GEÇMİŞLERİ ATİLA’YA UZANAN EFSANEVİ TÜRKLERİN YAŞADIĞI DUYULMAMIŞ BİR COĞRAFYA SEKELİSTAN
sekelistan,sekelistan hakkında merak ettiğiniz her şey,sekelistan özerk bölgesi,sekelistan neresidir,sekelistan türkleri,ülke videoları,ülkeler hakkında bilgiler,gizemli rotalar,sekel türkleri,sekeller,macaristan,romanya,romanya türkleri,romanyanın türk kökenleri,belgesel,romanya türkleri belgeseli,hiç duyulmamış turan halkları,tarih,atatürk,ilginç bilgiler
İç Anadolu’nun Kalıntı Ormanları belgeseli, Kırsal Çevre ve Ormancılık Sorunları Araştırma Derneğince 2016-2018 yılları arasında yürütülen İç Anadolu Bölgesinin Kalıntı Ormanlarının Tanıtımı ve Korunması Projesi` kapsamında hazırlandı. Projede olduğu gibi yine dernek gönüllüleri tarafından çekimleri ve kurgusu tamamlanan belgesel;
Kalıntı orman nedir?
Bir zamanlar Anadolu ormanları nasıldı?
İç Anadolu’da ormanlar neden azaldı?
Kalıntı ormanlar neden kalmış?
Kalıntı Ormanları günümüzde tehdit eden etmenler neler?
Ve Kalıntı Ormanların korunması için neler yapılmalı?
Başkurtistan, Rusya’nın bir federal bölgesi olan Başkurdistan Cumhuriyeti’nin kısa adıdır. Başkurdistan, Rusya’nın batısında yer alan Ural Dağları’nın doğusunda bulunan bir bölgedir. Başkurtistan’ın başkenti Ufa’dır.
Başkurtistan, Ural Dağları’nın doğusundan Batı Sibirya’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyada yer alır. Başkurtistan Cumhuriyeti, Rusya Federasyonu içinde özerk bir cumhuriyet statüsündedir ve Başkurt Türkleri’nin ana yaşadığı bölgedir. Başkurtistan, tarihi, kültürel ve idari birim olarak Başkurt halkının çoğunlukta olduğu bir bölge olarak bilinir.
Başkurt Türkleri kimdir?
Başkurtlar veya Başkortlar veya Başkırtlar, Türk halklarından biridir. Çoğunluğu Rusya Federasyonu içindeki Başkurdistan’da yaşar. Önemli sayıdaki Başkırt topluluğu Tataristan’da Perm Krai ve Çelyabinsk, Orenburg, Kurgan, Sverdlovsk, Samara ve Saratov oblastlarında bulunur.
Başkurtlar arasında yetişmiş önemli alimlerden biri de Zeki Velidi Togan’dır. En önemli ulusal kahramanları ise Başkurt bağımsızlık savaşçısı Salavat Yulaev’dir. Başkurt adının Beş Ogur sözcüğüyle ilgili olduğu sanılmaktadır. Dilleri, Kıpçak Türkçesi grubuna girmektedir. Başkortlar, Güney ve Orta Ural dağlarının iki yanında bulunan bozkır ve ormanlık alanda yaşamışlardır. 12. yüzyıla kadar eski Türk dinini koruyan Başkortlar, Altın-Orda egemenliğinde İslamiyeti kabul etmişler. (14. yüzyıl) ve 17. yüzyıldan itibaren de Rus hakimiyeti altına girmişlerdir.
Varşova Gettosu (Getto Warszawskie – Warsaw Ghetto), II. Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanyası’nın Polonya’yı işgali sırasında var olan bir Yahudi gettosudur. 1940 yılında, Almanlar tarafından Yahudi nüfusunu toplamak ve kontrol etmek amacıyla Varşova’da kuruldu. Getto, Yahudi nüfusunu sınırlı bir alana sıkıştıran, kötü koşullarda yaşamaya zorlayan ve Nazilerin sürgün ve toplama kamplarına gönderme politikasının bir parçasıydı.
Getto Warszawskie, 1940-1943 yılları arasında varlığını sürdürdü. Bu süre zarfında, getto içindeki koşullar oldukça kötüydü; açlık, hastalık ve insanlık dışı yaşam koşullarıyla karşı karşıya kaldılar. Getto, sık sık naziler tarafından gerçekleştirilen baskınlar, toplu infazlar ve sürekli olarak daraltılan yaşam alanlarıyla zulümle anıldı.
1943 yılında, getto içindeki direniş hareketi olarak bilinen Varşova Getto Ayaklanması gerçekleşti. Ancak, naziler direnişi kanlı bir şekilde bastırdı ve getto nihayetinde tamamen yok edildi. Varşova Getto Ayaklanması, Yahudi direnişinin sembolik bir olayı haline geldi ve II. Dünya Savaşı’nın Yahudi Soykırımı sırasındaki zulmü ve direnişi anlamak için önemli bir tarihsel olaydır.
Bu önemli Arşiv belgesini gönderen Selen Hanıma teşekkür ederiz.
İnşaat Mühendisleri Odası Ankara Şubesi Su Çalışma Grubu Üyesi, Çevre ve İnşaat Yüksek Mühendisi Hasan Akyar ve TMMOB Yönetim Kurulu Üyesi, Meteoroloji Mühendisi İsmail Küçük’e projeye katkılarından dolayı çok teşekkür ederim.
Emrullah Ali Yıldız idealist Türk bir mucittir. 1909 yılında Bursa’da Vidinli bir baba ve Kafkaslı bir anneden dünyaya geldi.
1926 yılına geldiğinde 17 yaşındayken İstanbul Yeşilköy’de Türk Tayyare Cemiyeti tarafından açılan Tayyare Makinist Mektebine başladı.
İçindeki havacılık tutkusu başarısına da yansımıştı. 1927 tarihinde Emrullah Ali Yıldız bu okulu birincilikle bitirdi. Okulun zorunlu tuttuğu 4 yıllık zorunlu hizmet taahhütnamesini imzalayan Yıldız 1928-1931 yılları arasında zorunlu görevi olan Eskişehir Askeri Hava Okulu Hazırlama Bölüğü’nde Tayyare Makinistiliğini bitirdi.
Zorunlu hizmetini bitirdikten sonra istifa edip Bursa’ya döndü. 1935 yoluna gelindiğine ise yerken keni kuvvetiyle havalanan bir planör yaptı.
Çalışmaları durmayıp devam etti. Bir yıl sonra tek kişilik bir planörle 18 saat 35 dakika havada kalıp Türkiye rekorunu kırdı.
Dünya tarihinin en uzun rekoru olan 13 saat 59 dakikayı Almanlar elinde bulunduruyordu. Ta ki tarih 1938 yılını gösterene kadar. Yıldız, öğrencisi olan Seza’i Göksu ile birlikte planörle uçuşunu gerçekleştirdi. Uçuş tam 14 saat 20 dakika sürdü. Emrullah Ali Yıldız aşını dünya tarihine bu başarısıyla yazdırdı.
Yıldız’ın ne havacılık tutkusu bitti ne de çalışmaları… 1943 yılında otomatik açılan paraşütü buldu.
Paraşütünün icadını şöyle anlattı: “Bugünün tayyarelerinin sürati, paraşüt gaye süratinden çok daha fazla olduğundan, motoru duran, kopan, kanadı kırılan veya yanan bir tayyarenin pilotu, tayyaresini terk ettikten sonra paraşütünü açmayı geciktirmek mecburiyetindedir. Lazım gelen bu gecikme için pilotun birçok saniyeli atlayışları olan tecrübeli bir paraşütçü olması şarttır. Bugün bunun imkansızlığı içinde pilotun bir de yaralı olabileceği göz önüne getirilirse paraşütten istifade bir tesadüften ibaret kalmaktadır. Halbuki her pilotun paraşütüne takılabilecek olan bu alet, pilotu hem büyük bir yükten kurtaracak, hem de erken veya geç açma gibi hatalardan koruyacaktır. Alet, pilotun kendi istediği ile paraşütünü açmasına bir mani teşkil etmemektedir. Pilot, icap ederse istendiği anda paraşütünü kendi inisiyatifiyle açabilir ve kullanabilir.”
Fakat bu başarıya sahip çıkılmadı. Amerikalılar tarafından ilgi gördü. Yıldız: “İşte bu sıralarda karşıma iki yabancı mühendis çıktı. Keşfimle çok yakından ilgilendi. Tetkik ettirmek üzere benden hesap ve projeler istendi. Hepsini aldı gitti. Aradan tam bir sene geçtikten sonra cevap geldi. Geldi ama, artık bizim keşif, keşif olmaktan, icat olmaktan, ihtira olmaktan çıkmıştı. Tabii tıpkısı değil, fakat benimkine benzer bir alet, şimdi Amerika havacılığında muvaffakiyetle tatbik ediliyor.”
Emrullah Ali Yıldız için çalışmalar bitmemişti dikey kalkan helikopteri icat etti. Ama maalesef hiçbir çalışmasına sahip çıkılmadı. Küskünlük zamanında yapılan bir söyleşide Yıldız: ‘Helikopter patentini de 1956 yılında aldım. Ancak ona da ilgi duyan olmadı. Dikey kalkış yapan Harrier’e benzer bir patent çalışmam daha olmuştu. İlgisizlik nedeniyle bunu da değerlendiremedim. Sonraki yıllarda Harrier uçağını görünce içim sızladı.” sözlerini söyledi.
Pervaneler ile ilgili buluşlarda yaptı fakat kimse tarafından ilgi görülmedi ve bu buluşu 1000 dolara Amerika’ya satmak zorunda kaldı.
Bu olaylar onu havacılıktan küstürdü. Bir fotoğraf stüdyosu açıp artık bu tarafta yeni şeyler keşfetmeye başladı. Ama havacılığa küskün gitti…
Ani hava değişiklikleri, etkisini yapağıda gösterir. Olumsuz koşullar altında tek bir tiftik kasılmalar gösterecek ve bu da onun “esnemesini” ve “gerilmesini” büyük ölçüde azaltacaktır. Bu nokta, Dr. William McMurtrie’den yapılan alıntıda tamamıyla ele alınmıştır ve burada daha fazla belirtilmesine gerek yoktur.
Angora keçilerinin ilk yetiştiricilerinden biri olan ve iyi gözlem ve nadir muhakeme yeteneğine sahip bir adam olan John S. Harris, en iyi ve en düzgün tiftiğin otlarla beslenen keçilerden geldiğini söylüyor. Keçiler için fırçanın “turta” olduğunu ve biraz turtanın zarar vermeyeceğini, ancak her turtanın iyi olmadığını söylüyor. Bu, çoğu yetiştiricinin görüşüne aykırı olsa da, bu kadar uzun süredir keçi yetiştiren birinin deneyimi aceleyle bir kenara bırakılmamalıdır.
S. C. Cronwright Schreiner şöyle diyor: “Eğer keçilerin yapabilecekleri en iyi yapağıyı üretmeleri gerekiyorsa, onların kesintisiz olarak iyi durumda tutulması gerekir. Başta çalılar ve aromatik bitkiler olmak üzere çeşitli yiyeceklere sahip olmaları ve aktif bir yaşam sürmeleri gerekir; mümkünse içme suyuna sahip olmalılar ve tozdan uzak tutulmalılar; kesinlikle gerekli olmadıkça toplanmamalı (veya dökülmemeli); temiz uyku yerleri olmalı ve bir arada kalabalık olmamalıdır.
Yazarın görüşü, yapağının uzunluğu, mukavemeti ve inceliği ile ilgili birçok önemli noktanın bilimsel deneylerin konusu olması gerektiği ve bu deneylerin yem ve iklimin etkilerini de içermesi gerektiği görüşündedir. Bu nitelikte bir incelemenin sonuçları, her ikisinde de aynı koşulların geçerli olması nedeniyle, yıllık yün üretimi 289.000.000 pound olan ülkemiz koyun endüstrisi için olduğu kadar, büyüyen tiftik endüstrisi için de cevap verecektir. lifler.
Tiftik fiyatları.
Ankara keçilerinin bu ülkeye getirilmesinden sonraki ilk birkaç yılda tiftik için elde edilen tanınmış fiyatlar hakkında uzun bir bölüm yazılabilir; ancak o dönemde bu ülkede yapağı üretebilecek bir fabrika bulunmadığından, üretilen tiftik miktarı çok sınırlı ve kalitesi belirsiz olduğundan ve o dönemde yapılan satışlara ilişkin elimizde kesin bir veri bulunmadığından, Zaman zaman değinilen devasa fiyatlara rağmen, o dönemin fiyatlarını tartışmanın hiçbir yararlı amaca hizmet etmeyeceği görülüyor. Bu nedenle, günümüzün tiftik yetiştiricilerini ilgilendiren fiyatlar olduğundan, mevcut fiyatlara dikkat edilecektir. Önceki paragraflarda niteliklerin değişmesiyle ilgili söylenenler
Tiftik bağları şüphesiz ki fiyatın bu olduğu düşüncesini akla getirmiştir.
aynı zamanda çok değişkendir ki bu doğrudur. Bu kalite değil.
NOT:
Ankara keçisi, Ankara’ya has bir keçi ırkı. Ataları, 13. yüzyılda Orta Asya’dan Anadolu’ya göçen Türkler tarafından, Hazar Denizi’nin doğusundan getirilmiştir.
1838 yılında ise , padişah izni ile 6 adet keçi Güney Afrika’ya götürüldü, üretildi; şimdi tiftiğin Fransızcası olan MOHAİR markası ile dünya tiftik ticaretini ellerine aldılar.
Türkiye’de ise ; 1958 de 6 milyon keçiden 3 000 ton tiftik elde edilmişken, 2019 yılı itibariyle 85 000 keçiden 150 ton tiftik üretilmiş.
Doğu Türkistan’da yaşayanlar kafir çocuğu mu? Bir gün de onlar için miting yapsanız n’olur.!?
ELBET BİR GÜN…
Türk Toplumu olarak Filistin’de yapılan zulmü herkes biliyor ama bu toplumun yüzde kaçı Uygur’dan, Doğu Türkistan’dan ve yapılan zulümden haberdar?
Filistin’de yaşananlara “insanım” diyen kimse kayıtsız kalamaz ama Filistin’e verilen desteği öz kardeşlerimiz, soydaşlarımız Doğu Türkistan’a verseydik şimdi özgürdüler…
Doğu Türkistan’da yaşayanlar kafir çocuğu mu? Bir gün de onlar için miting yapsanız ne olur, bir gün de onlar için böyle açıklamalar yapsanız…
Çin, Doğu Türkistan için niye uyarılmıyor?
Yapmazsınız, uyaramazsınız;
Çünkü, sizin derdiniz başka.!!
Doğu Türkistan için gösteremediğimiz acımızı, bize karşı açılan isyan bayrağını hâlâ bayrak olarak kullanan yabancı bir halk için gösterecekmişiz…
Hadi oradan.!!!
Eğer tepki göstermek için Müslüman arıyorsanız, Uygur Türkleri Müslüman!
Eğer Türk arıyorsanız, Uygur Türkleri Türktür!
Eğer aradığınız insanlık ise, Doğu Türkistan’dakiler insandır ve orada yıllardır bir insanlık dramı yaşanmaktadır !
Kavramlar, dil denilen mucizeli servetin değerli taşlarıdır. Kavramlar zekânın anahtarları, zihin adlı deponun hazineleridir. Bazı kavramlar ise, tanımlarında birleşildiği oranda, fert ve toplum planında benlik ve kimlik oluşturuculuk ve yaşatıcılık işlevine sahiptir. Enerjilendirme gücü taşıyan kavramların tanımlarında ihtilaf bulunan toplumlarda sosyal gerginlikler kaçınılmaz olur.
Kişiyi ve toplumu bütünleştirme gücü ve işlevi bulunan kavramlardan beşine değinmek istiyorum:
Benlik ve Millî Benlik
Batı dillerinde ego ve self olmak üzere iki ayrı kavram var: Ego, her türden değerlendirme ve davranışın merkezine kendisini koymaktır; ego, diğer insanları ve varlıkları kendi ölçüleriyle değerlendirme durumudur. Ego, kendini fazlaca beğenmeye, ölçüsüz tepkilere yol açabilen bir ‘iç ses’tir. Aşırı bencil anlamındaki egoist kavramı, haklılığını, üstünlüğünü benimseyip benimsetmeye çalışanları tanımlamaktadır. Arap dilindeki enâniyet kavramı ise, bencilliği karşılamaktadır.
Self kelimesi, ‘kendi olmak, kendiyle ilgili sınırları bilmek, şahsî hukuku konusunda bilinçli tepkiler vermek’ anlamındadır. Türkçemizdeki öz güven, öz- erk sahipliği self kavramıyla anlamdaştır. Self kavramını, şahsî şeref, onur veya ‘kendilik bilinci’ olarak da karşılayabiliriz.
Ruh, can kelimeleri başta olmak üzere, birçok anlamın karşılığı olan nefs kavramına kısaca değineyim: Rab, ilettiği vahiylerle egoistliğin dereceleri olan, nefs-i emmâre ve nefs-i levvâme basamaklarının aşılmasını, ‘nefs-i mülheme’den ‘mutmainne’ye doğru gelişerek ‘insan-ı kâmil’e erişilmesini emrediyor.
Ego ve self ayrımını dikkate almaksızın, benlik kelimesini kullanacağım. Benlik, insanın kendisini nasıl gördüğü, kendisine hangi değeri biçtiği konularındaki özel bir tespittir. Kendi olmak, kendi varlığının sınırlarını, gücünü ve geliştirilerek şahsiyet konumuna yükseltmek, iyi, faydalı işler yapıp hakkı savunmak, insan olarak yaratılmanın asıl sebebidir.
İnsan önceki nesillerden devralınan bedene ve ruha ait özelliklerle biçimlenerek yapılanmaktadır. İnsan atalarından gelen olumlu veya olumsuz biyolojik, psikolojik, etnolojik genleri eğitimle çağdaşlaştırmaktadır.
Toplumlar insanın bencilleşmesini eğitim aracılığıyla azaltıp, uyumlu kılmaya çalışmaktadır. Düzenli ve düzensiz, yaygın ve örgün eğitimler, benzeştirme, gönüllü ve bilinçli biz olmayı hazırlayan süreçlerdir. Benlik, şeref ve haysiyet kavramlarına bağlı kabullenmelerin oluşturduğu tercih ve tepkileri yapılandırmaktadır. Şeref ve onur’a bağlı benlik yansımaları, toplum içinde yer ve itibar kazanmanın imkânlarını hazırlamaktadır.
Her toplumun ‘ben’leri, ‘biz’ kavramı etrafında birleştirmeye yönlendiren benimsetme yolları ve araçları vardır. Bu benimsemeler sonucunda ferdî benlik, millî benlik kavramının temsilciliğini de üstlenmektedir.
Millî benlik, insanın ortak benimseyişler yoluyla, aitlik duygusu taşıdığı toplumun değerlerini kabullenmesi ve sahip çıkmasıdır. Millî benlik, bir toplumun ata saydıkları kişiler ve topluluklardan alınan biyolojik, psikolojik, sosyolojik miraslar bütünüdür. Millî benlik, bir topluluğun mensubiyet duygusuyla, önceki nesillere atıflar yaparak devam etme düşüncesine bağlı kabullenmelerdir. Millî benlik adlı yapılandırıcı, insanın, yabancılar karşısında iken, ait olduğu topluma ve devletine dayanması, güvenmesidir.
‘Başka/öteki’ sayılanlarla veya benzeşilenlerle ilgili konumlarını, aitlik, mensupluk duygusu ve düşüncesine bağlamanın sonucu olan enerjiye millî benlik diyoruz. Millî benlik, incitilme, aşağılanma hâllerinde; hürriyetin ve bağımsızlığın kaybedilmesi tehlikesi ile karşılaşılınca meydana çıkan, ortak direnme ve korunma ihtiyacı duyma psikolojisidir. Millî benlik, devletin bağımsızlığı, milletin egemenliği, vatanın bütünlüğü tehlikelerle karşılaştığında ortaya çıkan bir bağışıklık ve savunma enerjisidir.
Millî ruh, millî heyecan, millî mefkûre, millî tavır, millî şuur, millî vicdan, millî uyanış, millî direniş, millî birlik, millî mücâdele, millî ülkü, milletin şerefi, millî haysiyet, millî izzeti nefis, millî hafıza vb. gibi söyleyişler, millî benlik kavramının Türkçedeki değişik ifadeleridir.
Emperyalist devletler ve kuruluşlar, zihnen yetersiz, yönetimi beceriksiz, millî direnişlere yol açabilecek benlik enerjisi zayıf toplumların ve ülkelerin yer altı ve yer üstü kaynaklarını sömürmektedirler. Emperyalistler, sömürmek veya diz çöktürmek istedikleri toplumlardaki millî benlik adlı enerjiyi, yok edilmesi gereken en büyük engel saymaktadırlar. Millî benlik, bir toplumun başkalarının esir veya âciz kılmasına karşı çıkarak tek yürek olma gerçekliğidir.
Her insan, başka bir milletten birisiyle karşılaşınca millî benliğinin enerjisiyle kendince karşılaştırmalar yapar. Bu karşılaştırmanın temelinde, kabullenme, üstün olduğuna inanıp, inandırmaya çalışma yatar; bu karşılaştırmada öteki/başka saydığının üstünlüğünü -açık veya gizli- kabullenirse, ya aşağılık duygusuna düşer, ya da muhatabına karşı, şiddeti farklı öfkeler duyar. Millî benlik, kavramlar ve semboller üzerinden benimsetilir. Özellikle semboller, millî benliğin göstergeleridir: Bayrak, sancak, asker, marş.
Toplumların millî benliğinin göstergelerinden birisi de, milletlerarası sportif yarışmalarda, gerek seyircilerin, gerekse yarışanların ortaya koydukları psikolojidir. Türk spor takımlarından herhangi birinin, yabancı bir takım ile karşılaşması sırasında, ülkenin tek ses olması konusunda herkesin gözlemi ve bilgisi vardır. Millî takımlar millî benliği temsil eden kuruluşlardan biridir.
Türk milletinin millî benliğinin timsâli ise, millî benliğin kurumlaşmış hâli olan Türk ordusudur. Türk milletinin, ‘ordu’ya “Peygamber ocağı”, anlayışıyla yaklaşması, dinî unsurların millî benlikle bütünleşmesinin bir göstergesidir. Ordu düşmanlığı yapan kirli ruhlular veya orduyu ele geçirmeye çalışıp farklı bir millî benlik oluşturmaya çalışanlar unutulmayıp gündemde tutulmalıdır. Millî benlik, tarihin ve ataların verdiği görev ve sorumluluklardan hizâya bakmaktır. Millî benlik, ataların bıraktığı mirâsın yaşayanlara yüklediği; başka toplumların da, o topluma yakıştırdığı belirgin değerler ve davranışlar topluluğudur. Millî benlik –şahsî hukuk yanında —milletin hak ve hukukunun müdafaa edilmesini hazırlayan bir özel enerjidir.
Millî benlik, halk seviyesinde mahallî benlik biçiminde yaşayıp gider: Aynı şehirden olma, aynı bölgeye âitlik biçimleriyle ortaya çıkan mahallî benlik nitelikli zihniyetleri, millî benlik hâline getirmek, sanıldığı kadar kolay değildir. Kabilecilik ilkel bir kalıntıdır; mahallî kimliklerin bir kısmı kabileciliği aşamamış olanlardır. Regionalizm denilen mahallî benlikçilik, istikrar düşmanlığına, millî benlik karşıtlığına dönüşebilir. Mezhep, tarîkat, cemâat gibi adlandırmalara bağlı ayrışmacılar da, millî benlik konusunda duyarsızlık göstermeye çok yatkındır.
Millî benlik adlı millî bağışıklığa kaynaklık eden, savunma ve korunma enerjisine karşı çıkan, inancı ideolojileştiren grupların duyarsızlıkları ilkelliktir. Bencilliğin veya ilkelliğin teslim alabileceği ferdî benlik veya grup mensubiyeti, millî benliğe dönüştürülmez ise tehlikeye dönüşür.
Millî benliğine yabancılaşmış aydınların, kozmopolit ve dejenere bürokratların ön plâna çıktığı toplumlarda, yeni yetişenler arasında millî benlik kriziyle karşılaşılabilir. Kavramların bulanıklığından halk sorumlu değildir. Gençleri bu konuda suçlamak da yanlıştır. Bilinçli ve bilgili aydınlar, siyasetçiler, karar vericiler, özellikle eğitim ve öğretim kurumları, millî benliğin diri tutulması konusunda tedbirler almalı, gereğini yapmalıdır.
Millî benlik, bir toplumun, başka toplumlar karşısında, aşağılık kompleksine düşmek yerine, onunla eşit veya ondan üstün olduğuna inanması demektir.
Her milletin, yeni nesillere aktarılmasında ısrarlı oldukları duygu, düşünce, hayâller millî benliğin temelini oluşturur. Ataların ruhundan ve tarihin ruhundan gelen çok özel sesleri duyma konusunda zekâlarının bütün kapılarını açık tutanlar, millî benlik sahibi olanlardır.
30 Ekim 1918’de Emperyalizmin lideri İngiltere’nin Osmanlı devletine imzalattığı Mondros Mütarekesi anlaşması, bir esâret belgesidir. Türk milletinin dört yıl süren işgal ve savaş acılarını bilmeyenler veya inkâr edenler, millî benlik duygu ve düşüncesinden yoksun insanlardır. Mondros Mütarekesi adlı kısa belgeyi okumamış aydınlarda, millî benliğin köklenmesi ve emperyal tuzakları anlama bilincinin oluşması kolay değildir.
Mustafa Kemal Atatürk’ün Millî Mücâdele bayrağını açması, kuvâ-yı millîye’yi uyandırması, ‘millî izzet-i nefs’i uyarması, Türklere, hürriyet, istiklâl ve devlet kazandırdı. 1921yılında Mustafa Kemal Paşa şöyle diyor: “Esaret kaydına karşı evladını ayaklanmaya davet eden ecdat sesi kalplerimiz içinde yükseldi ve bizi son kurtuluş mücadelesine davet etti.” Bu ifade, tarihin ruhundan, ataların ruhlarından gelen seslere cevap veren millî benlik timsali liderin sözleridir. Düşmanın iğrenç zulmü, azınlıkların çılgınlıkları, millî benliği uyaran liderin etrafında halkın büyük ölçüde birleşmesini hazırladı: Türk zaferi, millî izzet-i nefsin enerjiye dönmesinin sonucudur.
Atatürk’ün Hatay konusundaki ‘millî dava, millî emel’ anlayışlı ısrarlı tavrı, hem Fransızlara, hem de ilkellikten kurtulamamış Suriye’ye karşı millî benliğin ifadesidir. İngiliz, Fransız emperyal aklı, Hatay, Urfa ve Antep’in Türk coğrafyasında olmasını yaklaşık bin yıldır kabullenmiyorlar. Fransızlardan ve İngilizlerden gözü yılmışlara rağmen, hastalığının ilerlediği aylarda, Atatürk’ün bu meseleyle ilgilenmesi, Hataylı’lardaki millî benliğin uyandırılmış olması çok düşündürücüdür.
Millî benlik, mensup olduğu toplumla gurur duyan, milletine engin bir müsamaha ve derin bir sevgi ve bağlılık taşıyan aydınlar aracılığıyla yaşar.
Kimlik Kimlik veya hüviyet kavramı, bir insanın başkalarınca tanınmasını sağlayıcı ana bilgilerdir. Bir kimseyi tanımak isteyenler, ‘kimdir?’ diye sorarlar. Bu soruya, ismini, soyadını; sonra da, memleketini, işini, sosyal ilişkiler ağındaki yerini ifade ederek, cevap verilir. Cevap sırasında, o insanın dışa vurduğu, başkalarına gösterdiği, vitrinlediği, büyük bir kısmı beş duyuya dayanılarak toplanılan bilgiler sıralanır.İnsanın hüviyeti veya kimliği, bir insanın başkaları tarafından nasıl görülüp, hangi değerin biçildiğine ait yaygınlaşabilen bilgilerdir.
İnsanın kimliğini oluşturan unsurlar, beş ana grupta toplanabilir:
1. Bedene ait özellikler, 2. Zihne ait özellikler 3. Mizaç, huy, 4. İstek, irade, 5. Özel yetenekler. Bunlara kısaca değinelim.
1. Anne ve baba ile önceki nesillerden devralınan genetik mirasa bağlı anatomik yapı, insanın kimliğinin temel göstergelerindendir. Bedenî özellikler, bir yandan benlik kavramına, diğer yönüyle de kimlik kavramına bağlıdır.
2. Her insanın öğrenme gücü, kavrama seviyesi, ve değerlendirme gücü ile hâfızası az çok farklıdır. Yeni bilgiler edinmeye olan ihtiyaç ile, o ihtiyacın karşılanması, zihne ait özelliklerin göstergeleridir. Varlıklar, olaylar, insanlar ve bilgiler arasında karşılaştırmalar yapabilme konusundaki yeterlilik, ferdî kimliğin, zihnî özellikler yönünü oluşturuyor.
3. Mizaç kavramı: Mizaç insanın benliğini yapılandıran bir enerji türüdür. Mizaç veya huy kavramını, haz ve elem arasında gidip gelmeler, özel tercih ve tepkiler toplamıdır. Mizaç, bir insanın, başkalarına gösterilmesinde mahzur bulmadığı, hattâ bilinmesini gerekli saydığı kabulleridir, davranışlarıdır.
4. İstek ve irade: İnsanın kendisi ve yakın çevresi için istediği refah, güvenlik ve huzur konusundaki ma’kul ve meşrû çabaları kimlik niteliklidir. İnsanın, başkalarını da hesaba katan, benimseyiş ve davranışları sırasında ortaya koyduğu kararlı ısrarlı eğilimleri, ferdî kimliğin oluşturucu unsurlardandır.
5. Özel yetenekler: Bir insanın artistik, akademik, mekanik, pratik ve sosyal, politik, ekonomik sahalardan birine ve birkaçına ait yetenekleri ve ortaya koydukları da kimliğini meydana getiren yapı malzemeleridir. Bir sanat veya bilim dalında özel bir gelişmeyi veya değişmeyi sağlama; mevcut bilgileri toplayıp değerlendirerek, yeni hükümler elde etmek; âlet yapabilme; teknolojinin yapısını kavrayıp katkıda bulunma, ticarere başarılı olma özel yetenekler grubuna girer. Özel yetenekler alt bölümüne giren ve çok farklılık yaratan özellik ise, öncülük, önderlik, liderliktir. Karizmatik liderlik ayrı bir kimliktir. Şarlatanlar, çılgınlar, millî benlik ve kimliğe örtülü veya açıkça karşı çıkanlar yahut bu kavramların gereğine inanmadıkları hâlde kullananlar da, bâzen ön sıralarda yer alırlar.
Başkalarına gösterilen kimlik ile iç dünya arasında çekişmeler ve çatışmalar, insandaki kimlik bunalımının işaretleridir. Olmak istediği hâlde olamamak, göstermeye çalıştığı vitriniyle aynı yapıyı taşımamak, başka kişilere benzemek arzusu vb. gibi durumlar, kişinin kimlik krizine girmesini hazırlamaktadır. Kimlik buhranı, insanın benliğinin, sosyalleşmeye direnmesi veya büyük hâdiseler karşısındaki âcizlik, yahut ağır hastalıklar sebebiyle oluşabilir. En çok rastlanılan türü, yepyeni bir çevrede, intibak mecburiyetinden doğan kimlik bunalımıdır. Kendi vitrininden memnun olmayan insanın, duygu, düşünce ve hayâl dünyası ile dış âlem arasındaki çatışmasının saklanamazlığına, kimlik bunalımı deniliyor.
Kimlik bunalımından kurtulmanın yolu, yine insanın kendisidir: Temel özelliklerini benimseyip, kendiyle barışık olmaya çalışmak; yetersiz olduğu konulardan, çözümlenemeyecek türden olanlarını kabullenip, başka başarı alanları aramak… Kendine karşı dürüst olup, sabırlı olmak. Benliğinden gelen ihtirasları dizginleyebilmek. Adaletli ve yararlı insan olmayı vazgeçilmez saymak. Hiçbir zaman umutsuz olmamak. Rabb’in yaratma sebebine aykırı düşmekten de, birlikte yaşadığı insanların kimliğini çelişkili bulmalarından da sakınmak.
Millî Kimlik
Millî kimlik kavramı, başka milletlerin bir toplumu nasıl tanımladıkları ve toplumun kendini tanıtmada vitrine çıkardığı değer ve davranışlar anlamındadır.
Millî kimliği oluşturan beş ana kaynak var:
1. Tarih içinden süzülüp gelen, tabiî gelişmelerle şekillenen gelenek ve göreneklerimizin yol açtığı, değerler, hükümler ve sosyal denetim unsurları… Millî benliğin ve millî kimliğin en önemli enerji kaynağı, yansıma alanı dildir. Günlük hayatı kuran, yürüten benimseyişler, değer ve davranışlar: Beslenme, barınma, korunma ve eğitim ve eğlenme alanlarına ait benimseyişler ve uygulamalar… Tarih ve vatan konusundaki bilgiler, kabullenmeler…
2. İnançlarımızın sonucu olan ve/veya İslâm dininin Kur’ân’dan ve Hadis’ten gelen emir ve yasakları, yönlendirmeleri… İman ve ibâdet ile ahlâk ilkeleri.
4. Kanun, tüzük, yönetmeliklerin (yazılı hukukun) emrettiği, değer, norm ve sosyal kontrol unsurları…
5. Kendi kültürümüzün dışından gelen, bazen iktibas ettiğimiz, bazen belli oranda bünyemize uygun hâle getirmeyi becerdiğimiz unsurlar..
Bu beş kaynaktan gelen ve bize Türk ve Müslüman kimliğini kazandıran değerler, normlar ve sosyal denetim mekanizmaları, kişiyi toplumda âhenkli hâle getirmeye çalışıyor. Millî kimliğin benliği destekleyen bir yanı da, uluslar arası marka sahipliğidir.
Millî kimlik, millî benlik ile beslenerek, sahip olunan tarihî birikim yoluyla, insanlardaki ortak sorumluluk duygusu ‘bilinç’ hâline dönüşünce, o toplum milletleşir. Millet, benlik ve kimliğe bağlı benzeşmelerle oluşup gelişen, sosyolojik ve politik bir yapıdır. Millet yapısı kazanan topluluklar kendi çabalarıyla-bağımsız veya bağımlı- devlet sahibi olabilirler.
Bâzı aydınlar, millî benlik ve kimliklerine sahip çıkmak yerine, başka millet veya kültürlere aşırı hayranlık duyabilmektedir; aşırı hayranlıkla kendinden geçenler, millî benlik ve kimlik konusunda duyarsızlık göstermektedir. Son yüz elli yıldır, Türkiye’de millî benlik ve özellikle kimlik konusunda duyarsızlık gösteren, başka milletlere hayranlığını teslimiyet hâline dönüştüren aydınların sayıca arttığı bilinmektedir.
Millet olmak, aydınların ve devletin öncülüğünde ve örnekliğinde gerçekleşen bir millî uyanış ve bütünleşmedir. Millet olma, sosyolojik ve psikolojik değer, hüküm ve davranışlara dayanan politik bir sonuçtur. Milletlerin temeli, millî benlik ve millî kimliğin yapılandırdığı millî kültür adlı ortak paydadır.
Millî Kültür
Kültür, bir kişinin veya grubun yahut toplumun bedenî ve rûhî ihtiyaçlarını karşılamak için geliştirdiği inanışların, kabullenişlerin, bilgilerin, davranışların, eşyaya ve âlete dönüştürmelerin oluşturduğu hayat alanıdır. Kültürün yarattığı hayat alanına, çeşitli kaynaklardan gelen katılmalar, onu hem zenginleştirir, hem de nesil farklarıyla değişmelere yol açar.
Devlet, halkın elzem saydığı ihtiyaçları giderdiği, dönüşümleri sağladığı oranda, kültür buhranı yaşanması önlenmiş olur. Devlet adlı erkler/iradeler toplamı olan yönetici ve yönlendirici kurumlaşmış güç, millî kültürü vazgeçilmez ilkesi saydığı ölçüde varlığını sürdürebilir.
Kültür bunalımı, kültüre ait değer ve davranışlarda değişme talepleri şiddetlendiği zaman ortaya çıkmaktadır. Bir nesil içindeki değişim ve dönüşümler iki ayrı şekilde olur; birincisi, devlet, çürümüş unsurları temizlemek, mutlak eksiklikleri gidermek, yeni ihtiyaçları karşılamak üzere, toplumun hayatında değişme ve değiştirmeler yapar. İkincisi ise, değişme istek ve uygulamaları, ‘marjinallik’ veyahut ‘moda düşkünlüğü’ adı verilen kişi ve gruplardan gelmektedir. Bu kişi veya grupların olumsuz ve yıkıcı olanları bir kenara, bazen de kültürü, zenginleştirir ve rahatlatırlar.
Yazılı hukuk ve örgün eğitim, millî kültürü, hem oluşturur, hem yayarak, canlılığını sağlar. Kültürü koruyan, öncelikle devlet, sonra da gönüllü kuruluşlar ile, bilinç sahibi insanlardır. Başta dil olmak üzere, kültürün maddî ve mânevî unsurlarını koruyan, yaşatan, zenginleştiren gruplardan biri de, ediplerdir. Toplumdaki kültür buhranının oluşmasında da, buhran sırasında çözüm teklifleriyle rahatlatılmasında da, edebiyatçıların büyük katkıları ve rolleri bulunmaktadır. Dilin imkânlarını kullanarak, tarihin, toprağın, ataların ruhundan gelen mesajları günümüz insanlarının idrakine sunmak, şairlerin, roman, hikâye, piyes, senaryo yazarlarının başaracağı bir bilgilendirme ve bilinçlendirme yoludur.
Halkımız, millî benlik ve kimlik konusunda bilgilendiren, uyaran her türden oluşumun yerli düşmanlarına da, diyaspora nitelikli saldırganlara da, tepki vermelidir. Millî benlik ve millî kimlik düşmanlığı yapan iman ve ibâdet baronlarının, emperyalist devletlerin ve kuruluşların işine gelen ilkellikleri üzerinde durmayacağım. “Keşke Yunanlılar kazansaydı” diyebilenlerin millî benliklerindeki hastalığı teşhis ve tedâvi etmek ayrı bir konudur.
Milletlerin yarınlarını var eden enerjisinin kaynağı, millî benlik ve millî kimlik kavramlarına bağlı benimseyişlerlerdir. Bu benimseyişlerin olumlu ve olumsuz yanları üzerinde değerlendirme yapmak, mensûbiyet problemi olmayanların hakkıdır.
Yabancı bilginlerin kabul ettiği gerçeklik şudur: Türk atanın torunları olan, tarihî olayların sonucunda ayrı coğrafyalarda yaşayan, bazıları konuştukları dil yüzünden apayrı gibi görünen 220 milyona yakın insan var. Bu halklarla ilgili araştırmalar ve yakınlaşmalar artırılmalıdır. Bu çabalarda bilinçli ve samimi olunması Türk millî benlik ve kimliğini zenginleştirecektir.
Türkiye’de özellikle ‘Atatürk Devri’nde, millî kültürün tarihî ve yaşayan değerleri, eserleri araştırılıp, ortak kültür paydasına katılmasına çalışıldı. Millî benlik ve kimlik oluşturucu ve güçlendirici atılımlarda bulunuldu.
Son yetmiş yılda bazıları gaflete, bazıları ihanete dayalı çelmeleyici politik tavırlara rastlanmakla birlikte, Türk kültürünün yaşatılması çalışmaları, Devlet’in öncülüğü ve desteğiyle sürüyor. Millî benlik ve kimlik kavramlarına bağlı uyandırma ve bilinçlendirme işlevi yalnızca Devlet’e yüklenemez. Bilgili ve bilinçli aydınlar ile çeşitli sivil toplum kuruluşları bu konularda büyük katkılar yapmaktadır.
Millî benliğe ve kimliğe sahip çıkılması adına uyanan ve uyandıran şahsiyet sahiplerinin ve kuruluşların sayısı arttıkça, benzeşme ve bütünleşme millî gerçekliğe dönüşecektir.
4 EKİM 23 günü İstanbul’da TÜRK EDEBİYATI VAKFI’nda sunduğum bu metin, AYNI ADI TAŞIYAN üç formalık bir kitapçıktan seçtiğim cümlelerden oluşuyor. ( KONUŞMA sırasındaki hitap nitelikli ifadeler ile atasözleri deyimler ve minik anekdotlar Size iletilen metinden çıkarılmıştır.) İmzamı taşıyan o kitapçık da adı geçen Vakıf tarafından yayınlanacaktır.
15 yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu’nun idaresini fiilen elinde tuttu. I. Süleyman’ın son seferi olan Zigetvar kalesi fethini, padişah öldükten sonra o idare etti. Süleyman’ın ölümünü askerden II. Selim gelinceye kadar saklayarak onu tahta çıkarmayı başardı. II. Selim döneminde sürekli sadrazamlıkta kaldı ve devlet işlerini idare etti. Sokullu 1568’de Avusturya ile 8 yıl süren bir barış antlaşması imzaladıktan sonra doğuya yöneldi. Amacı Osmanlı egemenliğini Asya’da ve doğu denizlerinde de güçlendirmekti. Portekiz’in Hint Okyanusu’ndaki artan etkinliğine karşın Kızıldeniz, Umman Denizi ve Basra Körfezi’ndeki Osmanlı gemilerinin sayılarını attırdı. Hindistan ve Endonezya ile iyi ilişkiler kurmaya çalıştı.
Sokullu ayrıca Tunus’u Osmanlı himayesi altına sokarak, Kuzey Afrika’yı da denetlemek istiyordu. Ama Piyale Paşa ve Lala Mustafa Paşa gibi karşıtların etkisiyle Divan 1570’te Kıbrıs’ın alınması kararını aldı. Sokullu Venediklilere karşı böyle bir savaşın Avrupa’yı kendilerine karşı birleştireceği görüşündeydi. Ama Lala Mustafa Paşa Divan’a uyarak 1571’de Kıbrıs’a çıktı. Haçlı Donanması’nın misillemesinde Osmanlı donanması İnebahtı’nda yenildi. Alınan ağır yenilgi karşısında Osmanlılara gelen bir Venedik elçisine “Biz sizden Kıbrıs’ı alarak kolunuzu kestik, siz ise donanmamızı yenmekle yalnızca sakalımızı kestiniz; unutmayın ki, kesilen kol bir daha yerine gelmez, ama sakal eskisinden de gür çıkar.” dedi. Gerçekten de Sokullu’nun dediği oldu ve Venedikliler barış istemek zorunda kaldılar. Daha sonra Osmanlı Donanması Tunus’u İspanyollardan aldı.
Sokullu Mehmed Paşa, 11 Ekim 1579 tarihinde derviş kılığındaki biri tarafından bir ikindi divanı çıkışında kalbinden hançerlenerek ağır yaralandı. Ağır yaralarından dolayı Sokullu bir süre sonra öldü. Eyüp’te bulunan türbesine defnedildi. Sadrazamın katili konuşturulamadı ve ertesi gün öldürüldü. Sokullu’yu öldüren kişi görünüşte timarlarının azaltılmasından şikayetçi olan bir Boşnak olduğu iddia edilmiştir.
Bugün Sokullu Mehmet Paşa’yı ortadan kaldıran gibi birine ihtiyacımız var..! TR.Ekonomi çöktü!
Şunu da söyleyeyim Sokullu bir Türk milliyetçisiydi. Sokkullu Paşa ihanete uğradı, VATAN haini değildi.
Yalanların çok büyük rol oynadığı bu dünyada bazen birde perdenin arkasına bakmak gerekiyor.
İŞİD devleti nasıl ortaya çıktı? AL- QAIDA bu işid i kurdu. Al- Qaıda yıda Afganistanda USA kurdu. Kime karşı Rusya ya karşı..!
Hamas birliğini kim kurdu? İsrail kurdu, kime karşı kurdu? PLO ya karşı..
Yani İsrail kendi kurduğu örgütte savaş açtı..
Biz Türklerin ne İsrail dostu olmuştur; nede Palestina, bunlar bizi arkadan vuran kalleş tayfası.
Onun için RTE nın onların işine burnun sokması sadece kendi özel sorunudur.
Türk milletinin hiç bir yönden hiç bir şekilde bunlarla ilişkisi yoktur.
Türk milleti eger sokaklara dökülmek istiyorsa, kendisi için uğraşsın. Türkiyenin ekonomik durumu günden güne kötüye gidiyor. Dış borçlarımız ödeyemeyeceğimiz bir duruma geldi.
Ağlanacak, bir durum varsa; oda kendi durumumuz.
Bizim kendimizden başka dostumuz yok!
Haması kuran İsrail, ikisinin arkasında’ da USA var..
Dertleri benin Türk halkımın derdi, sorunu deyil, bu terör örgütünü kuran düşünsün.
Sadece bu son Hatay depreminde İsrail biz Türklere yardımını esirgemedi, bunuda unutmamak lazım..
bu Kore savaşı hakkında şu an bir kitap okuyorum, gerçekten tüyler ürpertici, gerçekler Subay ve Üstteğmenlerin kaleminden alınmış. Benim öz Amcam’ da orda bulundu, bizi korkutmamak için hemen hemen bir şey anlatmadı. Fakat Korede askerlik yapıpta iyi kötü sağlam vatanına dönemlere hiç bir piskolojik yardımda yapılmadığını biliyorum.
O zamanlar sayın Celalbayar Cumhur başkanıydı, nasıl olurda Türkiye Nato’ ya girsin diye yalvaran Amerikanın oyununa inandı, o kadar Askerimizi sefil, perişan ve şehit ettirdi…!
Kore Gazi ve şehitlerimizin hakkını kimse ödeyemez, suçsuz , günahsız Anadolunun çocuklarını hiç bir şekilde aydınlatma yapılmadan düşmanın önüne atmak hele, hele Çin ‘liler gibi insanlıktan masibini alamayan canavarlara teslim etmek, o zamanın Türkiyenin başındaki politikacılardan sorulacak (hesap) bir acık soru olarak Tarihe geçti..!
İnşallah Türk halkı bir ders almıştır, bu politikacılardan.Olan nerde yattığı bile bilinmeyen adsız, sansız Anadolunun çocuğuna oldu.
Buğünün politikacılarıda, hırsızlık, Cami ve Vakıf yapmaktan başka bir şeytanlıkları yok.
Daha şurda Yunanistanın Yanyalıda’ yatan şehitlerimize sahip çıkan olmadı’ ki Korde’ yatan kahramanlara sahip çıkılsın, onlara sıra gelince kasalarda para yok, ama her 2 km de boş cami çok.
Kırıkkalede otobüse binmiş sıcaktan bunalmış halde otobüsün kalkmasını bekliyorum. Otobüs kaçacak diye su almayı unutmuşum ve dilim damağıma yapışmış.
Bir delikanlı girdi 10, 12 yaşlarda otobüsün kapısından üstü başı pejmürde pasaklı elinde kendisinin yarı boylarında 24 lü su kolisi…
Su isteyen var mı diye sordu?
Ver Bi tane delikanlı dedim. O getirirkeın cüzdanı kurcaladım ufaklığım kalmamış. Beş lira verdim alnından akan hakikaten toplumun yüzde doksanının unuttuğu alın terini sildi ufak Ada’m. Ve elini cebine attı onunda iki lira ufaklığı varmış. Tamam dedim delikanlı kalsın beş lira.
Yok Dedi gidip bozdurup geliyorum hemen. Dedim o Zaman ver o iki lirayı gerisi kalsın.
Oda olmaz dedi su 1 lira.
Tamam dedim borcun olsun bana. Ben borçlanmam dedi. İlla biri borçlanacaksa al suyu sen borçlan.
Tamam dedim kızma hadi al parayı o zaman bozdur gel.
Yok Dedi ya otobüs gitmiş olursa tut sen bu parayı, ben kendi paramdan bozdurup geliyorum. Dedim ya giderse otobüs ben ne yapacağım o zaman.?
Senin paran bende kalsa ben senin gibi birine veremem. Ama sokakta benim gibi su satan çocuk çok! Sen bana veremezsen onlardan birine verirsin hepimizin kaderi aynı bizim sonuçta…!
Gözlerim dolu dolu baktım beş lira elimde..!
Ve gitti bozdurdu geldi dört liramı verdi bana başını okşadım. Kaç su satıyorsun Bi günde dedim 200 kadar Normalde Dedi ama bu gün daha senle siftah yaptım. O niye dedim.!
Suyum bitmişti almaya gidecektim baktım cuma vakti gelmiş cumayı kıldım su aldım geldim ancak.
Peki dedim bu gün kazandığın yetecek mi sana?
Ve bizim bolluk içinde unuttuğumuz hatırlamadığımız bir cümleyi kurdu ;
“AZIN BEREKETİ OLURMUŞ” babam öyle derdi…!
Baban nerede dedim?
“ŞEHİT oldu. ŞEHİT OĞLUYUM ben” dedi..
Ben ağlıyordum otobüs bize bakıyordu. Derken şöför geldi ve
“eyvallah” dedi ufak Ada’m. Dedim bana Dua edermisin?.
“tamam ama sende bana ,anneme ve kardeşime edeceksin.
Hasta olmayalım ve her gün tok güvende uyuyalım diye…”
Dünya nüfusunun neredeyse yarısı, Almanca da dahil olmak üzere bir Hint-Avrupa dili konuşuyor. Peki dil ailesi ne zaman ve nerede ortaya çıktı ve nasıl çeşitlenip yayıldı? 161 modern ve modern olmayan dilin analizi, dil ailesinin muhtemelen yaklaşık 8.120 yıl önce Kafkasya’nın güneyinde ortaya çıktığını, daha sonra kuzey bozkır bölgelerine ve oradan da Avrasya’ya yayıldığını gösteriyor. Sonuçlar, önceki hipotezleri uzlaştırıyor ve ayrıca ilgili kabilelerin yayılmasına ilişkin DNA kanıtlarıyla da aynı fikirde.
Bugün Avrupa’da konuşulan dillerin çoğu Hint-Avrupa dil ailesine aittir. Germen, Roman, Slav, Baltık ve Kelt dillerinin yanı sıra Yunanca, Arnavutça, Ermenice ve Hint-İran dil grubunu içerir. Hint-Avrupa, kısmen de Hint-Avrupa tanımı, orijinal olarak dillerin varsayılan coğrafi dağılımına atıfta bulunmuştur. Ancak bugün Hint-Avrupa dilleri Avrupa’nın çok ötesinde dünyanın pek çok yerinde -en azından sömürgecilik nedeniyle- konuşulmakta ve dil ailesinin kökenlerinin de Avrupa dışında yattığı ortaya çıkmıştır.
Çiftçiler mi yoksa bozkır halkları mı?
Ancak dil ailesinin tam olarak ne zaman ve nerede ortaya çıktığı bugüne kadar bir tartışma konusu olmuştur. Bozkır hipotezi olarak adlandırılan ortak bir hipotez, dil ailesinin kökenlerinin yaklaşık 6.500 yıl önce Pontus-Hazar bozkırlarında yattığını varsayıyordu. Buna göre at sırtında göçebe bozkır halkları dilleri yaklaşık 5.000 yıl önce yaymışlardır. Tarım hipotezi olarak adlandırılan bir başka hipotez, Hint-Avrupa dillerinin kökenini 8.500 ila 9.500 yıl önce Kafkasya’nın güneyinde, Anadolu’daki Bereketli Hilal’de ortaya koyuyor. Buna göre bu ailenin dilleri tarımla birlikte tüm Avrupa’ya yayılmıştır. Leipzig’deki Max Planck Evrimsel Antropoloji Enstitüsü’nden Paul Heggarty liderliğindeki bir ekip, şimdi dillerimizin kökenlerinin dibine indi. Bunu yapmak için, araştırmacılar çekirdek kelime dağarcığındaki ilgili kelime kökenleri için 100’den fazla modern ve 52 modern olmayan dili analiz ettiler. Bu şekilde, dillerin bir aile ağacını oluşturmak için dilbilimsel yöntemler kullandılar. Ayrıca, antik DNA’ya dayanan, belirli tarihsel insan gruplarının nasıl yayıldığına dair bilgi sağlayan genetik ipuçlarını da içeriyorlardı.
Dil yakınlığı inceleme altında
Ekip, “Sonuçlarımız ne bozkır ne de tarımsal hipotezle tam olarak aynı fikirde değil” diyor. “Analizlerimiz, Hint-Avrupa dillerinin köklerinin yaklaşık 8.120 yıl öncesine dayandığını ortaya çıkardı – bozkır hipotezi için çok erken.” Ancak aynı zamanda, antik DNA’dan elde edilen kanıtlar, Hint-Avrupa dillerinin birçok kolunun ilk konuşmacılarının dil ailesinin kökenleri bozkırdadır. Ancak Anadolu ve Yunan bölgelerinde ve Asya’nın geniş kesimlerinde böyle bir bozkır kökenine dair hiçbir belirti yoktu.
Diller arasındaki ilişkiler de soruları gündeme getirdi. Araştırmacılar, “Önceki analizler, modern dillerin paralel konuşma varyasyonlarından ziyade doğrudan daha önceki yazılı dillerden geliştiğini varsayıyordu.” Bu, dil ilişkisinin çarpık bir resmine yol açardı. Öte yandan yeni analiz, bu varsayımı terk etti ve eski DNA’dan elde edilen kanıtlarla daha tutarlı olan yeni bir soy ağacıyla sonuçlandı.
hipotezlerin kombinasyonu
Böylece, tarım hipotezi doğrultusunda, Hint-Avrupa dilleri aslında yaklaşık 8.120 yıl önce Kafkasya’nın güneyinde ortaya çıktı. Hint-İran dil grubu ve Yunanca ve Arnavutça da dahil olmak üzere dil ailesinin bazı dalları doğrudan oradan ayrıldı. Yaklaşık 7.000 yıl önce, o zamanki Hint-Avrupa dilini konuşanlar Kafkasya’nın kuzeyindeki Pontus-Hazar bozkırlarına ulaştı. Heggarty ve ekibi, “Böylece bozkır, Hint-Avrupa’nın daha sonraki genişlemelerle Avrupa’ya gelen bazı dalları için ikincil anavatanı oluşturuyor” diye açıklıyor. Cermen, Baltık ve Kelt dilleri, diğer dillerin yanı sıra muhtemelen bozkır halklarına kadar uzanır.
Ekip, “Dolayısıyla, dil filogenetiği ve antik DNA’nın birleşimi, Hint-Avrupa dillerinin muammasının çözümünün, tarım ve bozkır hipotezinin bir karışımında yattığını gösteriyor” diye özetliyor. (Max-Planck-Institut für Evolutionäre Anthropologie, Leipzig)
Osmanlı’da Diri Diri Mezara Gömülen Cihan Pehlivanı Kara Ahmet’in Trajik Öyküsü..!
Türkler için itibarlı ve millî bir spor olan güreşin geçmişi Osmanlı dönemine kadar uzanıyor. Ta o dönemlerde Türkleri farklı ülkelerde temsil ederek şampiyonluklar kazandıran pehlivanlarımız da azımsanmayacak kadar çok. Ancak bugün birçoğunun mezarını dahi bilmiyoruz.
İstanbul’un Eyüp semtinde Piyer Loti tepesine giden yolun başında, mezarlığın da sol tarafında duvarda bir tabela vardır. Bu tabelada ise şu yazı okunur:
“Cihan Pehlivanı Kara Ahmet 1871’de Hezargrat’ta doğmuş, 21 yaşında İstanbul’da Hergeleci İbrahim’den ders almış. 1899 yılında Cihan Pehlivanı ünvanını kazanmış, 1900’de Paris’te bulunmuş 1902’de İstanbul’da vefat etmiştir.” Belki bugün arkadaşları, “sevgi nişanesi” olarak bu mezarı yaptırmasalardı Kara Ahmet’in mezarını da bulmamız mümkün olmayacaktı.
Kara Ahmet, boyu 180, ağırlığı 105 kilo; kolları kalıplı, bilekleri kalın bir cihan pehlivanıydı.
Kara Ahmet, 1871’de bugün Bulgaristan sınırları içinde yer alan Deliorman topraklarında dünyaya geldi. Deliorman, tarih boyunca öylesine bir pehlivan madeniydi ki Koca Yusuf, Hergeleci İbrahim, Kurtdereli Mehmet, Filiz Nurullah, Kel Aliço gibi namlı pehlivanlar hep bu bölgeden çıkmıştı. Kara Ahmet de bunlardan biriydi.
Böyle bir kültürün içinde doğan Kara Ahmet, çocukluğundan itibaren güreşle ilgilendi. 20 yaşına bastığında bölgede, kendisine kafa tutabilecek bir pehlivan kalmamış; kendisinden yaşça büyüklerinin bile sırtını yere vurur hale gelmişti.
21 yaşında İstanbul’a geldiğinde tanınmış bir pehlivan olan Hergeleci İbrahim’in yanında eğitim aldı.
Eğitimlere başladığı sıralarda Kara Ahmet, 43 kg gülleyi zor bela kaldırırken bir süre sonra 75 kg gülleyle havada top gibi oynamaya başladı. Hergeleci İbrahim’in yanında gücünü kat kat artırdı ve ufkunu genişletmeye başladı. İlk ciddi müsabakasına 2 yıl sonra, 1894’te Gelibolu’da bir düğünde eğlence aracı olarak çıktı. Rakibi ise dönemin tanınan pehlivanlarından Kazandereli Memiş’ti.
Kazandereli’yi alt eden Kara Ahmet, gittikçe tanımaya başlarken yabancı organizatörlerin de dikkatini çekmişti.
Pierre adında Rum bir organizatörle anlaşan Kara Ahmet, Avrupa’ya giderek ünlü güreşçilerle müsabakalara katıldı.
Eğitimlere başladığı sıralarda Kara Ahmet, 43 kg gülleyi zor bela kaldırırken bir süre sonra 75 kg gülleyle havada top gibi oynamaya başladı. Hergeleci İbrahim’in yanında gücünü kat kat artırdı ve ufkunu genişletmeye başladı. İlk ciddi müsabakasına 2 yıl sonra, 1894’te Gelibolu’da bir düğünde eğlence aracı olarak çıktı. Rakibi ise dönemin tanınan pehlivanlarından Kazandereli Memiş’ti.
Kazandereli’yi alt eden Kara Ahmet, gittikçe tanımaya başlarken yabancı organizatörlerin de dikkatini çekmişti.
Pierre adında Rum bir organizatörle anlaşan Kara Ahmet, Avrupa’ya giderek ünlü güreşçilerle müsabakalara katıldı.
Osmanlı’da genellikle yağlı güreş yapılıyordu ama Avrupa’da daha çok minder güreşi yaygındı. Buna rağmen Avrupa’da onlarca güreş müsabakasına katılan Kara Ahmet’in sırtı hiç yere gelmedi. 1896 senesinde galibiyetle İstanbul’a geri döndüğünde ise minderli güreş tarzına kendini daha yatkın bularak bu stil hakkında daha çok şey öğrenmek istedi.
Bu isteğinden dolayı o dönem ismi Mekteb-i Sultaniye olan Galatasaray Lisesi’nin beden eğitimi öğretmeni Faik Bey’den dersler aldı. Bununla da yetinmedi ve bir gayrimüslimin İstanbul’da kurduğu grekoromen güreş tarzında eğitim veren Totonya İdman Kulübü’nde idmanlar yapmaya başladı.
Kendisini her anlamda geliştirmeye adamış Kara Ahmet, aynı zamanda da Fransızca dersleri alıyordu.
Grekoromen (minder) güreşine yatkın olsa da yağlı güreşi tamamen bırakmamıştı. Avrupa’dayken Paris’te aldığı galibiyetlerle hafızalara kazınan Kara Ahmet, kendisinden 10 cm uzun ve 30 kg daha ağır, dişli bir Türk pehlivan olan Adalı Halil’le güreşerek berabere kaldıkları sırada 1899’da düzenlenecek olan Dünya Güreş Şampiyonası için Fransa’ya davet edildi.
Dünyanın her tarafından gelen pehlivanlarla güreşen Ahmet, finale kadar yükselerek ünlü Fransız pehlivan Laurent Le Beaucairois ile güreşti.
Final karşılaşması tam 1 saat 3 dakika 15 saniye sürdü.
Finalde de rakibi Beaucairois’i alt ederek dünya şampiyonluğuna adım attı. Kazanmasının ardından Fransızlardan bir meydan okuma daha geldi, bu rakibi ise 3 dünya şampiyonluğu bulunan ve farklı güreş alanlarına da hakim Paul Pons’tu.
İlk güreşlerinde kazanan çıkmadı; ikincisi de Kara Ahmet’in kaşı açıldığı için ertelenmiş, güreş üçüncü tura kalmıştı. Üçüncü karşılaşmalarında Paul Pons’u da alt eden Kara Ahmet, dünya şampiyonu unvanını korumaya devam etti.
Paris’te tüm rakiplerini yenen pehlivan, dünyayı dolaştı ve yenilgi yüzü görmedi.
Pehlivan, İstanbul’a elinde onlarca madalya ile dönmüştü. Dönemin padişahı II. Abdülhamid, kendisini saraya davet etti ve Osmanlı sancağını Avrupa’da gururla dalgalandırdığı için kendisini şeref nişanı ile ödüllendirdi. Ancak ilerleyen günlerde halkın gurur kaynağı olan cihan pehlivanı, beklenmedik bir zamanda, tarihler 1902’yi gösterdiğinde bir kahvehanede otururken yere yığıldı.
Ani bir kalp krizi sonucunda bilinci kapanan Kara Ahmet, henüz 32 yaşındayken hayata veda etti veya öyle sanıldı!
26 Mayıs 1902’de sevenleriyle birlikte kılınan cenaze namazının ardından Piyer Loti’nin sol tarafındaki mezarlığa defnedildi. Ancak o gün oldukça ürkütücü bir şey yaşanmıştı; mezarlığın yanından geçenler, mezardan garip ses ve inlemeler duyduğunu söylüyordu. Sabah apar topar pehlivanın mezarı geri açıldı.
Söylenenlere göre Kara Ahmet, kanlar içinde kefenini yırtmış bir şekilde bulunmuştu. Tahminlere göre de kalp krizi sonucunda koma haline girmiş; öldü sanılarak diri diri gömülmüş ve daha sonra mezardayken kendine gelmişti. Mezardan çıkmak için debelenen pehlivanın elleri ve göğüs kısmı zarar görmüş, en sonunda da nefessiz kalarak boğularak can vermişti.
Bu acı olay üzerine mezarına tekrar defnedilen Kara Ahmet’in mezarının başında bugün şu sözler yazar: “Bahadırlıkta meşhur-ı cihândır, Kara Ahmet cihânın pehlivanı, zemine arkası hiç gelmemişken, felek yıktı yere o kahramanı, sukût-î penç ile kaydoldu tarih, cihân arslanı terk etti cihânı…
Her yıl 23 Nisan günü, 23 Nisan 1920’de Ankara’da toplanan TBMM’nin kuruluşunun yıldönümü olarak kutlanmaktadır.
Güçlü bir devleti, zengin bir Millet öngören Atatürk’e göre, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin dayandığı iki temel esas vardır. Bunlar
1-Tam bağımsızlık
2- Kayıtsız şartsız Ulusal egemenliktir.
Egemenlik; hükmeden, buyuran, buyruğunu yürütebilen üstün bir gücü ifade eder. Egemenlik içeride ve dışarıda birileriyle paylaşılamaz ve devredilemez.
Türk bayrağı, devletin resmi dili, eğitim dili, vergi toplama, bağımsız ve tarafsız yargı yetkisi ve güçlü bir ordu egemenliğin işaretleridir.
İktidar veya bazı muhalefet partilerince, Türk Milletinin, Cumhuriyetimizin kurucusu olması sebebiyle elde etmiş olduğu egemenlik vd. haklarının Etnik ve dini taassuba devredilmesi yönünde yürütülen Anayasa değişikliği çalışmalarına asla müsaade etmeyeceğiz!.
Tüm bunların temelinde Türk Düşmanlığı, Türkleri ilk elde etkisiz ve müstemleke bir halk haline getirme, daha sonra soykırıma uğratarak Anadolu’dan tasfiye etme hayali bulunmaktadır.
Türk milletinin yarıya yakını Cemaat, Tarikatlar, din istismarı veya çıkarcılık, Menfaatçilik, eyyamcılık, Etnik bölücülük vd. şekillerde Mankurtlaştırılmaktadır.
Türk Milletine, Türk Cumhuriyetine, Türk devletine, Türk vatanına kim düşmansa, biz ona düşmanız.
Bizim anladığımız Atatürkçülük, Devrimcilik, Milliyetçilik, ülkücülük, vatanseverlik budur”
TBMM’nin bizzat yürüttüğü Milli Mücadele, Türk Milleti dışında başka millet ve devletler yaratmak için yapılmamış; kimsenin ön izni ile de gerçekleştirilmemiştir. Cumhuriyetin Kuruluş esasları veya Sosyal yapı bakımından Türkiye Cumhuriyeti bir kavimler ittifakı değildir.
Cumhuriyetin Kuruluş ayarlarına dönmek, içi boşaltılan Cumhuriyetimizi güçlendirmek, Tam Bağımsız Ulus Devletimizi yeniden kurmak zarureti bulunmaktadır.
Ulusal Birlik ve bütünlük ile kendisini Atatürkçü, Türkçü, Kemalist, Milliyetçi, Devrimci, Turancı vd. şekillerde adlandıran tüm vatanseverler, Gençliğe hitabe esasları dahilinde “vatan için el ele” verecek, her türlü ihanet yerle bir olacaktır.
sizinde bu günlerde tanık olduğunuz Ülkemizin başına gelen felaketten bence bugün Ülkemizi yöneten kişiler sorumludur, ve cezalandırılmaları gerekiyor!
Neden diyeceksiniz?
Eğer bu deprem Japonya’ da olsa idi, tren bile rayından çıkmazdı.
Peki size soruyorum, bu kadar kaçak denilen binalara ruhsatı kim verdi? Bu binalardan konut vergisini kim aldı?
2000 yılından beri Türk milletinden hem Deprem vergisi kesiliyor, hem camii vergisi kesiliyor, bu paralar nereye kaydı?
Artık bu işin şakası yok; binlerce insanımız hayattını kaybetti, milyonlarca insanlarımız evsiz barksız kaldı.
Arkadaşlar hesap sorulacak, önce Maliye bakanından, bu deprem vergileri nerde, şimdi tam ihtiyacımız var, yurt dışından utanmaz Cumhurbaşkanı para dileniyor, yediği paralar yetmiyormuş gibi.
Ensar vakfına Kızılay bağış 30 milyon dolar ve 40 katlı plazayı çağırsın geri.
Derhal Cumhurbaşkanı ve yalakcıların’ dan hesap sorulması gerekiyor, yargılanmaları gerekiyor. Türkiye Cumhuriyeti’ ne yapılan en büyük hakaret, devletin kasalarına el attılar,insanlarımızı soydular, insanlarımızı dinsiz, imansız yerine koydular, deprem standarlarına uygun olmayan binalar inşaat edip halkı soydular, en kötüsü ana dilimiz Türkçemizi, yok etmek istediler. Büyük önder Atamıza ve şehitlerimize karşı saygısız davrandılar, geleceğimizin umudu olan gençlerimize milli değerlerimizi kötülediler, hepsini din altında. Dünya çapında devletler arası Türklerin değerini yapmış oldukları saygısızlıklarla, lüzumsuz hareketlerle düşürdüler.
Bu günlerde, Türk halkına yabancı ülkeler yardım ediyor, kendi ülkemiz nerde?
Ormanlar yanıyor, yangın söndürme uçağımız yok,depremden evler yıkılıyor, vinçlerimiz ve gerekli aletlerimiz yok; onun yerine bol, bol her köşede boş camilerimiz var, abo cumhurbaşkanımızın özel uçağı var, bir sürü mercedes’ si var. Hayrını görmesin, helal ve harramı bilmeyen cumhurbaşkanı!
Bu sahtekarları ben hapishanede görmek istiyorum hemde ömür boyu. Yada bir kayığın içine koyup dedelerinin vatanına postalamak son çare. Yoksa ülkeniz bundan sonra güzel günler göremeyecek.
Ne mutlu Türküm diyene! Ve Vatanına, Milletine, Atalarına, Şehitletine sahip çıkan TÜRK’ e.