Yazar: A.Türer YENER

  • Sakarya Meydan Muharebesi

    Sakarya Meydan Muharebesi

    Sakarya Meydan Muharebesi (23 Ağustos-13 Eylül 1921)

    Sakarya Meydan Muharebesi, Türk milleti için bir ölüm kalım mücadelesi olmuştur. Bu meydan muharebesi, Türk ordusunun taktik geri çekilmeleri bırakıp büyük çaptaki bir geri çekilme sonunda stratejik savunmayı uygulamaya koymasının en güzel örneklerinden birisidir. Birinci ve İkinci İnönü Muharebelerinde yenik duruma düşen Yunanlılar, Kütahya-Eskişehir Muharebelerindeki (10 – 24 Temmuz 1921) başarılarından elde ettikleri moral ve İngilizlerin de teşvikiyle Anadolu’da ilerlemelerine devam etmek ve Ankara Hükûmetini zor duruma sokmak istemişlerdir. Esasen İngiliz Başbakanı Lloyd George’un İngiltere Parlamentosunda “Millî Türk Kuvvetlerini yenmiş bulunan Yunanistan’ın Sevr Anlaşması esaslarıyla yetinemeyeceği” şeklindeki kışkırtıcı vaatleri de Yunanistan’ı bu konuda cesaretlendirmiş ve barışa değil taarruza teşvik etmiştir. Yunan Genelkurmayı, Sakarya Nehri’nin doğusuna çekilen Türk ordusuna son darbeyi vurmak için bütün hazırlıklarını tamamlayıp harekete geçmiştir. Öte yandan, Kütahya-Eskişehir Muharebelerinden sonra askerî mevcudunun ve silah gücünün önemli bir kısmını kaybetmiş olan Türk ordusu da kesin sonuç alınabilecek bir meydan muharebesi için tüm birliklerini Sakarya Nehri’nin doğusunda, yaklaşık olarak 100 km genişliğinde bir cephe hattında toplamıştır.

    Batı Cephesi Komutanlığı birliklerinin Kütahya, Eskişehir ve Af­yon­ka­rahisar gibi şehirlerle birlikte geniş bir arazi kesimini düşmana bırakarak Sakarya Nehri’nin doğusuna çekilmesi, kamuoyunda ciddi bir moral bozukluğu yaratmış ve bu durum TBMM’de de çok sert tartışmalara neden olmuştur. 23 Temmuz – 5 Ağustos 1921 tarihleri arasında oldukça sıkıntılı bir dönem geçiren Türk tarafı, Mustafa Kemal Paşa’yı 5 Ağustos 1921’de TBMM’de kabul edilen 144 sayılı kanunla ve geniş yetkilerle üç ay süre ile Başkomutanlık görevine getirmiştir. (bk. Başkumandanlık Kanunu) Mustafa Kemal Paşa, verilen bu geniş yetkilere dayanarak 7-8 Ağustos 1921’de “Tekâlifi Milliye Emirleri”ni yayımlayarak orduyu personel, silah, malzeme ve araç-gereç bakımından güçlendirmeye çalışmıştır. Zira Türk ordusu Sakarya Meydan Muharebesi öncesinde bir yokluk ve yoksulluk savaşı da vermektedir. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, Sakarya Meydan Muharebesi öncesinde cephe faaliyetleriyle ilgilenirken üzücü bir kaza geçirmiştir. Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa ile 12 Ağustos 1921’de cephe durumunu yakından görmek, sevk ve idarede daha etkili olmak gayesiyle Ankara’dan Polatlı’ya hareket eder, cepheye varınca savunma mevziinin rahatça görüldüğü Polatlı güneyindeki Karadağ’a çıkmıştır. Buradan arazi ve mevzi durumunu görüp inceledikten sonra geri dönmek üzere atına bindiği sırada, atın ürkmesi nedeniyle düşerek bir kaburga kemiğini kırmış, tedavi olmak üzere Ankara’ya dönmek zorunda kalmıştır. Doktorların istirahat tavsiye etmelerine rağmen çok kısa bir süre sonra 17 Ağustos 1921’de görevinin başına dönen Mustafa Kemal Paşa hemen Başkomutanlık karargâhını kurmuştur. Ağustos ayı ortalarına doğru yapılan yeni düzenlemeye göre Türk Ordusu’nun konuş ve kuruluş durumu şu şekildedir: Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa’dır. Başkomutanlık Karargâhı Ankara’dadır. Batı Cephesi Komutanlığı, Yunan taarruzuna karşı, kuvvetlerini Sakarya Nehri doğusunda yedi grup (kolordu) hâlinde konuşlandırmıştır. Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa’dır ve karargâhı Ankara-Polatlı arasında yer alan Alagöz’dedir. Savaşın hemen öncesinde Türk kuvvetlerinin durumu şöyledir: 96.326 er, 5.401 subay, 54.572 tüfek, 825 makinalı tüfek, 196 top, 1.309 kılıç, 32.137 hayvan, 1.284 araba ve 2 uçak.

    Yunan kuvvetlerinin durumu da şöyledir: 120.000 er, 3.780 subay, 57.000 tüfek, 2.768 makinalı tüfek, 386 top, 1.350 kılıç, 3.800 hayvan, 600 adet 3 tonluk kamyon, 240 adet 1 tonluk kamyon, 18 uçak.

    Mustafa Kemal Paşa’nın Başkomutanlık görevine getirilmesinden sonra Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa ile Kolordu Komutanları arasında 15 Ağustos 1921 tarihinde bir durum değerlendirmesi yapılarak sonuç Başkomutana sunulmuş, böylelikle bir harekât planı ortaya çıkmıştır. Türk ordusu, 100 km’ye ulaşan cephe genişliği ve 25 km’ye yakın bir derinlik içerisinde arazinin önemli noktalarına yerleşerek ve Sakarya’yı bir engel hâlinde önüne alarak savunmayı oynak olarak idare etme kararını almıştır. Bu savaşa kadar savunmalar; orduların bir hat üzerinde yerleştirilmesi, bu hatta başarılı olunamazsa hep birlikte geride başka bir hatta çeki­lme biçiminde cereyan etmiştir. Ancak Mustafa Kemal Paşa, 26 Ağustos 1921’de “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır.” emrini vermiş böylece hat taktiği bırakılarak çekilmek zorunda kalan birliklerin tutunabildikleri ilk yerde savunmaya devam etmeleri, diğerlerinin ise bulundukları mevzileri bırakmamaları sağlanmıştır. Gerçekten de bu safhada verilen mücadele olağanüstüdür. Açılan her gediği kapatmak için 70 km’yi bulan zorlu yürüyüşlerle birlik kaydırmaları yapılır. Her gelen asker, ertesi sabah çelikten bir kale hâlinde düşman karşısına çıkmış, vuruşup şehit olmuş fakat vatanın savunulmasına devam edilmiştir. Mustafa Kemal Paşa bu muharebe için “Sakarya melhame-i kübrası” yani kan gölü, kan deryası demiştir. Yunanlar, Türk kuvvetlerini 23-30 Ağustos 1921 tarihleri arasında bütün imkânlarıyla zorlamalarına rağmen kuşatıp imha edemeyince kuvvetlerinin büyük kısmıyla Türk cephesini merkezden Haymana istikametinde yarmak istemişlerdir. 6 Eylül 1921 tarihine kadar da bunun için uğraşmışlar fakat başaramayınca bulundukları hatlarda savunmaya karar vermişlerdir. Ancak 10 Eylül’de başlatılan genel karşı taarruzla buna da engel olunmuştur. Bu muharebeler sırasında Meclisin de taşınması gündeme gelmiştir. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, Millî Savunma Bakanı Refet Paşa’ya 26 Ağustos akşamı gönderdiği telgrafta; muharebelerin Ankara’ya kadar intikal etmesi ihtimali olduğunu, her türlü ihtimale karşı Meclisin ve Bakanlar Kurulu’nun ilk merhale olarak Yahşihan üzerinden Keskin’e, oradan da zorunluluk hâlin­de Kayseri’ye naklinin gerekli olabileceğini bildirir. Ertesi gün çekilen başka bir telgrafla da bu taşınma emri durdurulmuştur. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’nın yönetiminde, Türk milletinin kanıyla yazılan ve dünya harp tarihine “en uzun meydan muharebesi”, Türk İstiklal Harbi tarihine de “subay muharebesi” diye geçen Sakarya Meydan Muharebesi aralıksız 22 gün devam etmiş ve 13 Eylül günü Yunanlıların Sakarya Nehri’nin batısına atılmasıyla sona ermiştir. Bundan sonra Takip harekâtı başlamıştır. Sakarya Meydan Muharebesi’nin askerî sonuçları bakımından Türk tarafına çok önemli katkıları olmuştur. Sakarya Zaferi ile inisiyatif Türk ordusuna geçmiştir. Sakarya Muharebeleri, Türk ordusunun moralini ne kadar yükseltmiş ise Yunan ordusunun moralini de o derece bozmuştur. Önce Sakarya Nehri’nin doğusu, sonra da Afyonkarahisar – Eskişehir hattına kadar olan vatan toprakları Yunanlılardan temizlenmiştir.

    Savaş sonunda tarafların kayıpları da şu şekildedir:

    Türkler: 5.713 şehit, 18.480 yaralı, 828 esir ve 14.268 kayıp.

    Yunanlılar: 3.758 can kaybı, 18.955 yaralı, 354 kayıp.

    Sakarya Meydan Muharebesi sonucu, askerî harekât yön değiştirmiştir. Sakarya Muharebesi sonuna kadar stratejik savunma yapılırken Sakarya’dan sonra stratejik taarruza dönülmüştür. Zira Yunan ordusu stratejik saldırı yapma gücünü kaybetmiştir. Sakarya Zaferi, Büyük Taarruz (26 Ağustos 1922) ve Başkomutan Meydan Muharebesi’nin (30 Ağustos 1922) hazırlıkları için gerekli zamanı kazandırmıştır. Sakarya Zaferi’nden sonra vefa duygusu ile dolu olan Türk milleti, Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’ya TBMM aracılığıyla 19 Eylül 1921 tarihinde Gazi unvanı ve Mareşal rütbesini vermiştir. Anadolu’ya geçme planı olan Enver Paşa’nın ümidi kırılmış, içeride muhalefetin etkisi azalmıştır. Sakarya Meydan Muharebesi’nin askerî sonuçları yanında siyasi sonuçları da Türk milleti için çok önemli kazanımlar sağlamıştır. Sakarya Zaferi’nden bir ay sonra, 13 Ekim 1921 günü Bolşevik Hükûmetinin aracılığıyla Ankara Hükûmeti ile Güney Kafkas Cumhuriyetleri arasında Kars Antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşmayla; Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan daha önce yapılan Moskova Antlaşması’nı kendileri için de geçerli saymışlardır. Böylece Türkiye’nin doğu sınırları kesinlikle güvenlik altına alınmıştır. Fransa, Sakarya Zaferi’nden sonra bekle – gör tutumunu bırakarak İtilaf Devletleri’nden kopmuş ve TBMM Hükûmeti ile 20 Ekim 1921’de Ankara Antlaşması’nı imzalamıştır. Bu antlaşma ile Fransa tarafından Hatay-İskenderun dışında bugünkü güney sınırımız tanınmıştır. Güney Cephesi güvenlik altına alındığından oradaki Türk birlikleri de Batı Cephesi’ne kaydırılmıştır. Batı Anadolu’daki Yunan egemenliğini hiçbir zaman kabullenemeyen İtalyanlar ise Sakarya Zaferi’nden sonra 1921 yılı sonuna kadar işgal ettikleri yerleri boşaltmışlardır. Sakarya Zaferi, İngiltere’yi de TBMM Hükûmetini tanımaya zorlamış ve 23 Ekim 1921’de “Tutsakların Serbest Bırakılması Anlaşması” yapılmıştır. Anlaşmaya göre; İngilizler ellerinde bulunan Birinci Dünya Savaşı tutsağı Türk komutanları ile Malta Adası’na sürdükleri Türk devlet adamları ve aydınlarını, Türkler de Mustafa Kemal Paşa’nın tutuklattırdığı Anadolu’da bulunan İngiliz uyrukluları serbest bırakmışlardır. 2 Ocak 1922’de Türkiye-Ukrayna arasında bir dostluk antlaşması imzalanmış, bu antlaşma ile Ukrayna’nın yanı sıra Türkiye ile Sovyet Rusya arasında yakın dostluk ve temas geliştirilmiştir.

    Sakarya Zaferi, İtilaf Devletlerinin Yunanlılara güvenini azaltmış, bu devletler Sevr Anlaşması ile kendilerine sağlanan çıkarları tekrar silahlı çatışmalara girmeden diplomasi yoluyla koruma çabası içine düşmüşlerdir. İtilaf Devletleriyle yapılan bu siyasi anlaşmalar Sevr Anlaşması’nın da geçerliliğini yitirmesi sonucunu doğurmuştur. Türk ordusunun Sakarya Meydan Muharebesi’ni kazanması, Yunan dış politikalarında da köklü değişikliklere sebep olmuştur. Sakarya’dan sonra, Yunanlıların “Ankara’nın alınması” ve “Büyük Bizans’ın kurulması” gibi düşleri Sakarya’nın sularına gömülecektir. Hatta, Batı Anadolu’daki isteklerini bile unutmuş görünüp bu kez yerli Rumların kuracağı bağımsız bir “İyonya Devleti” görüşüne ağırlık vererek, Avrupa’da bu görüşe destek arayacaklardır. Milli Mücadelenin en önemli askeri olaylarından biri olan Sakarya Zaferi ile, 1683 Viyana kuşatmasından beri devam eden Türk çekilişi burada durdurulmuş, bundan sonra Türk ilerleyişi başlamıştır.

    Orhan YÖNEY – KAYNAKÇA Genelkurmay ATASE Başkanlığı Arşivi; İstiklal Harbi Koleksiyonu / TURKISHFORUM – ABDULLAH TÜRER YENER

    .

  • YUNAN YAYILMACILIĞI

    YUNAN YAYILMACILIĞI

    YUNAN YAYILMACILIĞI DURMADAN NORMALLEŞME, YAYILMACILIĞI TEŞVİK EDER.

    Yunanistan, Türkiye ile dostluğun temelini teşkil eden Lozan Anlaşmasını defalarca ihlal etti, ediyor…
    Adalar Denizi’nde kara sularını 3 milden 6 mile çıkardı, yetmedi, 6 milin üzerine çıkarmak için fırsat kolluyor. Hedefi 12 mile çıkarıp, Adalar Denizi’ni bir Yunan gölü haline getirmek…
    Buna, paralel olarak, Adalar Denizi’nde hava sahasını kapatmaya çalışıyor….
    Durup dururken FIR Hattı sorununu da yarattı…
    Seville Üniversitesi’ne yaptırdığı uyduruk harita ile Türk kıta sahanlığını gasp etti. Türkiye’yi Antalya Körfezi’ne hapsetmek ve denizlerdeki doğal kaynaklara el koymak istiyor. Kıta sahanlığımız içindeki Türk balıkçılara hedef gözeterek ateş açıyor…

    Türkiye sınırları içindeki 18 adamıza asker çıkararak işgal etti, garnizon kurdu.
    Adalar Denizi’nde askersizleştirme şartı ile devredilen birçok adayı askeri üslerle doldurdu.

    Adalar Denizi’nde, egemenliği anlaşmalarla Yunanistan’a devredilmeyen ada, adacık ve kayalıkların Yunanistan’a ait olduğunu iddia ederek sahipleniyor…
    Lozan Anlaşması ile korunan Batı Trakya’daki Türk azınlığının, kendini “Türk” olarak tanımlaması dahil, “Türk” kimliği ile örgütlenmesi, kendi müftüsünü seçmesi yasak.. Türk okullarının büyük çoğunluğu kapatıldı, mezarlıklar tahrip ediliyor, konut yapmaları, arazi almaları, işyeri açmaları binbir yöntemle engelleniyor. En temel insan hakları yok ediliyor. Açılan davalarda AİHM’in Türkler lehine verdiği kararlar uygulanmıyor..

    KIBRIS VE LİBYA

    Lozan Dengesinin teşmil edildiği 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’ni İLHAK etmek için, 100 yıldır süren bir ENOSİS VE İŞGAL Harekatı başlattı. 1964’de adaya gizlice 20 bin Yunan askeri çıkardı, yüzlerce Türkü katlederek adayı kan gölüne çevirdi, 15 Temmuz 1974 ‘de kanlı ENOSİS DARBESİ yaptı. Baf’ta Andreas Papandreu hava üssü, Terazi’de deniz üssü kurdu, Rum yönetimi ile ORTAK ASKERİ DOKTRİN anlaşması imzalayarak, Kıbrıs’ı Yunan savunma alanına dahil etti. 20 binden fazla Yunan askerini ve komandosunu Güneyde konuşlandırdı.
    Doğu Akdeniz ile hiçbir coğrafi bağlantısı olmamasına karşın, Rum yönetimi ile birlikte Doğu Akdeniz’deki doğal kaynakları gasp etmek için çalışıyor, bu amaçla, İsrail, Mısır, ABD, Fransa ile ittifaklar kurdu, bölgede askeri tatbikatlar yapıyor. Doğu Akdeniz’de Türkiye’yi dışlayıp, tecrit etmeye çalışıyor.
    Libya ile Türkiye’nin yaptığı kıta sahanlığı anlaşmasını yok etmek için baskı, tehdit, şantaj politikası izliyor. Meşru hükümet karşıtı güçlere destek veriyor.
    Batı Trakya’yı ve askersizleştirme kapsamındaki adaları ABD üsleri ile doldurarak Türkiye’yi kuşattı. ABD ve Fransa’dan aşırı derecede saldırı silahı alıyor.

    Türkiye’nin 30 Ağustos Zafer Bayramını kutlamasına bile karşı çıkıyor. Kutlama, mesajı gönderen ülkeleri ve kuruluşları protesto ediyor.
    Kurtuluş Savaşımızda, işgal ettikleri Anadolu’da uğradıkları yenilgiyi “KÜÇÜK ASYA FELAKETİ” olarak niteliyor. 14 Eylül’ü sözde “KÜÇÜK ASYA SOYKIRIMI ANMA GÜNÜ”, 19 Mayıs’ı sözde “PONTUS SOYKIRIMINI ANMA GÜNÜ”, 24 Nisan’ı sözde “ ERMENİ SOYKIRIMINI ANMA GÜNÜ” ilan eden yasalar çıkardı ve her yıldönümünde Türkiye’ye karşı nefret kusuyor…
    Başta ABD ve AB olmak üzere birçok ülkede, Türkiye aleyhine düşmanca propaganda yapıyor…Türkiye’nin AB üyeliğinin ilerleyişini engelleyerek isteklerini almak için şantaj yapıyor… Türkiye’ye silah ambargosu konması, F-16 satışlarının ve modern askeri teçhizatın satılmaması için yoğun çaba harcıyor.

    ERDOĞAN’IN TEPKİSİ

    Nitekim bunca düşmanlık yetmemiş gibi, Mayıs 2022’de ABD’ye yaptığı ziyareti bütünüyle Türkiye düşmanlığı üzerine bina eden Yunanistan Başbakanı Miçotakis, ABD Senatosu’nda yaptığı konuşmada, Türkiye ‘ye F-16 uçaklarının satılmamasını isteyince bardağı taşırdı.
    24 Mayıs 2022’de buna sert tepki gösteren CB Erdoğan, “BENİM İÇİN ARTIK MİÇOTAKİS DİYE BİRİ YOK” diyerek şöyle konuştu:

    – “ Biz bu yıl ORTAK STRATEJİK KONSEY toplantısı yapacaktık. ARTIK BENİM İÇİN MİÇOTAKİS DİYE BİRİSİ YOK. Kendisiyle böyle bir görüşmeyi yapmayı asla kabul etmiyorum. Çünkü biz sözünde duracak, şahsiyeti, onurlu, siyasetçiler ile yola gideriz. Bundan sonrasını Miçotakis kendi düşünsün. Kimlerle görüşecekse, kimlere nasıl üsler kurduracaksa, buyursun kurdursun. Biz bize yeteriz. F-16 konusunda da ABD herhalde Miçotakis ‘in ağzına bakarak karar vermeyecektir. Kötü siciliyle her iki ülkede de hala devam eden Türkiye karşıtı yaklaşımlar kabul edilemez…. “
    CB Erdoğan ‘ın bu çok haklı tepkisinden sonra, yıllardır hiçbir sonuç üretmemesine karşın sürdürülen İSTİKŞAFİ GÖRÜŞMELER kesildi. Planlanan YÜKSEK DÜZEYLİ İŞBİRLİĞİ TOPLANTISI (YDİK) yapılmadı.

    ARKASI GELMEDİ

    Buna karşın Türk sondaj gemileri, Sevilla haritası dışında ve Doğu Akdeniz’de Türkiye-KKTC kıta sahanlığı içinde sondaj yapmadı. Sondajlar, Yunanistan ve AB’ın dayattığı şekilde Antalya Körfezi içinde kaldı. .
    Türk hava kuvvetlerinin kıta sahanlığımız, hava sahamız ve uluslararası sular üzerinde yaptığı ve Yunanistan’ın itiraz ettiği tüm uçuşlar da durduruldu.
    Ne ki 6 Şubat depremi ile birlikte herşey bir anda değişti.

    Yunanistan’ın yukarıda anlattığım yayılmacı, saldırgan, düşmanca politikaları nedeniyle daha birkaç ay öncesine kadar kopmuş olan tüm diyalog, ABD ve AB’ın da devreye girmesiyle yoğun bir “DEPREM DİPLOMASİSi”ne evrildi.
    Yunanistan işgal ettiği 18 adamızdan çekilmeden, askersizleştirme şartı ile kendisine verilen adalardaki askerleri geri çekmeden, egemenliği anlaşmalarla devredilmeyen ada, adacık ve kayalıklardaki işgaline son vermeden, kıta sahanlığımızdaki hak iddialarını ve Libya ile yaptığımız deniz yetki alanlarını sınırlandırma anlaşması aleyhindeki faaliyetlerini durdurmadan, Batı Trakya Türklerine yaptığı baskıları sonlandırmadan, bu yöndeki AİHM kararlarını uygulamadan, uyduruk Sevilla haritası dayatmasından vaz geçmeden, “DEPREM DİPLOMASİSİ “ diyerek gasp ettiği herşeyin üstüne oturmuş durumda.

    Nitekim, “ Yunanistan’ın, Türkiye ile MEB ve kıta sahanlığı dışında hiçbir sorunu yok, bunun için de LAHEY ULUSLARARASI ADALET DİVANI’NA GİDELİM” diyorlar.
    Çünkü bu mahkemenin, emperyalist ülkelerin isteği doğrultusunda, kendi lehine, siyasi bir karar vereceğinden çok emin.
    Yunan yayılmacılığı, işgaller ve emrivakiler son bulmadan ilişkilerin normalleştirilmesi, aldıklarının yanına kalmasına ve yayılmacı politikasında daha fazla cesaretlenmesine neden olacaktır.
    Bakalım bu uyduruk “DEPREM DİPLOMASİSİ” Kıbrıs’a nasıl yansıyacak?
    Bu konuyu da yarın değerlendireceğim

    SABAHATTİN İSMAİL -KKTC (KUZEY KIBRIS TÜRK CUMHURİYETİ ) / TURKISHFORUM- ABDULLAH TÜRER YENER

  • FES’İN OSMANLI’YA GELİŞİ

    FES’İN OSMANLI’YA GELİŞİ

    BİZANS BAŞLIĞI OLAN FES’İN OSMANLI’YA GELİŞİ

    Son zamanlarda ”Fes”i Osmanlı’nın icadı zannedip, özellikle Cumhuriyet karşıtı şahısların günümüzde taktığına şahit oluyoruz.

    Ne yazık ki bu şahıslar fesin tarihini, nereden geldiğini bilmedikleri için bunu takıyorlar.

    Atatürk’ün şapka kanununa da batı taklidi diyerek, Bizans ve İskoç Bağlığı olarak bilinen fesi takmaları oldukça komik bir durum.

    Elbette yeniliklere karşı değiliz, fakat ”batıdan alınan şapkayı bize zorla taktırdılar” deyip, batıdan alınan fesi takmaları ve bunu savunmaları cehaletten Cumhuriyet düşmanlığından başka bir şey değildir.

    Bizans başlığı olan fesi halka takma zorunluluğu getiren Osmanlı Padişahı’nı eleştirmeyip, sırf Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığı yapmak için Şapka Devrimini eleştiriyorlar.

    Madem batıdan gelen bir şeyi batı taklitçiliği olarak görüyorsunuz o zaman Osmanlı’ya batıdan gelen fesi neden eleştirmiyorsunuz?

    Şimdi kısaca fesin tarihini ve Osmanlı’ya gelişini aktaralım.

    FES’İN OSMANLI’YA GELİŞİ

    Her şeyden önce fesin Müslümanlıkla hiçbir alakası yoktur.
    Fesi ilk kullananlar da, fesi üretip Osmanlı’ya satanlar da Müslüman değildir!

    Fes Osmanlı Devleti’nin geleneksel şer’i yapısı değişmeye, devlet Batılılaşmaya başladığı bir dönemde 19. yüzyılın başında reformist (yenilikçi) Osmanlı Padişahı II. Mahmut tarafından bir reform, bir modernleşme adımı olarak kullandırılmaya başlanmıştır.

    II. Mahmut Kaptan Hüsrev Paşa’nın Kalyoncu askerlerine giydirdiği TUNUS FESLERİNİ beğenerek devlet mamurlarının da aynı başlığı kullanmasını istemiştir.

    II. Mahmut 1826’da Yeniçeri Ocağı’nı kaldırdıktan sonra kurduğu Asaker-i Mansure-i Muhammediye ordusuna da fes giydirmiştir.
    1829’dan itibaren din adamları ve kadınlar dışındaki herkesin fes giymesini zorunlu kılmıştır.

    1832’den itibaren neredeyse herkes fes giymeye başlamıştır.

    II.Mahmut, devlet memurlarına fes kullanımını zorunlu tuttuğunda dönemin yobazları
    — “Sarığımızı çıkartmayız!”,
    — “Bu ecnebi başlığını kabul etmeyiz!”
    — “Kahrolsun fes!”

    diye bağırarak fesin gavur başlığı olduğunu belirterek, fes takmayı reddetmişlerdir.

    Bunun üzerine II. Mahmut fesin “dinen caiz olduğunu” belirten fetvalar yayınlatmak zorunda kalmıştır.

    Çok daha önemlisi Fes gerçekte bir Ortaçağ BİZANS-YUNAN BAŞLIĞI’dır.

    Yeniçağ’da Avrupa’da İSKOÇ BAŞLIĞI olarak da kullanılmıştır.

    Demetrius Chalcocondyles (1423-1511) Yunanistan’da 15 ve 16. yüzyılda kullanılan ilk fesler.

    Aslına bakılacak olursa II. Mahmut’un fes reformunun tek nedeni modernleşmek değildir.

    Bu durumun pek bilinmeyen çok ilginç bir nedeni daha vardır.

    ŞÖYLE Kİ :

    1. Mahmut bilindiği gibi 1838 tarihli Balta Limanı Ticaret Antlaşması’yla İngilizlere çok geniş ekonomik ayrıcalıklar vermiştir.
    Bu ayrıcalıklardan biri de İngiliz üretimi feslerin Osmanlı topraklarına pazarlanmasıdır.

    II. Mahmut daha bu anlaşmayı imzalamadan önce 1832’de fes giyilmesini zorunlu kılarak İNGİLTERE’DEN İTHAL EDİLEN FESLERE OSMANLI’DA BİR PAZAR YARATMIŞTIR.

    Osmanlı Devleti İngilizler dışında Avusturya-Macaristan’dan da fes satın almıştır bir dönem.

    1908’de Avusturya, Bosna-Hersek’i ilhak edince İstanbul’da Osmanlı Botkotaj Cemiyeti Avusturya feslerini protesto kampanyası başlatmıştır.

    Bu kampanya çok etkili olmuş ve çoluk çocuk, yaşlı genç tüm Osmanlılar başlarındaki fesleri çıkarıp üzerinde tepinmiştir.

    FES’İ ; DİN – İMAN SEMBOLÜ SANANLAR CAHİLLER

    Sonuç olarak bizim dinle kandırılmış yobazlarımızın din ve iman sembolü sandığı FES aslında İngiliz emperyalizminin Osmanlı’yı daha çok sömürmek için Osmanlı’ya pazarladığı bir ihraç malından başka bir şey değildir.

    Bugün OSMANLICI olduğunu göstermek için fes giyenler de aslında OSMANLICI değil OSMANLI’YI fesle sömüren İNGİLİZCİ olduklarının bilincinde değillerdir herhalde!..

    Ayrıca fes, Osmanlı’nın haşmetli dönemlerini değil, Batı karşısında her bakımdan geri kalıp, emperyalizme sömürüldüğü dönemleri çağrıştıran bir semboldur.

    ATATÜRK’ÜN ” FES ” HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ

    Atatürk, kılık-kıyafet devrimini yaptığı 1925 yılının 27 Ağustos’unda İnebolu’da yaptığı konuşmada fesi “din ve iman sembolu” sananlara şöyle seslenmiştir

    — “Bunu (şapkayı) caiz değil diyenler vardır.
    — Onlara diyelim ki, çok bilgisizsiniz, dünyadan habersizsiniz.
    — Ve onlara sormak isterim.
    — Yunan başlığı olan fesi giymek caiz olur da şapkayı giymek neden olmaz?
    — Yine onlara ve bütün millete hatırlatmak isterim ki, Bizans papazlarının ve

    Yahudi hahamlarının özel kılığı olan cübbeyi ne vakit, ne için ve nasıl giydiler?”

    (Atatürk’ün 27 Ağustos 1925’te İbenolu Türk Ocağı’nda yaptığı konuşmadan).

    ŞİMDİ ” FES’Lİ YOBAZLAR’A “
    ŞU SORU’YU SORALIM

    Şapka’nın bize batının dayatması olduğunu söyleyenler,
    Fes’i neden benimseyip sahip çıkıyorlar?

    TARİHİ BİLGİLER / TURKISHFORUM – ABDULLAH TÜRER YENER

  • ATATÜRK VE BAĞIMSIZLIK

    ATATÜRK VE BAĞIMSIZLIK

    Bağımsızlık, en önde gelen Atatürk ilkesidir. Millî Mücadele adını verdiğimiz büyük olay, her şeyden önce bu ilkenin gerçekleşmesi için yapılmış, sonunda başarıya ulaşmıştır. Çünkü esas olan, bağımsızlığına kastedilen Türk milletinin saygın ve şerefli bir millet olarak yaşaması idi; bu esas da ancak milletin özgürlük ve bağımsızlığına sahip olmasıyla sağlanabilirdi. Bu nedenle Millî Mücadele’nin parolası, “Ya bağımsızlık ya ölüm!” olmuştu.Atatürk’ün anlatımı ile tam bağımsızlık, “Siyasî, malî, ekonomik, adlî, askerî, kültürel ve benzeri her hususta tam bağımsızlık ve tam serbestlik demektir. Bunların herhangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk, millet ve memleketin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından yoksunluğunu ifade eder.”5 Bağımsız devletlerdir ki memleketlerinin iç ve dış siyasetlerini, yabancıların karışmasına imkân vermeksizin çizebilir ve yürütebilirler; dışa bağımlı devletler için böyle bir serbestlik söz konusu olamaz.

    Atatürk, Türk Bağımsızlık Mücadelesi’nde, bu ilkenin önemini şu sözleriyle belirtmiştir: “Bağımsızlık tehlikeye düştüğü zaman onu, bütün anlamıyla koruyabilmek, gerekirse son bireyin son damla kanını akıtarak insanlık tarihini şanlı örnek ile süslemek! İşte bağımsızlık ile özgürlüğün gerçek niteliğini, ge-niş anlamını, yüksek değerini vicdanında kavramış milletler için temel ve ölmez ilke…”6Atatürk’ün bu sözlerinin büyük değeri vardı; çünkü, “Bağımsızlıktan yoksun bir millet, ne kadar zengin ve refaha kavuşturulmuş olursa olsun, uygar insanlık karşısında uşak olmak durumundan yüksek bir muameleye lâyık olamazdı. Yabancı bir devletin himaye ve desteğini kabul etmek, insanlık özelliklerinden yoksunluğu, beceriksizlik ve miskinliği itiraftan başka bir şey değildi. Gerçekten bu aşağı dereceye düşmemiş olanların isteyerek başlarına bir yabancı getirmelerine asla ihtimal verilemezdi.”7 İşte Millî Mücadele adını verdiğimiz kutsal savaşım, Türk milletini bağımsızlıktan yoksun bırakmak isteyenlere karşı bu düşüncelerin ışığında yapılmış, sonunda tam bağımsız bir Türk Devleti kurulmasıyla başarıya erişmişti.Millî sınırlarımız içinde, millet egemenliğine dayalı, bağımsız bir devlet olarak varlığımızı sürdürmek, bu temel kural uğrunda her türlü özveriyi, her an yapmaya hazır olmak, Atatürkçülüğün özünü ve amacını oluşturmaktır. Bu amacı gerçekleştirmek için, şüphe yok ki her şeyden evvel kuvvetli olmak, kendi kuvvetimize dayanmak gerekmektedir.

    ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ / TURKISHFORUM – ABDULLAH TÜRER YENER

  • Bayraktaroğlu’na açık soru

    Bayraktaroğlu’na açık soru

    16 Ağustos 2023’de göreve başlayan Genelkurmay Başkanı Orgeneral Metin Gürak’a ve 3 Ağustos 2023’de göreve başlayan Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Selçuk Bayraktaroğlu’na Türk milleti adına açık soru;

    Kahraman ve şanlı Türk Ordusu’nun en üst makamlarına gelen değerli Orgeneraller, iktidarın TBMM’ne danışmadan ve onay almadan, sınırlarımızı kim olduğu belli olmayan herkese açması ve kimliği alınmadan, nereye gittiği sorulmadan, buraya ne yapmaya geldiği bilinmeden kontrolsüz bir şekilde ülkemize doldurulmasının düpedüz VATANA İHANET olduğu tartışmasız bir gerçektir.

    Bugüne dek böyle bir şey hiçbir zaman olmamıştır, dünyada da örneği yoktur. Hiçbir ülke sınırlarını bu şekilde kontrolsüz bırakmaz, bırakamaz çünkü arkasından gelebileceklerle hiçbir ülke başa çıkamaz.

    İktidarın sığınmacı politikasının açık olarak ülkemizin ne idüğü belirsiz ve bila istisna hepsi erkek (asker) İslamcı güruhlar tarafından işgal edilmesi olduğu düşünülmekte ve süreç Türk milleti tarafından endişe ve korku ile izlenmekterdir.

    Genelkurmay Başkanı Orgeneral Metin Gürak ve Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Selçuk Bayraktaroğlu; sizler canını, malını, namusunu korumaktan en üst düzeyde sorumlu olduğunuz Türk milletine ve güvenliğinden ve bekasından en üst düzeyde sorumlu olduğunuz Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne karşı olan sorumluluklarınızı ve askerlik yemininizin gereğini yerine getirecek misiniz yoksa sizden önceki, bahaneleri ne olursa olsun, asil ve yüce Türk milletine ve Büyük Atatürk’ümüzün emaneti Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne karşı olan görev, yetki ve sorumluluklarını yerine getirmeyen diğer Komutanlar gibi, bu konu siyasetin konusudur diyerek, ülkemize doldurulan milyonlarca yabancı savaşçıyı görmezden gelmeye ve bu ihanete sessiz kalmaya devam edecek misiniz?

    Ben Ali Nasuh Mahruki, vatanını ve milletini her şeyden çok seven ve uğruna göze alamayacağım hiçbir fedakarlık olmayan, Atatürk’ü özümsemiş bir yurttaş olarak, görev sürecinizin henüz başında bu çok kritik soruyu size sormayı, göz göre göre yaşadığımız bu çok, çok tehlikeli işgale karşı sizi uyarmayı ve göreve davet etmeyi bir görev sayıyorum.

    Türk milletine ve Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı olan tarihsel sorumluluklarınızı yerine getirecek misiniz?

    Bu ölümcül sonuçları olabilecek yasadışı işgale HAYIR diyecek misiniz?

    HUDUT NAMUSTUR’un gereğini yapacak mısınız?

    Ülkemize doldurulan milyonlarca yabancı askerin, ülkemizin dışına çıkarılması ve bu devasa riskin ve tehlikenin bertaraf edilmesi için gerekeni yapacak mısınız?

    Eğer sizden önceki, vatana ve millete karşı olan yaşamsal sorumluluklarını yetine getirmeyen – getiremeyen Genelkurmay Başkanı ve Kara Kuvvetleri Komutanı gibi davranacaksanız, sizleri yol yakınken, büyük Türk tarihinin lanetleyeceği bu büyük suça ve ihanete ortak olmamaya ve derhal istifa etmeye davet ediyorum.

    Vatanımızı ve milletimizi koruma görevinizi yapamayacaksanız ve Komutan sorumluluğunuzu yerine getiremeyecekseniz, bu görevi yerine getirebilecek ve Komutan sorumluluğunun hakkını verecek Subaylara yerinizi bırakmanızı istiyorum.

    Yol yakınken.

    Namık Kemal: “Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini; Yok mudur kurtaracak baht-ı kara mâderini?”

    Mustafa Kemal Atatürk: ‘Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini. Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini.”

    Ali Nasuh Mahruki-TÜRKİYE / TURKISHFORUM- ABDULLAH TÜRER YENER

  • KOYUNLAR AĞILDA UYURKEN DİŞARDA                           NELER OLDU?

    KOYUNLAR AĞILDA UYURKEN DİŞARDA NELER OLDU?

    BİZ UYUDUK…

    ABD 2002 yılında ülkemizi işgal ettirdi.
    Kime mi?
    TC kimliği taşıyan, fakat aslında fanatik Türk düşmanı olan mollalara!

    Hafızanızla zaman tüneline girin, yaşadıklarımızı bir film gibi seyredin!

    * Hafızın şiir okuması ve göstermelik kodese aldırılması… Mağdura bu millet bayılır…

    * ABD yani CIA bizi bizden iyi tanır…
    * Ben o sırada MHP Ankara İl yönetimindeydim, Bahçeli ani kararla istifa ettirildi, Hükümet yıktırıldı.
    * İstifa haberi geldiğinde, İl yönetimi toplantıdayız, Dedim ki,
    – Herkes intihar edebilir, Genel başkanımız da siyaseten intihar etmiştir, yalnız partiyi de peşinden sürüklemiş. Onu da öldürmüştür”

    Başkan Yaşar Yıldırım kireç gibi oldu.
    – Abi ipimizi çekiyorsun, dedi…
    – Başkan, benim ipim yok, 1966 yılından beri bu hareketin içindeyim.Her düşündüğümü söylerim… Rahmetli Başbuğumun döneminde de böyleydim, dedim.

    Dediğim çıktı,
    Bahçeli’nin İsifasıyla hükümet yıkıldı, seçime gidildi… MHP barajın altında kaldı…
    Arapçı, daha doğrusu ABD’nin adamları kazandı…

    ABD, FETÖ, CIA, Yerli işbirlikçileri elele verdi.
    Önce askeriyeyi çökerttiler. En korktukları kesim oydu…Ergenekon, Balyoz filan derken, bütün paşalar kodese tıkıldı.
    Kozmik Odaya girildi. NDevlet sırları işportaya düştü…
    Laik rejim yanlılarını safdışı bırakmaları
    6 -7 senelerini aldı…
    Adliyeyi, Mülkiyeyi ve Askeriyeyi ele geçirdiler…
    Ondan sonra yavaş yavaş,
    ABD uzmanlarının planlarına göre, İşgal kimseyi ürkütmeden devam ettirildi.
    TC kaldırıldı – İki üç bağırdık bitti…
    “NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE ” tabelaları söküldü Vatanın dört yanından…
    Kem küm ettik, kapandı gitti konu…
    ANDIMIZ kaldırıldı okullardan…
    İki üç bağırdık, Üç beş dava açtık…
    Ele geçirilmiş yargı mollaya destek oldu…
    Bir Yunan mahkemesi olsaydı, o da böyle karar verirdi…
    Bu arada vatan toprakları satılmaya başlandı… İmar ve ihale dümenleriyle,
    Mollalar sıfırlanamayacak servetler edindiler…
    Vatandaşlık dağıttı Arapçı mollalar…
    Her gelene pasaport dağıttılar…
    ABD emriyle Suriye’ye girdik… Çünkü Linda’lar, Jane’ler Irak’ta çocukları Coniler ölünce isyan etti…ABD Başkanları Linda’dan, Jane’den çok korkar…
    Bu nedenle baştan bağladığı mollaya
    “Suriye’ye gir” emri verdi…Yüzlerce Mehmetçik şehit oldu… Bizde de Helga olsaydı, “Emevi Camisi başınıza yıkılsın, ülkede cami mi kalmadı, hepsi boş duruyor” derdi.
    “Fantaziniz için benim yavrum toprağa düştü” Diyerek yeri göğü inletirdi..
    Fakat bizim Ayşe, Fatma :
    “Ben şehit anası oldum” diye, için için gurur duydu…Çünkü cahildi. Onu kandırmak
    bir bebeği kandırmaktan kolaydı…
    Eline Kuranı alan bayrak asılmış
    gecekondu evine gitti. İki ayet okudular,
    Bu zavallılar hüngür hüngür ağladılar!
    Bu arada Yunan adalarımıza el koydu…
    Ses eden oldu mu? İki emekli subay feryat etti…Kimse ortalığı ayağa kaldırmadı..
    Devlete, devlet ve Türk düşmanlarını doldurdular,
    Diplomatları kovup yerlerine imam atadılar…
    Bu arada Suriye’den ülkemize
    Çapulcu akını başladı…Gelenlere sordu gazeteci:
    – Nasıl geldiniz, diye, Suriyeli dedi ki:
    – Bize ‘kalkın Türkiye’ye gidiyorsunuz
    herşeyiniz hazır orada,
    çok rahat yaşayacaksınız’ dediler, getirip bıraktılar buraya!.
    Kimse ağzını açmadı…Mollalar ortalığa velveleye verdi, “Bunlar Ensardır bağrımıza basalım” diye..Cahil kesim anında yuttu bu dümeni… Şu anda 8-10 milyon yabancı, Ülkeye dolmuş durumda. Her an bir olay patlayabilir…
    BOP haritasını gördünüz Güneydoğu BOP içinde… Şimdi oralara Arap dolduruldu ki,
    düğmeye basınca isyan çıkacak, O topraklar elimizden uçup gidecek!
    ABD emriyle orduya operasyon çektiler..Ordu mevcudunu yarıya indirdiler ki,
    yarın ülkede bir kalkışma olursa, halimizi düşünün!
    Hatay Belediye Başkanı feryat ediyor
    “Şehir elden gitti” diye…

    Kimsenin umurunda değil… ABD emriyle Suriyelileri yurda sokan molla ne diyor,
    – Suriyelileri göndermeyeceğiz…
    Senin öyle bir iraden olamaz ki! Sen ABD ne derse onu yapmaya mecbursun…

    Diyanet, daha da çoğalsınlar diye, Suriyelilere çeyiz yardımı yapıyor, bizim vergilerle…
    Vatana ihanetin zirvesine çıktılar…
    Şimdi bir yandan sığınmacılar, diğer yandan açlık ve yoksulluk halkı canından bezdiriyor…
    Molla Afrikalarda fink atıyor! Lüksünden israfından asla vazgeçmiyor.. Koyunlarsa ağılda uyuyor..
    Tanrı sonumuzu hayreylesin…

    MHP Ankara eski il yönetim kurulu üyesi Mehmet Sakarya’ /TURKISHFORUM – ABDULLAH TÜRER YENER

  • Terör medyası listesine alındı

    Terör medyası listesine alındı

    Tacikistan Yüksek Mahkemesi, “HAWZAH” İran Bilgi Üssü’nü terör medyası listesine aldı.

    Tacikistan Yüksek Mahkemesi Basın Merkezi, aralarında Hozha News’in de yer aldığı “Terörizmi Teşvik Eden Medya Listesi” başlığı altında internet sistemlerinin bir listesini yayınladı.

    10 Ağustos’ta Tacikistan Yüksek Mahkemesi Basın Merkezi, aralarında İran medyasının bilgi tabanının da göründüğü “Terörü Destekleyen Medya Listesi” başlığı altında internet sistemlerinin bir listesini yayınladı. Tacikistan Yüksek Mahkemesi Basın Merkezi, bu listenin açıklamasında şunları yazdı: “Tacikistan Yüksek Mahkemesi’ne göre terör amaçlı medya olarak bilinen ve faaliyetleri yasaklanan sistemler ve sosyal sayfaların listesi yasaklandı.

    Tacikistan Yüksek Mahkemesi, / TURKISHFORUM – ABDULLAH TÜRER YENER

  • İbn-i Haldun

    İbn-i Haldun

    İbn-i Haldun (1332-1406)

    “Devletlerin kuruluşunda vergiler düşük, gelirler yüksek olur.
    Yıkılışlarında ise, vergiler fazla gelirler az olur.”

    Bu ifadenin sahibi İbn-i Haldun’u, ABD ekonomi politikalarının ilham kaynağı olarak gören Ronald Reagan, 1981’de yaptığı bir konuşmada dile getirir.

    İbn-i Haldun; sosyolojinin ve modern tarihçiliğin kurucusu olarak kabul edilir.

    Tarih felsefesi itibari ile Alman filozof Hegel ve bir ölçüde Karl Marx olmak üzere birçok düşünürü etkileyen İbn-i Haldun’un en önemli eserlerinden biri de Mukaddime ‘dir.

    İbn-i Haldun’a göre devletlerin hayatlarında beş dönem vardır.

    Birinci dönem Zafer ve kuruluş,

    İkinci dönem Otorite ve yükseliş,

    Üçüncü dönem Refah ve ümran,

    Dördüncü dönem Kanaat ve duraklama,

    Beşinci dönem İsraf, bozulma,yıkılma dönemidir.

    Bu son dönem sefahat, şehvet ve hırsların egemen olduğu ve devletlerin yıkılmaya ve çökmeye başladığı zaman dilimidir.

    İbn-i Haldun; debdebeli törenlerin, üniforma, nişan ve diğer protokollerin artmasının bu kopuşu derinleştirdiğini ifade eder.

    Devlet idarecileri protokoller vasıtası ile halktan farklı olduklarını göstermeye başlarlar.

    Zulüm, angarya, israf, lüksün yaygınlaşması medeniyetlerin çöküşüne sebep olur.

    İbn-i Haldun, bir devlette tek adam iktidarının nimet ve refah araçları tükettiğini ve bunun ihtiyarlık çağının alameti olduğunu ifade eder.

    Böyle zamanlarda israf artar, maaşlar yetmez, devlet hazinesi giderleri karşılamaz ve açık verir.

    Bir devletin yıkılmaya başladığının en önemli alameti ise vergilerin, devlet harcamalarını karşılayamamasıdır.

    Devlet açığı kapmak için çeşitli isimlerde yeni vergiler koyar veya vergi oranlarını artırır.

    Fakat lüks ve israf azaltılamaz ve masraflar artmaya devam eder.

    Güncel ve aşina gibi duran yukarıdaki esasların hepsi İbn-i Haldun’dan alınmıştır.

    Bugünden bakılarak yazılan kriterler değildir.

    Bundan dolayıdır ki;
    İbn-i Haldun’un ortaya koyduğu esaslar birçok devlet adamının referans kaynağı olmuştur.

    Devletin duraklaması ile beraber Osmanlı aydınları 17. Yüzyıldan itibaren İbn-i Haldun’a müracaat etmeye başlamışlardır.

    Kâtip Çelebi ve tarihçi Naima bunlardan bazılarıdır.

    Ama ilginçtir, ölecek bir hastanın ilaç tedavisini reddetmesi gibi,
    II.Abdülhamit döneminde İbn-i Haldun’un Mukaddime adlı eseri yasaklanmıştır.

    Belli ki 500 yıl evvelden her kelimesi ile II. Abdülhamit’in icraatlarını eleştirdiği ve onu huzursuz ettiği için yasaklanmıştır.

    Gerçekten eserde anlatılan lüks, israf ve yolsuzluklar aynen yaşanıyordu.

    Padişah ve devlet adamları; halkın fakirlik ve sefalet içinde yaşadığı, her gün bir toprak parçasının devletten koptuğu bir dönemde, şatafat ve debdebeden tasarruf etmemişlerdir.

    Padişah mevcut sarayları yeterli görmeyip, dışarıdan borç para alarak, Yıldız Sarayı’na yalılar ve köşkler yapmıştır.

    Sadece saray değildi yapılan, bir de bu saraylardaki lüks ve israflar dillerden düşmüyordu.

    Tarih şark toplumlarında dairesel akar. Bundan dolayı da sık sık tekerrür eder.

    TURKISHFORUM -ABDULLAH TÜRER YENER

  • KURANI  BEN OKUDUM ATATÜRK TEFSİR ETTİ

    KURANI BEN OKUDUM ATATÜRK TEFSİR ETTİ

    Başlıktaki bu cümle, tüm Beykozluların ve rahmetlik babamın çok sevdiği, Beykoz’da yaşamış Medineli Hafız Hacı Osman Akfırat’a ait.

    Prof. Dr. Haydar Baş hocamız Hoşgeldin Atatürk eserinde kendisini “Beykoz camii imamı” olarak anlatıyor.

    Açıkçası kıymetli hocamızın eserini okuyana kadar bu önemli olayı bilmiyordum. Eserde bahsedilen imam efendinin de Hacı Osman Efendi olduğunu da sağolsunlar Beykozdaki yaşlılarımız bize söylediler.

    Doğrusu Prof. Dr. Haydar Baş hocamızdan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün hafız olduğunu öğrenmiştik ama onun “müfessir” derecesinde ilim sahibi olduğunu bilmiyorduk.

    Hacı Osman Efendi’nin Atatürk hakkında aşağıda anlattıklarını okuyunca, bir kısım cenahın geçmişte yaşanan bu önemli olayı neden gizlediğini ve gizleyenlerin “dinsiz Atatürk” algısı üzerine çalışan batı uşağı ajanlar olduğunu bir kez daha anladık aslında..

    Uzatmayayım, olay aynen şöyle;

    Beykoz camii imamı Hafız Hacı Osman Efendi, Atatürk’ün Beykoz’a gelişini ve kendisine sorduğu ilginç soruyu anlatıyor:

    -Sıra gelmişken sizlere bütün ömrümce unutamayacağım bir hatıramı anlatayım da dinleyiniz.

    Büyük inkılapların birbirini takip ettiği günlerdi. Ben o zaman Beykoz Camii’nde imamlık yapıyordum. Sarıkların yalnız vazife başında sarılacağı bildirildiği için camiden çıkınca şapka giyiyorduk.

    Bir ikindi vakti iskelenin yanındaki kahvede oturuyordum. Bir an kahvenin önünde birkaç otomobil birden durdu. En önde duran otomobilden, o zamana kadar karşılaşmamış olduğum fakat görür görmez tanıdığım Atatürk çıktı. Sevincimden şaşkına dönmüştüm. Onun geldiği haberi o kadar çabuk yayılmıştı ki, bütün Beykozlular bir an içinde etrafını sardılar. Ben de kendimi toplayarak kalabalığın arasına karıştım. Onu çok yakından görebilmek için çok yakınlarına kadar yanaştım. Halkın sevinç nidaları uğultu halinde yükseliyor ve herkes biraz daha ileriye yaklaşmaya çalışıyordu. Atatürk, etrafına baktıktan ve halkı sükunete davet ettikten sonra şöyle dedi;

    -Beykoz imamı burada mı, gelsin de konuşalım.

    Zaten tam karşısındaydım. Kalabalıktan ayrılarak ileriye çıktım ve şöyle dedim;

    -Buyur Paşam, konuşalım.

    Atatürk, sol avucunda duran üzümleri bana göstererek şöyle sordu:

    -Hoca, bu helal de bunun suyu niçin haram, bize anlatsana?

    Şaşırmıştım. Bu güç suale ben nereden cevap bulacaktım. Bir müddet düşündüm, aklıma bir şey gelmiyordu. Allah’tan imdat bekliyordum. Bir ara nasıl oldu bilmem, aklıma gelen bir cümle dudaklarımdan döküldü:

    -Paşam, karın sana helal de kızın niçin haram?

    Atatürk, bu sözümü işitince hafifçe gülümseyerek yüzüme baktı başını sallayarak şöyle dedi:

    -Hoca, sen alimsin, ben softaları arıyorum. Yarın saraya gel de seninle konuşalım..

    Ertesi günü saraya gittim. Beni karşısına oturttu, saatlerce bana Kur’an’dan ayetler okutarak kendisi tefsir etti..

    (Hacı Osman Efendi burada, “o çok büyük adamdı, Allah rahmet eylesin” diye mırıldanıyor, gözlerinden dökülen yaşlar, beyaz top sakalından süzülüyordu).

    AFERİN HAFIZIM, ÇOK GÜZEL YAPMIŞSIN

    Devam ediyor Hacı Osman Efendi:

    Çanakkale zaferinin Mustafa Kemal Paşa için ayrı bir önemi olduğu malumdur.
    Hani Mustafa Kemal’e “dinsiz, inanmaz” diyorlar ya, onun Çanakkale’de şehit olanlar için her yıl Mevlid okuttuğuna ne diyecekler? Bu mevlitlerden birinde 1932 yılında bana görev tevdi edildi ve Veladet Bahri’ni okumam istendi.

    Kürsüye çıktım, başladım okumaya, “Bir acep nur kim güneş pervanesi” mısrama gelince bir fırtına koptu.

    Her taraf toz duman içinde kaldı.

    Zaten epeydir kara bulutlarla kapalı gök, bütün bütün karardı. Arkasından bardaktan boşanırcasına bir yağmur başladı.

    Kürsünün etrafında ilahi ve teşvih okuyan hafızlar koşarak çardak altlarına sığındılar. Meydanda kimse kalmadı, fakat ben mevlide devam ettim. Sırılsıklam olduğum halde kıpırdamadım.

    Beş dakika sonra yağmur dindi, hava açıldı. Her taraf güneş içinde idi.
    O zümrüt yeşil ovada şehitlerimizin kokuları esmeye başladı. Mevlid de hitama erdi.

    Hatm-i şerifler kıraat edildikten sonra İstanbul Müftüsü Hafız Fehmi Efendi tarafından yapılan beliğ ve veciz bir dua ile merasim hitam buldu.

    Bundan sonra şehitlerimizin kabirleri ziyaret edildi ve nutuklar irad olundu.
    Tahsis edilen otomobillere binilerek Gelibolu’ya geldik. Motorla Çanakkale açıklarında hazır bulunan Gülcemal vapuruna binerek akşam üstüne doğru İstanbul’a döndük.

    Ertesi akşam Dolmabahçe Sarayına gittim. Atamın huzurlarına kabul edildim.
    Çanakkale merasiminin tafsilatını verirken bu fırtına bahsine gelince, Atatürk o yağmura ve rüzgara rağmen mevlide devam edişime o kadar mütehassis oldu ki hiç unutmam.

    Elini tekrar tekrar masaya vurarak,
    “Aferin hafızım, çok güzel yapmışsın, vazife başında iken taş yağsa insan yerinden kıpırdamaz” diye iltifatta bulundular..

    Kaynaklar:
    – Prof.Dr. Haydar Baş – Hoşgeldin Atatürk, s.600-603
    – Nafız KÜLÜNK, Atatürk’e ait Hatıralar, s. 121-122
    – Hilmi YÜCEBAŞ, Atatürk’ün N. F. Hatıraları, s. 124
    – Sadi BORAK, Atatürk ve Din, s. 66-67
    – İsmail YAKIT, Atatürk ve Din, s. 55-52

    Yusuf Kırtorun -İSTANBUL / TURKISHFORUM -ABDULLAH TÜRER YENER

  • ATATÜRK İLKE VE İNKILAPLARI

    ATATÜRK İLKE VE İNKILAPLARI

    ATATÜRK İLKELERİ

    Atatürk ilkeleri, altı ana başlık altında toplanabilir:

    Cumhuriyetçilik:

    Kemalist devrimler siyasi bir devrim niteliğindedir ve çokuluslu bir İmparatorluktan Türkiye ulus devletine geçiş gerçekleştirilmiş ve böylece modern Türkiye’nin ulusal kimliği kazandırılmıştır. Kemalizm Türkiye için yalnızca Cumhuriyet rejimini tanımaktadır. Kemalizm insanların arzularını yerine getirebilecek yegane rejimin cumhuriyet rejimi olduğuna inanmaktadır.

    Halkçılık:

    Gerek içeriği gerekse hedefleri açısından bakıldığında, Kemalist Devrim ayrıca bir sosyal devrim niteliği de taşımaktaydı. Bu devrim seçkin bir grup tarafından genel olarak halka yönelik bir biçimde gerçekleştirilmişti. Kemalist devrimler, özellikle İsviçre Medeni Kanunu olmak üzere Batı kanunlarının Türkiye’de uygulamaya konmasıyla birlikte kadınların statüsüne kökten değişiklikler getirmiştir. Üstelik, 1934 yılında kabul edilen bir kanun ile kadınlar seçme hakkını almışlardır. Atatürk çeşitli ortamlarda Türkiye’nin gerçek Yöneticilerinin köylüler olduğunu söylemiştir. Aslında bu durum Türkiye için bir gerçek olmaktan çok bir hedef niteliğindeydi. Gerçekte, halkçılık ilkesi için yapılan resmi açıklamada Kemalizmin sınıf ayrıcalıklarına ve sınıf farklılıklarına karşı olduğu ifade edilmekte ve hiçbir bireyin, ailenin, sınıfın veya organizasyonun diğerlerinin daha üzerinde olmasını kabul etmiyordu. Kemalist ideoloji, aslında, Türk vatandaşlığı olarak ifade edilen bir fikre dayanmaktaydı. Gurur ile birleşen vatandaşlık fikri, onların daha fazla çalışmaları için gerekli psikolojik teşviki sağlayacak, birlik fikri ve ulusal bir kimliğin kazanılmasına yardımcı olacaktı.

    Laiklik:

    Kemalist laiklik yalnızca devlet ve dinin birbirinden ayrılması anlamına gelmiyor, ayrıca dinin eğitim, kültürel ve yasal konulardan da ayrılması anlamını taşıyordu. Laiklik, düşünce özgürlüğü ve kuruluşların dini düşünce ve dini kuruluşların etkisinden bağımsız olmaları anlamına geliyordu. Böylece, Kemalist devrim ayrıca laik bir devrim idi. Kemalist devrimlerin birçoğu laikliği gerçekleştirmek amacıyla yapılmış ve diğer birçoğu ise laikliğe ulaşılmış olması nedeniyle gerçekleştirilebilmiştir. Kemalist laiklik ilkesi Tanrı karşıtı bir ilke değildi. Bu akılcı ve dini siyasettir dışında tutan bir ilke idi. Bu Kemalist ilke aydınlanmış İslam’a değil, çağdaşlığa karşı olan Müslümanlığa karşısındaydı.

    Devrimcilik:

    Atatürk’ün ortaya koyduğu en önemli ilkelerden birisi de reformculuk veya devrimcilikti. Bu ilkenin anlamı Türkiye’nin devrimler yaptığı ve geleneksel kuruluşlarını modern kuruluşlar ile değiştirmiş olduğu idi. Geleneksel kavramların iptal edildiği ve modern kavramların benimsendiği anlamına geliyordu. Devrimcilik ilkesi, yapılmış olan devrimlerin tanınmalarının çok ötesine geçti.

    Milliyetçilik:

    Kemalist devrim ayrıca milliyetçi bir devrim idi. Kemalist milliyetçilik ırkçı bir yapıda değildi. Bu devrimin amacı, Türkiye Cumhuriyetinin bağımsızlığının korunması ve ayrıca Cumhuriyetin siyasal yönden gelişmesi idi. Bu milliyetçilik, tüm diğer milletlerin bağımsızlık haklarına saygılı idi. Yine bu milliyetçilik, sosyal içerikli bir milliyetçilikti. Yalnızca anti – emperyalist değil, aynı zamanda gerek hanedan yönetimine gerekse herhangi bir sınıfın Türk toplumunu yönetmesine karşı olan bir milliyetçilikti. Kemalist milliyetçilik, Türk devletinin vatanı ve halkı ile bölünmez bir bütün olduğu ilkesine inanmaktadır.

    Devletçilik:

    Kemal Atatürk yapmış olduğu açıklamalarda ve politikalarında Türkiye’nin bir bütün olarak modernizasyonunun ekonomik ve teknolojik gelişmeye önemli ölçüde bağlı olduğunu ifade etmiştir. Bu bağlamda, devletçilik ilkesinin de devletin ülkenin genel ekonomik faaliyetlerini düzenlenmesi ve özel sektörün girmek istemediği alanlara veya özel sektörün yetersiz kaldığı alanlara veya ulusal çıkarların gerekli kıldığı alanlara yine devletin girmesi gerektiği anlamında yorumlanmaktadır. Ancak, devletçilik ilkesinin uygulanmasında, devlet yalnızca ekonomik faaliyetlerin temel kaynağını teşkil etmemiş, aynı zamanda ülkenin büyük sanayi kuruluşlarının da sahibi olmuştur.

    ATATÜRK DEVRİMLERİ

    Atatürk askeri bir dahi ve karizmatik bir lider olduğu gibi, aynı zamanda büyük bir devrimciydi. O dönemlerde, Türkiye Cumhuriyetinin çağdaş medeniyetler seviyesine ulaşabilmesi ve kültürel açıdan gelişmiş toplumların aktif bir üyesi olabilmesi için, modernize edilmesi çok önemli idi. Mustafa Kemal ülkesindeki yaşamı modernize etmiştir. Atatürk 1924 ile 1938 yılları arasında, insanlarının kurtuluşları ve hayatta kalabilmeleri için yaşamsal öneme sahip olan devrimleri hayata geçirmiştir. Tüm bu devrimler, Türk halkı tarafından büyük bir coşku ile karşılanmıştı.

    Harf Devrimi

    Atatürk’ün gerçekleştirmiş olduğu en önemli devrimlerden birisi, Arap alfabesinin kaldırılması ve Latin alfabesinin kabul edilmesi olmuştur. 3 Kasım 1928 tarihinde, yeni Türk Alfabesi kabul edilmiştir.

    Kıyafet Devrimi

    Kıyafet devrimi ile birlikte, kadınlar çarşaf giymekten vazgeçerek, modern kadın elbiseleri giymeye başladılar. Erkekler ise fes yerine şapka giymeye başladılar.

    Hukuk Sisteminin Laikleştirilmesi

    1920 yılında kurulmuş olan yeni Türkiye Devletinin yeni bir hukuk sistemine ihtiyacı vardı. Atatürk, Şeriat Kanununun yerine İsviçre Medeni Kanununu getirmiş, o dönemde geçerli olan ceza yasasının yerine ise İtalyan Ceza Yasasını getirmiştir. Türk Hukuk Sistemi ise tüm çağdaş gereksinimler Çerçevesinde modernize edilmiştir.

    Öğrenimin Laikleştirilmesi

    19. Yüzyıl başlarına dek, Osmanlı İmparatorluğu bünyesinde çeşitli eğitim sistemleri uygulanmaktaydı. Atatürk İslami eğitim veren medrese sisteminin yeni toplumun ihtiyaçlarına cevap veremeyeceğini gördü. Bu nedenle, batı modellerine benzeyen yeni bir eğitim sisteminin oluşturulması gerekliydi. Böylece, mevcut sistem değiştirilerek 1933 yılında bir üniversite reformu gerçekleştirilmiştir.

    Kadınlara Sağlanan Medeni Haklar

    Atatürk Devrimleri ile birlikte, yüzyıllar boyunca ihmal edilmiş olan Türk kadınına yeni haklar tanınmıştır. Böylece kabul edilmiş olan medeni kanun gereğince bundan böyle kadınlar da erkeklere tanınan haklara sahip olacaklar, resmi görevlere atanabilecekler, oy verme ve Millet Meclisine seçilebilme hakkına sahip olabileceklerdir. Tek eşlilik ilkesi ve kadınlara tanınan eşit haklar, Türk toplumuna bir canlılık kazandırmıştır.

    Atatürk’ün Türk Tarihi ile ilgili Çalışmaları

    Kültürel alanda bir tür milliyetçilik anlamındaki yazı devrimi sonrasında, Atatürk tarih konusuna ağırlık verdi ve 1931 yılında Türk Tarih Kurumunu kurdu. Burada, Türkiye Tarihi kapsamlı bir şekilde incelenmekte ve değerlendirilmektedir.

    Bunların dışında, Yeni Takvim, Ağırlıklar ve Ölçüler, Tatiller ve Soyadı Kanunu gibi diğer birçok devrimler de gerçekleştirilmiştir. Bu konudaki bazı örnekler arasında 1924 Hafta sonu Yasası, 1925 Uluslararası Zaman ve Takvim Sistemi, 1926 Borçlar Kanunu ve Ticaret Kanunu, 1933 Ölçü Sistemleri ve 1934 Soyadı Yasası sayılabilir. 1932 yılında Büyük Millet Meclisi tarafından kabul edilen yasa gereğince Türkler soyadı aldılar ve Milletin liderine de “Türklerin Babası” anlamına gelen Atatürk soyadı verildi.

    TURKISHFORUM – ABDULLAH TÜRER YENER

  • MARE MONTE KONUSUNDA OLUMLU GELİŞME

    MARE MONTE KONUSUNDA OLUMLU GELİŞME

    KUZEY KIBRIS TÜRK CUMHURİYETİ – MARE MONTE KONUSUNDA OLUMLU GELİŞME

    Vakıflar İdaresi’ne ait bulunan ve halen Vakıflar İdaresi, Net Holding (Merit Gurubu), Alsancak Belediyesi arasında karşılıklı davaların konusu olan Mare Monte Otel konusunu iki yazımda değerlendirmiştim.

    Bu konuda olumlu yeni gelişmeler var.

    Konunun tarihçesini ve bugün yaşanan sorunun ne olduğunu önceki iki yazımda anlattım ama, olumlu gelişmeyi anlamak için yeniden anımsatmakta yarar görüyorum.

    SORUNUN GEÇMİŞİ

    Mare Monte Hotel, arkasındaki 5000 yıllık antik LAMBOUSA Krallığı kalıntılarının bulunduğu SİT alanı ve plaj dahil, çevresindeki 352 dönüm arazi, 2007’de, CTP’lilerin yönetimindeki Vakıflar İdaresi ve Ferdi Soyer ‘in Başbakanlığını yaptığı CTP hükümeti tarafından Net Holding’e 49 yıllığına kiralandı.

    Arazinin büyük kısmı SİT Alanı olduğu için inşaat yapılması mümkün değildi. Nitekim ilk kazma vurulunca antik kalıntılar ortaya çıktı ve Eski Eserler Dairesi inşaatı mühürledi.

    Alsancak Belediyesi ise, “sahiller halka kapatılamaz” diyerek plaja, özel bir yol açtı ve HALK PLAJI olarak kullanmaya başladı. Yüksek İdare Mahkemesi’nde de bir dava açan belediye, ” sahilin halka kapatılamayacağı” yönünde bir karar elde etmeyi başardı.

    Net Holding ise, projelendirdiği oteli yapamadığı için Vakıflara baş vurarak kira indirimi istedi. Sayıştay buna karşı çıkınca Net Holding 2012’den itibaren kira ödemeyi durdurdu. Ancak kirasını alamayan Vakıflar İdaresi tarafından dava edildi.

    Net Holding dea, kendisine “inşaata kapalı kusurlu bir arazi kiralandığı” gerekçesiyle, ödemiş olduğu 2 milyon sterlin peşinatın ve kira toplamının faizi ile geri ödenmesini ve milyonlarca sterlin tutan zarar ziyanının karşılanmasını talep eden bir karşı dava açtı.

    Mahkeme devam ederken, 2 ay kadar önce iki taraf uzlaştı. Bu kez 30 yıllık bir kira sözleşmesi yapıldı. Sözleşmeye, “ileride, SİT alanı iddiası ile dava açılamayacağına” ilişkin bir madde de kondu.

    Alsancak Belediyesi’nin tepkisine ve Yüksek İdare Mahkemesi kararına karşın, Bakanlar Kurulu bu sözleşmeyi onaylayınca, Belediye Başkanı Fırat Ataser, Bakanlar kurulu kararının iptali talebiyle yeniden mahkemeye baş vurdu.
    Büyük ihtimalle, mahkeme, geçmişte verdiği kararı çiğnemeyecek ve aynı gerekçeyle yani “plajın halka kapatılamayacağı” gerekçesiyle Bakanlar Kurulu kararını iptal edecek.

    Belediye Başkanı Ataser, plajdan asla vaz geçmeyeceklerini, Halkın kendilerine büyük destek verdiğini belirtiyor. Nitekim 6 Ağustos günü, Alsancak ve bölge Halkının büyük katılımıyla ve “MARE MONTE HALKINDIR” ana sloganı ile, plajda büyük bir eylem yaparak kararlılıklarını ortaya koydular.

    Vakıflar İdaresi Genel Müdürü İbrahim Benter de, kendilerinin amacının yıllardır mahkemede olan bir sorunu çözmek, Vakıflara, hayır amacıyla kullanacakları gelir elde etmek ve ülkeye bir turistik yatırım daha kazandırmak olduğunu, ancak bunu yaparken, Anayasanın da öngördüğü gibi, plajın halka kapatılamayacağını, tarafların biraraya gelmesiyle bir uzlaşma olabileceğini vurgulamaktaydı.

    Ben de ilgili tüm tarafları dinledikten sonra yazdığım yazıyı şöyle bağlamıştım:

    – “ Hükümet tarafları biraraya getirerek, uzlaşma sağlayabilir… Örneğin, Plaj Belediyeye verilir. Otel müşterilerinin Plajı serbestçe hiçbir ücret ödemeden kullanması için Belediye ile bir protokol imzalanır. Net Holding buna karşılık belediyeye her yıl toplu bir ödeme yapar. Veya, Belediye ile Net Holding, halk Plajını birlikte işletmek için bir protokol yapabilirler. SİT alanı da Belediyeye verilir. Belediye bölgeyi temizler, açık hava müzesi haline getirir. Bölge turistik turların gezi listesine eklenir. Hem ülke turizmi, hem de belediye kazanır, antik bölge pislikten kurtarılır…. İyi niyet, yurt ve halk sevgisi olduktan sonra, çözemeyeceğimiz hiçbir sorun yoktur.”

    OLUMLU ÖNERİ

    Bu yazımdan ve Halkın eyleminden sonra Net Holding’in durumu değerlendirerek, uzlaşmacı bir öneri geliştirdiğini, belediyeye öneriyi sunduğunu öğrendim.

    Bilgiyi teyit etmek için Belediye Başkanı Fırat Ataser ile konuştum.
    Öneri şu:

    Net Holding, Merit Plajından, Hotelinden ve arkasındaki SİT ALANI’ndan (Toplam 352 dönüm) vazgeçerek Alsancak Belediyesi’ne verilmesini kabul edecek.

    Buna karşın, Mare Monte Otel’e giden yolun sağ tarafında, (stadyumun karşısı), Merit Premium karşısındaki Devlete ait 80 dönümlük arazi uzun vadeli olarak kendilerine kiralanacak. Oraya yeni bir turistik tesis inşa edilecek. Buna karşılık olarak Net Holding Vakıflar İdaresi aleyhine açtığı 2.5 milyon sterlin ( ve faizleri) tazminat talep eden alacak davasını geri çekecek. Böylece hem belediye ve halkın isteği karşılanacak, hem de kendileri planladıkları yatırımı yapma imkanı bulacak…

    Alsancak Belediye Başkanı Fırat Ataser kendilerine bu teklifin yapıldığını doğrulayarak “önerinin makul olduğunu ve Belediye tarafından kabul edildiğini” söyledi.

    Ataser, “kendilerinin Mare Monte Otel ile restoranı Vakıflardan kiralayıp plaj ile birlikte işletmeye talip olduklarını, istekli olması halinde Vakıflar İdaresi ile birlikte işletmeye de hazır olduklarını” belirtti.

    Ataser, “Otel arkasındaki SİT alanının da kendilerine devredilmesi halinde bölgeyi temizleyip turistlerin ziyaret edeceği bir açık müze haline getirmeye hazır olduklarını” da söyledi.

    TOP HÜKÜMETTE

    Taraflar olumlu ve yapıcı bir anlayışla hareket ederek anlaştıklarına göre top hükümettedir.

    Hükümet, Net Holding’in istediği 80 dönüm araziyi, belli süre içinde yatırım yapmak şartıyla, onlara kiralaması, Mare Monte Otel, plaj, restoran ve SİT alanının da bulunduğu 352 dönüm araziyi ise, Vakıflara ödenecek makul bir kira karşılığı Alsancak Belediyesi’ne devretme kararı alması halinde, 16 yıldır süren bu sorunu hem kökten çözecek, hem bölge iki yeni turistik tesise kavuşacak, hem plaj Halkın kullanımında kalacak, hem de yatırımcı ile belediye ve halk arasında çatışma yaratan bu sorunu kökten çözmüş olacaktır.
    İyi niyet, yapıcı ve uzlaşmacı yaklaşım olursa, halka rağmen iş yapma anlayışı terk edilirse, bu ülkede çözülmeyecek sorun yoktur.

    Dilerim hükümet fazla gecikmeden ortaya çıkan bu uzlaşmayı değerlendirir ve sorunu kökten çözecek kararları süratle alır…

    SABAHATTİN İSMAİL -KKTC (KUZEYKIBRIS TÜRK CUMHURİYETİ / TURKISHFORUM – ABDULLAH TÜRER YENER

  • TÜRK HALKI BATMAK İSTİYOR

    TÜRK HALKI BATMAK İSTİYOR

    TÜRK HALKI BATMAK İSTİYOR. TARİH BÖYLE TOPLUMLARLA DOLU.

    Türkiye’de çok görgüsüz, çok zavallı bir nüfus var. AKP o nüfusa hitap ediyor. Çünkü AKP’nin içerisinden gelenler de onların içerisinden geliyor.

    Bunun trajedisi ise yüzde 40’ın dışında kalanların bir araya gelememesidir. Gelseler başa getirmeyecekler AKP’yi, o yüzde 40’ın tedavisini yapacaklar zaman içerisinde. O zaman şuna geliyoruz: Türkiye’de gerçek entelektüeller yok. Veya sayıları o kadar az ki hiçbir şeye yaramıyorlar.

    Bence AKP, parti olarak yaptığı şeylerin yüzde 80’inin farkında değil. Çünkü çok cahil bu adamlar. Aralarında üniversite görmüş adam yok (malum Türkiye’deki üniversiteleri ben üniversiteden saymıyorum).

    Bunlar kendi dinlerini bile bilmiyorlar. Ben ateistim. Kuran’ı satır satır biliyorum. İncil’i de biliyorum Tevrat’ı da. Bunların kaç tanesi Vatikan, kaç tanesi Süleymaniye Kütüphanesi’nde oturmuş dirsek çürütmüştür ? Türkiye’nin büyük sıkıntılarından bir tanesi gerçek değerlerini tanıyamıyor olması.

    Bir sürü aptalı akıllı zannediyor. Bir sürü cahili alim zannediyor. Buna mani olabilmek ve küçük bir katkıda bulunabilmek istedim. Bunu okuyan insanlar ya bir dakika diye düşünürler diye ümit ediyorum. Türkiye’de yalancı bir entelektüel grubu var. Bilhassa halkı bunlara karşı korumak lazım.

    – Türkiye’de yalancı entelektüel grup kim?

    İsim olarak değil sınıf olarak vereyim. Gazeteciler, üniversite profesörleri, politikacılar, sanatçılar arasında var. Bunların unvanları var.

    Gazeteyi okuyun bugün: Türkçe kalmadı; Türkçe yazmayı bilen adam yok. Bir felaket. Sanatçı diyorsun kaç tane uluslararası büyük sanatçımız var. Bir, iki tane belki.

    Türkiye’nin ortalama kültür düzeyi Afganistan’dır. İran, Türkiye’den çok daha medeni bir yer. Türk halkı kravat takıp, Mercedes’e binip kadınları ve kızları bikini giyince kendisini medeni zannediyor. Sen vahşisin. Artık farkına varalım.

    Atatürk’e ihanet edildi. Anadolu’nun kültürsüz zavallı köylüsüne laf anlatacaksın. Zorla yaptırtacaksın bazı şeyleri. Kızı zorla okula gönderteceksin. Göndermiyorsa ceza vereceksin. Şimdi tam tersi oldu.

    EN KALİTESİZ ZÜMRE SİYASİLER

    – İmam hatip okulları hakkında ne düşünüyorsunuz?

    Bir zehirdir… Hemen kapatılmaları lazımdır. Bu okullar çocuklara yirmibirinci yüzyılda Ortaçağ’ın bile gerisinde zırvalık kültürü öğretiyor. En kalitesiz zümre politikacılardır Türkiye’de.

    – Dünyada daha kaliteli biz de daha mı kötü politikacılar ?

    O kesin. Almanya Angela Dorothea Merkel’e bak Başbakan olarak bir de bizimkilere. Gece ile gündüz gibi. Angela Dorothea Merkel, Almanya gibi bir yerde fizik doktoru. Kadın Avrupa’yı parmağında döndürüyor.

    – Sürekli bir korku yaratılıyor. Siz korkmuyor musunuz?

    Hayır korkmuyorum. Çünkü ben askerim. Benim içeriye atılmam, öldürülmem vız gelir tırıs gider. Ben silah ve bayrağa el basarak canımı vereceğim bu ülkeye diye yemin ettim. Ben yeminime sadığım. Benim bugünkü silahlarım kalemimdir, kitabımdır, konuşmamdır. Onun için silahımı sonuna kadar kullanırım.

    TÜRK HALKI BATMAK İSTİYOR

    – Sizin durduğunuz yerden Türk halkı nasıl görünüyor ?

    Benim bugünkü ortamda görebildiğim şu:
    Türk halkı batmak istiyor. Tarih böyle toplumlarla dolu. Şu anda Türk halkı mağaraya dönmek istiyor. Başındakiler de zaten onu oraya götürüyorlar.

    Benim tek üzüldüğüm IŞİD zihniyetlilerin sanat eserlerine zarar vermesi. Bunların hepsi bizim insan olma geçmişimizin birer parçalarıdır. Bunlar ortadan kalkarsa biz başa döneriz, mağaraya döneriz.

    – Türkiye’yi neler bekliyor ?

    Çok kötü. Üç taraflı bir iç harp görüyorum. Kürtler, yobazlar ve modernler olarak. Türkiye parçalanacak. Ümit ediyorum kültür zenginliklerimiz bir şekilde korunur. Sonunda da elimizden gelip alacaklar buraları.

    Fetih gününü kutladılar, ben bir yazı yazdım onun hakkında. Bunu kutlarken Fatih’in hatırasını rencide etmeyin dedim, ettiler. Fatih niye büyük adamdır hiçbirisi bilmiyor.

    Bunlar Atatürk’ün Çankaya Köşkü’nü ne hale getirdiler. Oysa ki ülke olarak doğduğun yer orası. Çanakkale’yi ne hale getirdiler.

    Medeniyet ne yazık ki ihraç edilemiyor. Ben onu gördüm. Amerika’da 9 sene yaşadım. Amerika’ya bile ihraç edilememiş. Amerikalı bile barbar.

    CELAL ŞENGÖR 2015 / TURKISHFORUM – ABDULLAH TÜRER YENER

  • Ukrayna çatışmasının gölgesinde: Türk Cemaatleri Rus baskısı altında

    Ukrayna çatışmasının gölgesinde: Türk Cemaatleri Rus baskısı altında

    İlkbaharda Rus medyası Türk cemaati Süleymaniye hakkında bir “dalga” yayın yaptı.

    Bilişim uzmanlarının yanı sıra, İdil nehri bölgesinden ve Kafkasya’dan din adamlarının ve ibadet eden Müslümanların misilleme korkusundan dolayı Türkiye’ye göçü artıyor.

    Rusya’nın Ukrayna’ya geniş çaplı işgali sırasında, Rusya’nın Müslüman bölgelerinde bir cadı avı tırmanıyor. Radikal, aşırılık yanlısı, yabancı ajan ve herhangi muhalif olarak damgalanan insanlar kendilerini aniden idari ve cezai davalar içinde buldular ve bir kısmı çoktan hapse girmişler veya ev hapsinde olup, başkaları da en yakın yabancı ülkelere göç etmiş durumdalar.

    Ancak polis ve özel servislerin “sopa” sistemi (suçlu bulunmasa bile suçlu bulma planına göre çalışma sistemi) boşluğa tahammül edemiyor ve halk düşmanlarını bulma çalışmalarını devam ettirmeli görüyor.

    Bölgede İslami gündem devam ettiriliyor ve tüm dünya ile ekonomik ilişkilerini sürdürebilen, ancak Müslümanları ve Ukrayna’nın devlet bütünlüğü hakkını destekleyen Türkiye Rusya’da rahatsızlık yaratıyor ve böylece zararsız Türk cemaatlerini hayali tehditler olarak gösterip, Türkiye’ye baskı yapmak için uygun bir neden olarak kullanılıyor.

    “Cadı avı” Rusya Federasyonu’nun bölgelerinde özellikle gündem konusu – çünkü anlamsız bir savaşta on binlerce evladını kaybeden Kafkasya ve Idil nehri bölgesi halklarında gerilim arttı ve milliyetçi güçleri harekete geçtiler.
    3 Ağustos 2023 tarihinde İstanbul’da düzenlenen ve Çeçenistan, Tataristan, Dağıstan, İnguşya ve diğer birçok toplulukların halk liderlerinin konuştuğu 1. Uluslararası Çerkesya’nın Bağımsızlığı Konferansı, yıllar önce Rusya tarafından işgal edilen toprakların kendi kaderini tayin etme konusundaki tarihsel hazırlığını ve potansiyelini gösterdi.

    Genel okuyucunun, Türk ya da her kim olursa olsun, İslami cemaatlerin mezhepler ya da dinin dalları olmadığını ve liderler – öğretmenler veya alimler etrafında oluşan topluluklar olduğunu anlaması önemlidir.

    Aynı zamanda, Türkiye topraklarından Idil-Ural bölgesine kadar nüfuz eden İslami cemaatlerin Tataristan ve Kafkasya Müslümanları üzerindeki etki tehdidinden bahsetmek, Rus yazısını yaratan Kirillos ile Methodios’un (Bulgar mı ya da Yunanlı mı oldukları hakkında tartışmalar hala devam ediyor) Rus kültürü üzerindeki yıpratıcı etkisinden bahsetmekle aynı şeydir. Türk cemaatlerinin sözde “yumuşak güç” faktörü abartılıyor. Yumuşak güç olarak Coca Cola veya Winston sigaraları Rusya’da çok daha fazla zarar verdi ve çok daha fazla zihinleri etkiledi.

    Ancak görünüşe göre Ukrayna ile savaş öncesinde politikacıların maddi çıkarları bu konuya dürüst bir şekilde bakılmasını engelledi.

    Sözde Rus Müslüman liderleri Ukrayna ile savaş hakkında ne düşünüyorlar?
    Rusya Baş Müftüsü Talgat Tacuddin:
    “Yüzyıllar boyunca 193 büyük ve küçük halkları ve büyük Anavatanımızın geleneksel mezheplerinin takipçilerini birleştiren birleşik devletimizin Başkanının açık ve samimi Hitabını tam olarak anlayarak, Ukrayna topraklarında özel bir askeri operasyon gerçekleştirme kararını içtenlikle destekliyoruz…”

    Rusya Müslümanları Merkezi Ruhani İdaresi’nin resmi web sitesi.
    https://cdum.ru/news/44/11232/

    Rusya Federasyonu Müslümanları Ruhani İdaresi (MRI) Başkanı Müftü Şeyh Ravil Gaynutdin, İslam din adamlarını Rusya Devlet Başkanı’nın kısmi seferberlik kararını desteklemeye çağırarak inananların ülkeye karşı vatandaşlık görevlerini yerine getirmeleri gerektiğini belirtti.

    https://tass.ru/obschestvo/15848267?ysclid=ll5fa6c5jp634771411

    Tataristan Müslümanları Ruhani İdaresi (MRI) Başkanı Kamil Samigullin,
    özel askeri operasyona (ÖAO) katılan ve İslam dinine inananların Ramazan ayında oruç tutmayabileceğini söyledi.

    https://lenta.ru/news/2023/03/21/postitsaya/?ysclid=ll5f8kheua855333367

    Timur Islamov, Tatar sivil toplum aktivisti. / TURKISHFORUM – ABDULLAH TÜRER YENER

  • Her defasında gözümden yaş gelerek okuyorum

    Her defasında gözümden yaş gelerek okuyorum

    Gazi M.Kemal, çiftliğinde dolaşıp hava alırken oldukça yaşlı bir kadına rastladı.
    Atatürk attan inerek bu ihtiyar kadının yanına sokuldu.

    – Merhaba nine.

    Kadın Ata’nın yüzüne bakarak hafif bir sesle;

    – Merhaba dedi.
    – Nereden gelip nereye gidiyorsun?

    Kadın şöyle bir duralayıp;

    – Neden sordun ki, dedi. Buraların sahabisi misin? Yoksa bekçisi mi?

    Paşa gülümsedi.

    – Ne sahibiyim ne de bekçisiyim nine. Bu topraklar Türk milletinin malıdır. Buranın bekçisi de Türk milletinin kendisidir. Şimdi nereden gelip nereye gittiğini söyleyecek misin?

    Kadın başını salladı.

    – Tabii söyleyeceğim, ben Sincan’ın köylerindenim bey, otun güç bittiği, atın geç yetişdiği, kavruk köylerinden birindenim. Bizim muhtar bana bilet aldı trene bindirdi, kodum Angara’ya geldim.

    – Muhtar niçin Ankara’ya gönderdi seni?

    – Gazi Paşamızı görmem için. Başını pek ağrıttım da… Benim iki oğlum da gavur harbinde şehit düştü. Memleketi gâvurdan gurtaran kişiyi bir kez görmeden ölmeyim diye hep dua ettim durdum. Rüyalarıma girdi Gazi Paşa. Bende gün demeyip muhtara anlatinca, o da bana bilet aliverip saldi Angara’ya, giceleyin geldimdi. Yolu neyi de bilemediğimden işte ağşamdan belli böyle kendimi ordan oraya vurup duruyom bey.

    – Senin Gazi Paşa’dan başka bir isteğin var mı? Kadının birden yüzü sertleşti.

    – Tövbe de bey, tövbe de! Daha ne isteyebilirim ki.. O bizim vatanımızı gurtardı. Bizi düşmanın elinden gurtardı. Şehitlerimizin mezarlarını onlara çiğnetmedi daha ne isteyebilirim ondan? Onun sayesinde şimdi istediğimiz gibi yaşiyoz. Sunun bunun gâvurun köpeği olmaktan onun sayesinde kurtulmadık mı? Buralara bir defa yüzünü görmek, ona sağol paşam demek için düştüm. Onu görmeden ölürsem gözlerim açık gidecek. Sen efendi bir adama benziyon, bana bir yardım ediver de Gazi Paşa’yı bulacağım yeri deyiver.

    Atatürk’ün gözleri dolu dolu olmuştu, çok duygulandığı her halinden belliydi. Bana dönerek;

    – Görüyorsun ya Gökçen, işte bu bizim insanimizdir… Benim köylüm, benim vefalı Türk anamdır bu dedi.

    Attan indim. Yaşlı kadının elini tuttum anacığım dedim, sen gökte aradığını yerde buldun, rüyalarını süsleyen, seni buralara kadar koşturan Gazi Paşa yani Atatürk işte karşında duruyor.

    Köylü kadın bu sözleri duyunca şaşkına döndü. Elindeki değneği yere fırlatıp Atatürk’ün ellerine sarıldı. Görülecek bir manzaraydı bu. İkisi de ağlıyordu. İki Türk insanı biri kurtarıcı, biri kurtarılan, ana oğul gibi sarmaş dolaş ağlıyorlardı. Yaşlı kadın belki on defa öptü Ata’nın ellerini. Ata da onun ellerini öptü. Sonra heybesinden küçük bir paket çıkarttı. Daha doğrusu beze sarılmış bir köy peyniri. Bunu Atatürk’e uzattı;

    – Tek ineğimin sütünden kendi ellerimle yaptım Gazi Paşa, bunu sana hediye
    getirdim. Seversen gene yapıp getiririm.

    Paşa hemen orada bezi açıp peyniri yedi. Çok beğendiğini söyledi. Sonra birlikte köşke kadar gittik. Oradakilere şu emri verdi;

    -‘Bu anamızı alın burada iki gün konuk edin. Sonra köyüne götürün. Giderken de kendisine üç inek verin benim armağanım olsun.’

    Bu yazıyı okurken duygulanan veya ağlayanlar varsa, hala umut var demektir..
    Ortada dolaşan saçma sapan elektronik postaları 10 kişiye yollamak yerine, bu tür yazıları herkese yollarsak belki Ata’mızın değeri daha çok anlaşılır…. Ne dersiniz?
    ŞÜKRÜ PAŞA / TURKISHFORUM – ABDULLAH TÜRER YENER

  • Gücümüz Anadolu

    Gücümüz Anadolu

    ‼️ GAP BASIN AÇIKLAMASI ‼️

    Değerli Basın Mensupları ve Büyük Türk Milleti!

    Son politik, ekonomik, sosyolojik ve demografik gelişmelerin ardından, Vatanın bütünlüğünün ve Milletin bağımsızlığının tehlikede olduğunu gördüğümüz için ve ne yazık ki, Hükümetin; Millet adına üzerine aldığı sorumluluğun gereklerini yerine getiremediğini değerlendirdiğimiz için, bu açıklamayı yapma gereği duyuyoruz.
    Hükümetin zararlı göçmen ve yabancı iskan politikasıyla birlikte, demografik yapısı değişmeye başlayan sınır ve sahil kentlerimizdeki endişe verici durum; tam 10 ilimizde birden çok büyük bir yıkıma neden olan Kahramanmaraş merkezli iki büyük depremin ardından çok daha vahim bir hal almıştır.

    Deprem bölgesinde, gerekli yaşam destek altyapısının sağlanmasında gecikilmesi nedeniyle, bu bölgelerde yaşayan Türk nüfusun çok büyük bir bölümü, mecburiyet nedeniyle başka illerimize göç etmek zorunda kalmışlardır.

    Aradan geçen altı aya rağmen, deprem bölgesine geri dönüşü sağlayacak asgari yaşam şartların oluşturulamamış olması nedeniyle, bölgeyi boşaltanlar geriye dönememekte, önemli bir bölümü ise, iş aş ve ikamet yönünden batı illerinde kalıcı hale gelmektedir.

    Buna mukabil, bölgede boşalan nüfus ve nüfuz alanı; başta Suriyeli sığınmacılar olmak üzere, başka etnik unsurlar tarafından süratle doldurulmaktadır.

    Bilerek veya bilmeyerek çok daha iyi yaşam koşulları sağlanan, sosyal yardımlardan çok daha fazla yararlandırılan, vergisiz ticaret, faturasız enerji kullanımı, ücretsiz sağlık hizmetleri ve maddi yardımlara çok daha kolay ulaşabilen sığınmacılar, ne yazık ki sınır ve sahil kentlerimizin asli unsuru haline getirilmektedirler. Birçok sınır kentimizdeki yabancı nüfusu, Türk nüfusunu geçmiş vaziyettedir!

    Bu vahim durum; Hatay’ın ülkemize katılma yöntemiyle aynı yöntemin kullanılarak, Hatay dâhil birçok sınır kentimizin elimizden çıkmasına neden olabilecek çok büyük bir tehlikeyi ortaya çıkarmaktadır.

    Deprem bölgesinde yeniden yapılanma faaliyetlerinin plan ve uygulamalarının Birleşmiş Milletler Teşkilatı ile işbirliği içinde yürütülüyor olması, ayrıca kaygı verici bir durumdur. Çünkü Birleşmiş Milletler Türkiye Ofisi’nin, bölgenin demografik yapısının Türksüzleştirilerek değiştirilmesine yönelik ciddi çabaları olduğu bilinmektedir.
    Başta Hatay olmak üzere, bütün ülke sathında yabancılara toprak satışları tam gaz devam etmetedir. Çeşitli kaynaklarda yer alan bilgilere göre hülleyle bile olsa ne yazık ki Hatay’ın yarıdan fazlası yabancılara satılmış vaziyettedir.

    Ne yazık ki, şehit kanlarıyla defalarca sulanarak vatan yapılan topraklarımız; bir yandan zengin ve sömürgeci yabancılar tarafından satın alınarak Türksüzleştirilirken, bir yandan da fakir ve cahil yabancılar tarafından, stratejik göç mühendisliği kapsamında istila edilmektedir! Bu istilacılar arasında ne kadar terörist, ne kadar yabancı ajan ve ne kadar ruh hastası ve sapık bulunduğu ise bilinmemektedir.

    Suriye’de savaş sona erdiği halde, ülkemize gelen sığınmacıların % 78’i geri dönmeyi düşünmemekte, fakat dini bayramlarda kendi ülkelerine rahatça gidip gelebilmektedirler.

    Sessizce istila edilmekte olan güzel ülkemizde:

    * Kamu güvenliği ve istikrar bozulmakta!
    * Sınır güvenliği tehlikeye girmekte!
    * Ekonomik yapımız bozulmakta!
    * Kültürel yapımız bozularak yozlaştırılmakta!
    * Siyasal yapımız bozularak insanlarımız kamplaştırılmakta ve kutuplaştırılarak birbirine düşman edilmekte!
    * Ahlak yapımız bozulmakta!
    * Türk dili, başta Arapça olmak üzere, yabancı diller tarafından asimile edilmekte ve kuşatılmakta!
    * Çok eşlilik, fuhuş, taciz, tecavüz, ensest ilişki ve metres hayatı hızla yaygınlaşmakta!
    * Çocuk yaşta evlendirmeler, hayvan satar gibi kadınların satılması ve boşanmalar çığ gibi artmakta!
    * Aile değerlerimiz ve Türk Töresi bozulmakta!
    * Çocuk işçiler, hırsızlık ve dilencilik yaygınlaşmakta!
    * Din algısı yozlaşmakta, etnik ve mezhepsel kutuplaşma artmakta!
    * Şiddet olayları ve terörizm ile buna bağlı olarak işlenen suçlar artmakta!
    * Çarpık yapılaşma ve sağlıksız kentleşme çığ gibi büyümekte!
    * Hepsinden de önemlisi demografik yapımız bozulmaktadır!

    Türkiye genelindeki doğurganlık oranı kadın başına 1.62 iken, sığınmacılardaki doğurganlık oranının 5.3 olduğu dikkate alındığında, Türk etnik yapısının yıllara sâri olarak sürekli azalma gösterdiği, buna karşın yabancı nüfusun süratle artmaya devam ettiği görülmektedir.

    Sahil ve sınır kentlerinden başlayarak yabancı etnik unsurlar tarafından süratle istila edilmekte ve azalmakta olan Türk milli nüfus yapısı, yakın ve orta gelecekte Türk milli devleti için en büyük beka meselesidir.

    Gücümüz Anadolu Platformu olarak bizler; kurulan bu çirkin tezgâhı görüyor, oynanan bu sinsi oyunları biliyor ve en az 1000 yıllık Türk yurdu olan vatanımızdan, milli kimliğimizden, özgürlüğümüzden ve devletimizden asla vazgeçmeyeceğimizi bütün dünyaya ilan ediyoruz.

    Her ne şekil, yöntem ve adla olursa olsun, “İşgale Hayır!” diyoruz.

    Türk vatanında Türk sürgününe hayır diyoruz.

    Yabancıya mülk satışlarının hemen durdurulmasını ve 14/06/1934 tarih ve 2510 sayılı iskân kanununun geri getirilerek, yabancılara gayrimenkul satışı konusunda Cumhuriyetin kuruluş ayarlarına geri dönülmesini talep ediyoruz.

    Türk vatandaşlığının işportaya çıkarılarak satışına ve mültecilere aynı şeker dağıtılır gibi verilen Türk Kimliği ’ne hayır diyoruz.

    Türk demografik yapısını ve milli Devlet’in geleceğini hedef alan göçmen politikasının derhal durdurularak sığınmacıların en kısa sürede kendi ülkelerine gönderilmelerini talep ediyoruz.

    Türk vatanının Türksüzleştirilmesine veya Türk’ün kendi vatanında topraksızlaştırılarak bir hiç haline getirilmesine hayır diyoruz.

    Sinsice devam ettirilmek istenen sessiz istilaya hayır diye haykırıyoruz ve bu konularda Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni, Hükümeti ve siyasi partilerin tamamını görevlerini yapmaya davet ediyoruz.

    Eğer ki, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Hükümet gereğini yapmazsa, Ulu Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün, Gençliğe Hitabesinde verdiği talimata uyarak, gereken her şeyi Büyük Türk Milleti yapacaktır.

    Dayanağımız, yoluna baş koyduğumuz Türk Milleti, Gücümüz Anadolu’dur. Muhtaç olduğumuz kudret ise, damarlarımızdaki asil kanda mevcuttur.

    Kamuoyuna saygı ile duyurulur.

    Hazırlayan: Eğitimci Türkan Aksoy , Araştırmacı yazar Hasip Sarigoz, araştırmacı Fevzi Küçükkahveci ve Avukat Zeynep Seda Ekinci / TURKISHFORUM – ABDULLAH TÜRER YENER

  • AKP, BİR KİNİN TEZAHÜRÜDÜR.!

    AKP, BİR KİNİN TEZAHÜRÜDÜR.!

    AKP, SOSYOLOJİK BİR KİNİN DIŞ DESTEKLİ TEZAHÜRÜDÜR.!

    Birikmiş varoş kininin ete kemiğe bürünmüş halidir “Reis” tiplemesi..

    Ezeli kinin intikam hissine dönüşmesi ve birikerek sıçramasıdır AKP iktidarı..

    İtildim kakıldım, cahil bırakıldım artık güç bende diyebilmenin neticesidir 21 yıllık safahat..

    Görmezden gelinen kitlenin, kendinden yüksek gördüğü güruha had bildirme arzusunun dış destekli tezahürüdür olanlar..

    Saray’da oturan Erdoğan ailesi değil ezilmişlerin tümüdür..

    Binlerce dolarlık çanta Emine hanımın değil eziklik duygusu içindeki tüm kadınların kolunda takılıdır…

    Ekonominin kötüye gitmesi, eğitimin kevgire çevrilmesi, adalet duygusunun yok edilmesi zerre kadar umurlarında değildir onların..

    Aristokratlara mal olmuş Atatürk kompleksi karşısında artık bizim de bir Atatürk’ümüz ve kahramanımız var, bizimde kurtuluş mücadelemiz var demenin fırsatı olmuştur 15 Temmuz..

    Bu imajı güçlendirme çabalarıdır ey Amerika söylemleri, sınır ötesi faaliyetler ve içi boş kafa tutmalar..

    Kendi Atatürk’lerini ve kurdukları kara düzeni öne çıkarma arzusudur Anıtkabir’e dil uzatmalar, yapılan Cumhuriyet düşmanlığı ve parantezi kapatma söylemleri..

    Artık devir onların devri, sultan onların sultanıdır.!

    Böylesi manevi bir tatmin bir daha geçer mi ele.?

    Böylesi bir atmosferi ve fırsatı yakalamışken işin peşini bırakır mı hiç emperyalizm..

    Ne yapıp ne edip son seçimlere el koymaları ve deli gibi attıkları zafer çığlıkları bunun son göstergesidir..

    Öyle şaşkın şaşkın bakmayın yazdığım yazıya..

    Gerçek bu, artık kabullenin..!

    O öyleymiş bu böyleymiş hepsi safsata, laf-ı güzaf.!

    Bu gerçeği görmeyenler için tüm gayret ve söylemler yangını alevlendirmekten ibaret bir romantizm ve boş çabadır.!

    Lütfen oturup düşünün ve artık her türlü iç çekişmeyi ve ideolojik ayrışmayı bir kenara bırakın.!

    Sonra da bu Sosyo-Patolojik vahim durumun barış ve kardeşlik içinde bilimsel çözümünü bilen biz akademisyenlere kulak verin.!

    Ne demişti ulu önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk; “Umutsuz durumlar yoktur. Umutsuz insanlar vardır. Ben hiçbir zaman umudumu yitirmedim..”

    Dr. Vecdet Öz / TURKISHFORUM – ABDULLAH TÜRER YENER

  • BAĞIMSIZ ÇERKESYA

    BAĞIMSIZ ÇERKESYA

    5.8.2023 TARİHİĞNDE İSTANBULDA YAPILAN ULUSLARARASI BAĞIMSIZ ÇERKESYA KONFERANSINDA SÜRGÜNDEKİ BAĞIMSIZ TATARİSTAN HÜKÜMETİ BAŞBAKANI RAFİS KAŞAPOV’UN LONDRADAN NAKLEN KONUŞMASI
    Sayın kardeşlerimiz! En kalbi duygularımızla sizi selamlıyoruz sayın Kenan başkan! Merhaba, bu şerefli Konferansın değerli misafirleri! - kafkaslarda bir turk cumhuriyeti karacay cerkesya 776

    Sayın kardeşlerimiz! En kalbi duygularımızla sizi selamlıyoruz sayın Kenan başkan! Merhaba, bu şerefli Konferansın değerli misafirleri!

    Ben, sürgündeki Bağımsız Tataristan Hükümeti Başbakanı olarak, sayın Çerkez dostlarımıza ve Konferans misafirlerine müracaat etmeden memnuniyet duyuyoruz.

    Sayın kardeşlerimiz , bizim sizinle aynı beklentilerimiz ve endişelerimiz, kaygı ve belalarımız, hayatta kalmamız için ve kendimiz olmamız hakkımız için mücadelemiz hem bizleri yok etmeye çalışan düşmanımız. Sizin acınız bizim acımızdır. Sizin zaferiniz ve şerefiniz bizim zaferimiz ve şerefimizdir.

    Kendi fikirlerimizi ifade etmeye imkanımız için değerli Çerkez kardeşlerimize ve dostlarımıza minnettarız ve teşekkür ediyoruz. Tatar milletinin sesi duyulur diye umuyoruz.

    Size yönelik işgalci Rusya rejimi tarafından yapılan soykırım, sürgün ve hızlandırılmış asimilasyon bize, Tatarlara yönelik de yapılıyor. Sizin korkunç kaderiniz bize çok acı veriyor, çünkü şu an biz kendi milletimizi, dilimizi, dinimizi, kültürümüzü korumaya çalışan mülteciler olarak aynı acıları yaşıyoruz.

    «Rus şövenist dünyasının» iradesiz köleleri olmaya razı olmayan birçok Tatar kardeşlerimiz dünya boyunca zorluklar içinde gezmekteler ve yardıma ve desteğe ihtiyaçları var. Şimdiye kadar herhangi devlet bizim böyle kötü durumda olduğumuzu tanımadı ve aynı anda ilticada ihtiyacımız olduğunu da. Biz çok zor durumdayız, maddi ihtiyaçlarımızı karşılayamıyoruz bazen, bazen bizleri «Rus canavarı ağzına» deportasyon yapıyorlar. Onun için sayın Çerkez kardeşlerimizi çok iyi anlıyoruz, nasıl ve ne kadar bir feci felaketi yaşamışlar.

    Tüm dünyaya, kendini insanlık parçası sanan, tüm kendine saygı duyan ülkelere ve tüm kendilerini merhametli ve dürüst sanan insanlara Çerkez soykırımın, sürgünün ve asimilasyonun resmi olarak tanımaya zaman gelmiştir.

    Yine de dürüst ve adil olan tüm ülkelere, insan haklarını savunan tüm ülkelere, 470 senelik Tatar milletine de yapılan soykırımı, zorlu asimilasyonu tanımak zamanı gelmiştir. Şimdi o tanımaya ve durdurulmaya gereken soykırım Ukrayna’da devam ediyor.

    Bakınız nerelere geldi durum, şimdiki küçücük Tataristan’da bile Tatarlar etnik olarak azınlık duruma zorlanılıyor, halkın çok büyük kısmı Ruslaştırılmış ve kendi dilini bilmiyor. Tataristan dışında kalan, kendi topraklarında yaşayan Tatarlar hakkında söylemeye de gerek yok. O azınlıklar Rus dilinden başka yaşama imkanı olduğunu düşünmüyorlar bile.

    Bir daha tekrar ediyorum dünyaya bu Çerkez soykırım felaketini tanıması gerekiyor ve adaleti sağlamaya yardım etmesi gerekiyor. Aynı şekilde 1992 senesinde geçen Tataristanın Bağımsızlık Referandumu sonuçların da tanıması gerekiyor. O Referandumda tüm uluslararası kurallar ve prosedürler sağlanıp halkın %60 olumlu oy vermişti ve Bağımsızlık ilan edilmişti.

    «Rus işgal canavarı» önce barbarca sert bir şekilde çeçen kardeşlerimizi imha edip kaçmaya zorladı. Dünya sustu. Sonra tehditle Tataristan yönetimi iradesiz kukla haline getirildi. Buna razı olmayan, direnebilen Tatarları öldürdü, yalanla hapislere attı, yurt dışına kovdu, bin yalanlarla islam teröristleri ilan etti, kaldı ki vatanına dönemesinler ve herhangi memlekette onları iyi karşılamasınlar.

    Bizim en büyük problemimiz, bizim kardeşlerimize mülteci statüsü verilmesi, yeter ki onlar yurtdışı edilmeden , Rusya’ya gönderilip öldürmeden korkmasınlar, dünyaya seslerini duyurabilsinler ve güçlü düşmanla mücadeleyi organize edebilsinler.

    Dünyaya hepsi bunları tanıyıp gerçek teröristi ve halkların katili olan sözde Rusya Federasyonunu cezalandırma zamanı gelmiştir. O herhangi Federasyon değildir. O bir tam yalancı mafya çetesi korporasyonudur, tüm Sözleşmeleri haince bozabilen. Orada hiçbir zaman herhangi kanun yoktu, insan hakları diye birşey yoktu ve yok.

    Biz Tatarlar ve Çerkezler tüm tarihimiz boyunca bu imparatorluk zulmüne uğradık, onu iyi öğrendik ve anlıyoruz ne kadar kurnaz ve acımasız bir canavarla karşılaştığımıźı.

    Tüm dünya iyi insanları birleşip beraber bu canavarla mücadele etmeliyiz. O canavarın herhangi alanda söz hakkı olmamalı, Birleşik Milletler başta olmak üzere.

    Bu adaletsiz imparatorluk dağılmalı artık sonunda ve halkların katliamı durdurulmalı.

    Yaşasın Özgürlük! Rus koloniyalizmi yok olsun! Tataristan, Çerkesya ve Ukrayna serbest olacaklar!

    Sayın kardeşlerimiz! En kalbi duygularımızla sizi selamlıyoruz sayın Kenan başkan! Merhaba, bu şerefli Konferansın değerli misafirleri! - Bagimsiz Tataristan Hukumeti Basbakani Rafis Kashapov kirim tatarlari ve tum avrupalilari yuruyuse cagiriyor

    Saygıyla Sürgündeki Bağımsız Tataristan Hükümeti Başbakanı Rafis Kaşapov.

    RAFİS KAŞAPOV SÜRGÜNDEKİ BAĞIMSIZ TATARİSTAN HÜKÜMETİ BAŞBAKANI -LONDRA / TURKISHFORUM – ABDULLAH TÜRER YENER

  • YAŞ kararları

    YAŞ kararları

    Bu sene verilen YAŞ kararları konusunda ( E) Dr. General Cihangir Dumanlı’nın 4. Ağustos 2023 tarihli internetteki gruplara dağıttığı yazısı aşağıdadır.

    YAŞ kararları

    Bu yılın Ağustos YAŞ’ı sekiz sivil ve dört askerle toplandı. Görev alanları general/amiral terfileri ile ilgisi olmayan, CB Yardımcısı, Adalet, Dışişleri, Hazine Ve Maliye, İçişleri ve Milli Eğitim Bakanları TSK’nın yeni komuta kadrosunu belirlediler. K.K.K.lığı yapmamış bir ordu komutanını Genelkurmay Başkanı yaptılar. Hayırlı olsun.

    Şimdi sorulması gereken sorular şunlar:

    1) Askeri bilgi ve deneyimleri sınırlı bu Bakanlar terfilere hangi kriterlere göre karar verdiler?

    2) Terfi edenlerin mesleki yeterliliklerini nasıl değerlendirdiler?

    3) Bütün diğer kurumlarda olduğu gibi TSK’da da kendi siyasi görüşlerine yakın olanları mı tercih ettiler?

    4) Terfi edecek albay ve general/amirallerin mesleki performanslarını yakından
    değerlendirebilecek durumdaki orgeneral/oramiraller YAŞ’tan neden çıkartıldı?

    5) Bundan sonra terfi sırasındaki albay ve general/amirallerin mesleki yeterliliklerini kendi komutanlarına göstermek yerine iktidar partisine yakın görünme çabaları nasıl önlenebilecek?

    6) Kuvvet komutanlığı yapmamış bir orgeneral Genelkurmay Başkanı yapılarak askeri hiyerarşi ve gelenek niçin bozulmuştur?

    7) Siyasi iktidar değişirse yeni iktidar bu general/ amiralleri “ eski iktidarın adamları” olarak görmeyecek mi?

    Bu orduya siyasetin sokulması değil midir?

    Bir orduya siyasetin sokulması o orduya yapılabilecek en büyük kötülüktür. Harp tarihi bunun acı örnekleri ile doludur.

    Bu YAŞ 15 Temmuz hain darbe girişimden hemen sonra (31 Temmuz 2016’da) yayınlanan ve TSK’nın yapısında köklü değişiklikler yapan 669 sayılı KHK’nın gereğidir. Bu kapsamda YAŞ’ın yapısı değiştirilerek orduya siyasetin girmesine olanak sağlanmıştır.

    TSK’da yapılan değişiklikler “yeni bir darbe girişiminin önlenmesi” veya “silahlı kuvvetlerin sivillerce kontrolü” amaçlarını aşmış, iktidarın kendi ordusunu oluşturma çabasına dönerek doğrudan TSK’ya zarar verici boyuta ulaşmıştır.

    Devletin diğer kurumlarında liyakat yerine sadakatin esas alındığı bir gerçektir. Diğer kurumların siyasileştirilmeleri de sakıncalı olmakla birlikte aynı şey TSK’da yapılırsa 84 milyonun güvenliği demek olan ulusal güvenliğimiz tehlikeye girer ve telafisi imkânsız kötü sonuçlar doğurur. Belirsizlikler ve risklerle dolu uluslararası güvenlik ortamında böyle bir şeyin yapılması büyük yanlıştır.

    Yeni komutanlara başarılar dilerim, selefleri gibi orduyu siyasete alet
    etmemelerini; hükümetin değil, devletin ordusu olduğunu unutmamalarını umarım.

    4 Ağustos 2023
    Dr. Cihangir Dumanlı-İSAT/ TURKISHFORUM ABDULLAH TÜRER YENER