EM. ALBAY LEVENT BİLGİN’İN KEBAN GAZETESİNDEKİ SON YAZISI
KAYSERİLİ BARIŞ
Her mesleğin kendine özgü güzellikleri mutlaka vardır. Ancak zannediyorum ki askerlik mesleğinin güzellikleri zannediyorum ki hiçbir meslekte yoktur. Bence askerlik aslında bir meslek değil bir yaşam biçimidir. Bu iddialı önermemizi yadırgayanlar olabileceğini düşünerek konuyu biraz açmakta fayda görüyorum.
Yaşayan her canlının neslini devam ettirme arzusu doğuştan bir özelliktir. Bir insan bu günkü ekonomik koşullarda en fazla 4-5 çocuk yapabilmekte, bu çocukları da uzun bir zaman diliminde büyük bir emek ve meşakkatle büyütebilmektedir. Askerlik mesleğinde 21-22 yaşında kıtaya çıktığınızda devlet size her biri 20-25 yaş aralığında sırım gibi en az 40 erkek evlat emanet eder. Bu Anadolu gençleri bir çiçek demetidir. Kokladığınızda tüm Anadolu’nun kokusunu alırsınız. Komutanları için öz evlatlarından daha ilerilerdir. Öz evlattan daha ileri olmalarının sırı da onların emanet oluşlarında gizlidir.
Bunu örneklemek gerekirse, 1944 yılında İsmet İNÖNÜ Cumhurbaşkanıdır, küçük oğlu Erdal İNÖNÜ ise Ankara Muhabere Okulu’nda yedek subaylık eğitimindedir. Bir Cuma günü yapılan yemin törenine ailelerde davetlidir. Cumhurbaşkanı eşi Mevhibe Hanım’la törene katılır. Davetliler yerini alınca yemin edecek yedek subay adayları birliği tören alanına girer. Doğal olarak uzun boyundan dolayı Erdal Bey sıranın en önündedir. Mevhibe Hanım Erdal Bey’i görünce annelik duygusu ve evladına sarılmak arzusuyla yerinden kalkarak “Paşam Erdal!” der. İsmet Paşa kolundan sertçe çekerek yerine oturtur “Otur yerine Hanım onların hepsi Erdal.” diyerek asker ocağında her askerin eşit olduğunu vurgular. Biz subaylar için her gün bir anı her asker bir evlattır. Ancak tüm askerleri hatırlamak da doğal olarak mümkün değildir. Bazı askerleri ise hiç unutmayız. Bu unutamadığımız saf Anadolu çocukları biz komutanlarına yaşamımız boyunca unutmayacağımız dersler vermişlerdir. Onlardan mutlaka bir şeyler öğrenmişizdir ki ömür boyu isimlerini hatırlar, yolumuz memleketlerine düştüğü zaman bu evlatlarımızı anarız.
Kayserili Barış da benim unutamadığım saf Anadolu çocuklarından biridir. 1997 yılında Güneydoğu’da hudut birlik komutanıyken Bölük Komutan habercisi ve şoförü kadrosunda vatani görevini yaptı. Mesaimiz gündüz 13.00’dan ertesi gün sabah 07.00’a 18 saat idi. Barış doğal olarak benimle beraber olan, çoğu zaman arkadaşları ile beraber vakit geçiremeyen bir görevde idi. Bu zor görevden hiç yüksünmedi, saygıyla anıyorum. Geceleri çoğu kez hudut hattını denetlerken yada bir mevzide bulunurken sürekli yanımda oldu, omuz omuzaydık namerde karşı. Bu birlikteliklerde Barış’ı çoğu kez temel yurttaşlık ödevlerinden imtihan eder, ona medeni bilgiler anlatırdım. Bu anlattıklarımın etkisinde kalır, araştırır sorgular ve diğer erlere de anlattığını işitirdim. Güneydoğu’nun boğucu sıcak bir gecesinde Barış bana hitaben; “Komutanım sizin bilmediğiniz bir şey var mı? Merak ediyorum.” şeklinde bir soru yöneltti. Kendisine takılmak biraz da eğlenmek için kendimce şöyle bir cevap verdim; “Barış ben her şeyi bilirim. İstersen seninle ilgili bilgilerimi ben söyleyeyim sen doğru ise doğru yanlış ise yanlış dersin.” dedim. Kabul etti. Başladık bilgileri saymaya. “Sen 1974 yılının Ağustos-Aralık ayları arasında doğmuşsun” dedim. Cevap; “Evet Komutanım bildiniz.” İkinci bilgi; “Baban Bülent ECEVİT hayranı” dedim. Babasını görmememe rağmen Barış; “Doğru Komutanım bildiniz.” diye cevapladı. Benim bu iki soruda aslında bildiğim şu idi : 1974 yılı 20 Temmuz’unda Kıbrıs Barış Harekâtı yapılmıştı. Bu tarihten sonra doğan çocuklara o günkü anlamsız sağ, sol ayrımı içinde genellikle sol görüşlü kişiler Barış, sağ görüşlü kişiler Savaş ismini vermişti. İlk iki soruyu kazasız atlatınca kendime güvenim gelmiş üçüncü bilgiyi çantada keklik görerek söyledim. “İsminin önündeki Ahmet ismi de babanın babasının ismi” deyiverdim. Barış; “Hayır Komutanım” dedi. “O zaman büyük dedenin ismi” dedim. Barış yine bilemediğimi söyledi. Ben de meraklanmıştım. Anadolu’da tabu haline gelen isim koyma geleneğine aykırı bu Ahmet ismi ne idi. “Barış bak herkes her şeyi bilemez. Ben de bilemedim. Söyle bakalım bu isim nereden geliyor?” diye sordum. Barış; “Komutanım, benim babam Kayseri Sanayisi’nde kaynakçılık yapar. Babam bizlerin nafakasını temin ettiği bu mesleği Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde öğrenmiş. Bu mesleği öğrendiği eğitmeninin ismi Ahmet imiş. Ona saygısından bu ismi bana vermiş. Dedemin ismini ağabeyim taşıyor.” dedi. Bu cevap benim üzerimde büyük bir etki bıraktı.
Gözümün önünden Hasan Ali YÜCEL’ler, İsmail Hakkı TONGUÇ’lar ve fakir cumhuriyetin idealist kadroları geçti. O güne kadar Türkiye’nin aydınlanmasına katkıda bulunan model Köy Enstitüleri ile ilgili okuduğum eserlerin hepsinden öğrendiklerimden daha fazlasını bu saf Anadolu çocuğunun bu kıssasından almıştım. Bir kez daha rahmet ve saygıyla andım o tabuları yıkan isimsiz eğitmenleri ve o idealleri. İşte Barış’ı komutanının gönlüne yerleştiren, ismini hafızasına kazıyan hikâye bu idi. Barış, aynı zamanda yanımda vatani hizmetini yaptığı için Keban’ın da bir evladıdır.
Yine Güneydoğu’da görev yaparken Şırnak İdil’de ismini şu anda tam hatırlamadığım bir köye sağlık taraması için birliğin doktoru ve diş hekimi ile gitmiştik. Köy oldukça büyük ve nüfus yoğunluğu fazla idi. Saatlerce süren etkinlikten sonra köyün ileri gelenlerinden birinin büyükçe evine konuk olduk. Oldukça büyük bu evde koltuk, sedir vs. yok yer minderleri ve halı yastıklarla serili salonda başköşedeki bir eşya dikkatimi çekti. Uykuda mıyım diye kendimi yokladım. Uykuda değildim. Evin baş köşesinde kocaman bir piyano duruyordu. Meraklı gözlerle baktığımı fark eden ev sahibi “Komutan Bey, piyano bizim hanımın çeyizidir. O çalar.” dedi. Bir kez daha şaşırdım. Eşi orta yaşın üzerindeydi. “Nereden öğrenmiş?” diye sordum. Aldığım cevap ilginçti. Hanımın babası Cizre’nin eşrafından imiş. Köy Enstitüleri ise Doğu Anadolu’da sadece Erciş’te var. Fakir ama onurlu Cumhuriyetimizin imkânları her ilçeden bir erkek ve bir kız öğrenci almaya yetiyormuş. Erkek öğrenci rahatlıkla bulunmuş ancak kız öğrenci bulmak hayli müşkül bir iş olduğundan bu hanımın eşraftan olan babası kendi kızını yollamış. Hanım’a ne kadar eğitim aldığını sordum. 18 ay eğitim almış. Bir yetenek kazanarak mezun olmuş. Gayet güzel bir parça seslendirdi. Hayranlıkla dinledim bu idealist cumhuriyet kızını. Aynı zamanda da düşünmekten alıkoyamadım kendimi. Şimdi 8 yıllık zorunlu eğitim veriyoruz ama bir flüt çaldıramadan mezun oluyor çocuklar. Bir kez daha selam olsun bize özgü eğitim modeli Köy Enstitüleri’ne ve yetiştirdiği Cumhuriyet değerlerine… Gelecek yazımızın konusu Köy Enstitüsü mezunu Kebanlılar olacaktır.
Saygılarımla.
Sözü üstad Behçet Kemal ÇAĞLAR’ın “Köy Enstitüleri Marşı” diye kabul gören dizeleriyle bitirelim:
“Sürer, eker, biçeriz güvenip ötesine. Milletin her kazancı, milletin kesesine. Toplandık baş çiftçinin Atatürk’ün sesine Toprakla savaş için ziraat cephesine.
Biz ulusal varlığın temeliyiz, köküyüz. Biz yurdun öz sahibi, efendisi, köylüyüz.
İnsanı insan eden, ilkin bu soy, bu toprak En yeni aletlerle, en içten çalışarak, Türk için, yine yakın dünyaya örnek olmak, Kafa dinç, el nasırlı, gönül rahat, alın ak.
Biz ulusal varlığın temeliyiz, köküyüz. Biz yurdun öz sahibi, efendisi, köylüyüz.
Kuracağız öz yurtta dirliği, düzenliği. Yıkıyor engelleri ulus egemenliği. Görsün köyler bolluğu, rahatlığı, şenliği. Bizimdir o yenilmek bilmeyen Türk benliği
Biz ulusal varlığın temeliyiz, köküyüz. Biz yurdun öz sahibi, efendisi, köylüyüz.”
Pamukbank esasen pamuk üreticilerine fon sağlamak maksatlı 1955 yılında kurulmuş bir bankadır. Pamukbank kuruluş merkezi Adana’dır. Esas değişimini 1973’te Mehmet Emin Karamehmet’e ait Çukurova Holding’e geçerek yaşamıştır. Bu el değiştirme 2004 yılında bankanın resmen tasfiyesine atılan ilk adımdır. El değiştirmesinin ardından hızla büyüyen banka 90’lı yıllara gelindiğinde Türkiye’nin ilk 5 özel bankasından biri haline gelmiştir. Şimdi gelin Pamukbank’ın bu kadar büyüklüğe nasıl eriştiğine ve bu büyüklüğe eriştikten sonra nasıl battığına yakından bakalım.
Pamukbank
Pamukbank nasıl büyüdü?
1998’ yılı itibariyle ABD’li kurumsal danışmanlık firması McKinsey ile anlaşarak ciddi bir değişim programına giren banka, ilk olarak müşterilerinde segmentasyona gitmiş ve müşterilerini kurumsal, ticari, kobi ve bireysel olarak ayırmış, kendi yönetim organizasyonunu da bu kapsamda kurmuştur. Bu uygulamayla birlikte satış kanalına ağırlık veren banka tüm personelini satış ve pazarlama hususunda eğitimden geçirmiş, sistem alt yapısını tamamen değiştirmiş, o dönemde esamesi okunmayan ve dönemine göre en büyük devrim olan “sistem üzerinden şirketlerin ve bireylerin kredi derecelendirmelerini” yapmaya başlamıştır. Bu sayede inanılmaz bir kredi çıkartma hızına ulaşan banka kamuoyunda ve esnaf arasında popüler hale gelmiştir. Yine dönemin ilk uygulamalarından olan ATM kanalını yaygın hale getirmesi ve daha bilgisayarların yeni yeni yayılmaya başladığı dönemde internet bankacılığı uygulamasını getirmesi popülaritesini daha da arttırmıştır.
Pamukbank Batışı Fiskobirlik’ten Mi?
Basına yansıyan bilgilerde Fiskobirlik’in borçlarına karşılık Hazine’nin Karamehmet’e faizli bono (faizsiz bono mu olur lan?) önerdiği, ancak Karamehmet’in bu teklifi reddettiği yönündedir.
Ancak bankanın batışı oldukça olaylı ve siyasi tartışmaları beraberinde getirdiğinden Aydın Doğan’ın bankanın batmasını istediği için bu haberleri kasıtlı olarak ileri sürdüğü de iddia edilmiştir.
Banka 2002 yılında BDDK’nın yaptığı denetlemeler nihayetinde, kurucusu olan Çukurova Holding’e açtığı krediler nedeni ile TMSF’ye devredilmiş, akabinde ise bir kamu bankası olan Halk Bankasına satılmıştır. Pamukbank’ın Çukurova grubuna açtığı krediler ile Çukurova Holding, Turkcell ve Digitürk’ün sahibi olmuştur. Bununla birlikte Fiskobirlik gibi grup risklerinin yükselmesi, kredilerin seyyaliyetinin sağlanamaması nedeniyle banka batmıştır.
Pamukbank Batışı Fiskobirlik’ten Mi?
Pamukbank’ın batışı hakkında en fazla tartışılan konulardan birisi budur. Aslında soru esasen Pamukbank’ı devlet bile isteye mi batırdı? Hususuna ilişkindir. Karamehmet bir açıklamasında 99’senesinde IMF’nin Türkiye’ye zorladığı koşullar nedeniyle, Fiskobirlik’in çiftçilerin parasını ödemediğini, devletin Pamukbank’tan Fiskobirliğe para vererek çiftçilerin paralarının ödenmesini istediğini, hatta bu iş için o dönem kanunun bile değiştirildiğini (o dönemde özel bankalar kamu kurumlarına kredi veremiyordu),bunun üzerine Fiskobirlik’e kredi olarak 700 mio USD para verdiklerini, 2002 senesine kadar krediye 1 kuruş dahi ödeme yapılmayınca dönemin Maliye Bakanı Kemal Derviş’in yanına giderek kredinin teminatı olarak bono istediğini, ancak bu talebinin reddedilmesi üzerine bu paraların tamamının kendisinin cebinden çıktığını, oysa Fiskobirlike kredi verirken hazinenin sözlü olarak birçok kez bu kredilere garantör olduğunun kendisine iletildiğini söylemiştir.
Basına yansıyan bilgilerde ise Fiskobirlik’in borçlarına karşılık Hazine’nin Karamehmet’e faizli bono (faizsiz bono mu olur lan?) önerdiği, ancak Karamehmet’in bu teklifi reddettiği yönündedir. Ancak bankanın batışı oldukça olaylı ve siyasi tartışmaları beraberinde getirdiğinden Aydın Doğan’ın bankanın batmasını istediği için bu haberleri kasıtlı olarak ileri sürdüğü de iddia edilmiştir.
Burada enteresan olan konulardan birisi 4 sene boyunca bir kuruş dahi ödeme yapılmayan kredinin seyyaliyetinin o dönemin Banka denetçileri olan Hazine mensuplarınca niye sorgulanmadığıdır. Bu ise denetim meselesinin ehemmiyetini bir kez daha hatırlatmaktadır. Bu konuları platformumuzda yer alan Denetim başlığı altında inceledik. İlgisi olan kişilerin bu bölümü okumasını tavsiye ederim.
Gelelim Pamukbank’ın devir sürecine. Pamukbank TMSF’ye devredildiğinde bir rapor yayınlandı. Bu raporda bankanın akıbeti ifade edildi. Özetle “Pamukbank’ın aktif- pasif vade uyumunun bozulması nedeniyle ilk kez 1998 yılında gözetim altına alındığını, likidite krizi ve özkaynak yetersizliği tespit edildiğini, bu gerekçeyle gözetim altına alındığını, esas sorunun 94’ten sonra bankanın mali bünyesinde yaşanan olumsuzluklardan kaynaklandığını, kredilerin belirli gruplar üzerinde yoğunlaştığını, bu kredilerin geri ödenmediğini ve bu yapının da bankanın likiditesini mahvettiğini,” belirtmişlerdir.
Bu bölümü biraz daha netleştirirsek, Pamukbank kendi ana sermayedarı olan Çukurova Holding’e krediler veriyor. Çukurova Holding bu kredilerle gidip Turkcell ve Digiturk’ü satın alıyor. Ancak bu kredilerin geri ödemesi yapılmıyor. Fakat gelir tablosunda tahsilat olmamasına rağmen faiz geliri olarak görülüyor. Yani banka karda ama nakit olarak değil, muhasebesel karı var fakat reelde böyle bir durum yok. Nasıl oluyor lan bu iş diyorsanız anlatacağım sabırlı olun. Bankanın olmayan faiz gelirleri tabloda ama reelde olmayınca kaynağın da bankada tutulması lazım. Yani mevduat müşterilerini bankada koruman gerekiyor. O zaman da yüksek faiz vermen gerekiyor. İşte likidite böyle bozuluyor.
Banka 2002 yılında BDDK’nın yaptığı denetlemeler nihayetinde, kurucusu olan Çukurova Holding’e açtığı krediler nedeni ile TMSF’ye devredilmiş, akabinde ise bir kamu bankası olan Halk Bankasına satılmıştır. Pamukbank’ın Çukurova grubuna açtığı krediler ile Çukurova Holding, Turkcell ve Digitürk’ün sahibi olmuştur. Bununla birlikte Fiskobirlik gibi grup risklerinin yükselmesi, kredilerin seyyaliyetinin sağlanamaması nedeniyle banka batmıştır.
Bankanın battığı tarihteki bilançosunda grup kredileri, bankanın toplam kredilerinin %70’ini oluşturuyordu. Bu durum zaten olayın vahametini ortaya koymaktadır. Banka battığında gelir gider tablosunun altında zarar olarak 4,2 katrilyon (şimdiki parayla 4,2 milyar TL) yazıyordu.
Yine enteresan bir olay da karşılıklı kredileşme vakasıdır. Grup kredilendirmesinde çığır açan bu buluş halen kullanılabilir niteliktedir. Bu yöntemde Pamukbank o dönemin Zeytinoğlu grubunun firması Petsa Petrol’e 5 mio USD ve Tektar Elektrik’e 5 mio USD kredi veriyor. Zeytinoğlu Grubunun Bankası Esbank AG ( Zeyitnoğlu’nun Avusturya’daki bankası) ise Çukurova grubunun firmaları Market Research firması ile CH Financial firmasına toplamda 10 mio USD kredi veriyor. Yani karşılıklı aynı tutarda kredileşiyorlar ve evet kredileşme kelimesini ben uydurdum. Bu sistematik içerisinde en sevdiğim, en mantıklı gelen yöntem bu.
Bankacılık Sisteminin Sorunu: Tahakkuk Esaslı Gelir Tablosu
Bankacılık sisteminde benim şahsen gördüğüm en büyük problemlerden hatta muhasebedeki en büyük problemlerden biri bu. Bir diğeri de bağımsız denetim raporlarında yanlış hesaplandığını düşündüğüm daha doğrusu yanlış raporlamasının yapıldığını düşündüğüm kur riski hesaplaması ile kur zararı yazılması ama ona sonradan değineceğim.
Her neyse ben olayın detayını anlatayım kafanıza yatar zaten.
Şimdi bir müşteriye kredi verdik diyelim. Gelir gider tablosuna yansıyan tek şey şu: peşin olarak aldığınız komisyon. İlk gün böyle geçer. Yani krediyi verdiğiniz gün faiz geliri yazmazsınız, yazamazsınız. İkinci gün hemen banka kredinin 1 günlük faizini tahakkuk ettirir, daha sonra reeskont hesabına alır. Yani kaynaklarına ekler. Ulan arkadaş biz daha bu parayı tahsil etmedik ki. Ama yok o orada gelir olarak görünür. Kredi 10 yıl boyunca ödenmese ve biz bu krediye 10 yıl boyunca takip işlemi yapmasak 10 yıl boyunca faiz tahakkuku kanalıyla faiz geliri yazar.
Fiilen kar var mı? Yok. Ama sen yine de gelir tablosunda her sene kar ediyor görünürsün. Bankacılık sisteminin hâlihazırda da devam eden en büyük sorunu da budur. Ben BDDK’da yetkili bir abi olsam direk bu sistematiği kaldırırım. Ha bu yöntemi aşma yöntemleri var. Ama o konulara girmeyelim. O başka. Fakat ilk yapılması gereken şey tahakkuk esaslı bankacılık muhasebesinin gözden geçirilmesi. Marjinal gelebilir, yanlışları olabilir ancak tahsil edilmeyen bir unsuru gelir olarak yazmak bana saçma geliyor.
Benzeri bir bilançoyu sen bankalara gönderdiğinde bankalar aktifleştirilmiş faiz gideri vs. adlar altında senin bilançondan tenzil edip kredi notunu kötüleştiriyor ancak Banka kendisi böyle bir şey yaptığında herhangi bir mahsuru olmuyor.
Esen kalın,
saygilarimla,
Selen Atasoy
Not: Pamuk bank yurt disindaki Türk müsterilerini korumadi, Türklerin adreslerini gerekli, Alman, Holanda v.s vergi dairelerine satti.. Bu ülkelerde faiz gelirlerinin 25 % vergiye tabi tutulmasi gerekiyordu. Eger Türkiye bu bilgileri vermeseydi, Pamuk bank ta parasi faizde olan Türk iscileri zor duruma düsmeyecekti, iki kez vergilendirmeye tabi tutuldular, hem Türkiyede, hemde Avrupa ülkelerinde..! Bence Pamuk bank müsterilerini bu konu hakkinda yeterli derecede bilgilendirmedi ..!
Türk bankacılık sektöründe bugüne kadar kaç banka hangi nedenlerle kapandı?
Türkiye cumhuriyeti tarihinde bugüne kadar 73 banka çeşitli gerekçelerle alınan genel kurur kararları veya BDDK tarafından kaldırılan bankacılık işlemleri yapma izinleri sebebi ile kapanmıştır. Listede kapanan bankaları ve gerekçelerini bulabilirsiniz.
1) Adapazarı Emniyet Bankası T.A.Ş. 1919 1919 yılında “Emniyet Bankası Komandit Şirketi” unvanıyla kurulmuş, 1928 yılında bu unvan “Adapazarı Emniyet Bankası A.Ş.” olarak değişmiştir. 30 Eylül 1971 tarihinde yapılan olağanüstü genel kurul kararı ile tasfiye yoluna gitmiştir.
2) Ak Uluslararası Bankası A.Ş. 1985 “Bnp-Ak Bankası A.Ş.” unvanı ile 1985 yılında özel sermayeli banka olarak faaliyetine başlamıştır. Bankanın ana hissedarları olan Akbank T.A.Ş., Banque Nationale de Paris Intercontinental ve Banque Nationale de Paris’in toplam % 30 hissesini Devlet Planlama Teşkilatı Yabancı Sermaye Başkanlığı’ndan 24 Ağustos 1988 tarihinde alınan izne dayanarak 1989 yılında Dresdner Bank A.G.’ye satması ile unvanı 27 Ocak 1989 tarihinde “Bnp-Ak Dresdner Bank A.Ş.” olarak değişmiş, Türkiye’de kurulmuş yabancı sermayeli bankalar grubuna geçmiştir. 9 Mart 2005 tarihi itibariyle BNP Paribas, Societe Jovacienne de Participations ve Dresdner Bank A.G.’nin bankada sahip oldukları % 60 oranındaki hisselerin tümü, bankanın % 39,99 oranında hissesine sahip diğer sermayedarı Akbank T.A.Ş.’ye devredilmesiyle 30 Mart 2005 itibariyle ticari unvanı “Ak Uluslararası Bankası A.Ş.” olarak değişerek tekrar özel sermayeli bankaları grubuna geçmiştir. Resmi Gazete’nin 13 Eylül 2005 tarih ve 25935 sayılı nüshasında yayımlanan BDDK’nın 9 Eylül 2005 tarih ve 1695 Sayılı Kararı ile banka, tüm hak, alacak ve borçları ile Akbank T.A.Ş.’ye devir olmuş, tüzel kişiliği 19 Eylül 2005 tarihinde İstanbul Ticaret Sicili Memurluğu’na tescil ettirilerek sona ermiştir.
3) Akseki Ticaret Bankası T.A.Ş. 1927 25 Aralık 1958 tarihinde genel kurul kararı ile bankacılık dışında faaliyet göstermek üzere unvanını ve faaliyet alanını değiştirmiştir.
4) Akşehir Bankası T.A.Ş. 1916 1916 yılında 50 yıllığına kurulmuş, 7 Ocak 1966’da Genel Kurul kararı ile kendi isteğiyle faaliyetine son vermiştir.
5) Anadolu Bankası T.A.Ş. 1962 1962 yılında Türk Ekspres Bank, Buğday Bankası ve Hazine’nin iştiraki ile “Anadolu Bankası A.Ş.” unvanı ile faaliyetlerini sürdürmüştür. 1985’de statüsü değişmiş “Anadolu Bankası T.A.Ş.” unvanını almıştır. 8 Ocak 1988 tarihinde Türkiye Emlak Kredi Bankası A.O.çatısı altına girmiştir. 1997 yılında Özelleştirme İdaresi’nce Etibank A.Ş.’nin 3’e ayrılarak Etibank A.Ş., Denizcilik Bankası T.A.Ş. ve Anadolu Bankası T.A.Ş. adı altında 3 ayrı özelleştirme işlemine tabi tutulması sonucunda açılan özelleştirme ihalesi kapsamında “Anadolu Bankası T.A.Ş.”nin isim ve lisans haklarının Anadolubank A.Ş.’ye devri gerçekleştirilmiştir. (Bakınız Faaliyette Bulunan Bankalar’dan “Anadolubank A.Ş.”).
6) Ankara Halk Sandığı T.A.Ş. 1938 1 Haziran 1938 tarihinde faaliyete geçmiş, 21 Ocak 1964 tarihinde Türkiye Halk Bankası A.Ş.’nin bir şubesi olmuştur.
7) Atlas Yatırım Bankası A.Ş. 1999 Bakanlar Kurulunun 13 Ağustos 1998 tarih ve 23432 (Mükerrer) sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan 27 Mayıs 1998 tarih ve 38048 sayılı Kararı ile “Süzer Yatırım Bankası A.Ş.” kurulmuş, bu husus 9 Kasım 1998 tarih ve 4665 sayılı Türkiye Ticaret Sicili Gazetesi’nde yayınlanmıştır. Daha sonra, 16 Haziran 1999 tarih ve 4808 sayılı Türkiye Ticaret Sicili Gazetesi’nde yayınlanarak unvanı “Atlas Yatırım Bankası A.Ş.” olarak değişmiştir. 10 Temmuz 2001 tarih ve 24458 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan BDDK’nın 378 sayılı Kararı ile bankacılık işlemleri yapma izni kaldırılmıştır.
8) Bank Kapital Türk T.A.Ş. 1986 1986 yılında yabancı sermaye ile kurulan “Bank Indosuez”in 31 Aralık 1990 tarihinde unvanı “Bank Indosuez Türk A.Ş.” olarak değişmiş, Türkiye’de şube açan yabancı sermayeli banka statüsünden Türkiye’de kurulmuş yabancı sermayeli Banka statüsüne geçmiştir. “Bank Indosuez Türk A.Ş.” unvanı 8 Kasım 1993 tarihinde “Bank Indosuez Generale Euro Türk A.Ş. (Eurotürk Bank)”, 22 Mayıs 1995 tarihinde Ceylan Grubu’na geçmesiyle birlikte “Bank Kapital Türk A.Ş.” olarak değişmiştir. 27 Ekim 2000 tarih ve 24213 (1. Mükerrer) Resmi Gazete’de yayınlanan 85 no’lu BDDK Kararı ile banka Fon’a devredilmiştir. Fon Kurulu’nun 26 Ocak 2001 tarih ve 17 sayılı Kararı ile bankanın, Sümerbank A.Ş. bünyesinde birleştirilmesine ve bankacılık işlemleri yapma ve mevduat kabul etme izninin 4389 sayılı Bankalar Kanununun 14.maddesine istinaden kaldırılmasına karar verilmiştir. Bu karar, 178 no’lu BDDK Kararı başlığıyla 18 Şubat 2001 tarih ve 24322 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanmıştır.
9) Bank of Credit and Commerce International Ltd. 1982 21 Kasım 1980 tarih ve 8/1967 sayılı Kararname ile İstanbul, İzmir ve İçel illerinde 3 şube açarak faaliyet göstermesine izin verilen Bank of Credit and Commerce International Ltd.’in bankacılık yapma ve mevduat kabul etme izni Türkiye’deki şubelerini kapatacak şekilde 20 Temmuz 1991 tarih ve 20935 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan 91/1992 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile kaldırılmıştır.
10) Banka Kommerçiale İtalyana 1919 Banka Yönetim Kurulunun 28 Mart 1977 tarihli kararı ile tasfiye kararı almıştır.
11) Birleşik Türk Körfez Bankası A.Ş. 1988 1 Eylül 1987 tarihinde ve 87/12073 no’lu Bakanlar Kurulu kararıyla “Birleşik Türk Körfez Bankası A.Ş.”nin kurulmasına izin verilmiş ve “ana sözleşme” 3 Aralık 1987 tarihli Türkiye Ticaret Sicili Gazetesi’nde yayınlanmıştır. 7 Temmuz 1995 tarihinde, Doğuş Grubu’na geçmesi nedeniyle, Türkiye’de kurulmuş yabancı sermayeli bankalar grubundan özel sermayeli mevduat bankaları grubuna geçmiştir. 29 Ağustos 2001 tarih ve 24508 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan 450 sayılı BDDK Kararı ile banka Osmanlı Bankası A.Ş.’ye devredilmiştir.
12) Birleşik Yatırım Bankası 1989 27 Ekim 1988 tarih ve 19972 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan Bakanlar Kurulu Kararınca kurulmasına izin verilmiş, 17 Mayıs 1989 tarihinde İstanbul Ticaret Sicili Memurluğu’nca tescil edilmiştir. 29 Haziran 1989 tarihinde faaliyetlerine başlamıştır. 22 Aralık 1999 tarih ve 23914 (Mükerrer) Resmi Gazete’de yayınlanan 21 Aralık 1999 tarihli ve 99/13765 sayılı Kararnamenin Eki Karar ile bankacılık yapma izni kaldırılmıştır.
13) Bor Zürra ve Tüccar Bankası 1922 13 Haziran 1961 tarihinden itibaren bankacılık işlemleri yapma yetkisine son verilmiştir. 22 Eylül 1961 tarihinde banka genel kurulu tasfiye kararı almıştır.
14) Credit Lyonnais S.A. 1987 Credit Lyonnais S.A. 3 Mart 2004 tarihinde tüm hak, alacak, borç ve yükümlülükleriyle ve 18 Mart 2004 tarihinde Ticaret Sicili’nden terkin edilmek suretiyle Credit Agricole Indosuez Türk Bank A.Ş.’ye devredilmiştir.
15) Credit Suisse First Boston 1998 17 Nisan 1998 tarih ve 23316 sayılı Resmi Gazete yayınlanan Karar ile bankanın kurulmasına izin verilmiştir. Credit Suisse First Boston BDDK’nın 11 Eylül 2003 tarih ve 1127 sayılı Kararı ile 4389 sayılı Bankalar Kanunu’nun 18. maddesinin 2 numaralı fıkrası uyarınca tasfiye sürecine girmiştir. Şubenin tasfiyesinin tesciline ilişkin işlemler 2 aylık sürenin sonu olan 1 Aralık 2003 tarihinde Ticaret Sicil Memurluğu nezdinde gerçekleştirilmiştir.
16) Demirbank T.A.Ş. 1953 7 Eylül 1953’te İstanbul Galata’da demir ticaretini geliştirmek için kurulmuştur. 6 Aralık 2000 tarih ve 24252 (1. Mükerrer) Resmi Gazete’de yayınlanan 123 no’lu Bankacılık Denetleme ve Düzenleme Kurulu Kararı ile banka Fon’a devredilmiştir. Daha sonra, 13 Aralık 2001 tarih ve 24612 sayılı Resmi Gazetede yayınlanan BDDK’nın 11 Aralık 2001 tarih ve 547 sayılı kararı ile HSBC Bank A.Ş.’ye devredilmiştir.
17) Denizcilik Bankası T.A.Ş. 1952 “Denizcilik Bankası”, Türk Denizcilik sektörüne finansman sağlamak üzere 1938 yılında bir devlet bankası olarak kurulmuş, 1952 yılında Denizcilik Bankası T.A.O. unvanını almıştır. 1983 yılında unvanı “Denizcilik Bankası T.A.Ş.” olmuştur. Hükümetin bazı devlet bankalarını birleştirme kararı neticesinde 20 Kasım 1992 tarih ve 21420(Mükerrer) sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan Bakanlar Kurulu Kararı ile Türkiye Emlak Bankası A.Ş. çatısı altına girmiştir. 1997 başlarında Türkiye Emlak Bankası A.Ş.’den ayrılarak özelleştirilmiş ve Zorlu Holding bünyesine katılmıştır (Bakınız Faaliyette Bulunan Bankalar’dan “Denizbank A.Ş.”).
18) Doğubank 1952 5 Aralık 1961 tarih ve 10975 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan Maliye Bakanlığı Kararı ile 2 Ocak 1962 tarihinden itibaren tedrici tasfiyeye gitmiştir. Tasfiye işlemlerine Türkiye İş Bankası A.Ş. nezaret etmiştir.
19) Efesbank Ltd. Şti. 1932 Mahalli banka iken 1962’de statüsü değişmiş, 1 Ekim 1972’den itibaren tasfiye sürecine girmiştir.
20) Ege Giyim Sanayicileri Bankası A.Ş. 1995 Ege Bölgesinde tekstil imalatı ve ihracatı yapan çok sayıda küçük ve ortak ölçekli işletmenin (KOBİ’ler) mali kaynaklarını bir çatı altında birleştirmek amacıyla 1995 yılında kurulan “Ege Giyim Sanayicileri Yatırım Bank A.Ş.” bir yatırım bankası olarak 18 ay kadar hizmet verdikten sonra, bankacılık lisansı alarak izni alarak ve 1 Aralık 1996 tarihinde unvanını “Ege Giyim Sanayicileri Bankası A.Ş.” olarak değiştirerek özel sermayeli mevduat bankaları grubunda faaliyetlerine başlamıştır. Banka, 10 Temmuz 2001 tarihinde Fon’a devredilmiştir. Daha sonra BDDK’nın 26 Aralık 2001 tarih ve 562 sayılı Kararı gereğince bankanın Bayındırbank A.Ş. bünyesinde devren birleştirilmesine, söz konusu devir ve birleşme işlemlerinin 18 Ocak 2002 tarihine kadar tamamlanmasına ve bu tarih itibariyle Ege Giyim Sanayicileri Bankası A.Ş.’nin bankacılık işlemleri yapma ve mevduat kabul etme izninin kaldırılmasına karar verilmiştir.
21) Egebank A.Ş. 1928 “İzmir Esnaf ve Ahali Bankası olarak” 1928 yılında kurulmuş, 1959 yılında unvanı “Egebank A.Ş.” olarak değişmiştir. 22 Aralık 1999 tarih ve 23914 (Mükerrer) Resmi Gazete’de yayınlanan 21 Aralık 1999 tarih ve 99/13765 sayılı Kararnamenin Eki Karar ile Fon’a devredilmiştir. Fon Yönetim Kurulunun 26 Ocak 2001 tarih ve 17 sayılı Kararı ile bankanın, Sümerbank A.Ş. bünyesinde birleştirilmesine ve bankacılık işlemleri yapma ve mevduat kabul etme izninin 4389 sayılı Bankalar Kanununun 14.maddesine istinaden kaldırılmasına karar verilmiştir. Bu karar 178 no’lu BDDK Kararı başlığıyla 18 Şubat 2001 tarih ve 24322 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanmıştır.
22) Eskişehir Bankası T.A.Ş. 1926 15 Eylül 1927 tarihinde mahalli bir banka olarak Eskişehir’de kurulmuş, 1955’e kadar kadar tek şube olarak hizmet vermiştir. 1970’li yıllara kadar bölgesel olarak faaliyet göstermiş, sonraki dönemlerde ulusal bir banka olma yolunda önemli adımlar atmıştır. 1977’de Zeytinoğlu ailesine geçmiştir. 22 Aralık 1999 tarih ve 23914 (Mükerrer) Resmi Gazete’de yayınlanan 21 Aralık 1999 tarih ve 99/13765 sayılı Kararnamenin Eki Karar ile Fon’a devredilmiştir. BDDK’nın 15 Haziran 2001 tarihinde yayınladığı 346 sayılı Karar ile banka 2 Temmuz 2001 tarihinde Etibank A.Ş. bünyesinde birleştirilmiş ve bu tarihte kapanmıştır.
23) Esnaf Kredi Bankası 1957 23 Haziran 1969 tarih ve 10533 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan Bakanlar Kurulu Kararı ile mevduat kabul yetkisi kaldırılmıştır. Bankanın Türkiye İş Bankası A.Ş. nezaretinde tasfiye edilecegi ise 21 Ocak 1961 tarih ve 10713 sayılı Resmi Gazete’de duyurulmuştur.
24) Etibank A.Ş. 1935 1935 yılında kamusal sermaye ile kurulmuş, yeraltı kaynaklarının üretilmesinden pazarlanmasına, santralların inşaası, elektrik enerji üretimi gibi kalkınmada ekonomik alt yapının oluşturulmasında etkin rol oynamıştır. 1955 yılında bankacılık hizmetlerine başlamıştır. 13 Temmuz 1993 tarih ve 21636 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan 93/4611 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile Etibank’ın bankacılık birimi bu unvanla Etibank’a bağlı anonim ortaklık statüsünde ortaklığa dönüşmüş, “Etibank Bankacılık A.O.” unvanını almıştır. 2 Mart 1998’de özelleştirilerek Medya İpek Holding A.Ş.’ye satılmıştır. 20 Mart 1998 tarihinde “Etibank A.Ş.” unvanını almıştır. Banka 2000 yılı başlarında hissedarlardan Medya Sabah Holding A.Ş.’ye geçmiş, 27 Ekim 2000 tarih ve 24213 (1. Mükerrer) Resmi Gazete’de yayınlanan 86 sayılı BDDK Kararı ile Fon’a devredilmiştir. 21 Haziran 2001 tarih ve 24439 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan BDDK’nın 15 Haziran 2001 tarih ve 346 sayılı Kararı ile Eskişehir Bankası T.A.Ş. ve Interbank A.Ş.’yi 2 Temmuz 2001 tarihinde bünyesine almıştır. 14 Aralık 2001 tarih ve 24613 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan BDDK’nın 13 Aralık 2001 tarih ve 554 sayılı Kararı ile Etibank A.Ş.’nin bankacılık işlemleri yapma ve mevduat kabul etme izni 28 Aralık 2001 tarihi itibariyle kaldırılarak tasfiye edilmiştir. 5 Nisan 2002 tarihinde Tasfiye Halinde Etibank A.Ş.’nin tasfiyesinin kaldırılmasına ve bankanın tüm aktif ve pasifleriyle Bayındırbank A.Ş. bünyesinde devren birleştirilmesine karar verilmiştir.
25) Fiba Bank A.Ş. 1985 Chemical Mitsui Bank A.Ş. unvanıyla yabancı sermayeli bir banka olarak kurulmuştur. 1989 yılı sonunda bankanın ortaklık yapısı değişmiş, ana ortaklardan Mitsui Bank Limited bankanın % 51 hissesine sahip olmuştur. Böylece bankanın unvanı Bakanlar Kurulunun 15 Eylül 1989 tarih ve 14566 sayılı izni ile 1 Aralık 1989 tarihinden geçerli olmak üzere “Türk Mitsui Bank A.Ş.” olarak değişmiştir. 1 Nisan 1992’de “Türk Sakura Bank A.Ş.” unvanını almış, 23 Kasım 1999 tarihinde tamamının Fiba Grubu şirketlerine satılmasının ardından statüsü değişerek özel sermayeli mevduat bankaları grubuna dahil edilmiştir. Bankanın unvanı 13 Nisan 2000 tarihinde Fiba Bank A.Ş.olarak değişmiştir. BDDK’nın 3 Nisan 2003 tarih ve 1023 sayılı Kararı ile Fiba Bank A.Ş., Finans Bank A.Ş.’ye devredilmesine karar verilmiştir. Bankanın devre dair genel kurul kararlarının tescil edilmesiyle ilgili mevzuat uyarınca tüm hak ve borçları ile mevduatı Finans Bank A.Ş.’ye intikal etmiş, tüzel kişiliği 9 Nisan 2003 tarihinde İstanbul Ticaret Sicili’nden sildirilerek sona ermiştir.
26) Hisarbank A.Ş. 1910 “Terakki Servet Osmaniyesi” unvanı ile mahalli bir banka olarak kurulmuş, daha sonra 1926 yılında “Afyon Terakki Servet Bankası T.A.Ş.” olarak unvanı değişmiştir. 1975’de statüsü değişerek özel sermayeli mevduat bankaları grubuna geçmiştir. 28 Haziran 1979’da unvanı bir kez daha değişerek “Hisarbank” adını almış ve genel müdürlüğünü İstanbul’a taşımıştır. 24 Kasım 1983 tarih ve 18231 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan Bakanlar Kurulu Kararı ile tüm aktif ve pasifleri ile TC Ziraat Bankası’na devredilmiştir.
27) ING Bank N.V. 1997 BDDK’nın 1 Mayıs 2003 tarih ve 1037 sayılı Kararı ile ING Bank N.V.’nin tasfiye işlemlerine başlaması onaylanmıştır. Söz konusu bankanın, 30 Haziran 2003 itibariyle -mevduat kabul etmemek ve bankacılık işlemlerinde bulunmamak üzere- tasfiyesine başlanmıştır.
28) İktisat Bankası T.A.Ş. 1927 “Denizli İktisat Bankası” adıyla mahalli bir banka olarak kurulmuş, 1971’de statüsü değişerek özel sermayeli mevduat bankaları grubuna geçmiştir. 1980 yılında ticari unvanı “İktisat Bankası T.A.Ş.” olarak değişmiş, genel müdürlük merkezi İstanbul’a taşınmıştır. 15 Mart 2001 tarih ve 24343 Mükerrer sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan 14 Mart 2001 tarih ve 198 no’lu BDDK Kararı ile banka Fon’a devredilmiştir. Aynı yıl içinde 30 Kasım 2001 tarih ve 24599 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan BDDK’nın 28 Kasım 2001 tarih ve 527 sayılı Kararı ile bankanın bankacılık işlemleri yapma ve mevduat kabul etme izni 7 Aralık 2001 tarihi itibariyle kaldırılarak tasfiye edilmiştir. Daha sonra 5 Nisan 2002 itibariyle, Tasfiye Halinde İktisat Bankası T.A.Ş.’nin tasfiyesinin kaldırılmasına ve bankanın tüm aktif ve pasifleriyle Bayındırbank A.Ş. bünyesinde devren birleştirilmesine karar verilmiştir.
29) İnterbank A.Ş. 1888 1988 yılında Selanik’de yabancı sermaye ile “Selanik Bankası T.A.Ş.” unvanıyla kurulmuş, 1912 yılında merkezi İstanbul’a taşınmıştır. 1969 yılında unvanı “Uluslararası Endüstri ve Ticaret Bankası” olarak değişmiş, 1978 yılında statüsü değişerek yabancı sermayeli bankalar grubundan özel sermeyeli bankalar grubuna geçmiştir. 31 Mart 1989 tarihi itibariyle Türk ortaklarının payı % 71,94’e yükselince yeniden unvanı değişmiş 1990 yılında “Interbank A.Ş.” adını almıştır. Bu karar 30 Kasım 1990 tarih ve 2663 sayılı Türkiye Ticaret Sicili Gazetesi’nde yayınlanmıştır. 1996 yılında Çukurova Grubu’ndan Nergis Holding’e geçmiştir. 6 Ocak 1999 tarih ve 892 sayılı Başbakanlık Makamı oluru ile 7 Ocak 1999 tarihinde Fon’a devredilmiştir. BDDK’nın 15 Haziran 2001 tarih ve 346 sayılı Kararı ile banka 2 Temmuz 2001 tarihinde Etibank A.Ş. bünyesinde birleştirilmiş ve bu tarihte kapanmıştır.
30) İstanbul Bankası T.A.Ş. 1953 24 Kasım 1983 tarih ve ve 18231 sayılı Resmi Gazetede yayınlanan Bakanlar Kurulu Kararı ile tüm aktif ve pasifleri ile TC Ziraat Bankası’na devredilmiştir.
31) İstanbul Emniyet Sandığı 1868 1907 yılında TC Ziraat Bankası’na bağlanmış, 1 Ocak 1984’den itibaren de TC Ziraat Bankası bünyesine alınmıştır.
32) İstanbul Halk Sandığı T.A.Ş. 1936 1964 yılında Türkiye Halk Bankası A.Ş.’nin bir şubesi olmuştur.
33) İşçi Kredi Bankası T.A.Ş. 1954 Mahalli bir banka olarak 1954 yılında Kayseri’de kurulmuş, 1962 yılında statüsü değişerek mevduat bankaları grubuna dahil edilmiştir. 16 Eylül 1983 tarih ve 5238/217/6-63673 sayılı Maliye Bakanlığı yazılı emri ile bankanın yönetim ve denetimi hissedarlarından olan Türkiye İş Bankası A.Ş.’ye devredilmiş, 25 Ekim 1983 tarih 8/723 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile bankacılık işlemleri yapma ve mevduat kabul yetkisi kaldırılmıştır.
34) İzmir Halk Sandığı T.A.Ş. 1957 1964 yılında Türkiye Halk Bankası A.Ş.’nin bir şubesi olmuştur.
35) Kentbank A.Ş. 1992 10 Ekim 1991 tarih ve 21 017 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan 91/2316 Bakanlar Kurulu Kararı ile kurulan “Türkiye Konut Endüstri ve Ticaret Bankası A.Ş.”nin ana sözleşmesi 2 Mart 1992 ve 2978 sayılı Türkiye Ticaret Sicili Gazetesi’nde yayınlanmıştır. Bu unvan 6 Nisan 1994 tarihinde “Kentbank A.Ş.” olarak değişmiştir. Ana ortağı Süzer Holding olan banka, 10 Temmuz 2001 tarih ve 24458 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan 382 no’lu BDDK Kararı ile Fon’a devredilmiştir. 14 Aralık 2001 tarih ve 24613 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan BDDK’nın 552 sayılı Kararı ile Kentbank A.Ş.’nin bankacılık işlemleri yapma ve mevduat kabul etme izni 28 Aralık 2001 tarihi itibariyle kaldırılarak tasfiye edilmiştir. Daha sonra 5 Nisan 2002 tarihinde Tasfiye Halinde Kentbank A.Ş.’nin tasfiyesinin kaldırılmasına ve bankanın tüm aktif ve pasifleriyle Bayındırbank A.Ş. bünyesinde devren birleştirilmesine karar verilmiştir.
36) Kıbrıs Kredi Bankası Ltd. 1989 Bakanlar Kurulunun 21 Eylül 1988 tarih, 88/13316 sayılı kararıyla kurulmasına izin verilmiştir. 1989 Eylül’ünde faaliyetlerine başlamıştır. 28 Eylül 2000 tarih ve 24184 no’lu Resmi Gazete’de yayımlanan BDDK’nın 28 Eylül 2000 tarih ve 59 sayılı Kararına göre Kıbrıs Kredi Bankası Ltd.’nin bankacılık işlemleri yapma ve mevduat kabul etme izninin 4389 sayılı Bankalar Kanununun 14. maddesinin (3) numaralı fıkrasına istinaden 28 Eylül 2000 tarihinden itibaren kaldırılmasına karar verilmiştir.
37) Koçbank A.Ş. 1981 “American Express I.B.C.” 1981 yılında yabancı sermayeli banka olarak kurulmuştur. Koç Grubu’nun 1986 yılında Amerikan Express’in %51 hissesini satın almasıyla birlikte bankanın unvanı “Koç Amerikan Bank A.Ş.” olarak değişmiştir. 1992 yılına kadar hisselerini % 100’e yükselten Koç Grubu, aynı yıl bankayı iştiraklerinden biri haline getirmiş, bankanın unvanı 1993 yılında “Koçbank A.Ş.” olarak değiştirilmiştir. Koç Topluluğu’nun finans sektöründe büyüme kararı alması ile Mart 2001’de Koç Finansal Hizmetler A.Ş. (KFH) kurulmuştur. KFH’ın kurulması ile başlayan yapılanma sürecinde yaşanan önemli gelişmelerden biri de, UniCredito Italiano (UCI) ile stratejik ortaklık kurulması olmuştur. Her iki hissedarın KFH’nin % 50 hissesine sahip olduğu anlaşma Ekim 2002’de imzalanmıştır. 28 Eylül 2005 tarihinde, daha önce Çukurova Grubu Şirketleri ve Fon’un sahip olduğu % 57,4 oranındaki Yapı ve Kredi Bankası A.Ş. hisseleri, Koçbank A.Ş.’nin mülkiyetine geçmiştir. Koçbank A.Ş.’nin, tüzel kişiliği sona ermek suretiyle, tüm hak, alacak, borç ve yükümlülükleriyle birlikte Yapı ve Kredi Bankası A.Ş.’ye devredilmesine ilişkin işlemlere başlanmasına BDDK’nın 30 Mayıs 2006 tarih 5911 sayılı yazısı ile izin verilmiştir. 1 Ekim 2006 tarih ve 26306 sayılı Resmi Gazetede yayınlanan 28 Eylül 2006 tarih ve 1990 sayılı BDDK kararı ile Koçbank A.Ş., tüm hak, alacak, borç ve yükümlülükleri ile birlikte ve tüzel kişiliği tasfiyesiz sona ermek suretiyle Yapı ve Kredi Bankası A.Ş.’ye devredilmiştir.
38) Lüleburgaz Birlik Ticaret Bankası 1929 28 Haziran 1964 tarihinde tasfiye kararı almış ve 1 Eylül 1964’de faaliyetini durdurmuştur.
39) Maden Kredi Bankası A.Ş. 1957 4 Ekim 1957 tarihinde mahalli banka olarak kurulmuş, 1962’de statüsü değişerek özel bankalar grubuna geçmiştir. Maliye Bakanlığı, Türk Ticaret Kanununun 274. maddesine göre “fesih” davası açılmasını gerekli kılmış ve İstanbul 5. Ticaret Mahkemesi, 12 Nisan 1972’de bankanın feshine karar vermiştir. Karar Yargıtay’ca 23 Kasım 1972’de onaylanmıştır.
40) Marmara Bankası A.Ş. 1987 “Netbank A.Ş.” unvanıyla kurulmuş, 1991’de “Marmara Bankası A.Ş.” olarak değişmiştir. 24 Nisan1994 tarihinde bankacılık işlemleri yapma izni kaldırılarak Türkiye İş Bankası A.Ş. tarafından tasfiye edilmiştir.
41) Milli Aydın Bankası T.A.Ş. (Tarişbank) 1913 1913’de kurulmuş, fakat 27 Mart 1914’de faaliyete geçmiştir. İzmir’in işgali sırasında faaliyetini durdurmuş ve 1925 yılında tekrar başlamıştır. 10 Temmuz 2001 tarih ve 24458 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan 9 Temmuz 2001 tarih ve 381 sayılı BDDK Kararı ile Fon’a devredilmiş, aynı yıl içinde Danıştay 10. Dairesi yürütmeyi durdurma kararı almıştır. Milli Aydın Bankası T.A.Ş. 21 Aralık 2002 tarih ve 24970 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan 19 Aralık 2002 tarih ve 929 sayılı BDDK Kararı ile Denizbank A.Ş.’ye tüm hak alacak, borç ve yükümlülükleri ile devir olmuş, tüzel kişiliği 27 Aralık 2002 tarihinde İzmir Ticaret Sicili Memurluğu’na tescil ettirilerek sona ermiştir.
42) Morgan Guaranty Trust Co. 1999 14 Ağustos 1998 tarih ve 23433 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan 98/11458 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile kurulmasına izin almıştır. Bu husus 2 Haziran 1999 tarih ve 4803 sayılı Türkiye Ticaret Sicili Gazetesi’nde yayınlanmıştır. Hazine’nin 13 Ağustos 1999 tarih ve 58998 sayılı yazısı ile bankacılık işlemlerine başlama izni almıştır. 21 Aralık 2001 tarih ve 5449 sayılı Türkiye Ticaret Sicili Gazetesi’nde yayınlanan karar ile “Morgan Guaranty Trust Company of New York” şirketinin “The Chase Manhattan Bank”a katılması nedeniyle Türkiye’de faaliyette bulunan “Morgan Guaranty Trust Co.” şubesi “The Chase Manhattan Bank” şubesi ile 10 Kasım 2001 tarihi itibariyle birleşmiştir.
43) Niğde Bankası 1948 7 Mayıs 1960 tarihinde banka genel kurul kararı ile tasfiyeye gitmiştir. 23 Eylül 1960 tarih ve 5/371 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile mevduat kabul ve bankacılık işlemlerinde bulunma yetkisi kaldırılmıştır.
44) Okan Yatırım Bankası A.Ş. 1998 Hazine’nin 24 Haziran 1998 tarih 39668 no’lu yazısı ile 25 Haziran 1998 tarihinde bankacılık işlemlerine başlamıştır. 10 Temmuz 2001 tarih ve 24458 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan BDDK’nın 9 Temmuz 2001 tarih ve 380 sayılı Kararı ile bankacılık işlemleri yapma izni kaldırılmıştır.
45) Ortadoğu İktisat Bankası T.A.Ş. 1929 “Elazığ İktisat Bankası” unvanı ile mahalli bir banka olarak kurulmuş, 1974’de statüsü değişmiştir. Merkezi İstanbul’a taşınan bankanın unvanı 29 Temmuz 1980 tarihinde “Ortadoğu İktisat Bankası T.A.Ş.” olarak değişmiştir. 24 Kasım 1983 tarih ve 18231 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan Bakanlar Kurulu Kararı ile tüm aktif ve pasifleri ile TC Ziraat Bankası’na devredilmiştir.
46) Osmanlı Bankası A.Ş. 1863 1863 yılında “Bank-ı Osmanii Şahane (Ottoman Bank)” unvanıyla kurulmuş, 1923 yılında “Osmanlı Bankası A.Ş.” adını almıştır. 29 Ağustos 2001 tarih ve 24508 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan 27 Ağustos 2001 tarih ve 450 sayılı BDDK Kararı ile Birleşik Türk Körfez Bankası A.Ş., Osmanlı Bankası A.Ş.’ye devredilmiştir. Daha sonra Osmanlı Bankası A.Ş., 13 Aralık 2001 tarih ve 24612 sayılı Resmi Gazetede yayınlanan BDDK’nın 11 Aralık 2001 tarih ve 548 sayılı kararı ile Türkiye Garanti Bankası A.Ş.’ye devredilmiştir.
47) Pamukbank T.A.Ş. 1955 19 Haziran 2002 tarih ve mükerrer 24790 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan 18 Haziran 2002 tarih ve 742 sayılı BDDK Kararı ile banka Fon’a devredilmiştir. Resmi Gazetenin 10 Kasım 2004 tarih ve 25639 sayılı nüshasında yayımlanan BDDK’nın 9 Kasım 2004 tarih ve 1415 Sayılı Kararı ile Türkiye Halk Bankası A.Ş. ve Pamukbank T.A.Ş. Genel Kurullarının devre dair kararlarının tesciline onay verilmesine karar verilmiştir. 12 Kasım 2004 tarihinde Pamukbank T.A.Ş.’nin Türkiye Halk Bankası A.Ş.’ye fiili devir işlemleri gerçekleştirilmiştir. 17 Kasım 2004 tarihinden itibaren tüm mülga Pamukbank T.A.Ş. şubeleri Türkiye Halk Bankası A.Ş. olarak hizmet vermeye başlamıştır.
48) Park Yatırım Bankası A.Ş. 1992 10 Ekim 1991 tarih 21017 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan 91/2316 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile kurulmasına izin verilmiştir. 6 Aralık 2000 tarih ve 24252 (1. Mükerrer) Resmi Gazete’de yayınlanan 122 no’lu BDDK Kararı ile bankacılık işlemleri yapma izni 4389 sayılı Bankalar Kanununun 14. maddesinin (3) numaralı fıkrası ve 20. Maddesinin 2 numaralı fıkrasına istinaden 6 Aralık 2000 tarihinden itibaren kaldırılmasına karar verilmiştir.
49) Rabobank Nederland 1998 3 Nisan 2002 tarih ve 24715 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan 2 Nisan 2002 tarihli BDDK 678 Sayılı Kararı ile Rabobank Nederland’ın bankacılık işlemleri yapma ve mevduat kabul etme izni kaldırılarak tasfiyesine onay verilmiştir.
50) Raybank 1956 Maliye Bakanlığı’nın 7 Temmuz 1964 tarih ve 11747 sayılı Resmi Gazetede ilan edilen talimatı ile tasfiyeye tabi tutulmuştur. Tasfiyesi Türkiye Emlak Kredi Bankası gözetiminde yapılmıştır.
51) Sağlık Bankası A.Ş. 1928 1928 yılında “Şarkikaraağaç Bankası” adıyla kurulmuş, 1962’de unvanı “Sağlık Bankası A.Ş.” olarak değişmiş, 24 Mart 1975 tarihinde tasfiye edilmiştir.
52) Sınai Yatırım Bankası A.Ş. 1963 13 Mart 1963 tarihinde “Sınai Yatırım ve Kredi Bankası A.O.” unvanı ile kurulmuş, daha sonra bu unvan, 18 Haziran 1997 tarihinde 4313 sayılı Türkiye Ticaret Sicili Gazetesi’nde yayımlanmak suretiyle “Sınai Yatırım Bankası A.Ş.” olarak değişmiştir. 29 Mart 2002 tarih ve 24710 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan BDDK’nın 27 Mart 2002 tarih ve 659 Sayılı Kararı ile banka, her türlü hak, alacak, borç ve yükümlülükleri ile birlikte tüzel kişiliğinin sona erdirilmesi suretiyle Türkiye Sınai Kalkınma Bankası A.Ş.’ye devredilmiştir.
53) Sümerbank A.Ş. 1933 Yüksek Planlama Kurulunun 16 Temmuz 1993 tarih ve 93/17 sayılı kararı ile Sümerbank Holding A.Ş.’nin bankacılık birimi bu şirketten ayrılarak Sümerbank A.O. unvanını almıştır. Sümerbank A.O., 24 Ekim 1995 tarihinde özelleştirilerek Garipoğlu Şirketler Topluluğu’na satılmış, “Sümerbank A.Ş.” unvanını almış, 19 Ocak 1996’da merkezi İstanbul’a taşınmıştır. 22 Aralık 1999 tarih ve 23914 (Mükerrer) Resmi Gazete’de yayınlanan 21 Aralık 1999 tarih ve 99/13765 sayılı Kararnamenin Eki Karar ile Fon’a devredilmiştir. Daha sonra Egebank A.Ş., Bank Kapital Türk A.Ş., Yurt Ticaret ve Kredi Bankası A.Ş. ve Türkiye Tütüncüler Bankası Yaşarbank A.Ş. 18 Şubat 2001 tarihinde; Ulusal Bank T.A.Ş ise 20 Mayıs 2001 tarihinde Sümerbank A.Ş. bünyesinde birleştirilmiştir. Sümerbank A.Ş. hisselerinin Oyak’a satış ve devrine ilişkin sözleşme 9 Ağustos 2001 tarihinde imzalanmış, banka özel sermayeli mevduat bankaları grubuna geçmiştir. 3 Ocak 2002 tarih ve 24629 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan BDDK’nın 2 Ocak 2002 tarih ve 569 sayılı Kararı gereğince Sümerbank A.Ş. ve Oyak Bank A.Ş.’nin birleştirilmesine karar verilmiş ve söz konusu devir ve birleşme işlemleri 11 Ocak 2002 tarihinde tamamlanmış ve Sümerbank A.Ş. bu tarihte kapatılmıştır.
54) Tekfen Yatırım ve Finansman Bankası A.Ş. 1989 7 Ekim 1988 tarih ve 19952 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan 88/13253 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile kurulmasına izin verilmiştir. BDDK’nın 18 Ekim 2001 tarih ve 489 sayılı Kararı ile “Tekfen Yatırım ve Finansman Bankası A.Ş.”, “Bank Ekspres A.Ş.”ye devredilmiştir. Tescil işlemi 26 Ekim 2001 tarihinde gerçekleşmiş, böylece Tekfen Yatırım ve Finansman Bankası A.Ş.’nin tüzel kişiliği devir sebebiyle sona ermiştir.
55) The American Express Bank Co. 1955 1961 yılında tasfiye olmuştur.
56) Toprakbank A.Ş. 1992 10 Ekim 1991 tarih 21017 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan 91/2316 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile kurulmasına izin verilmiştir. 31 Temmuz 1992 tarih ve 3082 sayılı Türkiye Ticaret Sicili Gazetesi’nde yayınlanmıştır. 1 Aralık 2001 tarih ve 24600 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan 30 Kasım 2001 tarih ve 538 sayılı BDDK Kararı ile Fon’a devredilmiştir. Daha sonra banka, 27 Eylül 2002 tarih ve 24889 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan 26 Eylül 2002 tarih ve 826 sayılı BDDK Kararı ile 30 Eylül 2002 tarihi itibariyle Bayındırbank A.Ş. bünyesinde devren birleştirilmiş ve aynı tarih itibariyle bankacılık işlemleri yapma ve mevduat kabul etme izni kaldırılmıştır.
57) Tutum Bankası T.A.O. 1948 20 Mayıs 1963 tarih ve 6/1782 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile tasfiyesine karar verilmiştir. 4 Temmuz 1963 tarih ve 11445 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan karar ile tasfiye işlemleri Türkiye Emlak Bankası nezaretinde yapılmıştır.
58) Türk Ticaret Bankası A.Ş. 1913 1913’de “Adapazarı İslam Ticaret Bankası” unvanı ile kurulmuş, unvanı bir çok kereler değişerek 1937 yılında “Türk Ticaret Bankası A.Ş.” olmuştur. 1952 yılında merkezi İstanbul’a taşınmıştır. 27 Haziran 1997 tarihinde Fon’a devredilmiştir. 21 Haziran 2001 tarih ve 24439 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan BBDK’nın 15 Haziran 2001 tarih ve 346 sayılı Kararı ile Türk Ticaret Bankası A.Ş.’nin bankacılık işlemleri yapma ve mevduat kabul etme izninin 1 Temmuz 2001 tarihi itibariyle kaldırılmasına, adı geçen bankanın tasfiyesine karar verilmiştir. Türk Ticaret Bankası Munzam Sosyal Güvenlik Emekli ve Yardım Sandığı Vakfı(Vakıf) bu Karara karşı Danıştay’da dava açmış, Danıştay 10. Dairesi, E:2001/1787 sayılı Kararla, davacı Vakfın yürütmenin durdurulması isteminin reddine karar vermiştir. Vakıf, bu defa anılan Dairenin Kararına karşı Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kuruluna itirazda bulunmuş, adı geçen Kurulun Y.D. İtiraz No 2001/360 sayılı Kararı ile Davacı Vakfın itirazının kabulüne ve BDDK Kararının yürütülmesinin durdurulmasına 28 Eylül 2001 tarihinde karar verilmiştir. Daha sonra, 9 Ağustos 2002 tarihinde, Türk Ticaret Bankası A.Ş. Olağanüstü Genel Kurulu toplanmış ve bankanın tasfiyesine ve tasfiyenin Türk Ticaret Kanunu’nun infisah ve tasfiyeye ilişkin hükümleri ile 4389 sayılı Bankalar Kanununun 18 inci maddesi kapsamında gerçekleştirilmesine karar vermiştir. Bu karar 14 Ağustos 2002 tarihinde İstanbul Ticaret Sicili Memurluğu’nda tescil edilmiştir.
59) Türkiye Bağcılar Bankası A.Ş. 1917 “Manisa Bağcılar Bankası” unvanı ile 1917’de mahalli bir banka olarak kurulmuş, 1950 yılında unvanı “Türkiye Bağcılar Bankası A.Ş.” olarak değişmiştir. 26 Ocak 1984 tarihinde 84/7657 sayılı Bakanlar kurulu kararı ile mevduat kabul etme ve bankacılık işlemleri yapma yetkisi kaldırılmıştır.
60) Türkiye Birleşik Tasarruf ve Kredi Bankası A.Ş. 1957 1957 yılında “Türkiye Muallimler, Memurlar ve Subaylar Bankası” (Tümsubank) unvanı ile kurulan banka 1959 yılında “Türkiye Eski Muharipler Bankası” (Muhabank) ile birleşerek “Türkiye Birleşik Tasarruf ve Kredi Bankası A.Ş.” unvanını almıştır. Banka, 28 Mart 1961 tarihinde 153 sayılı yasa ile Türkiye Emlak Kredi Bankası nezaretinde tasfiye olmuştur.
61) Türkiye Cumhuriyeti Turizm Bankası A.Ş. 1962 Kamusal sermaye ile kurulmuş, 1986’da statüsü değişerek kamusal sermayeli kalkınma ve yatırım bankaları grubuna geçmiştir. Yüksek Planlama Kurulu’nun 20 Ocak 1989 tarih ve 89/T-2 Sayılı kararı ile TC Turizm Bankası A.Ş., tüm aktif ve pasifleriyle Türkiye Kalkınma Bankası A.Ş.’ye devredilmiştir.
62) Türkiye Emlak Bankası A.Ş. 1926 1926 yılında “Emlak ve Eytam Bankası” unvanı ile kurulmuş, 1 Eylül 1946 tarihinde “Türkiye Emlak Kredi Bankası A.O.” unvanını almıştır. 8 Ocak 1988 tarihinde “Anadolu Bankası T.A.Ş.” ile birleşerek “Türkiye Emlak Bankası A.Ş.” olarak unvanı değişmiştir. Banka, 21 Kasım 2000 tarihinde yürürlüğe giren 4603 sayılı kanunla yeniden yapılanma sürecine girmiştir. 4603 sayılı Kanunla, kamu hukuku statüsünden özel hukuk statüsüne geçiş sağlanmıştır. BDDK’nın 6 Temmuz 2001 tarihinde yayınladığı Karar ile banka aktif ve pasifleri ile TC Ziraat Bankası A.Ş.’ye devredilmiştir. Bankanın tüm şubeleri 9 Temmuz 2001 tarihinde TC Ziraat Bankası A.Ş. olarak faaliyetlerine devam etmeye başlamıştır. Daha sonra Türkiye Emlak Bankası A.Ş.’nin 96 adet şubesinin Türkiye Halk Bankası A.Ş’ye devredilmesine karar verilmiştir. 4684 sayılı kanun gereğince Türkiye Emlak Bankası A.Ş.’den T.C. Ziraat Bankası A.Ş.’ye devredilen varlıklardan 96 şubenin Türkiye Halk Bankası A.Ş.’ye devrine ilişkin 12 Ekim 2001 tarihi itibari ile yürürlüğe giren ek protokol ile de anılan şubeler bir bütün olarak Türkiye Halk Bankası A.Ş.’ye devredilmiştir.
63) Türkiye Eski Muharipler Bankası (Muhabank) 1949 1959 yılında Türkiye Muallimler, Memurlar ve Subaylar Bankası (Tümsubank) ile birleşmiştir. (Bakınız Tümsubank)
64) Türkiye İmar Bankası T.A.Ş. 1928 4 Temmuz 2003 tarih ve 25158 mükerrer sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan BDDK’nın, 3 Temmuz 2003 tarih ve 1085 sayılı kararı ile Türkiye İmar Bankası T.A.Ş.’nin bankacılık işlemleri yapma ve mevduat kabul etme izni 4389 sayılı Bankalar Kanunu’nun 14. maddesi (3) numaralı fıkrası uyarınca kaldırılmış ve bankanın yönetimi ve denetimi Fon’a intikal etmiştir. Fon tarafından İstanbul 2. Asliye Ticaret Mahkemesinin 2003/132 E Sayılı dosyasında banka hakkında açılan iflas davasında 8 Haziran 2005 tarihi itibariyle Türkiye İmar Bankası T.A.Ş.’nin iflasına karar verilmiştir.
65) Türkiye İthalat ve İhracat Bankası A.Ş. (Impexbank) 1984 24 Nisan 1994 tarih ve 21914 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan 94/5485 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile bankacılık işlemleri yapma ve mevduat kabul etme izni kaldırılarak Türkiye Emlak Bankası A.Ş. tarafından tasfiye edilmiştir.
66) Türkiye Kredi Bankası A.Ş. 1948 1966’da Türkiye İş Bankası tarafından tasfiye edilmiştir.
67) Türkiye Maden Bankası A.Ş. 1968 Kurulduktan sonra faaliyete geçmemiş ve 16 Mart 1974 tarihinde tasfiyeye gitmiştir. Genel kurul kararı ile alınan tasfiye kararı 8 Mayıs 1974 tarih ve 5142 sayılı Türkiye Ticaret Sicili Gazetesi’nde yayınlanmıştır. Tasfiye işlemleri Türkiye İş Bankası A.Ş. gözetiminde yapılmıştır.
68) Türkiye Öğretmenler Bankası T.A.Ş. (Töbank) 1958 22 Mayıs 1958 tarih ve 9912 sayılı Resmi Gazetede yayınlanan karar ile merkezi Ankara’da kurulmuş ve 1985’de İstanbul’a taşınmıştır. 22 Mayıs 1992 tarih ve 21235 sayılı Resmi Gazetede yayınlanan Bakanlar Kurulu Kararı ile Türkiye Halk Bankası A.Ş.’ye devredilmiştir.
69) Türkiye Turizm Yatırım ve Dış Ticaret Bankası A.Ş. (TYT Bank) 1988 Türkiye Turizm Yatırım ve Dış Ticaret Bankası A.Ş. (TYT Bank) 11 Nisan 1994 tarih ve 21902 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan 94/5483 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile bankacılık işlemleri yapma ve mevduat kabul etme izni kaldırılarak Türkiye İş Bankası A.Ş. tarafından tasfiye edilmiştir.
70) Türkiye Tütüncüler Bankası Yaşarbank A.Ş. 1924 26 Ağustos 1924 tarihinde Akhisar’da “Akhisar Tütüncüler Bankası” unvanıyla kurulmuş, daha sonra bu unvan 1954 yılında “Türkiye Tütüncüler Bankası A.Ş.” olarak değişmiştir. Genel müdürlük merkezi önce 1955 yılında İzmir’e, daha sonra 1989 yılında İstanbul’a taşınmıştır. Yaşar Topluluğu’na dahil olduktan sonra 26 Aralık 1996 tarihinde “Türkiye Tütüncüler Bankası Yaşarbank A.Ş.” olarak unvanı bir kez daha değiştirmiştir. 22 Aralık 1999 tarih ve 23914 (Mükerrer) Resmi Gazete’de yayınlanan 21 Aralık 1999 tarih ve 99/13765 sayılı Kararnamenin Eki Karar ile Fon’a devredilmiştir. Fon Yönetim Kurulu’nun 26 Ocak 2001 tarih ve 17 sayılı Kararı ile bankanın, Sümerbank A.Ş. bünyesinde birleştirilmesine ve bankacılık işlemleri yapma ve mevduat kabul etme izninin 4389 sayılı Bankalar Kanununun 14.maddesine istinaden kaldırılmasına karar verilmiştir. Bu karar 178 no’lu BDDK Kararı başlığıyla 18 Şubat 2001 tarih ve 24322 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanmıştır.
71) Ulusal Bank T.A.Ş. 1985 1985 yılında “Saudi American Bank” adıyla yabancı sermayeli bir banka olarak kurulmuş, Ephesus Ltd. bünyesine geçmesiyle birlikte 6 Şubat 1997’de ticari unvanı “Ulusal Bank T.A.Ş.” olarak değişerek Türkiye’de şube açan yabancı sermayeli bankalar grubundan Türkiye’de kurulmuş yabancı sermayeli bankalar grubuna geçmiştir. 28 Şubat 2001 tarih ve 24332 Mükerrer sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan 189 no’lu BDDK Kararı ile banka Fon’a devredilmiştir. Fon Yönetim Kurulu’nun 17 Nisan 2001 tarih ve 230 sayılı Kararı ile Sümerbank A.Ş. bünyesinde birleştirilmesine karar verilmiştir. 20 Mayıs 2001 tarih ve 24407 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan 290 no’lu BDDK Kararı ile Ulusal Bank T.A.Ş’ın bankacılık işlemleri yapma ve mevduat kabul etme izninin 4389 sayılı Bankalar Kanununun 14.maddesine istinaden kaldırılmasına karar verilmiş ve Sümerbank A.Ş. bünyesinde birleştirilmiştir.
72) Unicredit Banca di Roma S.p.A. 1911 “Banco di Roma” unvanı ile 1911 yılında faaliyetlerine başlamış, 1992 yılında unvanı “Banca di Roma S.P.A.” olarak değişmiştir. Bankanın tamamına sahip olan Banca di Roma-Italiano’nun ana grubu Capitalia S.P.A.’nın yurt dışında Unicredit ile birleşmesi nedeniyle Banca di Roma-İstanbul şubesi ticari bankacılık işlemlerini 8 Aralık 2007 tarihinde Yapı ve Kredi Bankası A.Ş.’ye devretmiştir. “Banca di Roma S.P.A.”nın ticari unvanı 26 Mart 2008 tarihinde Ticaret Sicilinde tescil ettirilerek “Unicredit Banca di Roma S.p.A.” olarak değişmiştir. BDDK’nın 13 Kasım 2008 ve 2893 sayılı Kararı ile 5411 sayılı Bankacılık Kanununun 20 nci maddesi ve Bankaların İradi Tasfiyeleri Hakkında Yönetmeliğin 5 inci maddesi uyarınca bankanın bankacılık faaliyetlerine son ve iradi tasfiyesine izin verilmesine karar verilmiştir.
73) Yurt Ticaret ve Kredi Bankası A.Ş. (Yurtbank) 1993 7 Eylül 1993’de “Eurocredit Türk Fransız Ticaret Bankası A.Ş.” unvanıyla yabancı sermayeli banka olarak kurulmuş, bankanın Balkaner Grubu’na geçmesiyle birlikte 6 Ekim 1994’de unvanı “Yurt Ticaret ve Kredi Bankası A.Ş.” olarak değişerek özel sermayeli mevduat bankaları grubuna geçmiştir. 22 Aralık 1999 tarih ve 23914 (Mükerrer) sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan 21 Aralık 1999 tarih ve 99/13765 sayılı Kararnamenin Eki Karar ile Fon’a devredilmiştir. Fon Yönetim Kurulunun 26 Ocak 2001 tarih ve 17 sayılı Kararı ile bankanın, Sümerbank A.Ş. bünyesinde birleştirilmesine ve bankacılık işlemleri yapma ve mevduat kabul etme izninin 4389 sayılı Bankalar Kanununun 14.maddesine istinaden kaldırılmasına karar verilmiştir. Bu karar 178 no’lu BDDK Kararı başlığıyla 18 Şubat 2001 tarih ve 24322 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanmıştır. ) BDDK: Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu 80 Hazine: TC Başbakanlık Hazine Müsteşarlığı 81 Fon: Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu.
-Kuzey-doğu Bulgaristan’da bir yöre, eskiden Osmanlı toprakları.. (Dikkat: bak ipucu da veriyorum konuşurken)
-Haa, “Bulgarsın” yani! Bizim iş yerinde de Bulgar arkadaşlar var. Ömer var, Osman var. Tanır mısın?
-Abi onlar Türk olmasın?
-Yok canım, Bulgar onlar. Bulgaristanda yaşıyorlar. Bulgar Pasaportuyla falan gelmiş İngiltereye.
-Abi sen hiç Osman adında bir İngilizle tanıştınmı?
-Yoo. Osman adında İngiliz mi olurmuş lan.
-Osman adında İngiliz olmuyorda Bulgar nasıl olur?
(jeton düşüyor)
-Yok yani bu arkadaşlar Bulgaristanda doğup büyümüşler canım, Türkçeleri de baya kötü, aksanlı yani.. (sanki kendi Türkçesi çok düzgünmüş gibi bir de bizim aksanımıza dil uzatıyor)
-E tabi onlar burada doğduğu için ingiliz oluyorlar, kimlikleri falan var! (bakıyorum adama anlam veremiyorum)
-Sen nerelisin abi?
-Yozgatlıyım…
-Yenge nereli peki?
-Nevşehirli!
-İkiniz de Türksünüz yani!
-Evet, biz hanımla Türküz ama çocuklar burada doğdukları için İngiliz Türkü oluyor onlar!!!
(beş saniye duruyorum) Polonya çingenesi, Macaristan Çingenesi, Hırvatistan Kıptisi gibi tabirler duydum da İngiliz Türkü tabirini hiç duymamıştım.
-Kaç senedir buradasınız abi?
-22 senedir.
-Çocuklar Türkçe biliyorlar mı bari?
-Büyük olan biraz biliyorda küçük pek beceremiyor!
iki dakika durdum ve dayanamadım söylüyorum!
-Abi… Kuzey-doğu bulgaristan Osmanlının elinden alınalı 1878-2022 yani 144 sene olmuş, biz 144 senedir Bulgar’ların hükmünde yaşıyoruz, Türklüğümüzden zerre yitirmedik sen 22 senede ne olduğunu unutmuşsun, çocuğun Türkçe bile bilmiyor ve kalkmış bana BULGAR mısın diyorsun!!! sen bence bir daha düşün, HANGİMİZ TÜRK!!!
Türklerin yılbaşı 31 Aralık değildir, Türklerin yılbaşı, 21 Aralığı 22 Aralığa bağlayan gecedir. Neden böyle yılbaşı seçilmiş? 21’i gecesi, günlerin en kısa, gecelerin en uzun olduğu gecedir. Ve inanç odur ki Türk toplumunda, gökte iyiyle kötü, aydınlıkla karanlık bir savaş içerisindedir. Bu savaş o gece aydınlığın galebesiyle son buluyor, aydınlıklar karanlığa hakim oluyor ve günler uzamaya başlıyor. ‘Nar’ güneştir. ‘tugan/doğan’, ‘doğan’ ; “Nardugan”/ ‘doğan güneş’tir. Bazı boylarda bu “Nartugan” başka şekillerde ifade edilebiliyor ama sonuç olarak şudur ki, günler artık uzamaya başlamıştır, kötülükler gitmiştir, karanlık gitmiştir, onun yerine iyilikler ve barış gelmiştir, aydınlıklar gelmiştir. İşte bu güneşin zaferini, yeniden doğuşu, Türkler büyük şenliklerle akçam ağacı altında kutluyorlar. Güneşi geri verdi diye Ülgen‘e dualar ediyorlar. Duaları Tanrıya gitsin diye ağacın altına hediyeler koyuyorlar, dallarına bantlar bağlayarak o yıl için dilekler diliyorlar Tengriden. İnanca göre bu dilekler muhakkak yerine geliyormuş. Bu bayram için, evler temizleniyor. Güzel giysiler giyiliyor. Ağacın etrafında şarkılar söyleyip oyunlar oynuyorlar. Yaşlılar, büyük babalar, nineler ziyaret ediliyor, aileler bir araya gelerek birlikte yiyip içiyorlar. Yedikleri; yaş ve kuru meyveler, özel yemek ve şekerleme. Bayram, aile ve dostlar bir araya gelerek kutlanırsa ömür çoğalır, uğur gelirmiş. Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ da kadim Türklerin yılbaşını değil Nardugan bayramını kutlamalarını dile getirerek şunları söyledi: “Türkler güneşin zaferini ve yeniden doğuşunu büyük şenliklerle Akçam Ağacı altında kutlarlardı. Nardugan olarak bilinen bu bayram Hunlar tarafından Avrupa’ya taşındı. Hıristiyanlar Nardugan törenini İsa’nın doğumuyla ilişkilendirip Noel adıyla kutlamaya başladı.”
Prof. Nurullah Çetin ise şunları söylüyor: “Noel Bayramı Hz. İsa’nın doğuşu adına kutlanıyor ancak Noel bayramının kahramanı Noel Baba diye bir kişi gerçekte yoktur. Hakkında söylenenler tamamen uydurma ve efsaneden ibarettir. Hıristiyanların Noel Baba’sına karşı Türklerin Ayaz Ata’sı vardır. Eski Türklerde Soğuk Hanı olarak bilinen Ayaz Ata efsaneye göre kışın soğuk havalarda ortaya çıkan ve aç, fakir, kimsesiz garibanlara yardım eden bir evliyadır. Ayaz kelimesi tüm Türk coğrafyasında yakıcı soğuk anlamındadır. Ay tanrısının soğuk havaya karşı Türkleri koruması için Ayaz Han’ı gönderdiğine inanılır. Ayaz Ata Türklerin gerçek Noel babasıdır. Etimoloji ve kültürel olarak Türk kültüründe bir kişilik olduğu kesindir.” Dünyada hiçbir ırk, Türkler kadar geçmişiyle övünme şansına sahip değildir. Bir ırk düşünün, tarihte 67 devlet, 16 imparatorluk, 33 beylik, 16 hanlık, 4 tane cumhuriyet kurmuştur. Böyle, ikinci bir ırkı gösteremezsiniz!.. Ayaz Ata öyküsü de bizlere bu köklü eski folklorumuzdan gelmektedir. Ayaz Ata hakkında nice hikayeler ve masallar anlatılmıştır. Onu ilk önce soğuktan çıkmış bir ruh olarak tanımlamışlardır. Bu anlatımlarla 19 asrın sonlarında iyi niyetli, yardımsever, Ayaz Ata kimliği ortaya çıkar. İlk önce ona “Kutsal Baba”, “Çam Baba”, daha sonra “Ayaz Ata” demişlerdir. Hikayelere göre ona iyiliklerinde yardım ve eşlik eden kızı bazı hikayelere göre de torunu olmuştur. Ona da “Ayaz Kız” ya da “Kar Kızı” ismini vermişlerdir.
Ayaz Ata tüm ihtiyacı olan insanlara gizli yardım ederek onları mutlu etmiştir. Yaptıkları iyilikler hep gizemli kalmıştır. Ayaz Ata Özbekçe: “Ayoz Bobo” veya “Ayaz Ota”, Kırgızca: “Ayaz Ata”, Kazakça: “Ayaz Ata” denilip Türk, Altay ve Orta Asya mitolojilerinde, özellikle Kazaklarda ve Kırgızlarda Soğuk Tanrısı olarak tanınır. Timur B. Davletov Nardugan’ın Rusya’nın İdil-Ural bölgesinde yaşayan Tatar, Başkurt ve Krayeşen Tatarları, ayrıca o coğrafyada yaşayan Fin-Ugor halklarında çok eski zamanlardan beri kutlana gelmekte olan bir bayram olduğunu, Hunlar’da da on iki gün boyunca kutlandığını ifade etmektedir. Ayaz Ata, “Ayas Han” olarak da bilinir ve ay ışığından yaratılmıştır da denilmektedir. Burada adı “Ak Ayas” olarak da geçer. Bu hikâyeye göre Ülker burcunun altı yıldızı göğün altı deliğidir ve oradan soğuk hava üfler. Böylece kış gelir. Ayaz, tüm Türk halklarında yakıcı soğuk anlamına gelir. Ay’ın gökte rahatlıkla görüldüğü açık havalarda meydana geldiği için Ay Tanrısı’nın (veya ona bağlı Ayas Han’ın) gönderdiği düşünülür. Ayrıca eski Türklerin sahip olduğu “Hayat Ağacı” inancı, yaz kış yapraklarını dökmeyen Akçam ağacı ile sembolize edilmiştir. Türk tarihinde kadim dönemlerden beri kutlanan bir “Çam Bayramı” da bulunmaktadır. Türk sanat eserlerinde sıklıklar görülen “Hayat Ağacı” figürü, Türk kökenleri bilimsel olarak kabul edilen “Navajo Kızılderilileri” tarafından da el sanatlarında kullanılmıştır.
Bu ağacın bilimsel olarak Türklerin tarih boyunca yoğun olarak bölgede var olduğu, Gülzade Kahveci tarafından akademik bir çalışma ile ispat edilmiştir. Fuzuli Bayat‘ın Ana Hatlarıyla Türk Şamanlığı başlıklı kitabının 92. sayfasında hayat ağacının aynı zamanda bir şaman ağacı olduğundan söz eder: “Cennette yerleşen iyi ve kötüyü idrak etme ağacının meyvesini yemekle insan, yasağı bozmuş ve ölümsüzlükten ölüme terk edilmiştir. Şaman ağacı ilk mükemmelliği simgeleyen cennet ağacıdır ki, inisyasyonda (spiritüel gelişim) başlangıç bilgiye sahiplenmek anlamı içerir.” Nardugan Bayramı’nın bir Türk bayramı olmadığını iddia etmek kadim Türk tarih ve kültürüne büyük bir haksızlık olmaktadır. Bu konuda pek çok kıymetli bilim insanı çalışmalar yapmıştır. Kültürel ve sosyal hayatla ilgili bir konunun bilim insanları tarafından ileri sunulan kanıtlar görmezden gelinerek yok sayılması, Türk kültürüne düşmanlık eden içimizdeki sözde “Türk” milliyetçilerinin art niyetleridir. Çin Elçisi Wang Yen-Te’nin Uygur Seyahatnamesi kayıtlarına göre Uygurlar, yaz ve kış dönenceleri (21-22 Aralık) için festivaller düzenlemekteydiler. Yaz dönencesinde 21 Haziran’da toprak için kurban sunmaktaydılar. Bahse konu seyahatname de Uygur Türklerinin kış ve yaz dönencesinde kutlama yaptıkları şu sözlerle ifade edilmektedir: “Onların (Uygur Türklerinin) adetlerine [göre] büyük bir kısmı ata binerler ve ok atarlar.Kadınlar başlarına Yu-mao giyerler. Su-mu-ehe diye de bilinir. K’ai-yüan [devrinin] yedinci senesine (719) ait takvim kullanırlar ve üçüncü ayın dokuzuncu günü Han-shıh festivalini kutlarlar. Diğer iki She ve Tung-chıh* için aynı şeyi yaparlar.” Zaman içinde tüm Türkler, ölümsüzlüğün simgesi olan ve Türk Mitolojisi‘ne göre tüm insanların türediği ağaç olan Akça çam Ağaçlarını süslemişler ve altında çeşitli geleneksel oyunlar oynamışlar, kopuz eşliğinde şarkılar söylemişler ve eğlenceler düzenlemişlerdir. Bu geleneğin kökeni yine Orta Asya Türk’leri olduğu bilinir. Geleneğin zamanla farklı nedenlerle Mezapotamya‘ya göçen Sümerler‘e Türklerden geçtiği oradan da Anadolu aracılığıyla Eski Roma‘ya kadar uzandığı ve günümüze kadar gelip günümüzdeki 1 Ocak yılbaşının temelini oluşturduğu düşünülmektedir. Ayaz Atanın kıyafeti Türk rengi Gök mavisi ve kar beyazdır. Zaten Ren geyikleri de hala Kuzey göçebe Asya Türklerinin binek hayvanıdır. Yoksa Antalya’da ne gezer ren geyiği peki bugünün Noel Baba kıyafeti nereden çıkmıştır diye soran olursa Coca Cola ilk piyasaya çıktığında müşteri tutundurmak amacıyla kola şişesine ve rengine benzeyen belinde siyah kemeri ve kırmızı giysisi ile Noel baba kıyafeti giydirilmiş pazarlama elemanları sırtlarındaki torba içerisinde çocuklara bedava kola dağıtmıştır. Yani Noel Baba kapitalizmin armağanıdır. Türk’ün özüne dönmesi gerekmektedir!.. Ne kapitalizmin boyunduruğuna girmeli ne de Arap milliyetçiliğinin kölesi, kurbanı olmalıdır. Ahlakın da en güzeli özdedir, geleneğin, törenin, bayramın da en güzeli özdedir, Türklüktedir.
Gitti baktı, kimsenin kiliseye gelip gittiği yok..
Her taraf kir pas içinde.
Kolları sıvadı, kiliseyi boyadı, çanı parlattı, bayrak astı, insanları ibadete davet etti, her şey yoluna girdi…
Tek sorun vardı:
Karga…
Bir karga gelip çana konup çişini yapıyor, bayrağa konup kirletiyor, haça konup konup berbat ediyor.
Papaz yarım gün canı çıkana kadar temizliyor, ertesi gün yine karga gözüküyor.
Canı sıkıldı…
Çare aradı, bulamadı.
Gidip muhtara danıştı:
“Şu karga azizim, gelip her şeyi berbat ediyor. Ben temizliyorum, paklıyorum, tam yerime oturmuşken yine geliyor…”
Muhtar “Kolay” dedi:
“Kolay, oraya bir parça tuzlu peynir sakla, hırsızdır… Yanına susuz rakı koy, bedava bulunca kaçırmaz… Göreceksin gelip ayağının ta dibine düşecektir…”
Yabancı bilginler Türkçe’nin değerini veriyor Türkler susuyor.
“Batı dillerinde yoğun Türkçe var” tezine yabancı bilginler Türklerden çok daha fazla destek veriyor.
Dilbilimde baskın ve çoğunluk görüşü haline gelemese de Nostratik dil teorisi Türkçenin dünya dilleriyle kök ortaklığı gösterdiğini savunuyor. Ama onun da zayıf noktaları, yetersizlikleri var.
“Batılı sözcüklerin yarısı Türkçe kök taşıyor” diyen Norm Kisamov.
“Üç bin yıl önce Avrupa halklarının büyük çoğunluğu Proto-Türkçe konuşuyordu” diyen Anatole Klyosov. Onu destekleyen Bill Lipton.
“Sümerce bir Türkik dildir” diyen M. F.Kurmaev.
İskitlerin Avrupa’ya büyük oranda yayıldığını ve onların da Türkçe konuştuğunu söyleyen Yuri Nikolayeviç Drozdov.
Etrüsklerin Türk köklerini gösteren Mario Alinei. Eskilerden Fritz Hommel ve Noah Kramer.
Yabancı dillerdeki binlerce Türkçe sözcüğü gösteren Mel Copeland.
Nostratik teorinin babası ve 1903 yılında “Türkische Lautgesetze” makalesini yazan Pedersen. Vladislavİllic-Svitiç, Vladimir Dibo, Aron Dolgopolski, Sergey Starostin…
Yabancı site academia ortamındaki tartışmalarda “Mezopotamya’da Türkçe konuşan halklar vardı” diyen Frans Bronkhorst. Türkçenin batı dillerindeki varlığını bilen ve Hint-Avrupa teorisinin değiştirilmesini öneren Xavier Rouard. “Binlerce yıl önce Türkçe Avrupa’ya geniş ölçüde yayılmıştı” diyen Anton Perdih.
“Türkçe Hint-Germen dil grubuna aittir” diyen Gabra Agziaabhir JR. “Hititçe açık biçimde Türkçeyle bağlantılıdır” diyen Panagiotis L. Kampouris.
Ve yine o ortamdaki tartışmalarda bana destek veren başkaları: Sirkka Maki, Joseph Biddulp, Mathew Steenburg, Israel Palchan, Johan Coetser, Wladimir Pajevic, Jadranka Ahlgren, Emilio Ramirez Juidias, Ifeany Nwokoro, Peter D. Dunphy Hetherington, Keith Armstrong, Wolodymyr H. Kozyrski, Georgeos Diaz Montexano, George Telezhko…
Bu arada Türk düşmanı yabancı bilgiçler Türkçeyi destekleyen bu bilim insanlarına hakaretler ediyor. Bizimkiler seyrediyor.
Peki Nostratik teorinin zayıf ve yetersiz yanları neler? Birincisi olayın yani bu dil aileleri tartışmasının ideolojik, politik ve hatta psikolojik bir mesele olduğunu anlayamamaları. Hint-Avrupa saçmalığı ile bilimsel zeminde tartışarak görüşlerini kabul ettireceklerini sanmaları. Oysa Hint-Avrupa teorisi Avrupa’nın ırkçı, sömürgeci yanının kuramıdır. Bir tür din, bir tür tarikattır. Arkasında derin bir siyaset, derin çıkarlar bulunmaktadır.
Nostratik teorinin ikinci büyük zayıflığı Türkçeyi kabul ettikleri büyük dil ailesine sıradan bir küçük üye olarak almalarıdır. Oysa Türkçe bu en eski büyük ailenin en eski ve en güçlü birkaç büyük üyesinden biridir. Kavga da büyük karartma da bundan kaynaklanmaktadır zaten. Bu dil başka bir dil olsa, Türklerin dili olmasa çoktan herkes bunu kabul edecekti. Ama bu dil iliklerine dek işlemiş Türk düşmanlığının asla kabul etmeyeceği bir dildir.
Bu arada Atatürk’ün dil kuramını da kısaca anlattım. Güneş-Dil’den bahsettim. Onun dil ve tarih kuramının 1938’de siyaseten yasaklandığını, unutturulduğunu ve bu yüzden “Uluslar Üstü Büyük Türkçe” fikrine Türk akademisyenlerden pek az destek geldiğini belirttim.
Nostratik kuramın bugün de önemli bilim insanları var. Bunların son zamanlardaki örneklerinden biri Kozintsev. Kassian, G. Startosin. Ve büyük usta Allan Bomhard. Bunların çalışmaları Türkçe için birer hazine değerinde. Yeter ki kullanmasını bilelim.
Bomhard, Nostratik Teorinin Zayıf Noktaları ve Hint-Avrupa’nın Kökündeki Çok Yoğun Türkçe
Kaan Arslanoğlu
ÖZET / Hint-Avrupa kuramı Avrupa’nın kolonyalist ırkçı yanının kuramıdır. Bilimde karanlık çağı temsil eder. Nostratik teori bilimde aydınlanmayı temsil eder. Başarı ölçütü eğer akademinin çoğunluğuna kendi bakış açısını kabul ettirmekse eğer, başarısız olmuştur. Nostratik akım temel bilimsel yönteme bağlı kaldığı için başarılı olamamıştır. Çünkü karşısındaki çoğunluk büyük bir gürültüyle sözde bir bilimin çığırtanlığını yaparken aslında tarikat müritleri gibi davranırlar. Hint-Avrupa bir dindir, bir inançtır. Elbette bu akımdan dilbilimcilerin çoğu ırkçılık yaptıklarının farkında değildir, hatta en hümanist duygularla bilim yaptıklarına inanırlar. Sorun bilimden önce siyasi, ideolojik ve psikolojiktir. Sosyal bilimlerde ana sorun budur, aslında tüm bilim dallarında temel mesele budur. Ben bu makalede önce Nostratik teorinin belli başlı iki zayıf yanını irdeleyeceğim. Sonra Batı dilleri içinde Türkçenin ne kadar güçlü ve yoğun yer aldığını belirten görüşleri özetleyeceğim. Sonra da Allan R. Bomhard’ın iki çalışması ve Kassian ile arkadaşlarının bir çalışması üstünden tüm bunları örnekleyip, kanıtlayacağım.
NOSTRATİK TEORİ
Burada yayınladığım son makalemin tartışmasına katılan ve dilbilim konusunda yakın şeyler düşündüğümüz George Telezhko bir makale gösterdi ve bu görüş hakkında ne düşündüğümü sordu. Bu makale Alexander Kozintsev’e aitti (1). Nostratic teori yönünde Hint-Avrupa dillerinin Ural ve Altay dilleriyle akraba olduğunu, dolayısıyla bunlar arasında güçlü bağlar bulunduğunu ortaya koyuyordu. Öteki tüm diller içinde bu akraba dillere en yakın grubun Sami dilleri olduğunu ileri sürüyordu. Cevabımda benim de bu görüşe yakın olduğumu söyledim. Ve artık bunun üzerine ve başka sorular üzerine Nostratik teori hakkında bir şeyler söylemenin zamanı geldi.
1903 tarihli Türkische Lautgesetze adlı makalenin yazarı Pedersen… Vladislav İlliç-Svitıç, Vladimir Dıbo, Aron Dolgopolski, Sergey Starostin… Irkçılıktan uzaklaşan bir ortamın ve nesnel bilimsel yöntemin tekrar baskın hale gelişinin sonucudurlar. Şu anda dilbilimde en güçlü savunucusu özgün yanlarıyla Allan R. Bomhard…
Sovyet dilbilimciler kuşkusuz özette kısaca bahsettiğim sorunun ideolojik, politik yanının farkındalardı. Ama bu konuda ne kendileri çok gelişmişti ne de bulundukları ortam o kadar özgürdü. Milletler sorunu, özellikle Türklük sorunu Sovyetler’in en hassas, en zayıf noktalarından biriydi. Dolayısıyla konu ideolojik ve milli boyutuyla tartışılamadı. Teori bu yönde kendini geliştiremedi. Bu yüzden neredeyse sadece ideolojik araçlarla saldıran Hint-Avrupa çoğunluğuna karşı sağlam mevziler kazanılamadı. Nostratik teori I-E’den kat be kat bilimsel olsa da, IE’nin bu sahte bilimselliği sadece bilimsel alanda kalarak teşhir edilemez. Konu politik bir konudur bilimsellikten önce. Çünkü bu alandaki bilimselliği doğrudan politika yönetir. Dilbilimcilerin ve onların izinden giden akademisyenlerin görüşlerini, bilimsel çalışmalarını inançları ve politika yönetir. O yüzden bilimsel kanıt göstermekte, bilimsel tez üretmede elbette sağlam olunmalı. Fakat bunun kesinlikle yetmeyeceği bilinmeli.
İkinci büyük açmaz Türkçeye yaklaşımla ilgilidir. Nostratik teori savunucuları pek çok dilin, dil ailesinin ortak köklerden geldiğini söylemekle Hint-Avrupa tekelciliğinin dar ailesini genişletmeye çalışıyorlar. Büyük ölçüde haklılar. Bunu yaparken Altay dillerini de bu büyük makro aileye katıyorlar. Türkçenin sözünü pek fazla etmeden. Çünkü sakıncalı. Türkçe Altay dilleri denen daha küçük ailenin üyelerinden biri sadece. Ural dillerine akraba olup olmadığı bile tam belli değil. Bu Altay dil ailesi safsatası, daha doğrusu tüm bu dil aileleri safsatası en çok bir şeyi gizlemek için. Temel bir gerçeği karartmak için. Türkçenin baskın önemini hafife almak için. Elbette tüm diller önemlidir, tüm diller saygındır. Ama siz eğer dilbilim adına sadece birkaç milyon kişinin sadece belli bir alanda konuştuğu dilleri Türkçeden önemli sayarsanız. Birkaç yüz bin kişinin konuştuğu ve kaybolmuş bazı dilleri dilbilimde Türkçenin çok önüne geçirirseniz. Bu yaptığınız başka bir ırkçılıktır. Nostratik teori savunucuları bunu ırkçı amaçlarla yapmadılar, hatta Türkçeye büyük önem bağışladıklarını düşünüyorlardı. Ama dünyada ırkçılık ve özellikle Türk düşmanlığı gizliden o kadar yaygın ki… IE kuramı bu noktada öyle saldırgan ki… Nostratik teori savunucuları IE’ye karşı utangaç bir mücadele yolu seçtiler. Türkçeye bu büyük aile tiyatrosunda 3. dereceden bir rol vermekle görevlerini yaptıklarını sandılar. Oysa Türkçe o olmazsa olmaz başrol oyuncularından biriydi zaten.
Türkçe bir zamanlar bugünkü İngilizceden daha yaygın konuşulan ama bugünkü İngilizceden çok daha yerel bir dildi. On binlerce yıl öncesinden, Güney Amerika, Kuzey Amerika’dan Avrupa’nın en batı ucuna ve Ortadoğu, Anadoluya kadar çok sayıda dil üstünde güçlü izler bıraktı. 42’den fazla lehçesiyle, üç kıtada kurduğu 100’e yakın devletle. Birkaçı hariç dünyadaki neredeyse tüm genetik grupların konuştuğu, başka deyişle bir veya birkaç haplogrupla sınırlı olmayan bir dildir. Dünya dilleri üstündeki bu izler hala apaçık görünebiliyor. Bu gerçeği inkar ederek dil bilimde bilim yapmak olanaklı değil.
TÜRKÇENİN KÖK ETKİSİNİ ORTAYA KOYAN GÖRÜŞLER
Norm Kisamov bugün Avrupa’da konuşulan dillerde günlük konuşmada en çok kullanılan sözcükler arasında ortalama yüzde ellisinin Türkçe köklü olduğunu ileri sürüyor. Kisamov dillerde “proto” kavramına karşı. Çünkü bir dilin ne kadar önce, nerede, ne aşamalardan geçerek “proto”dan asıl dile geçtiğinin gösterilemeyeceğini söylüyor. Bu nedenle “proto” demek de anlamsız. Diller ilk ortaya çıkışlarından itibaren birbiriyle karışmaya ve değişmeye, yenilenmeye başlarlar. Bu doğal süreçtir. Bütün diller karışımdır, amalgamdır. Türkçe de on binlerce yıl öncesinde oluşmaya başlamış bir amalgamdır. O dil aileleri kavramı yerine almanca bir kavram olan “Sprachbund”u kullanmayı yeğliyor: Dil birlikleri. Bu makalenin sonuna Kisamov’dan Türkçenin morfolojisi hakkında uzunca bir alıntı koydum. Morfoloji, ses değişimleri konusunda titiz olan Nostratic kuramcılara ve başka dilbilimcilere önemli anımsatmalar içeriyor.
Anatole Klyosov bundan üç bin yıl önce Avrupa halklarının büyük çoğunluğunun Arbin dili (Proto-Türkçe) konuştuğunu ileri sürüyor (2). Tek istisna Keltlerdi, ama onlar da bir süre sonra Proto-Türkçenin hakimiyetine girdiler. Proto-Türkçe konuşanlar, yani R1b genini taşıyanlar. Klyosov bu görüşlerini genetik bulgulara dayanarak geliştiriyor. Ona göre Avrupa’da R1a Hint-Avrupa dilini temsil eden en büyük odak Slavlardır. Yazar Bill Lipton burada Klyosov hakkındaki makalemizde bazı yanlarıyla bu bulguları destekleyen görüşlerini yazdı.
M. F. Kurmaev Sümerlerin Türkik köklerini geniş bir makalede gösterdi (3). Bu konuda daha önce Fritz Hommel ve Noah Kramer benzer görüşler ileri sürmüştü. Bu sayfalarda yazar Frans Bronkhorst o konuda şunları belirtti: “Kaan Arslanoğlu’s article is another nail in the coffin of the outerspatians, said in some quarters to have come from out there to bring civilization to earth in the Mesopotamian flatlands.
Reading the author’s linguistic comparisons between the Sumerian and Turkish languages, it becomes clear that the Sumerians must have been the Mesopotamian offshoot of the Turkish speaking peoples.”
Etrüsklerin Türkik köklerinden bahsedenlerden biri de “Etruscan: an archaic form of Hungarian” kitabıyla Mario Alinei’dir.
Yazar Anton Perdih yine bu sayfalarda şunu dedi: “Do not evade taking into account that the Altaic speaking Y chromosome haplogroup R1b people intruded the Eastern and parts of Central and South Europe several times until about 6,000 years ago. Then they advanced south to Mesopotamia, Egypt, Central Africa. And across the North Africa about 4,800 years ago to Western Europe. Then they conquered the western and parts of the central and northern Europe, where their descendants are now the major part of the male population and were the bearers of most “Western” actions.
So, from the above point of view is looking for Turkish-like words in “Western” languages an appropriate action. What will be the result, that’s another question.”
Dilbilimci Xavier Rouard Hint-Avrupa kuramının yeniden gözden geçirilmesi için sağlam makaleler yazmaya devam ediyor. Hint-Avrupa’nın Türkçenin de içinde bulunduğu bir Avrasya makro ailesiyle kök ilişkilerini gösteriyor (4).
Dilbilimci Mel Copeland gerçi Türkçenin kurucu bir dil olduğunu kabul etmiyor ama Hint-Avrupa dilleriyle önemli ortaklıklar gösterdiğini çalışmalarında yazıyor (5).
Dilbilimci Gabra Agziaabhir JR. Türkçeyi tartışmasız biçimde Hint-Germen grubu dillerden kabul ediyor.
Panagiotis L. Kampouris şunu yazdı: “Clearly the Hittite language is also related to Turkish.”
Buradaki tartışmalarda Sirkka Maki, Joseph Biddulp, Mathew Steenburg, Israel Palchan, Johan Coetser, Wladimir Pajevic, Jadranka Ahlgren, Emilio Ramirez Juidias, Ifeany Nwokoro, Peter D. DunphyHetherington, Keith Armstrong, Wolodymyr H. Kozyrski, Georgeos Diaz Montexano gibi akademisyenler bu çerçevedeki görüşlere desteklerini ifade ettiler. Keza Dominique Maruitte, Wim J. Borsboom gibi akademisyenler ilgilerini belirttiler.
Başka bir yazar Yuri Nikolayeviç Drozdov antik Avrupa’daki Türkçeyi şöyle anlatıyor (6):
“All ancient and most early medieval written sources concerned with European history exist in one of two languages: Ancient Greek or Latin. Neither one was much used in ancient times on the European land mass as vernacular, and after Late Antiquity they effectively fell into complete desuetude.
According to relevant historical written records, compiled in the period between Antiquity and the Early Mediaeval period, on the European land mass were more than 2,500 names of tribes and peoples. None of these names are derived from Ancient Greek or from Latin, but from some other European languages. (…) What were these languages? Who spoke them? What is the relationship of their speakers to today’s European peoples? How and why did their languages change to those we hear today? The earliest European ethnonym to be found on the pages of ancient written sources is that of the Cimmerians. A semantic and etymological analysis of this word shows that it has been of typical Türkic tribal nomenclature. Ancient sources provide detailed information that the Cimmerians belonged to the Scythian people who were later called the Huns. (…)
Modern opinion holds that the Scythians inhabited a vast territory stretching from the Urals to Vistula. Other names for them were Sarmatians or Savromatians. Analysis of their tribal ethnic names shows that they all were Türkic-speaking; indeed the works of numerous contemporary scholars and specialists demonstrate convincingly that the Scythians were a Türkic-speaking people, and this is directly confirmed by the Western European Middle Ages documentary evidence of the written records. And in anthropological terms the Scythians were predominantly of the Caucasoid type. The original location of the Scythian tribes in Europe, including Huns, Avars, Bulgars and others, was the Middle Volga and Kama river basins, where they probably appeared no later than the third millenium BC. Some of these tribes subsequently settled in the wide expanse of land between the Volga and Don, an area they began calling Asia. At some point, apparently around the end of the third millenium BC, the Middle Volga tribes migrated to Central, Southern and Northern Europe, passing as they went through the Upper Volga basin and the lands around Baltic Sea. In all probability these tribes were carriers of the so-called Battle-Axe Culture (Also known as Corded Ware Culture and Single Grave Culture, names reflecting different aspects of the archeological record in artefacts and burial customs). At a later date these Türkic-speaking peoples from Middle Volga and Kama basins also began migration, via the banks of the Sea of Azov and Black Sea, to Southern, Central and Northern Europe. Apparently, from earliest antiquity the dominant peoples in Europe stemmed from the Türkic-speaking tribes.”
Drozdov bu makalesinde Türkçenin güney kolundan, Yunanca ve Latince yoluyla Avrupa dillerine etkisinden bahsetmemiş. Ki çalışmalarımızda biz bunları da gösteriyoruz.
BOMHARD’ın İKİ ÇALIŞMASI ÜSTÜNDEN NOSTRATİC-INDO’EUROPEAN-TÜRKÇE UYUMU (7,8)
Bomhard alanın en büyük ustalarından biri. Onun yanında benim bilgim çok hafif kalır. Ama benim avantajım da konuya dışardan, hatta biraz kuşbakışı bakmak, konunun felsefi, politik, tarihsel, kavramsal yanıyla birlikte olguyu nesnel olarak tüm bu dilbilimcilerden iyi değerlendirebilmek. Bomhard morfolojiye, ses değişim yasalarına, köklerin ve sözcüklerin nasıl transfer edildiğiyle ilgili kurallara büyük önem veriyor. Birçok şeyi açıklıyor, yeni buluşlar ortaya koyuyor. Fakat köklerdeki bariz Türkçeyi görmekte ve Türki köklerin geçiş ve değişim kurallarını bilmekte bizim kadar iyi olamaz. Örneğin Türki köklerin birçoğu batıya geçerken başına ‘s’ alır. Baştaki t ve l değişir. Türkçede ‘o-ö’ ile başlayan bazı kökler bu seslileri kaybeder. Ad-da değişimleri… Gibi… Ben de bunların hepsini bilmiyorum, benden iyi bilenler var. Ve bildiğim kadarıyla burada en basit örtüşmeleri gösteriyorum. Bomhard’ın iki çalışmasından ilk 50’şer madde, toplam 100 madde üstünden. Çok bariz ve yoğun ortaklıkları göreceksiniz. Kaldı ki bu maddelerden ses düzeyinde olanları tartışmalı olacağı, ispatlanamayacağı için atladım. Fakat Bomhard ağzıyla kuş yakalasa (bir Türk deyişi) – zaten çalışmalarında öyle yapıyor – hiçbir değeri yok. IE keşişlerinin inanca dayalı sözde bilimini alt edemez.
Yıl: 1828–1829 Osmanlı tahtında Sultan 2. Mahmut oturuyor. Osmanlı-Rus savaşı sürüyor. Osmanlı ordusunun Tuna garnizonlarında ekmek yok! Çünkü ekmeği yapacak un yok, buğday yok!
Osmanlı, ünlü Yahudi banker Rothschild’e başvurur. Rothschild, gerekli buğdayı satın alıp Osmanlı’ya verir. Osmanlı devleti, aldığı buğdayın ancak yarı parasını ödeyebilir. Yıl: 1834 Osmanlı tahtında Sultan 2. Mahmut oturmaktadır. Yunanlar Osmanlı’ya başkaldırmış, savaşmış ve bağımsızlıklarını kazanmışlardır. Ayrıca, Osmanlı devletinin Yunanlara tazminat ödemesi karalaştırılmıştır. Osmanlı’nın tazminat ödeyecek parası yoktur, hazine boştur. Osmanlı yine banker Rothschild’e başvurur. Rothschild’in bir temsilcisi İstanbul’a gelir, sözü edilen parayı öder, Osmanlı’ya borç yazılır.
Yıl: 1853–1856 Osmanlı tahtında Sultan Abdülmecit oturmaktadır. Kırım Savaşı sürmektedir. Osmanlı ordusunun silaha ve mühimmata ihtiyacı vardır, ama bunları alacak parası yoktur. Osmanlı, yine banker Rothschild’e başvurur. Rothschild aracı olur, Osmanlı’ya 10 milyon 514 bin 976 kuruş borç verip 40 bin tüfek, 2 bin şişhane, 10 milyon fişek ve 50 milyon kapsül alınır. Yıl: 1855 Osmanlı tahtında Sultan Abdülmecit oturmaktadır. Zaten kasasında parası olmayan Osmanlı’nın, Kırım Savaşı sırasında masrafları çok artmıştır. Çok acele ve çok büyük paraya ihtiyacı vardır. Osmanlı yine banker Rothschild’a başvurur. Osmanlı, istediği borç karşılığı Mısır vergisi, İzmir ve Şam gümrüklerinin gelirlerini teminat olarak gösterir, yani ipotek ettirir. Rothschild bu teminatlarla yetinmez. Çünkü Osmanlı devleti, aldığı buğdaydan kaynaklanan borcun yarısını hâlâ ödememiştir. İşte bu nedenle Rothschild; İngiltere ve Fransa’nın kefil olması koşuluyla Osmanlı’ya borç vermeyi kabul eder. Osmanlı devletine 5 milyon Sterlin borç verir.
Yıl: 1891 Osmanlı tahtında Sultan 2. Abdülhamit oturmaktadır. Hazinede para yoktur. Bir kez daha banker Rothschild’e başvurulur. Rothschild; yüzde 4 faizle, ödeme süresi 60 yıl olan, 6 milyon 316 bin 920 Sterlin borç verir. Yıl: 1894 Osmanlı tahtında Sultan 2. Abdülhamit oturmaktadır. Hazine tam takırdır. Borç için yine banker Rorhschild’e başvurulur. Rorhschild, yüzde 3,5 faizle 8 milyon 212 bin 340 Sterlin borç verir. Borcun geri ödeme süresi 61 yıldır. Osmanlı bu borcu yıllık 330 bin Sterlin taksitlerle ödemek üzere borç senetleri imzalar. Tarih: 1 Kasım 1922 Türkiye Büyük Millet Meclisi, Osmanlı saltanatına son verdi, Tarih: 17 Kasım 1922 Son Osmanlı Padişahı Vahdettin, bir İngiliz savaş gemisiyle İstanbul’dan kaçtı. Tarih: 24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması imzalandı. Genç Türk devleti, Osmanlı devletinin borçlarını yüklendi. Bu borçlar arasında banker Rorhschild’den alınmış borçlar da vardı. Lozan Antlaşması’nın ilgili hükümleri gereğince, banker Rorhschild’den alınmış olan borçlar Rothschild Ailesi’ne ödendi.
Değerli Dostlar, Kamu maliyesi uzmanı Dr. Mahfi Eğilmez, Osmanlı’nın borçlarını hesapladı. 2013 yılının kurlarına göre, Osmanlı devletinin toplam borcu 500 MİLYAR DOLAR tutuyordu. Bu borcu, büyük devrimci Atatürk’ün önderliğinde “Yeniden Doğan” Türk milleti ödedi.
Değerli Dostlar, Bu yazının kısa özeti şudur: Yıkılıp giden Osmanlı’nın 500 MİLYAR DOLAR borcunu, Osmanlı’nın aşağıladığı Türk halkı ödedi. Bu gerçeği, Osmanlı palavralarıyla kandırılmak istenen halkımız, özellikle de gençlerimiz hiç akıllarından çıkarmamalıdırlar. Bilin istedİm.
Türklere göre; yaratılan her şeyin bir ruhu vardır. Bu yüzden Türkler, yaratılan her şeyde Tanrı’nın ruhu olduğuna inanırlardı…
BİZ TÜRKLER, ORMANA NEDEN
“KORULUK” DERİZ? (*)
Hiç düşündünüz mü, Türkler ormana neden “Koruluk” derler?
Biz Türkler dinimizin gereği olarak doğaya saygı duyarız. Bizler için ateş, hava, su ve toprak önemlidir…
Fakat bu saydıklarımın yanı sıra biz Türklerde önemli bir element daha var. O da ağaçtır, ağaç elementi.
Türk kozmoloji (evren bilimi) düşüncesinde Ağaç, element olarak kabul edilmiş ve 5 nci unsur olarak yerini almıştır.
Türkler ormanın “ruhu” olduğuna, orman ruhunun tüm canlıları koruduğuna inanırlar. Bu düşünceye ise “animizm” adı verilir.
Yani Türklere göre; yaratılan her şeyin bir ruhu vardır. Gök Tanrı adı verilen ve Batıni yani bilinmeyen ve görünmeyen Tanrı’nın zahiri görünümleri elbette yarattığı her şeydi. Bu yüzden Türkler, yaratılan her şeyde Tanrı’nın ruhu olduğuna inanırdı.
Türkler Ormana girip hayvan avlayacakların da, “Tayga” adı verilen Orman ruhundan bile izin alırdı. Boş yere hayvan öldürülmezdi. Aynı şekilde bir ağacı kesmek zorunda kalırlarsa yine bu ruhtan izin alınırdı. Orman tüm canlıları ile bir bütün ve kutsaldı…
Yine Türklere göre, Türkler için Ormanı oluşturan ağaçlar, Gök Tanrı’nın kapısı sayılan Kutup Yıldızı ile bağlantılı kozmik yollardı. Bu kozmik yollara zarar vermek Tanrı ile insan arasındaki iletişimin yok olması demekti. Bu yüzden Türkler Orman’a “KORULUK” adını verir…
Hem Ormanı hem de Orman içinde yaşayan hayvanları koruyan Orman Ruhu’nu kastederler. Orman Ruhu bu hayvanları korur gözetir. Bunun dışında KORULUK adı elbette insanlara da bir mesaj verir.
Ağacın, hayvanın ve tüm doğanın bir sahibi olduğu, onların bu sahip tarafından korunduğu, ama Gök Tanrının gölgesi olan insanlarında Ormanı, Hayvanı ve tüm doğayı koruması gerektiği mesajını da verir.
Eski Türkler Geyiklerin gezdiği Ormana da “KORULUK” adını vermiştir. Çünkü Türk Kağanlar bu geyiklerin avlanmasını yasaklamış ve bu korunaklı ormanlarda geyikleri koruma altına almışlardır. Türkçedeki “SIĞIN GEYİK” tabiri de buradan gelir. Kağanlar geyikler için sığınaklı ormanlar hazırlamışlardır.
Umarım atalarımızdan gelen bu kadim geleneksel bilgileri yeterince anlayabilir, Tanrının sessiz yaratıkları olan ağaçları, hayvanları, Tanrının kendisinden onlara ruh üflediğini unutmayarak koruyabiliriz.
————————————————-
(*) Kaynak; Türk Uygarlıkları ve Medeniyetler Tarihi.
Bir iş adamı arkadaşıyla yürürken, her gün gazetesini aldığı bayinin önünde dururlar.. Adama “Günaydın” der güler yüzle. Satıcı ekşi bir suratla ve gayet kaba bir biçimde gazeteyi uzatır. İş adamı ise gülümseyerek teşekkür eder, giderken de “İyi günler” der.
Arkadaşı, şahit olduğu bu kabalıktan şaşkındır; — “Yahu, bu satıcı hep böyle kaba mı davranır?” diye sorar. — “Evet, ne yazık ki öyle” diye cevaplar iş adamı. Arkadaşı; — “Peki, sen hep böyle nazik ve kibar mı davranıyorsun bu adama?” diye üsteler. — “Evet” der iş adamı. — “Peki, o sana böyle kötü davranırken sen niye ona ısrarla iyi davranıyorsun?” diye merak eder arkadaşı. İş adamı gülümseyerek, — “Onun tavrının benim tavrımı etkilemesine izin veremem. Onun gibi davransaydım, benim davranışımı o belirlemiş olurdu. Günümü ona öfkelenerek berbat etmeye hiç niyetim yok. O mutsuz olmayı seçiyorsa bunu değiştirmeyi de yine sadece kendisi seçebilir. Nasıl hissedip davranacağıma başkalarının karar vermesine asla izin vermem” der.
Şimdi asıl demek istediğime gelmek istiyorum; Önemli olan fikretmektir… Akıl da önemli, ama yetmez.. Çünkü, akıl hayvanda da var; Ama iç güdü şeklinde. Fikir ise sadece insanda vardır. Asıl olan, akıl ile fikrin bir bütünlük kazanması, birliktelik göstermesidir. Hani tekerleme mi dersiniz, yoksa başka bir şey mi dersiniz; bir söz vardır, bilirsiniz;
AKIL olmayınca neylesin FİKİR, Onun için, sınırlar, kim olduğunuzu ve kim olmadığınızı gösterir. Sınırlarınızın içinde kişisel alanınız, kişisel alanınızda duygu, düşünce ve tavrınız olsun. Dışında ise istemedikleriniz. Ne olduğunuza başkaları karar vermesin, siz karar verin. ( Türklerin tarihin den örnek alalim. Mustafa Kemal Atatürk bize yolu gösterdi ) Size başkalarının değer biçmesine asla izin vermeyin, kendi değerinizi kendiniz belirleyin…!
Iyi hafta sonu dileklerimle , saygilarimla, Selen Atasoy
“Ağva’ya bağlı Çanaklı Köyü’nün kadınlarını bir araya toplayıp anadan doğma kalana kadar soydular.. Çırılçıplak halde kocalarının katledilişini izlemeye zorlanan kadınlar, sonrasında toplu tecavüze uğradılar.. Küpelerini almak için kulakları, bileziklerini almak için bilekleri, yüzüklerini almak için parmakları kesildi; acıyla kıvranarak can verdiler..
Ateşe verilen Hacı İsmail Köyü ve erkekleri iple bağlanıp yatırılarak kurbanlık koyun gibi kesilen Karadere Köyü’nün kadınlarına tecavüz ettiler..
İmranlar Köyü’nde, ırzlarına geçmek üzere bütün kadınları bir eve topladılar; kendilerini korumaya çalışanları lime lime doğradılar..
Tekkeler Köyü’nde bacaklarından asılan on beş genç kızı, insan aklının alamayacağı işkenceler yaparak öldürdüler..
Karamandıra Köyü’nde yağmaya direnen Hacı Mustafa’yı kurşuna dizip karısının ve kızının ırzına geçtiler.. Irzına geçtikleri kızı, yaraladıkları bir ata bağladılar, at can havliyle oradan oraya koştukça kız parçalara ayrıldı..
Çınarcık’ta, erkek çocukları, annelerine tecavüz etmeye zorladılar. Yaptıramayınca hepsini süngülediler.. Kadınların karınlarını yarıp, kundaktaki bebekleri yardıkları karınlarına gömdüler..
İzmir rıhtımında eşlerinden veya oğullarından haber bekleyen kadınların çarşaflarını yırttılar, hakaret ederek yerlerde sürüklediler..
Maraş’ta, hamamdan çıkan kadınlara sarkıntılık yaptılar, peçelerini yırttılar..
Karacaali’de, köyün kadınlarına kocalarının gözleri önünde tecavüz edip kurşuna dizdiler..
Bu satırlar Hâkimiyeti Millîye’den:
“Yunanlıların kadınlara ve kızlara yaptıkları tecavüz, üzerinden yüzyıllar geçse, kendilerini Türklere affettirmek için her şeyi yapsalar, bunu başaramazlar. Binlerce masum kız Yunanlıların eline düşmektense, kurşunla, süngüyle, ateşle ölümü tercih etmişlerdir.”
İkna olmayan, “resmî tarih(!)”in parçası bulan, inanmayanlar için, bu satırlar da bizatihi işgalciler, işkenceciler, tecavüzcülerle soydaş olan yabancı bir “kadın” gazeteci Berthe G. Gaulis’den:
“Bilecik bir felaket ve acılar diyarı… Henüz dumanı tüten taş yığınları altında kim bilir ne kadar insan cesedi yatıyor… Tecavüze uğramamış genç kız veya kadın kalmamış… Biraz ötede, kızını kurtarmak isterken, kafasına taşla vurularak öldürülmüş bir ihtiyarın mezarı…”
Belki de bu nedenle, yani “işgal”in ne demek olduğunu en önce, en çok ve en fena biçimde onlar anladığı için, Türk Kurtuluş Savaşı’nın, Millî Mücadele’nin, Kuvayı Millîye’nin -yahut siz nasıl anıyorsanız o direniş günlerinin- “büyük hainleri” arasında bir tek “Türk kadını” yoktur!
Onlar o sırada “hainlere” karşı yazılacak bir “destan”ın ön sözünü inşa etmekle meşguldür!
Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasının ardından “Mebuslar” teslim bayrağı çekerken gazetelere yolladıkları “Millî haklarımızı ve ismetimizi koruyacak hükümet ve erkek yoksa, biz varız” ilanlarıyla eli silah tutan Türk erkeklerine tarihî bir ders verirler mesela!
TBMM başkanlığına gönderdikleri, “Erkekler vazifesini yapmayacak, dinlerini ve vatanlarını, zevce ve hemşirelerini muhafaza etmeyecek kadar aciz ve ilgisiz iseler, düşmana karşı koymak için bize izin versinler. Yalnız topraklara gömerek paslandırdıkları silahları bize versinler. Irzımızı, namusumuzu, iffet ve ismetimizi biz kendi ellerimizle müdafaa edeceğiz” dilekçesiyle, vatan savunmasından kaçanları, yüzlerine tükürmekten beter ederler!
Sultanahmet’ten Kastamonu’ya, Üsküdar’dan Bursa’ya memleketin her yanında “biz kadınlar bu hak cihadında en önde olacağız” diye onlar haykırırlar!
Bütün bunlar olur, sadece Anadolu’da değil, Türk kadınları mütareke İstanbul’unda da sarhoş işgalci askerlere meze olmaya, üstelik de “gönüllü meze!!” olmaya zorlanırken, onların dramına, çığlık atsalar duyacakları mesafedeki “saray”ında oturan Vahdettin, “işgal güçleri hangi dinden ve milletten olursa olsun onlara Türk misafirperverliği gösterilmesini” buyurur.. Atatürk ise, “düşman kaçarken, kadınlarınızı ve çocuklarınızı dağlara ve emin yerlere saklayınız” diye bildiri yayınlıyordur!!!
Padişah, varlığını “Allah’tan sonra işgalci İngilizlere” emanet ederken, Mustafa Kemal kadınların sadece ırzını ve canını kurtarmakla değil, vatanı o mezalimden kurtarıp bağımsızlaştırmak ve onlardan doğacak kız çocuklarının, kız torunlarının yerlerde sürüklenmeyip omuzlarda yükseltileceği bir rejimin temellerini atıyordur!!!
Nasıl oluyor da, böyle bir “ADAM”ı sev(e)miyorsunuz ?
SAKIN HAİNLERDEN (HIRSIZ MÜSLÜMANLARDAN) YANA OLMA!
Rivayete göre; Sahabe’den Tu’me ibn Ubeyrik “bir zırhı zimmetine geçirmiş ve suçu bir Yahudi’nin üzerine atmıştı. Çalıntı zırh kendinden istenince inkar etti. Hakkında “soruşturma” açılınca Tu’me’nin yakınları Hz. Peygambere gelerek olayı Yahudi’nin yaptığını söylemesini ve bu yönde hüküm vermesini istediler. Hz. Peygamber de “zahire” bakıp lehlerinde karar vermeye eğilim gösterince Nisa suresinin 105-115 ayetleri nazil olmuştu…
Tu’me ibn Ubeyrik; “Beni bırakıp Yahudi’yi savunan böyle bir din olmaz olsun” diyerek İslam dininden çıkıp, mürted oldu. Müşriklerin safına geçti. Mekke’de yine bir hırsızlık olayında üzerine yıkılan bir duvarın altında kalarak öldü (Razi, İbn Kesir, Kurtubi)…
Kur’an hırsızlık ve yolsuzluk yapan sahabeye “hain” diyor. İslam’dan döndüğü için değil; yolsuzluk yaptığı için!
Peygambere, ‘sakın hainleri savunma, onlara arka çıkma’ diye tehbihliyor. Hatta zahire bakıp lehlerine hüküm vermeye eğilim göstermesini bile çok görerek “Allah’tan af dile, hainleri savunmaya kalkma” diyor.
Zırhı çalıp suçu Yahudi’nin üzerine atan Tu’me ibn Ubeyrik “din, iman” perdesi altında yolsuzluğunu örtbas etmeye çalışıyordu!
Bir memlekette “hukuksuzluğa” karşı en ciddi itirazlar dindarlardan gelmeli…
Dindarlar; memleketin “derin vicdanı” olmak durumundadırlar…
Kur’an; Yolsuzluk yapan “sahabe” bile olsa deşifre eder. “Cemaat” duygusunun “adalet” duygusunun önüne geçmesine asla izin vermez.
Zalim, hırsız din kardeşinin yanında değil, mağdur din düşmanının yanında ol.
Ama maalesef müslümanlar tipik birer partizan, hizip adamı gibi tarafgir/milliyetçi oldular. Bu yüzden vicdanları köreldi. Hakkın sesi olamıyorlar.
Ayrica,
Ekonomiyi piyasalar değil de bürokrasi belirliyorsa kıyamet yakındır.!
Göç eden kazları havada süzülürken hiç izlediniz mi? “V” şeklinde bir formasyonla uçtuklarını farketmişsinizdir.Bilim adamları araştırmış, “Bu kazlar neden V şeklinde bir grup yaratarak uçarlar” diye… Ve sonuçta kazların hiç de “kaz kafalı” olmadıkları ortaya çıkmış.Hatta bizlerin ders alacağı noktalar var… KAZLARDAN DERS ALALIM
1.Ders : Uçan her kuş, kanat çırptığında arkasındaki kuş için onu kaldıran bir hava akımı yaratıyor.V şeklindeki formasyonla uçan kaz grubu, birbirlerinin kanat çırpışlarındaki hava akımını kullanarak uçuş menzillerini yüzde 71 oranında uzatıyorlar. Yani, tek başına gidebilecekleri maksimum yolu grup halinde neredeyse ikiye katlıyorlar.
Bize çıkan ders: Belli bir hedefi olan ve buraya ulaşmak için biraraya gelen insanlar oraya daha kolay ve çabuk erişirler. Çünkü birbirlerinin çekimini kullanırlar.
2.Ders : Bir kaz, V grubundan çıktığı anda uçmakta güçlük çekiyor ,çünkü kaldıraçla havaakımının dışında kalmış oluyor. Bunun sonucu olarak hemen formasyona geri dönüyor ve “V” ‘nin gücünü kullanıyor.
Bize çıkan ders: Kafamız kaz kadar çalışıyorsa bizimle aynı yöne gidenlerle bilgi alışverişini sürekli kılarız. Başta giden V lideri yorulduğunda en arkaya geçiyor ve hemen arkasındaki lider konumuna geçiyor. Bu değişikliği sürekli yapıyorlar. Bize çıkan ders: Liderliği paylaşmak ve zor işi rotasyonlu yapmak ivme kazandırıyor.
3.Ders : Gerideki kuşlar öndekileri daha hızlı gitmek üzere bağırarak uyarıyor.
Bize çıkan ders: Takım ruhu. :))
4.Ders : Formasyondaki bir kuş hastalanırsa veya bir avcı tarafından vurulur da uçamayacak hale gelirse… Düşen korumak üzere yanına gidiyor. Tekrar uçabilene kadar – veya ölümüne kadar – onunla beraber kalıyorlar. Sonra diğer bir V formasyonuna katılıp kendi gruplarına ulaşıncaya kadar beraber uçuyorlar.
Bize çıkan ders: İşler zorlaştığında dostlarınızı yalnız bırakmazsanız, onlarda asla sizi yalnız bırakmazlar..!
Mehmetçik artık… “Tanrımıza hamdolsun” demeyecek! Mehmetçik artık… “Allahımıza hamdolsun” diyecek! Özellikle son yıllarda Peygamber Ocağı’nda askerler arasında sessizce “Tanrı” mı, yoksa “Allah” mı deneceği tartışmaları yaşanırdı.
Kimi “Tanrı” derdi… Kimi “Allah” derdi…
“Allah” diyenlerin iddiası şuydu:
“Tanrı sözcüğü Hıristiyanlara aittir! Bu söylem İslam’a aykırıdır. Samimi Müslümanlar Allah der!”
Hangi Hıristiyan “Tanrı” diyor:
İngilizler “God” diyor.
Fransızlar “Dieu” diyor.
Almanlar “Gott” diyor.
İtalyanlar “Dio” diyor.
İspanyollar “Dios” diyor.
Daha geçmiş dillere gidersek Latincede “Deus” demek.
Uzatmayayım… Hıristiyanlar “Tanrı” demiyor.
Peki… Nerden çıktı bu hurafe?
Cüneyt Arkın’ın “Kara Murat” filmlerinden! Şaka bir yana…
Filmden romana her dildeki farklı “yaradan” sözcüğü Türkçe’ye “Tanrı” diye çevrilirdi.
Çünkü:
Daha İslamiyet yokken “Tanrı”, eski Türkçe’de “dünyanın tek yaratıcısı ve koruyucusu” anlamındaki “Tengri” sözcüğünden geliyordu.
“Tanrı”, Türkçenin temel sözcüklerindendi. Çinceyi bile etkiledi; “Tengri” Çince’ye “T’ien” olarak geçti. (Çinliler, Orta Asya’daki Tanrı Dağları’na “T’ien-Şan” der.)
Yani… “Tanrı” kelimesinin bizim kültürümüzde binlerce yıllık geçmişi var…
Bu sebeple…
“God”, “Dieu”, “Gott”, “Dios” ya da diğerleri Türkçe’ye “Tanrı” olarak çevrildi. Keza Arapça’da…
Daha düne kadar Diyanet’in, sure-ayet çevirilerinde “Tanrı” sözcüğü kullanılırdı:
“Tanrı’mız bir tek Tanrı’dır. O, merhamet eden, merhametli olandan başka Tanrı yoktur.” (Bakara/163)
Şu anımsatmayı yapmalıyım:
KELİMENİN KÖKÜ
“TANRI”…
Türk dillerinde, şive ve lehçelerinde ortak olarak hep kullanıldı:
Yakut dilinde “Tangara”,
Tatar-Kuman dilinde “Tengre”,
Çuvaş dilinde “Tura”,
Kırgız-Kazak dilinde “Tengri”,
Karaçay-Malkar dilinde “Teyri” vs…
İktidarda hiç mi kimse kalmadı kendi tarihini bilen!
– Göktürkler yazıtlarında “Tengri” sözcüğü kullanmadı mı?
– Kaşgarlı Mahmut “Divanü Lugati’t-Türk” eserinde “Tengri” sözcüğünü kullanmadı mı?
– Oğuz Türkçesinin destanı Dede Korkut hikayelerinde “Tengri” sözcüğü kullanılmadı mı?
Bu sebeple Atatürk döneminde binlerce yıllık Türk kültürüne sadık kalınarak “yaradan” sözcüğü “Tanrı” olarak dilimize çevrildi.
Peki…
Ya “Allah” sözcüğü?
Henüz ortada İslamiyet yokken…
Henüz ortada Arapça yokken…
Sümer ve Babil’de bazı putların “Al-Mah” gibi adları vardı.
Bu dillerdeki “Al” ve “El” sözcüğü daha sonra İbranice ve Arapça’ya girdi. Tevrat üzerine çalışan Alman teolog Prof. J. Wellhausen, “Araplar, tıpkı Nabatlar gibi ‘Allah’ adını verdikleri puta taparlardı” diye yazdı. Kaynağı İbnü’l-Kelbî’nin kaleme almış olduğu “Kitabü’l Esnam” idi.
Arapların taptığı putların adları Kur’an-ı Kerim’de de geçer: “El-Lât”, “El-Uzzâ” ve “El-Menât”…
İslam Ansiklopedisi’ne göre “Allah” sözcüğünün kökeni, (4 bin yaşındaki) “Arami” dilindeki “Alaha” kelimesinden gelmekteydi.
“Allah”; Aramiceden doğan Süryani dilinde “Aloho” ve Tevrat İbranicesinde “Elah/Elahim” demekti.
Bu nedenle…
“Allah” adını; Mizrahi/Doğulu Yahudiler, Bahailer, Arapça konuşan Ortodoks ve Katolik Hıristiyanlar, Türkiye’de yaşayan bazı Hıristiyanlar da kullanıyordu.
Evet. “Allah” sözcüğü İslam’dan çok önce vardı. Örneğin… Daha İslamiyet’in doğmasına 1200 yıl varken Arabistan’da -özellikle şiirde- bolca “Allah” sözcüğü bulunurdu…
HURAFE YENDİ
“Tanrı” değil…
Aksine “Allah” sözcüğü tarih boyunca hep tartışıldı.
Kelimenin kökeni hâlâ tartışma konusu…
Kimine göre “Allah”, “tahayyere” sözcüğünden,
Kimine göre “Allah”, “vilah” sözcüğünden,
Kimine göre “Allah”, “lahe yeluhun” sözcüğünden,
Kimine göre “Allah”, “ma’bud” ya da “liyah” sözcüğünden türetildi. Onlarca örnek veriliyor.
Tek bu tartışma yok.
Kimine göre “Allah” özel isimdir; kimine göre değildir.
Bu tartışmalar hiç bitmeyecek.
Diğer yanda… Dünyanın dört yanındaki Müslümanlar yaradana bildikleri dilde seslenmeye devam edecek. Örneğin…
Farsça “Hüda” diyecek…
Arnavutça “Zot” diyecek…
Boşnakça “Bog” diyecek…
Kimi Müslüman “Rabb” diyecek…
Kimi Müslüman “Rahman” diyecek…
Kimi Müslüman “İlah” diyecek…
Kimi Müslüman “Allah” diyecek…
Ama…
Türk Ordusu’nun yiğit ASKER’i kendi dilinde “Tanrı” diyemeyecek!
Bakınız…
Bu konuda tartışma yapmak istemiyorum. İstiyorum ki, herkes inandığını bildiği dilde yerine getirsin. Aslolan niyet’tir.
“İngiltere, Kemalistlerin hem Irak’ta hem de Boğazlarda yarattıkları tehlikeye askeri açıdan karşı koyacak durumda değildir.” (Rumbold’tan Curzon’a gizli telgraf, 14.9.1922)
Bu gün 6 Ekim, İstanbul’un kurtuluş günü; eskiden 6 Ekim’ler “kurtuluş bayramı” olarak kutlanırdı. İstanbul, fethinden tam 465 yıl sonra, 13 Kasım 1918’de fiilen, 16 Mart 1920’de de resmen işgal edildi. 5 yıl kadar işgal altında kan ağlayan İstanbul, 6 Ekim 1923’te kurtarılıp yeniden vatan yapıldı.
Bugün, Atatürk ve Cumhuriyet karşıtlarının, “İngilizler tek kurşun atmadan İstanbul’dan niye çekildiler!” sorusuna cevap vereceğim; neden “geldikleri gibi gittiklerini” anlatacağım.
İKİNCİ HEDEF: TRAKYA VE İSTANBUL
Atatürk’ün zafer kazanmış muzaffer orduları, 9 Eylül 1922’de İzmir’e girdi. Anadolu düşmandan temizlendi, ama İstanbul, Boğazlar ve Trakya hâlâ işgal altındaydı. Başkomutan Atatürk, “İlk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri” demiş, Türk orduları İzmir’e çıkmıştı. Şimdi, “İkinci hedefiniz Trakya’dır, ileri” diyebilir ve muzaffer Türk orduları Trakya üzerine yürüyebilirdi. Ancak Türk ordularının Trakya’ya ulaşmaları için İngiliz işgali altındaki Çanakkale Boğazı’ndan geçmeleri gerekiyordu. Bu durumda Türklerle İngilizlerin karşı karşıya gelmesi kaçınılmazdı. Nitekim öyle de oldu.
İzmir’deki İngiliz Konsolosu Lamb, 12 Eylül 1922’de Atatürk’e, “Siz İngiltere’ye savaş mı ilan ediyorsunuz?” diye sordu. Atatürk bu soruya şöyle cevap verdi: “Yunan ordusunu Anadolu’ya çıkartan siz değil misiniz? Yunan ordularını mağlup ederek topraklarımızdan dışarı atan ve vatanı kurtaran ise biziz. Durum böyle olunca karar vermek bize değil size düşer!”
Atatürk, daha sonra basına verdiği demeçte “barıştan yana olduğunu” söyledi. Amiral Brock’a da İngiltere ile Türkiye arasında siyasal ilişkilerin yeniden başlamasını istediğini iletti.
Fransa ve İtalya artık Türklerle savaşmak istemiyordu. Bu nedenle Çanakkale Boğazı’na doğru ilerleyen Türk ordularının karşısında sadece 8000 İngiliz piyadesi ile 28 İngiliz topu vardı. Bu durum İngiltere’yi çok telaşlandırdı.
İNGİLTERE BÖYLE YALNIZ KALDI
7 Eylül 1922’de toplanan İngiliz parlamentosu, İstanbul ve Boğazları savunmaya karar verdi. İstanbul’daki İşgal Kuvvetleri Komutanı General Harington, 9 Eylül 1922’den itibaren Çanakkale’ye yığınak yapmaya başladı.
15 Eylül 1922’de İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold, Londra’daki Lord Curzon’a gönderdiği telgrafta şöyle diyordu: “Mustafa Kemal istediklerini diplomatik kanaldan sağlayıp sağlayamayacağını görmek için bir hafta bekleyecektir. Aksi halde askerlerinin şu anki coşkusundan yararlanarak İstanbul ve Boğazlara yürüyecektir. Bağlaşıklar vakit geçirmeden bir konferans düzenlemezlerse Mustafa Kemal’le savaşı göze almalıdırlar. Bağlaşık Yüksek Komiserleri en erken vakitte konferans düzenlenmesini öneriyorlar.” (Salahi R. Sonyel, Mustafa Kemal Atatürk ve Kurtuluş Savaşı, C.III, s. 1675).
15 Eylül 1922’de İngiliz parlamentosu bir kere daha toplandı. Lloyd George’un başkanlık ettiği toplantıda Sömürgeler Bakanı Winston Churchill, İngiliz sömürgelerinden yardım istenilmesini önerdi. Başbakan Lloyd George, “Mustafa Kemal’in önünden çekilmek niyetinde olmadığını” belirtti; Yunanistan, Romanya, Çekoslovakya ve Sırbistan’ın kendilerine yardım edebileceğini umduğunu söyledi. Churchill, bunlara Bulgaristan’ı da ekledi. (David Walder, Çanakkale Olayı, s. 210-214).
16 Eylül 1922’de İngiliz Sömürgeler Bakanı Churchill, Müttefiklerden, Balkan ülkelerinden ve sömürgelerden yardım istedi. Ancak Fransa, İtalya, Romanya, Yugoslavya ve tüm sömürgeler -Yeni Zelanda hariç- İngiltere’nin yardım isteğini reddettiler.
18 Eylül 1922’de İtalya ve Fransa, Çanakkale’deki tüm birliklerini Avrupa yakasına aldılar. Fransa Başbakanı Raymond Poincare, Paris’teki İngiliz Büyükelçisi Lord Harding’e, “Kemalist tehdidin gerçek olduğunu; Fransız askerlerinin hayatlarını tehlikeye atamayacağını” söyledi. (Sonyel, s. 1682)
19 Eylül 1922’de İstanbul’daki Fransız Yüksek Komiseri General Pelle, İzmir’e giderek Atatürk’le görüştü. Pelle, Atatürk’e “Çanakkale’deki tarafsız bölgeye girmemesini” söyleyince Atatürk, “Tarafsız bölgeyi tanımadığını, Türk ordularını daha fazla tutamayacağını, Yunan işgalindeki Trakya’yı kurtarmak için Çanakkale’ye gireceğini” söyledi. General Pelle, İstanbul’a döndüğünde İngiliz Yüksek Komiseri Rumbold’a, Atatürk’ün çok kararlı olduğunu anlattı.
19 Eylül 1922’de Fransa Başbakanı Poincare, Fransız parlamentosunda yaptığı konuşmada Fransa’nın Türkiye ile savaşa girmeyeceğini, Fransa kamuoyunun savaş istemediğini açıkladı. İtalyanlar da Türklerle savaşmak istemediklerini belirttiler. Sadece Fransa ve İtalya değil, İngiltere kamuoyunda da -Daily Mail gazetesi ve İşçi Partisi başta olmak üzere- savaş karşıtları çoktu.
Hindistan Müslümanları ve Sovyet Rusya da Türkiye’den yana tavır aldı. 19 Eylül 1922’de Hindistan Merkezi Hilafet Komitesi, Türkiye’nin Paris temsilciliğine gönderdiği telgrafta şöyle diyordu: “İngiltere Türkiye’ye karşı savaş açarsa Hindistan Müslümanları kitle halinde Türk ulusal ordusunun saflarında yer alacak ve İslam’ın onurunu ve saygınlığını silahla koruyacaktır.”(Bilal N. Şimşir, Doğu’nun Kahramanı Atatürk, s. 66).
Moskova Komünist Enternasyonali de İngilizlere karşı zehir zemberek bir bildiri yayınladı. Bildiri, şöyle sona eriyordu: “İşçiler; İngiliz, Fransız, İtalyan, Sırp ve Romen işçileri! Sizin kutsal göreviniz Müttefiklerin Boğazları ele geçirmelerine ve yeni savaş açmalarına engel olmaktır. Kahrolsun İtilaf emperyalizmi! Kahrolsun yeni emperyalist savaşlar! Türk halkına barış ve özgürlük!” (Şimşir, s. 67) O günlerde Rusya Dışişleri Komiseri Çiçerin, bir Alman gazetesine verdiği demeçte şöyle demişti: “Rusya, özgürlüğü için savaşan yeni Türkiye’yi içten dostluk duygularıyla karşılar… İstanbul’un yeniden Türkiye’nin başkenti olması konusunda kararlıyız.” (Sonyel, s. 1691)
Lord Curzon’un gözyaşları
Atatürk, Misakı Milli çerçevesinde Doğu Trakya’nın boşaltılıp Türkiye’ye verilmesini istiyordu. İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Rumbold, durumun ciddiyetinin farkındaydı. Curzon’a gönderdiği telgrafta şöyle diyordu: “Durumun askıda kalmasına izin verirsek Kemal rahat durmayacak; görüşmeler bir an önce başlamazsa İstanbul ve Çanakkale yoluyla Trakya’ya geçmeye çalışacaktır. İngiltere, Kemalistlerin hem Irak’ta hem de Boğazlarda yarattıkları tehlikeye askeri açıdan karşı koyacak durumda değildir.” (Sonyel, s. 1684.)
19 Eylül 1922’de İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon, Fransa Başbakanı Raymond Poincare ve İtalya’nın Paris Büyükelçisi Kont Carlo Sforza, Paris’te bir araya geldiler. 5 gün süren görüşmede tansiyon çok yükseldi. Fransız Başbakanı Poincare öfkeyle, “Artık Türklerle savaşmayacağız!” diye bağırdı. “Mustafa Kemal’in isteklerini kabul etmekten başka çare yoktur. Trakya’yı kayıtsız şartsız Türklere vermek gerekir” dedi. İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon bu teklifi reddedince, “Fransız Başbakanı, İngiliz Dışişleri Bakanı’nın ağzını açmasına izin vermeden suçlu öğrencisini paylayan kızgın bir öğretmen gibi konuştu; bağırdı, İngilizleri suçladı.” Bunun üzerine Lord Curzon toplantıyı terk etti. Curzon, “Şimdiye kadar böyle bir şey görmediğini söylüyor ve ağlıyordu.” (Walder, s. 277-280). Belgelere yansıdığı şekliyle, “Bu hakarete dayanamayan İngiliz Lordu, bir kez görüşme salonundan adeta ağlayarak dışarıya çıkmış ve koridorda pantolonunun arka cebinde taşıdığı küçük bir şişeden konyak yudumlayarak hıçkırıklarını boğmaya çalışmıştı.” Sonra Poincare özür diledi. Ortam biraz yatıştı. (Sonyel, s. 1684-1686)
Müttefikler, 5 günün sonunda, Paris’te aldıkları kararları, 23 Eylül 1922’de bir notayla Atatürk’e bildirdiler. Buna göre bir konferansın yapılmasına karar veriliyor, Türklerin tarafsız bölgeye girmemeleri şartıyla Trakya’nın boşaltılıp Türklere geri verilmesi kabul ediliyordu. Böylece üç büyük devlet Atatürk’ün isteklerini büyük oranda kabul etmiş oluyordu.
Çanakkale olayı, Mudanya Mütarekesi, İstanbul’un kurtuluşu
23 Eylül 1922’de Türk orduları, Çanakkale’de Müttefiklerin “tarafsız bölge” kabul ettikleri yere girdi. Türk süvari birliği ile İngiliz süvari birliği burun buruna geldi. Ancak Türk birlikleri –barıştan yana olduklarını göstermek istercesine- tüfeklerinin namlularını yere çevirmişlerdi. İngiliz birlikleri geri çekildi. Türk birlikleri Çanakkale’nin 15 km. güneyindeki Erenköy’ü işgal etti. Bu sırada Fransız politikacı Franklin-Bouillon, 25 Eylül 1922’de Atatürk’le İzmir’de görüştü. Doğu Trakya’nın Türkiye’ye bırakılacağını söyledi; Türk ordularının ilerleyişini durdurmasını istedi. Bu sırada Harington ile Atatürk arasında da bazı yazışmalar oldu. 25 Eylül 1922’de Çanakkale’de tel örgülere kadar dayanan Türk birliği, 27 Eylül 1922’de Biga-Bayramiç-Ezine çizgisinde durdu.
29 Eylül 1922’de toplanan İngiliz kabinesi, Çanakkale’de tarafsız bölgeye giren Türk birliklerinin gerekirse silah kullanılarak bölgeden çıkarılması için General Harington’a emir verdi. Ancak General Harington bu emri uygulamadı. Harington, 1 Ekim 1922’de Londra’ya gönderdiği raporda “O sırada ateş emri vermesinin barut fıçısına ateşe etmek” anlamına geldiğini yazdı. Barış görüşmelerinin başlayacağı sırada savaş çıkarmanın anlamsız olduğunu belirtti.
Atatürk, 23 Eylül 1922 tarihli Müttefik notasına 29 Eylül 1922’de cevap verdi. İki temel şartı vardı: Meriç’in batısına kadar Trakya’nın hemen boşaltılıp Türkiye bırakılması… 3 Eylül 1922’de Mudanya’da ateşkes görüşmelerine başlanması… Müttefikler bu istekleri kabul ettiler. Lord Curzon, barış imzalanmadan Doğu Trakya’nın Türklere verilmesine karşı çıkan Yunan Başbakanı Venizelos’a şöyle dedi: “İstanbul’a girmeye can atan Mustafa Kemal’in, Doğu Trakya sınırındaki Yunan itirazlarını fırsat bilerek Avrupa’ya dalmasını ve Trakya’yı ateşe ve kılıca tutmasını kim önleyebilir?” (Sonyel, s. 1700, 1701,1702)
3 Ekim 1922’de Türkiye, İngiltere, Fransa ve İtalya’nın katılımıyla Mudanya Konferansı toplandı. Yunanistan konferansa doğrudan katılmadı. Doğu Trakya’nın teslimi konusundaki görüş ayrılıkları nedeniyle 5 Ekim’de konferans çıkmaza girdi. Bunun üzerine Atatürk, İsmet Paşa’ya bir telgraf çekerek “Trakya, 6 Ekim 1922, öğleden sonra saat 6’ya kadar TBMM hükümetine teslim edilmediği takdirde 6/7 Ekim’de Türk kuvvetlerinin İstanbul’a yürümelerini” emretti. General Pelle ve Franklin Bouillon’un araya girmesiyle Atatürk verdiği emri birkaç gün erteledi. Sonunda 11 Ekim 1922’de imzalanan Mudanya Mütarekesi ile Trakya’nın boşaltılıp Türkiye’ye verilmesi kabul edildi. Böylece savaş yapılmadan başarılı diplomasiyle Doğu Trakya kurtarıldı. Ancak İstanbul ve Boğazlar hâlâ işgal altındaydı. Mudanya Mütarekesi’ne göre Türk birlikleri barış antlaşması imzalanıncaya kadar İstanbul’a giremeyecekti.
İşte o koşullarda Atatürk, barış antlaşmasını beklemeden bir oldubitti ile İstanbul’un yönetimini fiilen ele geçirmeyi denedi. Doğu Trakya’yı teslim almakla görevlendirilen Refet Paşa, Trakya’ya geçerken 19 Ekim-25 Aralık 1922 arasında İstanbul’da kaldı. 4 Kasım 1922’de İstanbul Saray Hükümeti’nin istifa etmesinden sonra TBMM adına İstanbul’un yönetimini fiilen ele geçirmek için çalışmaya başladı. Başarılı da oldu. İngilizler, her geçen gün İstanbul’daki otoritelerini kaybettiler.
Lozan görüşmeleri sırasında bir tahliye protokolü imzalandı: Buna göre Lozan Barış Antlaşması’nın TBMM tarafından onaylanmasından sonra 6 hafta içinde İstanbul boşaltılacaktı. TBMM, 23 Ağustos 1923’te Lozan Barış Antlaşması’nı onayladı. İtilaf devletlerinin son birlikleri 2 Ekim 1923’te Türk bayrağını selamlayarak İstanbul’dan ayrıldı. 6 Ekim 1923’te Şükrü Naili Paşa komutasındaki 3. Kolordu birlikleri halkın sevgi gösterileri arasında İstanbul’a girdi.
İngilizler geldikleri gibi gittiler, çünkü; Yunanistan’ın yenilmesi, Fransa ve İtalya’nın çekilmesi, sömürgelerin ve Balkan ülkelerinin yardım etmemesi, kamuoyunun savaş istememesi nedeniyle İngilizler İstanbul’da yalnız kaldılar. Hint Müslümanlarının ve Sovyet Rusya’nın desteğini alan Atatürk’ün muzaffer ordularının karşısında yalnız başlarına, az sayıda kuvvetle savaşı göze alamadılar.
Her yıl nisan ayı gelince, Ermeniler geniş propagandalarla soykırım iddialarında bulunurlar. Pek çok ülkede destekleyici bir kararlar alınmaktadır. Bu konuda maalesef yetkililer ve kamuoyu bilinçsizdir. Ermeniler ve yaptıkları hakkında kısaca tarihe bir göz atmak ve birkaç çarpıcı örnekle meselenin hakîkatını okuyucularımıza arzetmek istiyoruz. Daha geniş bilgi için mutlaka kitaplara müracaat edilmelidir.
A. Ermeniler Hakkında Genel Bilgi
Osmanlılar döneminde Ermeniler Adana’dan Kafkaslara kadar uzanan bir bölgede dağınık olarak ve azınlık olarak yaşıyorlardı. Kendilerinin Nuh AS’ın oğlu Ya’fes’in oğlu Hayk’ın soyundan geldiklerine ve bölgenin yerli halkı olduklarına inanıyorlardı. Tarihî belgeler ise onların M.Ö. 6. Yüzyıl’da Balkanlardan bölgeye geldiklerini, Trak-Frig kökenli olduklarını gösteriyor.
Ermeniler M. Ö. 521 yılından itibaren İranlıların, M. Ö. 331 yılından sonra Makedonya’nın, M. Ö. 66 yılından sonra Romalıların egemenliği altında yaşamışlardır. Zaman zaman el değiştiren bölge 642 yılında Emevilerin yönetimine geçmiştir. 970’te tekrar Bizanslıların eline geçen bölge 1071 tarihinden itibaren Selçuklular tarafından ele geçirilmiştir. Selçuklulardan sonra İlhanlıların, Akkoyunluların, daha sonra da Osmanlıların yönetimine girmişlerdir. (1473 – 1555) Osmanlı devleti yıkılıncaya kadar da azınlık statüsünde yaşamışlardır.
Osmanlı devleti yönetimi altındaki Asya topraklarının hiçbir bölümünde Ermeni yoğunluğu olmadığı için, hiçbir yer Ermenistan adıyla isimlendirilmemiştir. Birinci Dünya Savaşından önce Anadolu bölgesinde, 1.193.394 Ermeni yaşıyordu. Bu toplam nüfusun % 7’si civarındaydı. Ermenilerin en kalabalık olduğu Bitlis ilinde bile, toplam nüfusa oranları %25’i geçmiyordu.
Bugün Türkiye’de 1960 sayımına göre Ermenice konuşan halkın toplamı 53.173’tür. bunun 41.311’i İstanbul’da, 11.862’si diğer illerde bulunmaktadır. (1)
Ermenilerin Ermenice denilen bir dili vardı ve bu dil çok gelişmemişti. Soylular ve şehirliler, idaresi altında bulundukları milletin dilini konuşurlardı. Hattâ Osmanlı yönetiminde iken 18. Asır ortalarına kadar Türkçeden başka dil konuşmazlardı. Kilisede bile İncil’in Türkçesi okunurdu. Kültürlerinde, folklör ve edebiyatlarında Türklerin geniş tesiri vardı.
Ermeniler de ilk zamanlarda İranlılar gibi ateşperest idiler; aya, güneşe, yanardağlara taparlardı. 301 yılında Kirkor Lusaroviç denilen bir rahibin çalışmalarıyla hristiyan oldular. Hristiyan olunca, Kirkoriye (Gregorien) ismiyle kendilerine mahsus bir kilise kurdular. İnaçları ve ibadetleri katolik ve ortodokslardan farklıydı. Kiliseye yalnız erkekler devam ediyordu. Dînî liderlerine katagigos deniliyordu. En büyük dînî liderleri Erivan yakınındaki Eçmiyazin’de bulunuyordu. Fatih İstanbul’u fethettikten sonra 1461 yılında, Bursa’daki Ermeni dînî lideri Hovakim’i İstanbul’a getirtti. Yayınladığı bir fermanla Ermeni Patrikhanesini kurarak, onu ilk patrik ilân etti.
İranlılar Ermenileri tekrar ateşperest yapmak için, Bizanslılar da kendi mezheplerine çevirmek, ortodoks yapmak için çeşitli baskılar yaparlardı. Müslümanların idaresi altında, yâni Emevî, Abbasî, Selçuklu ve Osmanlı döneminde, Ermeniler serbestçe dînî faaliyetlerini yapabildiler. Askerlikten muaf oldukları için sanat, ticaret ve tarımla uğraştılar. Her bakımdan mutlu ve müreffeh bir hayat yaşıyorlardı.
İkinci Viyana bozgunundan sonra Osmanlı devleti gerileme sürecine girince, devleti yıkmak için batılı büyük devletler planlar hazırladılar, iç işlerine karışmaya başladılar. Azınlıkları devlete karşı ayaklandırmak için çeşitli çalışmalar yaptılar. Başta Rusya olmak üzere, İngiltere, Fransa ve ABD, konsoloslukları vasıtasıyla, açtıkları kolejler vasıtasıyla, Ermeniler arasında milliyetçilik ve ayrılık fikirlerinin gelişmesini sağladılar. Tanzimat ve ıslahat fermanlarıyla azınlıklara tanınan haklar, Ermenileri iyice şımarttı.
1877-1878 Osmanlı Rus savaşı kaybedilip Ayastefanos antlaşması imzalanırken, Ruslarla görüştüler. Daha sonra 1878’de Berlin konferansında Doğu Anadolu’da Ermeni azınlığın olduğu bölgelerde ıslahat yapılacaktır diye bir madde konulmasını sağladılar.
Devletin zayıf zamanlarında çeşitli isyanlar çıkartarak yabancı devletlerin müdahelesini beklediler. Böylece Balkan ülkeleri gibi bağımsızlıklarını kazanacaklarını, müstakil bir Ermenistan kuracaklarını umuyorlardı.
B. Ermenilerin Örgütlenmesi
Osmanlı Devletinde yaşayan Ermenilerin ilk ulusal hareketleri 1860 yılında kurulan derneklerle başlamıştır. Bu dernekler zamanla dış yardım ve kışkırtmalarla, Ermenileri devlete karşı ayaklandıran komiteler haline gelmiştir. Ermeni kiliseleri ve Ermeni okulları ihtilalci fikirlerin aşılandığı en önemli merkezlerdir.
a. Dernekler
1860’ta Adana’da Hayırsever Cemiyeti, arkasından Fedâkârlar Derneği kuruldu. 1870 – 1880 tarihleri arasında Van’da Araratlı, Muş’ta Okulu Sevenler, Doğulu ve Klikya dernekleri kuruldu. 1880 tarihinde bu dört dernek birleşerek Ermenilerin Birleşik Derneği adını almışlardır. 1876’daErmenistan’a Doğru Derneği, 1879’da Milliyetçi Kadınlar Derneği, 1880’de Erzurum’da Silahlılar Derneği, Kafkasya’da Genç Ermenistan Derneği, 1872’de Van’da İttihat ve Halâs Derneği, 1882’de yine Van’da Karahaç Derneği kuruldu. Bu derneğin amacı gerekli yerlerde isyanlar çıkartmak ve gençleri silahlandırmaktı.
1881’de Erzurum’da kurulan Müdâfi Vatandaşlar Derneği, daha sonra büyüdü, çeteler kurdu, dörtyüzden fazla usta çeteci yetiştirip komutanlar atadı. Bunları düzenli silahlı eğitime tabi tutup, silâh ve cephane depoları kurdu.
b. Komiteler
1. Hınçak (Çan) Komitesi: 1887’de İsviçre’de Kafkasyalı Ermeniler tarafından kurulmuştur. Amacı Türkiye Ermenistanı’nı kurmak, daha sonra Rus ve İran Ermenistanlarıyla birleşerek bağımsız bir Ermenistan yaratmaktı. Sosyalizmi benimsemişlerdi.
2. Taşnaksutyun Komitesi (Ermeni İhtilâl Cemiyetleri Birliği): 1890’da Kafkasya’da kuruldu. Amacı Ermeni örgütlerini birleştirmek, Türkiye’ye geçen çetelere yardım etmek, isyanlar çıkartmak suretiyle Türkiye Ermenistanı için siyasî ve iktisâdî özgürlük elde etmekti. Nasyonal-sosyalizme benimsemişlerdi.
Komitenin örgütüne verdiği emir şu idi:
“–Türkü, Kürdü her yerde, her türlü koşullar altında vur! Mürtecileri, ahdinden dönenleri, Ermeni hafiyelerini, hainleri öldür, intikam al!” (2)
C. 1908 Öncesi Ayaklanmalar
Ermeni komiteleri Ermeni zenginlerinden ağır tehditlerle büyük paralar sızdırdılar. Doğu Anadolu’da komitenin emirlerini dinlemeyen yüzlerce Ermeni öldürdüler. Türk ve Kürt köylerini de basıp yağmalamaya başladılar. Türkleri ve Kürtleri yurtlarını bırakıp gitmeye mecbur etmek için akıl almaz işkencelerle öldürüyorlardı.
Anadoluda yer yer çıkan küçük Ermeni isyanları hızla bastırıldı. Büyük isyanlarda Avrupa ülkeleri konsolosları vasıtasıyla müdahele ettiler. Yurtdışındaki komiteciler Avrupa ve Amerika gazetelerinde Türklerin hristiyanları doğradığını iddia ederek amansız bir propagandaya giriştiler.
Sultan Abdülhamid bölgedeki müslüman halkın can güvenliğini sağlamak için, Hamidiye Alayları denilen süvari birlikleri teşkil ettirdi. Bunların subayları bölgedeki aşiretlerin ileri gelenlerinden seçiliyordu. (3)
Bu ayaklanmalardan önemlileri:
1. Sivas ayaklanması (11 Ekim 1881)
2. Erzurum olayı (20 Haziran 1890)
3. İstanbul’da Kumkapı ayaklanması (15 Temmuz 1890)
4. Yozgat olayı (Ekim 1893)
5. Tokat olayı (Ağustos 1894)
6. Birinci Sason isyanı (Haziran 1893 – Ağus. 1894)
7. İstanbul’da Bâb-ı Âli baskını (18 Eylül 1895)
8. 1895 – 1896 ayaklanmaları: Bu iki yıl içinde Ermeniler Anadolu’nun çeşitli yerlerinde ayaklanmalar yaptılar. Bunların başlıcaları; Geyve, Yozgat, Kayseri, Develi, Diyarbakır, Siverek, Harput, Malatya, Arapgir, Adıyaman, Maraş, Urfa, Antep, Sivas, Niksar, Divriği, Merzifon, Amasya, Trabzon, Gümüşhane, Bitlis, Muş, Erzincan, Bayburt, Erzurum, Hınıs ayaklanmalarıdır.
9. Adana olayları (Ekim 1895 – Mart 1896)
10. Zeytun isyanı (Temmuz 1895 – Ocak 1896)
11. Van isyanı (Ekim 1895 – Ekim 1896)
12. Osmanlı Bankası baskını (14 Ağustos 1896)
13. İkinci Sason İsyanı (1898 – 1904)
14. Sultan Abdülhamid’e suikast girişimi, bomba olayı (21 Temmuz 1905)
BİTLİS AYAKLANMASI (Ekim 1895)
Bitlis Ermenilerini Diyarbakır, Erzurum, Van komiteleri ihtilâl ve isyana sürüklemişlerdir.
Bitlis’teki Amerikan kolejinin de ihtilali tahrik ve teşvikte önemli yeri vardır. Bu koleji Bitlis’ten Amerika’ya gitmiş bir Ermeni açmıştır. Bitlis Koleji bu Amerikalının Bitlis’te doğmuş ve çocukluğunu arada geçirmiş olan oğlu Corc’un idaresindedir. Bitlis’e onbeş-yirmi saat uzaktaki köylerden gelen Ermeni çocukları burada yatılı olarak okumaktadırlar. Misyoner Corc, Ermeni çocuklarının kafalarını hükümet aleyhine ihtilâl ve isyan düşünceleriyle doldurup köylerine göndermektedir. Buradan mezun olanlar yakınlarına ve komşularına da ihtilâl ve isyan fikrini aşılamışlar, Ermenileri bağımsızlık hayaline sürüklemiş, Osmanlı Devleti ve Türk milletine düşman etmişlerdir.
Misyoner Corc ile piskopos vekili Ermenilerin ileri gelenlerine, onlar da Ermeni halkına Hınçak komitesinin programını telkin ederek ayaklanma düşüncesini zihinlerine yerleştirdikten sonra, fedâî kaydına başlamışlardır. Bundan sonra her taraftan fedâîler Bitlis’e dolmuşlar, hayalî vaatlerle cesaretlenmişler, devlet memuru Ermeniler istifa edip vazifelerinden ayrılmışlardır.
Ermeni esnafına gelince, alış veriş için dükkanlarına gelen müslümanlara; “Şu belindeki bıçağı ne taşıyorsun? Birkaç güne kadar hükmü kalmayacaktır.” gibi hükümete sadakat, itaat ve tabiiyete aykırı küstahlıklara başlamışlardır.
Gümüşhane olayının çıktığı 13 Ekim 1895 Cuma günü, müslümanlar camilerde hutbe dinlerlerken, protestan kolejindeki kilise çanının ilk kez çalınmasında, Ermenilerin ileri gelenleri görünürlerden çekilip şuraya buraya gizlenmişler; ikinci defa çan çalınmasında, bütün Ermeniler dükkanlarını kapamışlar, eşyalarını öteye beriye dökerek yangın çıkarmaya kalkışmışlar; bir taraftan da evlerine gidip silahlarını alarak camilerin kapılarına doğru ilerlemeye başlamışlardır.
Bu sırada, Ermenilerin her taraftan birden hücuma geçmelerinin işareti olan kilisenin çanlarını üçüncü kez çalmasından önce pencerelerden durumu gören islam kadınları çocuklarını camilere göndermişler, Ermenilerin hücuma geçmek üzere oldukları haberini vermişlerdir. Bu haber üzerine müslümanlar hutbenin bitmesini beklemeden dışarı fırlamışlardır. Camilerden dışarı çıkan İslâmlar, Ermenileri kapı önünde silahlı ve hücuma hazır görünce, çatışma başlamıştır.
Ermenilerin silah kullanmaktaki korkaklığı, müslümanların ise; iyi silah kullanmaları sonucu, Ermenilerin tasarladıklarını yapmalarına imkân bırakılmamıştır. Müslümanlar böyle bir durumla karşılaşacaklarını akıllarına getirmediklerinden yanlarında bıçak ve deynekten başka silah olmadığı halde çarpışmışlardır. Memurlar, komutan ve askerlerin aldıkları ciddi tedbirlerle ayaklanma ancak iki saat sürmüştür. Bu kargaşalıkta İslâmlardan 38 ölü 135 yaralı, Ermenilerden de 136 ölü 40 yaralı olmuştur.
Bitlis’teki olay çevreye de sıçramış, Bitlis’in kaza ve köylerinde de ayaklanmalar olmuştur. Bu ayaklanmalarda İslâmlardan 86 ölü 38 yaralı, Ermenilerden 171 ölü 49 yaralı olduğu alınan tahkikat raporlarından anlaşılmıştır.
Ermeni ayaklanmasının bastırılması elbette hükümetin vazifesidir. İslâmların bu işe karışmasının sebebi, Ermenilerin olaydan önce tenhalarda rastgeldikleri İslâmları öldürmeleri, müslüman kızlarını kaçırıp ırzlarına tecavüz etmeleri; en sonunda müslümanlar Cuma namazı kılmak için camilerde toplandıkları bir sırada tecavüze kalkışmaları; ve nihayet zühd ve takvâsıyla İslâmların büyük saygı duydukları Şeyh Haydar Efendi’nin Ermeniler tarafından korkunç bir şekilde, vahşice şehid edilmesi, bardağı taşıran son damla olmuş; İslâmları nefis müdafaasına zorlamıştır. (4)
D. İkinci Meşrutiyetten sonra ayaklanmalar
Meşrutiyetin ilanıyla (1908) herkeste bir hürriyet sarhoşluğu görüldü. Gazeteler eski idarenin kötülüklerini, hürriyetin nimetlerini sayıp dökerken her köşe başında bir hatip türemişti. Tek kelime ile ağızdan çıkanı kulak işitmiyordu. Bu hengâmeden faydalanan Ermeni siyâsî suçluları, mahkûmları, kaçakçıları İstanbul’a doldular. Şapkaları, kelebekkravatları, Rus lehçesiyle konuştukları Ermeniceleriyle dikkati çekiyorlardı.
Meşrutiyetin ilanıyla, komitelerin artık ihtilalci siyasetlerini birtarafa bırakarak meşrutiyete yardımcı olmaları, memleketin iktisâdî ve medenî gelişmesi için çalışmaları gerekiyordu. Komiteler görünüşte buna karar verdiler.
İttihatçılar Ermenilerin yalanlarına aldandılar, devletin yüksek mevkilerine bir çok Ermeni aydını getirdiler. Bayram ve merasimlerde en önde, ittihat ve terakki Cemiyetinin önemli kişilerinin yanında bulundular. Şişli mezarlığında sözüm ona meşrutiyet uğruna ölen Ermeni fedaileri adına düzenlenen törendi İttiha e terakki Cemiyeti ileri gelenleri de bulunuyordu. Türk ve İslâm düşmanı kanlı katil Patrik Matyos İzmirliyan sürgünde bulunduğu Kudüs’ten İstanbul’a gelirken, İttihatçılar tarafından karşılandı. İttihat ve Terakki Cemiyeti Ermeni cemiyetlerini himayesine aldı. Bu cemiyetler adına müsamere ve konserler verildi.
En önemli yerler, Rusya’dan koğulmuş, Avrupa’nın çeşitli yerlerinden İstanbul’a gelmiş vatansız, milliyetsiz alçaklar tarafından işgal edilmişti. Bu sözde diplomatlar, içlerindekini açığa vurarak Osmanlı devletini devlet olarak tanımayacaklarını ilan ediyorlardı. Taşnak Hınçak ve diğer komiteler yeniden örgütlenmeye, şubeler açmaya başladılar. İstanbul’daki Ermeni basınında Türk-İslâm düşmanlığını körükleyen yazılar birbirini takib etmeğe başladı. (5)
ADANA AYAKLANMASI (14 Nisan 1909):
Adana piskoposu Muşeg, büyük devletlerin dikkatini çekmek ve türkiye’den bir Ermenistan devleti koparabilmek için aylarca hazırlanmış, binlerce Ermeniyi silahlandırmıştı. Piskopos isyan emrini, Osmanlı Devletinin en nazik anında, 31 Mart ihtilalinin ertesi günü, 14 Nisan 1909’da verdi. Adana, Tarsus, Erzin, Misis, Dörtyol, bahçecik ve diğer kazalardaki Ermeniler ayaklanarak zayıf buldukları Türk evlerine dalıp, ırza, mala ve cana saldırmağa başladılar. Üç günde Adana ve çevresi altüst oldu. Ermeniler beşikteki Türk çocuklarını bile öldürüyor, hazırlıksız olan asker ve polis karşı koyamıyordu. İsyana bizzat Türk halkı karşı koydu, nefsini savundu; Ermenilere yıllarca unutamayacakları bir ders verdi. Piskopos Muşeg Mısır’a kaçtı.
Ayaklanmanın sonunda harb divanı kuruldu. Uzun tahkikat ve muhakemeler sonucunda 9 Türk, 6 Ermeni idama mahkûm edildi.
Ermeniler durumu Avrupa basınına Türklerin zulüm ve barbarlığı şeklinde aksettirdiler. Tamamen vahşî, yüksek kültür ve medeniyetten külliyyen mahrum, musiki, şiir, yemek gibi en ibtidâî ihtiyaçlarını Türk kültüründen aynen iktibas eden bir kavim olan Ermeniler, Avrupa ve Amerika basınında mazlum olarak ilan edildi.
Sultan Abdülhamid’i devirdikleri için Avrupa basınında alkışlanan İttihatçılar, telaşa düştüler. Avrupa’ya şirin görünmek için meşrû müdafaa halinde olan Türkleri rastgele asıp kestiler. Bu sırada Adana valisi olan meşhur Cemal Paşa, (o zaman Kurmay Albay Cemal Bey) yeniden harb divanı kurdurdu. Adana şehrinde 30 müslümanı, Erzin kasabasında 17 müslümanı idam ettirdi. İdam edilenler arasında Adana’nın en eski ve zengin ailelerine mensup gençler olduğu gibi, bölgede pek büyük bir nüfuza sahip olan Bahçe müftüsü de vardı. Ermenilerden ise yalnız bir kişiyi idam ettirdi. (6)
E. Birinci Dünya Savaşında Ermeni Olayları
Daha Osmanlı hükümeti Ruslarla savaşa girmeden önce, Kafkasya’da hazırlıklar başlamıştı. Her taraftan Ermeni gönüllüleri Rus ordusuna, Türkiye’ye karşı savaşacak çetelere, intikam alaylarına girmek üzere Kafkasya’ya, Tiflis’e doluşuyordu. Osmanlı meclisinde Erzurum milletvekili olan Karakin Pastırmacıyan, komite tarafından örgüt için Kafkasya’ya gönderildi. Ermeniler bölgeyi iyi tanıyorlardı. Rusların da bunlara ihtiyacı vardı.
Uzlaşma devletleri Ermenilere büyük umutlar bağlamışlardı. Öteden beri siyasi çıkarlarına alet ettikleri bu topluluğu Osmanlı devletine karşı kullandılar. Rus, Fransız ve İngiliz konsolosları bulundukları yerlerde, Çarlık Genel Valisi de Tiflis’te komite başkanlarına gerekli emri verdiler. Ermeni komitelerine ellerinden gelen yardımı yaparak Ermenileri cepheye sürdükleri gibi, bol miktarda para ve cephane vererek içeride de isyanlar çıkarttılar.
Osmanlı Devleti pek az bir zaman önce Balkan Savaşı gibi bir yenilgiden çıkmıştı. Dünya savaşının patlamasıyla, yaşamı ve geleceği söz konusu olmaya başlamıştı. Bu nedenle seferberlik ilan etti. Ermenilerden askere alınanlar, silahlarıyla birlikte düşman saflarına kaçarken, ülkede yaşayanlar da Türk devletini yıkmak için yer yer silahlı ayaklanmalara kalkıştılar. (7)
Bu ayaklanmaların başlıcaları:
1. Zeytun olayları
2. Kayseri Olayları
3. Bitlis ve Muş olayları
4. Erzurum ve Erzincan olayları
5. Elazığ (Harput) olayları
6. Yozgat olayları
7. Sivas olayları
8. Adana olayları
9. Trabzon ve Samsun olayları
10. İzmit ve Adapazarı olayları
11. Urfa olayları
12. Van isyanı
MUŞ’TA ERMENİ ZULMÜ
Muş ahalisinden Mehmet Resul’un yeminli ifadesi:
Ben asker olarak harpte bulunuyordum. Aldığım yaradan ötürü Bitlis’e doğru çekilen birliği takip edemediğim gibi, yaralı ve sakat üç erle birlikte geri kaldık. Az sonra Rus kazaklarının öncüleri olan Ermeniler yanımıza geldiler. Arkadaşlarımızdan Harputlu Hüseyin adındaki erin gözlerini çıkararak, “Kalk bak, Türk askeri geliyor mu?” dediler. Sonra zavallıyı kurşunlayarak şehid ettiler.
Diğer erin sağ yanından derisinin bir kısmını yüzerek çanta şekline koydular. Bu Zavallıya da, “Elini sok, bu çantada padişahınızın parası var mı?” diye işkenceye başladılar, sonra şehid ettiler.
Üçüncü arkadaşımızı yere yatırıp tenâsül aletini kestiler; sonra ağzına koyarak, “Bu boruyu çal, size Osmanlı askerinden yardıma gelsin!” yollu hakaretlerden sonra, onu da şehid ettiler. Artık sıra bana gelmişti. Bu alçaklıkları yapanlar bana yabancı gelmiyorlardı. Yüzlerine baktım, içlerinden üçünü tanıdım. Bunlardan birisi Muş Ermenilerinden ve Çıkar mahallesinden Keşiş oğlu Aram. İkincisi yine Muş’un Yaş mahallesinden Bağdasar Körük oğlu Alkesam, üçüncüsü yine ayni mahalleden Avukat Herant Efendi oğlu Herant idi.
Bunlar beni bir dereye götürdüler. Yaktıkları ateşte tüfeklerini, şişlerini güzelce kızdırdıktan sonra yirmi dört yerimden dağladılar. Yalvarmalarıma, bağırıp çağırmalarıma, sızlanmalarıma asla kulak vermiyorlardı. O sırada birkaç Rus askeri yetişti. Bunlardan birisi beni ölümden kurtardı. Bu asker gizlice kulağıma Rusya’daki müslümanlardan olduğunu söyledi.
Artık Rus, Kazak ve Ermeni çeteleriyle birlikte Bitlis’e doğru yola çıktık. Yolda kaçak kafilelerine, ordunun arkasından göçen zavallılara rastladık. Ermeniler, bu müafaasız kadın ve çocuklarla, zavallı ihtiyarlara şiddetle saldırıyor, yürekler parçalayıcı, insanlık dışı vahşilikle zavallıları katlediyorlardı. İçlerinden Muş’un Ziyaret köyü ahallisinden olduğunu tanıdığım bir Ermeni ile altı arkadaşı, altı müslüman kızını getirdiler. Bunları rükû’a varacak şekilde çırılçıplak durdurdular, sonra iffetlerini kirletmeye başladılar. Bir taraftan bu çirkin ve insanlık dışı işi yapıyorlar, bir taraftan da, “Bundan sonra müslümanlara böyle namaz kıldıracağız!” diyorlardı.
Biz ordan ayrıldık, Tel köyüne vardık. Orada üç gün kaldık. Bu üç günde evvelce beni kurtarmış Tatar Abdulmelik ekmek verdi. Üçüncü gün, artık yardım edemiyeceğini, zira bir müslüman himaye ettiği anlaşılırsa şiddetli ceza göreceğini söyledi. Bu sebeple başımın çaresine bakmam lâzım geldiğini anlattı.
Gecenin karanlığından faydalanarak oradan kaçtım. Şafak sökerken Kızanan köyünün karşısındaki tepeye yetiştim. Köyden feryad ve figanlar işitiliyordu. Ermeni çeteleri bir taraftan köyü ateşe vermişler, diğer taraftan katliâma girişmişlerdi. Oradan da kaçtım. Birçok tehlikeler atlattıktan sonra muhacirlerle birlikte geri çekildik. (8)
VAN’DA ERMENİ ZULMÜ
Van jandarma alay komutanının Raporu:
Çarıksır köyünde bir çocuğun kuzu gibi kızartılarak bir süngü üzerinde direğe iliştirildiğini birçokları yeminle söylemişler cesedin kalıntılarını göstermişlerdir. Ahorik ve Avzerik köyleri arasında elleri bağlı ve karınlarına sokulmuş tenasül aletleri kesilerek ağızlarına sokulmuş dört Türkün cesedi bulunmuştur.
Kavlık Köyünde 7 yaşındaki Fatma ve 5 yaşındaki Gülnar adlarında iki kız çocuğunun iki taraftan kirletilmiş oldukları, ve bu bu kötü hareketin sonucu her ikisinin de sakat kaldıkları görülmüştür. Bugün bu zavallılar Ermeni mezaliminin canlı bir timsali olarak yaşamaktadır. Yine bu köyde 70 yaşından fazla Ali adında bir ihtiyarın, çene kemiklerini süngülerle kırarak, kesip ağzına koymuşlardır. Bunu Van’ı geri alan Türk ordusunun ileri gelen subayları gözleriyle görmüşlerdir.
Ahtoci Köyünde Kemo adındaki şahsın Zeliha isimli eşi tandır başında ekmek pişirirken, Ermeniler Zeliha’nın altı aylık çocuğunu ateşe atarak pişirmişler, zorla annesine yedirmek istemişler; zavallı annenin reddetmesi üzerine, kadının bir bacağını ateşe sokarak yakmışlardır. Bu gün bu zavallı kadın yaşıyor. Gördüğü bu korkunç zulmü anlatırken yürekler tırmalayıcı feryat ediyor. Bu zavallı kadının hikâye ve feryadına katılmamak için taş veya demirden yürek gerekiyor.
Yine bu köyde Ermeniler birçok Türk çocuğunu tezek yığınları arasına koyduktan sonra tezekleri ateşlemişler; bu zavallı masum yavruları diri diri yakmışlardır ki, durum yerinde yapılan inceleme sonucu kalıntılardan anlaşılmıştır. (9)
ESMA NİNE ANLATIYOR
Molla Kasım köyünden 95 yaşındaki Esma Hanım yaşadığı faciayı hafızasında kalan kırıntılarla şöyle anlatıyor:
Ermeniler, Molla Kasım köyünü yerle bir ettikten sonra Zeve’ye gittim. Zeve çayını geçemedim, beni atla gelip aldılar. Zeve’de toplu halde bulunan kadınların tamamını Ermeniler bir dama koyduktan sonra, yere oturulmasın diye su ile doldurdular. Yarı belimize kadar su içinde kaldık. Sonra erkekleri ayırıp götürdüler. Onları başka bir damda diri diri yakmışlar. Ermeniler, 15 yaşından küçük çocukları da bir tarafa ayırdıktan sonra süngüleyerek katlettiler. Kadınları da gruplar halinde Van’a götürdüler.
Bir çocuğumu, gözümün önünde koyun boğazlar gibi boğazladılar. Bir Ermeni, komşumuz Firdevs hanımın oğlunu ayağının altına alıp, iki bacağından ayırarak iki parça edip şehid etti. Ermeniler o kadar çok müslüman boğazladılar ki, akan kanlar koskoca tandırları doldurdu. En son Rus ordusunda vazifeli bir Tatar bu korkunç faciaya son verdi.
Ermeniler, esir ettikleri müslüman kadınları iki sıra halinde aralarına alıp türkü söyleyerek, tef çalarak götürüyorlar; ikide bir; “Korkmayın sizi Van valisi Cevdet Paşa’ya götürüyoruz Cevdet paşa size pilâv ikram edecek!” diyorlardı. Sonra koro halinde: “Cevdet Paşa et temâşa / Gelinlerin oldu matuşka! (fahişe demek)” diyorlardı.
Molla Kasım köyünden Şeyh Selim Efendinin gözlerini oyduktan sonra şehid ettiler. Gene Molla Kasım köyünden Müslim amcayı öldürdükten sonra, cesedini namaz kılıyor gibi bir duruma soktular, İslâmın dini ve imânına küfür ettiler, alaya aldılar.
Ermeniler, bir taraftan erkekleri öldürüyorlar, sonra da: “Korkmayın, size bir şey yok! Onları Rusya’ya para kazanmaya gönderiyoruz.” yalanını gözümüzün içine bakarak söylüyorlardı. (10)
ZEVE’DE ERMENİ KATLİAMI
Kıymet Başıbüyük, Zeveli annesi Hediye hanımdan naklen bu faciayı şöyle anlatıyor:
Seferberlik ilân edilir edilmez Van halkı muhacir olmaya başladı. Zeve ve çevresindeki köyler muhacir olmadılar. Buna sebep olan zeve ve çevresindeki köyler ve muhtarı Süleyman çavuştur. Çünkü muhtar köylüyü toplayıp, “Buradan muhacir olup gitmeye hiç lüzum yok! Ben Ermenilerle kardeş oldum, (!) size bir şey yapmazlar.” diye teminat verdi.
Bu söze inanarak köyü terk etmedik. Sonra Vandaki Ermenilerin ortalığı kana buladıklarını, her tarafı yakıp yıktıklarını duyduk. Ermeniler binlerce müslümanı kesmeye başladılar. Van’ı terk etmeyen hasta, yaşlı, çocuk ve kadınları asıp kesmeye, bir kısmını da çaylara, kuyulara atmaya koyuldular. Sıra bizim köylere gelmişti. O sırada komşu köylerin ahalisi bizim köyde toplandı. Her köyün en az 400-500 nüfusu vardı.
Ermeniler, bir sabah köyümüzü ateşe tuttular. Zeve’de toplanmış müslümanlar, cephaneleri bitinceye kadar köyü müdafaa ettiler. Türklerin cephaneleri bitince Ermeniler köye girdiler. Korkunç facia bundan sonra başladı. Önce Ermenilerle kardeş olduğunu söyleyerek halkın göç etmesine engel olan Süleyman Çavuş’u yakalayıp, korkunç şekilde şehid ettiler. Ermeniler, hamile kadınların karnını yırtıp çıkardıkları çocukları süngülerinin ucuna takarak annelerine gösterdiler.
Kızların ve kadınların kollarındaki bilezikleri almak için çok kolay bir usul buldular. Kasaturalarıyla kızların ve kadınların kollarını kesiyor, sonra bilezik ve yüzükleri çıkarıyorlardı.
Ben, annem ve 20-30 kadar köylü kadını ve çocuk Sultan Hacı Hamza’nın türbesine sığındık. Ermeniler bizi öldürmek için türbeye gazyağı ve benzin serptiler ve ateşlediler. Türbe yanmadı. Kazma kürekle türbeyi yıkmak istedilerse de, yıkamadılar. Hayret ve şaşkınlık içinde, “Yahu bu mutlaka bizdendir.” diyerek gittiler.
Biz oradan çıktık. Çıktığımızı gören Ermeniler üzerimize hücum ettiler. Bu sefer köyün köpekleri bizi kurtardı. Köydeki köpekler insan cesedi yiyerek kuduz olmuşlardı. Her tarafa saldırıyor, köye hiç kimseyi yaklaştırmıyorlardı. Bir zaman köpekler bizi korudu. Sonra Ermeniler köyü işgal ettiler. Biz yine katil ve canavar Ermenilerin eline düştük. Bir hafta sonra Ruslar bizi alıp aç, susuz Van’daki Ermeni kışlasına götürdüler.
Rus Kırgız muhafızlarına, yiyecek bulmak için bizi serbest bırakmaları için yalvarıyorduk. Kısa bir zaman kışlanın yanına çıkınca, hayvanlar gibi söğüt yapraklarına üşüşüyor, bir yandan çabuk çabuk bu yaprakları yerken, diğer yandan etek ve ceplerimizi dolduruyorduk. Aç midelerimize bu acı söğüt yaprakları, bal gibi tatlı geliyordu.
Böylece günler geçti. Sonra Ruslar bizi serbest bıraktılar. Tarlalara dağıldık, ektik, biçtik. Değirmen gösterdiler buğdayları öğüttük. Türk askerinin görünmesiyle tam ve gerçek hürriyete kavuştuk. (11)
F. Ermenilerin Savaş Bölgesinden Çıkartılması ve Tehcir Kanunu (14 Mayıs 1915)
Osmanlı hükümeti ilk aylarda isyanlara karşı yalnız yöresel ve özel önlemler almakla yetindi. Rus ordularının doğu illerini işgali sırasında, özellikle onlara öncülük eden Ermeni gönüllü intikam alayları tarafından müslüman halk acımasızca yok ediliyordu. Van’ın düşmesi, Bitlis, Muş, Erzincan, Bayazit, Zeytun, Sivas vs. bölgelerde isyanların ve saldırıların sürmesi üzerine hükümet, orduyu korumak için hareket etmek zorunda kaldı. Halâ serbestçe çalışan Ermeni komite merkezlerini kapattı, komite liderlerini ve kışkırtıcıları tutuklattı. (24 Nisan 1915) Dışardaki Ermeni topluluklarının her yıl katliam yıldönümü diye andıkları 24 Nisan işte bu tarihtir.
Daha sonra 14 Mayıs 1915’te tehcir (göç) kanunu çıkarıldı. Buna göre:
1. Seferde ordu, kolordu ve tümen komutanları, bunların vekilleri ve bağımsız bölge komutanları, ahali tarafından herhangi bir surette hükümetin emirlerine ve ülkenin savunmasına, güvenliği korumaya ilişkin uygulamalara karşı koymak, silahla saldırı ve direnme görürlerse, derhal askerî kuvvetlerle şiddetli biçimde cezalandırmaya ve direnmeyi esasından yok etmeye izinli ve mecburdur.
2. Ordu, müstakil kolordu, tümen komutanları askerî icablardan dolayı veya casusluk ve hainliklerini hissettikleri köyler ve kasabalar ahalisini, tek tek veya topluca diğer yerlere sevk ve iskân edebilirler.
3. İşbu kanun yayın tarihinden itibaren geçerlidir. (12)
Bu kanuna göre, ayaklanma hazırlığı içinde olan Ermeniler İç ve Doğu Anadolu’dan güneye, o zaman sınırlarımız içinde bulunan Suriye, Lübnan ve Irak’a göç ettirilmiştir.
G. Ermenilerin 1918 – 1920 yılları arasında yaptıkları mezâlim
Ermenilerin Ruslara yardımcı olarak birlikte işgal ve katliamlar yaptıklarını yukarıda anlatmıştık. İşgal yıllarında bu zulüm çeşitli şekillerde devam etti. Nihayet 7 Kasım 1917’de Rusya’da ihtilâl oldu, 22 Ocak 1918’de Rusya mütareke istedi. Bunun üzerine Rus ordusu işgal ettiği doğu Anadolu’dan çekilmeğe başladı. Bu esnada Ermeniler yine yağma ve katliamlar yaptılar. Her tarafı yakıp yıktılar. Trabzon, Gümüşhane, Erzurum, Erzincan, Van, Bitlis, Muş ve Kars bölgelerinde pek çok zulümler icra ettiler.
ERZURUM’DA ERMENİ ZULMÜ
Ilıca’da kaçamayan Türklerin hepsinin öldürüldüğünü ve kör baltalarla enselerinden kesilmiş bir çok çocuk cesetleri gördüğünü Erzincan’dan Erzurum’a dönüşünde bizzat başkomutan Odişelidze söyledi. Ilıca katliamından üç hafta sonra 11 Mart 1918 pazartesi günü ordan dönen yarbay Griyazmof gördüklerini şöyle anlattı:
“Köylere giden yollarda uzuvları tahrib edilmiş bir çok cesetlere rastladım. Her geçen Ermeni bu cesetlere bir kere söğüp tükürüyordu. 25-30 metrekarelik cami avlusuna iki arşın (141 cm) yüksekliğinde cenaze yığılmıştı. Bunların arasında her yaşta kadın, erkek, çoluk çocuk ve yaşlılar vardı. Kadın cesetlerinde zorla ırza geçme halleri pek belli bir halde idi. Birçok kadın ve kızların tenasül yerlerine tüfek fişeği sokulmuştu.
Alaca menzil komutanlığı müteahhidi olan bir Ermeni 12 Mart 1918’de yapılan vahşilik üzerine şunu anlattı: Ermeniler bir kadını canlı olduğu halde bir duvara çivilemişler; sonra kalbini oyup başının üstüne asmışlar.
Erzurum’da Rus topçu subaylarından Gürcü asıllı teğmen Midvani şöyle bir olaya tanık olduğunu anlattı: Bir Ermeni, arabacılardan bir müslümanı vurmuş, fakat öldürememiş, sırt üstü düşmüş. Ermeni elindeki sopayı, can çekişen müslümanın ağzına sokmak istemiş. Dişleri kilitlenmiş olduğundan sopayı ağzına sokamayan Ermeni, müslümanın karnını tekmeleye tekmeleye öldürmüş. (13)
30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesinden sonra Türk Ordusu Kars ve çevresini terk ederek 1877-1878 Türk-Rus savaşı sonrası çizilen sınırın batısına çekilmişti. Bu bölge tekrar Ermeni cellatların ellerine bırakılmış oldu. Bağımsız Ermenistan devletine bağlı çeteler iki yıl boyunca çeşitli zulümler yaptılar. Nihayet Kâzım Karabekir Paşa komutasındaki Türk ordusu 30 Ekim 1920’de Kars’ı, 12 Kasım 1920’de Iğdır’ı Ermenilerden kurtardı. 3 Aralık 1920 günü Ermenistan’la Gümrü anlaşması imzalandı.
Mondros Mütarekesinin 7. maddesine dayanarak Uzlaşma Devletleri Anadolu’nun her bir tarafını işgale başlamışlardı. Güney illerimiz (Urfa, Antep, Maraş, Adana) önceleri İngilizler tarafından işgal edilmiş ve daha sonraları ise Fransızların denetimine geçmişti. Ermeniler bu bölgede de, Fransızların himayesinde zulüm ve katliamlarını sürdürdüler.
ADANA’DA ERMENİ ZULMÜ
Vanlızade Nihat anlatıyor:
Fransızlar, Ermenilerle iş birliği halinde vesileler icat ederek Türkleri öldürüyorlar; para ve mallarını yağmalıyorlardı. Ermeni kilisesi kasaphane (maktel) olmuştu. Köşe bucaklarda, ıssız yerlerde yakaladıklarını sürüyerek kiliseye götürürler, işkenceler içinde canını alırlardı. Bu gibi facialar bir taraftan devam ederken diğer taraftan Fransızlar sorgusuz sualsiz masum Türkleri Kumlukta Hacı Ali tekkesinde kurşuna dizerlerdi. Rahmetli babam eski sarayda oturuyordu. Güpe gündüz evini bastılar. Bütün ev eşyasını aldıktan sonra depodaki çenberli pamuklarını da götürdüler.
Ermeni çeteleri ansızın çiftliğimize baskın yaptılar. Hazırladığımız bütün malları, ne var ne yok, yataklarımıza varıncaya kadar alıp arabalara yüklediler. Hayvanlarımızı da önlerine katıp, bizim üçümüzün elini kolunu sıkı sıkıya bağlayıp, Şahin Ağa kilisesi köyüne sevk ettiler. Burası mahşerden bir nümune idi. Binlerce Ermeni ile dolmuştu. Çeteler, dişinden tırnağına kadar çapulcu, yağmacı Ermeniler burada mevcuttu. Bizi hay u huyla karşıladılar. Binbir çeşit yakası açılmadık küfür ve hakaretler içerisinde, çete başı Sivaslı Kireççi Agop’un önüne çıkardılar. Gayet terbiyesiz bir biçimde bizden para istedi:
“–Sakladığınız yeri gösteriniz, aksi takdirde başınıza çeşitli işkencelerle ölüm gelecektir!” dedi.
Varımız olan 17 altun lira ile 637 banknotumuzu daha önce elimizden almışlardı.
“–Bir şeyimiz kalmadı ki verelim; verecek paramız yok!” der demez, öldüresiye bir dayak atıp beni merdivenden aşağıya tekmelerle yuvarladılar. Kahkahalarla halimizi seyr edenler arasında, Adana’nın zengin ileri gelen Ermeni tüccarlarından Kalasyan ile Bızdıkyan ve Kasparyan’ı gördüm.
Babamı çırıl çıplak ederek bir çukura götürdüler. Aşıkyan fabrikasında çalışan İstepan adındaki Ermeni, belinden çıkardığı 60 cm. uzunluğundaki kamayı babamın sağ böğrünün karaciğer nahiyesine sapladı. Kelime-i şehadet getiren babama kızan kaatil peygamberimize küfür etti. İkinci darbeyi de aynı bıçakla boynunun sağ tarafına indirdi. Rahmetli babamın başı göğsüne sarktı, şehid olarak gözlerini kapadı.
Babamın ayaklarına bir ip takarak takur tukur sürükleyip kör bir kuyuya cesedini attılar. Tüyler ürpertici bu manzara, hemen beş metre uzağımda cereyan etti. Facianın dehşetinden kanım dondu. Şimdi sıra bana gelmişti. Perişan halimde yanıma geldiler. Beni de anadan doğma soyundurdular. Üzerime bir teneke gaz yağı döktüler. Bir elinde kibrit, diğerinde kutusu olan Ermeni üzerime geldi. Dedi ki:
“–Siz çok zenginsiniz, çok paranız olduğunu biliyoruz. Üzerinizden çıkan para ile bizi aldatamazsınız. Eğer paranın yerini söylemezseniz, babanın akıbetini gördün, seni de diri diri yakacağız. Çabuk söyle, böyle bir ölümden kendini kurtar!”
Diri diri yakılıp ölmenin çok feci olduğunu düşünerek vakit kazanmak maksadıyla:
“–Evet, çok paramız var, hem de heybe dolusu… Bunların yerini çiftlikte size göstereceğim!” dedim.
Derhal gazlı vücuduma elbisemi giydirdiler. Çete başının yanına götürdüler. Çete başının verdiği emir de, derhal çiftliğe gidilmesi, paralar alındıktan sonra geri dönülmesi idi. Verdiğim cevapta:
“–Bu çok yanlış bir emirdir. Paralar samanlıkta gömülüdür. Samanlığı boşaltmak, gömülü yeri açmak hayli vakte bağlıdır. Burası akşam olur olmaz Türk çetelerinin at oynattığı ve etrafı gözettikleri bir yerdir. Şimdi vakit akşam, nerede ise güneş batmak üzeredir. Biz oraya gidip işe başladığımız zamanda, behemehal Türk çeteleri gelecek, iki taraf arasında şiddetli bir çarpışma olacaktır. Ben belki bu çarpışmalarda ölebilirim. Sizin elinize para geçmediği gibi, bir hayli zayiata maruz kalabilirsiniz. Beni öldürseniz bu saatte çiftliğe ayak basmam!” dedim.
Çete başı bu düşüncemi haklı buldu. İşi yarına bıraktı. Beni üç nöbetçinin nezareti altında bir odaya soktu. Köyün etrafına da nöbetçiler kondu. Çeşitli yerlere de gözcüler dikildi. İlk işim kolay ölümün çaresini aramaktı. Yarın çiftliğe gidip kendilerini aldattığımı anlarlarsa, kim bilir bana nasıl işkenceli bir ölüm tatbik edecekler. Bunları düşündükçe tüylerim diken diken oluyordu.
Altının, çuval dolusu banknotların neşesi içinde, çeteler yaptıkları günlük mezalimi iftiharla çete başına anlatıyorlardı. Yeğenim Tahsin’in Taşcı’da cesedinin kuyuya atıldığını, Zağarlı, Kamışlı, Yalnızca, Mıhıllı köylerinin tamamen yakıldığını, buralarda ellerine geçenleri ve Yalnızca’da Afganlı müslüman bekçinin, Aşık Kâhya’nın, Zağarlı’dan Sağır Sait’in ve berber Mahmut’un kız kardeşleriyle birlikte çocuklarının, Şahin Ağa kilise köyünden Deli Kerim’in, Gök Mehmet’in karısı Emine’nin, Veysel’in karısı Emine’nin ve daha isimlerini hatırlıyamadığım elli kadar Türk’ün, çeşitli işkenceler içinde nasıl öldürüldüklerini kahkahalarla anlatıyorlardı.
Geç vakte kadar içtiler, hepsi de sızdı. Yediğim dayaktan, yarın karşılaşacağım felaketten yerimde oturamıyordum. Kurtulmak değil kolay ölmek istiyordum. (14)
Fransızların ve Ermenilerin zulmü Maraş’ta halkın ayaklanmasına sebep oldu. Yirmi gün süren şiddetli çarpışmalardan sonra 11 Şubat 1920’de Maraş kurtarıldı.
Daha sonra 20 Ekim 1921’de Fransızlarla Ankara Antlaşması imzalandı. Fransızlar güneyde işgal ettikleri yerleri boşalttılar. Sadece Adana bölgesinden 120.000 Ermeni Suriye’ye kaçtı. 30.000 kadarı da Kıbrıs, Mısır, Adalar ve İstanbul’a gitti.
SONUÇ:
Yukarıda yazdıklarımızdan da anlaşılacağı üzere isyan eden Ermenidir, zulmeden Ermenidir, katliam eden Ermenidir. Mazlum ve mağdur olan, yüzbinlercesi katledilen, tecavüze uğrayan, yerinden yurdundan sürülen mâsum Anadolu müslümanıdır. Fakat Ermeniler bir asırdır yaygara yapmakta, basın, yayın ve propaganda yoluyla dünyayı aldatmağa çalışmakta; haçlı ruhuyla hareket eden bazı devletler de onlara destek olmaktadır.
Soykırım iddiasına gelince; 1914 nüfus sayımına göre Osmanlı topraklarında yaşayan Ermeni sayısı 1.300.000’dir. Bunun 525.000’i işgalci Ruslarla beraber Rusya’ya göç etmiştir. Amerika, Suriye, Yunanistan, İran, Lübnan vs. ülkelere göç edenlerin sayısı da 582.000’dir. Toplam 1.107.000 Ermeninin göç ettiği anlaşılmaktadır. Türkiye’de kalan 50.000 civarındaki Ermeni’yi hesaba katınca, Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında, Ermeni isyanları ve göçler esnasındaki toplam Ermeni kaybının 143.000 civarında olduğu anlaşılır. Halbuki aynı dönemde, aynı bölgelerdeki müslüman ahalinin kayıpları 1.400.000’i bulmaktadır. (15) Yâni esas soykırıma uğrayan müslümanlar olmuştur.