Bak sana ne anlatacağım.. Bahçeli; Bu yazacaklarımı MHP’nin “parti okulu“nda bulamazsın. Unutturdular sana çünkü… Gagavuz Türk‘ü, Hıristiyan’dır. Yunanistan’daki Karaman Türk’ü de, Hıristiyan’dır… Karaim ya da Hazar Türk’ü, Yahudi‘dir… Altaylar, Tengrici’dir… Saha-Yakut Türkleri Şaman‘dır… Uygur Türk‘ünün kimi Budist’tir… Azerbaycan Türk’ü ya da İran’ın Azeri Türk’ü Şii‘dir… Anadolu Türkmen‘i Alevi’dir… Ne sandın?… “Türk milliyetçisi” denilince aklına sadece Müslüman Sünni mi geliyor?… “Türk milliyetçiyiz” diyerek kimin ahlakını kime dayatıyorsun?… Bak kardeşim !… Dünyada ilk “Türk Derneği”, Macaristan-Budapeşte’de 1908 yılında açıldı. Üniversitelerde ilk Türkoloji kürsüsü 1870 yılında Budapeşte’de kuruldu… Macar Türklerini bilir misin?… Turan fikrinin nereden doğduğunu sanıyorsun?… Bugün… Sadece Devlet Bahçeli‘yi bilmekle olmaz… Gabor Vona‘yı da bileceksin!… Hâlâ Necip Fazıl mı okuyorsun?… Oysa Attila Jozsef‘i okumalısın!… Hadi Yusuf Akçura’yı, Sultan Galiyev’i bildiğini düşüneyim; Turar Rıskulov‘u ya da Ethem Nejat‘ı bilir misin?… Sahiden “sağ” nedir, “sol” nedir hiç kafa yordun mu?… Tarihindeki Türk milliyetçi hareketler sömürgeciliğe karşı çıkarken, senin neoliberalizme/ vahşi kapatilizme karşı neden hiç sesin çıkmıyor?… Evet sen kardeşim!… “Türk milliyetçileri” adını kullanarak kimin ahlakını kime dayatıyorsun?… Kızma bana !… Bak sana bir Türk efsanesini hatırlatayım… Cengiz Aytmatov’u bilirsin. Kırgız Türk’ü… Türk birliğinin yılmaz savunucusu. Dünya edebiyatına armağan ettiğimiz Lenin ödüllü usta bir kalem… 1980 yılında yazdığı bir romanı var: “Gün Olur Asra Bedel”. Okudun mu?… Kişinin, öz köküne yabancılaşmasını anlatır. Bunu Türk “Mankurt Efsanesi”ne dayandırır. Şöyle… Juan-Juan adlı barbar bir toplum, tutsak ettiği kişileri işe yarar köleler haline getirmek için belleklerini silerek “mankurt” haline getirirmiş !… Bir insanı “mankurt” yapmak istediklerinde bak ne yaparlar: – Tutsak kişinin saçları iyice kazınır, – Kafasına devenin boyun derisi gerdirilerek geçirilir, – Tutsak başını yerlere vurmasın diye bir kütüğe bağlanır, – Yürek parçalayan çığlıkları duyulmasın diye elleri ayakları bağlı olarak ıssız bir yerde sıcak güneş altında dört beş gün aç susuz bırakılır, – Sıcağın etkisiyle deve derisi büzülür ve bir mengene gibi kafayı sıkıştırır, – Deve derisinin artık kafa derisiyle bütünleşmeye başlamasıyla kazınan saçlar yeniden uzamaya başlar, – Fakat, deri kafaya o kadar yapışır ki, zaten sert olan deve derisi sıcağın etkisiyle iyice sertleşir ve uzayan saçlar deriyi delip uzamasına devam edemez, – Bu nedenle saçlar kafanın dışı yönünde değil, içine doğru uzamaya başlar, – Sıcaktan büzüşen deve derisinin kafatasına yaptığı baskı ve kafanın içinde ters yönde uzayan saçların kafatasını delip, beyne doğru ilerlemesiyle tutsak kişi büyük acılar çeker, – Beşinci günün sonunda tutsakların çoğu ölür, – Sağ kalan tutsak ise zamanla kendine gelir; yiyip içerek gücünü toparlar. – Ama o artık bir insan değildir; ölünceye kadar geçmişini hatırlamayan “mankurt” olmuştur. Artık hafızası yoktur… Kim olduğunu, hangi soydan geldiğini, anasını, babasını ve çocukluğunu bilmez hale gelir. Artık düşünemez… İnsan olduğunun farkında değildir. Ağzı vardır, dili yoktur. Kaçmayı dahi düşünmeyen, hiçbir tehlike arz etmeyen bir köledir sadece. Bilinci, benliği olmadığı için, sadece efendisine boyun eğen bir köle… Evet… Mankurt, için önemli olan tek şey efendisinin emirlerini yerine getirmektir… Akıl yoksunluğunu ifade eden “mankurtlaşma” artık bir kavram olarak kullanılmaktadır… Anadolu’da “mankafa” derler !… Kimbilir… Belki de Cengiz Aytmatov “Bozkurtları” uyarmak istemektedir… Anlayana… * Türk Bayrağı’nın yakılmasını, göklerden/direklerden indirilmesini protesto ettin mi? Hayır!… * Atatürk heykellerinin parçalanmasını protesto ettin mi? Hayır!… * Bu ülkenin parsel parsel özelleştirme adı altında satılmasını protesto ettin mi? Hayır!… * Türk kimliğinin-kavramının Anayasa’dan çıkarılmak istenmesini protesto ettin mi? Hayır!… * Devlet nişanından, devlet kurumlarından Türkiye Cumhuriyeti ibaresi kaldırılmasını protesto ettin mi? Hayır!… * Andımızın kaldırılmasını protesto ettin mi? Hayır!.. * 23 Nisan gibi, 19 Mayıs gibi milli bayramlarının kaldırılmasını protesto ettin mi? Hayır!… * Soma katliamını protesto ettin mi? Hayır!… * Doğa katliamlarını protesto ettin mi? Hayır!… * Kaçak Sarayı protesto ettin mi? Hayır!… * Kuzey Irak’ta Türkmenlerin katledilmesini protesto ettin mi? Hayır!… * Süleyman Şah Türbesi’nden kaçılmasını protesto ettin mi? Hayır!… * Ülkenin parçalanma projelerini protesto ettin mi? Hayır!… Peki neyi protesto ettin?… Sadece, bu ülkenin yüz akı sanatçısı Bedri Baykam‘ı protesto ettin !… Beyoğlu Piramid Sanat Galerisi’nde Almanya, Fransa, Japonya ve ABD’den sanatçıların eserlerinin de yer aldığı “Çırılçıplak” başlıklı sergiyi “ahlaki değerlere” aykırı bulup Taksim‘e sokağa çıktın ve “Bizler; Türk Milliyetçileri, Türk İslam Ülkücüleri, Türk Milletinin ahlak değerleri ile ters düşen ve sanat adı altında perdelenmek istenen bu çirkin sergiyi kabul edemeyiz” dedin… Demek: Türk kavramının yok edilmesi, Türk bayrağının yakılması, Atatürk heykelinin parçalanması, Andımız’ın, ulusal bayramlarımızın kaldırılması, “ahlaki değerlere” uygunmuş ki sesin çıkmadı!… Türklüğün sadece “bacak arasına” indirgendiğinin farkında değil misin?… Soner YALÇIN -Türkiye /TURKISHFORUM -ABDULLAH TÜRER YENER
Ekonomik iflasını açıklayan Osmanlı Devleti’nin 1881 yılında bütün varlıklarına el konuldu.
İğneden ipliğe Yahudi İtalyan, Ermeni, Fransız tacirler İstanbul’a dolmuştu. Abdülhamid bu kadar borcun üzerine yeni borçlar ekledi. Osmanlı 15 defa büyük borç aldı. Ama faizini bile ödeyemez olmuştu.
Osmanlının hazinesine el koyan Avrupa, bugün “İstanbul Erkek Lisesi” olan binaya “Duyun-u Umumiye” yi yerleştirip borçları tahsil etmeye çalıştı. Yani hazine ecnebilerin yönetimine geçti.
Borçlar ödenmedikçe Abdülhamid Avrupa’lı tefecilere tekeli verdi teker teker milli varlıkları kaybettik; Demir yolları, iplik, fındık, pamuk kömür, tekstil demir çelik, tuğla kireç ne iş varsa Avrupa’lılara satıldı.
Zenginler İstiklal Caddesi ve Sıraselviler’e yerleşti. Bugün İstanbul’da gördüğümüz şahane binaların çoğu o dönemlere aittir.
Türk’lerse yüzlerce yıldır tamir gören yamalıklı bohçaya benzer tahta evlerde otururdu. Bu evler Fatih ve Süleymaniye’nin arka sokaklarında bulunurdu. Abdülhamid döneminde Yüzlerce kilise ve sinagog açıldı…
İşte o tarihte Avrupa’dan gelen zenginleri ağırlamak için 5 yıldızlı bir otel yaptılar. Pera Palace.
Pera Palace Rumca ; “Yokuş Sarayı” demek. Fransa’dan trene binip Sirkeci’de inen Avrupa jet sosyetesi tren garından bu otele Türk hamalların sırtında özel tahtlarla taşınırdı. Aslında batı emperyalizmi İstanbul’u Vahdettin döneminde değil Abdülhamid döneminde çoktan ele geçirmişti….
Atatürk Cumhuriyeti kurduğunda Türklerin elinde sadece çarık kalmıştı. Sanayi ve tarım hamlesi başlattı. Bütün kurumların başına Türk kelimesini koydurdu.
Yerli malı haftası o tarihte başladı. Türk Çocukları milli üretimi anlasın diye. Türklere ait banka bile yoktu.
Adında Osmanlı olan banka bile ecnebilerindi. İş bankası bu yüzden kuruldu. Osmanlı Devletinin iflas ilan ettiği meşhur
RAMAZAN KARARNAMESİ (Nisan 1876)
Vergi gelirlerinin devredildiği
MUHARREM KARARNAMELERİ (1879 ve 1881’de ki iki kararnamedir)
Pek bilinmez, gündeme de getirilmez. Hep saklanır… Dolmabahçe sarayı 1856, Çırağan sarayı 1863, Beylerbeyi sarayı 1864, Yıldız sarayı 1880’de yapılmıştır. Yani Osmanlı’nın çöküş döneminde. Dünya; Sanayiye, Eğtime, Bilime, Ağırlık verirken, Osmanlı çöküşü gizlemek için saray yapımına ağırlık vermiş. Umarım, *sonumuz aynı olmaz
İSTANBUL’DA KURYELİK YAPAN BİR KİŞİNİN MÜLTECİLERLE İLGİLİ İZLENİMLERİ.
Mülteci sorununu sadece sosyal medyadan ya da TV’den gördüğünüz kadar sanıyorsanız yanlıyorsunuz.
Gelin size ben gerçeği anlatayım:
Ben İstanbul’da kuryelik ve genelde günde ortalama 200 km. yol yapıyorum. Pendik’ten Silivri’ye her ilçeye ve her mahalleye giriyorum.
Tahminime göre ESENYURT, BAŞAKŞEHİR, BEYLİKDÜZÜ, FATİH ve BAĞCILAR ilçelerine bir süre sonra TC. VATANDAŞI giremeyecek.
Size kurye olarak gittiğim adreslerden bahsedeyim; Her şeyden önce hem Suriyeliler hem de bizim partililerden bazıları diyor ya “Suriyeliler ekonomik olarak bize çok faydalı”, diye; bu söz külliyen yalan, çünkü örneğin Esenyurt’ta telefonu bozulan bir Suriyeli telefonunu Sirkeci’de işyeri olan bir tamirciye gönderiyor, ya da altın takı alacak olan Başakşehir’deki bir Pakistanlı Bağcılar’daki Pakistanlı kuyumcudan kurye ile aldırıyor alacağını, ya da Afganlar Fatih ve Yenikapı’da bulunan kendi marketlerinden alışveriş yapıyorlar…
Çünkü çok kere Afgan pirinci alıp teslim ettim. Şimdi gelelim işin sağlık boyutuna; Bu durum çok vahim. İstanbul genelinde diş protezi yaptıran kişilerin %90’ı Suriyelilerin merdiven altı protezlerini ağızlarına takıyor ve diş klinikleri “ucuz” diye buraları tercih ediyorlar.
Size bir anımı anlatayım; Bir gün Fatih’te bir adrese gittim. Adres virane merdiven altı bile değil eski müstakil bir gecekondu idi.
Gönderiyi teslim aldım, Florya’da bir adrese, bir diş kliniğine gittim. Gittiğim yerin kalitesi ne Amerikan Hastanesinde ne de Memorial’ da var. Bu nasıl oluyor, diye düşünürken teslimatı alacak kişinin adresine baktım, o da Suriyeli bir bayandı.
Bayanı çağırdılar ki doktormuş kendisi. O esnada orada bekleyen şık giyimli bir bey de bekleme salonunda oturuyordu. Bayan Doktor Türkçe “Ahmet bey proteziniz geldi, buyurun odama” dedi.
Ben şok oldum. Benim ülkemde benim vatandaşıma sağlıksız medikal ürünle tedavi uyguluyorsun, neden? “Kendi vatandaşı kazansın diye”. Devam edeyim; yurtdışına çıkarken covid testi yaptıran insanların %90’ı yine merdiven altı Suriyeli laboratuvarlarda karman çorman hiç bir önlem olmadan Coca cola dolaplarının içinde yüzlerce test tüpünün olduğu yerlerde testlerini yaptırdı! Burada olabilecek en büyük sorun, “test sonucunun yanlış çıkmasıdır”.
Ama gelelim en tehlikelisine; Başakşehir’de yine merdiven altı bir laboratuvar var ve ben günde bir kez mutlaka gidiyorum; binlerce kurye var, biri giriyor biri çıkıyor.
Reklamı yapan vize şirketleri var ya onlardan oturma izinlerini, vatandaşlık başvurularını, vb. alıp götürüyoruz.
Hepsi lüks içinde yaşıyorlar.
Bir gün bir kargo görevlisine adres sordum, “gel ben de oraya gidiyorum” dedi… Elinde boyu kadar çuval sordum, “hepsi oraya mı?”,diye “aynen oraya her gün bir çuval getiriyorum” dedi, içinde “hepsiburada, trendyol ve amazon kolileri”.
Beylikdüzü ve Esenyurt tayfası mafyalaşmış!
Beylikdüzü’nde örneğin “İnovia siteleri” var, orada onların izni olmadan ne ev tutabilirsiniz ne satabilirsiniz.
Esenyurt’ta zaten tam gettolaşma var.
Bazı mahalleler var ki gözünüzü kapatıp sizi oraya bıraksam gözünüzü açtığınızda “eyvah Suriye’ye kaçırmışlar beni!” dersiniz.
Daha yüzlerce örnek var ama yazsan ne olacak, en azından sağlığınıza dikkat edin.
DOKTORUNUZA, DİŞ HEKİMİNİZE MUTLAKA çalıştıkları laboratuvarın neresi olduğunu sorun. GÜMBÜR GÜMBÜR İSTİLÂ geliyor okuduğunuz ve paylaştığınız için teşekkür ederim. “Vatanını milletini seven duyarlı bir kurye”
TRT, savaşı bahane edip 100. yıl etkinliklerini ileri bir tarihe aldı: ‘Cumhuriyet ertelenemez’
Yurttaşın vergileriyle finanse edilen TRT, Cumhuriyetin 100. yılı için düzenleyeceği etkinlikleri ileri bir tarihe erteledi. Kamu yayını yapması gerekirken tarafsızlığını yitiren kurum, ertelemeye Gazze’de yaşanan savaşı gerekçe gösterdi. Etkinliklerin hangi tarihte yapılacağı ise belirtilmedi.
TRT’nin Cumhuriyetin 100. yılına özel düzenlenecek etkinlikleri, “Gazze’deki insanlık dramı” nedeniyle ileri bir tarihe ertelendi.
TRT’den yapılan açıklamada, “TRT, Cumhuriyet’in 100. yılı kutlamaları çerçevesinde düzenleyeceği ve tüm hazırlıkları biten eğlence odaklı konser ve gösterileri, Gazze’de yaşanan endişe verici insanlık dramı nedeniyle ileri bir tarihe erteledi” ifadesine yer verildi.
Ertelenen konser, gösteri ve diğer etkinliklerin gerçekleştirileceği tarihlerin daha sonra açıklanacağının belirtilmesi dikkat çekti. TRT’nin “Gazze’yi” gerekçe göstererek aldığı bu karar ise tepkilere yol açtı.
TRT’nin kararına ilişkin Cumhuriyet’e konuşan Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) Genel Başkanı Hüsnü Bozkurt, Cumhuriyetin bir devrim olduğunu belirterek, “Türkiye Cumhuriyeti antiemperyalist, tam bağımsızlık hedefiyle ve Kemalist ideoloji ile hayata geçen tarihin en büyük devrimlerinden biridir. Böyle bir büyük devrimin 100. yılının kutlanması hiçbir bahane ile ertelenemez. TRT ne yaptığını bilmemektedir. Bu kabul edilebilir bir karar değildir” dedi.
“COŞKUYLA KUTLANMALI”
“Gazze’deki İsrail zulümüne karşı cumhuriyetin kuruluşunun 100. yılını büyük bir çoşkuyla kutlamamız gerekir” diyen Bozkurt, “Türkiye Cumhuriyeti, mazlum milletlerin örnek aldığı bir devrimdir. Kutlamalar bu bilinçle daha büyük bir coşkuyla kutlanmalıdır” diye konuştu.
‘SAMİMİYETSİZ AÇIKLAMAYI KABUL ETMİYORUZ’
CHP Kadın Kolları Genel Başkanı Aylin Nazlıaka, “TRT’nin aldığı karar, bugüne kadar cumhurbaşkanı tarafından hastalık bahanesiyle gidilmeyen Anıtkabir ziyaretleri ve katılım sağlanmayan 23 Nisan, 10 Kasım, 29 Ekim ve 19 Mayıs törenleri için açıklanan gerçek dışı bahaneleri hatırlattı. Bahane diyorum çünkü 30 Ağustos 2020’de cumhurbaşkanlığı tarafından pandemi gerekçesiyle tören iptal edilmişti. Fakat 26 Ağustos’ta Malazgirt töreninde Erdoğan, binlerce kişiye hitap etmişti” dedi.
TRT’nin açıklamasını “samimiyetsizlik” olarak niteleyen Nazlıaka, “Sadece bahane açıklaması görüyoruz. İsrail’in Gazze’ye saldırısını hiçbirimiz kabul etmiyoruz. Gazze’deki saldırılar gerekçesiyle TRT’nin törenleri ertelemesini de kabul etmiyoruz” dedi.
CHP Milletvekili Ayhan Barut ise, “Cumhuriyetin 100. yılı çok önemli. Bu kutlamalar resmi bir bayram kutlaması. Filistin halkının mücadelesinin yanındayız. Sivil halkın öldürülmesini kınıyoruz. Ancak cumhuriyetin kuruluşunun 100. yıldönümünü kutlamak, Gazze’deki insanlık dramını etkilemeyecektir. Ertelenmesinin bir anlamı bulunmuyor” dedi.
Milli Mücadele döneminde Ankara’da görev yapan Sovyet Diplomatı Semiyon İvanoviç Aralov anlatıyor:
Tıp fakültesi son sınıf öğrencileri cepheye gidip, şehit oldu diye mezun verememişken medreselerdekilerin askerden muaf tutulması Atayı nasıl da kızdırıyor…
Bir de medreseler için ayrılan alanların köylülerin elinden zorla alınmış yerler olması onu harekete geçiriyor. O gece iki medreseyi ziyaret ettik. Kanlı canlı, hemen hepsi de gencecik mollalar medresenin avlusunda dizilmişlerdi.
Bunların yanında, geniş cübbeli, beyaz sarıklı hocalar da yer almıştı.
Hepsi de yerlere kadar eğilerek Mustafa Kemal Paşa’yı selamlıyorlardı. Bunların içinden biri, bunların başı ve en nüfuzlusu, Mustafa Kemal Paşa’dan medrese sayısını arttırmasını rica etti.
Bu zat, ayrıca medrese öğrencilerinin askere alınmamalarını da istirham etti. Hoca konuşurken Mustafa Kemal’in kendini tuttuğu belli oluyordu. Ama, medrese öğrencilerinin askere alınmamaları söz konusu olunca, artık kendini tutamadı ve yüksek bir sesle, sertçe:
– Ne o, dedi, yoksa sizin için medrese, Yunanlıları mağlup etmekten, halkı zulümden kurtarmaktan daha mı değerlidir ?
Millet kan içinde yüzerken, halkın en iyi çocukları cephelerde dövüşür, yurt için canlarını feda ederken, siz burada genç, sapasağlam delikanlıları besiye çekmişsiniz!
Mustafa Kemal konuştukça, gözleri daha korkunç bir hal alıyordu:
– Bu asalakların askere alınmaları için hemen yarın emir vereceğim!
Hocalar sindiler, ama yüzleri öfkeden kıpkırmızı kesildi, yabancıların yanında hükümet başkanı onları paylamıştı.
Mustafa Kemal Paşa bize dönerek:
– Haydi gidelim, dedi, artık burada bizim için yapılacak bir şey kalmadı. Ve şöyle, isteksizce bir selam vererek oradan ayrıldı. Mustafa Kemal Paşa otomobilde uzun bir süre yatışmadı: – Savaş sona erince onlarla daha ciddi konuşacağım !
Her şeyden önce onları malî dayanaklarından, vakıflardan, yoksun edeceğim.
Yurt topraklarının büyük bir parçası, nerede ise üçte ikisi, belki de daha çoğu vakıftır. Bu topraklar mollaların yaşama kaynaklarıdır.
Bunların çoğu köylülerin elinden alınmış topraklardır. Buna son vereceğiz. Bir de utanmadan hükümetten yardım istiyorlar. Mustafa Kemal, Anadolu topraklarında, şimdi gördüğümüz dinç, sağlam delikanlıları askerden kaçıran 17 bin medrese bulunduğunu söyledi.
Bu tam bir kolordu demekti. Medrese öğrencilerinin şimdiye kadar niçin askere alınmadıklarını sormam üzerine Mustafa Kemal, bunların askere alınmaları için gerekli emrin verilmiş olduğunu söyledi.
Bu inkılapçı adım, subaylar arasında büyük bir sevinç yaratmış ve bu olay son günlerin en çok üzerinde durulan konusu haline gelmişti. . Semiyon Ivanovic Aralov, Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Hatıraları. 23 Mart 1922
Her insanın bir derinliği var. İnsanlar dış dünyada derinlikleri ile değerleniyor. Bir kişinin ülkede bir makama gelmesi, Onun derinliğini göstermez. Son dönemde buna DOLU ADAM diyorlar. ++ Son zamanlarda İsmet İnönü’ye vurmak moda oldu. Bu hakareti yapanlar da ayak takımı, Kim doğrudur kim yanlıştır bunu anlayabilecek, Zekâda adamlar değiller. ++ İsmet İnönü bu ülkede Başbakanlık yaptı. Cumhurbaşkanlığı yaptı. Siyaseti katmıyorum. Kimdir İsmet İnönü? Ne kadar derindir? ++ İsmet İnönü; Çok iyi bir satranç oyuncusuydu. Fransızca, İngilizce ve Almanca konuşurdu. Osmanlı Paşasıydı, Günde beş vakit namaz kılardı, Viyolonsel çalardı hatta Andre Zirkin’den ders alırdı. Felsefe okurdu. Gogol ve Goethe’nin tüm eserlerini okumuştu. Hem de İngilizcelerini okumuş. Opera meraklısı ve en çok Aida’yı seyretmiş, Savaş meydanlarından geliyor. I. ve II. İnönü savaşlarının komutanı, Çok iyi bir kurmay, Cumhur Başkanlığı sırasında köşkte fizik deneyleri için laboratuvar kurmuş, Nobel ödüllü Prof. Heisenberg’in fizik seminerlerine katılmış. Osmanlı paşaları arasında, Askeri idadi, Harbiye ve Kurmay Mekteplerini birincilikle bitiren, Tek adam. Abdülhamit tarafından madalya takılmış. Karısına evlilik hediyesi olarak piyano almış. ++ Bu yazıyı 12 bin kişi okuyacak. Düşünün, bizim sayfadan Karsına piyano hediye etmiş kaç adam çıkar? ++ İsmet İnönü’ye laf eden Zat-ı Malum, Lisan bilmez, Diploması yok, Düzgün bir eğitimi yok Demokrasi bilgisi hiç yok. Kitap okumamış, Operaya ve tiyatroya gitmemiş, Hayatında konsere gitmemiş, Felsefeden anlamaz, Kültürden anlamaz, Aletsiz konuşamaz, Aldığı her kararın ömrü on saat, Din tüccarlığından başka hiçbir vasfı olmayan Bir adam. Ata bile binemez, düşer, Bari bir vasfın olsun! ++ Kalkmış İsmet İnönü’ye laf ediyor. Çok da SİLİFKE. Lütfen paylaşın. Bu farkı çok kişinin bilmesi gerekli.
— Dost ve arkadaş herkes çıkıp gittiğinde çıkıp gelendir.
TURAN AKINCI YAZAR İSTANBUL / TURKISHFORUM -ABDULLAH TÜRER YENER
Ülkemizde Havacılıkla ilgili ilk etkinliğin, Trablusgarp Savaşı ile birlikte dönemin Harbiye Nazırı (Savunma Bakanı) Mahmut Şevket Paşa’nın, Kıtaât-ı Fenniye ve Mevâkı-i Müstahkeme Müfettişliği Fenni Kıtalar ve Müstahkem Mevkiler Genel Müfettişliği’ne bağlı ve Süreyya Bey (Yiğit) başkanlığında bir komisyonun kurulması doğrultusunda verdiği direktifle başladığı bilinmektedir.
Hem Birinci Dünya Savaşı, hem de Kurtuluş Savaşı sürecinde ise Türk Havacılık etkinlikleri sadece bakım-onarım işleminin yapıldığı birkaç hangar ve istasyonla sınırlıdır. Uçak sanayii alanında ilk ciddi adımlar, cumhuriyetin ilanından kısa bir süre sonra Atatürk tarafından atılmış ve onun öncülüğünde kurulan Türk Hava Kurumu’nun kuruluşundan tam sekiz ay sonra, yine O’nun direktifleriyle Kayseri’de bir uçak fabrikası kurulması girişimi başlatılmıştır. Mustafa Kemal’e göre, Batı’nın bir sembolü de fabrika bacalarından tüten dumandır. Ona göre Türkiye, kendi pamuğunu elbiseye ve kendi demir filizini çeliğe dönüştürmeyi başaramadığı takdirde müstemleke köleliğinden kurtulamayacaktır.
Mustafa Kemal Atatürk, ulusuyla birlikte uğruna çok bedel ödediği ulus bağımsızlığının, ancak ulusal ekonomiye dayalı bir “ulusal savunma” ile korunabileceği inancını taşıyordu. Atatürk’ün, çok önemsediği “ulusal savunma”ya ilişkin değerlendirmesi şöyledir:
‘Eskimiş teknolojileri değil, en yeni teknolojiyi ülkeye getirmediğimiz, getiremediğimiz sürece, yabancı ülkelere bağımlı olmaktan kurtulamayız… Bunun için de mümkün olduğu kadar kemerleri sıkarak kendi yağımızla kavrularak, bir yandan da yeni parasal kaynaklar yaratarak çağdaş teknolojilerin en yenilerini topraklarımıza taşıyacağız. Eski teknolojileri bize kolaylıklar tanıyarak getiren yabancı devletlerin kurnazlıklarını anlamak için insanın ya kör ya da aptal olması gerekir. Kısa sürede gelişen şu savaş araç ve gereç sanayiine bakınız. … Biz yeni ve genç bir Türkiye kuruyoruz. Dost düşman ülkelerin geride kalmış teknolojilerine gereksinmemiz yok. Ya en yenisini kurar, onlarla boy ölçüşürüz, ya da biraz daha sabreder, bunu yapabilecek güce erişmemizi bekleriz.’
Görüldüğü gibi 1923 devriminin önderi ve cumhuriyetimizin kurucusu, o günkü toplumun yüz yüze olduğu sorunun özünü yakalamış, olanca yalınlığı ile dile getirmiş ve hedefleri koymuştur. Mustafa Kemal’in ulusal savunmaya ilişkin değerlendirmesinde altının özenle çizilmesi gereken yerler var. Bunlardan birisi; kemerleri sıkıp, yağımız ve tuzumuzla kavrularak yeni teknolojileri üretmemiz gerektiğini vurgulaması, diğeri ise eski teknolojileri bize kolaylıklar sağlayarak getiren yabancı devletlere dikkat çekmiş olmasıdır. Ayrıca Atatürk’ün, teknolojinin sürekli yenilendiğini, kolaylıklar sağlanarak verilenlerin ise modası geçmiş teknoloji olduğunu vurgulaması önemlidir .
Mustafa Kemal Atatürk, ulusal mücadeleye başladığı günden, yaşama veda ettiği ana değin dilimizin, kültürümüzün, ekonomimizin yabancı boyunduruğundan arındırılması için çıkış yolları aramış ve sonuçta bulmuştur. O’nun ele aldığı bir sorunu, çözüme kavuşturuncaya dek canlı ve gündemde tutması dikkat çekici bir özelliğidir. Kuruluş günlerinde öncelik verdiği “uçak sanayii” alanında da benzer bir yaklaşım içinde olduğu görülür.
Sabiha Gökçen’in de görev yaptığı 1937 yılındaki Dersim harekâtından sonra, ona şunları söylemektedir:
‘…Uçak fabrikaları yapmak, uçak yedek parçaları yapacak fabrikaları kurmak başlıca amaçlarımızın içindedir…’
Atatürk’ün başlıca amacı bu olduğu içindir ki, “uçak sanayii”ni diğer sanayii kollarının kurulmasından daha öne almaya çalışmıştır. Genç Cumhuriyet’in, 1920’li yıllarda uçak sanayiine yönelişinin arkasında başbakan İnönü başta olmak üzere o günkü yönetici kadronun bilinçli yaklaşımı, uzak görüş yeteneği, heyecanı ve coşkusu da önemli bir rol oynamıştır. Girişimin arkasındaki itici gücün salt bu olduğunu, algılayabilmek için 1920’lerin Türkiye’sinin genel görünümüne bakmak yeterlidir.
Söz konusu süreçte sanayii hemen hemen yok gibidir. Ülkeyi terk eden azınlıklar, değil mevcut sanayii, zenaat olarak anılan en basit hizmetleri bile beraberlerinde alıp götürmüşlerdi. Milli Mücadele’nin sözü edilen bu yokluk ve yoksunluklar içinde verildiği, Mustafa Kemal Paşa’nın da bu gerçeğe tanıklık ettiği bilinmektedir. O, çeşitli vesilelerle yaptığı konuşmalarında, vatan savunmasının yabancılara emanet hatası sonucu yıkıldığını örnekleriyle anlatmış ve zaferden sonra işe oradan başlamıştır. İSTİKBAL GÖKLERDEDİR hükmünü ilk veren O’dur. Atatürk’ün, köylünün ayağında çarığın olduğu bir dönemde, Kayseri’deki hangar değiştirmesi montaj atölyesini “Tayyare Fabrikası” adıyla kurdurması, söz konusu yetersizliği ortadan kaldırma doğrultusunda atılmış önemli bir adımdır.
Türkiye’de 1920’li yılların başında Cumhuriyet’le eş zamanlı olarak başlayıp, 1950’lere kadar devam eden çeyrek asırlık bir zaman diliminde, periyodik olarak “uçak sanayii” kurma girişimleri olmuş, bu arayışlar günümüze kadar devam etmiştir.
Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’in isteğiyle İsmet İnönü’nün başkanlığındaki hükümet, Kayseri’de bir uçak fabrikası kurma kararını almıştır. Firma arayışı sırasında akla ilk gelen, Alman profesör Junkers’in başında olduğu ve kendi ismiyle anılan Alman Junkers Uçak Fabrikası A.Ş. olmuştur. Firma, Birinci Dünya Savaşı sürecinde inşa ettiği uçaklarla kendisini kanıtlamıştı. Avrupa’nın en kusursuz uçaklarını bu firma üretiyordu. Ayrıca Junkers firması, Birinci Dünya Savaşı sonrası taraflar arasında yapılan Versay Barış Antlaşması koşullarına göre kendi ülkesinde uçak üretemeyecekti. Bu nedenle başka ülkelerde fabrika kurup, oralarda çalışmak durumunda kalmıştı.
1925 yılı yaz aylarında firmayla bir anlaşma taslağı üzerinde uzlaşılmıştır. Anlaşma uyarınca ortak bir şirket kurulacak ve toplam sermayesi 7 milyon Alman markı (yaklaşık 3,5 milyon TL.) olacak ve taraflar arasında eşit olarak paylaşılacaktı. Yine anlaşmaya göre Türk Hükümeti, fabrika üretime geçinceye değin uçak malzemesinin tümünü Almanya’dan satın alacak ve üretim için gerekli olan alüminyum, demir vb. hammaddeleri de Türkiye’de Junkers ile ortak işletecekti.
Almanya’daki üretimi yasaklandığı için ekonomik kriz içerisinde olan Junkers firmasının, kendi payına düşen yaklaşık 3,5 milyon Alman markını karşılayamayacağına, bu nedenle söz konusu miktarın patent hakkı olarak Türkiye’den alınmasına ilişkin istemi, Alman Dışişleri Bakanlığı aracılığı ile Türkiye’ye iletilmişti. Başbakan İsmet İnönü, patent hakkı olarak talep edilen miktarın, kurulacak fabrikanın cirosu üzerinden %5’lik bir oranda ve beş yıla yayılan bir sürede devamlı ödenmesi şeklindeki karşı önerisini iletmek üzere Türkiye’nin Berlin Büyükelçiliği’ni görevlendirmişti. Ancak Başbakan İsmet İnönü’nün önerisi de karşı tarafça onay görmemişti. Bunun üzerine Junkers firması, içerisinde bulunduğu mali krizi aşmak için bu kez de Alman Dışişleri Bakanlığı’na başvuruda bulunarak banka kredisi istemişti. Almanya’nın, ekonomik olduğu kadar, politik çıkarları da Alman Dışişleri Bakanlığı’nın Junkers’e 4 milyon Alman markı tutarında kredi sağlamasını gerektiriyordu.
Kimi noktalarda belirsizlikler olmasına karşın, sonuçta Türkiye Cumhuriyeti ile Alman Junkers Uçak Fabrikası Anonim Şirketi arasında 15.08.1925 tarihinde Kayseri’de bir uçak fabrikası kurulmasına ilişkin anlaşma imzalanmıştır. Sözleşme uyarınca ortak şirketin adı TOMTAŞ (Tayyare ve Motor Türk Anonim Şirketi) olarak belirlenmiştir. Şirketin 125.000 TL. sermayesi Türk Hava Kurumu tarafından karşılanmıştır. Şirketin merkezi Ankara’dır. Yine imza altına alınan anlaşma uyarınca, Eskişehir’de Almanya’dan satın alınan Junkers uçaklarının bakım ve onarımının yapılacağı bir tesis, ayrıca Kayseri’de de Junkers uçaklarının büyük çaplı bakımlarının yapılacağı ve süreç içerisinde uçak üretimine geçecek bir fabrika kurulacaktır.
Kayseri Uçak Fabrikası’nın kuruluşu, Kütahya Milletvekili olan Milli Savunma Bakanı Recep Bey’in Meclis’e sunduğu, “Ordunun Silahlandırılması ve Harp Sanayii”ne ilişkin yasa önerisi çerçevesinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 22 Nisan 1925 tarihindeki gizli oturumunda da tartışılmıştır. Recep Bey, Meclis’teki sunuş konuşmasında; söz konusu yasa önerisinin gerekçesini şu sözlerle açıklamaktadır: ‘…Sayın Cumhurbaşkanı’nın bu yılki nutuklarında; Yüce Meclis’in “ulusal savunma” konusuna önem vermesi gerektiğine dikkat çekmesiyle, benim bugünkü başvurumun temel taşı önceden açıklanmış oluyordu. …’
Recep Bey’in yukarıdaki sözlerinden harp sanayii çerçevesinde olmak üzere, Kayseri’de bir uçak fabrikası kurulmasına ilişkin istem ve direktifin, Atatürk’ten geldiği anlaşılmaktadır. Milli Savunma Bakanı konuşmasında, harp sanayiine duyulan gereksinmeyi uzun savaş yıllarının bir panoramasını çizerek açıklamaya çalışmış ve yaklaşık on bir yıl süreyle en çok savaşan ülke olarak Türkiye’nin çektiği sıkıntıların başlıca nedeninin, Türkiye’nin kendi savaş araç ve gereçlerini karşılayacak ülke içerisindeki harp sanayii ve fabrikalarının bulunmamasına bağlamıştır. Recep Bey, Meclis’teki konuşmasında düşman işgali altındaki ülkede verilen Ulusal Mücadele yıllarında, gerekli olan malzemenin Rusya’dan getirilişi esnasında çekilen güçlüklere de özellikle dikkat çekmiştir.
Milli Savunma Bakanı, ulusal savunmaya ilişkin kapsamlı bir değerlendirme yaptıktan sonra, sözü Kayseri uçak fabrikasına getirir ve şunları söyler:
‘…Biz her yıl iki yüz elli uçak almalıyız ki, dört yılda bin uçağımız olsun ve hep o düzeyde tutalım. Junkers ile yapılan sözleşme; her yıl bize iki yüz elli uçağın teslim taahhüdünü içermektedir…’
Milli Savunma Bakanı Recep Bey, anılan konuşmasını; ‘…bu yasayla düzenli çalışırsak ki inşallah size karşı mahcup olmayacak şekilde çalışacağız…’sözleriyle noktalamış ve Meclis’ten yasanın onayını istemiştir. Bu konuşmadan sonra Balıkesir Milletvekili Arif Bey söz alarak; Askeri Şûra’nın görüşü alınmadan Junkers firmasıyla bir sözleşme imzalanmasının yanlış olduğunu, ülke savunmasına ilişkin konularda Şûra’nın görüşünün alınması gerektiğini vurgulamıştır.
Recep Bey, Askeri Şûra hakkında bir takım teknik bilgiler vermiş, söz konusu davranışta bir kasıt olmadığını vurgulamış ve fabrikanın kuruluş aşamasında ilgili birimden doğrudan görev alanlar da olduğu için bilgi alış verişinde bulunulacağını belirtmiştir. Arif Bey’in sözü edilen eleştirel yaklaşımı da, uçak fabrikasının kurulması direktifinin bizzat Atatürk tarafından verildiği görüşünü desteklemektedir.
Yasanın bütünü üzerinde başka söz alan olmayınca, maddelerinin tek tek oylanmasına geçilmiş ve Milli Savunma Bakanlığı’na yüz elli milyon liralık bir ödenek sağlanmasını içeren yasa kabul edilmiştir.
Junkers firmasıyla 15.08.1925 tarihinde yapılan anlaşma gereği, aynı yıl Eskişehir’de küçük bir tesis kurulmuş ve ilk planda küçük ölçekli onarım çalışmaları başlamıştır.1926 yılında ise sözleşme uyarınca, Kayseri’de kurulması kararlaştırılan fabrika kompleksinin öncelikli birimlerinin inşaatı başlamıştır. Ancak, dönemin koşulları içerisinde fabrika için gerekli malzemenin Almanya’dan Kayseri’ye naklinde oldukça büyük sıkıntılar çekilmiştir. Fabrikanın çelik konstrüksiyonu, tezgâh ve teçhizatı Almanya’dan İskenderun’a deniz yoluyla, İskenderun’dan Ulukışla’ya trenle, Ulukışla’dan Kayseri’ye kadar da o zamanın en yaygın ulaşım aracı olan kağnı arabaları ve develerle taşınmıştır. Anlaşmaya göre Junkers, Kayseri Uçak Fabrikası inşaatını iki aşamada tamamlamayı üstlenmiştir. İlk planda fabrika 1926 yılı sonbaharında onarım yapabilecek duruma gelmiş olacak, 1927 yılı içerisinde de uçak üretimine geçilecektir.
Kayseri’deki çalışmalar başladıktan sonra Alman savaş pilotu ve dönemin Alman dışişleri görevlisi Wolfram von Richthofen’in, Kemaleddin Sami Paşa’yla 25 Haziran’da yaptığı bir görüşme sırasında, halen Kayseri’de yapımı devam eden uçak fabrikasına ilişkin sunduğu raporunda; Junkers’in, projeyi tamamlamaya gücünün yetmeyeceğini ve bu nedenle projeyi eksik bırakabileceğini vurgulamış olması, firmanın mali krizinin devam ettiğinin göstergesidir. Junkers’in mali sorunlarına karşın, “Tayyare ve Motor Türk Anonim Şirketi” (Tomtasch) adını alan Türk-Alman ortak kuruluşunca yürütülen projenin ilk aşaması kısa sürede planlandığı gibi tamamlanmış ve “Kayseri Uçak Fabrikası” 6 Ekim 1926 tarihinde açılmıştır.
Fabrika, Milli Savunma Bakanı Recep Peker, Tomtaş İdare Meclisi Başkanı Refik Koraltan ve Kayseri Belediye Başkanı tarafından açılmış ve açılış törenine birçok milletvekili de katılmıştır. Böylece fabrika, 6 Hangar’da, toplam 500 Kw’lık bir güç santralı ve ellisi Türk, yüz yirmisi Alman olmak üzere toplam yüz yetmiş personelle çalışmaya başlamıştır.
Fabrikada çalışan yerli personelin eğitimine de doğal olarak önem verilmiştir. Tomtaş, Almanya’nın Dessaukentinde bulunan Junkers tesislerine teknisyenler göndererek eğitim almalarını planlamıştır. İlk grup, on sekiz teknisyenden oluşmuştur. Suphi Çidam, Haldun Rızatepe, Kamil Şeref Endik, Arif, Rasih, Sıtkı, Zeki Ethem, Ahmet, Niyazi, Zeki Hamit, Nimet ve diğer altı aday söz konusu eğitimler için Almanya’ya gönderilmişlerdir. O dönemde Türk uçak mühendisleri başta olmak üzere kuşkusuz teknik eleman yetersizliği bulunmaktadır. Bu nedenle, Tomtaş’ın personel eğitim girişimi kaçınılmaz olmuştur.
Kayseri Uçak Fabrikası’nın açılışını izleyen 1927 yılında, Türk Hava Kuvvetleri’ne ait Junkers A-20, F-13 ve G-23 uçaklarının bakım, onarım ve revizyon işlemlerine başlandığı görülür. Hatta montaj hattında, birkaç adet A-20 üzerinde montaj çalışmaları da yapılmıştır.
Ancak, fabrikada çalışan Alman işçi ve mühendislerin yüksek ücretlerinden doğan yüksek bakım maliyeti, şirket ortağı Junkers’in içerisinde bulunduğu malî bunalım ve anlaşma doğrultusundaki malî taahhütleri yerine getirememesi gibi nedenlerle 3 Mayıs 1928 tarihinde Türk-Alman ortaklığında kurulmuş olan Tomtaş şirketinin faaliyetine son verilmiştir. Mahkemeye intikal eden konu ile Hava Kuvvetleri Müfettişliği ilgilenmiş ve General Muzaffer Ergüder, Kayseri’de incelemeleri başlatmıştır. Junkers ile Milli Savunma Bakanlığı arasında bir protokol yapılarak tüm hisseler 520.000.-TL karşılığında Türk Tayyare Cemiyeti’ne devredilmiştir. 1930 yılında ise fabrikada yeniden uçak revizyonuna başlanmıştır.
Amerikalıların, giderek Türk Havacılık Sanayii’ne girme girişimleri üzerine 1932 yılında da Milli Savunma Bakanlığı ile Amerikan The Curtiss Aeroplane and Motor Company Inc. firması ile bir sözleşme yapılmış ve “Curtiss Hawk ve Fledgling” uçaklarının üretimine başlanmıştır. Bu süreçte, Toplam 33 adet Curtiss Hawk ve 8 adet Fledgling üretilmiştir.
Yine bu dönemde, fabrikada üretilen 1 adet Fledgling, Yzb. Enver Akoğlu (Em. General) tarafından Tahran’a götürülerek Türk Devleti’nin hediyesi olarak İran’a verilmiştir.Fabrikanın1933 yılında tamamen Milli Savunma Bakanlığı’na devredilmesi üzerine yeniden bir açılış yapılmış ve 1935 yılında Türkkuşu adına 3 ayrı tipte toplam 50 adet planör üretilmiştir. 1936 yılında Alman Gothaer Waggon Fabrik A G. ile lisans anlaşması yapılarak, 1937 yılından itibaren Gotha 145 uçaklarının üretimine geçilmiş ve toplam 45 adet Gotha 145 üretilmiştir.
Yine 1936 yılında Polonya PanstwoweZakladyLotnicze firması ile yapılan lisans anlaşması uyarınca, 1937 yılından itibaren PZL-24A-24C uçaklarının üretimine başlanmıştır. Bu uçaklardan toplam 24 adet üretilmiştir. 1940 yılında İngiliz Philips And Powis Aircraft Ltd. firmasıyla lisans anlaşması yapılmış, bu kez Magister üretimine geçilmiştir. Bu uçaktan da 24 adet üretilmiştir.
Böylece Kayseri Uçak Fabrikası’nda, yaklaşık on yılda 5 ayrı tipte olmak üzere 134 adet uçak imal edilmiştir. Ayrıca 1937-1947 yılları arasında 24 tip uçak fasbatı ve 14 tip motor revizyonu gerçekleştirilmiştir.
Kayseri Uçak Fabrikası’ndaki sözü edilen üretim aşamasında deneme uçuşlarının yapılabileceği bir meydanın olmaması da büyük bir sıkıntı yaratmıştır. Fabrikada üretilen ve revizyonu yapılan uçaklar, Kayseri caddesinin dar oluşu nedeniyle iniş kalkış için 5 km. uzaklığa, tecrübe uçuşları için de Çoraklar mevkiine götürülmekteydi. 1933 yılında meydan uçuşa açılarak bu sorun giderilmiştir. Tecrübe uçuşlarını ise genç Türk pilotları gerçekleştirmiştir.
Fabrika’da, farklı ülkelerle yapılan patent anlaşmaları doğrultusunda on yılda beş ayrı tipte olmak üzere toplam yüz otuz dört uçağın üretilmiş olması, Türk uçak sanayiinin o dönemde kaydettiği gelişimin somut bir kanıtıdır. Fabrikanın elde ettiği başarıya karşın, işlevsiz kalmasında ise yönetsel ve siyasal olmak üzere bir dizi iç ve dış etken söz konusudur.
Tomtaş Şirketi’nin lağvında yukarıda değinildiği gibi kimi dış etkenler görmek de olanaklıdır. Türkiye’de bulunan uçak firma temsilcilerinin bilerek veya bilmeyerek gizli faaliyetleri de şirkete darbe vurmuştur. Türk Hava Kuvvetleri’nin uçakları 1940’lı yıllarda Fransa’dan ve Çekoslovakya’dan alınıyordu. Bu ülkelerdeki firmaların Türkiye temsilcileri, o tarihte Hava Müsteşarlığı Fen Şubesi görevlileri üzerinde etkili olmaktan geri kalmıyor, böylece Tomtaş giderek işlevsiz hale geliyordu. Ayrıca inşa tesislerini kurmuş ve gerekli hazırlıklarını yapmış olan Tomtaş, Hava Müsteşarlığı’ndan iş beklemesine rağmen, şirkete iş de verilmiyordu. Ayrıca ABD’nin, II. Dünya Savaşı sonrasında 1947 yılında önerdiği ve 1948-1951 yıllarında yürürlüğe giren ekonomik destek amaçlı Marshal Planı’nda uçak yardımının da yer almış olması, yerli uçak sanayii faaliyetlerini baltalayan önemli bir faktördür.
Fabrikanın işlevsiz bırakılmasında rol oynayan diğer bir neden de, “mükemmeli” arama kaygısıdır. THK’nun ortağı olduğu fabrikaların sipariş alamamasının arka planında dönemin yöneticilerinin yerli üretime olan güvensizlikleri de vardır. Bunu yönetsel anlamda bir iç neden olarak sayabiliriz. ‘…Ekmel” (mükemmel) peşinde koşmak, başarısızlığı doğurmuştur: Kayseri uçak fabrikası ilk kurulduğu zaman iyi bir adım atılmıştı. Ancak daha sonra orada motorla beraber giderek bir havacılık sanayii kuracak olan firmanın sözleşmesi feshedilmiştir…’
Havacılığa gönül vermiş bir kişi olarak Abidin Daver, yukarıdaki satırları duyduğu iç sızısıyla, 1941 yılında yazmıştır. Havacılık alanındaki gelişmeleri izleyip, uygulayacak bir Araştırma Geliştirme Merkezi’nin kurulamaması da yönetsel hatalardan biri olmuştur denilebilir.
Sektörden uzaklaşmanın nedenleri ne olursa olsun, uçak sanayiinin kuruluşunda güdülen temel amaç, “ulusal savunmanın” ülkenin kendi öz kaynaklarına dayandırılmasıydı. Tam bu yüce amaca ulaşılmak üzereyken, hatta bir ölçüde ulaşılmışken, duraksaması son derece yanlış olmuştur. Oysa, Alman Junkers firması Türkiye ile sözleşme yaptığı 1925 yılında Rusya ve Polonya ile de bir sözleşme yapmış ve her iki ülkede birer uçak fabrikası kurmuştu. Kuruluş tarihinden sekiz yıl sonra, Ruslar Maksim Gorky adlı dev bir uçak yapıp, bütün dünyanın dikkatini çekerken, Polonya da sonraki yıllarda Türkiye’ye önemli miktarda PZL tipinde av uçağı satma noktasına gelmişti.
İkibinli yıllarda, Havacılık ve Uzay Sanayii alanında Amerika ile yarışmakta olan Rusya’nın bugünkü konumuna gelmesinde 1925’lerde temeli atılan uçak fabrikasının, ve ısrarlı bir biçimde onun gelişimini sağlayan yönetim anlayışının büyük payının olduğu bilinmelidir. İngilizler, İkinci Dünya Savaşı’nın başlarında, Hurricane Av Uçakları’nı yardım olarak vermektense, lisanslarını satıp Kayseri’de üretme eğilimi göstermişler, ancak dönemin yetkililerinin yönetsel hataları sonucu bu proje gerçekleştirilememiştir. Böylece bu önemli fırsat da değerlendirilememiş ve o dönemde Kayseri Uçak Fabrikası’nın – ne yazık ki – bir bakım onarım merkezi olarak kalmasıyla yetinilmiştir.
1950 yılından itibaren tesisin ismi Hava İkmal Merkezi olarak değiştirilmiş ve 1970 yılında reorganizasyon ve modernizasyon projesine dahil edilerek Hava İkmal ve Bakım Merkezi olmuştur. 1 Temmuz 1975 tarihinde ise adı, İkmal Bakım Merkezi Komutanlığı olmuş, 19 Şubat 1986’dan itibaren de teşkilatın adı, 2’inci Hava İkmal Merkezi Komutanlığı olarak değişmiştir.
İhsan TAYHANİ -ATATÜRK ANSİKLOPEDİSİ / TURKISHFORUM – ABDULLAH TÜRER YENER
Filistin nüfus sayımı yapılıyor, Filistin’de bulunan Yahudilerin toplam nüfusu dokuz bin olarak kayıtlara geçiyor.
Filistinli Arapların, Yahudilere toprak satması ile bu rakam elli bine yükseldi. Böylece 1882’de ikinci Yahudi yerleşimi kurulmuş oldu . 1908’de Yahudi nüfusu yüz binin üzerine çıkmıştı.
Bu topraklar devlet tarafından satılmıyordu, Bizzat o bölgede yaşayan Arap şeyhlerin şahsi mallarıydı. Ederinin çok üstünde fiyatlara satmak için Filistinli Araplar adeta yarışıyordu.
Hâlbuki Padişahın bu konuda açık emri vardır. Hiçbir Yahudiye toprak satılmayacaktır.
Her şeyin kılıfını uyduran Yahudiler , Alman kimliği ile , İngiliz kimlikleri ile toprak satın alıyorlardı. Filistinli Arapların ise gözü doymak bilmiyordu.
Yani öyle işgal ederek başlamadı her şey ! Adamlar bastılar parayı aldılar toprakları.
Demek ki neymiş , Vatanın her bir karışı kutsal imiş, kutsalı satar isen başına bunlar gelir imiş !
Osmanlı dönemi sonrası Filistin İngiliz himayesi altına girdi ve toprak satışı yasağı kalkınca Yahudiler satın aldıkları toprakların tapularını kendi üzerlerine aldılar.
1925’te 944 bin dönüm olan arazi satılmıştı ! 1927’de 1 Milyon 124 bin dönüm arazi satılmıştı. 1930’da satılan arazi miktarı 1 Milyon 700 bin dönüme çıkmıştı… Bunlar hep satın alınan arazilerdi. Tapulu belgeli !
1948 yılına gelindiğinde bir devlet kurabilecek kadar toprak satın alınmıştı ! Öyle bazılarının söylendiği gibi Filistin falan işgal edilmiş değil !
Peki Bu Filistinliler nasıl insanlar Türkler ile bağları neymiş bir de ona bakalım..
Yıl 1915 Filistin askerleri, Türk askerlerine cephe arkasından saldırmış ve 14 Bin Türk askerinin şehit olmasına birçok askerin yaralanmasına sebep olmuştur. Arap ihaneti ile esir düşen on beş bin Türk askerinin gözleri kör edilerek eziyet edilmişti.
Kardeş Filistin Haaaa !
Yıl 1916 Filistin bayrağı, Filistin halkını temsil etmek için kullanılan bayraktır. İlk olarak Şerif Hüseyin tarafından 1916 yılında Osmanlı Devletine karşı başlatılan Arap ayaklanmasının sembolü olarak 4 renkli , siyah , beyaz, yeşil ve kırmızı renklerden oluşan bir bayrak tasarlanır. En üstteki siyah yatay çizgi, Abbasileri; Ortadaki yeşil renk Şii Fatımileri; Alttaki beyaz renk Emevileri temsil eder. Kırmızı üçgen ise 1916 yılında Osmanlı Devletine isyan eden Şerif Hüseyin’in kabilesi Haşimoğullarını, diğer bir görüşe göre Arapların Osmanlı Devletine karşı bağımsızlığı için dökülen kanı temsil eder.
Yıl 1917 Filistinli Araplar İngiliz Lawrance ile bir oluyor ve tarihe Akabe baskını olarak geçecek ihanete imza atıyorlardı. Akabe’deki tüm Türk askeri katledilmiştir.Bugün Ürdün-Filistin arasındaki Wadi Rum çölünde, Lawrance Rölyefi ile Lawrance’ı dağlara taşlara kazımışlardır.
Aynı yıl yani 1917’de Kudüs Filistinliler tarafından İngilizlere teslim ediliyor !
Bunla da kalmıyor İngiliz General Edmund Allenby Kudüs’e girerken Filistinli Araplar tarafından “El-Nebi” yani peygamber olarak karşılanıyor.
Yıl 1978 Filistin Kurtuluş örgütü terör örgütü PKK’ya kucak açıyor , PKK ile birlikte Türkiye aleyhine faaliyetlere başlıyor.
Yıl 1979 Ankara’da bulunan Mısır Büyükelçiliği Filistinliler tarafından basılıyor bir polisimiz ve bir bekçimiz şehit oluyor.
Yıl 1980 Filistin Halk Kurtuluş Cephesi lideri George Habash, Lübnan’ın Sidon şehrindeki kamplarını Asala terör örgütüne açıyor, Asala’nın diplomatlarımızı katlettiği eylemlerine bu Filistinli teröristler de destek veriyor. Kardeşe bak kardeşe ! Yıl 1989 Yaser Arafat, “Ermenistan’ın haklı davasını destekliyoruz”açıklamaları yapıyor. Karabağ işgaline ve Ermeni katliamlarına destek veriyor.
Yıl 1993 Filistinli araplar, Mesud Barzani’nin “Bağımsız Kürdistan” fikrine de destek oluyor.
Osmanlı İmparatorluğu ve İtilaf Devletleri arasında imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması ile I.Dünya Savaşı’nın bu ülkeler arasında sona erdiğinin ilan edilmesiyle, 13 Kasım 1918’de Osmanlı Devleti’nin başkenti İstanbul’a düşman askerleri gelmeye başlar.
Osmanlı Devleti’nin başkenti İstanbul İtilaf Devletleri tarafından resmen işgal edilmiştir.
Mustafa Kemal Paşa aynı gün 13 Kasım 1918 tarihinde öğle saatlerinde trenle İstanbul’a geldikten sonra, Haydarpaşa Garı’ndan bindiği ‘Kartal’ istimbotuyla Galata’ya doğru giderken, işgal donanmasının arasından geçer. Bu geçiş sırasında yaveri Cevad Abbas’ın ağladığını gören Mustafa Kemal Paşa, büyük kararlılıkla söylediği “Geldikleri gibi giderler” sözü, Kurtuluş Savaşı’nın ilk işaret fişeğini ateşler…
Mustafa Kemal Paşa önderliğinde başlayan Kurtuluş Savaşı’nın zaferle bitmesinden sonra Refet (Bele) Bey komutasındaki bir Türk birliğinin İstanbul’a girmesine rağmen, işgal resmi olarak kaldırılmaz. 8 Eylül 1923’te Batı Anadolu tamamen düşmanlardan temizlenip Mudanya Ateşkes Antlaşması imzalandıktan sonra İstanbul, Boğazlar Bölgesi ve Doğu Trakya düşmanlardan kurtarılır. İmzalanan Lozan Barış Antlaşması gereğince de düşman askerlerinin altı hafta sonra İstanbul’dan ayrılmaları kararı alınır. 4 Ekim 1923 günü düzenlenen bir törenle işgalciler Türk Bayrağı’nı selamlayarak şehirden ayrılırlar. İstanbul’un 5 yıl süren işgali, Türk Ordusu’nun 6 Ekim 1923 günü coşkun bir bayram havası içinde, sevinç gözyaşları arasında ve çiçek yağmuru altında kente girmesiyle sona erer. Ve tarih Mustafa Kemal Paşa’yı bir kez daha haklı çıkarır. Düşman askerleri, “Geldikleri gibi giderler.”
Aziz İstanbul’umuzun düşman işgalinden kurtuluşunun 100. yıl dönümü kutlu olsun
İSTANBUL GÖNÜLLÜLERİ / TURKISHFORUM -ABDULLAH TÜRER YENER
Atatürkçülüğün en önemli ilkelerinden biri de milliyetçiliktir. Bu ilke, Millî Mücadele’nin doğuşunda ve başarıya ulaşmasında başlıca rolü oynamıştır; zira yeni kurulan devlet, artık milletler topluluğuna değil, sadece Türk unsuruna dayanıyordu, bu sebeple ulus devletti, millî bir devletti.
Atatürkçü düşünce, Türk milletini dil, kültür ve ülkü birliği ile birbirine bağlı vatandaşların oluşturduğu bir toplum olarak kabul etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na göre, Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür; çünkü bu kişiler aynı dili konuşmakta, aynı kültürü paylaşmakta, aynı ülküyü taşımaktadırlar. Bu anlayış içinde her bireyimizin amacı, Türk milletinin mutluluğu, birlik ve beraberliği için çalışmak, bu kutsal vatanı daha güzel, daha bayındır hale getirmektir. Bu nedenle millî sınırlarımız içinde, millî benliğimizi duyarak varlığımızı yükseltmeye çalışmak, Atatürk milliyetçiliğinin esasıdır.
Irkçılığı reddeden Atatürk milliyetçiliği bütünleştirici, birleştirici, vatan yüzeyinde millî birliği sağlayıcı bir milliyetçiliktir. “Ne mutlu Türk’üm diyene!” özdeyişiyle kalplere millî iman perçinleyen Atatürk, aynı zamanda insanlık ülküsünün ve insan sevgisinin de simgesidir. “Biz kimsenin düşmanı değiliz; yalnız insanlığın düşmanı olanların düşmanıyız.”11 diyen Atatürk’tür. Bu bakımdan, Atatürkçülüğün milliyetçilik anlayışı hiçbir zaman bencil bir milliyetçilik değildir; aksine bu anlayış, insanî bir ülkü ile el ele yürümektedir. Atatürk milliyetçiliğine göre, Türk vatandaşları her şeyden önce kendi milletinin varlığı ve mutluluğu için çalışacak, fakat başka milletlerin de huzur ve refahını düşünecektir. İşte Atatürkçü düşünce sisteminin “Yurtta barış, cihanda barış” ilkesi, milliyetçiliğimizin bu insancıl yönünü işaret etmektedir.
ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ – / TURKISHFORUM – ABDULLAH TÜRER YENER
İSTANBUL MALTEPE BELEDİYESİ YAŞAR KEMAL KÜLTÜR MERKEZİNDE AFGANİSTAN HAZARALARI KÜLTÜR VE DAYANIŞMA DERNEĞİNİN BÜYÜK BULUŞMASI
23 Eylül tarihinde Afganistan Hazaraları Kültür ve Dayanışma Derneği’nin organize ettiği, Maltepe Belediyesinin desteklediği Üstat Yazdani’yi onore etme programı Yaşar Kemal Kültür Merkezi’nde değerli tarihçi Üstat Yazdani, Maltepe Belediye Başkanı Ali Kılıç, Prof. Dr. Bilgehan Atsız Gökdağ, Prof. Dr. Neslihan Durak, Dr. Babek Cevanşiri, Dr. Asef Muballeg, Dr. Murtaza Sarem, Türk Dünyasının farklı bölgelerinden Sivil Toplum Kuruluşları ve pek çok akademisyen, öğrenci, ev sahibi topluluk ve sığınmacıların katılımıyla gerçekleştirildi. Saat 09:00’da sergi açılışı ile başlayan program panel ile devam etti. Hazara Türkleri’ne ait kültürel sergi katılımcılar tarafından yoğun ilgi gördü.
Panelde zor şartlar altında çalışmalar yapan Üstat Yazdani’nin 75 yıllık hayatı ve 35 yıllık çalışma hayatının anlatıldığı bölümde duygu dolu anlar yaşandı. Aynı zamanda Hazaraların tarihinin yazılmasında Üstat Yezdani’nin rolü, Hazaraların tarihi geçmişi, Türklüğü ve Türk topluluklarıyla bağları üzerine konuşuldu. Program Üstat Yazdani’ye hediye takdimi ile sona erdi.
MUHAMMET GÜL–AFGANİSTAN HAZARALARI KÜLTÜR VE DAYANIŞMA DERNEĞİ YÖNETİM KURULU BAŞKANI /TURKISHFORUM – ABDULLAH TÜRER YENER
Gizlenen tarih; 670-740 Türk Katliamları ve Türklerin İslamiyet’i kabul edişi.
TARİHİN EN AŞAĞILIK SOYKIRIMLARINDAN BİRİ – TALKAN KATLİAMI
… O dönemlerde Türklerin Orta-Asya’dan göç edip, yaşadığı yerlerden birisi olan; Buhara İslamın kılıcı vs. gibi ünvanlar alan ” kuteybe ibn müslim ” in ataları tarafından talan edilince; aynı şeyin kendi başlarına gelmesinden korkan, daha yapılanmasını tamamlayamayan Türkler bir yol ararlar. Sogd meliki Neyzek Tarhan, şehrinin yıkıma uğramaması için Kuteybe ile anlaşmak zorunda kalır.. Bu anlaşmaya göre Tarhan haraç verecek ve tarafsız kalacaktır.. Ancak bu tarafsız kalmalar ve Türklerin birleşememeleri Arapların işlerini kolaylaştırmış ve Türk beyliklerini istedikleri gibi istila edip talan etmişlerdir..
İlk olarak saldırıya uğrayan Kibac Hatun’a diğer beyliklerden yardım gelmeyince, o yardımı esirgeyenler aynı akibete uğramışlardır.. Bu olaylarda Türklerin belli bir şekilde organize olamamaları da onların Araplar tarafından istila edilmelerini kolaylaştırmıştır.. Neyzek Tarhan daha sonra Kuteybe ile yaptiğı anlaşmada hatalı olduğunu ve bu anlaşmanın kendisine hiçbir güvence getirmeyeceği gibi diğer Türk Beylerine de ihanet etmiş olacağını anlar..
Tohoristan’a dönerek bütün Türk Beyliklerine birer mektup yazar ve onları ortak bir direnişe girmeleri için uyarmaya çalışır.. İlk olumlu yanıt Talkan meliki Sehrek’den gelir..Tarhan’ın planlarını öğrenen Kuteybe, buna karşılık Belh şehrinde hazırlık yaparak, baharda büyük bir ordu ile Talkan şehrine doğru yürür.. O ana kadar bir direniş hazırlığı yapamayan Talkan şehri meliki Sehrek, Kuteybe’nin gelişinden önce şehri terkeder..
Şehre hiç savaşmadan giren Kuteybe’nin adamları şehirde eli kılıç tutabilen nekadar erkek varsa hepsini kılıçtan geçirirler.. Bu katliam o zamana kadar yapılanların en büyüğüdür.. Kuteybe bu katliamı diğer beyliklere ibret olması için yapar.. Kuteybe’nin askerleri öldürebildikleri kadar öldürürler, geri kalanları da, Talkan yolu üzerindeki ağaçlara asarlar..
Bu yolun 4 fersah ( 24 Km.) mesafelik bölümü Türklerin ağaçlara asılan cesetleri ile doludur.. Talkan katliamı tarihe, Arapların o güne kadar yaptıkları katliamların en büyüğü olarak geçmiştir.. Halk, Müslüman Araplarla savaşmadığı halde, Kuteybe ve askerleri sırf diğerlerine örnek olsun diye 40.000 kadar kişiyi kılıçtan geçirmiş, ağaçlara asmıştır.. bütün bunları(sözde) İslam adına yapılmıştır..
Daha sonra Kuteybe; Tarhan’ın çekildiği kale Bazgis’i kuşatır.. 2 ay süreyle devamlı olarak buraya saldırır fakat bir sonuç elde edemez.. Bu arada kış yaklaşır..Kuteybe’nin kışın savaşacak gücü yoktur ancak, kale içindeki Türklerin de yiyecekleri bitmiştir..
Kuteybe, Tarhan’ın yanına Muhammed bin Selim adındaki adamını gönderir.. Muhammed ibni Selim Tarhan’ın teslim olması durumunda kendisine hiç bir şekilde zarar gelmeyeceği güvencesini verir.. Kalenin açlık içinde olmasından dolayı Tarhan’ın Kuteybe’nin teklifini kabul etmesinden başka yapılacak bir şeyi yoktur.. Ve (maalesef) teklifi kabul ederler.
Silahlarını teslim ederek kaleden çıkarlar.. Tarhan kaleden çıkar çıkmaz yakalanır, etrafı hendek açılmış bir çadırda zincire vurulur..Kuteybe bu arada Tarhan’ı hemen öldürmez.. Haccac’a haber göndererek ne yapacağını sorar.. Haccac Tarhan için, “ O bir Müslüman düşmanıdır hiç aman vermeden öldür” der..
Kuteybe önce Tarhan’ın iki oğlunu, Tarhan’ın ve toplanan halkın gözü önünde öldürtür.. Arkasından 700 kadar Türk savaşçısının başlarını gene Tarhan’ın ve halkın gözü önünde kestirir.. Tarhan’ı da bizzat kendisi öldürür.. Bütün kesilen başlar Haccac’a gönderilir.
”””’ Tarhan’ın öldürülmesinden sonra, Kuteybe, Aral Gölü’nün altında bulunan Harzem bölgesine yürür.. Harzem’de Caygan ile Havarizat arasında taht kavgası vardır.. Kuteybe Caygan’la işbirliği yapar.. Önce Havarizat ile etrafındakileri öldürtür.. Arkasından Camhud melikini yenerek 4000 civarında esir alırlar.. Ancak, daha sonra bunlar Kuteybe’nin emri üzerine öldürülürler..
Bu olay, Ziya Kitapçı”nın, İslam Tarihi ve Türkler adlı kitabında aynen şöyle anlatılır ;
Bu harblerden birinde, et-Taberi”nin bütün tafsilatı ile anlattığına göre, bir defasında Abdurrahman b. Müslim, Kuteybe”ye, 4000 esirle gelmişti. Kuteybe, Abdurrahman”ın böyle kalabalık Türk esirleri ile geldiğini görünce hemen tahtının çıkarılmasını ve bir meydana kurulmasını istedi. Tahtının üzerine mağruru bir eda ile oturan Kuteybe, bu Türk esirlerinden bin tanesini sağına, bin tanesini soluna, bin tanesini arkasına ve bin tanesinide önüne dizilmelerini söylemiş ve sonrada Arap askerlerine dönerek yalın kılıç bu Türklerin kafalarının koparılmasını emretmiştir. Cebbar, zorba, insafsız Arap komutanının etrafının bir anda bu Türklerin kafa kol ve gövdeleri ile bir kan gölü haline geldiğinden hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır. Bu harblerde öldürülen Türklerin haddi hesabı yoktu. Nitekim bu vahşetten adeta gururlanan bir Arap şairi Kaah el-Aşkari şöyle haykırmıştır,
”Kazah ve Facfac önlerinde korkudan birbirlerine sarılmış zavallı Türkleri öldürdüğünüz geceleri hele bir hatırlayınız.
Herkesi kılıçtan geçirdiniz. Sadece ata dahi binmeyecek yaşta küçük çocuklar kaldı. Binenlerde o hırçın atların sırtında sanki bir yük gibiydiler.” ”””
Harzem’de ayaklanan halk, Kuteybe ile işbirliği yaptığı için Caygan’ı öldürür..Bunun üzerine, Kuteybe bütün Harzem’i yakıp yıkar, halkı kılıçtan geçirir..
Harzem’i yıktıktan sonra Kuteybe, Semerkant üzerine yürür..Semerkant meliki Gurek üzerine gelen Müslümanlara karşı diğer Türk Beyliklerinden yardım ister.. Taşkent ve Fergane’den yardım gönderir, fakat gelen birlikler yolda Kuteybe’nin askerleri tarafından pusuya düşürülerek yok edilirler..Semerkant, kuşatılır.. Araplar mancınık ateşi ile saldırırlar.. Daha fazla dayanamayacağını anlayan Gurek, Kuteybe ile anlaşmak zorunda kalır..
Kuteybe’nin Merv’e dönüşünden sonra, Türkler kendi aralarında işgalci Müslümanlara karşı bir direniş birliği kurarlar.. Zaman zaman Ceyhun ırmağını geçerek Araplara pusu kurar ve ciddi zararlar verirler.. Haccac Kuteybe’ye Taşkent ve Fergana’yi işgal etmesi talimatını verir.. Kuteybe Taşkent’e gider fakat başarılı olamaz.. Bu arada Haccac ölür. Halife Velid, Kuteybe’ye Türklere karşı savaşları devam ettirmesini söyler.. Kuteybe bu sefer Kaşgar’a doğru yola çıkar.. Tam Kaşgar’ı kuşatacakken Halife Velid ölür, yerine Süleyman ibni Abdülmelik halife olur.. Bu yeni Halife ile arası hiç iyi olmayan Kuteybe Kaşgar seferini yarıda bırakarak ona karşı ayaklanır, ancak kendi komutanları tarafından 11 yakını ile birlikte 716 senesinde kafası kesilerek öldürülür.. Çünkü Kuteybe’nin komutanları Halifeye karşı gelmek istememişlerdir..
Taberi Anlatımları
Aşağıdaki pasajlar doğrudan Taberinin anlatımından alınmıştır. Tarih-i Taberi / Cilt 3/(Syf-343)
Her kim Türk’lerden baş getirirse yüz dirhem vereceğim. İmdi müslümanlar bir bir Türk’lerin başını kesip getirip 100 dirhemi aldılar.Ve Türk’leri dağıtıp hesapsız kırdılar ve mübaleğa ile mal ve ganimet alıp yine dönüp Merv’e geldiler.
Yaz gelince Kuteybe Horasan şehirlerine nameler gönderip asker topladı. Sonra göçüp Talkan’a vardı. Şehrek ki Talkan meliki idi. Neyzekle müttefik idi. Kuteybe’nin geldiğini işitince kaçtı. Kuteybe Talkan’a girdiği vakit hükmetti ki ahalisini kılıçtan geçireler. Ne kadar kırabilirlerse kıralar. Bunun üzerine Kuteybe’nin askeri orada hesapsız adam öldürdü.
Rivayet ederler ki 4 fersenk yol iki taraftan muttasıl ceviz ağacı dallarına adamlar asılmış idi. Oradan göçtü. Mervalarüd’e kondu. Oradaki melik kaçtı. Kuteybe onun da iki oğlunu tuttukta kalan şehrin beyleri itaat edip istikbale geldiler.(Syf-344)
Kuteybe dedi: – Vallahi eğer benim ömrümden üç söz söyleyecek kadar zaman kalmış olsa bunu derim ki (Uktülühü uktülühü uktülühü). ( Hepsini öldürün, hepsini öldürün, hepsini öldürün ) Bunun üzerine Neyzek’i ve iki kardeşi oğulları ki biri Sol ve biri Osman’dır. Ve yine o kendisi ile mahsur olanların hepsini öldürdüler.hepsi 700 adam idi. Buyurdu başlarını kesip Haccac’a gönderdiler.(Syf-347) Kuteybe deve palanı demek olur.(Syf-351)
Bu 70 yıl süren Türk-arap savaşlarının en önemli noktaları ve sonuçları ;
1- 100.000’in üstünde Türk katledilmiştir. 2- 50.000’in üstünde Türk genci köle ve cariye yapılmıştır. 3- Şehirler yağmalanmış , ganimet diye halkın herşeyi talan edilmiştir. 4- Tüm zenginlikler , tarihi eserler yokedilmiş , yakılmış , yıkılmıştır. 5- Dünyanın en büyük katliamlarından biri olan “Talkan Katliamında” 40.000 Türkün kesilerek 24 km yol boyunca ağaçlarda sallandırılmıştır.( Tarihte örneği çok azdır.) 6- Aynı şekilde “Curcan Katliamında da esir alınan 40.000 Türk’ün nehir kenarında kafaları kesilmiş , nehrin suyu kıpkızıl olmuş , cesetler yine ağaçlarda sallandırılmıştır. 7- “Teslim olursanız canınız bağışlanacak” sözü hiç bir zaman yerine getirilmemiş , “Şeriat söz tanımaz” denilerek kadın-erkek kılıçtan geçirilmiştir. 8- Araplar tarihte yaşadıkları bu en büyük yağma ve talandan çok büyük servet elde etmişlerdir. 9- Türkler böyle bir vahşet ve mezalimi Çinlilerden dahi görmemişlerdir. 10-Bu tarihi gerçekler “islam etkilenmesin” düşüncesiyle gizlenmekte , bahsedilmemektedir…
Yani anlaşıldığı üzere; Biz İslam’a kendi isteğimizle değil, katliamlarla- ölümlerle geçtik. Burada anlatılmak/ yapılmak istenen İslam düşmanlığı değil, gizlenmiş bir tarihi gözler önüne sermektir..
https://forums.taleworlds.com/index.php?threads/gizlenen-tarih-670-740-t%C3%BCrk-katliamlar%C4%B1-ve-t%C3%BCrklerin-%C4%B0slamiyeti-kabul-edi%C5%9Fi.225074/ / TURKISHFORUM – ABDULLAH TÜRER YENER
Yasalarımıza göre mahkemede olan veya görülmekte olan bir dava ile ilgili olarak mahkemeyi baskı altına alacak, kararını etkileyecek yayınlar ve eylemler yapılamaz. Bu tür eylemler suç sayılır.
Hal böyle iken ülkeye ve GKK’ya ait BEYAZ EV’e “GENEL EV” diyen, Türkiye’nin KKTC’yi “GENEL EV”‘e çevirdiğini ve bu “GENEL EV’in işletmecisi olduğunu” yazan Ali Kişmir adlı kişi aleyhine açılan ve yakında görüşülecek olan kamu davasında, mahkemeyi baskı altına almak amacıyla birçok eylem yapılmakta, yazılar yayınlanmaktadır.
Göz bebeğimiz GÜVENLİK Kuvvetleri Komutanlığı’na, Anavatana ve KKTC’ye yönelik aşağılayıcı küfür ve hakaretlerin “Basın ve fikir özgürlüğü olduğu, gazetecilerin susturulmak istendiği” iddia edilmekte, yargıda olan bu konuyla ilgili acil yasa değişikliği yapılması istenmekte, söz konusu kişiyi yargılanmaktan kurtarmak için kişiye özel yasa çıkarılması için çalışılmakta, imza kampanyaları, paneller düzenlenmekte, medya programları yapılmakta, yazılar yazılmakta, olay saptırılarak dış güçlere aktarılmakta ve devlete baskı için devreye girmeleri istenmektedir.
Bütün bunlar mahkemede olan ve duruşması başlayacak olan davada yargıya baskı ve kararını etkileme amacını taşımaktadır. Bu suçtur.
Eğer haklı olduğunuza güveniyorsanız mahkeme kararını bekleyiniz, kararı beğenmezseniz istinafa gidiniz. Karar açıklanınca değerlendirmenizi yazınız. Mahkemede olan bir konuda ortalığı kaldırıp oturtmanız mahkemeye saygısızlık ve müdahaledir.
Yüksek Mahkeme başkanlığını, Yüksek Adliye Kurulu’nu Başsavcılığı, Polis Müdürlüğü’nü , Mahkemeye baskı nitelikli eylem, yazı ve açıklamalara göz yummamaya çağırıyorum.
Ahmet Tolgay kardeşimin aşağıdaki yazısına yürekten katılıyorum.
**
PES Kİ, NE PES: Kutsal bir mekâna “genel ev” dediğinden dolayı hakkında dava açılan bir gazetecinin fikirleri lehine yapılan gösteriler, yayınlar, paneller ve imza kampanyası… Yahu habire tekrarladığınız “bağımsız yargıya güveniyoruz” vurgunuzda samimi iseniz eğer, KKTC Cumhurbaşkanına bile tazminat cezası kesen o yargıyı baskı altına alma etiketsizliğine ve kuralsızlığına ne gerek var?.. Bir de bunlar kendilerini “ülkenin aydın solcuları” diye takdim ederler… Onlar gibi düşünmeyenlerin ve davranmayanların sanki aydınlıkla ilgisi yokmuş gibi bir hava basıyorlar… Pes ki, ne pes!.. Gerçekten aydınsanız, gerçekten solcuysanız yargı organının vereceği kararı sükûnetle beklersiniz… Nedir bu baskıcı ayaklanmalar?!.. Patrona Halil’in güncelleştirilmesi!.. Meslek hayatıma “mahkeme muhabiri” olarak başlamıştım. Mahkeme etiğiyle ilgili olarak bana verilen ilk dersin başlığı şu idi: Kesinlikle mahkeme kararlarını eleştirmeyeceksin, mahkemeyi baskı altına alacak türden haber ve yorum üretmeyeceksin.. O günlerden bu yana ne çok değerlerimiz değişiyor böyle!..
Ahmet Tolgay -KKTC (KUZEYKIBRIS TÜRK CUMHURİYETİ /TURKISHFORUM- ABDULLAH TÜRER YENER
Turancı rahmetli Ganire Paşayeva ve Türk milliyetçiliği
Son derece saygın bir isim olan, turan ülküsü ile yaşamış Türk milliyetçisi, turancı rahmetli Ganire Paşayeva’nın vefatı üzerine kendilerinden başsağlığı dilemelerini beklediğimiz başta Devlet Bahçeli olmak üzere bir çok isimden bu saygın davranışı göremedik.
Çok garip; Sinan Ateş’in katledilmesi karşısında da aynı ketumluğuna şahit olmuştuk. Rahmetli Elçibey’in vefatında da benzer şeyler sözkonusu olmuştu; Türk milleti olarak kendisine yakışır şekilde Azerbaycan’a uğurlamayı beklerken bir de baktık rahmetlinin cenazesi adeta bizlerden kaçırılırcasına sabaha karşı apar topar Azerbaycan’a götürülmüştü, zamanın hükümet ortağı da MHP’ydi.
Neredeyse; Türk milliyetçiliği inanç ve adanmışlığında ismi öne çıkan insanları çekememek, takdir etmemek, mümkünse cezalandırmak gibi bir hazımsızlığı sözkonusu Devlet Bahçeli’nin.
Belli ki; İ. Aliyev’e şirinlik olsun diye aşikar olan bu ketemluğu nasıl yorumlamak gerekir; üzerinde çok düşünmek lazım; rahmetlinin Azerbaycan’da siyasi geleceği parlaktı.
Türk milliyetçiliğine inanmış ve adanmışlığımızın sahiliciliğinin ancak MHP’de olmakla mümkün olabileceğini, bu misyonun kendilerine ait olduğunu ifade eden Devlet Bahçeli’nin; hadi diyelim bizden şüphesi varsa bile, varlığını ve mücadelesini “turan ülküsü”ne adadığına dünyanın her yerindeki Türk milliyetçilerinin ortak tam mutabakatı ile şahit olduğumuz Ganire Paşayeva’nın, vefatı dolayısıyla taziyede bulunup, üzüntülerini ifade etmesini beklerdik.
MEHMET SORAL -YAZAR / TURKISH FORUM- ABDULLAH TÜRER YENER
Sene 1925 … Almanya’ya on sekiz teknisyen ve Fransa’ya uçak mühendisliği öğrenimi için beş öğrenci gönderildi… 15 Ağustos 1925… Türkiye’de ilk uçak fabrikası Tayyare ve Motor Türk Anonim Şirketi (TOMTAŞ) faaliyete geçti. Kayseri’de kurulan fabrika dünyanın en büyük fabrikalarından birisiydi. Fabrikada 120’si Alman olmak üzere 170 işçi çalışıyordu. 1932’de adı “Kayseri Tayyare Fabrikası” oldu. O yıl, 41 uçak imal edildi. Bunlardan birini Atatürk İran’a hediye etti… 46 adet Gotha, 24 adet PZL-24A ve 24C, 24 adet Miles-Magister olmak üzere 1926-1941 yılları arasında yedi ayrı tipte 212 uçak üretildi… Uçakların onarımı için 6 Ekim 1926’da Eskişehir’de Tayyare Fabrikası kuruldu. Gazi Paşa aramızdan ayrılırken Etimesgut Uçak Fabrikası faaliyete başladı. Artık yerli uçağı ve yerli motoru yapıyorduk. Sadece devlet değil… 24 Haziran 1923… Vecihi Hürkuş (1896-1969) ve arkadaşları Halkapınar Tayyare Atölyesi’nde “Vecihi K-VI” adlı uçağın imalatına başladı. 28 Ocak 1925… Vecihi Hürkuş kendi yaptığı ilk Türk tipi uçağıyla test uçuşunu gerçekleştirdi. Beş yıl sonra ilk uçak fabrikasını kurdu. Bundan iki yıl sonra Türkiye’nin ilk sivil tayyare mektebini açtı. 10 Şubat 1937… Fransa’da eğitim görmüş uçak mühendisi Selahattin Alan, işadamı Nuri Demirağ ile anlaşarak Beşiktaş’ta uçak fabrikası kurdu. Ardından Gök Okulu açtılar. Nu.D 36 eğitim ve Nu.D 38 yolcu uçağı tasarladılar, yaptılar. Ankara, İstanbul, Atina arasında yolcu taşımaya başladılar. Fakat… Dünya Savaşı’ndan sonra olanlar oldu: ABD Dışişleri Bakanlığı petrol danışmanı M.W. Thornburg “Türkiye Nasıl Yükselir” raporunda şöyle dedi: – “Türkiye’nin ağır sanayi kurmasına hiç gerek yoktur…” – “Türkiye’de ne kadar uçak, makine, motor vb. projeleri ve bunların imalatları varsa derhal iptal olunmalıdır…” Böylece… Devlet fabrikalarının kimi 1952’de MKE’ye devredildi kimi 1954’te traktör montaj fabrikası haline dönüştürüldü. Benzer şekilde Özel sektör üretimleri de yok edildi. Yurt dışına uçak satması bile yasaklandı!.. Türk Hava Kurumu siparişlerine son verdi. Arazileri istimlak edildi! 1947-1955 yılları arasında ABD’den 1905 uçak satın alındı!.. Bunun 850 adedi ABD’nin II. Dünya Savaşı’nda kullandığı F-84 idi!.. Yani ABD tüm hurda ve kullanılmış silahlarını yardım adı altında bize göndererek mevcut imalatımızı durdurdu. Üstelik yedek parça ve bakım hizmeti olarak devlet kasasından milyonlarca dolar para harcandı.. Benzer politika ulaştırma alanında da Atatürk zamanında demiryoluna yapılan yatırımlar durdurularak kara yoluna önem verildi. Böylece hem kara yolu araçları, bunların yedek parçası ve benzin hep ithal edilerek paramız dışarı gitti ve yabancılara bağımlı hale geldik… Bu arada yaptık diye övündüğümüz TOGG otomobil fabrikasından böyle bir görüntüyü görebildiniz mi?!.. Türkiye üzerine oynanan oyunlar hala devam ediyor…
DR. İLHAMİ PEKTAŞ / TURKISHFORUM – ABDYLLAH TÜRER YENER
Tv de anlatılıyordu. Antalya da Rus’un biri Site den 80 daire satın almış. Sadece Ruslara kiralıyormuş. Doğrumu yanlış mı bilmiyorum.
Ama sektörüm olan Tarımdan biliyorum Başta Muz seraları olmak üzere Güneydeki seralar yabancılar tarafından satın alınıyor veya kiralanıyorlar.
6332 sayılı kanun ile Yabancılara toprak satışı serbest hale getirildi. Yakında köy kahveleri topraklarını satmış köylüler ile dolup taşarlar Kahveciler şimdiden tavla, domino, iskambil destelerini stoklasınlar.
Her yıl bu ülkede 700 000 mülteci çocuğu Türk vatandaşı olarak doğuyor. Ülkede kaç mülteci var, Kaç yabancı Türk vatandaşlığına geçti. O da bilinmiyor.
10 milyon mülteci var deniyor. Bunları beslemek, okul açmak, hastane, doktor yetiştirmek , iş sahası açmak, barınak ,elektirik ,su ihtiyaçlarını karşılamak Bırakın borç para ile yaşayan Türkiyeyi… Almanyanın bile boyunu aşar.
Arkadaşımın kızı Defne Oxford üniversitesinin Dünya çapındaki bir yarışmasında elemeleri geçerek finallere girmeyi hak kazandı Bunun için İngiltereye çağrıldı. İngiltere elçiliği Oxford tan gelen davet yazısına rağmen kızımıza vize vermedi. Uçak biletleri iptal edildi Son dakikada vize vereceğiz dediler Apar topar yeni biletler alındı Dün Londraya uçabildiler.
Adamlar bırakın mülteciyi Ziyaretçileri , turistleri , iş adamlarını,talebeleri alırken bile kırkı kırk yarıyorlar.
Afganistandan koca koca ülkeleri geçip ülkemize 300 000 ne üdüğü belirsiz genç adam girdi Kimdir bunlar? Nasıl ülkeleri aşarak.. Ellerini kollarını sallıyarak ülkemize giriyorlar.
Ankaradan izmire gelirken bile Yolcu otobüsleri her şehrin girişinde durdurup kimlik kontrolü yapılıyor. Bu adamlar ülkenin en Doğusundan gelip Kuşadası , Çeşme plajlarına nasıl boşaltılıyor?
İçine girenin, çıkanın belli olduğu evlere Hane denir. Girenin çıkanın belli olmadığı evlere de Kerhane denir. Ülkemiz maalesef bu hale düştü
Bırakın ; Hatayı, Antep i. İzmirin göbeğindeki arkadaşımın öğretmenlik yaptığı sınıfın Üçte biri Mülteci çocuklarından oluşuyor.
Sığınmacıları asimile etmek, ülkemiz potasında eritmek kolay sanıyorsak… Hayal içerisinde yüzüyoruz demektir. Bir Türk Ata sözü derki Hayal içinde yaşayan Bok içerisinde ölür.
Kendini bu toprakların asli insanı görüp te… Gelecek tehditleri Görmeyen,.. Göremeyen… Görmek istemeyenlere… Vatansever değil… Partisever kim varsa… Ayıp ediyorsunuz falan demiyeceğim. Gelecek kuşaklarımızdan önce Ben beddua edeceğim, Allah cezanızı versin inşallah diyeceğim.
Ülkemiz son zamanlarda sel felaketleri yaşıyor. Yağan damlalar Yağmur bulutlarının değil… Bu topraklar için canlarını feda eden şehitlerimizin gözyaşlarıdır belki de. Erdal Güncü / TURKISHFORUM – ABDULLAH TÜRER YENER
İzmir’in işgalinden cesaret alan 800 kadar yerli Rum çetesi, İzmir’in işgalinden bir gün sonra, ı6 Mayıs sabahı Urla yarımadasındaki Türk köylerine saldırdılar. Köylüleri katletiler. Mallarını yağmaladılar. Bu eşkiyaların Urla’nın Müslüman mahallelerini kuşatmaları üzerine 173. Türk Alayı’nın ı8 kadar olan askeri, Alay Komutanı Kazım Bey’in emriyle harekete geçti. böylece Türk Ordusu mütareke hükümlerine rağmen ilk kez kurşun atıyordu. Fakat Urla da çarpışmalar başlayınca bir Yunan savaş gemisi karaya asker çıkardı. İskeledeki silah deposu işgal edildi. Yunan Ordusu ertesi gün Urla’daki kuvvetlerini takviye için karaya asker çıkardı.
Atatürk’ün Samsun’a çıktığı günlerde böyle bir tablo vardı. Anadolu’da. İngilizler işgal ettikleri Güney vilayetlerinde halkın elindeki silahları toplarken, Fransızlar Adana’da Ermenilere silah dağıtıyorlardı. …
Yunan kuvvetleri Simav’a da davetli olarak gelmişlerdir. Davetiyenin alhnda Hürriyet ve İtilaf Partisi’nin Simav İlçe Başkanı Ağdacızade Hafız Kamil Efendi ile eşraftan Hacı Arif Efendi’nin imzası vardır! Düşman ordusunun önüne düşüp, kendi kasabalarını işgale getirmekten sıkılmayan bu iki soysuzdan Hafız Kamil Efendi’nin baldızı Servet Hanım’la bacanağı Sami Bey’in bazı akrabaları da bilahare evlerine İtalyan bayrağı çekeceklerdir!
Bu ihanetlere mukabil Simav’da Kuva-yı Milliye’yi örgütleyen Belediye Başkanı Etrakoğlu Ahmet Efendi Girit’e sürgün edilecektir! Etrakoğlu demek, Arapça Türkoğlu demektir. Bu Türkoğlu Ahmet Efendi sürgünden döndükten sonra diyecektir ki:
“. .. Simav’a Yunan birlikleri girdiğinde bayram yapanlar da kurtuluştan sonra Cumhuriyet bayramım kutlayanlar da aynı kişilerdir!”
Yunan askerleri 25 Mayıs’ta Manisa’ya girerler. Düşmanın eline geçmemesi için şehir dışına çıkarılmış olan 60 top geri getirilerek Yunanlılara verilir. Yunanlılar depolardaki silahlara elkoyarlar. Yunan ajanı Misailidis, işgalden bir gün önce Mutasarrıf Hüseyin Hüsnü Bey’i ziyaret ederek direnilmemesi konusunda onu ikna etmiştir. Yunan taraftarı eylem ve söylemlerinden dolayı halkın Hüsnüyadis adını verdiği bu işbirlikçi Mutasarrıf, Yunan kuvvetlerine karşı konulmaması için halka çağrıda bulunur. Manisa’yı bir tek mermi atılmadan düşmana teslim eden Hüsnüyadis, tıpkı Kırkağaç’ın işbirlikçi kaymakamı Şerif Bey gibi Yunan Ordusu ile birlikte şehri terk edecek, Paraskevula adında bir Rum kızıyla evlenip, Aya Triyada Kilisesi’nde vaftiz edilip Hıristiyan olacaktır.
Tıpkı İzmir’in işgalinde olduğu gibi Manisa’nın işgalinde de Ermeniler Yunan Ordusu’na destek vermişlerdir! Ermeni komitelerinin başkanları ve ileri gelenleri olan Despot Tiryat, Avukat Agop Papazoğlu, Gabriyel vs. gibi kimseler Manisa’nın işgali sırasında düşmanla birlikte hareket etmişlerdir.
23 Mayıs 1919’da Bandırma’dan hareket eden Albay Bekir Sami Bey, Balıkesir’e geldiğinde istasyonun baştanbaşa Yunan bayraklarıyla donatılmış olduğunu görür. Demiryolu memurlarının hepsi Yunan üniforması giymişlerdir. Bekir Sami Bey’in yaveri Yüzbaşı Selahattin, hatıratında Yunanlılar’ın Akhisar’a girişi münasebeti ile zafer takları kurulduğundan, düşman askerlerine kurban edilecek koyunların bile Yunan milli renklerine boyandığından bahsetmektedir! …
Teslim olmak, kurtulmak demek değildir. Aksine teslim olmak, akla, hayale gelmez felaketlere peşinen razı olmak demektir. Bu felaket, başta Menemen ve Manisa olmak üzere birçok il ve ilçemizde yaşanmıştır. Ve bakınız neler olmuştur:
17 Haziran’da Bergama’ya saldıran düşman, halkın şiddetle karşı koyması üzerine geri çekilmek zorunda kalır. Fakat 20 Haziran’da kuvvetlerini takviye ederek kasabayı işgal eder. Vahşet, cinayet, yağma ve ırza tecavüzler sebebi ile 50 bin kişi perişan bir şekilde mülteci durumuna düşer.
Kasabanın böyle bir felakete maruz kalmasından korkan ve esasen yüreksiz bir adam olduğu anlaşılan Kaymakam Kemal Bey, Misailidis adındaki Yunan casusunun telkinleriyle 21 Mayıs’ta birtek mermi atmadan Menemen’i düşmana teslim eder. Yunan birlikleri birçok yerli Rum çeteleriyle beraber Menemen’e girerler. Kaymakam kendisini ve Menemen halkını kurtardığım zannetmektedir. Fakat Yunanlı komutanlar 17 Haziran’da Bergama’da uğradıkları mağlubiyetin acısını Menemen’den çıkarmak isterler. Bunun için birçok yerde başarı ile uyguladıkları bir imha planı yaparlar.
Karanlık bastırıp, herkes evine çekilince izci teşkilatlarına mensup yerli Rum gençleri Hıristiyan dükkanlarının üzerine haç işareti çizerler. Yerli Rumlar’a silah dağıtılır. Şehrin hakim mevkilerine makinalı tüfekler yerleştirilir. Yunanlı komutanlar, Şeyh Sükuti adında birini Belediye Başkanlığı’na tayin etmişlerdir. Bu ‘Şeyh Sükuti Şam’lı bir Dürzi’dir. Komutanlar 1918’de Şam’da İngiliz casusu Lawrens’le görüştüğü söylenen Şeyh Sükuti’den işgale direnme ihtimali bulunanlara dair bir liste hazırlamasını isterler. Sükuti listeyi tanzim edip düşman subaylarına verir.
Düşman askerleri önce Hükumet Konağı’nı basarlar, memleketi Yunan’a teslim eden sersem kaymakamla birlikte altı jandarmamız katledilir. Katledilenlerin cenazelerinin defnine izin verilmez. Sükuti’nin listesini bildirdiği milliyetçilerin çoğu öldürülür. Servet sahiplerinin malları yağmaya uğrar. Evleri basıp, kadınların namusuna tecavüz ederler.Yunan askerleri Türk çocuklarını süngülere takarak gezdirmek suretiyle şenlik yapıp, zaferlerini kutlarlar.
Ertesi günkü olayları Celal Bayar söyle nakletmektedir:
“. .. Ertesi gün Yunan erleri, yerli Rumlar Hükumet önünde, çarşıda ve mahallelerde birçok Türk’ü imha etti Kaçanoğlu Bağı’nın yanındaki çukurla şose üzerinde Hafız Baki Efendi’nin katibinin bağları arasındaki büyük çukur öldürülen Türkler’in cesetleri ile dolu bir hale geldi. Şehit edilen Türkler’den bir kısmı Yediz Köprüsü başında nehre atıldı! … Kız Kuyusu’nda ve Çerkez Mahallesi’nde şehit edilenlerin sayısı yüzleri aşmıştır. Salhane civarında Kovacı denilen yerde Türk cesetleri yakılmak suretiyle imha edildi. Yıkıkdeğirmen Tepesi’nde birçok Türk cesedinin gömülü olduğu görüldüf.”
Menemen’de yerli Rumların temin ettiği yirmi araba ile öldürülen Türkler’in cesetleri şehir dışına çıkarılmıştır. İki gün mütemadiyen defin işleri ile uğraşılmıştır. Birçok çukurda ceset çıkarılmış, birçok Türk’ün yakılarak öldürüldüğü tespit edilmiştir. Çocukların kılıçtan geçirildiğini görenler vardır.
Özetlersek, kasaba hiçbir direniş göstermeden teslim olduğu halde iki-üç gün içinde 1017 Türk katledilmiş, tecavüze uğrayan kadınların parçalanmış cesetleri sokaklara atılmıştır!
Yunan vahşetine maruz kalmamak için 57. Tümen Komutanı’nın dağıtmak istediği silahları dahi reddederek teslim olan Aydın’da da benzer facialar yaşanmıştır. Türk ve Rum ileri gelenlerin İzmir’e kadar giderek Komutan Zafiriu ile görüşüp işgal kuvvetlerini Aydın’a davet ettikleri halde şehir ateşe verilmiş tüyler ürpertici vahşet sahneleri yaşanmıştır.
Faciadan önce Muğla’ya kaçan Defter-i Hakani Müdürü, ıo Temmuz’da gönderdiği raporda Aydın’daki vahşeti şöyle özetlemiştir:
“. .. Facianın devam ettiği üç gün zarfında hiç kimsenin evinden çıkması mümkün olmadığından kuyud-u tasarrufiyenin emniyet altına aldırılması kabil değildir. Aydın mutasarrifı ile yüksek memurlardan bir kısmı nezaret altına aldırılarak, sonradan memleket eşrafından çoğu ile beraber gözleri oyulmuş, cesetleri parça parça edilmek sureti ile katledilmişlerdir. Aydın Hükumet Konağı ve kasaba karniden yakılmış, ahaliden çoğu şehit olmuştur!’
Bir arşiv belgesinde Yunan askerlerinin Aziziye İstasyonu’ndaki 130 Türk’ü trenden indirdikleri, kadınlara kocalarının gözü önünde tecavüz ettikten sonra, kadın ve çocuk ayrımı yapmadan öldürdükleri Türkleri kuyulara attıkları anlatılmaktadır.
Evlere zorla girilmiş, kadınlara “fiil-i şeni” icra edilmiş, çocuklar katledilmiştir. Suyu kesilen Müslüman mahalleleri ateşe verilmiştir, yangından kaçmak isteyenlerin üzerine yüksek yerlere yerleştirilen makinalı tüfeklerle ateş açılmış, hatta top kullanılmıştır. Türk köy ve kasabaları yakılmış, kaçamayan kadın, çocuk ve yaşlılar katlediliniş, kaçanlar İtalyan işgali altındaki dağlara iltica etmişlerdir. Ve bütün bu katliamlara heryerde olduğu gibi yerli Rumlar da katılmışlardır.
Rumlar ve Yunanlılar öyle vahşice saldırmışlardır ki, Karapınar’dan Arnavutzade Mustafa Dayı parça parça edilerek öldürülmüş, Karabağlı İsmail Çavuş’un gözleri oyulup, elleri kesilmiştir.
Nazilli’de Müslüman evlerine zorla girilmiş, kadınlara tecavüz ve eşyaları gasp edilmiştir. Evinde silah bulunanlar ya hiçbir soruşturma yapılmadan hapsedilmiş veya kurşuna dizilmiştir.
Germencik’te “sorgulamak bahanesiyle trene bindirilen Müslümanlar hareket sırasında boğazlanıp trenden atılmıştır. Akhisar’da çiftlikte bulunan Halil Paşa ve beş arkadaşının vücutları ikiye ayrılmış, kulak ve burunları kesilmiş, gözleri oyulmuştur. Gediz Çayı civarındaki köylerden toplanan onbeş kadın öldürülüp nehre atılmıştır. Menderes Nehri’nin kuzeyindeki 60 köy yakılmış, halkı katledilmiştir. Aydın’da, İtalyan komutanların gözü önünde kızlar vahşice öldürülmüştür. Ayasuluk-Aydın-Nazilli arasında bulunan 36 köy ve kasaba yakılıp, yıkılmış, bu köy ve kasabaların halkı yok edilmiştir. Büyük Menderes Nehri’nde binlerce Müslüman cesedi yüzmektedir.
Benzeri bir facia da Söke’de yaşanmıştır. Söke Kaymakam Vekili Halil Bey’in 27 Temmuz 1919 tarihli telgrafında bildirdiğine göre “mütarekenin imzalanmasından sonra Yunanlılar tarafından giydirilip silahlandırılan yerli Rum çeteleri, halkın elinden 10 binden fazla hayvanı zorla almışlardır. Kasaba içinde veya tarlalarda 5oo’den fazla Müslüman kadını öldürmüşlerdir.
Dağa oduna giden kadınlara tecavüz etmişlerdir. Köylüleri katletmişlerdir. İzmir-Nazilli tren yolu hattında bulunan hiçbir Türk köyü katliamdan kurtulamamıştır. Yalnız Söke ve civarında 6 binden fazla çocuk anasız babasız kalmıştır!
Yedi Türk, Söke’nin Kemer Köyü’ndeki Menderes Köprüsü’nde, elleri bağlanıp kesilmiştir. Akhisar’ın Papazlı Köyü yakınlarında Rum çetelerinin baskınına uğrayan Halit Paşa adındaki milis komutanının kesilen başı bir sopaya geçirilip sokaklarda dolaştırılmıştır.
Kısmen ve özetleyerek sunduğumuz bu vahşet tablolarına rağmen Damat Ferit Hükumeti işgal kuvvetlerine karşı konulmaması için ısrarlı genelgeler yayınlamakla kalmamış, milli bir ordu kurup, milli müdafaaya hazırlanmakta olanların da cebren engellenmesini istemiştir. Yunan vahşetini seyretmekle yetinenler, Kuva-yı Milliye’nin örgütleniyor olması sebebiyle Muğla’da sıkıyönetim ilan etmekten sıkılmamışlardır.
İşte Mustafa Kemal Paşa, Amasya Tamimi’ni yayınladığı günlerde Türkiye böyle bir Türkiye idi.
Necdet Sevinç -İstiklal Harbi’nde Etnik İhanet (syf 106-110) / TURKISHFORUM – ABDULLAH TÜRER YENER
ÇEDES PROJESİ İLE AKP KARŞI DEVRİM’İNİN ŞEYHÜLİSLAMLIK AYAĞI DA KURULMUŞ OLUYOR
Çağdaş bir devlet yurttaşlarına din dayatmaz. DİB bütçeden aldığı bakanlıklar üstü ödenek ile toplumun üstünde çekilmez bir yük durumuna gelmiştir. Diyanetin Ebussuut Dininin ,bu Karşı Devrimci İktidar döneminde sayısı beşbine yakın İHL ile din görevlisi adayı yetiştiriyor. Buna sayısı yüzü aşan İlahiyat Fakülteleri eklendi.
Okullarda ilkokullardan başlayarak,orta öğretimde sürüp giden zorunlu din dersleri var.
Ebussuut kafalı tarikatlara devlet olanakları peşkeş çekiliyor. Bütün bunlara karşılık, yetişen gençlerin büyük çoğunluğunun Tanrıtanımaz (Ateist) ya da Dintanımaz(Deist) olduğunu gören dinciler bu durumu geri çevireceklerini sanarak şimdi de ÇEDEV’i yürürlüğe koyuyor , bu gerekçeyle de DİB’e Şeyhülislamlık konumu kazandırmış oluyorlar.
İHL’lerinde Dintanımazlığın yaygınlaşmasını bile önleyemeyen Dinciler bu yolla , yeryüzünde üretilen bilimle içiçe yaşayan gençleri dincileştireceklerini sanıyorlar.
Görecekler ki ÇEDES gençleri iyice dinden koparacak. Bu işlerin çözümü din ile devletin keskin olarak ayrışmasındadır. DİB Kamunun sırtından atılmalı, DV’nin sırtına yüklenmelidir. İsteyen mezhep kendi DİB’ini kendi olanaklarıyla, kamu denetimi altında,kurup yürütebilmelidir.
İHL kapatılıp ,üretime katkı sağlayacak Orta Uzmanlık Kurumlarına dönüştürülmelidir.
Okullardan din eğitimi dersleri kaldırılmalıdır. Din bilgisi evlerde bir de tapınma yerlerinde verilir. Devlet böyle gelişip yükselir , din de kendi alanında gelişir böylece, yok oluşa gidişten kurtulabilir.
N.Kemal ZEYBEK -ATA PARTİ GENEL BAŞKANI ANKARA / TURKISHFORUM- ABDULLAH TÜRER YENER