi dönemin resmi gazetesi
    Takvim-i Vekayi’de de yayımlanmayarak adeta halktan gizlenmiştir.
    Bu tarihi gerçeklere rağmen Cumhuriyet düşmanları
    “Taksim Camisi’ni İsmet İnönü yıktı!” yalanını söylemekten geri durmadı.
    İşgal yıllarında İstanbul hükümeti ve
    Padişah Vahdettin, Beyoğlu’ndaki Ağa Camii’ni de satmaya kalkmıştır..
    Ancak İleri gazetesi, Ağa Camii’nin satışı için yapılan girişimleri öğrenip
    “Cami Satılır mı? Ağa Camii Etrafında Dönen Dolaplar” başlıklı bir haber yapmıştır.
    Bunun üzerine hükümet, cami arsasının bazı bölümlerini
    gayrimüslim bir şirkete kiraya vermiştir.
    Dönemin gazetelerinden edinilen bilgilere göre,
    cami arsasına apartman inşa edilmesine çalışılmış,
    bu iş için yapılan ihaleyi bir Rum almış.
    Ancak şöyle bir durumu da göz ardı etmemek gerekir;
    Yine İleri gazetesinin 15 Temmuz 1922 tarihli bir başka sayısında
    “Ağa Camii vakfı caminin bitişiğindeki boş arsada
    bina yapıp gelir sağlamak için girişimde bulunmuş”
    ifadelerine de yer veriliyor.
    Haberin nüshasında padişahın adı da geçmiyor.
    Günümüz Vahdettin savunucuları ise tek bir olay üzerinden
    bütün skandalları perdeleme gayretine girişiyor.
    Tüm bunlarla beraber söz konusu cami,
    1937 yılında Vakıflar idaresi tarafından restore edilmiştir.
    Vakıflar idaresi bu yenileme için tam
    22.432,30 lira para harcamıştır.
    1937’de Ağa Camii tamir edildikten sonra caminin önüne,
    “Yurttaş dününü unutma bugünü iyi anlarsın” diye yazılmıştır.

    Atilla Oral’ın hazırladığı “İşgalden Kurtuluşa İstanbul” adlı çalışmada
    tüm bunları tek tek ele almıştır.
    Vahdettin’in sattığı ve kiraladığı eserleri şöyle sıralamak mümkün:
    Taksim Müslüman Mezarlığı’nın 17.000 liraya
    gayrimüslim sermayeli bir elektrik şirketine satılması.
    Ayasofya Camii Şerifi’ndeki mahzenin satılması.
    Laleli’de Sultan Mustafa Han Medresesi’nin önce satılması,
    sonra yıkılması ve yerine Laleli apartmanlarının yapılması.
    Mustafa Ağa Camii Şerifi’nin 1300 liraya Harunaçi Efendi’ye satılması.
    Sultan Mahmut Türbesi karşısındaki iki caminin satılması.
    Üsküdar’da Acıbadem Dergâhı’nın yıkılıp yerine Tramvay Fabrikası’nın yapılması.
    Bahçekapı’da Hamidiye Medresesi ile
    Eyüpsultan’da Mihrişah İmareti’nin ardiye olmak üzere kiraya verilmesi.
    Bereketzade Camii Şerifi’nin satılmasına çalışılması (cami son anda kurtuldu)
    Kasımpaşa-Beyoğlu Müslüman mezarlığının Vahdettin’in kararnamesiyle satılması.
    Mimar Sinan’ın Haseki Sultan Hamamı’nın yıkılması.
    Üsküdar Tahir Efendi Camisi’nin depo olarak kullanılmak üzere Amerikalılara kiraya verilmesi.
    Vakıf çeşmeleri, sebillerin parayı bastırana kiraya verilmesi.

    Yol yapıyoruz diye tarihi Yedikule Surlarının yıkılmaya başlanması.
    Alemdağ ormanlarının satılığa çıkarılması.
    General Harrington’un Taksim Ermeni Mezarlığı’nı futbol sahasına çevirmesi.
    Son padişah için Yıldız Sarayı’ndan kaçarken,
    isteseydi tüm hazineyi ve değerli eşyaları yanında götürürdü derler…
    Evet, Vahdettin hazırlıklarını yaparken kendisinde bulunan
    hazineye ait çok değerli mücevher ve
    kıymetli eşyaları ilgililere tutanakla teslim etmiştir.
    Ancak kendisine ait 3 bin lirayı almıştır.
    Ayrıca Londra’da bankada 20 bin sterlin parasını da kullanmıştır
    (50 bin lira veya 800 kilo altın karşılığı).
    İtalya’nın gözde tatil beldesi San Remo’da oturduğu
    40 odalı köşkün yıllık kirasının 600,
    yanında çalışan hizmetlilerin aylıklarının 10 ile 30 lira arasında olduğu göz önüne alınırsa,
    Vahdettin’in parası ona ömür boyu yeterli idi.
    Vahdettin, 1 Eylül 1921’de kendisinden 42 yaş küçük
    18/19 yaşındaki Nimet Nevzad Hanım ile sarayda
    şaşalı düğün yaparak beşinci evliliğini yaptığında 60 yaşında,
    ilk evliğinden olan kızları Ulviye Sultan 29,
    Sabiha Sultan 27 yaşındaydılar.
    Ülke işgal edilmiş, İstanbul işgal edilmişken
    dillere destan güzelliğe sahip olan Nevzad Hanım’la Vahdettin,
    Boğaz’daki kayık sefalarına çıkar,
    sarayın bahçesinde liseli âşıklar gibi el ele gezintiler yaparlardı.
    Nevzad Hanım San Remo’ya geldiğinde Vahdettin onun için
    yaşadığı villâda bir ziyafet verdi.
    Dairesine bitişik olan daireyi Nevzad Hanım’a tahsis etti.
    Vahdettin’in sefalet içinde ölmesini
    Turgut Özakman şöyle yorumluyor:
    “Biri ötekini tutmayan ifadeler.
    Çoğu inandırıcı değil.
    San Remo’daki villada yaşayan 40 kişinin yiyip içmesi,
    40 odalı köşkün kirası,
    25 kişilik hizmetli kadrosunun aylığı,
    yaver Zeki’nin (Vahdettin’in kayınbiraderi) lükse, kadın ve kumara harcadıkları,
    Vahdettin’in bazı maceracılara yardım için verdiği paralar
    50.000 lira kâğıt para ya da küçük bir cep harçlığı ile karşılamaz.”
    Vahdettin San Remo’da,
    Abdülmecid Efendi ise 55 km ötede
    Fransa’nın Nice kentinde yaşıyordu.
    Ancak iki hanedan üyesi arasında çatışma vardı.
    Irak petrollerinde Osmanlı hanedanının sahip olduğu hisseler bu konulardan biriydi.
    Abdülmecid efendi bu petrol gelirlerinden
    hanedana düşen payı alabilmek için mahkemeye başvurdu
    fakat mahkeme bu payı alabilmesi için
    Irak petrollerinde Osmanlı hanedanının sahip olduğu hisseler bu konulardan biriydi.
    Abdülmecid efendi bu petrol gelirlerinden
    hanedana düşen payı alabilmek için mahkemeye başvurdu
    fakat mahkeme bu payı alabilmesi için
    Vahdettin’in de vekalet vermesi gerektiğini belirtti.
    Abdülmecid Efendi Vahdettin’den vekalet vermesini isteyip,
    Vahdettin de vekalet vermeyince,
    iki hanedan üyesinin arası açıldı ve ölene kadar küs kaldılar.
    Bu arada Irak petrollerinden de 5 kuruş pay alamadılar ne yazık ki.
    Bu küslük öyle bir küslüktü ki,
    Vahdettin öldüğünde San Remo’dan Şam’a getirilip defnedilmişti.
    Abdülmecid Efendi de ölmeden evvel,
    “Beni Vahdeddin’in yanına gömmeyin” şeklinde vasiyet vermiş,
    Medine’ye defnedilmişti…

    ERDEM AVŞAR -TÜRKİYE /TURKISHFORUM – ABDULLAH TÜRER YENER

  • Müzenin kahreden sahipsiz durumu

    Müzenin kahreden sahipsiz durumu

    KKTC de Şht.Albay İbrahim Karaoğlanoğlu Müzesi’nin kahreden sahipsiz durumu

    20 Temmuz Barış Harekatı’nın en zor ilk gecesi. Yavuz Çıkarma Plajı’nın 500 metre doğusu. Henüz tanklar adaya çıkarılamadı..Tank ve zırhlılar eşliğindeki Rum karşı taaruzu ise gelişiyor.
    Makarios’un diş doktoru Yorgacis’in Ayyorgi ( Karaoğlanoğlu) bölgesinde deniz kenarındaki 3 katlı evi Albay İbrahim Karaoğlanoğlu tarafından geçici karargah binası olarak seçilmişti. 50. Piyade Alay Komutanı Piyade Kıdemli Albay İbrahim Karaoğlanoğlu, Hava İrtibat Subayı olarak görev yapan kara Pilot Binbaşı Fehmi Ercan evin kapısı önünde ay ışığı altında harita üzerinde çalışmaktaydı. Sıhhiye er Mustafa Girgin onların az ilerisinde idi. Birden nerden geldiği belli olmayan bir geri tepmesiz top mermisi bulundukları noktayı vurdu. Kapı, arkalarındaki duvar, tavan, yerdeki mermerler paramparça oldu. Beyaz Duvarlar kanları ile kırmızıya boyandı. Üçü de orada şehit oldu. Kara pilot binbaşı Fehmi Ercan 1970-71 döneminde yüzbaşı iken Kıbrıs Türk Kuvvetleri alayına gönderilmişti. Görevi TMT mensupları ile birlikte çalışarak 3 yıl sonra yapılacak harekatta vurulacak Rum hedeflerini belirlemekti
    3 yıl sonra yeniden aynı görevle ve Binbaşı rütbesi ile 6. Kolordu emrinde ileri hava kontrolörü olarak harekata katılmıştı.
    Barış Harekatı sonrası şehitlerimizin anılarını ölümsüzleştirmek için ev müze olarak düzenlendi. 50 metre ilerisinde Rumlardan ele geçirilen tank, zırhlı araç ve askeri kamyonların toplandığı bir açık hava müzesi oluşturuldu. Hemen onun dibinde bir şehitlik yapıldı. Karaoğlanoğlu Şehitliği adı verilen bu şehitlikte Şht.Albay Karaoğlanoğlu ve pilot binbaşı Fehmi Ercan da yatıyor.
    Bir süre önce şht Albay İbrahim Karaoğlanoğlu müzesini gezdim. Gitmez olaydım kahroldum. Müze tamamı ile sahipsiz yıkılmaya terk edilmiş. Sıralar dökülmüş. Zeminde kaymalar ve büyük çatlaklar oluşmuş. Etrafı otlar bürümüş. Denize inen ve bahçede üst kata çıkan merdivenler yıkılmış. 3 şehit verdiğimiz ve müze yapılan her gün onlarca ziyaretçinin geldiği bu müze bu halde mi olmalıydı?
    Böylesine sahipsiz ve yıkılmaya terk edilmiş.
    Müze personel olmadığı gerekçesiyle mesai saatleri dışında ve hafta sonu kapalı.Oysa insanlarımız hafta sonu boş ve çocuklarını ancak hafta sonu müzeye götürebilirler. Turist turları hafta sonu müzeyi ziyarete geliyor. Ne ki müze kapalı.Böylesine bir saygısızlık, gayrı ciddilik, sorumsuzluk olabilir mi? müzelerden sorumlu Bakanlığı bu konuya el atıp bu ayıba bu utanca bu rezilliğe son vermeye çağırıyorum
    Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri Komutanımızın yetkili sivil idare nezdinde gerekli girişimleri yapacağından ve hepimizi üzen bu ayıbı ortadan kaldıracağından eminim

    SABAHATTİN İSMAİL -KKTC / TURKISHFORUM – ABDULLAH TÜRER YENER

  • Kürdistan diyenlerin ihaneti

    Kürdistan diyenlerin ihaneti

    Kürdistan ve Kürt İlleri diyenlerin ihaneti! Kimse Türk’ün yurduna sahip çıkmaya çalışmasın

    7. yüzyıldan itibaren Arap hâkimiyetine giren Diyarbakır,
    11. yüzyılda Türkmen akınlarıyla karşılaşıncaya dek Arap idaresinde kalmıştır.
    Bu yüzyılın sonlarına doğru 1085 yılında Büyük Selçuklu Devleti’nin
    idaresi altına giren Diyarbakır ve çevresi, bundan sonra da sırasıyla
    Artuklular, Eyyubîler, Anadolu Selçukluları, İlhanlı, Timur, Akkoyunlu
    ve Safevî hakimiyetlerinde kalmıştır.
    Nitekim Türkler siyasî ve askerî üstünlüğü sağladıktan sonra
    yöreye hareketli bir sosyo-kültürel yatırım başlatmışlardır.
    Türk kültür ve medeniyeti dinamik bir süreç içinde değişik Türk boyları vasıtasıyla
    Diyarbakır bölgesinde kökleştirilmiş,
    bu nedenle siyasî otoriteyi elinde bulunduranların isim ve
    unvanlarındaki farklılaşmaya rağmen bölgenin Türk kimliği değişmemiştir.”
    (Akgündüz 1998: 65)
    Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun 11. yüzyıldan itibaren Türk boyları ile dolduğu;
    bu yüzden bölgeye Marco Polo ve Josefa Barbara gibi
    Batılı seyyahlar tarafından Turcomania (Türkmen Ülkesi) adı verildiği bilinmektedir.
    Bugün bu yörenin ahalisi Karakoyunlu ve Akkoyunlu Türkmenleri’nin evlatlarıdır.
    (Aka 1998: 185)
    Doğu Anadolu’nun batısında çok sarp ve dağlık bir bölgede bulunan
    Tunceli’nin tarihi de çok eski çağlara dayanır.
    Tunceli’nin ilk sakinleri Orta Asya’dan gelen Türk kavimleridir.
    Tunceli’nin tarihi Orta Asya asıllı Türk kavimleriyle başlar.
    Daha sonra da Anadolu’da ilk siyasi birliği kuran
    Hitit Türkleri bu bölgeyi kendi sınırları içine dâhil ettiler.
    Hititler iktidar ve iç savaşlarla zayıflayınca sırasıyla
    Hurriler, Babiller ve Asurlar bu toprakları hâkimiyetleri altına aldılar.
    M.Ö. 6 ve 4. Asırda Türk kavmi olan Medler ve onların yerine geçen Persler
    bu bölgeyi ele geçirdiler.
    Medler M.Ö 4500 yıllarında bir Türk boyu olduğu tarihi gerçeklere dayanan
    Sakalardan ayrılarak bugünkü Azerbaycan bölgesinde Mata (Mada) adındaki önderlerinin başkanlığında bir beylik olarak tarih sahnesine çıkmışlardır.
    Daha sonra Bizanslılar, doğudan gelecek akınlara karşı çok sarp dağlık ve tabiî bir kale durumu arz eden Tunceli bölgesine büyük önem verdi.
    Bizans İmparatorlarından Leon Çimişkes, bu bölgede doğdu ve gençliğini burada geçirdi.
    Bizans İmparatoru olunca doğduğu köyü imar edip büyük bir şehir hâline getirerek,
    “Çimişkesopolis” ismini verdi. Bugün bu şehir “Çemişgezek” ismiyle anılır.
    26 Ağustos 1071 Malazgirt Zaferinden sonra Alparslan’ın komutanlarından Saltık bin Ali Kasım tarafından fethedilerek merkezî Erzurum’da bulunan
    Saltık Oğulları Türk Beyliğine katıldı.
    1201’de Saltık Oğulları Türk Beyliği, Anadolu Selçuklu Devleti tarafından kaldırılınca
    Tunceli, 1252 yılına kadar merkezi Erzincan’da bulunan
    Türkmen Mengücükoğulları Türk Beyliğine ve bir ara Artukoğulları Türk Beyliğine dâhil oldu.
    Mengücükoğulları Türk Beyliğine son verilince bu bölge
    Türkiye Selçuklu Devletine ve başşehir Konya’ya bağlandı.
    Moğol istilâsında tahrip ve yıkımdan, arazinin sarplığı sebebiyle kurtulunca
    bazı Türk boyları bu emniyetli bölgeye göç ettiler.
    Bölge halkının aslı bir yandan da Horasan’dan gelen Türk boylarıydı.
    Buradaki Türk boyları Çemişgezek Beylerinin sesini duyurmaya başladılar.
    Celaleddin Harzemşah bu bölgede bir şaki tarafından öldürüldü.
    On üçüncü asır sonlarında İlhanlılar, sonra da Celayirliler, Timurlular, Karakoyunlular ve Akkoyunlular bu bölgeye hâkim oldular.
    İran Safevi Şahı İsmail, bölgeyi ele geçirmek için bu havalide yoğun bir Şiî propagandası başlattı ve
    bu bölgeyi Hacı Rüstem Bey, Şah İsmail’in temsilcisi, Nur Ali’ye teslim etti.
    İsmail’in Anadolu’yu ele geçirme plânını daha Trabzon Valiliği esnasında müşahede eden
    Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail’e karşı sefere çıktı ve
    Çaldıran Zaferini kazanarak bu bölgeyi 1514’te Osmanlı Devleti’ne dâhil etti.
    Hacı Rüstem Bey idam edildi ve oğlu Pir Hüseyin Bey’in cesaret ve
    dinine bağlılığını takdir ederek kendisine Çemişgezek Beyliği verildi.
    Pir Hüseyin Bey derhal Nur Ali ile mücadele ederek Nur Ali’yi ve kuvvetlerini yendi.
    Pir Hüseyin Bey’in ölümünden sonra Çemişgezek,
    4 sancak ve 14 zeamete ayrılarak oğulları arasında Kanuni Sultan Süleyman tarafından taksim edildi.
    Bu dört sancak Çemişgezek, Pertek, Sağman ve Mazgirt’tir.
    Birinci Dünya Savaşı’nda Ruslar, Pülümür’e kadar ilerlemişlerse de
    Türklerin kahramanca direnişi karşısında çok zayiat verdiler.
    Bu çarpışmalarda Rus ölüleriyle dolan dereye “Leş Deresi” denir.
    Rus birlikleri bölgedeki Türk halkının kahramanca mücadele ve
    direnişi karşısında geri çekilmek zorunda kaldılar.
    Cumhuriyet’in ilanının ardından Tunceli ili 30 Aralık 1946’da resmileşti.
    Şeref Han’ın Şerefname’de açıkça belirttiği gibi Çemişgezek hükümdarları çocukları isimleri,
    kendi isimleri hepsi Türk’tür ve Türkçe Melkişi, Şah Melik, Melik Şah demektir.
    “Bunların Kürtlükle hiçbir ilgisi yoktur” diyerek altını çok belirgin olarak çizmiştir.
    Şeref Han Tuncelililerin etnik kimliği konusunda tarihsel gerçekleri ortaya koymaktadır.
    Kars, Türk yurdudur.
    Bölge nüfusu kendinin nereden geldiğini aslını çok iyi bilir.
    Şanlı Urfa, tarihsel olarak Türk kültürüyle harmanlanmış bir şehirdir.
    Yavuz döneminde Kürt beylikleri İdris-i Bitlisi sayesinde
    Osmanlı’ya katılırken Urfa’da Türkler yaşıyordu.
    Urfalılar Kerkük Türkmenleriyle de akrabadır.
    Alaaddinli, Didanlı, Picanlı, Bazaki, Açarlı, Karakeçili, Döğerli, İzollu, Badıllı, Türkan aşireti gibi
    bölgede etkin Türkmen aileler mevcuttur.
    Bölge insanı ile bu aşiretlerin etkisi ile Milli Mücadele döneminde
    Şanlı Urfa’dan Fransızları kovmuştur.
    Antep ve yöresi, MÖ 1800 ve MÖ 1200 yılları arasında
    Hitit (Eti) Uygarlığı’nın merkezi olmuştur.
    Hitit Devleti’nin parçalanmasından sonra bölgede bir süre Kargamış Krallığı hüküm sürmüş;
    daha sonra sırasıyla Urartular, Asurlar, Medler, Persler, Büyük İskender, Selokidler ve Konmagene Krallıkları hüküm sürmüşlerdir.
    1040 yılındaki Dandanakan Savaşı’na kadar bölge,
    pek çok egemenlik mücadelesine sahne olmuş ve sürekli el değiştirmiştir.
    Ayrıca bu tarihten itibaren bu topraklara kimi Türk boyları gelmeye başlamış ve
    1067 yılında Antep çevresine ilk Selçuklu fetihlerinin gerçekleştirilmesiyle
    bölgede çok daha etkin bir Türkmen yerleşmesi başlamış olup bu tarihlerde
    Antep yöresi tam bir Oğuz yurduna dönüşmüştür.
    (Güngör, 2004: 24)
    Daha hangi şehri anlatayım?
    Musul’un, Kerkk’ün Türk yurdu olduğundan kimin ne şüphesi var?
    Anadolu baştan başa Türk yurdudur.
    “Kürdistan” safsatası ya da “Kürt İlleri” söylemine sığınmak bu ülkeyi bölmenin
    piyonu olmaktan öte bir şey değildir.
    Hangi ilin altını kazarsan kaz bulacağınız Türktür, Türk kültürüdür, Türk kanıdır.
    Yıllarca Kürtlük adına adı ön plana atılan sanatçı İlyas Salman bile,
    Flash Haber TV’de yayınlanan Hafta Sonu Haberleri adlı programda
    Kürt olmadığını, Türkmen Alevisi bir aileden geldiğini şöyle belirtmişti:
    “Halbuki Kürt değilim.
    Ben Türkmen Alevisi bir ailenin çocuğuyum.
    Türkmen kökenliyim.
    Filmlerde yarı bozuk Kürtçe Türkçesini kullandığım için,
    yani bozuk bir Türkçe kullandığım için Kürt olarak nitelendirildim ya da öyle anlaşıldım.
    Kürt olsaydım da Kürtlüğümle onur duyardım.
    Şimdi Türkmenliğimle onur duyuyorum.”
    Bölgede yaşayan insanımızın çoğu da bu durumda.
    Türk olduğunun farkında bile değil.
    Yavuz Sultan Selim döneminde bölgedeki Türklerin katledilmesinin ardından
    Türkler ya sinmiş, Türklüklerini unutmak zorunda kalmışlar
    ya da uzun yıllar ilmik ilmik işlenen asimilasyona maruz kalmışlardır.
    Anadolu’nun ne zamandır Türk olduğunu,
    ne kadar Türk olduğunu önceki yazılarımda ele almaya çalışmıştım.
    Kimse ırk düşmanlığı yaptığımı bir başka ırkı yok saydığımı da düşünmesin.
    Demem o ki; kimse Türk’ün yurduna sahip çıkmaya çalışmasın!..

    ERDEM AVŞAR- YENİÇAĞ / TURKISHFORUM – ABDULLAH TÜRER YENER