Yazar: Ahmet Kılıçaslan Aytar

  • TÜRKİYE VE YUNANİSTAN

    TÜRKİYE VE YUNANİSTAN

    1 Nisan’da R.T. Erdoğan, İsrail Başbakanı B.Netanyahu’nun Afrin operasyonuyla ilgili açıklamalarına sert tepki verdi.
    “Afrin’de askerimizin mazlumlara zulmettiğini söylüyor. Ey Netanyahu, sen çok zayıfsın, çok garipsin. Kendine çeki düzen ver. Biz teröristlerle uğraşıyoruz ama senin derdin teröristler değil. Çünkü sen terör devletisin” dedi.

    *

    4 Nisan’da Netenyahu, Kudüs’ün başkent olarak tanımlanmasıyla Ankara ile ilişkisi bozulan İsrail’in,
    İlişkilerini önemli ölçüde iyileştirdiği Yunanistan ve Kıbrıs Rum kesimi başbakanlarıyla konuştu.

    *
    Bu ülkeler arasında Aralık’ta boru hattı ile ilgili bir mutabakat anlaşması,
    Şubat’ta da İsrail, Mısır’a gaz ihraç etmek için 15 milyar dolarlık bir anlaşma imzalamıştı.

    *
    Görüşmelerde İsrail’den Kıbrıs’a oradan Yunanistan ve İtalya’ya doğru bir boru hattının fizibilitesinin tartışıldığı,
    Gelecek Mayıs’ta Netanyahu’nun, Yunanistan Başbakanı A.Tsipras ve Kıbrıs Rum Kesimi Başbakanı N.Anastasiades  ile Lefkoşa’da bir zirve yapacakları açıklandı…

    *
    Türkiye, iki destek gemisi eşliğinde Barbaros adlı sismografik araştırma gemisini,
    Karpazya yarımadası ile Suriye-Türkiye sınırındaki kıyı şeridine doğru uzanan bölgede hidrokarbon rezervleri için sismik araştırmalar gerçekleştirmeye gönderdi.

    *
    Cumartesi günü, Atina’da hükümet sözcüsü D. Tzanakopulos Türkiye’yi duyarlı olmaya davet etti.
    “Türkiye Kıbrıs’ın münhasır ekonomik bölgesinde kışkırtıcı eylemler düzenliyor. Türkiye’nin stratejisi ne Türkiye’ye ne de bölgeye fayda getirir” dedi.
    Doğu Akdeniz ve Ege’de  ipler yeniden gerildi…

    *
    Doğu Akdeniz ve Ege; Suriye’de devam eden iç savaşın, Avrupa göç krizinin, Irak ve Şam İslam Devleti’nin(İŞİD) ve  Kuzey Afrika kıyılarına karşı önemli güvenlik operasyonlarının ortasında bir gerilim ve çatışma ortamıdır.
    Batı, Türkiye’yi Kıbrıs’ın kuzey kesiminde işgalci olarak tanıyor.
    Şimdi  Suriye ve Irak’ta devam eden askeri operasyonlarla Türkiye’nin bu topraklarda kalıcı olacağı düşüncesi esiyor ve “İşgalci Türkiye” ve “Fatih Sultan Erdoğan” kavramları kök salıyor.
    Dünyanın dikkati, bu büyük güvenlik ve insani meselelere doğal olarak odaklanmıştır.
    Doğu Akdeniz ve Ege’nin bölgede bir sonraki parlama noktası olabilme potansiyeli giderek  yükseliyor…

    *

    İki NATO müttefiki Türkiye ve Yunanistan’ın Ege Denizi sularında ve hava sahasında sürekli provokasyonları,
    NATO ittifakına verebileceği zarardan ziyade bölgenin barış ve istikrarına doğrudan bir tehdit oluşturuyor…

    *
    Herşey Aralık 1982’de 120 ülkenin BM Deniz Hukuku Sözleşmesini (The United Nations Convention on the Law of the Sea) imzalamasıyla başladı.
    Sözleşmenin V. Bölümü  ya da  55 ila 75. maddeleri, bütün kıyı devletlerin yetki alanını;
    Kıyıdan 200 deniz mili öteye uzanan Münhasır Ekonomik Bölge (MEB)- Exclusive Economic Zone- olarak belirledi.
    Bu alandaki deniz tabanı ve toprak altı doğal kaynaklar : Su akımı ve rüzgarlar: Denize verilen atıklar: Denizle ilgili bilimsel araştırmalar :Navigasyon ilgili devletin egemenlik hakkından sayıldı.

    *
    MEB hükümleri uluslararası uygulamaların ayrılmaz bir parçasıdır.
    2016’da 137 ülke 200 mil MEB talep etti ya da 200 millik bir Özel Balıkçılık Bölgesi kurdu.
    Akdeniz’ de bundan en çok  Yunanistan, Kıbrıs, İtalya ve Malta yararlandı.

    *
    Kıbrıs Rum Kesimi önce MEB’in Mısır ile sınırlandırılmak  üzere Şubat 2003’te  anlaşma imzaladı.
    2004 Nisan’ında çıkardığı bir yasa ile kendi MEB ilanında bulundu.
    Yunanistan hükümeti, kendisinin aynı şeyi neden yapmadığına dair bir açıklama yapmadan Kıbrıs’ın girişimini memnuniyetle karşıladı.
    O güne kadar Türkiye, Kıbrıs ve Yunanistan halkları Türkiye ve Yunanistan arasındaki uyuşmazlığın ” kıta sahanlığı” ile ilgili olduğu bilgisindeydiler…

    *
    Kıbrıs Rum Kesimi daha sonra 2007’de Lübnan’ın MEB’sinin sınırlandırılması için benzer bir anlaşma yaptı.
    Rumların en önemli MEB sınırlama anlaşması, İsrail Hükümeti arasında Aralık 2010′ da imzalandı.

    *

    Türkiye hükümeti, Kıbrıs Rum Kesimi’nin  her MEB girişimine derhal tepki veriyor ve bunları reddediyordu.
    Aynı zamanda deniz alanlarına dair bir tez ileri sürdü.
    Mısır ve Lübnan bölgesinin Akdeniz’de “Bir Türk Bölümü ” içerdiğini, bir anlaşma imzalamadan önce Türkiye’nin görüşünün sorulması gerektiğini iddia etti.

    *
    1994′ te  yürürlüğe giren yeni BM Deniz Hukuku Sözleşmesi; kıyı bölgelerde bitişik bölgeleri, MEB’leri ve kıta sahanlığını kodladı.
    Akdeniz’deki deniz sınırlarını büyük ölçüde değiştirdi.
    Akdeniz ülkelerine karasularını 12 mile kadar uzatma hakkı verildi: Bitişik bölge 12 deniz mili’nden 24’e  arttırıldı : Akdeniz’de MEB kavramı tüm kıyı devletlerin yetki alanına tabi tutuldu : Kıyı devletleri tarafından askıya alınamayan denizde ve havada uygulanan yeni bir “transit geçiş” kavramı getirildi.

    *
    En önemlisi, Akdeniz için geçerli olmayan  birbiriyle yakından ilişkili ve içsel bir yapıya sahip olan bir grup adaya ve birbirine bağlı suya atıfla “Takımadalı Devletler” terimi geliştirildi.
    Ege Denizi’ndeki sayısız adaları ile Yunanistan bu kavramı kullanmaktan alıkonuldu.

    *
    İlerleyen süreçte bu kez Türkiye yarı kapalı alanlarla ilgili ;
    “Bölgesel denizlerin, özel ekonomik bölgelerin ve yarı kapalı denizleri çevreleyen bitişik ya da karşıt devletler arasındaki kıta sahanlığının sınırlandırılması,
    Bu Sözleşme’nin ilgili hükümlerine uygun olarak ve ilgili tüm koşullar dikkate alınarak gerçekleştirilecektir” hükmünü  kabul ettirdi.

    *
    Böylece MEB kavramının Akdeniz’de uygulanması engellendi.
    Yunanistan ise  yarı kapalı denizlerin genel hükümlerin bir parçası olduğunu ve yarı kapalı denizlerde MEB’ler çin özel bir düzenlemenin gerekli olmadığını açıkladı.
    Türkiye’nin pozisyonuna karşı çıktı.
    Bir süre sonra BMİ Yunanistan’ın argümanı doğrultusunda, Türkiye’nin fikrini reddetti.
    1982 Sözleşmesi’nin, “kapalı veya yarı kapalı bir deniz” kavramını kabul ettiğini ancak bu denizleri sınırlayan devletler için herhangi bir sınırlama getirmediğini gerekçe gösterdi.

    *
    Nihayet Avrupa Birliği (AB), MEB ile ilgili konularda sadece 1982 Sözleşmesi imzalayan taraf olmakla kalmamıştır.
    Aynı zamanda Sözleşmenin Bölüm V’in kıyı devletleri üzerindeki hak ve görevlerini verdiği tüm alanlarda yetkinliğini arttırmasına yönelik 1998 tarihli Sözleşmeyi de onaylamıştır.
    Son zamanda Türkiye’nin zorlaşan konumundan hareketle;
    Bugün AB,Türkiye’nin tam üye olabilmesi için en kısa zamanda BM Deniz Hukuku Sözleşmesini onaylaması gerektiğinde ısrar ediyor…

    *

    Çünkü AB,  Ege’de ” Ortak MEB politikasına ” çok önem veriyor.
    Yunanistan AB üyesidir ve Yunanistan MEB’ sini, karasuları ve kıta sahanlığı meselelerini içermeyen bir Ege Denizi’ni öngörmüyor.
    Türkiye- Yunanistan ihtilafının  sadece Türkiye ve Yunanistan’ı değil,
    Aynı zamanda NATO ittifakını, Avrupa Birliği’ni ve Doğu Akdeniz’in barış ve istikrarını da tehdit ettiğini düşünüyor.
    Bu öngörü ve düşüncenin bağlayıcılığı ve MEB sorununun altından kalkılması çok zor olan karmaşıklığı bağlamında, Türk-Yunan anlaşmazlığının çözülmesini umud ediyor.

    *

    Şimdi İsrail Başbakanı B. Netenyahu’nun verdiği ivmeyle,
    AB, Yunanistan, İsrail, Mısır ve Kıbrıs Rum Kesimi  yalnızca enerji sorunlarıyla uğraşmak için değil,
    Aynı zamanda ekonomik ve askeri bir ittifak içerecek  farklı bir mutabakata doğru ilerliyor…

    9. 4. 2018

  • SKRIPAL OLAYI

    SKRIPAL OLAYI

    Sergei Skripal ve kızı Yulia
    Rusya tarafından zehirlenen çift taraflı ajan Sergei Skripal ve kızı Yulia

    Ukrayna krizi ve Kırım’ın Rusya’ya katılma kararı ile başlayan süreçte,
    ABD ve Avrupa Birliği ülkeleri ile Rusya arasında çözülmesi oldukça zor karmaşık sorunlar oluştu.
    ABD müttefikleriyle birlikte Rusya’ya karşı yıkıcı ekonomik yaptırımlar uygulamaya başladı…

    *

    ABD perspektifi Rusya’nın dünya çapında istikrarsızlaştırıcı faaliyetlerde olduğu,
    AB ise Rusya’nın Avrupa’nın aşırı sağcı partilerini destekleyerek seçim sonuçlarını etkilemeye çalıştığı, hükümetleri ve toplumları istikrarsızlaştırdığı yönündedir.

    *
    O günden beri Rusya; Güvenlik işbirliğine sekte vurulduğu: İran’ın nükleer programı : Suriye krizi gibi bir dizi temel sorunun, Batılı ülkelere  büyük bir tehdit oluşturduğu,
    Ama yaptırımlarla ilgili stratejik siyasi dengede ABD ve AB ile Rusya arasında güçlü seçeneklerin nasıl gelişeceğinin düşünülmesi gereğinde bütün dünyanın dikkatini çekiyor…

    *

    Birbirleriyle bağlantılı ABD, AB hatta Avustralya’nın da, Rusya ile ilgili stratejisine en yeni örnek;
    4 Mart’ta 14 AB ülkesi, Ukrayna ve Kanada’nın eski Rus casusu ve İngiltere’nin ikili ajanı Sergey Skripal ve kızı Yulia’nın,
    İngiltere’nin Salisbury kentinde zehirlenmesinden Moskova’nın sorumlu olduğu iddiaları üzerinden,
    Rus diplomatların eşgüdümlü ve topluca sınır dışı edileceğinin duyurulması,
    Böylece dünyanın ikinci büyük nükleer gücü olan Rusya’ya yönelik siyasi ve askeri tehditlerde büyük tırmanıştır…

    *
    Ancak ABD ve İngiltere’nin askeri ve istihbarat kurumlarının düzenlediği bu tehlikeli ve kışkırtıcı kampanyada,
    Britanya Başbakanı Theresa May ile Dışişleri Bakanı Johnson, eski ikili ajana yönelik bir sinir gazı saldırısı olarak tanımlanan şeyin arkasında,
    ​”​Büyük ihtimalle​ Rusya’nın olduğu” biçimindeki kanıtlanmamış açıklamadan daha fazlasını sunamamıştır

    *​​
    Britanya hükümeti, Skripal’e ve kızına yönelik saldırıda kullanılan sinir gazının, 1971-1993  arasında Sovyetler Birliği’nin geliştirdiği  bir sinir ajanı olan Noviçok olduğunu iddia ediyor…
    Ne ki, Britanya hükümeti, Kimyasal Silah Antlaşması hükümlerinin gerektirdiği üzere iddia edilen gaza ilişkin herhangi bir örneği Moskova’ya ya da BM Kimyasal Silahları Önleme Kurumu’na vermeyi reddetmiştir.
    Halbuki kullanılan madde, bugün neredeyse her yerde üretiliyor.

    *

    Ama Washington’un Londra’yla dayanışmada olduğunu açıklamasını takiben,
    22-23 Mart’ta AB Konseyi, Britanya hükümetinin Salisbury’deki saldırı ile ilgili makul bir açıklaması olmamasına rağmen Rusya’nın sorumluluğunu kabul etmiş,
    Rusya mümkün olan en güçlü şartlarda kınanmıştır.

    *
    Ardından AB, istişareler için Rusya’daki büyükelçisini geri çağırmış,
    Almanya ve Fransa’dan dört, İngiltere’den 23 ve ABD’den 60 ayrıca AB üyesi ülkelerin çoğundan sembolik olarak bir ya da iki Rus diplomat sınır dışı edilmiştir.

    *
    Yunanistan, Avusturya, Bulgaristan, Kıbrıs, Portekiz, Slovenya,  Slovakya, Lüksemburg, Malta ise  bu kampanyaya katılmamış,
    Çekya Cumhuriyeti hükümeti, Londra ve NATO ile dayanışma içinde üç Rus diplomatı sınır dışı ettiği halde, istihbarat servisine sinir gazının Rusya’da üretilmiş olup olamayacağını belirlemek için bir soruşturma açma talimatı vermiştir.
    İngiltere ise  Avrupa’daki oybirliği eksikliğini anlatan bu ülkelerin ayrıcalıklı duruşunu kınamıştır.

    *

    Halbuki, Almanya Avrupa’nın önde gelen ekonomik gücüdür.
    Berlin ile Moskova arasında nispeten iyi bir çalışma ilişkisi sürüyor.
    Almanya ABD’nin Rusya’ya yaptırımlarını  olumsuz karşılıyor.
    Son krizle ilgili Almanya Dışişleri Bakanı Heiko Maas, “Rusya ile diyaloğa bağlı kalmaya devam edeceğiz. Ülkelerimiz arasındaki ilişkilerde Avrupa güvenliği ve yapıcı bir gelecek için çalışacağız” diyor.
    Avrupa Komisyonu’nu karşı önlemleri arama yönünde teşvik ediyor…

    *
    AB  Konseyi kararına uymayan ülkeler ise Avrupa düzeyinde sürekli bir Rus karşıtı yaklaşımın yansımalarından rahatsızdırlar.
    Bu durum, Moskova’nın  AB üyesi devletlere karşı etkin bir diplomatik strateji uygulamasından ya da Britanya  karşıtı önyargılarından değil,
    Ekonomik ortaklıklar üzerindeki zorunlu sınırlamalar ardından sağlanan ekonomik sonuçlardan kaynaklanıyor.
    Bir çok AB ülkesi için Rus yatırımları, Rus turizmi ya da bir çok Avrupa ürünü için Rus pazarı kayba yazıyor.
    Ama yaşanan ekonominin bu zor döneminde kayıpların nasıl karşılanacağının bir yanıtı bulunmuyor…

    *

    Esasen Skripal olayı, Washington ve Londra’nın resmi dayanışma açıklamalarına rağmen,
    Hem Almanya hem de Fransa’nın Rusya’ya karşı sert tavır konusundaki fikir ayrılıklarının sürdüğü bu sırada;
    Rusya’nın Ortadoğu’dan Doğu Avrupa’ya, Güney ve Orta Asya’ya kadar süregiden varlığı karşısında,
    ABD emperyalizminin küresel egemenliğini askeri araçlarla ileri sürme yönelimini temsil ediyor.
    Paris ve Berlin’in ABD hakimiyetindeki NATO’ya karşı ağırlık oluşturacak bağımsız bir Avrupa askeri ittifakı geliştirme hamlelerine karşı koymak için kullanılıyor…

    *

    Ama Avrupa’nın Skripal’in zehirlenmesine tepkisi işte yukarıdaki örneklemelerde olduğu üzere temel dış politika zayıflıklarını ortaya koyuyor.
    Brüksel’in karar alma sürecinde AB; Rusya’yı eleştirerek en azından bir asgari düzeye kadar ABD’yi memnun etmeye çalışmış,
    Bu memnuniyeti  birçok üye devletin rahatsızlığından ayırmıştır.
    Dengeyi korunamamış, bununla birlikte net  bir belirleme büyük ölçüde olmadığından  başarı da sağlanamamıştır…

    *
    Bu noktada Britanya Savunma Bakanı Gavin Williamson, hâlâ Moskova’nın  ülkesinin suçlamalarını reddetmesine kızgındır.
    “Rusya çenesini kapamalı ve defolup gitmelidir. Dünyanın, Devlet Başkanı Putin’e ve eylemlerine yönelik sabrı bir hayli taşıyor “diyor…

    *

    Ya da dün Rusya’nın talebiyle  Sergey Skripal ile kızı Yulia’nın zehirlenmesi olayındaki suçlamaları görüşmek üzere toplanan BM Güvenlik Konseyi’ndeki gibi bir tiyatro sergileniyor.
    Suçlamaları reddeden Rus Büyükelçi Vassily Nebenzia, “Londra diğer ülkelerle ilişkilerimizi zehirliyor. Ateşle oynuyorsunuz, üzüleceksiniz “derken,
    Britanya BM Daimi Temsilcisi Karen Pierce’te altta kalmamış, Rusya’yı devlet destekli suikastlar düzenlemekle suçlarken,
    “Kimyasal silah kullanımı soruşturmalarını engelleyen bir ülkeden ders alacak değilim” demiştir…

    *
    Sonuçta Rusya’nın sağlık durumu iyiye giden ​S​kripal’in kızı Yulia ile görüşme talebi doğrultusunda, Yulia’nın vereceği yanıtlar beklenecektir…​

    7. 4 .2018

  • ASTANA ÜÇLÜSÜNÜN ANKARA ZİRVESİ

    ASTANA ÜÇLÜSÜNÜN ANKARA ZİRVESİ

    Astana​’nın​ üç garantör ülkesi  ​Erdoğan, Rusya Devlet Başkanı V​.Putin ve İran Cumhurbaşkanı H. Ruhani​ liderliğinde ,Suriye konulu üçlü zirve için Ankara’da bir araya​ ​ge​l​di​.
    ​Üç ülke de Suriye’deki krize farklı açılardan bakıyor.
    ​Ama ​bu ülkedeki çatışmaların sona ermesi için Ocak 2017’den beri Astana barış süreci kapsamında ortaklaşa çalışı​lı​yo​r​.​..​

    *

    Suriye Ordusu’nun Doğu Halep’i kurtarması, Türkiye ve Katar’ın cihatçıları desteklemeye son vermeleriyle mümkün oldu.
    Erdoğan, ABD’nin Esad’a karşı İslamcı isyanı destekleme stratejisinin yenilgiye doğru gittiğini,
    Batılı müttefiklerin her birinin kendi stratejik çıkarları peşinde koşmak üzere aralarındaki rekabeti derinleştirdiğini gördü.

    *

    Sonra “Başını ABD’nin çektiği koalisyon güçleri İŞİD dahil olmak üzere YPG-PYD terör örgütlerine destek veriyor” düşüncesini bahane tuttu.
    Stratejisini Halep’teki savaşta kazanan tarafın tüm başarıların sahibi olacağı bir konuma kurdu.
    Ve “Suriye’de ABD’ye suçüstü yapabilecek tek kişi Erdoğan’dır” biçiminde düşünen Rusya Devlet Başkanı V.Putin’e müttefik oldu…

    ​*​
    23 Ocak’ta Kazakistan/ Astana’da Türkiye, Rusya ve İran öncülüğünde Suriye’de çatışan tarafları bir araya getirmeyi hedefleyen ilk toplantı yapıldı.
    Umutlu olmak için bir çok nedene rağmen bu toplantıların sorunsuz olduğu anlamına gelmeyen yeni bir sürecte yol alınacaktı…
    Mesela, Astana toplantılarına Türkiye’nin hesapları doğrultusunda Suriye’deki en büyük dinamiklerden biri olan YPG/PYD’nin katılmaması  çözümü eksik bırakıyordu..
    Rusya, Suriye ve ABD bir çözüme gidilmesini istedikleri için Türkiye’nin bu isteğini kabul ediyor ancak hiçbirinin Kürtleri dışlama gibi bir niyeti bulunmuyordu…

    *
    Çünkü Suriye; Rusya’ya bağlı Esad güçleri, ABD desteğinde Suriye Demokratik Güçleri ve isyancı Özgür Suriye Ordusu çatısı altında çeşitli İslamcı Cihad  terör örgütü grupları arasında bölünmüş durumdadır.
    Şam rejiminin savaştığı güçlerle Kürtlerle de savaşıyor.
    Kürtler ayrı hareket etseler de gelecekte Şam ve Kürtlerin kendilerini diğerine mecbur hissedeceği bir sürece girileceği gerçeği;
    Rusya, ABD ve Suriye arasında zımni bir işbirliğinin olduğunu düşündürüyordu…

    *
    Bu bağlamda 2254 sayılı BM Güvenlik Konseyi Kararının tanımladığı üzere Suriye’nin savaş sonrası umutlarını tartışmak için  Astana Üçlüsü’nün  Soçi Zirvesi;
    Suriye halkının sahipliğinde yürütülecek kapsayıcı, özgür, adil ve şeffaf bir siyasi sürecin hayata geçirilmesine yardımcı olmak konusunda bir milad oluşturdu.

    *

    Soçi Zirvesi sonucunu​ V.Putin;​​
    1- Türkiye ve İran liderleriyle sağlanan anlaşmayla  siyasi çözüm sürecine ülkedeki iç ve dış muhalefetin ve Kürtlerin de katılımını sağlanacaktır.
    2- Şam’ın meşru izni olmadan uluslararası güçlerin Suriye’de bulunmasının hiçbir nedeni yoktur.
    3- Suriye krizinin çözümüne yönelik hiçbir siyasi inisiyatif ülkenin egemenliğini, birliğini ve bütünlüğünü hiçbir halükârda bozmaması gerekir, ifadesiyle açıkladı.

    *
    Suriye hükümetinin de BM çerçevesini kabul edeceği ancak BM’nin ya da başka bir ülkenin siyasi diyaloğa müdahale etme ya da taraflara çözümler getirme girişimlerini kabul etmeyeceği,
    Garantör ülkeler olarak ateşkes rejiminin pekiştirilmesi, gerilimi azaltma bölgelerinin kararlı şekilde işlev göstermesinin devamının temin edileceği ve krizin tarafları arasındaki güven seviyesinin yükseltilmesi için yoğun bir çalışma yapacaklarını da kayda geçirdi…

    *
    Böylece Soçi kararları, Suriye’de terör örgütlerinin tasfiyesi ardından düzenlenecek  Barış Konferansı’nda,
    Suriye trajedisinde işlenen hukuk ihlallerinden Esad rejimi kadar muhaliflerin, teröristlerin ve bunları destekleyen ülkelerin paylarını üstlenecekleri yeni Suriye’nin kurulmasına ilişkin bağlayıcı kararın alınmasına yol açıyor,
    Suriyelilerin ülkelerinde nasıl yaşamak istediklerini müzakere etmelerine,
    Bu sistematik işlerse, elde edilecek sonucun BM merkezinde uluslararası hukukun üstünlüğüne işleneceğine işaret ediyordu…

    *

    Bu yüzden Suriye, Erdoğan ve Esad bileşkesinde Türkiye’nin bölgesel politikasında yaşadığı; meydan okumaların, sıkışmışlığın vücuda geldiği ve berraklaştığı ana alana dönüştü.
    Türkiye dış politikası en çetin mücadelesini, en büyük daralmasını Suriye’de deneyimlemeye başladı.

    *
    ABD’nin Suriye’nin kuzeyinde sahip olduğu yerel gücü Türkiye sınırinda ABD üslerinde tutma kararı alması,
    PKK’nın uzantısı olan terör örgütü YPG’nin Suriye’de operasyonel ortak adı altında desteklenmesi,
    Bu gücün taşınabilir hava savunma füzeleri gibi Türkiye’yi zorlayacak silahlarla donatılması,
    Ulusal güvenlik gerekçeleriyle Suriye topraklarında bulunan Erdoğan’ın tezlerini sıkıntıya soktu.

    *
    ABD’yi Türkiye’yi karşısına almakla itham etti.
    Zeytin Dalı Operasyonu’nun  Afrin’in düşüşü ardından Menbic, Ayn al-Arab,  Tel-Abyad, Ras al-Ayn ve Kamışlıda süreceğini ilan etti.
    Irak ve Suriye’deki Kürt bölgeleri arasında bir çıkmaz meydana getirmek için Irak’ta Sinjar’a, Dohuk ve Nineveh eyaletlerine daha büyük ölçekli bir Türk harekatını ihtar ediyor.
    Doğu Suriye’de Kürt kontrolü alanında, Harakat el-Qiyam örgütünü, Kürt liderliğine yönelik bir dizi saldırısında  destekliyor.
    Bugün Suriye ve Irak; Türkiye dış veya bölgesel politikasının ana gündemini oluşturuyor ve neredeyse tüm enerjisini tüketiyor…

    *
    Bu kentler Kürt kontrollü bölgenin ana şehirleridir.
    Bugün Türkiye,  kuzeybatı Suriye’de Afrin kantonunda, Fırat Kalkanı operasyonuyla  Suriye-Türkiye sınırı boyunca Azaz ve Cerabulus kasabaları arasında bir kontrol alanı oluşturmuştur.
    Ayrıca Sünni İslamcı isyancıların kontrolü altında kalan çatışmasızlık bölgesi ilan edilen Kuzey Idlib vilayetindedir.

    *

    Türkiye’nin bu kentlere yönelik baskısı, Esad kuvvetlerinin bölgeden çekilmesinden bu yana Fırat’ın doğusundaki Kürt bölgesini yok etmeye yönelik kapsamlı bir girişimdir.
    Aynı zamanda Türkiye’nin, Fırat’ın doğusunda bir dizi üssü elinde bulunduran ve Suriye Demokratik Güçleri ile işbirliği halinde olan ABD kuvvetleri arasında bir çarpışma olasılığının da yakın olduğu anlamına geliyor…

    *
    Erdoğan, kendisini Sünni Arap nüfusunun lideri ve Esad rejimine karşı ayaklanma kalıntılarının garantörü olarak  öngöüyor.
    Bu alanları Esad rejimine teslim etmek niyetinde olmadıklarını belirtiyor.
    Suriye’deki Sünni isyanının en eski ve en istikrarlı destekçisidir ne ki; Sünni İslamcı İdeolojisiyle verdiği destek bugün bütün ülkelerde aşağılanıyor.
    Erdoğan hedeflerini ortaya koyarken yeniden canlandırdığı Osmanlıcılıkla ani taktik ihtiyaçlara göre İran,Rusya, Irak ve Esad rejimi ile duruma göre işbirliği yapacak ya da karşı çıkacaktır…

    *
    Bu çerçevede ​Astana​’nın​ üç garantör ülkesi  Ankara’daki  zirvenin ardından yaptıkları ortak açıklamada, Soçi  kararların üzerinden geçtiler…
    1- Siyasi çözüm sürecine ülkedeki iç ve dış muhalefetin ve Kürtlerin de katılımını sağlanacaktır, maddesi by-pass edildi.
    2- Şam’ın meşru izni olmadan uluslararası güçlerin Suriye’de bulunmasının  nedeni yoktur, maddesine  Türkiye’nin adı anılmadı ama “Terör” parantezi açıldı.
    3- Suriye krizinin çözümüne yönelik hiçbir siyasi inisiyatif ülkenin egemenliğini, birliğini ve bütünlüğünü hiçbir halükârda bozmaması gerekir ifadesi aynen korundu.
    4- Suriye’ye insani yardım desteklendi…

    *

    Rusya ve İran, Türkiye’nin Suriye’de yürüttüğü operasyonları ve olası hedeflerini kayda almadılar..
    Ankara Zirvesi’nde Rusya ve İran’ın; ABD müttefiki ve NATO üyesi Türkiye’nin hal ve gidişinden memnun olduğu görüldü..
    Böylece Suriye’nin egemenliği, birliği ve bütünlüğünü korumak işi, ABD’ye yüklendi…

    5.4. 2018

  • ABANIN KADRİ YAĞMURDA BİLİNİR

    ABANIN KADRİ YAĞMURDA BİLİNİR

    Recep Erdoğan hükümetinin, Cumhuriyetin ulus bütünlüğünü, ulusal birliği ve tam bağımsızlığını belirleyen, bunlarla bağdaşmayan ödünlerde bulunulmasını engelleyen Türkiye’nin 1.Meclisinin Misak-ı Milli’sinin değil,
    Israrla son Osmanlı Mebusan Meclisi’nin ülke sınırlarını Suriye ve Irak’ın kimi bölgelerini de kapsar biçimde belirlediği Misak-ı Milli’si peşinde koşması;
    Türkiye’yi çağdaş dünyadan koparmıştır, ülke ekonomik ve siyasi olarak bir felâkete sürükleniyor…

    *

    Bu noktada Ulu Önder Atatürk, “Hayat felsefesinin garip bir tecellisidir ki, her faydalı ve her yeni şeye karşı mutlaka bir kuvvet çıkar.
    Buna bizim dilimizde irtica denir.
    İşte bu irticanın imhası için gerekli tedbirleri evvelden almış olmak lazımdır.
    Uygarlık yolunda başarılı olmak yenileşmeye bağlıdır.
    Uygarlığın buluşları, teknik harikaları, dünyayı değişmeden değişmeye uğrattığı bir dönemde yüzyıllık köhne düşüncelerle, maziseverlikle varlığı koruyup, sürdürmek olasılığı yoktur”  sözünü bir kez daha hatırlamak gerekiyor…

    *

    İşte, 2254 sayılı BM Güvenlik Konseyi Kararının tanımladığı üzere;
    Anayasal, kanuni ve meşru sorumluluğu olan Esad hükümeti  ve Suriye halkının öncülüğü ve sahipliğinde,
    ​Ortadoğu’da,
    ABD koalisyonu ve k​apsayıcı, özgür, adil ve şeffaf bir siyasi sürecin hayata geçirilmesine yardımcı olması için Astana süreciyle Rusya, Türkiye ve İran’ın yürüttüğü  bir istikrar planı işliyor…

    *
    1-Ortadoğu’daki bütün sorunlardan bağımsız olarak “İki Devletli Çözüm” amacıyla Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak tanınması, bu suretle  tarafların barışa ivmelenmesi ve İsrail- Filistin Barışı’nın sağlanmasına,
    2- İslamcı İdeolojilerin ve terör örgütlerinin ortadan kaldırılmasına,
    3- Suriye krizine siyasal çözüm bulunmasına,
    4- İran’ın nükleer bomba kullanma olasılığının engellemesine çalışılıyor…

    *
    Bu paralelde, Astana süreci ve Soçi Zirvesinde Rusya, Türkiye ve İran;
    1- Suriye İç Savaş’ına siyasi çözüm noktasında Kürtlerin katılımının sağlanması,
    2- Şam’ın meşru izni olmadan uluslararası güçlerin Suriye’de bulunmasının hiçbir nedeninin olmadığı,
    3- Yabancı askerlerin varlığının yalnızca Suriye hükümeti onları davet ettiyse kabul edilebilir bir durum olduğu,
    4- Suriye krizinin çözümüne yönelik hiçbir siyasi inisiyatifin  ülkenin egemenliğini, birliğini ve bütünlüğünü hiçbir halükarda bozmaması konularında anlaşmışlardır…

    *

    Öngörülen  istikrar planı  bu düzlemde seyrederken;
    Tayyip Erdoğan, İsrail askerlerinin Gazze sınırında eylem yapan 15 Filistinli’yi öldürmesine,
    “Biz, haklı davalarında sonuna kadar Filistinlilerin yanında yer almayı sürdüreceğiz. İsrail terörünü her fırsatta ve her zeminde ifşa edeceğiz” diyerek tepki gösteriyor.

    *
    İsrail Başbakanı Benjamin Netenyahu ise,
    “Erdoğan, ona tepki gösteren insanlara alışkın değil ama buna alışmaya başlamalı.
    Kuzey Kıbrıs’ı işgal eden, Kürt şeridini işgal eden, Afrin’de vatandaşları katleden kimse, bize değerler ve etik hakkında ders veremez” diyor.

    *

    ​Bu kez Erdoğan, “​Türkiye​’​ye sataşmasınlar. Önce teröristleri Elysée Sarayı​’​nda kabul edenler kendilerine çeki düzen versinler.
    Kendilerine çeki düzen vermeyenler Türkiye​’​nin dostluğunu da kaybederler.
    İsrail Başbakanı muhatabım değil de​,​ bir l​â​f etmiş.
    Onların ordusu hiçbir zaman zulüm yapmamış.
    Dünyada İsrail ordusunun ne kadar zalim olduğunu benim anlatmama gerek yok​.​
    Kalkmış bizim​ askerlerimizin ​ Afrin​’​de mazlumlara zulüm ettiğini söylüyor.
    Ey Netanyahu​!​ ​S​en çok zayıfsın, çok garipsin. Bir defa kendine çeki düzen ver. Biz teröristlerle uğraşıyoruz ama senin derdin teröristler değil sen terör devletisin​ ” diyor…​

    *
    Ama Ortadoğu’daki işler, B.Netenyahu’nun işaret ettiği üzere;
    “Erdoğan, ona tepki gösteren insanlara alışkın değil ama buna alışmaya başlamalı” yoluna dönmüş ve süratle ilerlemeye başlamıştır…

    *

    Perşembe günü, Başkan D.Trump Suriye’den çok yakında çıkılacağını, böylece “diğer bölge ülkelerinin” daha büyük roller üstleneceğini,
    Ancak İran’ın Suriye’de askeri varlığını tesis etmemesi için birkaç yıl boyunca az sayıda ABD kuvvetinin bölgede kalacağını açıkladı.
    Aynı gün, Fransa Cumhurbaşkanı E.Macron, aralarında YPG’lilerin de bulunduğu bir heyetle Elysée Sarayı’nda bir araya geldi.

    *

    Ve Saray’dan,
    1- Fransa’nın ABD ile anlaştığı üzere Kuzey Suriye’de konuşlanacağı,
    2- YPG dahil Kürt yetkililerle Suriye’nin kuzeyinde istikrar sağlanacağı,
    3- Fransa’nın Suriye’nin kuzeyinde IŞİD’le savaş koalisyonunu faaliyetlerinden başka yeni operasyon düzenlemeyeceği,
    4- Demokratik Suriye Güçleri ile Türkiye arasında arabuluculuk yapılabileceği,
    5- Fransa’nın  bölgede var olan rolünü güçlendireceğine ilişkin açıklaması yapıldı.

    *

    Bu noktada Fransa’nın, Batılı ülkeler adına bu ülkelerin Suriye’ye karşı oynadığı askeri role ilişkin tanıklıkların silinmesi için Kuzey Suriye’de bulunacağından söz ediliyor.
    Bunun için Kosova örneğinde olduğu gibi bu kez Fransa, Kürtlerin Paris’te  bir temsilciliği olan Rojava’yı ;
    Fransız-Suriye Anlaşmasını: Avrupa İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin Sözleşmeyi :Fransız Anayasası’nı ihlal etmek pahasına,
    Geleceğin Suriye Federasyonunda özerk bir devlet olarak tanıyacaktır…

    ​*​

    Rojava’nın özerk bir devlet olarak tanınmasından sonra kurulacak ve evrensel yargı yetkisini kullanacak bir mahkeme,
    Bugün PYD’nin elinde esir olan Avrupalı İŞİD cihadçilerini yargılayacak,
    Onların temsil ettiği ülkelerin Suriye’ye karşı oynadığı askeri role ilişkin tanıklıkları silinirken,
    İlgili Rojava Mahkemesi BM Savaş Suçlarını Araştırma Komisyonu’nun hazırladığı  dava dosyalarını,
    Uluslararası Ceza Mahkemesi gibi mevcut bir organa ya da  Suriye için yeni bir mahkemeye  aktararak yetki verecektir.
    Bu suretle  hukukî alt yapı oluşturulacak ve Suriye krizinin siyasi çözümü yolunda yürünecektir.

    *

    Erdoğan, Fransa’nın Suriye’ye “tamamen yanlış yaklaştığını” söylüyor.
    Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, Fransa Cumhurbaşkanı Macron’ a  “Sen kimsin, arabuluculuk yapacaksın?” derken,
    Erdoğan, “Macron ile geçen hafta görüştüm. Baktım garip garip şeyler söylüyor. Kendisine biraz frekansı yüksek oldu ama söylemek zorunda kaldım” diyor…

    *
    Ama bir önemli gelişme d,e Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Salman’dan geliyor.
    Mart’ta lobi faaliyetlerinde bulunmak üzere yurt dışına çıkan Veliaht, Mısır’da Başkan Abdel Fattah el-Sisi ile görüşmesinin ardından,
    ​”​Mısır ve Suudi Arabistan​’​ın düşmanları şeytan üçgenini temsil ediyor. Bu da Türkiye, İran​, Katar​ ve terör örgütleridir​”​ demiş,
    Erdoğan​’ın​ yeni bir​ ​​”​Osmanlı Halifeliği​”​ kurmaya çalıştığını iddia e​tmişti.

    *

    Yine Türk Dışişleri Bakanlığı anında karşı çıkmış,
    ​Bu kez ​Suudi Arabistan Ankara Büyükelçiliği,​ ​Prensin sözlerinin doğru olduğunu ancak bu sözler içerisinde hedefin Türkiye olmadığını belirtmişti..
    ​Ya? ​Büyükelçilik açıklamasında, “Veliaht Prens, şer güçlerden söz ederken Müslüman Kardeşler ve radikal grupları kast etmiştir” demişti…​

    *
    Prens Bin Salman, 20 Mart’ta Beyaz Saray’da bir araya geldiğinde Başkan D.Trump’a,
    “Eğer ABD askerini Kuzey Suriye’den çıkarırsanız kontrolü kaybedersiniz.
    Biz, ABD Birliklerinin Demokratik Suriye Güçleri ve Kürt PYD’nin kontrolü altında bulunan  Kuzey Suriye’yi ayakta tutmak ve rehabilite etmek maliyetlerini karşılamaya,
    Bunun için 4 milyar dolar vermeye hazırız” diyor…
    Başkan Trump, Kuzey Suriye’ye yapılan 200 milyon dolarlık ABD tahsisatını kesiyor!

    *

    Suudi Arabistan ve İsrail koalisyonu; ABD askeri birliklerinin Fırat nehrinin doğusundaki üslerinden ayrılması durumunda,
    Doğu Suriye, Ürdün ve İsrail  İran’dan gelecek saldırılara doğrudan açık olacak, bu durum  Suudi Arabistan’a da aşırı yükler getirecektir.
    Bu noktada İsrail zaten,  İran’ın Suriye’de kalıcı bir askeri bir konuma gelmesini önlemek için ABD’den daha iyi bir garantiye sahip olamayacağını düşünmektedir.
    Nitekim Başbakan Netenyahu bu düşünceden hareketle 5 Mart’ta Beyaz Saray’da  Başkan Trump’tan, sadece ABD kuvvetlerini Suriye’de tutmak için değil Afrin’de Türk Ordusuna karşı savaşan Kürt YPG milislerinin desteklenmesini de istemiştir…

    *
    Şimdi Suudi Prensi Salman’ın Bağdat’ı ziyaret etmesi ve İran’ın genişlemesine karşı;
    Irak’ın ordusunu Suriye sınırına göndermeye ikna edip-edemeyeceği bekleniyor.
    Ama Türk Ordusunun bulunduğu Kuzey Suriye’nin giderek kuşatıldığı görülüyor…

    *

    Keşke, Türkiye bu işlere hiç  girmeseydi…

    3. 4. 2018

  • FRANSA’ NIN GÖREVİ

    FRANSA’ NIN GÖREVİ

    ABD Başkanı D. Trump, Salı günü Fransa Cumhurbaşkanı E.Macron’la yaptığı  telefon konuşmasında,
    Suriye’deki ortak stratejik sorunlara değindi.
    Türkiye ile işbirliğini artırma gereğini vurguladı…

    *
    Başkan, Perşembe günü Ohio’da ABD’nin Orta Doğu’da trilyonlarca dolar harcadığından fakat karşılığında hiçbir şey almadığından şikayet etti.
    Suriye’den çok yakında çıkılacağını, böylece diğer bölge ülkelerinin daha büyük roller üstleneceğini,
    Ancak İran’ın Suriye’de askeri varlığını tesis etmemesi için birkaç yıl boyunca az sayıda ABD kuvvetinin bölgede kalacağını söyledi.

    *
    Aynı gün, Fransa Cumhurbaşkanı E.Macron, aralarında YPG’lilerin de bulunduğu bir heyetle Elysée Sarayı’nda bir araya geldi.
    Fransa’nın ABD ile anlaştığı : IŞİD’in yeniden güçlenmesinin önüne geçmek : YPG dahil Kürt yetkililerle Suriye’nin kuzeyinde istikrar sağlamak: Demokratik Suriye Güçleri ile Türkiye arasında arabuluculuk yapmak : Menbiç’e asker göndermek  konularıyla ilgili açıklama yapıldı.
    Fransa’nın Suriye’nin kuzeyinde IŞİD’le savaş koalisyonunu faaliyetlerinden başka yeni operasyon düzenlemeyi öngörmediği,
    Ancak var olan rolünü güçlendirebileceği ifade edildi…

    *

    Bu gelişmelere karşı Tayyip Erdoğan, Fransa’nın Suriye’ye “tamamen yanlış yaklaştığını” söyledi.
    “Dost ve müttefik kabul ettiğimiz ülkeler, terörün her türüne karşı açık ve net bir tavır sergilemelidir.
    Türkiye ile bu tür terör yapılanmaları arasında “diyalog, temas, arabuluculuk” gibi ciddiyetten uzak yaklaşımları reddediyoruz” dedi.
    Bu defa Türkiye, Fransa’dan hareketle  Batı ve  NATO müttefikleriyle bir krize daha sahip oldu.

    ​*​
    ​Bütün bu gelişmeler ne anlama geliyor, nasıl bir gelecek vaad ediyor?

    ​*

    Öncelikle Fransız ordusunun, Suriye’nin kuzeyinde YPG’ nın bulunduğu bölgede 5 askeri üste varlık gösterdiği bilinmelidir.
    Ayrıca kayıtlarda Irak’ta konuşlu görünen fakat  Simelka  üzerinden Irak’ın kuzeyinden Suriye’nin kuzeyine giren Fransa Özel Kuvvetlerinin dışında,
    1.Deniz Piyade Paraşütçü Piyade Alayı ve Hava Kuvvetleri Komutanlığına bağlı 10. Paraşüt Komando birlikleri de faaliyet gösteriyor.

    *

    Üstelik Tayyip Erdoğan’ın​ Suriye Kuzeyinde ve Türkiye’deki Kürtlerle ilgili olarak Fransa ile kurduğu diyalog da eskiye dayanıyor.
    31 Ekim 2014’te Fransa’da Elize Sarayında Cumhurbaşkanları Hollande ve Erdoğan, PYD Eşbaşkanı Salih Müslüm ile bir toplantı yaptılar.
    Ardından dönemin Dışişleri Bakanları Alain Juppe ve Ahmut Davutoğlu arasında bir mutabakat imzalandı.
    Mutabakat, Fransa’nın gelecekteki çıkarlarını sağlayacaktı ve Türkiye’deki PKK’lı Kürtleri sürmek üzere Suriye’de yeni bir devletin kurulmasıyla ilgiliydi.

    *
    Nitekim Erdoğan, Suriye’de bir Kürdistan kurup buraya Türkiye’deki Kürtleri sürmek stratejisini yürütmeye başladı.
    Erdoğan’ın talimatıyla Türk Ordusu ve polisi, PKK’lı Kürtlere karşı yoğun operasyonlar yürüttü.
    Birçok köy yok edildi, diğer birçok köyde yaşayan insanlar bulundukları yerleri terk etmeye zorlandı.
    Erdoğan’ın stratejisi doğrultusunda Türkiye’deki Kürtler kıskaca alındı ve Suriye sınırındaki halklarla takas edildiler.
    Suriye sınırındaki birçok Türk köyüne Kürtler yerleştirildi
    Türkiye’deki yerleşimler ise Suriyeli cihatçılardan yana olduğunu düşünülen Suriyeli Sünni Arap sığınmacılara verildi.
    Erdoğan, Arap göçmen politikasıyla Güneydoğu Anadolu’nun demografisini kırmaya çalışıyordu.

    *
    Bir süre sonra, 2254 sayılı BM Güvenlik Konseyi Kararının tanımladığı üzere Suriye halkının öncülüğünde ve sahipliğinde yürütülecek​,​
    ​K​apsayıcı, özgür, adil ve şeffaf bir siyasi sürecin hayata geçirilmesine yardımcı olmak hususunda;
    Rusya, Türkiye ve İran öncülüğünde Astana toplantıları yapılmaya başlandı.

    *
    Suriye’de güvenlik tesis edilmeden reformların yapılamayacağı esasında bir ateşkes süreci sağlandı.
    Güvenliğin tesis edilmesinden anayasal, kanuni ve meşru sorumluluğu olan Esad hükümeti sorumlu tutuldu.
    Suriye’nin bağımsızlığı ve toprak bütünlüğü başlığında BM garantisiyle savaşan muhalif silahlı güçlere lojistik kesildi ve sınırlarda denetim kuruldu.

    *
    Bu paralelde yapılan Soçi Zirvesinde Rusya, Türkiye ve İran;
    Suriye İç Savaş’ına siyasi çözüm noktasında Kürtlerin katılımının sağlanması,
    Şam’ın meşru izni olmadan uluslararası güçlerin Suriye’de bulunmasının hiçbir nedeninin olmadığı,
    Yabancı askerlerin varlığının yalnızca Suriye hükümeti onları davet ettiyse kabul edilebilir bir durum olduğu,
    Suriye krizinin çözümüne yönelik hiçbir siyasi inisiyatifin  ülkenin egemenliğini, birliğini ve bütünlüğünü hiçbir halükarda bozmaması konularında da anlaştılar…

    *
    Arka planda ise BM teşkilatı; Suriye İç Savaşı siyasi çözümün hukuki yapısını oluşturmaya yönelik “muhalif-terörist” ayrımını keskin bir şekilde yapma mesaisinde sona geldi.
    Salı günü BM Savaş Suçlarını Araştırma Komisyonu, tüm taraflarca Suriye’de  işlenen Savaş Suçları’yla ilgili ilk raporunu  yayınladı.
    Her tür zulüm, teröristleri gönderen ve finanse eden ülkeler, Suriye’de insani durumu ahlaksız ticarete dönüştürenler belgelenmiştir.

    *
    Eski Fransız yargıç Catherine Marchi-Uhel liderliğindeki ekibin dava dosyalarını hazırladığını,
    Bu suretle mahkemelerin yargılamak için evrensel yargı yetkisini kullanabileceğini,
    Ve Uluslararası Ceza Mahkemesi gibi mevcut bir organa ya da  Suriye için yeni bir mahkemeye yetki verilebileceğini açıklanmıştır…

    *
    Süreç bu perspektifte ilerlerken, Avrupa’nın gelecek vizyonunda çok önemli olan Suriye’de Türkiye’nin genişlemeye açık askeri tırmanışı,
    Avrupa egemen sınıfının güçlü hizipleri arasında “savaş politikası” üzerinde tartışmalara yol açmıştır.

    *

    Fransa Cumhurbaşkanı E Macron ilgili planlarını “Bir Berlin- Paris Ekseni” başlığında,
    Mart ayı içinde Almanya yeni Büyük Koalisyon hükümeti yetkililerinin görüşmeler için Paris’e geldiğinde görüşmeye açmış ve onay almıştır.

    *
    ​Bu plan, başta Fransa olmak üzere Batılı ülkelerin Suriye’ye karşı oynadığı askeri role ilişkin tanıklıkların silinmesine yöneliktir.
    Bunun için Kosova örneğinde olduğu gibi bu kez Fransa, Kürtlerin Paris’te  bir temsilciliği olan Rojava’yı ;
    Suriye Arap Cumhuriyetinin yargı kararlarını Suriye topraklarındaki tek meşru karar olarak kabul eden Fransız-Suriye Anlaşması’nı,
    Avrupa İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin Sözleşme’yi,
    Fransız Anayasa’sını ihlal etmek pahasına geleceğin Suriye Federasyonunda özerk bir devlet olarak tanıyacaktır.

    ​*​

    Rojava’nın özerk bir devlet olarak tanınmasından sonra kurulacak ve evrensel yargı yetkisini kullanacak bir mahkemede, Avrupalı İŞİD cihadçileri yargılanacak,
    Onların temsil ettiği ülkelerin Suriye’ye karşı oynadığı askeri role ilişkin tanıklıkları silinirken,
    İlgili Rojava Mahkemesi BM Savaş Suçlarını Araştırma Komisyonu’nun hazırladığı dava dosyalarını,
    Uluslararası Ceza Mahkemesi gibi mevcut bir organa ya da  Suriye için yeni bir mahkemeye  aktararak, yetki verilebilecektir.
    Erdoğan köşededir…

    1. 4. 2018

  • SURİYE SİYASİ ÇÖZÜM YOLUNDA

    SURİYE SİYASİ ÇÖZÜM YOLUNDA

    Sekizinci yılına girerken Suriye İç Savaşı’nı anlamanın en basit yolu sayılara bakmaktır.
    2011′ den beri 400 binden fazla insan öldürüldü, yüz binlercesi yaralandı.
    20 milyonluk Suriye nüfusunun 6 milyonu yerinden edildi, komşu ülkelerde 5 milyon insan mülteci olarak kayıtlıdır.
    1 milyonu aşkın Suriyeli Avrupa’da sığınma başvurusu yapmıştır.
    Suriye dünyanın en kötü insan hakları felâketidir…

    *

    Bu noktada BM teşkilatı, Suriye İç Savaşı siyasi çözümün hukuki yapısını oluşturmaya yönelik “muhalif-terörist” ayrımını keskin bir şekilde yapmanın mesaisinde sona gelmiştir.
    BM tüm taraflarca Suriye’de  işlenen Savaş Suçları’yla ilgili ilk raporunu yayınlamıştır.
    Her tür zulüm, teröristleri gönderen ve finanse eden ülkeler, Suriye’de insani durumu ahlaksız ticarete dönüştürenler belgelenmiştir.
    Eski Fransız yargıç Catherine Marchi-Uhel liderliğindeki ekibin dava dosyalarını hazırladığını,
    Bu suretle mahkemelerin yargılamak için evrensel yargı yetkisini kullanabileceği,
    Ve Uluslararası Ceza Mahkemesi gibi mevcut bir organa ya da  Suriye için yeni bir mahkemeye yetki verilebileceği açıklanmıştır…

    *

    Ancak geçen yıl Rakka’nın İŞİD’den temizlenmesi;
    Başkentini kaybeden İŞİD’in, toprağa bağlı olmayan yeni mücadelede stratejisi yönünde yeni siyasi çıkış yolları ve ittifak arayışlarına,
    İ​ŞİD’i Rakka’dan süpüren PYD’nin ABD’nin desteğiyle Suriye’nin önemli su, tarım alanları, petrol ve doğal gaz alanlarını kontrol etmesine,
    Türkiye-ABD ilişkilerinde​ki​ krizi yeni bir aşamaya​ taşımasına,​
    Kürtler arası ilişkilerde derinleşen rekabette PKK lehine stratejik kazanım​ların gelişmesine yol açmıştır…

    ​*​
    ​Şimdi bu husus​lar​ krizinin çözümüne giden yolun ne kadar zorlu olduğunu göster​iyor.
    Nitekim Suriye’de hadiseler, hedefler, yöntemler, araçlar, ilişkiler değişmiştir.
    ​​ABD, Rusya, İsrail, İran, Türkiye ve toplam savaş karşısında baş döndürücü bir​ pasiflik ve güçsüzlükte​ Avrupalı​ ülkeler;
    Bir taraftan toprak kontrolü​, diğer taraftan savaş suçlarından kurtulmak için yarışıyor.
    Suriye kurallara dayalı bir küresel düzenin hızla çözüldüğü bir girdap haline gelmiştir.

    *
    Suriye şu anda otokratlar ve yeni totaliterlerin​; işte,​ Türkiye’de R.T.Erdoğan’ın,  İran’ın askeri teokrasisinin ve Putin’in elinde bulunuyor.
    Donald Trump’ın kişiliği güven verici bir işaret olarak pek göze çarpmıyor.
    Avrupa’nın aşırı sağının ana akım politikadaki artan metastazı,​ Suriye’de​  insanlığın ödediği bedeli sona erdirmekte aracı dahi olamıyor.

    *

    Bu çerçevede Suriye İ​​ç ​S​avaşının çözülmesi kolay ​değildir.
    ​Çünkü Suriye yukarıdaki gibi çıkarlar çerçevesinde daha geniş bir uluslararası çatışma ortamı haline gel​mekte, ​çözümleme​ imkansızlaşmaktadır.
    ​Durum tıpkı​ 40 yıldır süren ve pek çok dış aktörün katılımıyla gerçekleşen, bu yüzden hiçbir sonuca ulaşmayan Afganistan Savaşı’nı andırıyor…

    *

    Tehlikeli olan şey ise taraflar arasında başka çatışmaların gerçekleşme ihtimalinin giderek yükselmekte oluşudur.
    İsrail ve İran askeri kuvvetlerinin karşı karşıya gelebilecek olması gibi bir dehşet söz konusudur…

    ​*​
    Aslında Rusya, hiçbir sonuca ulaşılmayan bölgede özellikle İsrail’in İran ya da Suriye ile savaşa girmesi durumunda en büyük kaybeden olacaktır.
    ​Halbuki Rusya bir süredir Suriye’deki hedeflerine ulaşma ve iç savaş sonrası düzenlemeleri belirleme konusunda liderlik üstleniyor.
    Bu yüzden ABD, Rusya’nın isterse böyle bir çatışmayı engelleme ve Suriye İç Savaşına siyasal çözüm sağlama potansiyeli​ni kullanıyor…

    *
    Bu noktada Türkiye​’nin​ Suriye’nin kuzeyinde terör koridoru oluşumunu engellemek başlığı altında Suriyeli Kürtlere karşı​ başlattığı kapsamlı​ terörle mücadelesi​;​
    Gerçekte Türkiye ve Suriye arasında bir savaş anlamına geliyor.
    Bu suretle çıkarları çoğunlukla birbirleriyle farklı ülkelerin Suriye’yi geniş bir uluslararası çatışma ortamı haline ge​tirmesinin​ önüne geçilmiştir.

    *

    Türkiye de bu savaşımında mütemadiyen yeni cepheler açıyor.
    Birbirinden farklı her neden yeni bir cephenin kurulması sonucunu veriyor…
    Suriye ve Irak cephelerinden sonra işte, hidrokarbon kaynakları nedeniyle Doğu Akdeniz ve Ege Denizi cephesi faaldir.
    Aynı zamanda İslamcı Cihad terörü için dünyanın her yeri de bir cephedir…

    *
    Bu sırada İsrail, İran’ın Suriye’ye katılımındaki artışından rahatsızdır.
    Son yıllarda İsrail,  güvenlik çıkarlarını kuzey sınırında korumak için çeşitli  askeri operasyonlar yürütmüştür.
    Ama Suriye’nin geleceğini diplomatik kanallar kullanarak etkileme yeteneği oldukça düşüktür…

    *
    ABD ve İsrail yönetimleri İran’ın bölgesel nüfuzunu sınırlama konusunda hemfikirdir.
    İsrail Almanya, Fransa ve İngiltere ile kurduğu temaslarda da  İran’ın nüfuzunun sınırlandırılması talebine destek istiyor.
    Ancak sahadaki işleyişte  ABD, Suriye’ye çok az müdahalede bulunuyor ve Rusya’yı buradaki ihtilafta lider güç olarak bırakmıştır.
    Bu yüzden İsrail, Moskova ile çok sık düzenlediği diplomatik girişimlerde beklentilerini net olarak aktarıyor.
    Rus ve İsrail çıkarları birbirinden farklıdır, bu yüzden iki devlet diplomatik anlayışlara ulaşmış olsa bile İran’ın Suriye’deki mevcudiyeti konusundaki görüşlerinde farklılık büyüktür.
    Üstelik İsrail bu tür girişimlerinin Tahran yönetimini değişmeye ikna etmediğini düşünüyor…

    *

    Şimdi İsrail, elini geleneksel müttefiklerinden biri olan,
    Suriye ile ilgili önemli kararların alındığı Astana Süreci’ni Rusya ve İran ile paylaşan ve kendini onlara hizalayan,
    Kuzey Suriye’de esasen Suriye ile savaş halinde olan Türkiye’ye uzatıyor…

    *
    Türkiye’nin 4 Nisan’da, Suriye ile ilgili  Rusya Devlet Başkanı V.Putin ve İran Cumhurbaşkanı H.Rouhani’yi ağırlamaya hazırlandığı şu sırada,
    Türkiye’ye; yakın zaman önce ABD yönetimi ile Suriye’deki çıkarlar konusunda ulaşılan bazı çıkarları,
    Mesela Suriye’nin geleceğini şekillendirme, Kürtler, Suriye mültecileri, ticaret ve ekonomik ilişkiler ve jeopolitik etki alanlarıyla ilgili konularda avantajlar önermeyi öngörüyor.

    *
    Öncelikle Türkiye’nin Suriye’deki artan İran etkisiyle doğan endişesi ön plana alıyor.
    Türkiye ve İran, Suriye’deki bazı çıkarları paylaşıyor ama aralarında  ciddi bir müttefiklik bulunmuyor.
    İkili ilişkiler güçlenmiştir ama hegemonya ve nufuz alanlarında aralarında şüphe ve rekabet bulunuyor.
    Şimdi İsrail, diplomatik ve ekonomik  adımlarla  İran’ın Suriye’deki rolüne ilişkin bir İsrail-Türkiye diyaloğu kurmayı istiyor.

    *

    İsrail’in kuzey sınırındaki çıkarları, İran’ın Suriye’deki rolünü sınırlamaya yönelik bir İsrail-Türk diyalogunun fizibilitesinin incelenmesini gerekli kılıyor…
    Salı günü, ABD Başkanı Donald Trump’ın Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’la yaptığı  telefon konuşmasında,
    Suriye’deki ortak stratejik sorunlara değinmesi ve Türkiye ile işbirliğini artırma gereğini vurgulaması, belki bu yüzdendi…

    30. 3. 2018

  • VARNA’ DA BİR TOPLANTI

    VARNA’ DA BİR TOPLANTI

    * - varnada turkiye ab zirvesi sonrasi onemli aciklamalar varna bulgaristan

    Pazartesi günü Varna’da, bir zamanlar Bulgar Kraliyet ailesine hizmet veren bir yazlık şalede,
    R.T.Erdoğan,  Bulgaristan Başbakanı Boyko Borisov,  AB  Konseyi Başkanı Donald Tusk, Komisyon Başkanı Jean-Claude Juncker bir akşam yemeğinde buluştular.
    AB liderleri geçen Mayıs’ta Brüksel’de, R.T. Erdoğan ile yaptıkları son görüşmelerinde olduğu gibi bu  toplanmayı da “zirve” yerine “liderler toplantısı” olarak adlandırdılar…

    *

    Brüksel toplantısının gündemini Göç Anlaşması’nın uygulanması: Bu anlaşmanın paralelinde Kıbrıs Sorunu : Vize konusu: Terörle Mücadele konuları oluşturuyordu.
    Ama Erdoğan’da ,Cumhuriyet tarihinde hiçbir devlet görevlisinin karşılaşmadığı boyutta ” Anayasa’yı ihlal,Yolsuzluk, Hırsızlık ve bilumum Savaş  suçlamalarıyla” karşı karşıyaydı.
    Meşruiyet krizinin paniğiyle MİT baskıları, yargıya el koymalar, medya yasakları gibi sultacı önlemlerle birlikte,
    Türkiye’yi hukukun üstünlüğüne dayalı, insan haklarına ve temel hak ve özgürlüklere saygılı, demokratik, kurumsal ve öngörülebilir olmaktan uzaklaştırıyor,
    Eh! Adalet ile birlikte devleti de çökertiyordu…

    *
    Brüksel’de Erdoğan, AB’nin Türkiye’nin üyelik sürecine pozitif bir ivme kazandırmaya yönelik 12 aylık takvimini kabul etti ve yeni bir süreç başlattı…

    *

    AB’nin 12 aylık takvimi Erdoğan’ın, Türkiye’yi ekonomi alanında AB kriterleri düzeyine getirebilmesinin gereklerini öngörüyordu.
    İç tasarrufların artırılması ya da üretimin ithalâta dayalı yapısını yerli girdilere yöneltmenin reformunu,
    Cari açığa olumsuz katkı yapan Enerji faturasının azaltılması için gerekli tasarruf önlemlerinin alınması reformunu,
    Merkez Bankası ve diğer bağımsız kurumların gerçek anlamda bağımsız hale getirilmesine yönelik Kurumsal reformları,
    Bankacılıktan reel sektöre kadar sektörel reformlarını yapması isteniyor,
    Aynı zamanda Erdoğan’ın, 15 Temmuz askeri darbesinin acı verici deneyiminden sonra orantısız tepki vermesi ve aldığı önlemlerin bir çoğunun,
    Eleştirileri zayıflatma ve iktidarı tek başına ele geçirme amacına hizmet ettiği izlenimini silmesi için OHAL ve uygulamalarına son vermesi gerekiyordu…

    *

    Erdoğan, hiç bir gereği yerine getirmedi.
    Kuşatıldığı endişelerinden sıyrılmak ve sığınmak için sarıldığı Tanrı’sının kendine üflediği sanrılar doğrultusunda,
    İslamcı hedeflerine ulaşmak, bu uğurda Türk halkına da baskı kurmak üzere süre kazandığını sandı.

    *
    Ama bugünlerde  Ankara ve Avrupa’nın kabul ettikleri tek şey aynı fikirde olmadıklarıdır…
    Nitekim Varna toplantısının ardından Claude Juncler,​ ​”​Türkiye ile Avrupa arasındaki sorunları çözme şansını yakalayabilme​k​ için​ geçmişte​ birçok toplantı yaptık.​ ​​Bugün de​ ​t​üm açıklık​lığımızla​ konuş​tuk ve eleştirdik ​” dedi.
    .
    *

    Türkiye çağdaş uygarlığa yükselme yolunda 1963’te Avrupa Ekonomik Topluluğu ile ortaklık anlaşması imzaladı.
    2005’te aday ülkelerin tabi olduğu AB müktesebatına uyum sağlamak üzere siyasi ve ekonomik kriterlerin yerine getirilmesi halinde katılma hakkı tanınacağı kararı alındı.

    *
    Tam üyelik müzakerelerine başlanıldığı o günlerde, R.T.Erdoğan karakterini temsil eden tamahını gizleyebiliyordu.
    Hatta demokrasiye talip herkese örnek teşkil eden küresel ölçekte büyüyen bir lider görünümü sergiliyordu.
    2008’den sonra “tamahı” olan borcunu ödemeye başladı…

    *

    Tamahının azdırdıkları yüzünden Türkiye’yi şimdiye kadar görülmemiş biçimde bölünme aşamasına getirdi.
    Şimdilerde Erdoğan, açıkca Batı’nın tüm Müslümanlara karşı düşmanlığı olduğunu iddia ettiği şeylerden dolayı gözyaşı döküyor.
    Arap dünyasında hayranlık kazanabilmek için Türkiye’nin gurur verici laik geleneklerini bir bir geri alıyor.
    Tamahkâr bir profil olarak kutsallaştırdığı fikirler ve metinler üzerinden yani “İslamcı İdeoloji” ile hem “İslam Dini’ne” hem de Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Ulusu’na meydan okuyor.
    Neticede İslam toplumlarından çağdaş toplumlara tehlikeler saçmak, cinayetler ve yıkımlara neden olmakla da itham ediliyor.

    *

    Hz. Ali’nin “Tamahta zillet vardır” ifadesi Erdoğan’da kendini bütün açıklığı ile gösteriyor.
    Erdoğan 20 Temmuz 2016’dan itibaren Fethullah Gülen’den tasfiye edilen devletin tüm merkezi, yerel, özerk kadrolarını bu kez kendisi ele geçirmiştir.
    Sığındığı hayali Tanrı’sına karşılığını ödemek üzere güçlü bir ümmet ve İslamcı bir devlet kurmayı vaad etmiş,
    Güc  yolunda Ortadoğu, Doğu Akdeniz ve Ege hidrokarbon kaynakları peşinden  koşuyor.
    Ve Dünya onu çok önemli bir tehdit sayıyor…
    Bu sırada Türkiye giderek Erdoğan’ın  totaliter gücü ile  bir zamanlar izinden gittiği Batılı örneklere veda ediyor…

    *

    Dün Varna toplantısında gündemi bu konularla ilgiliydi.
    AB liderleri, partnerleri olan Ankara’nın uzun vadeli bir sorun haline gelmesinden endişe ettiklerini ifade ettiler.
    Halbuki AB, Türkiye’nin ihracatının yaklaşık yarısını oluşturuyor, Türkiye’ye yabancı yatırımın yaklaşık üçte ikisini sağlıyor.

    *

    Türkiye’nin AB üyeliği için on yıllardır süren teklifine yeni bir soluk verme olasılığı, her zaman olduğu gibi Varna’da da akim kaldı.
    Aslında son bir yıldır ilişkilerdeki bozulma göz önüne alındığında böyle bir üst düzey toplantıyı haklı çıkaracak bir şey de yoktu.
    Yine de, Erdoğan Bulgaristan’a gelmeden önce, “AB üyeliği stratejik hedefimiz olmaya devam ediyor” diyerek,
    Son zamandaki karışıklıklara rağmen Türkiye’nin seçkinleri ve finansal piyasalarına Batı’ya adanmışlık duygusunu sundu…

    *

    Şimdi AB; Ankara ile ilişkileri üyelik ve katılım müzakereleri ekseninden yavaş yavaş kopartıp “karşılıklı çıkar” olarak adlandırdığı yeni bir yörüngeye yerleştiriyor.
    Erdoğan da her ne kadar üyelik dışı bir formülü kabul etmeyeceğini söylese de müzakereler konusunda AB’den beklenti içinde olmadığını artık yüksek sesle dile getiriyor…

    *
    Aslında Erdoğan’ın AB’den istediği tek şey: “Hayatta Kalmak”tır.

    28. 3. 2018

  • İKİ KÜRESEL TEHDİT

    İKİ KÜRESEL TEHDİT

    Kapitalizmin hızlı ve daha fazla kâr için disipliner teknikleri, işlevsel ve esnek mekanizması, ardışık değişim karakteri,
    Gelişmişlikle doğru orantıda bireylerden toplumlara karşılıklı bağımlılıkları geliştiriyor.
    Değişim o denli güçlüdür ki, devletlerin sosyal yanı tahrip olmuştur, insan karakterleri aşınıyor, köleleşme sürüyor.
    Böylece yeni sömürgecilik insandan gelişip tüm dünyaya işliyor.
    Modern zamanın yeni hayat tarzı ulus devletlerin ötesinde dizayn ediliyor.
    Ama karşıtlar eşitliğin mücadelesini veriyor…

    *

    Filozof Friedrich Nietzsche, “Sen yeni bir kudret ve yeni bir hak mısın? Kendi kendine dönen bir çark mısın? Yıldızları da zorlayabilir misin senin etrafında dönsünler diye?”
    Ya da  Rusya Devlet Başkanı V.Putin “Dünyada bir takım genel modellere göre yaşayamayan ülkeler ve bölgeler var. Orada toplum farklı ve nihayetinde geleneklerin de farklı olduğunu kabul etmeniz gerekir” ifadeleriyle,
    Eşitlik mücadelesini en güzel biçimde belirliyorlar…

    *

    Hem karşılıklı bağımlılık hem böylesi bir insan-toplum dengesi;
    Küresel ekonominin güvenliğinin, istikrarın ve büyümenin sağlanmasında ortak bir anlayışa ulaşılmasına engel oluyor.
    Nitekim Dünya; Konvansiyonel ve Kitle İmha Silahlarının Yayılması: Uluslararası Terörizm : Uluslararası Örgütlü Suçlar :  Küresel Salgın Hastalık Tehdidi : Etnik ve Dinsel Temelli Çatışmalar gibi tehditlerle karşı karşıyadır..

    *
    Son zamanda dünyanın farklı yerlerinde, bir çok farklı alanda bütün bu tehditleri oluşturan ve istikrarı bozan iki spesifik unsur kendini gösteriyor.
    Biri; ABD’nin Çin, Rusya hatta geleneksel müttefiklerine karşı başlattığı ve yeni Soğuk Savaş’ı daha da körükleyen Ticaret Savaşıdır.

    *

    Ticaret Savaşı, 1 Mart’ta Başkan Trump’ın  ABD’yi en büyük ekonomi olmayı sürdürmek için “Önce Amerika” yı sağlama girişimidir…
    Trump, rakip ülkelerdeki yüksek teknoloji firmalarını boğmak, yeni sermaye ve teknoloji merkezleri olmalarını engellemek üzere,
    1974 tarihli Ticaret Yasası’nın 301. maddesini açıkça ihlal etmiş,
    İthal çelikte yüzde 25, alüminyumda yüzde 10 oranında gümrük vergisi uygulamaya başlamıştır.

    *

    ABD, bilhassa Çin’i egemenliğindeki uluslararası sistemin bir parçası haline getirmek için on yıllar süren çabalarına rağmen,
    Ekonomik liberalleşme ve siyasi reform yolunda liderlik etme hedefini gerçekleştirememiştir.
    Şimdi Trump ve stratejistleri Çin’in gelişme modelinin dünya çapında ilgi çekmesi, birçok ülkenin bundan öğrenmeye başlaması ve Batı modeline karşı büyük bir tehdit oluşturmasından hareketle,
    İhtiyacı olan kapsamlı strateji değişikliğini popülizme feda ediyor…

    *
    İlan edilmesiyle birlikte milletvekilleri ve ABD müttefiklerinden gelen protesto gösterilerinin yoğunluğu Başkan Trump’ı geri adım atmaya zorlamıştır.
    Önce Kanada ve Meksika’yı muaf edince,
    Kendi açılımları için başvuran diğer müttefiklerinin yoğun itirazlarıyla karşılaşmıştır.

    *

    Üstelik Trump, çeşitli sektörlerde ABD’nin dünya çapındaki ortalamadan daha pahalı olan bir dizi işletmeyi yeniden diriltmek üzere bir ekonomik duvar inşa ediyorsa;
    Bunun gümrük vergilerini arttırmakla sağlanamayacağını,
    Çünkü o zamana kadar ABD emtia fiyatlarının artacağını ve ihracaatın zorlanacağını ve süper güç olarak ülkesinin yara alacağını düşünmesi gerekirdi…

    *

    Hesapsızlık ve artan bir ivmeyle geri adım atması, Beyaz Saray’daki kaosun büyüklüğüne ve dünyanın bir belirsizliğe doğru itilmekte olduğu endişelerine yol açtı.
    Halbuki ABD, dünyanın en büyük ekonomisi olarak gerekli sorumluluklarını yerine getirmeliydi.
    Elbette Washington’un düzensiz davranışlarının kısa vadeli olmayacağı düşünülüyor,
    Küresel liderler bir yandan ABD’yi pozitif olarak, diğer yandan da belirsizlikten korunmak üzere bir mekanizma oluşturmanın çabasını sürdürmeye başlamış bulunuyor…

    *
    Diğer küresel tehditin;
    Ticaret Savaşı’nın yarattığı karmaşayı henüz farkeden dünyanın en güçlü liderlerinin, müdahale etmemesini fırsat sayan Türkiye’den geldiğ, iddia ediliyor.

    Türkiye iktidarı, kutsallaştırdığı fikirler ve metinler üzerinden yani “İslamcı İdeoloji”siyle hem “İslam Dini’ne” hem de Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Ulusu’na meydan okumakla zan altındadır.
    İslam toplumlarından çağdaş toplumlara tehlikeler saçmak, cinayetler ve yıkımlara neden omakla itham ediliyor.
    20 Temmuz 2016’dan itibaren Fethullah Gülen’den tasfiye edilen devletin tüm merkezi, yerel, özerk kadroları bu kez hükümetin eline geçmiştir. .
    Güçlü bir ümmet ve İslamcı bir devlet olmak yolunda Ortadoğu, Doğu Akdeniz ve Ege hidrokarbon kaynakları peşinden  koşuluyor.
    Bu dünya için çok önemli bir tehdit sayılıyor…

    26. 3. 2018

  • İNCİRLİK HAVA ÜSSÜ

    İNCİRLİK HAVA ÜSSÜ

    AKP Genel Başkanı Erdoğan, Fırat Kalkanı Harekâtı’yla Cerablus’a Yaşar Aksanyar’ı 82. Vali olarak atadı.
    Şimdi Zeytin Dalı Harekatı kapsamında, Türk Silahlı Kuvvetleri ve Özgür Suriye Ordusu’nun ele geçirdiği Afrin’e de vali ve başka yerel atamaların yapılacağını açıkladı.
    Zımnen 83. İl’e işaret etti…
    Türk Silahlı Kuvvetleri Irak topraklarında da  84, 85’e kadar operasyonlarına devam ediyor.
    Ama bu iş bu kadar basit değildir…

    *

    Mayıs 2017’de Başkan D.Trump, dünyanın dört bir yanında İslamcı terör ideolojisini ve terörünü yenmek üzere Savunma Bakanlığı’na hazırlattığı yeni bir plan doğrultusunda Suudi Arabistan/Riyad’ı ziyaret etti.
    “Ortadoğu’ya yaptığım son seferimde artık radikal ideolojiye yapılan mali yardımın olmaması gerektiğini bildirdim. Ondan sonra bölge rehberleri Katar’ı işaret ederek onu suçladılar. Arabistan’a yaptığım ziyaretim, Kral ve 50 Arap ülkesiyle görüşmem sonuç verdi. Radikalizmin mali kaynaklarını kesme noktasında sert önlemler alacaklarını söylediler. Tüm deliller Katar aleyhineydi. Belki de bu, terörizmin son bulmasının başlangıcıdır” dedi…

    *

    O günden beri çanlar, Türkiye’de;
    “Ben İhvan-ı Müslimin’i bir terör örgütü olarak görmüyorum. Çünkü İhvan-ı Müslimin bir düşünce örgütüdür” diyen,
    Türkiye Cumhuriyeti’nin 1938 yılına kadar gerçekleşen anlaşmaların sınırı içinde ülke birliğinin temeline işaret eden Misak-ı Milli’yı ve bu perspektifte “Yurtta Barış, Dünyada Barış” ilkesini reddeden,
    Bunların yerine hâlâ 28 Ocak 1920’de İstanbul’da son Osmanlı Mebusan Meclisi’nin kabul ettiği saldırgan Misak’ı Milli ilkesi doğrultusunda hareket eden,
    Müslüman Kardeşler örgütünün hamisi, pan-islamist ve yeni Osmanlıcı AKP Genel Başkanı Errdoğan için çalıyor…

    *
    Bu çerçevede 5 Mart’ ta, Başkan D.Trump Beyaz Saray’da İsrail Başbakanı B.Netenyahu’yu ağırladı.
    15 Mart’ta Berlin’de AB hükümeti temsilcileriyle yapılacak toplantıda, 2015’te İran ile yapılan nükleer anlaşmada hangi değişikliklerin yapılması​ gereklerini,​
    Başkan Trump’ın hazırlamakta olduğu İsrail ve Filistin barış planı konuları  görüştüler.

    *
    Önemli bir diğer konu, ABD’nin Fırat Nehri’nin doğusunda Irak sınırına kadar olan noktada ve kuzeydeki Kürt bölgelerindeki varlığı idi.
    Bu noktada İsrail, İran’ın Suriye’de kalıcı bir askeri bir konuma gelmesini önlemek için ABD’den daha iyi bir garantiye sahip olamayacağını düşünmektedir.
    Netenyahu bu düşünceden hareketle Başkan Trump’tan sadece ABD kuvvetlerini Suriye’de tutmak için değil Afrin’de Türk Ordusuna karşı savaşan Kürt YPG milislerinin desteklenmesini de istedi…

    *

    Çünkü İsrail, bölgesindeki Şiilere karşı Suudi Arabistan ve Arap Ligi himayesinde NATO uzantısı ortak bir Arap Savunma Ordusu kurdurmuş,
    Bu suretle çevresinde güvenli bir bölge öngörmüştür.
    Sıra Askeri Stratejisi gereğince İran’dan gelecek uzak mesafeli füzelerin bertaraf edilmesi için kendi sınırları berisinde koruma daireleri oluşturulmasına işlerlik kazandırmaktadır.
    Bu yüzden Kürtleri destekliyor ve federal bir Suriye’de Kürdistan’ı potansiyel müttefiki olarak görüyor…

    *
    20 Mart’ta, Başkan Trump Beyaz Saray’da bu kez Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Salman’ı ağırladı.
    Veliaht Prens’le  ABD’nin 2015’te İran ile yapılan Nükleer Anlaşma’dan çekilmesi ile ilgili zamanlama konusunda görüştü.
    Anlaşmanın yeniden onaylanıp-onaylanmaması konusunda Nisan başında ya da Mayıs ortalarında bir duyuruda bulunacağını söyledi

    *
    İran’ın genişlemesini engellemek için askeri ve diplomatik çabaları koordine etmek üzere yeni bir Yüksek Komite ve bir eylem planı üzerinde anlaştılar.
    ABD, Suudiler ve BAE’nin askeri varlıklarının senkronize edilecek ve potansiyel tepkilere hazır olunacaktır.
    Bu suretle 3 hükümet birlikte İran’ın petrol zengini Körfez ve Ortadoğu’daki genişlemeci tasarımlarını durdurmayı öngörüyor…

    *

    Nitekim  Başkan Trump ve  Prens Salman askeri varlıkları senkronize etmek amacıyla,
    Katar’daki ABD CENTCOM üssünün Suudi Arabistan’a transferi anlaşmasını imzaladılar.

    *
    Aynı sırada AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın, Katar Emiri Tamim bin Hamad Al Thani’nin adanmış bir destekçisi olduğu ve Suudi Arabistan  yöneticileriyle çatışmada olduğu  konuşuldu.
    Suudi  Veliaht Prensi, müttefiki BAE Emiri Şeyh Zayed bin Sultan El Nahyan ile birlikte Erdoğan’ı ve Katar emirlerini baş düşman olarak gördüklerinden bahsetti.
    Üstelik Türkiye, petrol emirliğinde büyük bir askeri üs kurmuştur ki;
    Başkan Trump, Veliaht Prens’e bölgede askeri varlıkların senkronizasyonunun Türkiye’nin en büyük hava üssü olan İncirlik Hava Üssü’nü de kapsadığını söylüyor…

    *
    Katar’da El-Udaid’de bulunan ABD tesisleri, Riyad’ın 77 km. güneyinde Al Kharj yakınında Prens Sultan Hava Üssü’ne sevk edilecektir.
    Zaten bir süreden beri İncirlik’teki ABD tesisleri ve uçakları da Doğu Avrupa’da üslere kaydırılıyor.
    ABD Savunma Bakanlığı bir taraftan da İncirlik yerine Yunanistan’ın güneyinde Andravida Üssünü hazırlıyor…
    İki ABD üssünün yer değiştirmesi, hem Irak hem de Suriye’de İŞİD ile mücadelenin giderek neticeye ulaşması gerekçesine bağlanıyor.

    *
    Elbette iki büyük ABD hava üssünün yer değişmesi, bölgenin stratejik dinamiğini sarsacaktır.
    Ancak Erdoğan hiçbir şeyin altıda kalmaz, bugün yarın ABD’ye “İncirlik Hava Üssü’nü kapattım”, deyiverir…

    24. 3. 2018

  • EY MİLLET

    EY MİLLET

    Başkan D.Trump’ın öngörülemezliği,
    Ama ABD’nin AB’ye karşı ticaret savaşı tehditleri,
    NATO sorunları ve Washington’dan bağımsız bir AB ordusu kurulması planları,
    İngiltere Başbakanı Theresa May’in  eski bir İngiliz casusunun gizemli zehirlenmesinin ardından Rusya ile ilişkileri kesmeye yönelmesi,
    Avrupa Birliği’nde “harekete geçme” konusunun Avrupa’ya düştüğü düşüncesini geliştirdi…

    *
    Nihayet Avrupa’nın gelecek vizyonunda çok önemli olan Suriye’de;
    Türkiye’nin genişlemeye açık askeri tırmanışı,
    Avrupa egemen sınıfının güçlü hizipleri arasında “savaş politikası” üzerinde tartışmalara yol açtı…

    *
    Şimdi Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un savaş planlarını “Bir Berlin- Paris Ekseni” başlığında,
    Bu hafta Almanya yeni Büyük Koalisyon hükümeti yetkililerinin görüşmeler için Paris’e geldiğinde görücüye çıkarması bekleniyor…

    *
    İlk işareti, Fransa eski Cumhurbaşkanı François Hollande verdi.
    Hollande, TSK’nın Suriye’de  Kürt YPG/PYD/PKK örgütlerine yönelik operasyonları devam ederken,
    Le Monde gazetesinde örtülü bir Macron politikası eleştirisi yaptı ve savaş çağrısında bulundu.

    *
    “Rusya yıllardır silahlanıyor ve tehdit ediyor, onun da tehdit edilmesi gerekir.
    Ankara, Afrin’de müttefiklerimizi bombalıyor.
    Moskova, Ankara’nın Suriye’deki Kürt müttefiklerimizi bombalamasına izin vererek aynı zamanda NATO’yu bölmeye çalışıyor.
    Bu iki ülke Suriye’nin bölünmesi konusunda anlaşmıştır.
    Tehlikede olan şey yalnızca Suriye değil ama dünya düzeni ve Fransa’nın yeridir.
    Bu yüzden Fransa ve Avrupa harekete geçmelidir.
    Rusya’nın ötesinde, Suriye’de Guta ile Afrin’de Suriye ve Türk uçaklarına karşı uçuşa yasak bölgeler uygulanması gerekir” dedi.

    *
    Hollande, “Eğer ben koalisyonumuz bağlamında Kürtleri desteklediysem, bu onları mevcut durumlarına terk etmek için değildi.
    Türkiye ne tür bir müttefik ki, kendi müttefiklerine karşı hava saldırıları düzenliyor?” derken,
    Macron’u hedef aldı  ve NATO’ya çağrıda bulundu…

    *
    Macron  ise “Fransa, geçtiğimiz Mayıs ayından bu yana, suça dahil olmayıp diyalog yoluyla etkili olmaya çalışan tutarlı ve uyumlu bir politika izliyor.
    Açık olmamız gerekiyor. Fransa Suriye’de karada askeri müdahalede bulunmayacak. Bunu son derece kesin olarak söylüyorum” dedi.

    *
    Bununla birlikte Macron, kendi kabinesinde Türkiye ile cepheleşmenin savunucusu olan,
    Hollande’ın Savunma Bakanı bugün Dışişleri Bakanı Jean-Yves Le Drian’a,
    “İŞİD’e karşı mücadele bizim Levant’taki askeri müdahalemizin başlıca nedeni ve ulusal güvenlik önceliğimizdir.
    Biz, orada Türkiye’nin tavrının, nihayetinde Suriye’de geriye kalan İŞİD güçleri üzerindeki baskıyı zayıflatacağından kaygılıyız” ifade etti.
    Türkiye’nin Afrin müdahalesini eleştirdi.

    *
    Hollande’ın eleştirileri, kaygılı Fransız egemenlerini AB’ye önderlik eden bir Alman-Fransız ekseni planı doğrultusunda harekete geçirdi.
    Nitekim Macron, AB’nin bağımsız askeri eyleme geçebilme kapasitesine sahip olması gerektiğini düşünenler adına konuşmaya başladı.
    Şimdi “Avrupa kendisini savunmak istiyorsa  bunu birlik içinde yapmalı ” diyor.

    *
    Giderek Avrupa egemenleri arasında sert bir çatışma yükselirken,
    Macron, Frankfurter Allgemeine Zeitung gazetesi vasıtasıyla Berlin’den yardım istiyor.
    “AB; Berlin ve Paris’in önderliğinde militarist, İslamcı Cihadı reddeden, sığınmacı karşıtı bir blok oluşturmalıdır.
    Eğer Almanya harekete geçmezse, planlarımın bir kısmı başarısızlığa mahkum olur.
    Çünkü birbirimize bütünüyle bağımlıyız.
    Almanya’nın yokluğunda  Avrupa projesinin başarıya ulaşmasına bir an olsun inanmıyorum” diyor.

    *
    Sömürgeci geçmişinden dolayı Fransa’da çok sayıda ve çoğu alt sınıflara mensup  Müslüman yaşıyor.
    Ama çok sayıda genç Müslüman hızla militanlaşıyor, bazısı İslamcı siyasetin daha radikal unsurlarına kayıyor.
    Bu durum pek çok Avrupa ülkesinde ama en sert olarak Fransa’da sadece yabancı düşmanı aşırı sağ grupların değil seküler çevrelerin de siyasi tepkisine neden oluyor.

    *
    Fransa Libya’ya müdahale eden Batılı güçlere öncülük etmiştir, Suriye’de Esad karşıtlığında Batılı ülkelerin en ateşlisi olarak sivriliyor.
    Mali’de silahlı İslamcı hareketleri durdurmak için tek taraflı müdahalede bulunmuş, Orta Afrika Cumhuriyeti’nde düzeni sağlamak için asker bulunduruyor.
    Ermenistan’ı Fransız ekonomik ve siyasi gücünün Trans-Kafkasya’dan Ortadoğu’ya akmasına merkez etmiştir.

    *
    Suriye Cumhurbaşkanı Esad, ” Fransa  bölgenin eski sömürge güçlerinden olsa da  2000 yılına kadar Fransa ile ilişkimiz Fransa’nın ABD’nin isteğiyle Ortadoğu politikasını değiştirme girişimiydi, bir dostluk ilişkisi değildi “diyor.
    Fransa, aslında Levant’ta yer kazanmak derdindedir, insan haklarına saygı gösteren siyasi hareketlerin destekçisi görüntüsünde Kürtlerin de teşvikçisidir…
    Fransa mütemadiyen AB Komisyonlu ilerleme raporlarında Türkiye’nin azınlıklara saygı konusuna işaretle Kürk kökenli nüfusa yönelik politikaların sıkı takipçisi olduklarını gösteriyor.

    *
    Almanya ise “Lebensraum” (hayat sahası) ülküsü ve “Drang nach Osten” (Doğu’ya genişleme) ülküsünden gelişiyor.
    Bugün Almanya, siyasi etki araçları vasıtasıyla asırlar boyunca peşinde koştuğu Merkezi ve Doğu Avrupa’yı Cermen “hayat sahası” yapma ülküsünü; ekonomik ve ticari işbirliğiyle gerçekleştirme yolunda büyük mesafe almıştır.
    Polonya, Macaristan, Çekya, Slovakya, Slovenya, Bulgaristan, Romanya ve Avusturya kendileri için bir çekim merkezi olan Almanya etrafında bir ticari ve ekonomik blok oluşturuyor.

    *
    Almanya Lebensraum ülküsünü gerçekleştirdiğinde “Drang nach Osten” (Doğuya Genişleme) tutkusunu da gerçekleştirecektir.
    II. Dünya Savaşı sonunda Polonya’ya bırakmak zorunda kaldığı Oder Neisse hattının doğusundaki toprakları ekonomik açıdan entegre etmiş olacak,
    Üstelik bugün Almanya’nın enerji ekonomisi için zaruri olan Hazar’da, Irak ve Suriye’de bulunan hidrokarbon kaynaklarını da  kazanabilecektir.

    *
    Bu durumda Türk Milletinin her tür hamasetten uzaklaşması ve daha geç olmadan;
    1- Ulus bütünlüğünü, ulusal birliği ve tam bağımsızlığını belirleyen, bunlarla bağdaşmayan ödünlerde bulunulmasını engelleyen Türkiye’nin 1.Meclisinin Misak-ı Milli’si ile,
    2- Son Osmanlı Mebusan Meclisi’nin ülke sınırlarını Suriye ve Irak’ın kimi bölgelerini de kapsar biçimde belirlediği Misak-ı Milli’si arasında bir karara varması gerekiyor.

    22. 3. 2018

  • HAK BELÂ YAZMAZ , KUL AZMADIKÇA

    HAK BELÂ YAZMAZ , KUL AZMADIKÇA

    Suriye’de tek bir savaştan ziyade çok taraflı ve çok sayıda silahlı çatışmalar yaşandı.
    Bir askeri çatışma sona ererken bir diğeri başladı.
    Suriye geniş bir uluslararası çatışma ortamı haline geldi, siyasi ​çözümleme ​imkansızlaştı.

    *

    Aralık 2015’te BM Güvenlik Konseyi 2254 sayılı ” Suriye’de ateşkesin sağlanması ve ülkede siyasi çözüme ulaşılması” çağrısı yaptı.
    Kasım 2017’de ABD Başkanı D.Trump ve Rusya Devlet Başkanı V.Putin Suriye ihtilafının çözümünde anlaştılar…

    *
    Bölgedeki tüm aktörlerin farklı hesapları bir kenara süpürüldü.
    Suriye’de krizin çözülmesi için hırslar değil ortak amaçlar esas alındı.

    *

    Önce tüm taraflar, görüşlerini BM koordinasyonu altında yapılacak Barış görüşmelerinde ortaya koymaları için teşvik edildiler.
    Sonra ABD ve Rusya, ideoloji farklılıklarına rağmen II. Dünya Savaşı sırasında faşizme karşı başarılı oldukları gerçek bir örnekten yola koyuldu…

    *

    Bu örneğe göre Suriye için Barış Kongresi ile birlikte 1947 BM Guvenlik Konseyi’nin 10 numaralı kararıyla aldığı askeri mahkemeler kurma hakkı kullanılacaktır.
    Öngörülen, Ekim 1945’te II. Dünya Savaşı akabinde ABD, Birleşik Krallık, Fransa ve Sovyetler Birliği’nin,
    Alman Nazi partisine karşı “insanlık suçu, savaş suçları, dünya barışına karşı işlenen suçlar ve savaşa sebep olmak” suçlarından açtığı davaya bakmak için kurulan Nürnberg Uluslararası Askeri Ceza Mahkemesi’nin bir benzeridir…

    *
    Aynı zamanda Irak ve Şam İslam Devletinin yıkılmasıyla İŞİD militanlarının geri dönüşüm dönemi başlatılmıştır.
    Böylece ABD​ politikacıları, Pentagon ve gizli servislerinin, Irak ve Suriye​’​de İslam Devletinin yaratılmasında kendi kabahatlerinin olduğunu inkâr etmelerinin önü açılmıştır!
    Tarihsel gerçeklikler aşırı bir şekilde tahrif edilirken, şimdilerde İŞİD militanları başka görevler için Afganistan’a yollanıyor…

    *

    En önemlisi!
    Suriye’deki çok taraflı çatışmaların;
    Afrin’de Türkiye- Suriye ve Doğu Ghouta’da  Suriye rejim ordusu ile ÖSO El Rahman Kolordusu arasındaki çatışmalara indirgenmiş olmasıdır.
    Bu suretle Suriye’de yeni şiddet odakları;
    1-  Afrin’de Türkiye ile iki ya da üç milyon Suriyeli Kürt arasında ki mücadele,
    2-  Doğu Ghouta’da Esad rejimi ile ÖSO El Rahman Kolordusu arasındaki çatışmayla temsil edilir olmuş,

    *

    Böylece ABD ve Rusya liderlerinin anlaşmasıyla birlikte;
    Suriye’de işlenen suçların savaş ve terörle mücadele hukukunun gelişmesi doğrultusunda kategorize edilebilmesine yönelik,
    Kimin terörist kimin muhalif olduğunun ayırt edilmesi süreci başlamıştır.

    *
    Bu noktada Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad, Suriye’de mevcut rejimi devirmek için kurulan ÖSO lideri Albay Riyad el-Esad ve General Selim İdris ile Müslüman Kardeşler Örgütü’nün hamisi Erdoğan’ın adları savaş suçlusu olmakla anılıyor…

    *
    Bu süreçte Almanya​,​ Fransa​ ve hatta İran’ın tarafsız kalması​ garantiye alınmıştır.
    ​ABD ve Rusya​ olası bir insani felaketi önlemek için parmağını dahi oynatmamıştır..
    Bu ortamda Washington ve Moskova  Türkiye ile diplomatik bir oyun oyna​mış​,
    ​Ve Erdoğan’ın Afrin’i ele geçirmek​, Kürtleri yerinden ederek yerlerine kendisine yakın İslamcı Arapları yerleştirmek ve bu durumun aynısını Afrin’den sonra tüm Rojava’da tekrarlanması hayaline yol verilmiştir.

    *

    Öte yanda, ​Suriye Arap Ordusu​’nun sürdürdüğü ilerlemenin de isyancılar​la​ durdur​ulması gerekiyordu.
    Nitekim Suriye hükümeti Doğu Ghouta’yı  kurtarmak için hareket ederken, rejim değiştiriciler giderek daha histerileşti​…​

    *
    Bugün Suriye’de eşzamanlı iki askeri harekât  karar noktasına gelmiştir.

    *
    18 Mart’ta  TSK ve vekil gücü ÖSO, Suriye’nin kuzeyindeki bir milyon nufuslu Afrin’de binlerce PYD’li Kürtün kaçmasının ardından kentin kontrolünü ele geçirmiş,
    Bazı Kürt YPG milisleri Suriye askeri kontrolünde bulunan kuzeyden kaçan mültecilerin arasına çekilirken, bazı YPG milisleri de karşı saldırıda bulunmak üzere yeniden gruplandırılmaktadır.

    *

    Doğu Ghouta’da bir aydır süren ve 50 bin kişinin yerinden olduğu Rus ve rejim güçleri ile  ÖSO El-Rahman Kolordusu arasındaki çatışma da,
    Şam’ın Doğu Ghouta’nın yaklaşık yüzde 83′ ünü kontrol altına almasının ardından Rusya ve ÖSO El Rahman Kolordusu arasında yapılacak bir anlaşmayı bekliyor…

    *
    Ve Perşembe günü, ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı HR Mc.Master;
    ABD’nin Birleşmiş Milletler’in Suriye hakkındaki cezai soruşturmaya ilişkin Bağımsız Komisyonu’nu ve Suriye’deki suçlardan sorumlu olanların soruşturulmasına ve yargılanmalarına yardımcı olacak uluslararası, tarafsız ve bağımsız yargı mekanizmasına destek verdiğini,
    Başkan Trump yönetiminin Suriye’deki Beşar Esad rejiminin gerçekleştirdiği savaş suçlarını belgelediğini,
    Bu çerçevede ceza kovuşturması için faillerin aleyhine dava açılacağını açıklamış bulunuyor.

    *

    Bundan böyle Suriye İç Savaşına siyasal çözüm bulunmasında görev BM’ dedir.
    Ama bir açıklama da YPG’den geliyor;
    “Bundan sonra YPG ve YPJ, gerilla tarzı mücadele edecektir. Vur-kaç yöntemiyle direniş en üst seviyeye çıkartılacaktır. Çünkü cephe savaşında bizim silah ve teknik olanağımız yoktur. Biz gerilla tarzıyla mücadele etmeye mecburuz ve hazırız” deniliyor…

    *

    Türkiye’nin başında bela vardır…

    20. 3. 2018

  • RUSYA’ NIN SEÇİMİ

    RUSYA’ NIN SEÇİMİ

    Perşembe günü İngiltere, ABD, Fransa ve Almanya eski bir Rus casusunun ve kızının sinir gazı ile  zehirlenmesi üzerine Rusya’ yı saldırıdan sorumlu tuttular.
    II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da ilk defa saldırı amacıyla ” sinir gazı” kullanımını protesto eden ortak bir bildiri yayınladılar.
    Bu sırada ABD, başkanlık seçimleri ve siber saldırılara karıştıklarına inandığı 5 Rus kuruluşu ve 19 kişiyle ilgili yeni yaptırımları duyurdu.

    *

    18 Mart Pazar günü yapılacak Rusya cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde,
    Rusya ile Batı arasındaki  tezatların ne kadarının gerçek şiddeti ne kadarının seçimleri etkilemeye yönelik tasarlandığını ayırt etmek zordur!

    *

    Rusya cumhurbaşkanlığı seçimi Sovyet zamanına göre daha adil ve rekabetçi bir görünüm arz etmiyor.
    Tek fark o zamanda sadece tek bir adayın olması, bugün ise bir kaç adayın bulunmasıdır.
    ​Ama ​Vladimir Putin , altı yıllık bir süre​ç için yeniden seçilmesi kesin olan  bir seçime giriyor.

    ​*​
    Devlet Başkanı V.Putin ülkesinin büyük bir güç olduğa inanıyor.
    Rusya’nın bu konumunu kaybetmemesi üzerine kurduğu vizyonuyla, ülkesinin gücünü ve önemini sürekli olarak öne sürüyor.
    Sovyetler Birliği’nin çöküşünün  “yüzyılın en büyük jeopolitik felaketi” olduğuna inanıyor.
    Bu vizyonuyla Rusya’nın uluslararası rolünü ve statüsünü zayıflatmak için günlük olarak çalışan düşmanları yenmek için mücadele ediyor.
    Bu yüzden geçtiğimiz birkaç yıl, Rusya’nın Batı ile ilişkilerinin en yorucu dönemine tanık olundu.
    Soğuk Savaş’ın sona ermesinden beri ilişkilerdeki gelişme neredeyse tükendi…

    *

    Putin’in bir sonraki dönem ne yapması gerektiğini tahmin etmek için 18 yıllık görevinde Rusya’yı tanımlayan 5 eğilimi anlamak gerekiyor.
    1- Batı, Rusya’yı komşularını tehdit eden bir devlet olarak tanıyor.
    2- Rusya’da yargı, parlamento ve bürokrasi iktidarın emrinde küçük bir elitin kuşatmasındadır.
    3- Elitler politik güç kullanımında Federal Güvenlik Servis’nin ağır bir baskı aygıtı olarak kullanıyor.
    4- Düşünce, Toplanma ve İfade özgürlükleri dahil olmak üzere anayasa garantisinde olan özgürlükler kısıtlıdır.
    5- Rus işadamları ülkede yatırım yapmadıkları için mülkiyet hakları giderek zayıflamaktadır.

    *
    Putin’in elindeyse 3 kartı bulunuyor.
    1- Rusya, Batı’nın doğrudan askeri çatışmaya girmesini engelleyen büyük bir nükleer güçtür.
    2- Rusya yaptırımlara karşı koymak ve kendine yeterli hale gelmek için zengin kaynaklara sahiptir.
    3- Putin, Rus toplumunu birleştirmiş ve ulusal ruhu yükseltmiştir.

    *

    Başkan D.Trump, Ocak’ta yayınlanan Nükleer Doktrin’inde ana tema olarak;
    Stratejik nükleer silahların büyük ölçüde aşağı çekilmesine,
    Böylece artan nükleer silah tehditlerine karşı nükleer silahların yayılmasını önleme ve nükleer silah sayısını azaltma taahhüdüne,
    Buna karşı düşük verimli, daha kullanışlı nükleer başlıkların konuşlandırılmasına,
    Ama ABD’ye uluslararası arenada işlediği her türlü eylemin sorumluluğunu reddetme fırsatı veren bir temel anlayışı esas almıştır.
    Nükleer Doktrin kilit karar olarak ​”Nükleer ​Ü​çlü” denilen, İlk vuruşu yapabilmenin ve hayatta kalmanın: Düşmanın herhangi bir ölçekte nükleer saldırısını caydırmanın : Caydırma başarısız olursa  zararın sınırlanması için ABD nükleer güçlerinin özel ve esnek rolünü belirliyor.
    Bütün bunlar ABD’nin bir çatışma halinde erkenden düşük kapasiteli taktik savaş başlıkları kullanacağını,
    Rusya’nın bunu bildiğini, bu noktada ABD’nin olası boşlukları daha düşük verimli silahlar kullanarak doldurabileceği anlamına geliyor.

    *

    Yeni bir nükleer çağa işaret eden ABD Nükleer Doktrini’ne karşı Putin ise,
    Daha fazla nükleer silah argümanı, silahlı şiddete karşı savaşmanın en iyi yolunun daha fazla silahla olduğu gibi popüler ve muhafazakâr  bir düşünceyi takip ediyor.
    Bu noktada ABD’nin potansiyel bir düşmanı olarak silahlanma yarışını sürdürerek daha fazla caydırıcılığı nasıl sağlayabileceğine ilişkin belirsizliğe yol açıyor…

    ​*​

    Rusya yaptırımlara karşı koymak ve kendine yeterli hale gelmek için zengin kaynaklara sahiptir.
    ​Ne ki, Putin​  Rusların yaşam koşullarının iyileştirilmesi ve Rusya’nın yeni ekonomik gerçeklere uyumunun öncelikli olacağına dair verdiği sözlerde somut başarılar sağlayamamıştır.
    2000 ile 2008 arasında petrol fiyatları on kat arttı​ğı için​ büyüme​ sağlanmış fakat 2009 ve 2015-2016’​ yılları arasında resesyon yaşa​n​​mıştır.
    Yaşam standartları 2014​’e göre yüzde 20 oranında azal​mış, yoksulluk sınırının altında yaşayan insan sayısı 2013​’te​ 15,5 milyon iken 2017​’de​ 20 milyona yüksel​miştir.
    ​Ancak bugün ekonomi daha az kasvetli görünüyor.
    Yaşam standardı yeniden yükseliyor,yoksulluk azalıyor, sağlık koşulları önemli ölçüde iyileşirken, yaşam beklentisi ve doğum oranları iyileşiyor…

    *
    Yine de Rusya, yeterli çözümler bulamadığı bir dizi problemle karşı karşıyadır.
    Putin’in uluslararası sahnedeki eylemleri ya da Rusya’nın Kırım ve Suriye’deki rolü  ya da Rus markasının her küresel meselede ve Rusya’nın ABD  ile diplomatik eşitliğini sağlama çabalarından oluşan krizlerde,
    Rus şirketlerine ve yatırımcılara zarar veren istikrarsızlık ortamı yaratıyor.

    *

    Rağmen V. Putin, vatandaşlarına bütün problemlere karşı şu çözümü öngörüyor ve ulusal ruhu yükseltiyor;
    “M. Gorbachev’in Prestroyka’sı Sovyet insancıl projesinin bir parçasıydı.
    Bugünün Rusya’sı ise Perestroyka’dan değil onun reddinden ortaya çıkmıştır.
    Rusya; Türk-Moğol Altın Ordu Devleti hanlarının Rus topraklarında baskı kullanarak uyguladıkları ve Rusların o gün benimseyerek bugüne kadar ulaştırdıkları siyasî, idarî yapıyla ilgili  “Altın Orda Sistemi-Hükümdar Devlet Sistemi”nden geliyor.
    Rusya’nın müttefiklere karşı  eşitlik mücadelesi bu kandan yükseliyor.
    Modern Rusya kendisini refah devlet olarak da konumlandırmıyor.
    Rusya Çar II. Nicholas’ın Başbakan’ı Pyotr Stolypin’e ait “Onlar büyük devrimler peşinde, biz ise Büyük Rusya’nın” sözü peşinden gidiyor…

    *
    Rusya cumhurbaşkanlığı seçimi dünyaya hayır getirsin…

    18. 3. 2018

  • MIKE POMPEO VE TÜRKİYE

    MIKE POMPEO VE TÜRKİYE

    Başkan ​John F​.​ Kennedy​, “Ticareti Genişletme Yasası” ardından Lyndon B.Johnson, “Göç Yasası” çıkardılar.
    Amerika’nın serbest ticarete, sınırların açılmasına ve küreselleşmeye yönelik ilk büyük adımları​nı attılar…
    ​Dünyada ticaret açıkları yüz milyonlarca insana ulaştı, ABD’ye milyonlarca yasal ve kaçak göçmen​ aktı.
    Soğuk Savaş’ın ​ardından tepki​ler​ ortaya çıktı ve büyük bir uyanış başladı.
    Amerikalılar,​ serbest ticaretin ülke​lerinin üretim üssün​ü​ ​ tahrip ettiğini ve ülke​lerini kaybetmek anlamın​da sınırların açıldığını fark et​tiler…
     
    *

    Nitekim D.Trump​; ABD Ulusal​ G​üvenlik ​S​tratejisin​i​​;​​ 
    ​Ülke savunması​ :​ Amerika​’​nın refahının korunup güçlendirilmes​i​​​:​ Güç kullanarak barışı sürdürmek​:​ Amerika​’​nın nüfuzunu arttırmak​ gibi​ dört temel önceliğe dayan​dırdı.
     
    *

    Ve bu temel önceliklerin;
    1-Rusya ve Çin ile rekabetin her zaman düşmanlık anlamına gelmediği ve kaçınılmaz  çatışma​lara yol açmayacağı, a​​ncak kimsenin ABD​’nin​ küresel çıkarlarını savunma taahhütünden şüphe duymaması​ siyaseti​​,
    2-Amerikanın teknolojik gelişimi için ciddi çaba da dahil olmak üzere, önce Amerikan ekonomisinin güvence altına alınmasını hedefleyen uygulamalarla sağlanacağı açıklandı..
     
    *

    Trump, bu doktrinin açık hatlarını tanımakta başarısız olan serpiştirilmiş uzman kadrolarla başarılı olmayacağını biliyordu.
    Göreve gelir gelmez güvenlikle ilgili kurumları denetimi altına almak için Ulusal Güvenlik Danışmanlığına, Savunma Bakanlığına ve Anayurt Güvenliği Bakanlığına dikkati çeken atamalar yaptı.
     
    *
    Obama öncesi ve sonrasının yılları sorgulanmaya başladı ve istihbarat servisleriyle ilgili kapsamlı bir reformun hazırlıklarına öncelik verildi.
    CIA, Obama döneminde sahada nerede olursa olsun bir şahsın yerini buluyor, gerekiyorsa onu ortadan kaldırabiliyordu.
    Ya da gizli hapishaneler kuruyor, Beyaz Saray’ın işine gelmeyen rejimleri yıkıyordu.
    Ama bunların hepsi hukuk dışıydı ve CIA mütemadiyen suç işliyordu…
     
    *

    Trump, Mike Pompeo’yu CIA ​Başkanı, Gina Haspel’i CIA Başkan yardımcılığına seçti…
    Bu ikisi, İstihbarat servislerinde sahada çalışan ajanlarla merkezdeki analistler arasında uyumu sağladı.
    16 ajansta istihbarat paylaşımını yürütenler Ulusal İstihbarat Başkanının tam yetkisine geçtı, böylece dağınık istihbaratın merkezileştirilmesiyle siyasal ve askeri istihbarat niteliğinin yükseltilmesini öngörüldü.
    Bu suretle Başkan Trump’ın ifadesiyle ” En iyinin, birincinin yerini alması” süreci başladı…
    Rusya ve Çin’i ezmeye kalkışmak yerine onlarla ortaklığa gidilmesinin önü açıldı…
     
    *

    Trump, politikasını yürürlüğe koymak isteyen insanları bulana kadar kadro arayışlarını sürdürüyor. 
    Nitekim 13 Mart’ta, denenmiş iki adamını ​ CIA ​Başkanı Mike Pompeo’yu​ Dışişleri Bakanı​, CIA Başkan Yardımcısı Gina Haspel’ i CIA Başkanı olarak seçti…
     
    *

    Şimdi yeni Dışişleri Bakanı Mike Pompeo;
    1- Başkan Trump’ın çeşitli sektörlerde ABD’nin dünya çapındaki ortalamadan daha pahalı olan bir dizi işletmeyi yeniden diriltmek üzere bir ekonomik duvar inşa etmesini teminen,  yüksek gümrük vergileriyle başlattığı Ticaret Savaşında;
    Çin’in,  Kanada, Brezilya, Güney Kore, Meksika, Rusya, Türkiye, Japonya, Almanya, Tayvan ve Hindistan’ın acı çekmesini dengelemek durumundadır.
     
    *

    2- Trump’ın Kuzey Kore’de diplomatik çözüm fırsatı konusundaki iyimserliğini desteklemesi,
    Ancak aynı zamanda K.Kore’nin nükleer silahsızlanmasına doğru gerçek ilerleme olana kadar azami baskıya devam etme niyetini muhafaza ederek, 
    Kore yarımadasında nükleer dengesizliğe diplomatik çözüm sağlamalıdır.
     
    *

    ​3-​ ​Trump, Şii imparatorluğunu yöneten nükleer silahlı bir İran’a tahammül​ ​etm​iyor.
    ​Bugün 15 Mart’ta Berlin’de AB hükümetleri temsilcileriyle yapılan toplantılarla başlayan süreç​l​​e​,​
    2015’te İran ile yapılan nükleer anlaşmanın iptal edilmesi kararlılığı​nı​ ya da hangi değişikliklerin yapılacağının belirlenmesi​ becerisini göstermelidir.
    Bunun için  Rusya’nın Doğu Akdeniz’deki varlığı konusunda  hiçbir kaygısı olmayan Trump’tan hareketle  İran ile Rusya arasına bir perde çekmelidir.
     

    4- Trump’ın İsrail-Filistin arasındaki barışı sağlamak üzere hazırladığı,
    İki devletli bir çözüm çağrısında bulunmayan, bir dizi yol gösterici ilkeye  sahip olmayan fakat  barışın  ana hatlarını veren ve ayrıntılarını İsrail ile Filistin’in dolduracağı planı,
    Filistin Yönetimi’nin, Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak kabul e​dilmesi​​ ve Mayıs’ta​ ABD Büyükelçiliğinin buraya taşınması kararına öfkesinden ötürü önerilecek barış planını dikkate almayacağı açıklamasına rağmen hayata geçirmelidir.
     
    *

    ​5-​ Trump’ın, ABD yetkililerinin hem Suriye ve Irak’taki yükümlülüklerinden kurtulmak için işlediği suçların sorumluluklarını yükleyebileceği,
    Hem de iŞİD militanlarına sağlam ve işe yarar bir yurt olarak öngördüğü Afganistan’ı bu göreve hazırlamalıdır. 
     
    *

    6- İslamcılık İdeolojisinin lağvedilerek Suriye İç Savaşına siyasi çözüm bulunmasının gerekliliklerinin sağlanması,
    Trump’ın önem verdiği konulardan biri ola​rak, Fırat Nehri’nin doğusunda Irak sınırına kadar olan noktada ve kuzeydeki Kürt​lerin​, bölgelerindeki varlığının desteklenmes​i,
    Türk ordusunun kuzey Suriye Afrin’deki Kürt kalesini kuşatmasıyla birlikte ABD​’nin​ derinden aşağılan​masını​n karşılığını verilmesi,  
    Giderek Federal bir Suriye’de Kürdistan’ın  potansiyel ABD müttefiki olarak görülmesini sağlanmasından yükümlüdür.
     
    ​*​

    ​Beyaz Saray’da, belki Başkan Trump, ​”Doktrini”ni yürürlüğe koymak isteyen insanları bulana kadar işe almaya ve​ ​​işten çıkarmalara devam edecek​tir..​.​ 
    ​Ama şimdi denenmiş adamı Dışişleri Bakanı Mike Pompeo; geleceğin sahibi​nin​ kim​ olacağına ya da Batı’nın kaderin​e​ kim​in​ karar verece​ğine​ yanıt arayacaktır…
     
     
    16. 3. 2018

  • SAYILAR ENTELEKTÜEL TANIKLARDIR

    SAYILAR ENTELEKTÜEL TANIKLARDIR

    Başkan D.Trump’ın ABD Ulusal Strateji Belgesinde ifadesini bulan;
    Rekabetin her zaman düşmanlık anlamına gelmediği ve kaçınılmaz  çatışma​lara yol açmayacağı, 
    A​​ncak kimsenin ABD​’nin​ küresel çıkarlarını savunma taahhütünden şüphe duymaması​ siyasetinin gerekleri işliyor…
     
    *
    ABD bu vizyonla Ortadoğu’da, 
    İsrail ve Filistin arasında barışı sağlamaya: 
    Bilhassa Müslüman Kardeşler Örgütü’nün uydurma İslamcı İdeolojisini ve IŞİD  benzeri İslamcı terör örgütlerini ortadan kaldırmaya:
    Suriye trajedisine siyasal çözüm bulmaya:
    İran’ın nükleer bomba kullanma olasılığını engellemeye çalışıyor…
     
    *
    Türkiye’ de ise Recep Tayyip Erdoğan,
    1- Müslüman Kardeşler Örgütünün hamisi olmakla,
    2- Küresel ekonomi ve siyasetin vecibelerine uymamakla itham ediliyor.
    Bu nedenle Türkiye ekonomik ve siyasal anlamda engelleniyor…
     
    *
    Türkiye bir süredir, adı konulmadan küresel sistemin ekonomik ve siyasal santrifüj kuvvetleriyle sarsılıyor.
    Ekonomik anlamda yeniden küresel sistemin istisnaî ekonomik ve siyasi gücünü hissederek ekonomik ve siyasi kararlılığını pekiştirmesi,
    IMF’in denetiminde yapısal bir dizi reformlardan geçerek borc akışını düzene sokması,
    Ardından yeniden küresel ekonomiye entegre olması öngörülüyor…
     
    *
    Halbuki Türkiye çağdaş uygarlığa yükselme yolunda 1963′ te Avrupa Ekonomik Topluluğu ile ortaklık anlaşması imzalamıştır.
    2005’te AB müktesabatına uyum sağlamak üzere;
    Siyasi anlamda  Hukukun üstünlüğünü: İnsan hakları ve azınlıklara saygıyı : Demokrasiyi garanti altına alan kurumsal istikrarı,
    Ekonomik anlamda İşleyen bir pazar ekonomisini: Avrupa Birliği’nin siyasi, ekonomik ve parasal birlik amaçlarına bağlılık esaslarını yerine getirmeyi,
    Böylece katılma hakkını kazanmayı amaç edinmiştir.  
     
    *
    Ancak bilhassa 20 Temmuz 2016’dan sonra Recep Tayyip Erdoğan’ın açıkca İslamcılığın şampiyonu olarak kendini yeniden icat etmeye çalışmakla,
    Batı’nın temsil ettiği çağdaş uygarlığın tüm Müslümanlara karşı düşmanlığı olduğunu iddia ettiği şeylerden dolayı gözyaşı dökmekle,
    Arap dünyasında hayranlık kazanabilmek için Türkiye’nin gurur verici laik geleneklerini  bir bir geri almakta olmakla,
    Ağırlıklı olarak İslam din ve gelenekleri ile uyumlu bir ekonomik ve siyasi düzeni teşvik etmekle itham ediliyor.
     
    *
    Türkiye’nin Erdoğan’ın Anayasa değişikliği ve totaliter güce kavuşması ile bir zamanlar izinden gittiği Batılı örneklere veda ettiği, 
    Ülkenin şimdiye kadar görülmemiş biçimde bölünme aşamasında olduğu kaydediliyor.
     
    *
    Ekonomi sorunlarının başında  Liradaki değer kaybı: Yüksek enflasyon: Artan işsizlik: Ekonomik büyüme konularına işaret ediliyor.
    Doğrusu dış finansman ihtiyacı ve riskleri yüksek olan Türkiye ekonomisinden döviz çıkışı olması;​
    ​Her daim kurların daha da yükselmesine, faiz​lerin arttırılmasına bir tehdit oluşturuyor. 
     
    *
    Ama bütün bunların 15  Temmuz 2016’daki askeri darbenin acı verici deneyimine,
    Erdoğan’ın 20 Temmuz’dan itibaren orantısız tepki vermesinden kaynaklandığı vurgulanıyor.
    Erdoğan aldığı önlemlerin bir çoğunu, eleştirileri zayıflatma ve iktidarı tek başına ele geçirme amacına hizmet etmek üzere oluşturduğu OHAL uygulaması altında yaptığına işaret ediliyor.
     
    *
    Halbuki, AB’ye üye ülkelerin ekonomik ve parasal birliğe katılabilmesinin koşullarını belirleyen Maastricht Kriterleri;
    Devlet borçlarının GSYH’ya oranının yüzde 60′ ını, bütçe açığının GSYH’ya oranının yüzde 3’ü geçmemesini:
    Aday ülkenin yıllık enflasyon oranı ile en düşük yıllık enflasyona sahip üç ülkenin yıllık enflasyon oranları ortalaması arasındaki farkın maksimum 1.5 puan olmasını:
    Uzun vadeli faiz oranlarının 12 aylık dönem itibariyle fiyat istikrarı alanında en iyi performans gösteren 3 ülkenin faiz oranını 2 puandan fazla aşmamasını öngörüyor,
    Bu gereklilikler yerine getirilip ekonomik ve parasal birliğe katılmanın sonucunda üye olan ülke, kendi parasını terk edip Euro’yu para birimi olarak kabul edliiyor, deniliyor.
     
    *
    Ama işte, Eylül 2017 sonu itibariyle;
    Hazine, KİT ve belediyelerin bankalara olan borcu 1 trilyon lira, reel sektör ile hane halkı borçlarından oluşan özel sektör  borçları 2.6 trilyon lira olmak üzere;
    Türkiye’nin borcu 3.6 trilyon lira ya da 438 milyar dolardır. 
    Bu miktarın; 257 milyarı ya da yüzde 59’u dolar, 140 milyarı ya da yüzde 32’si euro borcu olup toplamı milli gelirin yarısından fazladır…  
     
    *
    Bu borç tutarının milli gelire oranı yüzde 117’dir.
    Eğer bir ekonomide orta vadede alınan borçlar milli gelirden fazla ise borçların büyük bölümünün üretken alanlarda kullanılmadığı,
    Bu durumda yüzde 117′ lik oranın, Türkiye’nin borçlarının üretime değil inşaat işlerine ve tüketime gittiğini gösteriyor. 
     
    *
    Ya da 2018’de Büyüme yüzde 4,1 : Enflasyon yüzde 9,8:  İşsizlik yüzde 10,5’tur.
    Bütçe açığının GSYH’ya oranı yüzde 2.3 : Cari açığın GSYH’ya oranı yüzde 5.1 dir.
    Bu çerçevede Türkiye’nin yüzde 4.1 gibi yüksek bir büyüme sağlamasının nedeninin, cari açığa önem vermemesi,
    Bu açığı finanse etmek için yüksek miktarda dış borç aldığı ve bazı özelleştirmeler yaptığını gösteriliyor.
    Bu rakamlar; Türkiye’nin küresel ilişkilerinde ekonomik kriterlere ne denli uyumda olduğunu göstermeye yetiyor, deniliyor. 
     
    *
    Nihayet Moody’s ki, hisseleri borsada işlem gören şirketler için kredi değerlendirmesi yapıyor ve Türkiye’ye verdiği kredi notunu;     
    1- Para politikasının etkinliğinde yaşanan önemli aşınmalar ve temel yapısal ekonomik reformların uygulamaya sokulmasında ortaya çıkan ciddi gecikmeleri kanıtladığı kurumsal güç kayıpları, 
    2- Artan siyasal riskler ve yükselen dış finansman faizleri çerçevesinde ülkenin büyüyen cari açığı, yüksek dış borçları ve yüksek dış borç çevirme oranının ortaya çıkardığı dış şok riskindeki yükseliş gerekçeleriyle Ba1’den Ba2’ye düşürmüş ve not görünümünü durağan olarak belirlemiş bulunuyor.    
     
    *
    Bu noktada Erdoğan’dan, Türkiye’nin ekonomi alanında küresel sermaye kriterleri düzeyine getirmesi  için;
    Enflasyon direnci:Büyümenin sürdürülememesi: Cari açık, Bütçe açığı: Cari açığa neden olan ithalatın ikame edilememesi:Vergi yapısının bozukluğu:Tasarrufların düşüklüğü gibi yapısal sorunlara reformlar geliştirmesi bekleniyor.
     
    *
    Mesela , İç tasarrufların artırılması ya da üretimin ithalâta dayalı yapısını yerli girdilere yöneltmenin reformunu, 
    Cari açığa olumsuz katkı yapan Enerji faturasının azaltılması için gerekli tasarruf önlemlerinin alınması reformunu,
    Merkez Bankası ve diğer bağımsız kurumların gerçek anlamda bağımsız hale getirilmesine yönelik Kurumsal reformları,
    Bankacılıktan reel sektöre kadar Sektörel reformların yapılması gibi…
     
    *
    Ama Erdoğan; bütün bu iç ve dış ekonomik ve siyasi gerçeklere  karşı bir denge oluşturmanın ve vazgeçilemezliğini göstermek üzere Afrin’dedir.
    Oysa Afrin’de, yeni nesil, çok taraflı ve asimetrik bir savaşla karşı karşıya olduğu belirtiliyor.
     
    *
    Bu durumda en fena şey; Türk’ün her zaman çağın bilim, teknik, sanayi, sanat, edebiyat, sosyal ve kültürel değerlerini benimsemesine,
    Ancak o zaman ilerleme ve yükselme kaydedeceğine olan inancına ve her zaman çağdaş uygarlığı hedeflemesine aykırı gidişattır… 
     
     
    14. 3. 2018
  • AFRİN’ E  DİKKAT

    AFRİN’ E  DİKKAT

    Tayyip Erdoğan​, Cuma günü​  TSK’nın Afrin kasabasın​ın​ 6 km. uzağında olduğunu ve ​kentin​ kuşatma altına alındığını söyledi.
    ​Aynı gün ​Suriye İnsan Hakları Gözlemevi​​,​ ​TSK’nın​ ​henüz​ ​Kürt güçlerinden ele geçirdiği Cinderes kasabasında​ v​e​ ​Afrin’den 20 km.​,
    ​B​ir kaç öncü birliğin​in ise​ henüz kuşatma altında olmayan Afrin’den 4-6 km. uzaklıkta​ ​olduğunu bildir​di…

    *

    Cumartesi günü Erdoğan, Mersin AKP  İl Kongresi’ndeydi.
    “Türkiye, NATO’nun üyesi değil mi? Neredesin? Suriye’de NATO üyesi olan ülkeler aslında kudretleri yetse kalkacaklar açık ve net karşımıza dikilecekler.
    Fakat Türkiye’nin dik durduğunu görünce buna cüret edemiyorlar. Afganistan’da, Somali’de, Balkanlar’da çağırdın geldik. E şimdi de ben çağırıyorum. Suriye’ye gel. Niye gelmiyorsun? 911 km sınırları olan Türkiye tehdit altında. Niye gelmiyorsun? İsim mi açıklayacağım? Adil davranın, adil. Sadece kuru kelamlar bizi doyurmuyor. Bunlara da inanmıyoruz artık ” diyor.

    *
    Suriye’deki iç savaş son birkaç ayda dramatik şekilde bölge haritasını değiştirmiş,
    İŞİD’in çökmesiyle Ortadoğu’da Suriye ve Irak alanında temel çıkarlar üzerinde biri İsrail diğeri İran olmak üzere iki  alan ort​aya çıkmıştır.

    *

    Şimdilerde İŞİD militanlarının geri dönüşü sürüyor.
    Bu sırada ABD öncülüğündeki koalisyon ve onun kontrolündeki silahlı muhalif grupların bulunduğu bölgeler, IŞİD’den kurtarıldıklarına dair açıklamaların ardından ‘kara deliklere’ dönüşmüştür.
    Suriye hükümeti ve uluslararası gözlemciler için şeffaf olmayan bu kara deliklerden Suriye rejimine siyasi manipülasyonlar yapılıyor…

    *
    Ama ABD, İŞİD militanlarını doğrudan kullanmış olan devletlere, ülkelerini terk ederek Suriye ve Irak’a giden ve cihatçı gruplara katılan vatandaşları ile anlaşmaları çağrısı yapıyor.
    Avrupalılar, Suriye ve Irak’a giden giden bu kişilerin geri iade edilmesini kabul etmiyor.
    Bu yüzden Washington, Afganistan’ı; hem Suriye ve Irak’taki yükümlülüklerinden kurtulmak için işlediği suçların sorumluluklarını yükleyebileceği hem de iŞİD militanlarına sağlam ve işe yarar bir yurt olarak öngörüyor…

    *

    Öte yandan ABD 15 Mart’ta Berlin’de AB hükümeti temsilcileriyle yapılacak toplantıda, 2015’te İran ile yapılan nükleer anlaşmada hangi değişikliklerin yapılması​ konusuna hazırlanıyor.​
    Bir taraftan da Başkan Trump, İsrail ve Filistin barış planının hazırlıklarını sürdürüyor.
    ABD için en önemli konulardan biri de Fırat Nehri’nin doğusunda Irak sınırına kadar olan noktada ve kuzeydeki Kürt bölgelerindeki varlığıdır.
    Bu bölgede Kürtleri destekliyor ve federal bir Suriye’de Kürdistan’ı  daha şimdiden potansiyel müttefiki olarak görüyor…

    *
    Suriye’nin hamisi Rusya ise savaşı sona erdirerek Suriye’nin avantajını güvence altına almaya,
    Moskova’nın uzunca bir süre Suriye’nin kuzeybatısındaki deniz ve hava üslerini sürdürebilmesini sağlayacak bir anlaşmaya hazırdır.
    Bu nedenle Rusya, laik Esad rejiminin devam etmesini ve Suriye’nin Ruslara olan sadakatini muhafaza etmesini istiyor.

    *

    Ve şu noktada Rusya, bir İran Suriye’sine tercih ediliyor…
    Nitekim Rusya, Suriye’de ki durumun bir başka evreye geçtiğini: Şam’ın meşru izni olmadan uluslararası güçlerin Suriye’de bulunmamasını : Yabancı askerlerin varlığını yalnızca Suriye hükümeti onları davet ettiyse kabul edilebilir bir durum olduğunu : Suriye krizinin çözümüne yönelik hiçbir siyasi inisiyatifin ülkenin egemenliğini, birliğini ve bütünlüğünü hiçbir halükârda bozmaması gerektiğini savunuyor.
    Ayrıca Suriye Hükümetinin de BM çerçevesini kabul edeceğini ancak BM’nin ya da başka bir ülkenin siyasi diyaloğa müdahale etme ya da taraflara çözümler getirme girişimlerini kabul etmeyeceğini bildiriyor…

    *
    Ancak Afrin’de  garip bir durum sürüyor.
    Bir süreden beri ABD ve NATO çıkarlarına karşı duran Türkiye’nin Afrin kuşatması, Suriye iç savaşının uzun ve trajik gidişatında küçük bir bölümdür.
    Ama bölgede ABD ve Rusya’nın etkisinin öteye düştüğü noktayı da öne çıkarıyor gibi bir görünüm arz ediyor…

    *

    ABD ve Alman silahlı kuvvetleri tarafından eğitilen Kürtler;
    ABD, Türkiye ve Suudi Arabistan’ın desteklediği Sünni milislerin yenilgisinden sonra IŞİD’e karşı bir NATO yardımcısı olarak savaştılar.
    Rusya destekli Esad rejiminden bağımsız olarak tek etkili gücü temsil ettiler.
    Ama Suriye’deki Kürt direnişi, güneydoğu sınırında Irak ve Suriye’yi kapsayan Kürt özyönetimi Türkiye’den şiddetli  tepki çekti…

    *
    ABD, Kuzey Suriye’de çoğunlukla Kürt olmak üzere 30 bin kişilik bir “Sınır Güvenliği Gücü” kurulduğunu ilan ettikten sonra,
    Türkiye’nin ulusal güvenlik gerekçeleri karşısında Afrinli  Kürtleri terketti.
    Şimdi TSK, Afrin kasabasında Kürt güçlerini bombardıman altında tutuyor.

    *

    Bu durumda Kürt güçleri Rusya’dan yardım istedi.
    Kürt YPG milis kuvvetleri sözcüsü 20 Şubat’ta yaptığı açıklamada; Rusya destekli Esad hükümetinin Kürtlere yardım etmek üzere Afrin’e takviye gönderildiğini açıkladı.
    Ne ki, Esad güçlerinin Afrin’e giren konvoyu Türk topçu ateşine maruz kaldı.
    Erdoğan, Suriye hükümet güçlerinin geri dönmesini istedi….

    *
    Belirsiz  her tarafa yayıldı…
    Halbuki Rusya; Suriye- Kürt askeri ittifakı durumunda ülkede askeri kontrolünü önemli ölçüde arttırabilecekti,
    Çünkü Türkiye, Suriye askerleri ile bir çatışmaya girmesi halinde bu onun doğrudan doğruya Rusya ile çatışması anlamına gelecek ve Türkiye, Afrin işgalini durdurmak zorunda kalacaktı…

    *
    ABD, Afrin’de Türklere karşı Kürtleri terketmiş ,Rusya destekli Suriye birlikleri Türk ordusu tarafından bombalanmıştı…

    *

    Bu noktada  dikkat edilmesi gereken husus;
    ABD ve Rusya’nın birlikte, geniş bir uluslararası çatışma ortamı haline dönüşen  Suriye İ​​ç ​S​avaşının siyasi çözümünün asla kolay olmadığı bir noktada Afrin’de;
    Türkiye ve Suriye arasında olası bir savaşla,
    Çıkarları çoğunlukla birbirleriyle farklı ülkelerin Suriye’yi geniş bir uluslararası çatışma ortamı haline ge​tirmesinin​ önüne geçmek,

    *

    Bu durum ABD ve Rusya’nın birleşik bir stratejide kendilerinin göreceli önemini ya da  başka bir amaç için feda edilip edilemeyeceklerini ölçüyor olmaları anlamına geliyor….

    *

    Necip Fazıl, “Marifetli hokkabaz, / Başını kaldır da bak. /Gökte bir oynayan var yıldızlarla kaydırak” diyor…

    12. 3. 2018

  • DİNSİZİN HAKKINDAN

    DİNSİZİN HAKKINDAN

    Babası tahta çıktığından beri Suudi Prensi Muhammed bin Salman istikrarlı şekilde hızla yükseliyor.
    Ekim’de ülkesinde “ılımlı İslamın” hakim olması için çalıştığını açıkladı.
    “Eskiden olduğumuz yere geri döneceğiz, dünyaya ve tüm dinlere açık bir ılımlı İslam ülkesi olacağız. Çok yakında radikalizmi bitireceğiz” dedi.

    *

    Şimdi lobi faaliyetlerinde bulunmak üzere yurt dışındadır.
    Mısır’da Başkan Abdel Fattah el-Sisi ile görüşmesinin ardından,
    ​”​Mısır ve Suudi Arabistan​’​ın düşmanları şeytan üçgenini temsil ediyor. Bu da Türkiye, İran​, Katar​ ve terör örgütleridir​”​ d​iyor.
    ​AKP Genel Başkanı R.T. Erdoğan​’ın​ ve Türkiye​’​nin yeni bir​ ​​”​Osmanlı Halifeliği​”​ kurmaya çalıştığını iddia e​diyor…

    *
    Ama Türk Dışişleri Bakanlığı anında inkar siyasetiyle karşı çıkıyor.
    ​Bu kez ​Suudi Arabistan Ankara Büyükelçiliği,​ ​Prensin sözlerinin doğru olduğunu ancak bu sözler içerisinde hedefin Türkiye olmadığını belirti​yor​.
    ​Ya? ​Büyükelçilik, açıklamasında “Veliaht Prens, şer güçlerden söz ederken Müslüman Kardeşler ve radikal grupları kast etmiştir” diy​or…​

    *
    Suudi Arabistan monarşisi omurgasını oluşturan sıkı sosyal bağlar ve politik İslam bünyesi nedeniyle akla gelmez bir çok entrikayı saklıyor.​..​
    ABD için olağanüstü bir hacim ve kalitede petrol rezervleri: Amerikan Kongresinin denetimi dışında gizli operasyonları finanse etmeye yarayan likiditesi: İslami Cihadçılığın kaynakları üzerindeki denetimi nedeniyle hem vazgeçilmez hem mütemadiyen değişimi gerekli görülen bir ülkedir…

    *

    Son değişimlerini, Eylül 2016’da Cumhuriyetçilerin ABD Senatosu ve Temsilciler Meclisi’nde,
    11 Eylül saldırılarıyla ilgili “Terörün Destekçilerine Karşı Adalet ” yasasını çıkarmalarının ardından yaşıyorlar.

    *
    Yasanın gerekçesi; Suudi Arabistan’ın ajanlar ve sivil toplum kuruluşları aracılığıyla ABD’de faaliyet gösteren bir terörist hücreyi desteklemesi,
    Bu örgütün de 11 Eylül saldırılarını planlaması ve gerçekleştirmesidir.

    *
    Yasa, hayatını kaybedenlerin ailelerinin saldırılarda rolü olan Suudi yöneticilere karşı ABD mahkemelerinde dava açmak imkânı tanıyor.
    Suudi Arabistan karşılanamayacak kadar çok yüksek tazminatlar ödemekle karşı karşıyadır.
    Yasanın hayata geçirilmesi halinde Washington’ı, ABD’de bulunan 750 Milyar Dolar değerindeki FED tahvilleri ve bonolarını satmak, dünyadaki dolar fiyatlarını düşürmekle tehdit ettilerdi…

    *
    Doğrusu Cumhuriyetçiler, ABD’deki Suudi lobiler ve Suudi Arabistan üzerinde mükemmel bir tezgah sergilemiştir.

    *
    İşte Veliaht Prens Muhammed Bin Salman, ülkede kapsamlı ekonomik ve politik değişimler yapıyor.
    Suudi Arabistan’ı İsrail’in Arap dünyasındaki en önemli partneri haline getirdi.
    Şii dünyasına karşı Suudi Arabistan kumandasında NATO uzantısı ortak bir Arap Savunma Ordusu,
    Terörle mücadeleye yönelik Suudi Arabistan merkezli ve Sünni Müslüman ülkeler arasında savunma paktı benzeri bir koalisyon oluşturdu.
    CIA hesabına her ikisi de dünyadaki cihatçı kadroların kaynağı olan Müslüman Kardeşleri ve Nakşibendileri finanse etmekten vazgeçti.

    *

    Veliaht Prens taht’a geçtiğinde ise şu anda iç içe geçmiş olan “Kral” ve “İki kutsal caminin emanetçisi” sıfatlarını ayırmayı planl​ıyor.
    “İki kutsal caminin emanetçisi” olmak, Suudi Arabistan’ın İslam’ın en kutsal bölgelerinden ikisi olan Mekke ve Medine üzerinde​ki​ kontrolü​ ​anlamına geliyor.
    ​Krallığın dini meşruiyetini ve gücünü​ ​gösteriyor.
    Veliaht Prens’in ikinci sıfatı terk etmesi​yle “lâik lider​​​”lik mesajı veriyor…

    *
    Nitekim Suudi Arabistan  “İslamcı İdeoloji ” ye karşı bütün dünyada  yürütülen haklı ve ortak savaşa en başta katılıyor.
    Bu savaş belli bir çevrenin kutsallaştırdığı fikirler ve metinlerin yani “İslamcı İdeoloji”nin giderek “İslam Dini’ne” meydan okumasına,
    Böylece İslam toplumlarından çağdaş toplumlara tehlikeler saçılması, cinayetler ve yıkımlara neden olunmasına karşıdır…

    *
    Bu noktada Mısır Arap Cumhuriyeti , El Ezher Üniversitesinin tüm aşırılık ideolojilerini görme ve sınırlama rolü eşliğinde İslam’ın doğru öğretilerini yayma konusundaki liderlik yükümlenmiştir.
    Bu anlamda Veliaht Prens’in, Kahire’de  El Ezher Üniversitesi odağından  AKP Genel Başkanı R.T. Erdoğan​’ı​ ve Türkiye’yi yeni bir “Osmanlı Halifeliği” kurmakla itham etmesinin nedeni ve hedefi anlaşılıyor…

    *
    Doğrusu Müslüman Kardeşler Örgütü’nün hamisi Erdoğan,
    Müslüman cemaatinden popülerlik kazanmıştır : Dünya Müslüman topluluğu üzerinde hakimiyet kurma konusunda büyük bir açılım sağlamıştır: İki önemli NATO müttefikinden biri olan Türkiye, ABD’ye “İslami Cihad” savaşı açmıştır…

    *

    Prens’in böyle bir mesajı vermesi, Arap Baharı sürecinden bugüne İslamcı Cihad akımların neden olduğu trajedilerden sonra mutlak bir gereklilik olmuştur.
    ​Şöyle düşünülüyor;
    Madem devletler yasal açıdan üzerindeki herhangi bir güce tahammül edemeyeceği kadar mutlak bir ahlaki üstünlüğe ve düşmanca etkilerden korunmak için  türlü kaynakları gerektiren esnek ve göreceli yasal egemenliğe sahip ve bunu temel standart haline getirmiştir,
    ​O halde iki ayrı fikir mevcut olmaz ve tarihinde hiçbir siyasi, ekonomik ve sosyal birikimi olmayan İslamcılığın demokrasi kültürüne sahip olduğu boş bir iddia olmaktan ileri gitmez.
    Bu yüzden hiç bir devlet ve millet geleceğini bu tür boş iddialarla bir diğerinin ipotek kurmasına izin veremez, hiç bir hakemi de kabul edemez​..​.
    Öyleyse “Lâik’lik  toplumsal hayatın ve kültürün bir kesiminde tarikatlar, cemaatler ve dini kurumlar vasıtasıyla dini ritüellerle bezeneceği fakat  din siyasetinin yapılmayacağı bir anlayışa çekilecek,
    Devletler ise böyle bir toplumu küresel siyasi ve ekonomik kriterler dengesinde tutacaktır…

    *
    Nitekim Suudi Arabistan’da muhafazakâr dini kuruluşların baskısı bir bir kırılıyor…​
    Suudi Krallığı, İslamcı terör örgütlerine fiziki ve mali yardımda bulunan Katar’ı vazgeçirmek üzere birçok Arap ülkesiyle birlikte ambargo uyguluyor.
    Katar rejimi zayıflatılıyor.
    Ortadoğu trajedisinde savaş suçları işleyerek hukuku ihlal eden Esad rejimi kadar muhalif tarafların, teröristlerin ve destekleyen,
    Mesela, Katar gibi ülke yöneticilerinin paylarını üstleneceği bir sürece ilerleniyor…

    *
    Büyük Türkiye’yi, Suudi Arabistan Veliaht Prensi’nin  ithamına ve ihtarına maruz bırakanlar utanmalıdırlar.

    *

    Ne gezer?
    Ama Mustafa Kemal Atatürk ” Onlar, kolaylıkla anlayacaklardır ki, çürümüş bir hanedanın, halife unvanıyla başının üstünden zerre kadar uzaklaşmasına imkân kalmayacak surette muhafazasının mecburî kılan bir devlet şeklinde, cumhuriyet idaresi ilân olunsa bile, onu yaşatmak mümkün değildir “diyor…

    *
    Bu sırada Erdoğan’dan yeni bir fetva daha geliyor.
    “İslam’ın hükümlerinin güncellenmesi vardır. Siz İslam’ı 14-15 asır öncesi hükümleriyle kalkıp da bugün uygulayamazsınız” diyor.
    İllegal Halife’nin sözcüsü  İ.Kalın bu fetva üzerine “Ezmânın Tagayyürü ile ahkâmın tagayyürü inkâr olunamaz” Mecelle hükmünü hatırlatıyor.
    Yani  zamanın değişmesiyle ictihadi hükümler ve yorumlar değişir ve yenilenmeye ihtiyaç duyar, demeye getiriyor.
    Neymiş Efendim? Kur’an ve Sünnet’in ortaya koyduğu hükümler  sabittir derken,
    Şu dakikada kendi çevresinin kutsallaştırdığı fikirler ve metinlerin yani “İslamcı İdeoloji”nin giderek “İslam Dini’ne” meydan okumasına yol açıyor…
    Yahu, işte kendini ümmetini oluşturmanın bir adımını daha atıyor…

    9. 3. 2018

  • 6. FİLO DOĞU AKDENİZ’DE

    6. FİLO DOĞU AKDENİZ’DE

    Yunanistan iki büyük zorlukla karşı karşıya olduğu iddiasındadır.
    Türkiye’nin öngörülemezliği ve istikrarsızlaşması :  Ülke ekonomisinin 21.yüzyılın hızlı değişimi ve gelişimine uyarlanması.

    *

    Doğu Akdeniz’de enerji  projeleri, ekonomik ve siyasi bağları güçlendirme ve güvenlik endişelerini hafifletme potansiyeline sahiptir.
    Hem Türkiye ve Yunanistan hem de Avrupa Birliği aynı enerji zorluklarının bir çoğunu paylaşıyor.
    Yerel fosil yakıt kaynaklarından yoksundurlar, dolayısıyla enerji ihtiyaçlarının önemli bölümü ithalata bağımlıdır.
    Halbuki ortak menfaatlere sahip olunsa Yunanistan ve Türkiye ile birlikte  Kıbrıs, İsrail, Mısır ve Avrupa Birliği’ne bir çok fayda sağlanacaktır.

    *

    Ne ki, bölgede karasuları ve kıta sahanlığı ile ilgili devam eden anlaşmazlıklar bulunuyor.
    Mevcut çatışmaları çözmek için karşılıklı çıkarlar konusunda ortak bir zemine acilen ihtiyaç duyuluyor.
    Uygun bir çözüm olmadan, tartışmalı bölgelerdeki gaz arama çalışmaları sadece başka sorunlara neden olacaktır.
    Çünkü her taraf kendi eylemleri için kendi gerekçelerine sahip bulunuyor…

    *

    İşte, Güney Kıbrıs’ın tek taraflı ilan ettiği Münhasır Ekonomik Bölge’de (MEB) doğalgaz ve petrol sondajı yapan İtalyan ENİ şirketini savaş gemilerini göndererek engelleyen Türkiye’nin karşısına,
    Bu kez Doğu Akdeniz’deki büyük gaz bulgularıyla cesaretlenen, yıllardır süren ekonomik krizden çıkmaya çalıştığı için enerji sektörüne yatırım yapmaya hevesli Yunanistan çıkıyor.

    *
    Yunanistan’ın Hidrokarbon Kaynakları Yönetim Şirketi ( Hellenic Hydrocarbons Resources Managemet SA), her biri yüzde 40 hisseye sahip olan ABD’nin Exxon Mobil, Fransız Total ve İspanya’nın Repsol petrol şirketleriyle bir konsorsiyum oluşturmuştur.
    Ve ABD’li petrol devi ExxonMobil’in Kıbrıs açıklarına gönderdiği araştırma gemilerine Amerikan donanmasından 6. Filo’nun eşlik ettiği belirtiliyor…
    USS Iwo Jima, USS Oak Hill, USNS William McLean, USS New York gemilerinin Cebelitarık Boğazından girdiği ve 3 Mart’ta Doğu Akdeniz’de 6. Filo operasyon alanında konuşlandığı bildiriliyor.

    *
    Bu sırada önemli bir gelişme daha yaşanıyor…

    *

    ​D.​Trump​ yönetiminin Suriye’de yeni bir askeri harekâtı düşündüğüne ilişkin haberler alınıyor.
    Aslında ABD birliklerinin Suriye’de olmak için herhangi bir uluslararası görevi yoktur.
    Suriye hükümet güçlerine veya müttefiklerine askeri müdahale için herhangi bir izni de bulunmuyor.
    Uluslararası hukukun en temel yasaklarını ihlal ederken uluslararası bir norm sağlamak ise mümkün değildir.

    *
    Buna rağmen ABD, 2011’de Suriye savaşının başlamasından bu yana ISID ile savaşın bir parçası olan Kürt YPG ve müttefiklerine askeri destek veriyor.
    ABD ile uzlaşmış Kürtler için bu, Suriye’deki azınlıkların Şam’dan yönetildiği şartları iyileştirme çabalarının sürmesi anlamına geliyor…
    Trump yönetimi ise Kürtleri destekleyerek  savaş sonrasında  Suriye rejiminin egemen otoritesinin restorasyonunu engellemeyi öngörüyor…

    *
    Türkiye ise ulusal güvenlik gerekçesiyle 20 Ocak’ta 35.000 kişilik bir kasaba olan Afrin’​den YPG’yi çıkarmak için askeri operasyon başlat​mıştır.
    Ancak Türkiye yönetiminin Osmanlı Mebusan Meclisi’nin Milli Misak kararı doğrultusunda Suriye petrollerine heves ettiği düşünülüyor.
    Bu yüzden Türkiye, bütün Batı ülkeler karşısında bir istikrarsızlık abidesi gibidir, sert diplomasisiyle ongörülemez bir ülke konumundadır.

    *
    Son günlerde Şam, Suriye’nin olası bölünmesinin önüne geçmek ve vatandaşlarını desteklemek için savaşa katıl​mış ve cepheye üniformalı ​birliklerini,​
    YPG’nin öncülüğünü yaptığı Demokratik Suriye Güçleri’​ de Türk ordusuna karşı savaşan YPG’ye destek vermek amacıyla bir grup savaşçısını Afrin bölgesine gönder​miştir.

    *

    Bu suretle Türkiye ve Suriye arasında parlatılan savaşla, çıkarları çoğunlukla birbirleriyle farklı ülkelerin Suriye’yi geniş bir uluslararası çatışma ortamı haline
    ge​tirmesinin​ önüne geçilmiş ve  siyasi çözüm arayışları Türkiye-Suriye savaşı başlığı altında kristalize edilmiştir…

    *
    Türkiye ile Suriye arasında bir uzlaşma asla mümkün görünmüyor…
    Türkiye ile sınırın her tarafında egemen Suriye otoritesinin yeniden kurulması lehine bir uzlaşmanın sağlanamaması halinde,
    Savaş sonrası geleceğini düşünen başta ABD ve İsrail olmak üzere Suriye rejimi ve Kürtlerin Kuzey Suriye’de yaşanan bu çılgınlığa karşı daha geniş çaplı bir savaşı öngörmesi hukuki kabul ediliyor.

    *
    5 Mart’ ta Beyaz Saray’da​i​ Başkan D.Trump İsrail Başbakanı B.Netenyahu’yu ağırlamaktadır.
    15 Mart’ta Berlin’de AB hükümeti temsilcileriyle yapılacak toplantıda, 2015’te İran ile yapılan nükleer anlaşmada hangi değişikliklerin yapılması​ gereği,​
    Başkan Trump’ın hazırlamakta olduğu İsrail ve Filistin barış planı  konuları  görüşülüyor.

    *

    Ama en önemli konu; ABD’nin Fırat Nehri’nin doğusunda Irak sınırına kadar olan noktada ve kuzeydeki Kürt bölgelerindeki varlığıdır.
    Çünkü İsrail, İran’ın Suriye’de kalıcı bir askeri bir konuma gelmesini önlemek için ABD’den daha iyi bir garantiye sahip olamayacağına inanıyor.
    İsrail Başbakanı bu vesileyle Başkan Trump’tan sadece ABD kuvvetlerini Suriye’de tutmak için değil,
    Afrin’de Türk Ordusuna karşı savaşan Kürt YPG milislerinin desteklenmesini de istiyor…

    *
    İsrail, nasılsa bölgedeki Şiilere karşı Suudi Arabistan ve Arap Ligi himayesinde NATO uzantısı ortak bir Arap Savunma Ordusu kurdurmuş, bu suretle çevresinde güvenli bir bölgenin oluşacağını öngörüyor.
    Şimdi de Askeri Stratejisi gereğince İran’dan gelecek uzak mesafeli füzelerin bertaraf edilmesi için kendi sınırları berisinde koruma daireleri oluşturulmasına işlerlik kazandırmayı istiyor.
    Bu yüzden Kürtleri destekliyor ve federal bir Suriye’de Kürdistan’ı  daha şimdiden potansiyel müttefiki olarak görüyor…

    *

    6. Filo Doğu Akdeniz’de konuşlanmak, Exxon Mobil sondaj çalışmalarına başlamak üzeredir.
    Başkan Trump’ın İsrail Başbakanı’na verdiği yanıtla ilgili bir bilgi henüz yoktur…

    8. 3. 2018

  • TEHLİKE COĞRAFYASI

    TEHLİKE COĞRAFYASI

    Başkan ​Trump,​ ABD​​ U​lusal Güvenliğini giderek ​​”​ Önce Amerika​” söylemine dayandırıyor.
    ​T​icari ilişkilerde “Nükleer Seçenek” olarak betimlenen 1962 tarihli Ticaretin Genişletilme Yasası’nda ithalatı sınırlama yetkisini kullanıyor.
    Güneş panelleri​,​ çamaşır makineleri​  ve soya ithalatının kısıtlanması ardından,
    ​Ç​eli​k​ ve alüminyum ithalatına karşı gümrük vergileri ve başka kısıtlayıcı önlemler uygu​luyor…

    *

    Trump yönetimi eylemleriyle durmaksızın küresel ticaret savaşı tehdidinde bulunuyor ve savaş sonrası ekonomik düzenin parçalanmasına aldırmıyor.
    Bugün ABD, ekonomik ulusalcılık gündemini izleme yönündeki saldırgan hamleleriyle, Dünya’yı ticaret savaşına​ ve​ önemli askeri sonuçları olan bir çatışmaya yaklaştır​ıyor.​

    *

    Avrupa Merkez Bankası, a​rtan küresel ekonomik anlaşmazlıklar​a bir diğer işaret olarak;
    Döviz kurlarındaki gelişmeler ve daha kapsamlı olarak tüm uluslararası ilişkilerin durumu hakkında oluşan kaygıları bildiriyor.
    2008 mali krizinden beri mali spekülasyonun devasa büyümesinin çok daha şiddetli bir mali krizi başlatma tehdidi yarattığı koşullarda;
    Dünya ekonomisinin önceki düzeylerine geri dönmeyi başaramadığı gerçeği​ni​ vurgu​l​​uyor…
    II. Dünya Savaşı’nın ardından kurul​an jeopolitik ve jeoekonomik ilişkiler sisteminin görünür bir şekilde parçalan​makta olduğuna işaret ediyor​…

    *

    1963’de başladığından bu yana küresel tehditler, krizler ve ihtilafların ele alındığı Münih Güvenlik Konferansı (MSC),
    Devlet başkanları, ulusal güvenlik politikası karar vericileri ve dünyanın çeşitli yerlerindeki analistlerin katılımıyla Şubat’ta Almanya/ Münih’te toplanmıştır.
    Buradan da uluslararası ilişkilerin durumu hakkında önemli mesajlar verilmiştir.

    *
    Konferans’ın bir Avrupa etkinliği olması ve Asya ile ilgili gözetimin, Londra merkezli Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsü tarafından her ilkbaharda Singapur’da toplanan Shangri-La Diyaloğu çerçevesinde yapılması nedeniyle,
    MSC’ye Asya’dan katılım sınırlı kalmış ancak çok etkili olmuştur.

    *
    Çünkü Asya sorunları Avrupa ve Dünya için giderek önem kazanıyor.
    Nitekim nükleer konular MSC tartışmalarının önemli bir parçasıydı.
    NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg konferansın açılış oturumunda yaptığı konuşmada “Tüm müttefikler Kuzey Kore füzeleri kapsamındadır.
    Pyongyang  Münih’e, Londra, Paris, Berlin’e ve hemen hemen tüm Avrupa başkentlerine Washington’dan daha yakındır” dedi…

    *

    Katılımcılar arasında Kuzey Kore’nin nükleer silah programını terk etme ihtiyacı üzerinde oybirliği mevcut olsa da, bu nükleer ile ilgili tek konu değildi.
    Kısa süre önce ABD Nükleer Gözlem İncelemesi, büyük güç rekabeti ve caydırıcılığı güçlendirme gereği ile savunma planlaması için nükleer silahların büyümesine devam etmese de;
    Caydırıcılık başarısız olursa felaket için potansiyel olduğunu dünyaya hatırlatmıştı…

    *
    Nihayet MSC organizatörleri, özellikle korumacılığın ve popülizmin artması gibi küresel ekonomideki çatlaklara odaklandılar.
    Çünkü, Terörizm bir tehlike kaynağı olmayı sürdürmektedir ama modern toplumun dokusunu oluşturan teknolojiye karşı tehditlere daha fazla önem veriliyor.
    MSC’de altyapı bozulmalarından kaynaklanabilecek karışıklıklar sonucu ortaya çıkan tehlikelerin yanı sıra politikacıların demokrasiyi ele almak ve demokratik süreci manipüle etme çabalarının bu tehditi ivmelediğine dikkat çekilmiş,
    Demokraside kurulan güvenin yeniden inşa etmekten çok daha kolay olduğuna işaret edilmiştir.

    *

    Çünkü dünya küçülmüştür ve bölgesel sorunlar dünya çapında hızla yayılıyor.
    Bu yüzden herkesin uzaklığın azalan önemi konusunda  farkında olması gerekiyor.
    Nitekim NATO Genel Sekreteri Stoltenberg ” Tehlike coğrafyası  bütün dünyadır ” diyor.
    Ülkelerden bu değişime ayak uydurmasını istiyor.

    *
    Ve MSC’de, işte Çinli bir diplomat;  Nükleer modernizasyon ve ekonomik ulusalcılıkla rekabete ilişkin tehlikeler konusunda uyarıda bulunuyor…
    Çin’in şu andaki uluslararası düzeni elden geçirmeye çalıştığı suçlamasını reddederken,
    Aslında Çin’in, mevcut uluslararası sistemin bir yararlanıcısı olduğunu ve reform süreciyle iç koşullarını bu küresel düzene daha iyi uyacak şekilde adapte etmeye devam edildiğini,
    Ancak yükselen ekonomilerin uluslararası alanda daha aktif bir rol oynadığını ve küresel yönetişim üzerinde daha fazla etki yarattığını söylüyor.
    Uluslararası siyasi ve ekonomik yapıların mevcut durumda sistemik problemler ürettiğini, bu yüzden yalnızca reform yoluyla daha güncel bir sistemin ortaya çıkmasıyla ilgilendiklerinin altını çiziyor.

    *
    Ama bir farkındalık oluşturmak üzere Trump​’ın ​​​​ ekonomik ve politik  felsefesi​nin ve A​merikalı seçkinlerin kitleler​ üzerindeki küstahlı​ğının küresel barış ve istikrarı tehdit ettiğine dikkat çekiyor…

    6. 3. 2018