Yazar: Selen Atasoy

  • GÜNEŞ-DİL TEORİSİ

    GÜNEŞ-DİL TEORİSİ

    GÜNEŞ-DİL TEORİSİ - gunes dil teorisi kitaplar

    GÜNEŞ-DİL TEORİSİ

    Güneş-Dil Teorisi Türkçenin eskiliğini ispat etmek, hiç olmazsa ileri sürmek amacıyla ortaya atılmıştı. Sonradan bazı çevrelerin ortaya attığı gibi asla bir dönüş yolu değildi. Nitekim, Atatürk, ölüm üne kadar yeni Türkçe sözcükler, terimler yarattı. Halbuki Güneş-Dil Teorisi 1935’te hazırlanmış,1936’da kamuya açıklanmıştı. Atatürk ise 1937,1938 yıllarında Türkçe kök ve eklerden öz Türkçe terimler türetmeye devam etmişti. Bu durum nasıl olur da Atatürk’ün öz Türkçeden döndüğü biçiminde yorumlanabilirdi.

    Öte yandan, Güneş-Dil Teorisi Türkçe ile batı dilleri arasında ortak bir kaynak bulunduğuna da dikkati çekiyordu. Bu bakımdan, Güneş-Dil Teorisi, batıdan gelen sözcüklere karşılık bulmada, bir esneklik getiriyordu. Her sözcüğün Türkçesi aranacak, her yeni terim, Türkçe köklerden Türkçe eklerle kurulacaktı.

    Yalnız dilimizdeki “lamba, masa, elektrik” gibi batı kaynaklı eski yabancı sözcüklerin durumu ne olacaktı? Bunları değiştirmekle Türk dilinde bir karışıklık, bir yoksulluk yaratılmaz mıydı ?

    Atatürk, sorundaki etkenlerin bir değil bin olduğunu, çözümün de çeşitli yollardan gidilerek sonuçlandırılması gerektiğini biliyordu.

    Bazı yabancı sözcükler ebetteki dilimizde kalacaktı ama bunların oranı, Türkçeyi bastıracak, boğacak ölçüde olmayacaktı. Türkçenin gelişmesi için Atatürk, kök ve ek bakımından gerekli yolları göstermiş, örneklerini vermişti. Güneş-Dil Teorisi ile de dildeki bazı yabancı sözcüklerin Türkçe ile ortak olan kaynakları açıklanıyordu.

    Dilin kökeni hakkındaki teoriler, çok iyi bilinenle hiç bilinmeyen arasında köprü kurmaktan ibaretti. Bu köprünün bir ayağı sağlama basıyor, öteki ayağı bilinmeyene karışıyordu. Tanınmış dilcilerin çoğu köken sorunlarında daima böyle bir köprü kuruyorlar, bilinmeyeni, çaresiz bilinmeyenle açıklıyorlardı.

    Kimi, dilin, “ah, oh” gibi ünlemlerden, kimi ” şırıltı, mırıltı” gibi doğa seslerini taklitten, kimi de “bu, şu” gibi gösterme adıllarından doğduğunu ileri sürüyordu.

    Atatürk bu teori ile yerli ve yabancı ünlü dilcilerin dikkatini Türk dili yönüne çekip bundan Türk ulusunu yararlandırmak istiyordu. Mademki dilcilerin çoğu dilin ilk doğuşu dolayısıyla bir kökende birleşiyorlar, o halde bütün dillerin aynı kaynaktan çıktığına inanıyorlar demekti. Bu ortak kaynak, bütün dünyanın ortak ilgisini çeken “güneş” olabilirdi.

    İlk insanlar, “bu, şu” gibi adıllara, “ah, oh” gibi ünlemlere ulaşmadan ilk düşünce ve duygularını “güneş”in karşısında seslendirmiş olabilirlerdi. Bu ses de Türk dilindeki “ağ /ak” sözleri ile biçimlenmişti, “ağ-ar-mak, ak-ar-mak” gibi türevleri bu izleri taşıyordu. Sesbilgisine göre de, en kuvvetli ünlü “a” sesi idi,”ğ” de, yarı ünlü sayılırdı daha doğrusu ünlünün ünsüzle uzatılmasından başka bir şey değildi. Bu ilk sesi bulduktan sonra, Türkçenin yapısında olduğu gibi “ünlü + ünsüz” sıralanışını esas tutmak gerekiyordu.

    Bu teori, pek çok dilcinin gözünden kaçan Türk diline ait bazı özellikleri de getiriyordu. Türkçede bütün sözcükler genel olarak ünlüyle başlıyor, ünsüzle bitiyordu. Türk dili sözlüklerine bakılacak olursa, “a-, e-, o-, ö-,u-,ü, ı-, i-” gibi ünlülerle başlayan Türkçe sözcüklerin çokluğu dikkati çekiyordu. Özellikle sözcüklerin ünsüzle bittiğini örnekleri ile göstermek daha kolaydı. “kışla, yayla, kumla” gibi sözcüklerin, “otlak” sözcüğünde olduğu gibi son seste bir “k” ünsüzü, “evli, adlı” gibi yine ünlüyle bitmiş sanılan başka sözcüklerin de sonunda bir “-g” ünsüzü ile kapandığı dilcilerce de kabul edilmekteydi. Anadolu ağızlarında “şimdi” yerine “şimdik”, “evce” yerine “evcek” demek, sondaki ünlüyü bir ünsüzle kapatmak, söze bir çeşit kesinlik, bir destek vermekti.

    Böylece her sözcükte bir ünlüyle başlama, bir ünsüzle bitme ilkesi Türkçede olduğu gibi başlangıçtaki bütün diller için de kabul ediliyordu. Böyle bir kaç ortak söz fosilinden, değişik zamanlarda, çeşitli bölgelerde çeşitli diller doğmuş, çeşitli çekimler ve ekler dillerin birbirinden ayrılmasını sağlamıştı.

    Kısaca başlangıçta sözler ortaktı, gramerleri, sonradan gelişe gelişe dilleri birbirinden ayırmıştı. Zaten Hint-Avrupa dillerinde sözlerin kökeni aranırken sonradan türemiş sesler atılıyor, esas köke, kaynağa gidiliyordu. Hint-Avrupa etimoloji sözlüklerinde olduğu gibi sözcüklerin kaynağı çok defa bir iki ünsüz kalıntısına dayanıyordu.

    Bu ünsüzler türlü ağızlarda çeşitli ünlülerle besleniyor, türlü ulusların söz hazineleri meydana geliyordu. Bu bilim gerçeğine dayanan Atatürk, bazı köklere kaybolan sesleri tekrar ekleyerek, teori bakımından aslına uygun bir biçime ulaşmanın yollarını arıyordu. Bu düşünceden Güneş-Dil Teorisinin ikinci ilkesi doğdu.

    Bu ilke ses bakımından birbirine çok yakın ünsüzlerin birbirinin yerine geçmesidir ki modern fonetik de bu esasları kabul etmiştir.

    “b, p, v, f, m” gibi dudak ünsüzlerinin türlü ağızlarda veya dillerde, çeşitli bölgelerde birbirinin yerine geçtiği çok görülür ve diş, damak, gırtlak ünsüzleri için de aynı görüş geçerlidir. Bu iki ilkeye dayanan Güneş-Dil Teorisi, kaybolan ünlüleri köklere dolduruyor, değişen ünsüzleri yerlerine koyuyordu. Güneş-Dil Teorisinin üçüncü ilkesi, Teorinin bir başka özelliğini gösteriyordu ki bu özelliklede hayret edilecek bir seziş vardı. Bu ilkeye göre bazı ünsüzlerde bazı anlamlar birikmişti. Bir artdamak “k” sesinde bütün dünya dillerinde “yakma, yanma, sıcaklık” kavramlarına rastlanıyordu Bunun gibi bazı ünsüzlerde bazı kavramlar toplanmış, çevrelenmişti

    Başlangıçtaki birliğe, geliş yolları göz önünde tutularak, geri geri gitmek gerekirdi. Halbuki Güneş-Dil Teorisine örnek verenlerin bazıları, iki ayrı dilin sözcüklerinin eski köklerini karşılaştıracakları yerde, son biçimindeki örneklerini karşılaştırıyorlar ve açıklamaları bilimsel açılardan uzaklaştırıyorlardı. Kısaca Güneş-Dil Teorisindeki gerçeği yorumlamada ifrata gidildi, dil ve bilim olanakları zorlandı.

    Atatürk, dil devrimi ile, çeşitli denemeler ve atılımları ile, dilin sadeleşmesi, özleşmesine verdiği büyük önemle, ülkeyi kurtardığı gibi, hiç şüphesiz, Türk dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmış oldu.

    Dil devrimi ile alınan yolu bir defa daha kesin olarak görebilmek için, özlenen Türkçeyi arayanların topluluğu sayılan dil kurultaylarından, ilk Kurultaydaki Osmanlıca ile sonuncu Kurultaydaki Türkçeye bakmak yeter.

    [Sözkonusu yazı, Sn. Vecihi Hatipoğlu’nun Ölümsüz Atatürk ve Dil Devrimi konulu kitabının tetkiki neticesi yazılmış olup, Atatürk’ün dil bilimi üzerine yetkinliğini anlatmak amacıyla paylaşım yapılmıştır.]

  • Kozmografya

    Kozmografya

    Yıl 1929..

    Lise 3 ders kitabı.

    Adı: Kozmografya..

    Yazarı: Ordinaryüs Prof. Dr. Ali Yar.

    Atatürk’ün isteği ile yazıldı.

    Büyük önderdeki öngörüye bakar mısınız?

    Yıl 1929.. - kozmografya ataturk egitim derskitabi

    Hikayesi ise inanılmaz….

    “Bu kitabı bulabilmek için uzun zamandır çaba sarf ediyordum. Sonunda bir sahafta buldum. Adı Kozmografya. Türkiye’deki ilk astronomi kitabı. İlk baskısı 1929’da yapıldı. Benim bulduğum ise 1933 baskısı. Yazarı Ordinaryüs Prof. Dr. Ali Yar. Bu kitap yazılmadan 8 sene önce Ankara Hükümeti’nin kasasında sadece 48 kuruş vardı. İşgal güçleriyle, fakirlikle, cehaletle ve hastalıkla mücadele ediliyor; savaş sonrası Osmanlı’nın borçları ödeniyor, diğer yandan bilimle sanatla Cumhuriyet inşa ediliyor, fabrikalar yapılıyor, operalar temsil ediliyor, yurt dışına eğitim için öğrenciler gönderiliyor, örnek bir ülke yaratılıyordu.

    O dönem insanlar dünyanın düz olduğunu ya da boğanın boynuzları üzerinde durduğunu düşünüyordu. Astronomi nedir, kimse bilmiyordu. Ama bir kişi bunun önemini biliyordu. Dünyada başka örneği yoktur, bir devlet adamının astronomi kitabı yazdırmasının.

    Evet, Kozmografya, Atatürk’ün isteğiyle Ali Yar Bey’e 1929’da yazdırılmıştır. Gezegenler, mevsimler nasıl oluşur, kara delik nedir, Aristo’dan başlayarak Kopernik’ten Galileo’ya tüm uzmanların düşünceleri, Samanyolu haritasına kadar her şey bu kitaba konulmuştu. 1933’ten başlayarak tüm liselerde zorunlu ders olarak okutulmuştur ta ki 1979’a kadar. Kitabın yazarı Ali Yar Bey Mektebi Sultani yani Galatasaray Lisesi’ni bitirdikten sonra 1912 Temmuz’unda Paris Yüksek Tayyarecilik Mektebi’nden mezun olur ve dünyanın ilk üç uçak mühendisinden biri unvanını elde eder. Darülfünun yani İstanbul Üniversitesi’nin o dönem Zeynep Hanım Konağı diye bilinen konakta cebir, astronomi dersleri verir. Atatürk’ün isteğiyle de bu kitabı yazar. Sahaftan gelen tarihi Kozmografya kitabını açtığımda beni bir sürpriz bekliyordu. Kapağın hemen arkasına kime ait olduğunu gösteren bir isim yazılıydı. 1933’te İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu’nda 275 okul numaralı bir kişiye aittir bu kitap; adı Fahrettin Akbulut. Kim mi bu kişi? Sonradan önemli bir matematik profesörü olacak Ege Üniversitesi’nde dersler verecek Türkiye’de matematiği gençlere sevdirecektir. Bir gün Fahrettin Akbulut’un çocuğu evdeki kütüphane rafını karıştırır. Kozmografya kitabını görür. Şu an bende olan kitabı… Alır inceler. İçinde gökyüzü haritalarının, teleskopların, gezegenlerin ve kainatın fotoğraflarını görünce astronomiye ilgi duymaya başlar. Sonra ne mi olur? California Üniversitesi (Berkeley) Matematik bölümünden mezun olur. Wisconsin Üniversitesi’nde, Michigan State Üniversitesi’nde profesörlüğe kadar yükselir. “Yaşadığımız uzayı tabii Euclid (Öklid) uzayı mı, yoksa onun yalancı kopyası mı?” sorusunun yanıtını arar ve İngiliz Astronomi Profesörü Zeeman’ın 1963’te yaptığı tahmini çözümünü bulmayı başarır. Bu nedenle de birçok ödüle hak kazanmıştır. Bunlardan biri de TÜBİTAK Bilim Ödülü’dür. Türkiye’nin yetiştirdiği ve dünyaca tanınan Profesör Dr. Fahrettin Akbulut’un oğlu Prof. Dr. Selman Akbulut matematik ve astronomi alanında yaptığı çalışmalardan ötürü uluslararası ödüllerle taçlandırılır. Baba Fahrettin ve oğlu Selman matematik ve astronomi alanında önemli çalışmalara imza atar. İşte Kozmografya kitabının önemi buradadır. İçindeki 275 okul numaralı lise talebesi Fahrettin’in kitaba karaladığı ismi bizi böylesine bir yolcuğa çıkarıyor. Bu kitap, küçük bir çocuğun yani Selman’ın eline geçmesiyle dünyaca tanınan bir bilim insanına dönüşmesine vesile olur.

    Ya bu kitap Atatürk tarafından Ali Yar Bey’e yazdırılmasaydı? Fahrettin Akbulut bu kitabı İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu’nda okumasaydı? Sonrasında oğlu Selman bu kitabı görüp astronomiye heves etmeseydi… İşte Atatürk’ün neden büyük bir insan olduğunun örneği… Atatürk yüzünü bilime dönmüştür. İstikbal Göklerdedir demiştir. Belki de en güzeli nüansı yazdırdığı Kozmografya kitabının içindeki Ay fotoğrafındaki kraterlerdir. Neden mi? 1956 senesinde Dr. Hugh Percy Wilkins Ay’daki bir kratere büyük saygı duyduğu Atatürk’ün adını vermiştir. Ay’da bir kratere Atatürk’ün adının verilmiş olduğunu biliyor muydunuz?

    Lütfen bu yazıyı Atatürk’ü anlamayanlara, O’nun kıymetini bilmeyenlere okutun… En azından “En Hakiki Mürşit İlim” ve “İstikbal Göklerdedir” sözlerinin somutlaşmış örneklerini gösterebilmiş olursunuz.”

    Tolga AYDOĞAN

    (Tayfun Ünalan ‘ın sayfasından alınmıştır)

    saygilarimla,

    Selen Atasoy

  • PANDELLİ ROKETAS

    PANDELLİ ROKETAS

    ATATÜRK’ÜN BAŞ BAHÇIVANI

    PANDELLİ ROKETAS

    Termali çiçekleri ve peyzajı ile dünyanın en güzel köşelerinden biri yapan Atatürk’ ün baş bahçıvanı ve Atatürk çiçeğinin isim babası ,

    Pandelli Roketas , 1878 yılında, İstanbul- Üsküdar’da doğmuştur.

    Çocukluğu, saray bahçıvanlığı yapan dedesinin yanında geçti.Osmanlı ordusu saflarında askerlik yaptı; İngiliz uçaklarından atılan bir bomba ile ayağından yaralandı.

    ATATÜRK'ÜN BAŞ BAHÇIVANI - pandelliroketas yalovatermal ataturk

    Askerlikten sonra, Seyrisefain İşletmesi’nin Topkapı Bahçesi’nde çalışmaya başladı. Termal Kaplıcalarında 40 yıl süre ile Bahçıvanlık yapan Pandelli Usta 1969 yılında yaşamını kaybetti. Pandelli usta, Cumhuriyet öncesinde Vahdeddin döneminde sarayda bahçıvanlık yapan babasının yanında yetişti.

    Cumhuriyetin kurulması ile birlikte, Pandelli Roketas, Atatürk tarafından beğenilip, Termal’de görevlendirildi. Pandelli, 1929-1969 yılları arasında 40 yıl boyunca, Termal’in park ve bahçeleriyle uğraştı.

    Pandelli büyük emekler verdiği Termalde geçen yılları ve Atatürk ile ilgili anılarını şöyle özetliyordu ;

    “… Atatürk beni Termal’e aldırdı. Geldiğimde Termal, domuz yatağı idi. Atatürk sık sık gelir, sigara paketinin arkasına bahçenin planlarını kendi eliyle çizer, hangi ağacın nereye geleceğini işaret ederek gösterirdi.Atatürk, ağaca ve çiçeğe çok meraklıydı. Kışın bile gelir, ormanı dolaşırdı. Buranın tabiat güzelliğine aşıktı. Bütün çiçekleri severdi. Hatta kır çiçeklerini toplar ve yakasına papatya takardı.

    Köylülerle, işçilerle ve askerlerle halkın geçimini ve idarenin gidişini konuşmaktan hoşlanırdı. Dert dinlemekten ve herkese faydalı olmaktan zevk alır, her işi kendi gözü ile görürdü. Kibir diye bir şey bilmezdi. İnandığı işlerde emirlerini açık ve kati idi. Gönül almasını, teşvik etmesini, takdir etmesini bilirdi.

    Termal Oteli’nin karşısında her günün tarihini taze çiçeklerle yazardım. Elimizde çiçekle yetiştirilmiş bir ayın rakam ve harf saksıları vardı. O ayın harflerini ve günün rakamını ve saksılar da toprak içinde kaldığı için ay ve gün sayısı, o gün saksılarla aynı yere sabah gömdüğümüz ve saksılar da toprak içinde kaldığı için ay ve gün sayısı, o gün yerden bitmiş gibi görünürdü.

    Termal’e bahçe mimarları el sürmedi. Ne görülüyorsa, Atatürk’ün emriyle biz yaptık. Bugün, Atatürk Çiçeği diye bilinen bir çiçek vardır. Hani ecnebilerin Ponsetya dedikleri.. Yılbaşında kırmızı kırmızı açan çiçek… İşte onu da Atatürk çok severdi. Ben de burada bu çiçekten bol bol yetiştirdim. Ve adını Atatürk Çiçeği koydum. Bu hareket onun çok hoşuna gitti.

    Atatürk kapalı alanları, kapalı yerleri sevmezdi. Girerken camekanlı bir sera vardır. Kaloriferli olduğu için bütün çiçek fideleri burada yetişirdi. Bu seranın etrafında ağaçlar vardı. Atatürk her geldiğinde hep aynı ağacın altında oturur ve buradan emir verirdi. Bu ağaç, Atatürk öldükten sonra birden kurudu. Çok üzüldüm. Ağacı elli santim yüksek keserek kökünü sandalye yaptım. Ölümünden sonra ben de bu kuru kütük sandalyeye oturarak kendime kumanda yeri yaptım….”

    Pandelli Roketas, bir güzel insan…

    Ve bugün Termalde hala onun büyük emeklerinin izleri var.

    Nurlar içinde yatsın , mekanı cennet olsun.

    Saygilarimla,

    Selen Atasoy

  • Atatürk kimdir?

    Atatürk kimdir?

    Atatürk kimdir?    

         TÜRKLERIN ATASI ; ATAMIZ DIR !

    Atatürk kimdir?     - ataturk

    1- Atatürk üst insandı. Onu başka İnsanlarla karşılaştırmak doğru olmaz. Atatürk’ün vatan sevgisine inanmıyorum. Üst insanlarda vatan sevgisinden daha yüce bir duygu olduğuna inanıyorum, “Vatan kuruculuğu” ..

    Farklı düşünüyorum bu konuda. Çünkü o zaman sevilecek vatan diye bir olgu yoktu ki. Osmanlının yok ettiği ümmetçi karanlık geçmişin harabeleri vardı. Vatan sadece toprak yığınından oluşmuyor. Vatan; yüce değerlerin zarfıdır.

    Peki Atatürk zamanında hangi değerler vardı? Hiç bir değer… Hiçlik vardı. İnsan hiçliği nasıl sevebilir. Atatürk sevilecek ve insanca değerlere zarf olacak bir vatan tesis etmek istedi. Yüksek ölçüde de bunu başardı. Çünkü üst insanlar değerlerin kurucuları olurlar. O değerlerle de vatan madde olmaktan, toprak yığını olmaktan çıkarak, manevi ölçütlerin yurduna dönüşür. Atatürk’ün kurduğu ve Anadolu’ya armağan ettiği değerlerin ondan önce var olduğuna dair hiçbir örnekle, emareyle karşılaşmadım. Nelerdi bu örnekler?

    Atatürk kimdir?     - ataturk kurtulussavasi

    2- Cumhuriyet bir değerdir ve Atatürk öncesi yoktu.

    3- Laiklik, sadece bir değer değildir, değerlerin üreme üretilme temel taşı ve olanağıdır, Atatürk öncesi bu da yoktu.

    4-Türkçe bir değerdir ve Atatürk öncesi yoktu. Özellikle benim için önemli olan budur. Ben bir kaç dil bilirim ve Türkçe’nin de bir kaç lehçesini bilirim. Atatürk öncesi Türkçe yoktu. Felsefeye, fiziğe, ilime, bilime, bütün bilim dallarına girmiş bulunan modern Türkçenin kurucusu Atatürk’tür. Çağımızda eski Yunan felsefesinden modern Batı felsefesine denli bilgi kaynakları tercüme edilmişse, bunun nedeni Atatürk tarafından insanlık tarihine sunulan ve dilbilgisi belli olan Türkçedir.

    Atatürk kimdir?     - ataturk halk kadin

    5- Atatürk öncesi kadın yoktu. Şeriat esiri ve seks makinası olan, evde oturması gereken, cihat için çocuk doğuran dişi nesne vardı. Kadına insan onuru kazandıran, yazıp okuması için önündeki şeriat engellerini kaldıran, seçip seçilme hakkı kazandıran Atatürk olmuştur.

    Atatürk olmuştur ve başka kimse olmamıştır.

    6- Atatürk öncesi tarih hafızası olan bir toplum yoktu. Çünkü tarih bilgisi ve bilinci olan bir toplum yoktu. 10 yıl boyunca TDK başkanlığı yapmış olan felsefeci Macit Gökberk “Değişen dünya, değişen dil” kitabında “Ortaokulu Osmanlı döneminde bitirdim. Anadoluda Selçuklu devletinin de olduğunu Ortaokulu bitirdikten sonra yabancı kaynaklardan öğrendim” diye yazar. Yani Anadolu toplumunda tarih bilinci ve bilgisi yoktu. Bu hafıza, bilinç ve bilginin yaratıcısı Atatürk’tür.

    Atatürk kimdir?     - ataturk

    7- Türkler için (Sadece Türkiye Türkleri için değil) Atatürk’ten önce tarihin kendisi de yoktu. Üst insanlar kendilerinden itibaren başlayan tarihin yaratıcıları olmuyorlar. Daha önceki tarihin de kurtarıcıları, aydınlatıcıları oluyorlar. Bu açıdan Atatürk tarihin kurucusu, kurtarıcısı ve aydınlatıcısıdır.

    8- Atatürk öncesi Arap töreleri Türk toplumunun beyinini öylesine karanlığa gömmüştü ki, iğne deliği denli bir yer bile ışık sızması için kalmamıştı. Atatürk büyük dinsel aydınlatıcı gibi Kuran’ı Türkçeye çevirttirerek 1000 yıllık katı ve delinmesi güç olan karanlıklara ışık sızdırtmaya çalıştı ve büyük ölçüde başarılı oldu. (Ömer’in notu: Kur’an Tanzimat devrinde de Türkçe’ye çevrilmişti, ve bir kaç defa Türkçe ezan okutulmuştu, ama başarılı olmadı). Günümüzdeki Osmanlı karanlıklarına dönüşün macerası başkadır.

    Atatürk kimdir?     - atatuerk 1

    9- Atatürk´ten önce edebiyat yoktu, çünkü alfabe yoktu. Arap alfabesi, sadece Türkçe’nin düşmanı değil, Arapça’nın ve Farsça’nın da düşmanı. Arap harflerinin beyinleri körleştirme sürecini durduran Atatürk olmuştur ve başkası değildir. Atatürk öncesinde 1000 yıl boyunca Ebureyhan Biruni gibi bilgeler bu alfabeden Orta Doğuyu kurtaracak kurtarıcı üst insan aramışlardı. O kurtarıcı Atatürk kişiliğiyle ortaya çıkmıştır.

    10 – Atatürk öncesi musiki yoktu. Osmanlı sarayının saçma ve karmaşık dildeki aruz edebiyatı musiki için asla yatkın değildi ve beyinlere uyuşturucu etkisi bıraklmaktaydı. Konservatuarların kurucusu ve eski karanlıklara gömülmüş toplumun estetik zevk algısını aydınlatan Atatürk olmuştur. (Ömer’in notu: musiki yoktu demek biraz iddialı. Tek sesli müzik vardı ama halkın kendi müziği değildi. Genelde gayrı müslimler tarafından bestelenmiş saray veya belli bir kesimin müziğiydi. Halk müziği ise musikiden ziyade saz eşliğinde söz söylemeye dayanıyordu. Tabii bunu çok kısa ve özet olarak söyledim).

    11- Atatürk’ten önce Tanzimat’tan başlayarak Batılılaşma süreci vardı ve bu süreç Atatürk’ü yetiştirdi savını kabul edemiyorum. Çünkü böyle olsaydı, o zaman Atatürk gibi bir önder Batının kendisinde yetişmeliydi? Ama yetişmedi. 18. YY itibarı ile Rusyada büyük aydınlanma süreci başladı. Rusya aydınlanma ve intelenjiyası 19. yüzyılda bütün dünyayı etkisi altına aldı. Tanzimattan sonra Osmanlı’da Dostoyevski, Tolstoy, Turginev, …. gibi dahiler mi yetişti?

    Yok.

    O zaman neden Rusya intelejensiyası Atatürk gibi bir önder değil, Lenin gibi bir terörist yetiştirdi? Evet, Lenin teröristti ve Çar saltanatını mensuplarının hepsini toptan teröre uğratarak katl etti. Atatürk de Osmanlı hanedanını toptan katil edemez miydi? Ama etmedi. Hz. Muhammetin “Yer yüzünde islam egemen olana denli savaşın!” sözlerine benzer Lenin de “Yer yüzünde işçiler azat olana denli savaşın ve proletar diktatörlüğünü kurun!” dedi. Ama Atatürk ne Arap, ne de Lenin saçmalıklarına aldırış etti. Bu saldırgan zihniyetlere karşı “Yurtta barış dünyada barış” söylemini ortaya koydu. Tarihte böylesine bir devlet adamıyla karşılaşmadım ve neler neler….

    12- Özetle: Atatürk öncesi yokluk vardı…

    saygilarimla,

    Selen Atasoy

  • GÖNÜLLÜ KULLUK

    GÖNÜLLÜ KULLUK

    Dört tavuk, bir kartal yuvasına gidip bir yumurta çalarlar.

    Yumurtayı kümese getirdiklerinde, diğer tavuklar gördükleri bu yumurtanın çok büyük bir tavuğa ait olduğunu düşünürler.

    Zaman geçer, yumurtayı getirenler de unuturlar, onlar da bu yumurtanın büyük bir tavuğa ait olduğuna inanırlar.

    Günün birinde kuluçkaya yatan bir tavuğun altındaki o yumurta kırılır. İçinden simsiyah kanatlı, ilginç gagalı tuhaf bir tavuk çıkar.

    Herkes şaşkın, mutludur; böylesini ilk defa görmüşlerdir.

    Anne tavuk, yavrusuna dersler vermeye başlar:

    “Bak yavrum, yerden bulduğun böceği şöyle ye! Arpayı buğdayı böyle ye!.”

    Anne tavuk her geçen gün yeni şeyler öğretir yavrusuna; tehlikelere karşı nasıl davranılacağını da..

    Büyük yumurtadan çıkan ilginç gagalı yavru tavuk, annesinin her söylediğini yapmakta, büyüdükçe de güzelleşmektedir. Oldukça uzun kanatları vardır. Diğer tavuklar onun kanatlarına kıskançlıkla bakmaktadır.

    Dört tavuk, bir kartal yuvasına gidip bir yumurta çalarlar. - modernkole tuketim

    Bir gün anne tavuk yavrusuna havadan gelen tehlikelere karşı kendini nasıl savunacağını anlatırken yavrunun gözü, gökyüzünde çoook yukarılarda süzülerek ihtişamla uçan başka bir canlıya ilişir.

    — “Anne bu ne?” diye sorar.

    Anne tavuk;

    — “Ha o mu? O kartal yavrum, kuşların padişahı.”

    — “Ne de güzel uçuyor!..” deyip iç geçirir yavru tavuk.

    — “Evet yavrum. Ama sen sakın ona özenme! Asla onun gibi olamazsın. Senden önce baban, deden, amcan hepsi ona özendi ama hiç biri onun gibi uçamadı. Sen bir tavuksun ve bir tavuk gibi yaşamalısın.”

    O günden sonra küçük tavuk, ömrü boyunca arka bahçede kartalın ihtişamlı geçişini izleyip iç çeker ve her defasında, “Keşke ben de bir kartal olup uçabilseydim.” diye hayıflanır.

    Ve bir gün siyah uzun kanatlı büyük tavuk, ihtişamlı kartalı izlerken ölüp gider. Onu bir tavuk gibi defnederler.

    Oysa ölen bir kartaldır.

    Dört tavuk, bir kartal yuvasına gidip bir yumurta çalarlar. - gonullu kulluk
    Gönüllü Kulluk (Etienne de La Boétie)

    Etienne de La Boétie “Gönüllü Kulluk” kitabında der ki:

    “Eğer iki kuşak köleleştirilirse, bundan sonra gelen kuşak özgürlüğü hiç tanımadığı, görüp bilmediği için pişmanlık duymadan hizmet eder ve ondan öncekilerin zorla yaptıklarını seve seve yerine getirir.”

    Bilinçsiz ailelerin ve iktidar baskısı altındaki toplumların çocukları kulluk, kölelik düzeni içinde büyütülüp eğitilirler. Siyasi iktidarlar en küçük bir eleştiriye, protesto gösterisine tahammül edemezler; onlar gibi düşünmeyenler suçludur, haindir. Dolayısıyla bu insanlar da siyasal iktidarı eleştirmeye yönelik herhangi bir eyleme kalkışamazlar. Böyle bir eylemin gerektirdiği özgün düşünceden, özgür iradeden yoksundurlar. Kurulu düzeni sevip benimserler ve sürdürdükleri yaşamın dışında başka yaşam biçimleri olduğunun ya da olabileceğinin farkına bile varamazlar.

    Oysa insanların, içinde bulundukları durumu doğal karşılayıp benimsememeleri, hep daha iyiyi, daha güzeli amaçlamaları için onlara belli değerler, onur, erdem gibi insani davranış kalıpları aşılamak gerekir. Çünkü bilimsel ve özgür düşünen, aklını öne çıkaran, sorgulayan, gerektiğinde hesap soran bireylerin oluşturduğu toplumların geleceği çok daha güven içinde olacaktır.

    Bu gönüllü kulluğun yok edilmesi, özgür bireylerin yetiştirilmesi yine yönetenlerin elindedir. Yani KİŞİLER, isterlerse kartal, isterlerse tavuk yetiştirirler.

    AİLELER; kartal yetiştirmek istemiştir.
    DÜNYAYI YÖNETENLER ise; kartallara düşman; onlar tavuk beslemek istiyor.

    İÇİNİZDEKİ KARTAL OLMA ATEŞİ HİÇ SÖNMESİN. FİKİR HÜR OLMAZSA; BEDEN TUTSAKTIR.

  • Sakarya harbi

    Sakarya harbi

    Stergiadisin Torunu Dimitri Kitsikis , Fesli Kadirin hocası ve can dostudur.

    Sakarya harbinden sonra İngilizler Yunan ordusunun Türkleri yenemeyeceğini iyice anlamıştı. Bunun için yeni bir proje hazırladılar. İzmir merkezli özerk bir devletcik kurulacak başına da Hrıstiyan bir vali atanacaktı (18 Haziran 1921). Bir İngiliz belgesine göre, ” bu fikri onların aklına ilk defa Vahdeddin’in emriyle kurulan Anadolu Cemiyeti ve saray yardakçısı Türkler” düşürmüştü. Anılan cemiyet İstanbul’daki Yunan Siyasi Temsilcisi Triandafilacos ile temasa geçerek, “Batı Anadolu Özerk Hükumeti” kurulması için işbirliği teklif etmişlerdi….

    Anadolu Cemiyeti 10 Aralık 1921’de Triandafilacos’a şu teklifi sundu:

    (1) Özerk Batı Anadolu Hükumeti padişaha bağlı olacak.

    (2) Yunanlılar emrinde 35.000 kişilik milis gücü olacak.

    (3) Yunanlılar Anadolu Cemiyetine 100.000 lira para verecek…

    İyonya devleti ilerde Yunanlılara iltihak edecek ve şimdilik İzmir’de bulunan Aristidis Stergiadis yönecekti. İyonya Devleti kurulması için Atina İzmir’e talimat gönderdi. Projenin başında Manisa Mutasarrıfı Hüsnü Bey (Hüsnüyadis), Balıkesir’de çıkan Gavurcu İrşad gazetesi ve Yunan kralı Kostantin’e (Kosti) tebrik telgrafı çeken Bursa Müftüsü El-Hac Ömer Fevzi bulunuyordu. Hepsinin arkasında da Teali-i İslâm Cemiyeti, Mustafa Sabri ve İskilipli Atıf Hoca vardı.

    Kim bu Ömer Fevzi? 1908 Meclisinde Bursa mebusu olan Varna – Pazarcık doğumlu El-Hac Ömer Fevzi, o devrin üç hain Ömer Fevzi’sinden biridir. Birisi Gümüşhaneli, birisi Trabzonlu gazeteci, diğeri de bu medreseli yobaz. Mustafa Sabri’nin Bursa müftülüğüne atadığı cibilliyeti belirsiz bu hain, hem Müftü hem Hürriyet-İtilaf Fırkası Bursa reisiydi. Din siyasetin içindeydi. Kuva-yı Milliye direnişini kırmak için, Aziz Nuri ile köy köy dolaşıp Anzavur namussuzunu destekledi.

    Milli Kuvvetler tarafından bir müddet Kütahya’ya sürüldü ise de, Yunanlılar Bursa’yı işgal edince tekrar döndü. Bursa’nın işgalinde “Çok şükür Bursa’yı Kuva-yı Milliyeden temizledik” diye davul çaldırdı. Yunan subayı Osmangazi’nin sandukasını “kalk Osman kalk ben geldim” diye tekmelerken, onun yanındaydı. Yunan Kralı Kostantin Sakarya Harbi öncesi Eskişehir’e gelerek Efzun alaylarını teftiş etmiş, Ankara’yı hedef göstermişti. İşte bu Kosti’ye “tebrik telgrafı çekme hayâsızlığı” gösteren ve Süleyman Nazif’ten “namussuz” sıfatını alan adam. İyonya projesi için İzmir’deki Yunan Komiseri Stergiadis ile işbirliğine girdi.

    Bu proje Yunanistan’ın Anadolu’da köprübaşı tutması için hazırlanmıştı.

    İyonya Devleti Kuruluş Beyannamesi 31 Temmuz 1922’de İzmir hükumet konağı önünde Yunan Komiseri Stergiadis tarafından açıklandı.Destekçileri, işgal sırasında İzmir valisi olan Bedirhani Kambur İzzet ile Belediye Reisi Hacı İzzet Paşa idi. Çerkez Ethem ve avenesi de bölgede örgütlü bir milis gücü oluşturmuştu.

    Törene Stergiadis, Belediye Reisi Hacı Hasan Paşa, Karşıyaka Belediye Reisi Ahmed Şükrü ve medreseli Hoca Hulusi Efendi katıldılar. Hacı Hasan Paşa, “bilhassa ahali-i İslamiye namına beyanı teşekkür ve istirhamat-ı faikasının kabulünü” diledikten sonra, sözü Rum cemaatı adına Armonya gazetesi sahibi Kaprisi Efendiye bıraktı. Ardından Ermeni, Musevi ve Katolik cemaat liderleri konuştular. Son teşekkür konuşmasını Anadolu Çerkezleri adına Yorgi Ethem avenesinden biri yaptı. Yunan idaresine bağlılıklarını bildirdiler.

    İzmir’de bu tören olurken Stergiadis Ankara’da olup bitenlerden habersizdi. Gazi Paşa tüm hazırlıkları yapıp cepheye gelmişti. İngiliz gizli servisi ilk defa Büyük Taarruzun gününü öğrenememişti. Mustafa Kemal 26 Ağustosta Kocatepe’ye gelmiş, topların çelik ağzı alevler kusmaya başlamıştı.

    Mehmetçik dağ tepe dinlemiyor, Fahrettin Paşa’nın süvarileri güneyden çevirme yapıyordu. On gün içinde yanan yıkılan köyler arasından İzmir’e ulaşmak bir mucizedir. Trikopis, 4.000 askeriyle Uşak’ta teslim olmuştu. Bu ateşler arasında Halide Onbaşı da Sarışın Paşa’nın peşindeydi. Yazdığına göre sarışın bir kurda benziyordu. Ne İngilizler ne Yunanlılar taarruz gününü anlayamamışlardı.

    Türk ordusu 9 Eyülde İzmir’e girdiğinde Punta semti yanıyor, Yunan askerleri ve Bay Stergiadis kaçacak vapur bulamıyordu.

    Stergiadisin Torunu Dimitri Kitsikis , Fesli Kadirin hocası ve can dostudur.

    KAYNAK Osman Selim K/ 12 Ağustos 2021

  • Atatürk Ve İğde Ağacı

    Atatürk Ve İğde Ağacı

    Atatürk Ve İğde Ağacı - igdeagaci

    Atatürk Ve İğde Ağacı

    O günün Ankara’sı kurak,çorak bir köy

    Çankaya’dan meclise gelirken yol üzerinde sadece ama sadece bir tek iğde ağacı varmış.Atatürk o iğde ağacının önünden geçişlerinde arabasını durdurur,inermiş ve o iğde ağacına selam verirmiş. “Aman demişler paşam ne yapıyorsunuz böyle?”, “E, o demiş yediğim meyvenin, sığındığım gölgenin, soluduğum havanın bir neferi.En az diğer neferler kadar bunun da selama hakkı var “. Yani “Niye şaşırıyorsunuz?”der gibiymiş.

    Ve bir gün yanında bulunan arkadaşına “İşte bu benim!”derken bi de bakıyor ağaç yok ortada hemen iniyor “Ne yaptınız bu ağaca” diyor.

    “Paşam” diyorlar “Yolu genişletmek için mecburduk kestik o ağacı” “Yahu diyor bi tek bana soraydınız bu ağacı kurtaracak bir yolu mutlaka bulurdum”diyor.

    Daha fazla dayanamıyor arabasına biniyor,şoförünün ve arkadaşının gözü önünde hüngür,hüngür ağlamaya başlıyor.

    Bir tek iğde ağacı için mi dersiniz? Hayır. Çok zor şartlarda kurtardığı bu topraklarda yetişen bir canlıdır ve lideri olduğu için de bu toprakların da o iğde ağacının da sorumluluğu Mustafa Kemal’in omuzlarındadır da onun için.

    Kaynak: Prof. İlknur Güntürkün Kalıpçı, “Bize Anlatılmayan Atatürk”

    saygilarimla,

    Selen Atasoy

  • Tolstoy’dan 17 Ders

    Tolstoy’dan 17 Ders

    Bir tren garında ölen Rus edebiyatının dev ismi Tolstoy’un son fotoğrafı ve Hayatı Sorgulatacak Ders Niteliğinde 17 Sözü
    1. Öyle horozlar vardır ki, öttükleri için güneşin doğduğunu sanırlar. - tolstoy

    1. Öyle horozlar vardır ki, öttükleri için güneşin doğduğunu sanırlar.

    2. Hayat ne gideni geri getirir, ne de kaybettiğin zamanı geri çevirir. Ya yaşaman gerekenleri zamanında yaşayacaksın, ya da yaşamadım diye ağlamayacaksın.

    3. Bozuk para insanın cebini deler, bozuk insan da kalbini. Bu yüzden harcayın ikisini de gitsin.

    4. İnsanı bedenen ameliyat etmek için uyutmak, ruhen ameliyat etmek için ise uyandırmak gerekir.

    5. Herkes insanlığın kötüye gittiğini kabul eder ama hiç kimse kendisinin kötüye gittiğini kabul etmez. Herkes insanlığı değiştirmeyi düşünür ama hiç kimse önce kendini değiştirmeyi düşünmez.

    6. Varlığı bir şey kazandırmayan insanların, yokluğu hiçbir şey kaybettirmez.

    7. Ne diye şeytana kızarsın? Bir iyilik yap da, o sana kızsın.

    8. Bil ki, yaşadıklarınla değil yaşattıklarınla anılırsın. Ve Unutma; ne yaşattıysan elbet bir gün onu yaşarsın.

    9. Bir insanı bulunduğu mevkiyle değil, göz koyduğu mevkiyle ölçmek gerekir.

    10. En güçlü iki savaşçı sabır ve zamandır.

    11. Bir insan acı duyuyorsa canlıdır. Başkasının acısını duyuyorsa insandır.

    12. İnsanın gerçek gücü sıçrayışta değil, sarsılmaz duruştadır.

    13. Kendi mutluluğundan başka hedefi olmayan insan kötüdür.

    14. İnsanların çoğu onu yapıyor diye yanlış, yanlış olmaktan çıkmaz.

    15. Kimse, kimseyi küçümseyecek kadar büyük değildir, bilmelisin. Küçümsediğin her şey için gün gelir, önemsediğin bir bedel ödersin.

    16. Birine çamur atmadan önce iyi düşün ve sakın unutma: önce senin ellerin kirlenecek.

    17. Başkalarının hayatından ders alın. İnsan, bütün hataları kendisi yapacak kadar uzun yaşamıyor.

  • ÖGRETMEN

    ÖGRETMEN

    ÖGRETMEN: - rose kirmizi gul cicek

    ÖGRETMEN:

    BIR KÜÇÜCÜK OĞLANCIK VARMIŞ: Bir küçücük oğlancık, bir gün okula başlamış. Pek mi pek akıllıymış. Okulu da pek büyükmüş. Ama akıllı çocuk, sınıfına dışarıdan kestirme bir yol bulmuş. Buna çok sevinmiş. Artık okulu ona kocaman görünmüyormuş. Bir zaman sonra, bir sabah öğretmen demiş ki; “Bugün resim yapacağız.” “Ne güzel ! ” demiş çocuk. Resim yapmasını pek severmiş. Her türlüsünü de yaparmış. Aslanlar, kaplanlar, tavuklar, inekler, trenler, gemiler … Mum boyasını çıkarmış ve çizmeye başlamış.

    Ama öğretmen “Durun!” demiş. “Henüz başlamayın.” Ve çocuk herkes hazır olana kadar beklemiş.

    “Şimdi” demiş öğretmen, “Çiçek çizmesini öğreneceğiz.”

    “İyi demiş” çocuk. Çiçek çizmesini çok severmis ve pek güzellerini yapmaya başlamış pembe, mavi, turuncu mum boyalarıyla..

    Ama öğretmen, “durun” demiş, “size nasıl yapacağınızı göstereceğim.”

    Yeşil saplı kırmızı bir çiçek çizmiş.

    “İşte” demiş öğretmen, “Böyle çizeceksiniz. Şimdi başlayabilirsiniz.”

    Küçük çocuk bir öğretmenin resmine bakmış, bir de kendininkine… Kendininkini daha bir sevmiş ama, bunu kızarlar diye söyleyememiş. Kağıdı çevirip öğretmeninki gibi yeşil saplı kırmızı bir çiçek çizmiş.

    Bir başka gün küçük oğlancık, sınıfa çıkan kapıyı tek başına açmayı becerdiğinde, şöyle demiş öğretmen.

    “Bu gün çamurdan bir şey yapacağız.”

    “İyi” demiş çocuk. Çamurla oynamayı pek severmiş. Her şeyi yapabilirmiş onunla. Yılanlar, kardan adamlar, filler, fareler, arabalar…

    Başlamış çamuru yoğurup sıkıştırmaya… Ama öğretmen “Durun, daha başlamayın demiş” ve beklemiş hazır olmasını herkesin.

    “Şimdi” demiş öğretmen, “Bir çanak yapacagız.” “Güzel” demiş çocuk. Çanak yapmasını da pek severmiş ve başlamış yapmaya boy boy, şekil şekil çanakları.

    Ama öğretmen “Durun !” demiş, “Size nasıl yapılacağını göstereceğim.” Ve de göstermiş herkese bir büyük çanağın nasıl yapılacağını.

    “İşte” demiş öğretmen “Artık başlayabilirsiniz.”

    Küçük çocuk bir öğretmenin çanağına bakmış, bir de kendininkine. Kendininkini daha çok sevmiş ama, bunu kızabilirler diye söyleyememiş.

    Toprağını yuvarlayıp yeniden yapmiş öğretmeninki gibi derin bir çanak.

    Ve çok geçmeden küçük çocuk öğrenmiş beklemeyi, izlemeyi ve her şeyi öğretmen gibi yapmayı.

    Ve başlamış kendiliğinden hiçbir şey yapmamaya.

    Ama birdenbire küçük çocuk ve ailesi taşınıvermiş başka bir eve, başka bir şehire ve çocuk gitmiş başka bir okula…

    Bu okul daha da büyükmüş öbüründen. Kestirme yolu da yokmuş dışarıdan. Büyük basamakları çıkmak ve uzun koridorlari geçmek gerekiyormuş sınıfa kadar. Ve daha ilk gün demiş ki öğretmen: “Şimdi resim yapacagız !”

    “Güzel” demiş çocuk ve beklemiş öğretmenin ne yapacağını söylemesini.

    Ancak öğretmen bir şey söylemeden başlamiş dolaşmaya.

    Küçük çocugun yanına gelince sormuş:

    “Resim yapmak istemiyor musun?”

    “İstiyorum” demiş çocuk. “Ne yapacağız?”

    Ne istersen” demiş öğretmen. “Her kes aynı resmi yaparsa ve aynı renkleri kullanırsa, kimin ne yaptığını ve neyin ne olduğunu nasıl anlarım ben?”

    “Bilmem” demiş çocuk ve

    “YEŞİL SAPLI KIRMIZI ÇİÇEĞİ” çizmeye başlamış

    Selen Atasoy

  • Dostluklarımızın samimi ve dürüst olması dileğiyle

    Dostluklarımızın samimi ve dürüst olması dileğiyle

    Zamanın birinde bir oduncu ormanda odun keserken çalı arasında bir yılan görür elindeki baltayı kaldırıp yılanın başına vurmak üzereyken yılanla bir anda göz göze gelmiş, yılana acıyıp yılanı öldürmekten vazgeçmiş ve yılan da duygulanmış dile gelmiş ey insanoğlu sen bana kıyamadın, bende sana bir iyilik edeceğim demiş ve deliğine girmiş kaybolmuş.

    Biraz sonra ağzında bir altınla dönmüş ve yere bırakmış bundan böyle bir ömür boyu sana her gün bir altın vereceğim, oduncu altını bozdurmuş ve evinde o gün şenlik olmuş.

    Hiç kimseye olan biteni anlatmamış ailesi dahil herkes sadece oduncunun çok çalıştığını için durumunun düzeldiği zannetmiş yılar boyu her gün o deliğin başına gitmiş yılan ile buluşmuş ve altını almış.

    Gel zaman git zaman oduncu hastalanmış, deliğin başına gidemez olmuş, bir kaç gün geçince geçim sıkıntısı çekmeye başlamış, oduncu oğlunu yanına çağırmış ve yılanın sırrını anlatmış, git o deliliğin başına ve oğlum olduğunu söyle yılan sana altın verecek demiş.

    Oğlu inanmamış ama gitmiş, yılan önce saklanmış sonra ortaya çıkmış, onun oduncunun oğlu olduğuna iyice kanaat getirince deliye girip bir altın getirmiş, oğlan önce inanmadığı hikayenin gerçek olduğunu görünce hırsa kapılmış, kim bilir daha ne kadar altın var burada demiş, hırsla yılanı öldürmek için bir hamle yapmış, ıskalamış ama yılanın kuyruğunu koparmış, yılan da can havliyle dönüp oğlanı sokmuş ve öldürmüş.

    Akşam yaklaşıp da oğlu gelmeyince oduncu iyice endişelenmiş hasta yatağından sürünerek bile olsa kalkmış deliğin başına gitmiş ki oğlu cansız yatıyor.

    Yılan o arada görünmüş, kuyruğu yok ve kanlar içinde oduncu durumu anlamış ve çok üzülmüş, canının parçası oğlu yerde yatıyor, yıllardır veli nimeti olan yılan yaralı hatalı olan oğlum olmalı demiş ve yılandan özür dilemiş, tekrar dost olalım demiş yılan ise acı acı gülümsemiş çok isterdim ama sende bu evlat acısı, bende de bu kuyruk acısı varken biz artık dost olamayız.

    Dostluklarımızın samimi ve dürüst olması dileğiyle.

    saygilarimla,

    Selen Atasoy

  • OSMANLIDAN KALAN MİRAS

    OSMANLIDAN KALAN MİRAS

    Osmanlı’dan bize kalan sadece dört önemli fabrika var: Hereke İpek Dokuma, Feshane Yün İplik, Bakırköy Bez ve Beykoz Deri fabrikaları…

    Nüfusun % 80’i kırsal bölgede yaşıyor. Bunun önemli bir bölümü yerleşik değil göçebe. 40 bin köyün 37 bininde ne okul var, ne postahane, ne de dükkan. 40 bin köyde yaklaşık 11 milyon insan yaşıyor. Bu insanların ancak % 2’si okur-yazar. 37.000 köyde okul yok. 1922 istatistiklerine göre 1950 köyde sığır vebası var.

    Düşmanların tümüyle yaktığı köy sayısı 830. Yanan bina sayısı 114.408. Ülkeyi neredeyse yeniden kurmak gerekiyor.

    4.000 km kadar demiryolu var Anadolu’da. Bir metresi bile bizim değil. Demiryolları istasyonlar yabacıların. Biletleri dahi fransızca.. Paramızın üzerinde bile fransızca, yunanca, Ermenice harflerle Bir osmanlı lirası yazıyor

    Denizciliğimiz acınacak durumda. Donanma, II. Abdülhamit döneminde Haliç’te çürütülmüş.

    Köylü topraksız. Sabanı ve öküzü bile yok. Doğu’da, Cumhuriyetle de insanlıkla da bağdaşmayan aşiret, bey, ağa, şeyh düzeni var.

    Çok az tarım mühendisi var. Güya tarım ülkesiyiz ama ekmeklik unumuzun çoğunu dışarıdan getiriyoruz. Sığır vebası hayvancılığımızı öldürüyor.

    Tüm Türkiye’de sadece 337 doktor var. 150 kadar ilçede doktor yok. Doktor başına 30.000 kişi düşüyor. Sağlık memuru sayısı 434. Pek az şehirde eczane var. Türkiye’deki toplam eczacı sayısı 60.

    Salgın hastalıklar insanımızı kırıyor. Üç milyon insanımız trahomlu. Sıtma, tifüs, verem, frengi, tifo salgın halinde. Bit ciddi sorun. Nüfusumuzun yarısı hasta denebilir. Bebek ölüm oranı % 60’ı geçiyor. Ebe sayısı çok az. 40 bin köye karşılık diplomalı ebe sayımız 136.

    Telefon, motor ve makine yok denecek kadar az. Teknolojiden yoksun bir ülkeyiz. Radyo ve sinema sadece büyük kentler de var…

    Bütün sanayi ürünlerini dışarıdan alıyoruz. Şeker, un ve hatta kiremiti bile ithal etmek durumundayız. Avrupa’nın her çeşit malı için açık pazar halindeyiz.

    Elektrik yalnız İstanbul ve İzmir’in bazı kentlerde var.

    Yunanistan’dan gelen göçmen sayısı 400.000’i geçmiş. Göçmenlere ordunun yiyecek stoklarından yardım ediliyor.

    Zorunlu okuma yaşındaki çocukların ancak dörtte birini okutabiliyoruz. Halkın eğitimi ise hiç çözülmemiş bir sorun olarak duruyor. Erkeklerin % 7’si, kadınların %04’ü okuma yazma biliyor. Kürtler arasında okuma yazma oranı %01 bile değil.

    Halk kitap okumuyor. 1729’dan 1830 yılına kadar 100 yıl içinde Osmanlı’da basılan toplam kitap sayısı sadece 180. Aynı sürede Batı’da basılan kitap sayısı ise 90.000. Basının toplam tirajı 100.000’i geçmiyor. Gazeteler ve dergiler, sadece İstanbul ve İzmir gibi büyük kentlerde az sayıda okuyucu bulabiliyor.

    Kitap yok, kütüphane yok, müze yok, tiyatro yok, sinema yok, radyo yok; halkı aydınlatacak, bilinçlendirecek, eğitecek kurumlar yok. Halk adeta kendi kaderine ve cami imamının, tarikat şeyhinin, Medrese ehlinin bilgisine ve insafına terk edilmiş durumda. Bütün işletmeler ve kazancı yabancıların. Rumlar ermeniler yahudiler askerlikten ve savaşlardan muaf sadece türkler savaşıyor. Sadece türkler tütünde fabrikada madenlerde ırgat gibi çalışıyorlar. Büyük şehirlerin çoğunluğunu yabancılar oluşturuyor. Türkler köylerde amele ve çoban.

  • ALTIN ELBİSELİ ADAM

    ALTIN ELBİSELİ ADAM

    ALTIN ELBİSELİ ADAM - Altin Elbiseli Adam

    ALTIN ELBİSELİ ADAM

    Kazakistan’da inşaat çalışmaları sırasında bulunan, üzerindeki 3 binden fazla el işlemesi altın plaka nedeniyle bir hakana ya da oğlu tegine ait olduğu düşünülen Altın Elbiseli Adam zırhı

    Zırh, Türk kültürünün ve medeniyetinin tarih içindeki derinliğini ortaya koyan önemli argümanlar arasında yer alıyor.

    Altın Elbiseli Adam olarak anılan zırhta leopar, pars, kartal koç, geyik, dağ keçisi, at ve kuş motifleri işlenmiş 3 bini aşkın altın üçgen plaka bulunuyor.

    Altın işlemeleriyle öne çıkıyor

    Sağdan sola doğru kapanan V yakalı kısa kaftan, dar süvari pantolonu, diz altında kalan kısa yumuşak çizmeden oluşan zırh, kalpağıyla dikkat çekiyor.

    Altın iplikle dikilmiş kaftan ve kalpağın yanı sıra zırhta, silah olarak 150 farklı büyüklükte altın plaka işlenmiş kakmalı uzun demir kılıç, yarısı deri yarısı ahşap hançer, altın işlemeli kamçı bulunuyor. Altın Elbiseli Adam’ın mühür olarak da kullandığı bir yüzüğü var.

    Isık Kurganı olarak adlandırılan mezardan çıkarılan zırhın yanındaki malzemeler ise Türklerin 2 bin 500 yıl öncesinde büyük bir devlet ve medeniyet kurduğunu, kendi yazı dillerini kullandığını ortaya koyuyor.

    Mezar odasından çıkarılan sapı kırılmış gümüş kepçenin üzerinde yer alan 2 satır yazı, en eski Türkçe metin olarak kabul ediliyor.

    Bilim insanlarının büyük çoğunluğu yazının “Hanın oğlu 23’ünde öldü Esik halkının başı sağ olsun” anlamı taşıdığı konusunda birleşiyor.

    Türk inançlarını, devlet nizamını ve mitolojik görüşleri yansıtan, Türk dünyasının ortak kültür mirası 2 bin 500 yıllık eser,

    Kazakistan’ın Ankara Büyükelçisi Abzal Saparbekuly, M.Ö. 5’inci yüzyılla tarihlenen Altın Elbiseli Adam zırhının, Türklerin tarih derinliğini ortaya koyan nadide bir eser olduğunu söyledi.

    Abzal Saparbekuly, “Altın Elbiseli Adam, tarihimizin sadece Göktürkler’den değil, Hunlar ve Sakalar devrinden başladığını gösteriyor” demişti.

  • Dincilerin ve Ermeni milliyetçilerinin nefreti

    Dincilerin ve Ermeni milliyetçilerinin nefreti

    Dincilerin ve Ermeni milliyetcilerinin AGOP DILACAR’dan nefretinin nedeni ?

    Dincilerin ve Ermeni milliyetcilerinin AGOP DILACAR'dan nefretinin nedeni ? - Ataturk ve Agop Dilacar

    Bütün devşirme sadrazamları, yabancı padişah analarını, vezirleri kabullendiler, Abdulhamidin Ermeni bakanlarina ses etmediler, hatta Türklükten istifa eden Mustafa Sabriyi de sevdiler, ama bir tek ondan nefret ettiler. Neden mi ? Okuyun..

    Agop Ileri derecede Ermenice ,Türkçe, İngilizce, Yunanca, İspanyolca, Lâtince, Almanca, Rusça ve Bulgarca bilmektedir.

    Bir osmanli vatandasi olarak 1915 de askere alınmış, yedek subay olarak önce Diyarbakır’a, sonra Kafkas Cephesi’ne gönderilmişti.

    Büyük kahramanlıklar gösterdiği cephede ermeni ve ruslara karsi savasirken yaralandı, tedavi gördü ve Osmanli Genelkurmayinca madalyayla ödüllendirildi.

    Savaştaki çatışmaların durulduğu sırada Alman subaylara Türkçe öğretmeye başlar. Yabancı subayların elindeki J. Németh’in “Türkische Grammatik”i Agop’un ilgisini çeker.

    Bu kitabi alir. Dil uzmanlik alanidir. Meraklidir.

    Daha sonra cikan tehcir baglaminda , önlem olarak istisnasiz bütün gayri muslim azınlık subaylarına yönelik karar çerçevesinde Güney Cephesi’ne cephe gerisi hizmeti için Şam a gönderildi.

    Halep’e yaninda askerlerle varan Agop otele giderken yolda tutsak İngiliz askerlerle karşılaştı.

    Hintli bir albay Agop’a, salçalı yemekleri yiyemediklerini, kendilerine kuru gıdalar verilmesini söyledi ve ondan, bu isteğini Türkçe’ye çevirmesini istedi.

    Agop, tutsak Hintli albayın bu isteğini yerine getirdikten sonra gittiği otelde gece yarısı, yabanci dil konuştu “casusluk mu yaptı” suçlamasıyla gözaltına alındı.

    Komutana hesap vermek üzere iki asker gözetiminde Şam’daki birliğine gönderildi. Şam’da huzuruna çıkarıldığı komutan Mustafa Kemal’di.

    Mustafa Kemal, Agop’la ilgili raporu okuduktan sonra, merakla Agop’a sordu:

    Erlerin bir kısmı yolda kacmiş,

    “Nasıl oldu da sen kaçmadın?” dedi.

    “Kolaylıkla kaçabilirdin…”

    Agop, Kafkas Cephesi’nde aldığı madalyasını işaret etti:

    “Bu vatan için kan dökmüşüm, bu madalya sahte değildir” dedi. “Kafkas Cephesi’nden kaçmayan her halde Şam sokaklarından kaçacak değildir paşam”

    Emir buyurun süngüyü çıkarsınlar.”

    Askere “Süngüyü çıkar” buyruğu veren Mustafa Kemal, genç subaya bir öğüt verdi:

    “Halep’te seni tutuklayan komutanını kötülüyorsun ama o haklıydı” dedi.

    “Seni de anlıyorum… Gençsin, yedek subaysın, daha askeri kanunları okumamışsın, bilmiyorsun. Şunu bilmelisin ki, tutsaklarla temas etmek yasaktır.“

    Mustafa Kemal, Agop’un yanında taşıdığı Osmanli ordusunda görevli Alman subaylar için hazirlanmiş turkce almanca kitabı gördü ve ilgilendi. Latin harfleriyle yazılı Türkçe’yi ilk kez o kitapta görüyordu. Sorular sordu, sohbet ettiler.

    Agop’a, tabancasını, belgesini verdi ve “Şam’ı biliyor musun?” diye sordu.Agop “Şam’ı çok iyi bilirim” deyince Mustafa Kemal ona bu kez, özel bir izin verdi.

    “O halde git, şehri biraz gez, ondan sonra gel” dedi.

    Agop’un belgesi elindeydi. İstese, bu belgeyle firar edebilirdi. Tam kapıdan çıkarken, Mustafa Kemal onu geri çağırdı:

    “Gel bakalım senin üstün başın perişan” dedi. “Bu perişan giysilerle Şam’ı gezmek olmaz.” Cebinden kartını çıkardı, bir not yazdı, kartı Agop’a uzattı ve gerekli yere vermesini söyledi. Kartta şu yazı vardı: “Bu mülazım efendiyi giydiriniz ve tabldotumuza dahil ediniz.”

    Aradan yıllar geçti. Sofya Üniversitesi’nde çalışan Agop adlı bir bilim adamının, İstanbul’da yayımlanan bir gazetede “Türk Yazıtlarının 1200. Yıldönümü” başlıklı bir yazı dizisi yayımlandı.

    Bu yazı dizisi, dil devrimi hazırlıkları içinde olan Mustafa Kemal’in dikkatini çekti. Yazıları okudukça, yazarının kendisine hiç de yabancı gelmediğini duyumsadı. Yıllar önce Şam’da karşısına getirilen Ermeni yedek subayı geldi gözlerinin önüne.

    Yazarın fotografını görmek istedi.

    Eşinin annesinin evini bilen bir kişi gitti, oradan aldığı Agop’un bir fotografını getirdi. Mustafa Kemal fotograftaki Agop’u hemen tanıdı.

    “Bu Agop Şam’da bana ‘casus’ diye getirilen Agop’un ta kendisi” dedi ve. Onun adını, Dil Kurultayı’na katılacak bilim adamları listesine yazdırdı.

    Mustafa Kemal’in çağrısı üzerine Sofya’dan gelen Agop ve eşi, Zaman yitirilmeden Agop, Dolmabahçe Sarayı’na götürüldü.

    Martayan katildigi dil kongrelerinde uzmanligini gôsterir, pek çoğumuzun anlamayacağı kadar derinden Türkçe konuşur.

    “Bengin iltuta olurta çı sen Türk Budun.” Anlamı:

    “Ey Türk milleti! Sen ebedi bir imparatorluğu muhafaza edeceksin.”

    Çoğumuzun tanımadığı bu dev şahsiyet, özgün Kutadgu Bilig incelemesini “öğrencilere ve geniş halk kitlelerine, Türk yazınının bu ilk büyük eserini ve yazarı olan Balasagunlu Yusuf Has Hacib’i, eserin yazılışının 900. yıl dönümü (1069-1969) dolayısıyla tanıtmak, sevdirmek için kaleme aldığını” kitabın önsözünde belirtir.

    Mustafa Kemal yıllar sonra görüştüğü Agop’a hak ettiği konumu sağladı. Türk dil kurumu Genel sekreterliğine getirdi.

    1938 e gelindiģinde Atatürk çok ağır hastaydı. Ona bir vasiyette bulundu:

    “Arkadaşlara selam… Sakın… Dil çalışmalarını… Gevşetmeyiniz…” dedi.

    Agop Dilaçar tüm yaşamını, Atatürk’ün bu vasiyetini yerine getirmek için çalışarak değerlendirir. 1936-1951 yılları arasında Ankara Üniversitesi’nde dil-tarih ve Türkoloji dersleri verir. Dil devrimi çalışmalarına katılır. 1942-1960 yılları arasında Türk Ansiklopedisi’nin hazırlanması çalışmalarında başdanışmanlık yapar. Türk Dil Derneği’ndeki görevini ve dil çalışmalarını ölümüne kadar sürdürür.

    Bu nedenle kendisini Şevan Nişanyan gibi Türk dusmani ermeni milliyetcileri hedefe koymus, ve Turklugun hizmetine girmis diye suçlamislardir.

    Ilginçtir dinci kesim de kendisini surekli hedef alacaktir.

    Saygilarimla,

    SAtasoy

  • İş Bankası Kurumu

    İş Bankası Kurumu

    “İş Bankası Kurumu, Cumhuriyet tarihinde ekonomi bakımından başlı başına yer alacaktır.” (Mustafa Kemal Atatürk)

    Görülen o ki İş Bankası’na “el koymak” için bir gerekçe yaratmak istiyorlar. Bunun için tarihi bile çarpıtıyorlar. Şöyle ki: Atatürk’ün, İş Bankası’nı “Hindistan Müslümanlarının Milli Mücadele için gönderdiği parayla kurduğunu” belirterek, buradan iki sonuca varıyorlar: Birincisi, Atatürk’ün “cihat parasıyla banka kurmasının!” doğru olmadığını; ikincisi de Atatürk’ün bu bankadaki hisselerini “CHP’ye bırakmaya hakkı olmadığını!” iddia ediyorlar.

    Peki, ama Atatürk ve İş Bankası ilişkisi böyle açıklanabilir mi? Bu konudaki tarihi gerçekler nelerdir?

    “İş Bankası Kurumu, Cumhuriyet tarihinde ekonomi bakımından başlı başına yer alacaktır.” (Mustafa Kemal Atatürk) - india hindistan
    HİNDİSTAN’DAN GELEN PARA

    Milli Mücadele sırasında Hint Hilafet Komitesi, “Ankara ve İzmir Yardım Fonu” adlı iki ayrı fon kurup Hindistan’da Türkiye için yardım topladı. Gönüllüler seferber oldu. Hint Müslümanları bu iş için özel bir kostüm bile hazırladılar: Haki bir üniforma üzerine yeşil bir cübbe, başlarda önünde ay yıldızı olan Kuvayı Milliye kalpağı, kollarda ise yine ay yıldızlı pazıbentler vardı. (1)

    Hint Müslümanlarının fedakârlığı büyüktü: Öyle ki, Müslüman kadınlar takılarını, mücevherlerini, hatta gelinler çeyizlerini yardım fonuna bağışladılar. Gandi de bu yardım kampanyasına destek verdi. Ankara Yardım Fonu’na sadece Hint Müslümanları değil, Hindular da yardımda bulundu. Toplanan para, Türk Bağımsızlık Savaşı’nın önderi Atatürk’e gönderildi. (2)

    Atatürk, Hint Hilafet Komitesi’nin Londra temsilciliğine, Türkiye’ye yaptıkları bu yardım nedeniyle teşekkür etti.

    PARA ATATÜRK’E GÖNDERİLDİ

    Hindistan’dan gönderilen para “doğrudan Atatürk adına/şahsına” gönderildi ve Osmanlı Bankası Ankara Şubesi’nde saklandı. (3)

    Hindistan Müslümanlarının aralarında toplayıp 1921-1922 yılları arasında 14 seferde Atatürk’e gönderdikleri toplam para 106.400 İngiliz Lirası, 675.494 Türk Lirası’ydı. (4)

    Paranın kullanımı konusunda herhangi bir şart yoktu. Atatürk, amaca uygun olarak, bu parayı kullanmakta özgürdü.

    PARANIN KULLANIMI

    Atatürk, bu parayı Milli Mücadele’nin en zor günlerine sakladı. Büyük Taarruz öncesinde, ordunun paraya çok ihtiyaç duyduğu günlerde Milli Savunma Bakanı Kazım Özalp, Atatürk’ün emrindeki bu paradan 600 bin lira istedi. Atatürk, 500 bin lira verdi. (5)

    Atatürk, Hindistan’dan gelen bu paranın kalanıyla da Büyük Taarruz sonrasında İzmir’e doğru kaçan Yunan ordusunun yakıp yıktığı şehir, kasaba ve köylerde aç ve açıkta kalan insanlara yardım etti. Sabahattin Selek, bu yardımın da 110 bin lira olduğunu belirtiyor. (6)

    Hindistan’dan gelen toplam para, 675. 494 Türk Lirası’ydı. Atatürk, bunun (500.000 +110.000 = 610.000 Türk lirasını) Milli Mücadele’de harcadı. Böylece Milli Mücadele sonrasında Hindistan’dan gelen paradan Atatürk’ün elinde 675.494 lira – 610.000 = 65.494 Türk Lirası kaldı.

    PARANIN ATATÜRK’E İADESİ

    Büyük Zafer’den sonra Bakanlar Kurulu, Atatürk’ün Milli Mücadele’de harcadığı parayı Atatürk’e iade etti. Hasan Rıza Soyak, (Atatürk’ün harcadığı paranın) 380.000 Türk Lirası’nın Atatürk’e iade edildiğini yazıyor. (7) Buna karşın harcanan paranın tamamının Atatürk’e iade edildiğini iddia edenler de var. (8)

    Bu durumda Cumhuriyeti ilan ederken Atatürk’ün elinde, Hindistan’dan gelen paradan en az 380.000+65.000=445.000 Türk Lirası, en çok 610.000+65.000=675.000 Türk Lirası vardı.

    Bu para, Hint Hilafet Komitesi tarafından gönderilmişti. 3 Mart 1924’te Atatürk, halifeliği kaldırmıştı. Bu durumda Hint Hilafet Komitesi, halifeliğin kaldırılmasına tepki duyarak bu parayı geri isteyebilirdi. Atatürk, bu ihtimali düşünerek, halifeliğin kaldırılmasından sonra bir süre daha, bu parayı Osmanlı Bankası’nda tuttu. Gerektiğinde parayı geri gönderecekti. (9) Fakat halifeliğin kaldırılmasından sonra Hint Hilafet Komitesi parayı geri istemedi.

    Atatürk, elinde kalan parayı –şahsı için değil– yine Türkiye için harcadı: Bu paranın bir kısmıyla İş Bankası’nı, bir kısmıyla -millete bağışlayacağı- örnek çiftlikleri kurdu. Bir kısmıyla ise -gelirini TTK ve TDK’ya bırakacağı- maden hisseleri satın aldı. Böylece paranın erimesini de önledi.

    Demem o ki;

    Bir: Hindistan’dan gönderilen para doğrudan Atatürk’ün adına/hesabına gönderildiği için kullanımı da Atatürk’ün tasarrufundaydı.

    İki: Atatürk, parayı amacına uygun olarak kullandı: Parayı, Türkiye’nin “siyasi” ve “ekonomik” bağımsızlığı için harcadı. Milli Mücadele “siyasi”, İş Bankası “ekonomik” bağımsızlık içindi.

    İş Bankası neden kuruldu?

    Atatürk, ekonomik bağımsızlığa büyük önem veriyordu. Ekonomik bağımsızlık için sağlam bir para politikasına ihtiyaç vardı. Bunun için de her şeyden önce güçlü bir milli banka, hatta bankalar gerekliydi.

    1924’te Türkiye’de 18 yerli banka, 15 yabancı banka vardı. Bunların içinde Osmanlı Bankası (1863), Ziraat Bankası (1888) ve İtibar-ı Milli Bankası (1917) dışındakiler küçük yerel bankalardı. Bunların çoğu, İttihat ve Terakki’nin “milli ekonomi politikası” doğrultusunda, 1913-1918 arasında, Anadolu’da kurulmuştu. Yerli bankalardan Ziraat Bankası’nın 320 şubesi varken, 6 bankanın 1 ile 4 şubesi vardı. Geride kalan 11 bankanın merkez dışında şubesi yoktu. O günlerde Türkiye’de henüz bir Merkez Bankası da yoktu. Osmanlı Bankası, geçmişte Osmanlı’ya bile faizle borç vermiş bir yabancı bankaydı. İtibar-ı Milli Bankası ve Ziraat Bankası ise son derece yetersiz durumdaydılar. İş Bankası’ndan önce Türkiye’de yabancı bankaların tartışmasız egemenliği vardı. Örneğin, 1924’te yabancı bankaların toplam mevduattaki payı yüzde 78, özel Türk bankalarının yüzde 12, devlet bankalarının yüzde 10’du. (10)

    Yerli-milli ekonomi için her şeyden önce yerli-milli sermayeli bankalara ihtiyaç vardı.
    İşte Atatürk, İş Bankası’nı bu amaçla kurdu. İş Bankası, sermayesinin tamamı yerli bir bankaydı.
    1924’te İş Bankası’nın kurulmasından sonra yerli-milli bankaların sayısı hızla arttı. 1925’te Sanayi ve Maadin Bankası, 1926’da Emlak ve Eytam Bankası kuruldu. Öyle ki 1929’da Türkiye’de 43 yerli-milli, 15 yabancı banka vardı. (11)

    İş Bankası nasıl kuruldu?

    1923’te İzmir İktisat Kongresi’nde tüccar ve sanayici grubu, “büyük sermayeli bir Türk bankasının kurulmasını” istediler. İktisat Vekili Mahmut Esat Bey de bu öneriye destek verdi. (12)

    İşte tam da o günlerde Atatürk, Hindistan’dan kendisine gönderilen paranın ülke hesabına en hayırlı, en faydalı şekilde nasıl ve nerede kullanılabileceğini düşünüyordu. Bu sırada kendisine bir “milli banka” kurulması düşüncesinden söz edildi. Atatürk de kararını verdi; elindeki paranın 250.000 lirasıyla İş Bankası’nı kurdu. (13)

    Atatürk, İş Bankası Genel Müdürlüğü’ne getirdiği Celal Bayar’ın “milletvekilliği” ve “bakanlığı” bırakmasını istedi. “Zekâ, dikkat ve iffet” ile hareket ederse mutlaka başarılı olacağını da söyledi. (14)

    26 Ağustos 1924’te İş Bankası resmen kuruldu. Kuruluş tarihi olarak özellikle Büyük Taarruz’un başladığı 26 Ağustos seçildi. (15) Belli ki Atatürk, “askeri zaferleri, ekonomik zaferlerle tamamlamayı” kafasına koymuştu.

    İş Bankası, 30 Ağustos 1924’te Ankara’da iki katlı Vakıflar İdaresi’nin beş odalı küçük binasında bir genel müdür, beş memur ve bir odacı ile işe başladı.

    Naşit Hakkı Uluğ bu başlangıcı şöyle anlatıyor:

    “Milli devleti, Anadolu’nun yoksul bağrında, Ankara’da kurmuştuk. Devletin kurulduğu taş bina, Meclis binası, iki yüz adım yukarıda, aynı tevazu içinde bir anıtımızdı. Oradan yedi düvele haykırmış ve karşı koymuştuk. Bu bina da iktisat zaferimizin siperi olacaktı. Genel Müdürlük, İdare Meclisi ve Ankara Şubesi bir araya sıkışacaktı; odalar yetmezse garajda bile çalışılacaktı ve nitekim öyle oldu.” (16)

    Yıl: 1945. İş Bankası, 31 ilde 49 şubeye ulaştı.

    “İş Bankası Kurumu, Cumhuriyet tarihinde ekonomi bakımından başlı başına yer alacaktır.” (Mustafa Kemal Atatürk) - turkiye is bankasi

    İş Bankası’nın Cumhuriyete katkısı

    İş Bankası toplam 1 milyon sermaye ile kuruldu. Atatürk’ün 250 bin lirası dışındaki ödenmemiş sermaye 28 Şubat 1926 tarihine kadar tamamen ödendi. 1927’de İş Bankası, İtibar-ı Milli Bankası ile birleşti. 1929’da İş Bankası’nın sermeyesi 5 milyon liraya çıkacaktı. (17)

    Türkiye İş Bankası kurulur kurulmaz yerli-milli bir kalkınma için çalışmaya başladı.

    İş Bankası’nın 1924-1938 arasındaki belli başlı yatırımları şunlardır:

    – Yabancı sigorta şirketlerinin tekelini kırmak için Anadolu Anonim Türk Sigorta Şirketi’ni kurdu.

    – İstanbul Liman Şirketi ve İzmir Liman Şirketi’ni kurdu.

    – 250 bin lira sermayeli Bursa Dokumacılık Trikotaj Türk Anonim Şirketi (İpekiş)’i kurdu.

    – Ankara Mensucat Fabrikası TAŞ (Yüniş)’i kurdu.

    – 50 bin lira sermaye ile İstanbul ve Trakya Şeker fabrikaları TAŞ’a katıldı.

    – Ziraat Bankası ve Sümerbank’la birlikte Türkiye Şeker Fabrikaları TAŞ’ı kurdu.

    – Ziraat Bankası ve Sümerbank’la birlikte Alpullu, Eskişehir, Turhal Şeker fabrikalarını kurdu.

    – Bulgardağı adlı bir kurşun madeninin imtiyazı ile Ereğli-Zonguldak havzasında iki kömür ocağının imtiyazını satın alıp işletmeye başladı.

    – 1 milyon sermayeli Maden Kömürü İşleri TAŞ ile 3 milyon sermayeli Kozlu Kömür İşleri TAŞ’ı kurdu.

    – 3 milyon sermayeli Ergani Bakır Şirketi’ni kurdu.

    – 400 bin sermayeli Kilimli Kömür İşleri Şirketi’ni kurdu.

    – 1 milyon sermayeli Milli Reasürans Sigorta Şirketi’ne katıldı.

    – Türkiye Şişecam ve Fabrikaları A.Ş.’yi kurdu. Bu şirket de Zonguldak Sömikok, Keçiborlu Kükürt ve Paşabahçe Şişe Cam fabrikalarını kurup işletmeye başladı.

    – Sümerbank ve Ziraat Bankası ile birlikte Türk Gül Yağcılığı LTDŞ’yi kurdu.

    – Sümerbank ile birlikte Süngercilik TAŞ’ı kurdu.

    – Ziraat Bankası ve Sümerbank’la birlikte Malatya Bez İplik Fabrikaları’nı kurdu.

    – Ankara Un Ekmek TAŞ’ı kurdu.

    – Ankara Palas Otelcilik TAŞ’ı kurdu.

    – İspirto ve kibrit tekellerini aldı. (18)

    İş Bankası, Cumhuriyet kurulurken toplu iğneye muhtaç Türkiye’de dokuma, şeker, maden başta olmak üzere pek çok alanda büyük yatırımlar yaptı. Ülkenin dört bir yanında fabrikalar kurdu. Yatırımcıyı her bakımdan destekledi. Modern bankacılık yönetmelerini Türkiye’ye getirdi. Bankacılar yetiştirdi. Kumbaralarıyla millete “tasarruf” alışkanlığı kazandırdı.

    Uluğ İğdemir şöyle diyor: “O zamanlar yakalarında küçük ‘İş’ rozeti taşıyan gençlerin, ‘İstiklal Madalyası’ taşıyanların gururunu duyduklarını bilirim.” (19) Nasıl duymasınlar ki? Atatürk, 26 Ağustos 1922’de başlattığı Büyük Taarruz’u, 26 Ağustos 1924’te kurduğu İş Bankası’yla tamamlamak istemişti.

    Türkiye İş Bankası, Atatürk’ün milli ekonomi savaşının karargâhıdır. İş Bankası, Cumhuriyetin temel taşlarından biridir. İş Bankası, Cumhuriyetin ekonomi hafızasıdır.

    Dokunmayın!

    Kaynaklar:

    1- Mim Kemal Öke, Hilafet Hareketleri, Ankara, 1991, s. 67.

    2- R. K. Sinha, Mustafa Kemal ve Mahatma Gandi, İstanbul, 1972, s. 121, 122,

    3- Türk İstiklal Harbi İdari Faaliyetler, C. VII, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1975, s. 175. Alptekin Müderrisoğlu, Kurtuluş Savaşı’nın Mali Kaynakları, s. 52. İsmet Görgülü, Atatürk’ün Özel Yaşamı, Uydurmalar, Saldırılar, Yanıtlar, Ankara, 2003, s 147. Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar, C.2, İstanbul, 1973, s. 684. Sinha, age, s. 122

    4- Cumhurbaşkanlığı Arşivi, A-III-10-a-3, Dos.44, F.10-23. Türk İstiklal Harbi İdari Faaliyetler, C. VII, s. 175.

    5- Kazım Özalp, Milli Mücadele, C.1, Ankara, 1971, s. 233. Atatürk’ün Özel Arşivinden Seçmeler, III, Ankara, 1994, s.143. Soyak, age, C.2, s. 684. Naşit Hakkı Uluğ, Hemşehrimiz Atatürk, 2. bas., İstanbul, 1973, s. 243.

    6- Sabahattin Selek, Anadolu İhtilali, İstanbul, 1987, C.1, s. 141.

    7- Soyak, age, s. 684. Uluğ, age, s. 243.

    8- Müderrisoğlu, age, s. 52.

    9- Müderrisoğlu, age, s. 53.

    10- Türkiye İş Bankası Tarihi, İstanbul, 2001, s. 27-82.

    11- Türkiye İş Bankası Tarihi, s. 29.

    12- Türkiye İş Bankası Tarihi, s. 23-25.

    13- Soyak, age, s. 684. Uluğ, age, s. 245.

    14- Türkiye İş Bankası Tarihi, s. 15, 16.

    15- Uluğ, age, s. 248.

    16- Uluğ, age, s. 247.

    17- Türkiye İş Bankası Tarihi, s. 55.

    18- Uluğ, age, s. 248, 249. Uluğ İğdemir, Yılların İçinden, Ankara, 1976, s. 249, 251, 256. Türkiye İş Bankası Tarihi, s. 286, 287, 292-298.

    19- İş Dergisi, Ağustos 1969, S. 37.

  • VATAN HAİNİNİN OĞLU DEVLETİ NASIL HARACA BAĞLADI

    VATAN HAİNİNİN OĞLU DEVLETİ NASIL HARACA BAĞLADI

    Osmanlinin iligini sömüren adam: YORGO ZARIFI - Yorgo zarifi
    Georgios Zariphis (Yorgo Zarifi)

    Osmanlinin iligini sömüren adam: YORGO ZARIFI

    Osmanli vatandaşı Baba Zarifi, 1821″de Osmanlı”ya karşı Mora yunan ayaklanmasını finanse ettiği ortaya çıkınca hain ilan edildi, yakalanamadı.

    Odesa”ya kaçtı, İstanbul”daki mal varlığına el kondu. 1839″da Yunanistan”a yerleşen Zarifi”nin malları arasında Köşkü”nün yanı sıra Adalar”da birçok konak bulunuyordu.

    Daha sonra İstanbul”a dönen Zarifi”nin büyük oğlu Yorgo Zarifi, bir banka kurdu, Sultan Abdülhamit”in mali danışmanı oldu.

    1876’da II. Abdülhamit padişah olunca Osmanlı’nın borç sarmalında ki kötü kaderi değişmedi.

    Borç, faiz batağı daha da derinleşti.

    1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı (93 Harbi) sırasında Avrupa’dan borç almak mümkün olmadı. Osmanlı yine Galata Bankerlerine avuç açmak zorunda kaldı.

    Banker Zarifi ile gizli bir antlaşma yapıldı. Bu anlaşma ile Osmanlı, Banker Zarifi’ye yüzde 15 faiz ve yüzde 5 komisyon vermeyi kabul etti.

    Zarifi’yle ayrıca 300 bin liralık bir avans anlaşması imzalandı. Bunun karşılığında da Zarifi’ye yüzde 12 faiz ve aylık, 0.25 komisyon verilecekti. Zarifi’ye güvence olarak da bazı vilayetlerin aşar ve ağnam gelirleri gösterildi. Savaş devam ederken Osmanlı Zarifi’yle ve birkaç bankerle 45 milyon kuruşluk yeni bir anlaşma daha imzaladı.

    Osmanlı 93 Harbi’ni kaybetti. Ruslar Yeşilköy’e kadar geldiler.

    Galata Bankerleri, yüksek faizli alacaklarını tahsil etmek için Osmanlı’nın bir şekilde ayakta kalmasını istiyorlardı.

    Bu nedenle 93 Harbi sonrasında da Osmanlı’ya borç vermeye devam ettiler.

    93 Harbi sonrasında 1878 yılı itibarıyla Osmanlı’nın, faizler dâhil, Galata Bankerlerine toplam 11 milyon Osmanlı Lirası borcu vardı. Bunun 690.000 lirası doğrudan Yorgo Zarifi’nin alacağıydı.

    22 Kasım 1879’da Sadrazam Said Paşa, Banker Yorgo Zarifi ve Salamon Fernandez gibi Galata Bankerleri ve Osmanlı Bankası yetkilileriyle “Rüsumu Sitte” anlaşmasını imzaladı. Anlaşmaya göre Osmanlı’nın 6 kalem geliri; tuz inhisarı, tütün inhisarı, damga resmi, alkollü içki, balık avcılığı ve ipek aşarı Rüsumu Sitte idaresine bırakılıyordu.

    Galata Bankerlerinin bu “Rüsumu Sitte” uygulamasından etkilenen Avrupalı alacaklılar hemen harekete geçtiler.

    Avrupalı alacaklılarla Osmanlı arasında 20 Aralık 1881’de “Muharrem Kararnamesi” imzalandı. Bu kararnameyle 1881’de Duyunu Umumiye İdaresi kuruldu.

    Rüsumu Sitte gelirleri bu idareye devredildi. Avrupalı devletlerin temsilcilerinden oluşan Duyunu Umumiye, Osmanlı’nın temel gelir kaynaklarına el koyup alacakları tahsil etmeye başladı. Böylece Osmanlı tam bağımlı hale geldi.

    Kaderin garip cilvesidir! Osmanlı’nın Avrupa’ya tam bağımlı olduğu o günlerde, Mustafa Kemal adında bir çocuk doğuyordu Selaniğin subaşı mahallesinde.

  • BİR DEVLET VE TOPLUMSAL ÇÖKÜŞÜN ANATOMİSİ

    BİR DEVLET VE TOPLUMSAL ÇÖKÜŞÜN ANATOMİSİ

    İbn-i Haldun Mukaddime adlı eserinde der ki: ❝ Bir devletin kuruluşunda vergiler düşük, gelirler yüksek olur. Yıkılışlarında ise vergiler fazla gelirler az olur.❞

    İbn-i Haldun Mukaddime adlı eserinde der ki: ❝ Bir devletin kuruluşunda vergiler düşük, gelirler yüksek olur. Yıkılışlarında ise vergiler fazla gelirler az olur.❞ - Dar Ibn Khaldoun ibni haldun
    İbn-i Haldun‘un evi, Tunus

    Devletler belirli bir disiplin ve kurallar silsilesiyle yönetilirler. 
    Bu silsilenin belirleyicisi, tarihin derinliklerinden gelen tecrübe ve liyakat ile sabit yönetimsel kodlardır. Toplumlar ise mensup oldukları devletin bu kodlarına bağlı yasal bir düzen içinde yaşam sürdürürler. 

    Herkim devletin yerleşik kodlarını tahrip eder ve kendi hayal dünyasına göre bir düzen kurmağa kalkışırsa, işte o andan itibaren toplumu da içine alan yapısal çöküntü süreci başlar..

    Böylesi bir çöküş halinin o dönemdeki anatomisini ve nedenlerini en iyi ifade eden düşünür İbn-i Haldun olmuştur.

    İbn-i Haldun, 27 Mayıs 1332’de Tunus’ta doğan meşhur bir tarihçi, sosyolog, filozof, siyaset ve devlet adamıdır..

    En önemli eserlerinden biri Mukaddime’dir..

    Bu eserde devletlerin kuruluş, yükseliş ve yıkılışları ‘Asabiyye’ yani İbn-i Haldun’un düşünce sisteminde toplumların ilkellikten uygarlığa doğru ilerlemesini sağlayan temel toplumsal bağ kavramı çerçevesinde izah edilir.

    İbn-i Haldun Mukaddime adlı eserinde der ki: ❝Bir devletin kuruluşunda vergiler düşük, gelirler yüksek olur. Yıkılışlarında ise vergiler fazla gelirler az olur.

    Çöküşü kaçınılmaz bir devletin hayatını şu şekilde tasnif eder: 
     Birinci dönem: Zafer ve kuruluş,
     İkinci dönem: Otorite ve yükseliş,
     Üçüncü dönem: Refah ve ümran,
     Dördüncü dönem: Duraklama,
     Beşinci dönem: İsraf, bozulma ve yıkılma dönemi. Bu dönem; sefahat, şehvet ve hırsların egemen olduğu, devletlerin yıkılmaya ve çökmeye başladığı zaman dilimidir.
    Böyle bir devlete mensup toplumun çöküş belirtilerini ise şu şekilde ifade eder:
     Toplumda dayanışmanın yok olması,
     Üretimin zayıflaması,
     Fiat ve vergilerin artması,
     Liyakatın (ehliyetin) yok olması,
     Adaletsizliğin ve kayırmacılığın artması,
     Umutların kırılması, güvensizlik ve karamsarlığın hakim olması,
     Göçün hızlanması..
     
    Dr. Cevdet Öz sayfasından alıntıladığım bu paylaşımdan sizlere düşen de kıssadan hisse..
    Okuduğunuz için teşekkür ederim. 
    Güzel, gönlünüzce geçecek bir haftasonu dilerim. 
    Saygilarimla,Selen Atasoy

  • TÜRK DİL BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN

    TÜRK DİL BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN

    Yaklaşık 4 bin km uzaklıkta bulunan Doğu Türkistan’daki soydaşlarla, aynı dili konuşuyoruz..

    Yaklaşık 4 bin km uzaklıkta bulunan Doğu Türkistan'daki soydaşlarla, aynı dili konuşuyoruz.. - turkcemeselesinesahipcikiniz

    TÜRK DİL BAYRAMIMIZ

    KUTLU OLSUN…

    2001 yılında Özbekistan’da bulunduğum günlerde, dil konusunda sadece ilk bir hafta biraz sıkıntı çektim ama,

    daha sonraki günlerde rahatlıkla konuşup anlaşabiliyordum…

    Demem o ki;

    Fazla dil bilmek elbette çok yararlıdır. “Ne kadar dil, o kadar insan” derler ya hani..

    Ben diyorum ki;

    Adriyatik’den Urumçi’ye kadar tek bir dil bilmeniz yeterlidir:

    O da Türkçe’dir…

    Çünkü bu iki nokta arasında koskoca 350 milyonluk bir TÜRK DÜNYASI var…

    Dil, bir milletin en kıymetli hazinesidir. Milleti yaşatan etmenlerden biri, onun dilidir.

    Arapça konuşmadığımız halde dilimize uygun olmayan, uydurma bir alfabeyle okumaya yazmaya çalışıyorduk önceleri..

    .O yüzden de millet kolayca okuma ve yazma öğrenemiyordu, halk cahildi. Bu sebeple Atatürk, dilimize uygun bir alfabe getirdi.

    Getirdi, getirdi ama;

    Keşke Atatürk’ün Latin alfabesiyle yazdıklarını bugünkü gençler bir anlayabilseler.

    Konuşma dilimiz budana budana koskoca bir çınardan dalsız bir kavağa döndü maalesef..

    Harf inkılabı öncesinde`de biz TÜRKLER arapça konuşmuyorduk.(Bu günkü Sincan Uygur Özerk türkcesi)

    Düşünün bir kere, en yakın örneği; Azerbaycan’da (2002) görevli bulunduğum günlerde buna bizzat şahit oldum…

    Azerbaycan, Kiril’den Latin’e geçiş yaparken, bugünkü Türkiye Türkçesi’nde kaybettiğimiz sesler için alfabesine harf ekleyerek geçti…!

    Mustafa Kemal Atatürk’ün talimatıyla 1932’de düzenlenen “Birinci Türk Dil Kurultayı”nın açılış günü olan 26 Eylül, her yıl “Dil Bayramı” olarak kutlanır.

    Türk Dil Bayramımız kutlu olsun.

  • KARDEŞ KARDEŞE BORÇ VERMEZ

    KARDEŞ KARDEŞE BORÇ VERMEZ

    ATATÜRK ( Mustafa Kemâl Paşa ) 3 Mayıs 1920 günü Doğu Cephesi Komutanı Kâzım Karabekir Paşa’ya yazdığı bir mektupta, “Devlette hiç para kalmadı.

    Şu anda içeride para temin edebileceğimiz bir kaynak da yok.

    Başka kaynaklardan para temin edinceye kadar Azerbaycan Hükûmeti’nden borç para alınmasını temin etmenizi rica ederim” diyordu.

    Kâzım Karabekir Paşa, isteği Azerbaycan Hükûmeti’ne iletti. Bu istek, Azerbaycan Sovyet Sosyalist Halk Cumhuriyeti ile Ankara Hükûmeti arasındaki ilk resmî temastı.

    Azerbaycan’dan Türkiye’ye uzanan kardeş eli 1921 yılı içinde Nerimanov’un şahsî emriyle uzandı. Azerbaycan Dışişleri Bakanı Mirza Davut Hüseyinov, kazanılan Birinci-İkinci İnönü Savaşları münasebetiyle çektiği telgrafta “…Kazanılan bu büyük zaferlerden dolayı Türk halkını Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti adına kutluyoruz” diyor ve bu büyük zaferlerin şerefine Azerbaycan halkının yardım için 30 sistern (sarnıç, tanker) petrol, 2 sistern benzin, 8 sistern kerosin gönderdiğini bildiriyordu.

    Sovyetler Birliği zamanında Bakü şehri
    Sovyetler Birliği zamanında Bakü şehri

    Aynı yılın Mayıs ayında Azerbaycan devleti, TBMM hükümetine 62 sistern petrol gönderdi ve bundan sonra savaş bitinceye kadar aynı değerde petrol ve üç vagon dolusu kerosin göndermeyi taahhüt etti.

    Bu taahhüdün dışında 1922 yılında Batum yoluyla Azerbaycan dokuzbin tondan fazla kerosin ve 350 ton benzin gönderdi.

    Mustafa Kemâl Paşa 1921 yılında Nerimanov’a bir mektup yazarak borç para talep etmişti.

    Bu mektubu 17 Mart 1921 günü büyükelçi Nerimanov’a ulaştırdı. Nerimanov, derhal 500 kg. altın gönderdi. Bunun 200 kg’ı devlet bütçesine, kalanı ise mühimmat ve silâh için kullanıldı. Daha sonra Nerimanov, Türkistan’dan Moskova’ya ulaşan 10 milyon altın rubleyi Ankara’ya gönderdi.

    Bu yardımlarla savaş içindeki ülkenin durumunda belirgin bir düzelme oldu. 23 Mart 1921’de Azerbaycan Hükûmeti talep etmediği halde Türkiye’ye Azerbaycan halkının hediyesi olarak 30 sistern petrol, 2 sistern benzin, 8 sistern yağ gönderdi. Nerimanov, Mustafa Kemâl Paşa’nın mektubuna yazdığı cevâbî mektubunda hergün kazanılan başarılarla Türk halkının emperyalizmden kurtulma günlerinin yaklaştığını, bu yüzden kahraman Türk halkını kutladığını belirtiyor ve sonra ilâve ediyordu:

    “Paşam, bizim Türk Milleti’nde kardeş kardeşe borç vermez. Kardeş, her zaman kardeşinin elinden tutar. Biz kardeşiz, her zaman elinizden tutacağız ve tutmaya devam edeceğiz.”

    Kaynak: A. Şemseddinov, Kurtuluş Savaşı Yıllarında Türkiye – Sovyetler Birliği Alâkaları, s.66