Yazar: Ahmet Kılıçaslan Aytar

  • BATI’ NIN  RUSYA İLİŞKİLERİ

    BATI’ NIN  RUSYA İLİŞKİLERİ

    Sovyetler Birliği’nin çöküşünden bugüne son birkaç yılda, Batı ile Rusya arasındaki ilişkiler en gergin noktadadır..
    Batı Rusya ile rekabetinde Sovyet alanında önemli ilerlemeler kaydetmiş bulunuyor.
    Ancak  taraflar hiçbir konuda ödün vermedikleri için aralarındaki gerginliğin daha da  ilerleyeceği güçlü bir olasılıktır.

    *

    Rusya’nın eski Sovyetler Birliği’nin nüfuzunu yansıtmakta gecikmiş olduğu görüşü bir tarafa,
    Moskova’nın Avrasya’daki etkisi; iç ekonomik sorunlar gibi ABD baskısı nedeniyle önemli ölçüde azalmıştır.
    Ancak kendi iç ve dış politikalarında hiçbir zaman bu kadar birleşmemiş ve oybirliği sağlayamamış olan Avrupa Birliğinin de;
    Bugün Doğu Avrupa’daki eski Sovyet alanında Rusya’nın politik, ekonomik ve hatta kültürel etkilerini zayıflattığını görmek gerekiyor…

    *

    Ruslar’ın bir zaman Batı’da gündemi tutmasının nedeni, Avrupa’da sürekli bir iç çatışmanın yaşanmasıydı.
    Avrupalılar biri diğerini domine ettiği ya da birbirlerini etkilemeye çalıştıkları için aralarında barış sağlayamıyordu.
    Kıtanın birleşik olduğu ve Rusya’nın tehdit edildiği zamanlarda oldu ama uzun vadede Moskova’ya ekonomik olarak meydan okuyabilecek birleşik bir Avrupa oluşturulması zordu…

    *
    Avrupa’da askeri zaferler kazanıldıkça,
    Özgürlüğünü bırakmaya istekli olmayan hırslı, teknolojik ve askeri açıdan gelişmiş devletlerin giderek birbirlerini kabul ettiler.
    Nihayet hükümdarların merkezi yönetimlerde ve işgal altında tuttukları devletlerdeki yerel elitlerle işbirliğine girmeleriyle bir Avrupa İmparatorluğu inşa oldu.
    Fakat Moskova; Doğu Avrupa’yı kontrol ederken Avrupa devletleriyle arasındaki iktidar dengesini korumaya istekliydi.
    Bu yüzden birleşik Avrupa uygulanabilen bir proje olamadı.
    Rusya ile barış ulaşılamaz bir hedef olarak kaldı…

    *

    Devreye ABD girdi; Rusya’yı Ukrayna’daki çatışmadan dolayı ve Orta Menzilli Nükleer Silahları Sınırlandırma Antlaşmasını ihlal etmekle,
    NATO ise gelecekte daha fazla genişleme olasılığından vazgeçmeyerek Rusya’yı, Avrupa’daki eski bölünmeyi yeniden canlandırmaya çalışmakla suçladı.
    Rus Askeri Doktrini de ittifak ve Rusya’nın güvenliğinin birbirleriyle iç içe geçmiş olduğunu açıklayan NATO Stratejik Kavramı ile çelişiyordu.
    Böylece ABD-Rusya arasında Avrupa güvenliğini neyin koruyacağı ya da neyin tehdit ettiği konusundaki görüşler arasında farklılaşma derinleşti…

    *
    NATO, Rusya’nın ittifak içinde öncelikli ortak olarak kabul edildiğini,
    Hiçbir müttefik ülkenin Rusya’nın özerkliğini azaltmayı veya ayrıcalıklarını sınırlamayı amaçlamadığını iddia ediyordu.
    Ne ki, Füze Savar Sistemler konusunda dili yanan Rusya  NATO’ya güvenmekte zorlanırken;
    NATO müttefikleri de Rusya’nın istediği türde bir eşitliği ya da NATO’nun birlikte yönetimini onaylamakta tereddütte kaldılar.

    *

    O yüzden NATO, Rusya’nın ortak olmaktan ziyade bir tehdite dönüştüğü ve bu tehdite karşı vargücüyle mücadele etmesi gerektiği yönündeki düşüncelerde hızla pekişti.
    Her iki tarafta da işbirliğine dayalı ilişkilerin yürütülebileceğine, uyumlu bir ilişkinin söz konusu olmayacağına yönelik  inançlar kökleşti.

    *
    NATO’nun doğuya doğru genişlemesi “Intermarium -İki Deniz Arası”‘ denilen Baltık Denizi ile Karadeniz arasındaki bölgenin potansiyel bir çatışma alanı olması anlamına geliyor.
    2009’da AB Doğu Ortaklığı Programı Ukrayna’daki çatışmayı tetikledi.
    “İki Deniz Arası”nın paylaşılması niyeti Estonya, Letonya, Litvanya, Belarus ya da Transdinyester, Abhazya, Güney Osetya, Dağlık Karabağ, Novorusya gibi devletlerin sınırlarının belirlenmesi ve statülerine çözüm getirilmesinin yolunu açtı.
    Finlandiya’dan Gürcistan ve Azerbaycan’a kadar uzanan bu geniş coğrafyada  giderek ABD-Rusya rekabeti alevlendi.

    *

    Ama Rusya ile NATO’nun ” İki Deniz Arası” ndaki sınırları barışçıl biçimde belirlemesi olanaksız  görülüyor…
    NATO’nun Rusya’yı “İki Deniz Arası’nda” frenlemesi, askeri teknolojinin yüksek teknolojiye dayanan, alt sistemlerinin çokluğu ve karmaşıklığıyla çok pahalı olan sistemleri gerektiriyor.
    Bunun için NATO’nun mali krizdeki üyelerinin savunma bütçelerinde kaynaklarını birleştirmesi, paylaşması, ulusal değil uluslararası çapta projelerde ortaklaşması gerekiyor.
    Halbuki NATO ülkelerinin çoğu sıkışıktır, savunma harcamalarını artırmak istemiyor…

    *
    Hal böyle olunca NATO’nun ortak savunma doktrini yara almış gibidir.
    ABD’nin Avrupa’daki  güvenlik yapısı öngörülebilirliği tartışılıyor.
    Bu noktada Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra ki Avrasya’daki jeopolitik gelişmeler, birleşmiş bir Avrupa’nın askeri olmayan bir birliktelik olduğun​u​ göster​iyor.

    *

    Ama modern Avrupa​  zorlamalarla değil, ekonomi alanında devlet ve elit işbirliğine dayalı politikalarıyla Rusya’ya ciddi biçimde meydan okuyor.
    Daha önce hiç bir zaman Moskova böylesi bir meydan okuma ile karşı karşıya olmamıştır.
    Ne Napolyon ne de Hitler, Rusya’nın o dönemlerde  askeri fethinin  imkansız olması nedeniyle Rusya’nın temel zayıflamasını öngörmüşlerdi;
    Bugün Rusya Federasyonu’nun  modern batı bölgesindeki iki deniz arasındaki toprakları ekonomik hakimiyet ile yüzünü Avrupa’ya çevirmiş bulunuyor.
    Rusya rekabet ve ekonomik ilişki açısından Avrupa’ya kayıyor.
    Ukrayna, Moldova, Gürcistan ve Baltık ülkeleri  Rus etkisinin Avrasya’daki etkisinin düşmekte olduğunu gösteriyor.
    Daha da ilginç olan şey en azından yakın bir gelecekte bu sürecin hız kesmeden devam edeceğidir.

    *
    Rusya, yakın çevresi Batı ile olan işbirliğini derinleştirirken izolasyona uğruyor…
    Avrasya, temel bir dönüşümün ortasında mıdır?
    Rusya’nın zayıflaması, çevresindeki küçük devletlerin jeopolitik durumlarını iyileştirmelerine izin verecek midir?
    Bu senaryoyu destekleyecek birçok gösterge bulunuyor…

    *

    Öte yanda 14 Nisan’da ABD, Birleşik Krallık ve Fransa; Rusya’nın  teminatında Suriye’de Beşar Esad’ın sözde kimyasal silah potansiyelinin altyapısını vurdu.
    Aslında  birlikte Kuzey Suriye’de bir koridor oluştururdular ve bölgeye NATO’yu getirdiler.
    Böylece ABD; Suriye ve Irak’ta  gelecekte özerk yapı öngördüğü Kürt tabanı üzerinde hidrokarbon kaynaklarından bir çokuluslu şirketler devletinin temelini attı.
    Şimdi çeşitli yaptırımlara uğratılan Rusya, üstelik  İsrail- İran geriliminin yükseldiği ve  süratle istikrarsızlaştırılan Suriye’de naçar durumda bekliyor.
    Artık ABD ve Batılı müttefikleri İki Deniz  Arasındaki topraklardan sonra, Ortadoğu’yu da  Akdeniz ve Irak’ta göz altında tutuyor…

    15.5 2018

  • İRAN NÜKLEER ANLAŞMASI VE AVRUPA

    İRAN NÜKLEER ANLAŞMASI VE AVRUPA

    Donald Trump; İran’ın sivil nükleer ihtiyaçlarının denetlenmesi, sınırlar içinde kalması ve bir bombaya yaklaşmaması ve diğer mekanizmaları sağlamak üzere beş ay çeşitli müzakereler sürdürdü.
    Fransa Cumhurbaşkanı E.Macron Washington’a geldi, sorunu sadece devlet ziyaretinde gündeme getirmekle kalmadı, aynı zamanda kongrede ” bundan kurtulmamız gerektiğini söyleyemeyiz ” dedi.
    Sonra Almanya Başbakanı A. Merkel Washington’daydı, nükleer anlaşmadan çekilme kararının uluslararası düzene duyulan güveni zedeleyeceğini söyledi.
     
    *
    Ama D.Trump,” Bir anlaşmanın dünyaya zarar vermesine izin veremeyiz. A​BD nükleer şantaj için rehin alınamayacak bir ülkedir. Amerika’ya ölümü​n ​bu silah​la geleceğini söyleyen bir rejime izin verilmez. İran tehdidine, nükleer emellerine karşı kalıcı bir çözüm​ bulmak için müttefiklerimizle birlikte çalışacağız. Yaptırımlar o kadar güçlü olacak ki, İran daha önce karşılaştığından daha büyük sorunlara sahip olacak” dedi.
    Washington’u 2015 tarihli İran nükleer anlaşmasından çekti…
     
    *
    ​Bu noktada İsrail;​ bir taraftan yakın gelecekte Tahran​’ın​ nükleer anlaşmayı terk e​deceğini, yüksek seviyeli uranyum zenginleşmesini yeniden başlat​acağını,
    ​Bölgede​ askeri çatışma​ları arttıracağını​, böylece​ ABD’ye meydan okuyacağını düşün​dü. 
    Başkan Trump’ın bu eylemin ​çok ağır sonuçlarla​ ​ karşı karşıya kalacağı​ uyarısında ki, “o  an​ ​​”a hazırlanmaya başladı.  
    ​Diğer taraftan da​  İran’ın Suriye’deki üslerine, lojistik merkezlerine hava harekâtları düzenledi.
    Ortadoğu​’​da tansiyon yükseldi… 
     
    *
    Şu dakikada İran, 2015 tarihli Nükleer Anlaşma’nın korunmasını ABD olmadan Avrupa’ya indirgemiştir.
    Çünkü İran, ABD yaptırımlarının son derece sert ve kapsamlı olmasını bekliyor.
    Avrupa’yı arkasına alarak yaptırım baskılarının ardından Washington’un talep edeceği yeni bir nükleer anlaşma öncesinde güçlü bir ele sahip olmayı öngörüyor.
    ​B​ölgede yeni gerilimler istemediğini söy​lüyor ama nükleer ​zenginleş​tirmeye ve silahlı çatışma​lara da yakın duruyor…
     
    *
    Nitekim İran Cumhurbaşkanı H.Rouhani, Almanya Başbakanı A. Merkel ile yaptığı telefon görüşmesinde​;​
    ​H​içbir Avrupalı üyenin Başkan Trump’ın yeni yaptırımlarına doğrudan ya da dolaylı olarak katılmayacağının sözünü alıyor.
    İsrail; İran’ın Avrupa Birliğinin bu türden bir güvence verebilmesi konusunda bir yanılsamaya sahip olmadığını,
    ABD ve İsrail kampanyalarına karşı gerekli hazırlıklarda zaman kazanmak için bu diplomasi gösterisini Avrupalı liderlerle birlikte oynadığını düşünüyor.
     
    *​
    E.Macron, bu hafta Avrupa birleşmesine hizmeti geçenlere verilen Charlemagne Ödülünü almak üzere Almanya/ Aachen’deydi.   
    A.Merkel’i harekete geçirmek ve Avrupa projesini yeniden canlandırmak üzere politik misyonuyla, “Temel değerlere ihanet etmemeli ve korkmamalıyız” dedi.
    İsim vermedi ama Avrupa mallarına tarife uygulamak, nükleer silahların yayılması ve iklim değişikliği konularında uluslararası işbirliğini bırakmak isteyen ABD Başkanı
    D. Trump’ı, 
    Avrupalı demokrasileri propaganda ve hacker ataklarıyla baltalamak isteyen Rusya Devlet Başkanı V.Putin’i,
    Avrupa’nın kararsızlığını ülkesinin gücünü ve nüfuzunu arttırmak için bir fırsat olarak gören Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’i, Avrupa projesini tehdit etmekle itham etti.
    Avrupa için dört ilkeye; Kararlılık: Cesaret : Eylem : Özerklik’e dikkat çekti…
     
    *
    A. Merkel, “Fransa ile birlikte, Avrupa’nın yeni bir başlangıç yapması gerektiğine ikna olduk. ​Avrupa artık Amerikan korumasına dayanam​ıyor. Kaderimizi kendi elimize almalı​yız”​​dedi. 
    T​ehlikeli bir dünyada​ böylesi​ ortak bir Avrupa dış politikası​ ​varoluşsal bir zorunluluk​tu.
    Merkel, Ortadoğu’da şiddetin tırmanmasından duyduğu kaygıyı dile getirdi.
    Durumun son derece karmaşık bir hal aldığını, son zamanda tırmanan gerilim durumunun savaş ya da barış meselesine dönüştüğünü söyledi.
    ​Sonra Macron ile​ birlikte, Ortadoğu​’​da tansiyonun yükselmesi üzerine taraflara gerilimi düşürme çağrısında bulun​du… 
     
    *
    Avrupa h​â​l​â​ İran nükleer anlaşmasının en önemli destekçisi​dir​.
    Çünkü, Almanya ile Avrupa bütünleşmesinin ana yürütücü güçlerinden birisi olan Fransa;
    Küresel nükleer enerji endüstrisi liderlerinden olmasına rağmen enerji arzının temelini artan bir biçimde petrolü nükleer enerjiyle ikame etmeye dayandırmıştır.
    Moskova ve Avro-Atlantik blok arasında gittikçe yükselen restleşme, Fransa ve Almanya gibi bu blok ülkelerini birlikte hareket etmeye zorluyor. 
    Nitekim Fransa, eski sömürgesi Suriye’nin kuzeyinde askeri üsler kurmuş, buraya devasa petrol şirketi TOTAL SA’ nın tohumunu ekmiştir.
     
    ​*​
    Çünkü, Almanya politikası “Lebensraum” (hayat sahası) ülküsü ve “Drang nach Osten” (Doğu’ya genişleme) ülküsünden gelişiyor.
    Lebensraum ülküsü Almanya’nın DNA’sıdır, geçmişte Almanların Cermen, Rusların Slav olarak birbirleriyle yaptığı savaşlardan besleniyor.
    Cermenler, Slavların yaşadıkları toprakları hak etmediğine bu toprakların Büyük Alman İmparatorluğuna yurt yapılmasına inanırdı.
    Halihazırda ise Lebensraum; Doğu Avrupa’da Almanya sınırları dışında yaşayan Alman azınlıkların Almanya hakimiyetinde birleştirilmesi ve yeni toprakların kolonizasyonu ile beraber Alman popülasyonunun bu topraklara yerleştirilmesi politikasıdır…
     
    *
    Bugün Almanya, siyasi etki araçları vasıtasıyla Habsburg’ların, Bismark’ın ve Hitler’in asırlar boyunca peşinde koşup askeri kuvvetle başaramadıkları,
    Merkezi ve Doğu Avrupa’yı Cermen hayat sahası yapma ülküsünü; ekonomik ve ticari işbirliğiyle gerçekleştirme yolunda büyük mesafe almıştır.
    Polonya, Macaristan, Çekya, Slovakya, Slovenya, Bulgaristan, Romanya ve Avusturya kendileri için bir çekim merkezi olan Almanya’nın etrafında bir ticari ve ekonomik blok oluşturmuştur…
     
    *
    Almanya Lebensraum ülküsünü gerçekleştirdiğinde “Drang nach Osten” (Doğuya Genişleme) tutkusunu da gerçekleştirecektir.
    II. Dünya Savaşı sonunda Polonya’ya bırakmak zorunda kaldığı Oder Neisse hattının doğusundaki toprakları da ekonomik açıdan entegre etmiş olacaktır.
    Üstelik, II.Dünya Savaşı sonrasında Hazar’da ve Ortadoğu’da bulunan hidrokarbon kaynakları; bugün Almanya’nın enerji ekonomisi için “Doğu’ya Genişleme” politikasının temel unsurudur…
     

    Nitekim Almanya, Kırım’ı ilhakı ve Doğu Ukrayna’daki uygulamaları nedeniyle Avrupa Barışı’nı ihlal etmekle suçladığı Rusya’nın Avrupalılaşmasına ilişkin tükenen umutlarını,
    1967’de yürürlüğe konan Sovyetler Birliği ile doğrudan ilişki kurulması, Varşova Paktı ülkeleri ile ilişkilerin normalleştirilmesine dayanan Ostpolitik’i terketmek,
    Yerine jeopolitik çıkarlarının ve ” Lebensraum- Drang nach Osten” ülküsünün yönlendirdiği bir siyasete yönelmeyle karşılıyor…
    Bugün Almanya, Kuzey Irak Kürdistan Yönetimi’nin en büyük destekleyicisidir.
     
    *​
    ​Üstelik ​ Avrupa’nın İran konusundaki tutumu  sadece nükleer mesele​yi çözme​ ve enerji kaynaklarıyla deği, mülteciler ve ekonomik işbirliği​ için de çok önemlidir.
    ​Bu noktada ​İran, küçülen ekonomi​siyle​ Avrupa’nın yardımı ile iç sorunları​nı​  ele alabilir. 
    ​Bu yüzden anlaşmanın tutulması Avrupa’nın endişelerini gidermek ve İran’ın stratejik kalkınma hedefini gerçekleştirmesi için en iyi seçimdir.
     
    ​*
    A​ncak ABD Başkanı D. Trump, ülkesini İran anlaşmasından çekip yaptırımlar uygulayacağına karar verdikten sonra attığı tweet’te​ ” İran’da iş yapan Alman şirketleri hemen operasyonları durdurmalı​” demiştir. 
    Almanya İran’ın en büyük ticaret ortaklarından biridir.
    2015 İran Nükleer anlaşmasından sonra Almanya’nın ihracatı yüzde 27 oranında büyümüştür.
    2017’de İran’a yapılan Alman ihracatı 3,5 milyar dolar değerindeydi ve bugün Almanya’nın en büyük işletmeleri, onlarca ülkenin orta ölçekli firmasıyla İran’la birlikte çalışıyor…
     
    *
    ​Bu noktada ​ABD geçmişte olduğu gibi Avrupa şirketlerine yaptırım yapmaya karar verirse,
    Amerikan​ın kararı, kaçınmanın hiçbir yolu olmayan havacılık, bankacılık, sigorta, nakliye ve lojistik ​sektörlerini kapsayacaktır.
    Sonuç olarak, İran büyük ölçüde kendi projeleri​ni​ finanse etme​kte zorlan​acak, 
    Avrupa​ ise​ anlaşmayı sürdürmek için​  çok zor bir​ mücadele ​verecektir…
     
    ​13.5.2018

  • İRAN NÜKLEER ANLAŞMASI VE TÜRKİYE

    İRAN NÜKLEER ANLAŞMASI VE TÜRKİYE

    ABD’li Demokratlar, “Devirmek zaman alabilir ama mücadeleyi zayıflatmayalım” benzeri söylemlerini destekleyen bilgi ve belgelerle,
    Cumhuriyetçi Başkan D.Trump’ı yoğun olarak, Putin’in etkisi altında: Manik-depresif bir kişilik: Hırsız : Kişisel işleriyle devlet işleri arasında çıkar çatışması yaşayan bir milyarder : Beyaz üstünlükçü: Aşırı sağ finans çevrelerinin kuklası olmakla itham ediyor, gözden düşürmeye çalışıyorlar.

    *

    D.Trump ise 21.yüzyılın gidişatını başta ülkesi olmak üzere Avrupa, Rusya, Çin ve İslamcılık arasındaki etkileşimin belirleyeceği,
    ABD’nin bütün bu yapının en zengin ve en güçlü ülkesi olduğu  ama askeri ve ekonomik olarak kötü yönetimle zayıfladığını, diğerlerinin de daha güçlendiğinin düşüncesindedir.
    Bir işadamı doğasındaki dış ilişkilerin pazarlanabilirliği için siyasi hedeflere ulaşmaya elverişli tüm düzenlemeleri tehlikeye atabileceği ve değiştirilebileceği  bir vizyonu yürütüyor.

    *​
    İşte, “A​BD nükleer şantaj için rehin alınamayacak bir ülkedir. Amerika’ya ölümü​n ​bu silah​la geleceğini söyleyen bir rejime izin verilmez.
    İran tehdidine, nükleer emellerine karşı kalıcı bir çözüm​ bulmak için müttefiklerimizle birlikte çalışacağız.
    Yaptırımlar o kadar güçlü olacak ki, İran daha önce karşılaştığından daha büyük sorunlara sahip olacak” diyor.
    Ve Washington’u İran nükleer anlaşmasından çekiyor, ekonomik yaptırımları yeniden​ düzenliyor…

    *​

    Ancak İran’a yeniden düzenlenen ABD yaptırımları 90 gün boyunca devreye girmeyecektir.
    90 günlük bu süre İran’a müzakere ve durumu kurtarmak için yeni bir fırsat oluşturuyor.
    Bu yüzden İran nükleer anlaşmasının akibeti ​kısmen değiştirilen eski anlaşma mı, yeni bir anlaşma mı​ olacaktır​ yoksa bir çatışma mı yaşanacaktır​, şu dakikada bilinmiyor.​

    *
    Durum olumlu bir açıklığa kavuşmadığı takdirde ABD Başkanı Donald Trump, Ekim 2017’de İran’ın şiddet performansı üzerinden ilan ettiği ABD stratejisini işletecektir.
    Strateji Ortadoğu ve dışarısında İran’ın istikrarı bozma operasyonlarına karşı alınacak tedbirleri ve Nükleer- Balistik füze programlarını finanse eden mali geliri bloke etmek için yeni yaptırımları listeliyor…

    *

    İran’ın nükleer programının yalnızca barışçıl olacağını kayıt altına alan 18 Ekim 2015’te P5+1 ile imzalanan Ortak Kapsamlı Eylem Planı,
    Yalnızca İsrail’in değil belirli koşullarda bölgenin Sünni devletleri; Suudi Arabistan, Mısır, BAE ve Türkiye’nin de endişe kaynağıdır.
    AB ülkeleri de İran füzelerinin gelişiminin Avrupa için bir tehdit oluşturacağını ve Avrupa’yı vurabileceğini düşünüyor.
    Ayrıca İran, Nükleer ve Balistik füze programı dışındaki Hassas Güdümlü Satıhtan Satıha Füze geliştirme programıyla Irak, Suriye ve Yemen’de  hegemonya kurmak istiyor.

    *

    Bu tehditler ABD ve şu anda Suriye’de İran ile işbirliği yapan fakat bölgede bir İran hegemonyası görmek istemeyen Rusya’yı da endişelendiriyor.
    Bu ülkelerin hepsi İran’ın yekpare bir ülke olmadığını çünkü Devrim Muhafızları Ordusunun ayrı bir gündemi olduğunu da değerlendiriyor.
    Yakın zamana kadar Devrim Muhafızları Tahran’dan Akdeniz’e bir İran Koridoru kurmayı amaçlarken,
    İran Cumhurbaşkanı H.Rouhani’nin en büyük ilgisi İran’ın dünyayla olan ekonomik bağlarını genişletmekti.
    H.Rouhani aynı zamanda Suriye ve Hizbullah’a destek olabilmek için de ekonomik durumu iyileştirmeye çalışıyor…

    *

    Ama gelirinin çoğunu dünyanın en büyük 2. üreticisi olduğu petrolden sağlayan İran’a zaten “yaptırımlar siyasetinin” binbir türü uygulanıyor.
    Mesela ekonomik işlemlerinin sonlandırılması amacıyla Merkez Bankası işlemleri askıya alındığında ;
    İran’ın çok sayıda sektörde faaliyet gösteren, ithalatın yarıdan fazlasını ihracaatın tamamına yakınını yaparak en güçlü ekonomik örgütü olan Devrim Muhafızları,
    Devrim Muhafızlarından hareketle giderek toplumsal bilinç ve vicdanların körleştirilmesi, bireylerin ve İran ulusunu yalnızlaştırması, inancı- bilinci teslim alırken,
    İranlıların düşlerinin parçalanması, fiziki ve psikolojik olarak çökertilerek rejiminin yıkılması hedefleniyor…

    *

    Bir süredir dini ideolojinin hakim olması nedeniyle dini lider A.Hamaney ile Batı ile ilişkilerin normalleşmesini isteyen fakat Hizbullah ve HAMAS İslami örgütlerini himaye etmek istemeyen, bu yüzden Batı ile gizli bir ajandası olduğuna ilişki bir kuşku dalgası içinde bulunan Cumhurbaşkanı H.Rouhani arasında  nifak fırtınası esiyor.
    Nitekim İran bir süreden beri;
    1- Dini lider A.Hamaney’in “İslam Devrimi Güçleri”,
    2- Cumhurbaşkanı H.Ruhani’nin ” Devrimci Güçler”i,
    3- Eski Cumhurbaşkanı M.Ahmedinejad’ın “devrimci anti-emperyalist Güçler”i arasında bölünmüştür.
    İran yönetimde hem ideolojik hem de kişisel hesapların çelişkileri çok keskin bir durumdadır.

    *

    Bunlara bağlı olarak İran yönetişim sisteminin “istikrar” unsuru dört temel konuda yaralıdır.
    1- İranlılar devletin yönetişim sisteminin meşruiyeti tartışıyor.
    2- Devlet işleri yönetiminde etkinlik azalmış,
    3- Siyasi elitler arasındaki birlik  bozulmuştur.
    4- Hükümet şiddet kapasitesinin artmasıyla zayıflamıştır…

    *

    Şimdi Başkan D. Trump, İran’ın balistik füze testlerini gerçekleştirmesini ve nükleer başlık taşıması amacıyla tasarlanan  kıtalararası balistik füze programınn geliştirilmesini engelleyeceğini,
    İran’ın Kızıldeniz ve Akabe Körfezi’ndeki uluslararası seyrüsefer tehdidinde bulunmasına izin vermeyeceğini,
    Devrim Muhafızları Ordusunun teröre destek ve silahlı vekil güçler sağlamasını  engellemek üzere İran’ın finansal varlıklarını Devrim Muhafızlarına kaçırması önleyeceğini,
    Bunları gerçekleştirmek üzere İran’ın uyumu konusunda uluslararası denetimler sıkılaştıracağını,
    Bunlar gerçekleşmediği taktirde İran rejiminin askeri ve siyasi temellerini sarsacağını öngörüyor…

    *

    Başkan Trump’ın, Washington’un İran nükleer anlaşmasından çekmesiyle birlikte hem ABD ve müttefikleri hem de İran sahadaki pozisyonlarını güçlendirmeye başlamıştır.
    İran ile yapılan anlaşmayı imzalayan ülkelerden Birleşik Krallık ve Fransa, Başkan Trump’ın kararına itiraz etmekle birlikte Kuzey Suriye’ye hava ve kara gücü unsurlarını gönderiyor​.​ABD ise İsrail ile yakın çalışma halinde Suriye ve Lübnan’ın Akdeniz kıyılarındaki en ufak askeri hareketleri izlemek için  savaş uçakları ve gelişmiş gözetleme uçağı filosu bulunduruyor.
    Suriye hava savunması Şam’ın güneyinde bir İsrail hava saldırısını engellemiş,
    İsrail Savunma Kuvvetleri ise düzensiz İran hareketleri izlendiği gerekçesiyle Golan’da ve bütün sınırları boyunca önleyici eylem tertibatları almıştır.
    Devrim Muhafızları Ordusu’na bağlı Kudüs Gücü’nün ise İran’dan bağımsız  saldırıya geçmek için İsrail Savunma Kuvvetleri’nin bir anlık gafletini beklediği varsayılıyor.

    *

    Bu sırada  ABD ve Batılı birçok ülkenin, Kuzey Suriye ve Kuzey Irak’ta;
    Kürt tabanı üzerinde çokuluslu şirketleri üzerinden bu topraklardaki siyasi mülkiyeti, yönetim ve gücü, güvenliği ele geçirdiğini,
    İran ve Rusya’nın bu zengin toprakların dışında kaldığını,
    Birlikte yaptırımlara sürüklendikleri Beşar Esad rejimi ile bir sıratta ve istikrarsızlaştırılan Ortadoğu’da çökertilmeye tabi tutulduklarına da dikkat kesilmek gerekiyor.

    *

    Suriye’de ABD ve İran ile Rusya arasındaki mevcut dengede;
    Türkiye R.T.Erdoğan’ın İslamcı  ideolojisinin neden olduğu İslamofobi ortamında ve durmaksızın Batı’ya tehditler savurduğu bir durumda,
    Kuzey Suriye ve  Kuzey Irak topraklarında genişleyen ve hiç bitmeyen bir savaştadır.

    *

    Türkiye bu savaşında Suriye ve Irak’taki Kürtlerin ABD ve koalisyonu ile ilişkisinde Rusya ve İran’ın yanında,
    Ama Suriye’de Esad rejimine karşı sürdürdüğü ilişkide ABD ile birliktedir…

    *

    Batı, 24 Haziran seçimleriyle birlikte Türkiye’nin mutlaka farklı etnik ve dini kökenlerden gelen insanları bir arada yaşatmak için normalleşmesinden yanadır.
    Ama Erdoğan Kuzey Suriye ve Kuzey Irak’ta savaş politikası yürütmekle hem iç hem de dış politikada ama öncelikle 24 Haziran seçimlerinde elindeki  bu tek kozuyla oyun oynuyor.
    Bu kozunu 24 Haziran’da kendine avantaj aramak üzere İran ve Rusya’ya gösteriyor.
    İran ve Rusya ise herhalde hapsoldukları Ortadoğu’da Türkiye’nin bu kozunu nasıl kullanabileceklerinin hesabındadırlar…

    11. 5. 2018

  • SEÇİM GÜVENLİĞİ MANİPÜLE EDİLİRSE

    SEÇİM GÜVENLİĞİ MANİPÜLE EDİLİRSE

    ABD, II.Dünya Savaşı’ndan sonra aşama aşama “Özgür Enformasyon Akışı”, “Özgür ve Dengeli Enformasyon Akışı” ve küreselleşme ile belirginlik kazanan alternatif nitelikli 
    “Karşı-Akışlar” sürecini geliştirdi.
    Bu oluşum üzerinden “Kültürel Emperyalizm” kavramına dayalı “Enformasyonel  Emperyalizm”i inşa etti.
     
    *
    Enformasyon derlenmiş bilgi parçasıdır, bugün dünyanın her yerinden insanlar faydaları ve mutlulukları için bilgi teknolojilerine koşuyor.
    Bilgi teknolojilerini elinde bulunduran güç önce baskı kuruyor, sömürüyor sonra karşılığını arz ediyor…
    Bu,uluslararası enformasyonel dünyasının “kiminin sattığı, kiminin ise alıp-baktığı” bir dünya olduğu anlamına geliyor.
    Türkiye, “Karşı-Akışlar” döneminde “tek yönlü” enformasyonel akışın sahibidir yani alıyor- bakıyor…
     
    *
    ABD; Aydınlanma’dan başlayan ve bireyi pozitif özgürlük üzerinden ulusal, etnik, dini, sınıf vb. kollektif kimliği ve olumsuz özgürlüğü desteklediği için bu sürecin lideridir.
    Bu karakteriyle kurduğu tek küresel sisteminin bölgesel pazarlarla çeşitlenmesine ancak yıkılmamasına çaba gösteriyor…
     
    *
    Rusya ise ” toplumlar karşılaştırılabilir ancak bunların herhangi birinin nesnel olarak diğerlerinden daha iyi olduğu söylenemez” düşüncesinden hareket ediyor.
    ABD ve Batı toplumunun, ırkçı ve sömürgeci geçmişine dayanan bir etnosentrik yaklaşımla “evrensellik” iddiasında olduğunu,
    Aslında böyle bir tavrın içsel doğasının, ötekine kendi kimliğinin empoze edilmesi ve paranoyak kılma arzusuna dayandığını ve bu hastalığın Batı ırkçılığı olduğuna inanıyor.
    Batı’nın bu anlayışının insanlığın ve onun kültürünün ahlaki, manevi ve geleneksel temel değerlerine karşı olduğu için  köleliğin en iğrenç formülü olduğunu savunuyor.  
    Buna göre demokrasi, insan hakları, bireycilik vb. kavramlar evrensel değil Batılı değerlerdir ve diğer kültürlere teşvik edilmemelidir. 
    Bu yüzden mevcut tek kutuplu statükodan ziyade çok kutupluluğa dayalı uluslararası ilişkileri öneriyor….
     
    *
    Nitekim iki büyük güç;  Baltık’tan Karadeniz’e, Hazar’da Doğu Akdeniz’e kadar bütün bölgede,
    Hem Batı hem de Doğu’nun dengesini tartan  Ukrayna ve Suriye’de karşı karşıyadır.
    Ukrayna ve Suriye, bugün ABD-Rusya arasındaki güç dengesinin nasıl  seyrettiğini ve seyredeceğini gösteriyor.  
     
    *
    İşte ABD ve Batılı birçok ülke, Kuzey Suriye ve Kuzey Irak’ta;
    Kürt tabanı üzerinde çokuluslu şirketleri üzerinden bu topraklardaki siyasi mülkiyeti, yönetim ve gücü, güvenliği ele geçirmiştir.
    Rusya bu toprakların dışında kalmış, birlikte yaptırımlara sürüklendiği Beşar Esad rejimi ve İran ile bir sıratta ve istikrarsızlaştırılan Ortadoğu’da çökertilmeye tabi tutulmaktadır.
     
    ABD ve Rusya arasındaki Suriye’deki mevcut dengede en önemli husus;
    R.T.Erdoğan’ın İslamcı  ideolojisinin neden olduğu İslamofobi ortamında ve durmaksızın Batı’ya tehditler savurduğu bir ambiyansta,
    Suriye ve Irak topraklarında genişleyen ve hiç bitmeyen savaşıdır.
     
    *
    Bu savaşta Erdoğan, Suriye ve Irak’taki Kürtlerin ABD ve koalisyonu ile ilişkisinde Rusya ve İran’ın yanındadır. 
    Ama Suriye’de Esad rejimine karşı sürdürdüğü ilişkide ABD ile birliktedir…
     
    *
    Bu politika Erdoğan’ın hem iç hem de dış politikada ama öncelikle 24 Haziran seçimlerindeki amansız açmazıdır… 
    Çünkü Batı, Türkiye’nin mutlaka farklı etnik ve dini kökenlerden gelen insanları bir arada yaşatmak için normalleşmesinden yanadır. 
     
    *
    Bu çerçevede Türkiye 24 Haziran’da seçimlere giderken, “Seçim Güvenliği ” konusu; ABD ve Rusya dengesinde büyük bir önem arzediyor.
    Türkiye enformasyonel dünyanın satanı değil, alıp-bakan tarafındadır.
    O yüzden Türkiye seçim güvenliği denildiğinde temel olarak eşit oy ilkesini korumak, seçmenin baskıya maruz kalmasını engellemek ve oy sayımının gerçekleşmesi için gerekli olan önlemleri almak,
    Ya da nüfus idareleri tarafından seçmen listelerinin düzenlenmesinden, sonuçların YSK’nın kullandığı SEÇSİS adlı programa aktarılmasına kadar olan süreci algılıyor ve bu süreçle ilgili gerekli her tertibatı alıyor.
     
    *
    Ne ki, SEÇSİS sistemine yüklenen seçim sonuçlarının eş zamanlı olarak siyasi partilerin genel merkezlerinde görüntülenmesi ve Adalet Bakanlığının UYAP sisteminde yayımlanması süreci enformasyonel dünyada;
    “Satan’ın” hükmünün geçtiği evredir ki, bu bambaşka bir işlemdir… 
     
    *
    ABD ve Rusya bilgi alanında aktif önlemler olarak adlandırdıkları şeylerin ustalarıdır.
    İki ülke de harekât alanı olarak kara, deniz, uzayı kapsayan Siber Uzayı kullanıyor.
    Böylece bilgi toplumu ve güç unsurlarının her biri üzerinde kesin etkinlik sağlıyorlar.
     
    *
    Bu nedenle siber saldırıların hayal dahi edilemeyecek şeylere neden olabileceğinin tasavvurunda olmak gerekiyor. 
    Çünkü aklın gitmediği her noktada insan değil şeytan bulunuyor…
    Nitekim Siber uzayda sayısal teknolojinin gücüyle olgunun manzarası dahi değiştiriyor…
     
    *
    Rus siber servislerinin ABD ve Avrupa’yı manipüle etmeye çalıştığı,
    2016 ABD başkanlık seçimlerinde karışıklığa teşebbüs ederek D.Trump’in kampanyasını gölgeledikleri, 
    Kontrol edilemediği taktirde Rusya’nın bu manipülasyonlarının Batı demokrasisine varoluşçu bir tehdit oluşturduğu, 
    ABD manipülasyonlarının da Rusya rejimine tehdit oluşturduğu açıktır…
     
    *
    Her iki gücün birbirlerinin meşruluğuyla ilgili kuşkular uyandırmayı amaçladığı bir dünyada;
    Erdoğan’ın Suriye ve Irak’ta Rusya’nın yanında olmasının karşılığını bizzat Rusya’dan beklemesi, Suriye’de kaybetmeye yazan pozisyonuyla Rusya’nın da 24 Haziran seçimlerini manipüle etmesi olasıdır.
    Bu nedenle Türk seçmeninin kendisini güvende hissetmesi ve özgür iradesini ifade etmesiyle oluşacak  tarafsız bir seçimden ya da Seçim Güvenliği’nden bahsetmek çok zordur.
     
     
    9.5.2018
  • HERKES MERSİN’E BİZ TERSİNE

    HERKES MERSİN’E BİZ TERSİNE

    Çin’den sonra Avrupa Birliği de 17 Nisan’da  gümrük tarifeleri anlaşmazlığına çözüm bulunması için Dünya Ticaret Örgütü’ne (DTÖ) başvurdu.
    Uzlaşma sağlanamadığı takdirde ABD, Avrupa’dan ithal edilen çelik ve alüminyumdan zamlı gümrük vergisi alacak. 
    AB ek gümrük tarifelerinin ABD’nin ulusal güvenliğini ilgilendirmediğini, Amerikan şirketlerini dış rekabetten korumak için kararlaştırıldığı tezini savunuyor.
    Washington’da kararlaştırılan koruyucu önlemlerin DTÖ’ ye bildirilmemiş olmasını da eleştiriyor. 
     
    *
    ​Bu süreçte ​Pekin’de düzenlenen ABD – Çin ticaret müzakereleri​ de​​ 4 Mayıs​ Cuma günü sona er​miştir.
    Dünyanın en büyük iki ekonomisinin temsilcileri;
    ABD’nin Çin’e ihracatını genişletme, hizmet ticareti, karşılıklı yatırım, fikri mülkiyet hakları​, gümrük tarifeleri konularında görüş alışverişinde bulun​muş,
    B​ir çok  konu​da fikir birliğine var​ılmış, süren​ ihtilaflar​ için​ ​o​rtak bir çalışma grubu kuru​l​​masında mutabık kal​ınmıştır.
     
    *
    Sonuç beklentilerle uyumludur.
    Her iki ülke küreselleşmiş bir dünyada çok taraflı ticareti “Adil Ticaret ” başlığıyla savunuyor.
    Dünyanın iki büyük ülkesinin birbirleriyle ve dünyayla çatışması bütün dünyaya zarar verecektir o nedenle, iki ülkenin de işbirliği içinde olması gerekiyor.
    ​Ancak iki ülke arasındaki tüm sorunların tek bir diyalogla çözülmesi​ de​ olası değildir.
    Nitekim iki taraf da ticaret savaşını sona erdirmek için tam bir anlaşmaya varamamıştır. 
    Ancak görüşmelere devam etmek istemeleri durumun eski haline doğru değişmeye başladığına ilişkin umutları doğurmuş bulunuyor…
     
    *
    Mart’ta Başkan​ D.​ Trump,​ ABD’nin ​Çin’e ver​diği 375 milyar dolar ticaret açığını kapatmak için ek gümrük vergisi getireceğini ilan etmesiyle başlayan ticaret savaşı​;​
    ​T​arafların sert uygulamalarına sahne ol​muştur.
    ABD’nin  yaklaşık 50 milyar doları bulan Çin menşeli ürüne yüzde 25 vergi uygulamasına karşı,
    Çin, ABD’den ithal ettiği 3 milyar dolar tutarındaki 128 ürüne yüzde 15 ila yüzde 25, daha sonra da 50 milyar dolar tutarında ürünlere yüzde 25 vergi getireceğini ilan et​miş,
    ABD’nin vergi planı genel olarak Çin’in savunma, havacılık ve imalat sektörlerini,
    Çin’in misilleme vergileri de et, elektrikli araçlar, kimyasal maddeler, otomotiv, hava araçları ve soya fasulyesi gibi 106 Amerikan menşeli ürünü hedef al​mıştı.​ 
     
    *
    Ticaret savaşı Çin’e karşı bir meydan okumayı başarmış ve Çin’in  siyasetini ve gücünü test etmiş,
    Ama Çin, ABD ve dünyanın hayal gücünün ötesinde güçlü bir irade ve azim sergilemiş  ve ABD’nin taleplerine güçlü karşılıklar vermiştir.
    Çin serbest ticaret ve çok taraflı ticaret mekanizmasını korumak adına yüksek bir ahlaki zeminde ayakta durmuştur.
    Böylece Çin; ana çıkarlarının asla bir ticaret savaşının hedefi haline getirilmeyeceğine ilişkin kararlı bir duruş sergilemiştir.
     
    *
    Doğrusu Trump yönetiminin fikri mülkiyet hakları konusunda Çin​ ​ile yüzleşmek için bir ticaret savaşını göze alması doğru bir karardı.
    Ancak Beyaz Saray, Mart​’​ta başta Çin olmak üzere aynı zamanda AB ülkelerini de hedef alan çelik ve alüminyum ithalatlarına yönelik sert  tarifeler uygulama​ya​ karar vermesi,
    Daha ilk anda ABD’nin “Tarifeler” gibi yanlış bir silah seçtiğini gösteriyordu.
     
    ​*​
    Çünkü tek taraflı tarifeler DTÖ kurallar​ı​​nı​  kesinlikle ihlal etmek,
    ​D​oğrudan doğruya karşı taraflara ticaret savaşı açmak,​
    Üstelik ABD şirketlerin​i​​ korumak değil onlara ​zarar vermek anlamın​a geldi.​
    Çin’i ve AB ülkelerini fikri mülkiyet haklarına saygı göstermeye ikna etmek sürekli baskı ve taahhüt gerektir​iyordu. 
    Bu yüzden Trump’ın tarifeleri sadece müzakereleri teşvik eden bir manevra olabili​rdi… 
     
    *
    ​Şimdi ABD; ​Çin​’in ve AB’ nin​ fikri mülkiyet hırsızlığına karşı ​ “Haksız Rekabet Hukuku “nu işletmenin ​daha ​doğru bir yöntem olduğunu düşünüyor.
    “Haksız Rekabet Hukuku” nun kullanımı nispeten yeni bir araçtır; üretim sürecinde çalıntı fikri mülkiyeti kullanan belirli şirketleri hedefl​iyor.
    Çalınmış fikri mülkiyeti bir girdi olarak kullanmak para tasarrufu​na yol açıyor ama b​u durum yasalara saygılı rakiplere karşı haksız bir maliyet avantajı sağlıyor.
    ​B​öyle​ce  bu tür şirketler adil bir şekilde rekabet edemiyor… 
     
    *
    Nitekim, Haksız Rekabet Hukuku’nun piyasalarda  haksız davranışlarla rakiplerine zarar veren hem özel şirketlere hem de kamusal uygulayıcılara karşı kullanılabileceği düşüncesi gelişiyor..
    Yabancı üreticileri fikri mülkiyet hırsızlığı için hesap verebilir tutmak; haksız rekabet hukukunun yeni bir kullanımını temsil etmektedir.
    Bu tür bir eylem  karşı tarafın bu eylemleri misilleme ile provoke etme ihtimalini çok azaltıyor.
    Bir “Tarife Acısı” geniş yelpazedeki şirketlere ve ürünlerine yayılırken, haksız rekabet davaları gerçek yanlışları hedef alıyor.
    Doğrudan doğruya fikri mülkiyetten haksız şekilde faydalanan özel şirketleri ve kamusal uygulayıcıları hedefliyor.
     
    ​*
    Ancak Haksız​ R​ekabet​ K​anunu her derde deva değildir.
    Davalar her türlü kötü muameleye çözüm getiremez.
    Trump yönetiminin ​e​tkili olma​sı için stratejik sektörlerdeki haksız rekabet eylemler​i​​ni​, bir şikayette bulunma da dahil olmak üzere  tüm ana hatlarıyla DTÖ’de  güncelleştirmesi gerekiyor.
     
    *
    Dünya Ticaret Savaşı bu düzlemde devam ediyor.
     
    *
    Dünya Ticaret Savaşı sürerken, Türkiye başka bir alemde yaşıyor gibidir.
    Koca bir ülke Erdoğan’ın tasfiye edilmek, Yüce Divan’a gitmek, Uluslararası Ceza Divanında yargılanmak ve onu hastalıklı raddede önyargılı yapan “La şarkıyye la garbiyye illa İslamiyye illa İslamiyye’ felsefesinin baskısındaki ağır psikolojik travmasını yaşıyor. 
     
    *
    Bu travmasıyla Erdoğan uzun süredir belki toplumu kendi hakimiyeti altına almak, kendi anlayışı doğrultusunda kültürel değişim yaratmak ve gücünü pekiştirmek üzere giderek totaliterleşmiştir.
    Bu sırada hukuk devletine, güçler ayrılığına ve demokratik değerlere büyük zararlar vermiştir.
    Sadece bir siyasi güç meselesi olarak değil ama aynı zamanda insanların zihniyetleri için ideolojik ve çok sert bir iç savaşı yürütüyor.
    Yıllar boyunca inşa edilen tüm değerleri hızlı bir şekilde yıkıyor.
    Hiçbir sivil toplumun taşıyıcısı  bu durumu engelleyemiyor…
    Erdoğan’ın önyargılarıyla yürütülen Türkiye dış politikası ise artık açık açık uluslararası dengeleri alt üst ediyor…
    Batı’dan gelen eleştirilere misliyle mukabele gibi olumsuz bir diplomatik tutum Türkiye dış politikasını belirleyen en önemli unsur olmuştur…
     
    *
    Şimdi Erdoğan “Haksız Rekabet Hukuku”nun daniskasını tüm aleme gösteriyor.

    “Herkesi kör, âlemi sersem sayıyor” ve  OHAL şartlarında erken seçimlere gidiliyor…

    7. 5. 2018
  • KIBRIS’ TA  TÜRKİYE ETKİNLİĞİNİ SONA ERDİRME HAMLESİ

    KIBRIS’ TA  TÜRKİYE ETKİNLİĞİNİ SONA ERDİRME HAMLESİ

    Türkiye kamuoyu yaklaşan seçimlerle meşgulken Kıbrıs’ta bazı gelişmeler dikkatlerden kaçıyor.
    Bir kaç gün önce KKTC Cumhurbaşkanı M.Akıncı,  Rum lider N. Anastasiadis’i, 
    28 Haziran -7 Temmuz 2017’de BM tarafından İsviçre/ Crans Montana’da yapılan Kıbrıs Konferansı’nda taraflara sunulan Gutarres Planı’nı kabul etmeye çağırmıştır…
     
    *
    Kıbrıs sorununun çözümü yolunda Mayıs 2015’te yeniden başlayan toplumlararası müzakerelerin bir devamı olarak Crans Montana’da,
    Kıbrıs Türk ve Rum kesimleri ile üç garantör ülke Türkiye, Yunanistan, Birleşik Krallık ve AB temsilcileri;
    İlk kez  ” Garantiler ve Ülke Güvenliği ” konusu ile birlikte  Yönetim ve Güç Paylaşımı: Ekonomi ve AB ile ilişkiler: Mülkiyet: Harita ve Yüzdelikler: Toprak ve Güvenlikler başlıklarını ele almışlardı.
     
    *
    BM Genel Sekreteri  A. Gutarres’in hazırladığı plan doğrultusunda yürütülen müzakerelerde,
    Katılımcılar; bilhassa “Garantiler ve  Ülke Güvenliği” başlıklarının her iki toplum için de hayati öneme sahip olduğu,
    Kaydedilecek ilerlemenin, kapsamlı bir çözüm ve gelecekte her iki toplum arasında güvenin oluşturulması yönünde kritik öneme sahip olduğunda hemfikirdiler…
     
    *
    Ancak Konferans sırasında taraflara sunulan  Gutarres Planı’nında “Garantiler ve Ülke Güvenliği ” başlığının;
    “Müdahale hakkının geçerli kalacağı bir sistem sürdürülebilir değildir.
    Garanti Anlaşmalarının kapsadığı alanların yerini, iki tarafça üzerinde mutabık kalınan ve çeşitli boyutları içeren yeterli uygulamayı izleme mekanizmaları alabilir.
    Bunların bazılarına garantör güçler de katılabilir.
    Güvenlik Sistemi her iki toplumun da Birleşik Kıbrıs’ta kendisini güvende hissetmesini temin etmeli ve bir tarafın güvenliği diğerinin güvenliği pahasına olmamalıdır.
    Asker konusu Garanti Anlaşmasından farklı bir konudur ve farklı bir formatta ele alınmalıdır” biçiminde olduğu görüldü.
     
    *
    Birleşik Krallık, İngiltere, Yunanistan, Kıbrıs Rum kesimi ve AB  işbu  plandaki ” Garantiler ve Ülke Güvenliği” başlığını;
    1- Kıbrıs için Avrupa hukuku ve ilkelerine, AB müktesebatına, tüm Kıbrıslıların insan haklarına ve temel özgürlüklerine saygılı olan istikrarlı ve yaşayabilir bir çözüm bulunması,
    2- Kıbrıs vatandaşlarının güvenliğinin ve Kıbrıs sorunun çözümünün sadece AB tarafından garantiye alınması, 
    3- Başarı için gerekli olan ön koşulun yabancı askerlere ihtiyaç olmayacak, Kıbrıs’ın ve vatandaşlarının güvenliği ve bağımsızlığının sağlanması için üçüncü ülkelere ihtiyaç duyulmayacak bir çözüm olarak ele aldılar.
     
    Türkiye ve Kıbrıs Türk Tarafı ise;
    1960 Ankara Anlaşması’nın; Kıbrıs’ta Türklerin siyasi eşitliğini, idareye etkin katılımını, aynı toplumsal statülerle hak ve özgürlüklerini, Lozan Anlaşması çerçevesinde Türk-Yunan dengesini, Yunanlı olduğunu iddia eden Rumlarla Türkler arasında bir ortaklık devleti olan Kıbrıs Cumhuriyeti’ni garantilediğini,
    Türkiye, Birleşik Krallık ve Yunanistan’ın garantör ülkeler olduğunu,
    Crans- Montana konferansında  Ankara Anlaşmasının sömürge dönemi kalıntısı olarak kabul edilmesine  razı olmayacaklarını ileri sürdüler.
     
    *
    Çünkü Garanti Anlaşması’nın 1.maddesi; “Kıbrıs Cumhuriyeti herhangi bir devletle tamamen veya kısmen herhangi bir siyasi veya iktisadi birliğe katılmamayı taahhüt eder.
    Bu itibarla uluslararası tanınmışlıklarını kullanarak avantaj elde etmek için taraflar kendi egemenliğini kabul ettirme konusunda direnemez.
    Herhangi bir diğer devletle birleşmeyi veya adanın taksimini doğrudan doğruya veya dolaylı olarak teşvik edecek her nevi hareketi yasak ilan eder” biçimindedir.
     
    *
    Çünkü Rumlar egemenliklerini kabul ettirmek için 1963 Akritas Planı’nda direnmektedir.
    Bu plan Türklerin Rum egemenliği kabul etmesi ve Kıbrıs sorununun ortadan kalkması anlamındadır.
    Rumlar, bu planla Türkleri zayıflatmayı ve Kıbrıs’ın Yunanistan’a birleştirilmesini yani ENOSİS’i amaçlamakta,
    Bu amaçta direnmeleri yüzünden 1968’den beri ortak devlet, toprak, mülkiyet hakları ve askeri düzenlemelerle ilgili uzlaşmalar sağlanamamaktadır.
     
    *
    Çünkü 1974’te Kıbrıs Cumhuriyeti Albaylar Cuntasından kaçan Yunanlıların sığınağı olmuştu.
    ABD Dışişleri Bakanı H.Kissinger; Atina’nın Lefkoşa’da bir darbe yapmasını, Ankara’nın ise darbeye karşı çıkma iddiasıyla adanın bir bölümüne asker çıkarmasını planladı.
    O günden beri Kıbrıs’ın Kuzeyinde Türkiye himayesinde KKTC ve Türk birlikleri bulunuyor…
    2004’ten beri İsviçre modeli, federal bir yönetim altında adanın yeniden birleşmesi amacıyla barış müzakereleri yürütülüyor…
    Ama 2004’te Rumlar; BM ve AB’de Kıbrıs’ın yasal hükümeti ve temsilcisi olduklarını kabul ettirmişlerdir.
    Böylece Türkler azınlık konumuna itilmiş, Kıbrıs adına Kıbrıs Rum Yönetimi AB’ye katılmıştır.
    O gün bugün, Rum Yönetimi Kıbrıs Cumhuriyetini kendilerinin temsil ettiği iddiasındadır…
     
    *
    Crans Montana’da Türk ve Rum kesimleri arasındaki farklı düşünce yapısı,
    1974’te ortaya çıkan durumun nasıl algılanması gerektiğindeki görüşler arasındaki tezatlar nedeniyle, 
    Yönetim ve Güç Paylaşımı: Ekonomi ve AB ile ilişkiler: Mülkiyet: Harita ve Yüzdelikler: Toprak ve Güvenlikler başlıklarında da farklılıklar göstermiştir.
     
    *
    Mesela;
    1- Kişisel mülkiyet hakkının tanınması kuzeydeki Türk çoğunluğunun garanti altına alınmasıdır. 
    2- Ne ki bir çok gelişme Kıbrıs konusunda tartışmayı siyasi mülkiyetler noktasında düğümlemiştir. 
     
    *
    Siyasi mülkiyetler konusunda  tartışılmaya değer bir çok konu bulunuyor:
    1-  Kıbrıs; ABD ve Rusya’nın Stratejik Silahların Sınırlandırılması Anlaşmalarında karşı karşıya geldiği bir adadır.
    NATO’nun Stratejik Konsept Belgesinin omurgasını oluşturan füze savunma araçlarının Kıbrıs’ta konuşlandırma yerleri, imha araçlarının hızı ve sayısı, konum algılama sistemleri gibi başlıklar küresel ortaklaşmaya yönelik askeri güç dengesinde büyük önem arzediyor…
    2- Halbuki Türkiye, NATO Stratejik Konsept Belgesinde “AB üyesi olmayan NATO ülkesi” olarak anılıyor ve bu durum NATO’da sorun teşkil ediyor…
    Çünkü Türkiye, NATO’nun AB üyesi olmayan bir müttefiki olarak Avrupa güvenliğine katkısı için öncelikle Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikasına dahil edilmesi gerektiğini savunuyor.
    Fakat AB üyesi Kıbrıs Rum Yönetimi Türkiye’nin Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikasına girmesini, bu durumda Türkiye de Kıbrıs’ın NATO’ya girmesini engelliyor…
    Bu karmaşa, ancak Kıbrıs Türk ve Rum kesimlerinin birleşme şartlarında anlaşmaları ve “Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti”nin  NATO’ya ve Türkiye’nin de Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikasına üye olmasıyla adil biçimde çözülebilecektir…
    3-Kıbrıs sorununda, Doğu Akdeniz ve Mısır’da bulunan hidrokarbon kaynakları da  katalizör bir güç olarak devrededir.
    Yunanistan,  Kıbrıs Rum kesimi  ve İsrail  doğalgazı Avrupa’ya ulaştırmak için AB ile görüşmelerden geçmiş ve ortak çalışmaların ileri götürülmesi konusunda anlaşma sağlamıştır.
    İsrail’in doğalgazını dünyaya satabilmesi için ya Türkiye gibi komşu ülkelerin mevcut  boru hatlarını kullanması,
    Ya da İsrail, Güney Kıbrıs, Mısır ve Yunanistan’ın offshore sahalarının bağlanmasıyla oluşturulacak Doğu Akdeniz Boru Hattı ile gazın Yunanistan üzerinden diğer Güney Avrupa ülkelerine ulaştırılması öngörülüyor.
    Türkiye ve KKTC ise aralarındaki Kıta Sahanlığını Sınırlandırma Anlaşması’yla, Kıbrıs’ın karasularında ve münhasır ekonomik bölgesindeki egemenlik haklarıyla benzer arama çalışmaları yapabilecekleri ve Ada’nın birleşmemesi halinde bir kesimin adanın tümünü temsil ediyormuş gibi görülmesinin Avrupa değerlerine aykırı olduğu tezinde duruyor.
    *
    Bu ve diğer farklılıklar çerçevesinde Yunanistan Başbakanı A.Çipras herşeyi çözen, herkesin kendisini güvende hissedeceği bir sihirli formül ile Türkiye dışında diğerlerini ikna etmiştir.
    “Kıbrıs’ta garantilere ve garantörlere gerek yok, bunlar artık çağdışıdır” diyor…
     
    *
    Bu yüzden Rumlar, KKTC’den; “Müzakerelerin zeminini AB ilke ve değerleri belirlemelidir.
    Kıbrıs Cumhuriyeti AB’ye bütün olarak katıldı, müktesebatın Kuzey kesimde uygulaması ertelendi. 
    10. protokole göre Anayasa tasfiye edilerek değil ama değiştirilerek işgal altındaki bölgelerin Kıbrıs Cumhuriyeti çerçevesine entegrasyonu söz konusu olmalıdır” ilkesine riayet etmesini,
    KKTC’nin Kıbrıs Cumhuriyeti’ne entegrasyonunun hukuki ve siyasi yönlerini, dönüşümü ve müteakip devletler sorununu düşünmesinin gereklerini istiyor. 
     
    *
    Nitekim Rumlar, sorunlar çetrefilleşince toptancı bir yaklaşımla siyasi mülkiyet konusunu “Türkiye’nin Kıbrıs’ta İşgalci” olduğu noktasına taşımıştır.
    Türkiye’nin Ada’daki 40 bin askerini geri çekmesi: Türkiye’den gelip adaya yerleşenlerin geri dönmesi : Toprak değişikliklerinin yapılabilmesi, konularında;
    Türkiye’ye daha fazla baskı yapılması için garantörlük konusunu uluslararası alanda askıya aldırma çabasını sürdürmekte,
    Garantörlükle ilgili alternatif senaryoların önünün açılmasını talep etmektedirler. 
     
    Crans- Montana’da garantörlük sistemi yerine Türkiye’ye kabul edilmesi gereken bir geçiş dönemi,
    Kıbrıslı Rum ve Türklerin güvenliğine yönelik herhangi bir tehditi caydırmak ya da gidermek amacıyla kurulmuş  çok uluslu bir polis gücü önerilmiş,
    Ayrıca üç ülkenin gelecekteki ilişkilerinde sağlam bir temel oluşturan “Yunanistan, Türkiye ve Kıbrıs arasında üçlü bir Dostluk Paktı kurulmasını teklif edilmiştir.
     
    *
    Rum lider N.Anastasiadis o günden beri bu teklife sıcak bakıyor ancak Ada’da konuşlanacak askerlerin Türkiye veya Yunanistan’dan değil üçüncü ülkelerden olmasını öneriyor.
    Birleşik Krallık ise Kıbrıs’ta bir anlaşma durumunda adadaki garantörlük haklarından vazgeçmeye hazır olduğunu bildirmiştir.
    Ama Crans-Montana konferansından beri Türkiye’nin 1960 Ankara Anlaşmasına sadık kalmıştır…


    *

    KKTC Cumhurbaşkanı M.Akıncı ise “Türkiye’yi tamamen dışlayarak bir garanti sistemi oluşturmanın ve Kıbrıslı Türklerin bunu kendileri için güvence olarak görmelerini beklemenin mümkün olmadığı, 
    Ama  kimse 1960’daki şartların aynen geçerli olduğunu söylemiyor. Eskiden noktası virgülü değişmez deniyordu, bu çağda bunu diyemezsiniz.
    Haklarınızı gözetip endişelerinizi giderecek yeni formüller, yeni düşünceler üretmelisiniz” düşüncesindedir…
     
    *
    Aslında Türkiye’nin Kıbrıs üzerine tarihsel hakları bir yana Cumhurbaşkanı M. Akıncı’nın teklif ettiği, “Garantör ülkeler Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’den oluşan çok uluslu bir güç oluşturulması planı”;
    1- Ankara Anlaşmasıyla kazanılan Kıbrıs’ta Türklerin siyasi eşitliğinden idareye etkin katılımından ve aynı toplumsal statülerle hak ve özgürlüklerinden ve garantörlükten feragat etmesi: mülkiyet: toprak gibi konularda zarara uğranması,
    2- Lozan Anlaşması çerçevesinde Türk-Yunan dengesinin bozulması,
    3- Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin AB’ye “Kıbrıs Adası ” olarak girmesi hâlâ tartışmalı bir konu iken, Türkiye’nin “Kıbrıs’ın karasularındaki ve münhasır ekonomik bölgesindeki egemenlik haklarından” da vazgeçmesi anlamına geliyor…
     
    *
    Çok dikkat gerekiyor, çünkü Türkiye’nin etkin ve fiili garantisinden vazgeçmek Türkiye ve KKTC’nin, Türk ulusunun geleceğini, güvenliğini tehlikeye atmak demekti

    ​r.​


    Bu yüzden Türkiye’de iktidarın, muhalefetin, basının ve ilgili bütün kuruluşların  bu milli davada kararlı bir tutum sergilemesi, böyle hayati bir konuda ödün vermekten kaçınılmasını sağlamaları gerekiyor.
     
     
    5. 5. 2018
  • İSRAİL YAHUDİ DEVLETİ

    İSRAİL YAHUDİ DEVLETİ

    Kasım 1988’de Filistin Özerk Yönetimi feshedildi ve  Filistin Devleti ilan edildi.
    Birçok ülke tarafından tanınarak statüsünü güçlendirmeye başladı.
    BM’de konumunu güçlendirme başvurusu, Filistin halkının çoğunluğunun desteğini görmesine rağmen FKÖ tarafından kazanılmış hakların tehlikeye atılması endişesiyle Filistin toplumunda tartışmalara neden oldu.
    Uluslararası toplum ise İsrail’in barış sürecindeki performansı nedeniyle bu üyelik sürecini desteklemek ile iki devletli çözümün gerçekleşme imkânını koruma gerekçesiyle üyelik sürecine karşı çıkma arasında bölündü.
    Filistin BM’de gözlemci statüsüne sahip oldu ancak hâlâ coğrafi olarak İsrail işgali altındadır…

    *

    Filistin, İsrail-Filistin Barış görüşmelerinin yapıldığı sırada Cenevre Konvansiyonu’nun 14 uluslararası anlaşmasına katıldı.
    Böylece savaş kurallarını belirleyen Cenevre Anlaşması’nın “düşman toprağını işgal eden bir ülke o bölgede askeri bir yönetim kurarak orayı yönetemez” hükmünü işletme,
    Ve Batı Şeria’nın İsrail tarafından müstemleke statüsüne getirilmesine karşı uluslararası hukukî işlemleri başlatma gücüne erişti.
    Bir süre sonra iki devletli çözüm ekseninde direkt ve dolaylı barış görüşmelerinin tıkandığını açıkladı…

    *

    6 Aralık 2017’de  ABD Başkanı D.Trump, Kudüs’ü İsrail Devleti’ nin başkenti olarak tanıdı.
    3 Nisan’da İsrail’in İran’a karşı oluşturduğu Sünni ekseninin lideri Suudi Arabistan lideri Veliaht Prens M. bin Selman, İsrail’in kendi topraklarına sahip olma hakları olduğunu açıkladı.
    14 Nisan’da ABD, Birleşik Krallık ve Fransa bir askeri operasyonla  Suriye’de Beşar Esad’ın sözde kimyasal silah potansiyelinin altyapısını vurdu; böylece ABD koalisyonu Kuzey Suriye’ye kaşla göz arasında bir koridor oluşturdu ve bölgeye NATO’yu getirdi…
    ABD ve bir çok ülkenin petrol şirketi de  Kuzey Irak Kürdistan Bölgesini şirketlerin uluslararası hukuka aidiyeti üzerinden Kuzey Suriye’de yeni oluşan koridora bağlanmış gibi bir tablo oluştu.
    Koridorun yararı öncelikle İsrail içindir.
    30 Nisan’da İsrail Başbakanı B. Netanyahu, 12 Mayıs’ ta İran’ın nükleer anlaşmasıyla ilgili ‘devam mı-tamam mı’ kararını verecek olan Başkan Trump’ı etkilemek üzere,
    ” İran’ın yalan söylediğini, İran’ın nükleer silah programıyla ilgili gizli arşivindeki 100 bin belgenin kopyalarını ele geçirdiklerini ” iddia etti.
    İran Savunma Bakanı E. Hatemi, İsrail’i provakatif eylemler yapmakla suçladı, “İran’ın karşılığı sürpriz bir biçimde olacak ve sizi pişman edecek” dedi.

    *

    Ve 1 Mayıs’ ta İsrail Parlamentosu, ” İsrail’ in kimliğini Yahudi halkının ulusal devleti ” şeklinde tanımlayan milliyetçi yasa tasarısının özel komisyona gönderilmesini onadı.
    Tasarı lâik kanunların çıkış noktasını Yahudi prensiplerine bağlıyor : Kudüs, İsrail’ in baskentidir :  Resmi dil İbranice :  Ülkenin ulusal bayramları ile Yahudi dini bayramları arasındaki fark kaldırılıyor : Dünya Yahudilerine arzu ettiklerinde İsrailli olma hakkını veren Geri Dönüş Kanunu’nu teyit ediyor…

    *
    Tasarı, İsrail’i farklı yapan her ideoloji, her siyasi duruş ve her dini anlayışın kendisini bir diğerine karşı değerlendirmesi özelliği ile;
    Mesela, Yahudi Milliyetçiliği anlamında Siyonizm ideolojisine kiminin dini yaklaşımları, kiminin Yahudiliği bir kültür olarak kabul etmesi, kiminin  Yahudiliğin teolojik boyutuyla ilgilenmemesi yüzünden tek başına İsrail içindeki milliyetçi akımları tanımlamakta eksik kalması ve daha  bir çok algıda farklılıklar nedeniyle uzun zamandır tartışılıyordu.

    *

    Muhalif sol kanat siyasetçiler, Sünni- Şii- Yahudi geriliminin yüksek olduğu şu sırada  “Yahudilerin Ulus Devleti” tartışmasının gündeme alınmasının,
    İsrail toplumunun değişik kesimleri arasında varolan uçurumu derinleştireceğini,
    Tasarıyı hazırlayan iktidar ise yeni kanunun İsrail’in Yahudi karakterini kuvvetlendireceğini iddia ediyordu.

    *
    İsrail’li Araplar, Yahudi Devleti ilan edilmesi durumunda  kendilerine ayrımcılık uygulanacağı endişesindeydi.
    Filistinli muhalifler tasarıyı, topraklarından edilmiş Filistinlilerin eve dönüş hakkını engelleme yolunda atılmış bir adım olarak görüyordu.
    HAMAS ise siyonist İsrail rejiminin Yahudi devleti olarak tanınması konusunda  İslam dünyasına  oyuna gelmemeleri çağrısında bulunuyordu…

    *

    İsrail’in kurulduğundan beri 8 savaş, sayısız anlaşma, ateşkesler ve barış girişimleri,
    Özellikle 1967 Altı Gün Savaşında ele geçirdiği Suriye’den Golan Tepeleri, Ürdün’den Batı Şeria ve Doğu Kudüs de devam ettirdiği işgal ve işgal altında tuttuğu Filistinlilere karşı merhametsiz tavrı ve yayılmacı politikası ile komşu ülkelerle ilişkilerinin;
    Şimdi Yahudi Devleti kimliği statüsüyle  Sünni-Şii -Yahudi gerilimine nasıl yansıyacağı konusunda endişe veriyor.

    *

    Çünkü İsrail’in kuşatan “Politik İslami Sistemde” takdim edilen İslam’ın bir barış dini olduğu efsanesi son bulmuştur.
    Artık herkes Müslüman Kardeşlerin, HAMAS’ın ve bir çok İslamcı terör örgütünün “kafirleri öldürüp dünyaya İslamı empoze etmeyi hedeflediğini”,
    Bu çerçevede, mesela HAMAS’ın dünyadaki en son Yahudiyi öldürüp bir İslam devleti kurmaya çalışan “İslam Tugayları” nın bir bölüğü olduğunu biliyor.

    *

    Bunlara rağmen İsrail; Gazze’ye yaptığı saldırılardan sonra halktan destek gören HAMAS yönetiminin Filistinliler arasında prestijinin yükselmesini,
    Ve Mahmud Abbas’ın göze çarpmayan pozisyonu yüzünden Filistin Devleti’nin mevzi kaybetmesini  fırsat olarak kurguluyor.
    Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak ilanı da benzer düşüncenin ürünüdür.
    HAMAS’ın mevzilerini sağlamlaştırması karşılığında Filistin saflarında yeni ayrışmalara ve M.Abbas’ın ikinci plana itme çabasında bulunuluyor.
    Uluslararası terör listelerinde yeralan HAMAS’a karşı mücadele görüntüsüyle Filistin liderlerine karşı operasyonlar düzenlemeyi,
    Bu suretle sıkışan Filistin-İsrail görüşmelerinin ve İsrail’in bir Yahudi Devleti olarak tanınmasının önünün açılmasına çalışılıyor.
    Filistin’e uygulanan ağır ekonomik yaptırımlarda işin cabasıdır…

    *

    Yaptırımlara uğratılan Rusya, İran ve Suriye’de Beşar Esad rejimi mütemadiyen sıratta tutuluyor.
    Suriye süratle istikrarsızlaştırılıyor, zayıflamasından medet umuluyor.
    ABD ordusu Suriye’yi  Akdeniz ve Irak’tan göz altında tutuyor.
    ABD-İsrail ile İran-Rusya arasındaki gerilim had safhaya yükselmiştir ama hiç kimse bir nükleer savaşı göze alamıyor…
    Rusya ve İran hergün kaybediyor…
    Türkiye: ABD’nin  Kuzey Suriye ve Kuzey Irak’ta oluşturduğu koridoru, Rusya ve İran’ın yedekçisi olarak Afrin’de kilitliyor, başı büyük beladadır…

    *

    İsrail bir Yahudi Devleti olarak filizleniyor…

    3. 5. 2018

  • GERİLİM

    GERİLİM

    ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, ilk yurtdışı temasları için Riyad, Telaviv ve Amman’ daydı.
    28 Nisan Cumartesi günü, Ortadoğu temaslarının ilk durağı Riyad’ta ortak basın toplantısında,
    “​İran’ın hiçbir zaman nükleer silah sahibi olma​yacağından​ emin olma​k karar​lılığındayız.​ İran mevcut haliyle bu güvenceyi sağlayamaz” dedi.
    O sırada Suudi Arabistan Hava Kuvvetleri, Yemen başkenti Sana’da İçişleri Bakanlığı yerleşkesini bombalıyordu.
    Suudilerin İran yanlısı Husi liderlerin gizli toplantısının nerede, ne zaman olacağına dair kesin istihbarata sahip olması şaşkınlık yarattı!

    *

    Pompeo, Pazar günü Tel Aviv’deydi.
    İran’ın füze sistemlerine, Hizbullah’a verdiği desteğe, Suriye’ye taşıdığı 80 bin Şii savaşçısına değindi.
    ​”​A​BD, İsrail’in kendisini savunma hakkını güçlü şekilde destekliyor. İran’ın verdiği zararları önlemeyi taahhüt ediyor”  dedi…

    *

    Temaslar sürerken, Rusya güçleriyle destekli Suriye Ordusu’nun  Fırat’ın doğusundaki bölgeye girdiği,
    ABD destekli YPG’nin de içinde yer aldığı Demokratik Suriye Güçleri’nin elinden bazı yerleşimleri aldığı bilgisi geldi.​​
    ​Suriye Ordusu’nun ​Doğu Suriye’deki  ABD nüfuz alanı​na​ düzenlediği operasyon;
    ABD’nin İran’ın Suriye’ye giriş için bir koridor kurmasının önüne geçmesini önlemek üzere Rusya ile ihtilafta olduğu bölgeye müdahale anlamına geliyordu.

    *

    ABD ve İsrail vakit geçirmeden misillemede bulundular.
    Önce ABD destekli Demokratik Suriye Güçleri bölgedeki Suriye askerlerini geri püskürttü ve ordunun ele geçirdiği köyleri geri aldı.
    Sonra İsrail, Suriye’nin Hama ve Halep kentlerinde  İran destekli güçlerin kullandığı bir dizi askeri üsse saldırdı ve ağır kayıplar verdirdi.

    *

    Rusya destekli Suriye ordusunun, ABD destekli Demokratik Suriye Güçleri tarafından Fırat’ın doğusundan püskürtülmesi,
    İsrail’in İran destekli güçlerin kullandığı askeri üsleri vurması;
    İsrail’in Suriye’deki güvenliğini tehdit eden unsurların tasfiyesi operasyonlarında  ABD’nin kararlılığı olarak algılandı…

    *.

    Daha öncede Rusya, İran ve Suriye Fırat’ı geçme girişimlerinde bulundu.
    Geçen yıl böyle bir girişim ABD güçlerinin Rus kuvvetlerine verdiği ağır kayıplarla bastırıldı.
    Aynı koalisyon 10 Şubat’ta tekrar  Fırat’ı geçmeyi deneyince yine ABD hava kuvvetleri tarafından geri püskürtüldü.

    *

    Ama Rusya, özellikle 14 Nisan’da ABD, Birleşik Krallık ve Fransa’nın bir askeri operasyonla,
    Suriye’de Beşar Esad’ın sözde bir çok mahaldeki kimyasal silah potansiyelinin altyapısını vurmasından beri çok içerlemiştir.
    Nitekim İran ve Hizbullah ile birlikte bu eylemin “sonuçsuz” bırakılmayacağını açıklamıştır.

    *

    Bu noktada ABD; Moskova’nın Tahran’la olan bağlarını güçlendirmek için hızlı şekilde harekete geçtiğini,
    ABD ve müttefikleriyle  yüzleşmek üzere sessizce hazırlanmakta olduğunu düşünüyor.
    İran; Fırat’ın doğusunun çok önemli bir alan olduğunu, bu bölgeyi kurtarmak ve işgalci Amerikalıları sınır dışı etmek için büyük adımlar atılması gerektiğine ilişkin bağlılığını ilan ederken,
    Rusya; ağır Rus stratejik bombardıman uçaklarını İran’daki hava üslerine dağıtmış, böylece Suriye ve Irak’a uçuş süresini kısaltmıştır.
    Bir taraftan da Esad ordusunu güçlü S300 Hava Savunma sistemleri ve yeni askeri teçhizatlarla donatmaktadır.

    *

    Mike  Pompeo Tel Aviv’de açıklamalarına devam ediyor…
    ABD’nin Suriye’den çekilmesini önlemek amacıyla bazı Batı ülkelerinin İran’ın P5+1 ülkeleriyle yaptığı Müşterek Anlaşılabilir Faaliyet Planı’nı (JCPOA)  desteklediğini,
    Ama öncelikle  Plan’da  önemli  düzeltmelerin yapılmasının gerekli olduğunu söylüyor.

    *

    En önemli sakıncanın Kuzey Kore lideri Kim Jong- un ile üst düzey görüşmelerde gelinen noktada,
    Pyombyang’ın nükleer  programından vazgeçmek üzere olduğu bu sırada;
    Sertlik yanlısı bazı revizyonist ülkelerin İran’ın nükleer programının hızla ilerlemesine kredi açabileceklerinin öngörüldüğünü,
    Eğer JCPOA, Trump yönetimine İran’ın nükleer bir silah geliştirmeyeceği​ ​konusunda yeterli ​​güvence​ sağlamazsa,
    ​12 Mayıs’ta İran’la yapılmış anlaşma​nın​ ​engelleneceğine işaret ediyor…

    *

    Bu sırada ABD; Fransa ve İngiltere üzerinden Kuzey Suriye’de bir koridor oluşturmuş ve bölgeye NATO’yu getirmiştir.
    ABD ve bir çok ülkenin 30’dan fazla petrol şirketi de  Kuzey Irak Kürdistan Bölgesini şirketlerin uluslararası hukuka aidiyeti üzerinden Kuzey Suriye’de yeni oluşan koridora bağlıyor.
    Irak ve Suriye’nin kuzeyinde Kürt tabanı üzerinde bir çokuluslu şirketler devleti oluşuyor…

    *
    Yaptırımlara uğratılan Rusya ve Suriye’de Beşar Esad rejimi ve İran nükleer anlaşması sıratta tutularak Ortadoğu süratle istikrarsızlaştırılıyor.
    ABD ordusu istikrarsızlığa yöneltilen Ortadoğu’yu  Akdeniz ve Irak’ta göz altında tutmaya yönelmiş bulunuyor.
    ABD-İsrail ile İran-Rusya arasındaki gerilim had safhaya yükselmiş bulunuyor.

    *
    Ortadoğu’da bunca hareketin ortasında R.T.Erdoğan’ın İslamcı  ideolojisi doğrultusunda Suriye ve Irak topraklarında genişleyen ve hiç bitmeyen savaşı ise,
    24 Haziran erken seçimleri yüzünden sessizliğe bürünmüştür.
    Burada Erdoğan, Suriye ve Irak’taki Kürtlerin  İŞİD terör örgütü ile mücadele eden ABD koalisyonu ile ilişkisinde Rusya ve İran’ın yanında,
    Ama Suriye’de Esad rejimine karşı sürdürdüğü ilişkide ABD ile birliktedir…

    *
    Bu konum ABD, İsrail ve Rusya, İran karşıtlığını rahatsız etse de  iki taraftan da bir ses gelmiyor!
    Elbertte İsrail İran gerginliğine daha çok önem veriliyor.
    Ama Türkiye seçim sonuçlarının farklı etnik ve dini kökenlerden gelen insanları bir arada yaşatmak için Türkiye’yi normalleştireceği,
    Bu coğrafyada demokratik gelişimiyle Türkiye’ye olan ihtiyacı ortaya çıkaracağı,
    Türkiye’nin NATO’ da çok daha spesifik görevler üstleneceği,
    Bu yüzden tarafların Türkiye’deki seçimlere saygı gösterdiği ve sessiz kaldıkları söylencesi çok manidardır…

    1. 5. 2018

  • KÜRDİSTAN’ DA ÇOKULUSLU ŞİRKETLER DEVLETİ’ NE DOĞRU

    KÜRDİSTAN’ DA ÇOKULUSLU ŞİRKETLER DEVLETİ’ NE DOĞRU

    14 Nisan’da ABD, Birleşik Krallık ve Fransa; Rusya ve İran’ın teminatındaki Suriye’de Beşar Esad’ın sözde kimyasal silah potansiyelinin altyapısını vurdular.
    Aslında  birlikte Kuzey Suriye’de bir koridor oluşturdular ve bölgeye NATO’yu getirdiler…
    Fransa; Suriye petrolü, gazı ve taşımacılığı  için TOTAL SA şirketini, İngiltere; British Petroleum  şirketini, ABD ise ExxonMobil şirketini Kuzey Suriye’ye taşıdı.
    Şimdi ABD yönetimi askeri gücünü bölgeden çekmenin öncesinde Kuzey Suriye’ye yerleşen  NATO gücünü Suudi Arabistan, Mısır gibi Sünni Arap askeri güçleriyle pekiştirmeye çaba harcıyor…

    *

    Benzeri bir sonuç daha önce Kuzey Irak Kürdistan Bölgesinde yaşandı…
    Kürdistan Bölgesi’nin yüzölçümü 78 bin 836 kilometrekaredir ve bunun 41 bin 597 kilometrekaresi yani Kürdistan Bölgesi topraklarının yüzde 53’ü yabancı petrol şirketlerince satın alınmış bulunuyor.
    Böylece Kürdistan Bölgesi hükümetinin kendi topraklarından çıkarılan petroldeki hissesi yüzde 20, petrol şirketlerinin payı ise yüzde 80 olmuştur.
    Bugün Kuzey Irak’ta Türkiye dahil, ABD, İngiltere, Kanada, Norveç, BAE, Çin, Hindistan, Güney Kore, Fransa, Macaristan, Moldova, Avusturya, Kıbrıs, Avusturalya gibi ülkelerin enerji, petrol ve gaz, inşaat, taahhüt altyapı firmaları bulunuyor.
    Otuzdan fazla uluslararası petrol ve gaz firması, mesela  Çin’in Sinopec, Güney Kore Addax Petroleum, Kanada’nın Talisman, Norveç’in DNO, İngiliz Sterling Energy, Türkiye’den Genel Energy  zengin yatakların olduğu sahalardaki faaliyetlerini dünya pazarlarına arz ediyor…

    *
    Bu neo-liberalizmin yeni hayat tarzını ulus devletlerin ötesinde dizayn etmekte oluşunun tipik bir örneğidir.
    Ülkeler uluslararası şirketler üzerinden uluslararası hukuka dahil oluyor.
    Bir diğer deyişle Irak ve Suriye’de Kürt tabanı üzerinde  bir çokuluslu şirketler devleti oluşuyor…

    *

    Bir taraftan da Suriye iç savaşının patlak vermesinden yedi yıl sonra barış için yoğun görüşmeler, müzakereler yapılıyor.
    BM destekli Cenevre uluslararası barış süreci sonuç vermemiştir.
    Ama Suriye’de  Rusya, Türkiye, İran ve NATO nüfuz alanları oluşturmuş, her biri barış  sürecini egemen oldukları topraklarda yönetir hale gelmiştir.
    Bu tabloda  AB Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini, Brüksel’de “Suriye’nin ve bölgenin geleceğini desteklemek” konusunda, 57 ülkeden temsilcinin katıldığı yeni bir siyasi  süreci yürütüyor.
    Mogherini, AB’nin bu güne kadar  Suriye’ye 11 milyar dolar harcadığını, şimdi Suriye’nin yeniden yapılanması için 9 milyar dolarlık bir yardıma daha ihtiyaç olduğunu söylüyor.
    Ne ki, Suriye’nin gitmekte olduğu istikametin farkında olan bağışçılar,  bağışta bulunmayı ” Rusya ve İran’ın Şam’a baskı yapması, böylece Suriye’nin BM’nin himayesinde masaya oturmayı kabul etmesi ” şartına bağlamışlardır.
    Ama bu şart Astana üçlüsü Rusya, İran ve Türkiye’nin Suriye krizinin çözümüne yönelik “Suriye Hükümeti, BM çerçevesini kabul edecek ancak BM’nin ya da başka bir ülkenin siyasi diyaloğa müdahale etme ya da taraflara çözümler getirme girişimlerini kabul etmeyecektir” şartını dışlıyor!

    *

    Çarşamba günü Fransa Cumhurbaşkanı E.Macron Washington’da​ Kongre’de yaptığı konuşmada​ Amerikalılara;
    ” Birlikte! Tarihimizi inkâr eden ve dünyayı bölen saldırgan milliyetçiliğin yükselişine direnebiliriz. ABD çok taraflılığın kurucusudur. Onu korumak ve yeniden istikrara kavuşmak için yardım etmek zorunda olan sizsiniz” diyor.
    Ama gerçeğin anı yaklaşmakta  ve Başkan D.Trump 12 Mayıs’ta İran’a, ABD yaptırımlarını askıya almak için yeni feragatname imzalayıp imzalamayacağına karar verme noktasındadır.
    Macron​’​un Washington​’​a yaptığı ziyaretin amacı Trump​’​ı  İran’la olan anlaşmadan uzaklaşmamaya ikna etmek​ ya da son tarihi erteleyecek şekilde değiştirmeye çalışmaktı.
    ​Doğrudan İran’a mesaj verdi​ ” İran bizi herhangi bir şekilde tehdit ederse, bedel öder “dedi.

    *

    Cuma günü, bu kez Beyaz Saray  Almanya Başbakanı A. Merkel’i ağırlıyordu.
    En önemli konulardan biri Trump’ın çekilmekle tehdit ettiği İran’la imzalanan nükleer anlaşmaydı.
    Başbakan Merkel 2015​’de imzalanan anlaşmanın İran​’​ın Ortadoğu’daki hedeflerine ulaşmasını engellemek için bir ​”​ilk adım​”​ olduğunu,
    Bu anlaşma üzerinden daha ileriye doğru yol alınabileceğini belirtti.​
    ​Başkan ​Trump​, Başbakan Merkel’in 12 Mayıs’a kadar mühlet verdiği İran nükleer anlaşmasından çekilmesi halinde​ ABD’nin İran​’​a karşı askeri bir güç kullanıp kullanmayacağı sorusuna yanıt ver​di; ​A​skeri seçenek konusunda bir yorumda bulunmayarak, “Onlar nükleer silah yapmayacaklar. Buna güvenebilirsiniz​”​ dedi​..​.

    ​*​

    D.Trump​, 12 Mayıs’a kadar karar vermek zorunda​dır.
    Yakın​ çevresi başkanın taleplerini karşılayan daha iyi bir alternatif sun​ul​madığı sürece anlaşmadan uzaklaşmaya kararlı olduğunu söyl​üyor.
    ​Anlaşmadan​ olası​ çekilme kararı​ İsrail’in​ Trump’ı alkışl​amasına yol açıyor…
    Ama  AB enerji politikalarında dış güçlere muhtaçtır, bu yüzden Başkan Trump, böyle bir kararı alması durumunda ABD ile AB arasındaki krizin derinleşeceği konusunda da uyarılıyor…

    *

    26 Nisan Perşembe günü ABD Savunma Bakanı James Mattis Kongre’de konuşuyor.
    “Şu anda ABD askerlerini Suriye’den çekmiyoruz. Askeri operasyonlarımızı Irak ve Akdeniz’e taşıyacağız  Sınırın Irak tarafındaki operasyonların arttığını göreceksiniz. İki haftadır bu bölgede Fransızlar, özel kuvvetleriyle bizi güçlendirdiler “diyor.
    Mattis’in​ bu ifadesi​, İsrail ile İran arasında Suriye’de askeri çatışmaların giderek artacağına​ olan düşüncenin bir sonucudur.
    ​”​Bence Suriye’de bu çok muhtemeldir, çünkü İran Hizbullah aracılığıyla vekaleten çalışmalarını sürdürmektedir​” diyor.
    Bu temelde ABD’nin Suriye’deki varlığını genişletmek ve güçlendirmek amacında olmadığını ama artık hem İsrail’in İran füzelerinin gelmesini beklemeyeceğini ve İran’ı geri çekeceğini,
    Hem de ABD’nin Irak ve Akdeniz’de caydırıcı bir görev ifa edeceğine işaret ediyor…

    *

    ABD; Suriye ve Irak’ta Kürt tabanı üzerinde  bir çokuluslu şirketler devletinin temelini atmıştır.
    O sırada yalnızlığa terkedilen, yaptırımlara uğratılan Suriye’de Beşar Esad rejimi ve İran nükleer anlaşması sıratta tutularak Ortadoğu süratle istikrarsızlaştırılıyor.
    ABD ordusu istikrarsızlığa yöneltilen Ortadoğu’yu  Akdeniz ve Irak’ta göz altında tutmaya yönelmiş bulunuyor.

    *

    Bu dengede en önemli husus; R.T.Erdoğan’ın İslamcı  ideolojisi doğrultusunda Suriye ve Irak topraklarında genişleyen ve hiç bitmeyen savaşıdır.
    Bugün Erdoğan, Suriye ve Irak’taki Kürtlerin  İŞİD terör örgütü ile mücadele eden ABD koalisyonu ile ilişkisinde Rusya ve İran’ın yanındadır.
    Ama Suriye’de Esad rejimine karşı sürdürdüğü ilişkide ABD ile birliktedir…
    Bu politika Erdoğan’ın hem iç hem de dış politikada üstelik 24 Haziran seçimlerindeki amansız açmazıdır…
    Çünkü Türkiye mutlaka farklı etnik ve dini kökenlerden gelen insanları bir arada yaşatmak için normalleşecektir…
    Çünkü Türk Halkının olduğu gibi ABD ve AB’nin de bölünmüşe değil bu coğrafyada demokrasinin beşiği olan Türkiye’ye ihtiyacı vardır…

    29. 4. 2018

  • KÜRT – TÜRK KARDEŞTİR

    KÜRT – TÜRK KARDEŞTİR

    Osmanlıcı ve Ümmetçi Erdoğan iktidarı, Kürtleri Güneydoğu’dan Suriye ve Irak topraklarına genişleyen hiç bitmeyen bir savaşının hedefi haline getirdi.
    1- Erdoğan Kuzey Irak Kürt Yönetimi sahasında ekonomik ilişkilerden örgütlediği İslami sermaye ile Kürtlerin Türkiye ekonomik ve siyasi kontaklarına bağlılılığından hareketle bağımsız Kürt Devletini pasifize edebileceği düşüncesini uyguladı.
    2- Ümmetin Birliği başlığında Türkiye Cumhuriyetinin yürürlükten kaldırdığı Osmanlı Mebusan Meclisi’nin Misak’ı Milli ilkeleri doğrultusunda,
    Suriye’de bir Sünni koridor üzerinde “bölgeyi kazanırsak petrolü ve Misak’ı Milli topraklarını da kazanırız” anlayışında saldırgan ve fetihçi  bir dış politika uyguladı.
    3- Yurt içinde terörle mücadele adına milyonlarca Kürt vatandaşın yaşadıkları köyleri, beldeleri ya da kentleri başlarına yıkarak ıslah etmeyi, bulundukları yerleri terk etmeye zorladı. Onların boşaltığı yerleşimleri çoğu sığınmacı kamplarında yaşayan ve Suriyeli cihatçılardan yana olduğu düşünülen Sünni Arap sığınmacılara vatandaşlık garantisiyle verdi.

    *

    Bugün Kürtler, Türkiye’de köşe başlarında başıboş dolaşan bilumum İslamcı terör örgütü mensuplarının ya da Erdoğan paramiliterlerinin namlusu önündedir.
    Yerleştikleri Batı Anadolu’nun il ve ilçelerinde mülki idarelere, aş evlerine, şevkat evlerine emanet ama onların kapılarında kuyruktadırlar.
    Suriyeli sığınmacılar ya da Kafkasya ve Orta Asya göçmenleriyle demografik değişime uğratılmanın korkusundadırlar.
    Her türden savaşın ve yeni çıkış arayışlarının muhatabıdırlar.
    Erdoğan’ın mütemadiyen yükselen paranoyasının ürettiği iç savaş dahil türlü felaket senaryosuyla kuşatılmış bir görünüm arzediyorlar.
    Sonuçta Türkiye; başta Kürtler olmak üzere kimsenin bir diğerine  ön şartsız güvenmediği bir süreçten geçiyor ve 24 Haziran seçimlerine gidiliyor…

    *

    Erdoğan hedefine yürüyüşünde, Kemalistleri ve Ulusalcıları nasıl pasifize edebilmişse,
    Kazanmaya yönelik mücadelesinde politikasını şimdilerde sadece Kürt düşmanlığına dayandırıyor.
    Zaten Erdoğan’ın ortağı MHP’de baştan beri Kürt bölücülüğü ve emek sınıfına karşı kurulmuş bir kontra yapıdır…

    *
    Ama  Erdoğan’ın Güneydoğu’dan Suriye ve Irak topraklarında genişleyen ve hiç bitmeyen savaşı artık tam anlamıyla trajikomik bir görünüm arz ediyor.
    Erdoğan, Suriye’deki Kürtlerin  İŞİD terör örgütü ile mücadele eden ABD koalisyonu ile ilişkisinde Rusya ve İran’ın yanındadır.
    Suriye’de Esad rejimine karşı sürdürdüğü ilişkide ise ABD ile birliktedir…
    Kürt düşmanlığına ayarlı dış politikası içeride de çok ciddi bir kriz ve çatışma sürecindedir…

    *

    Erdoğan bu tablodaki çatışmada, kimin nerede durduğu, ne amaçladığı kimin kiminle dost ya da düşman olduğu gibi netleşmesi gereken durumları,
    Şimdilik Kürt düşmanlığı ile gizliyor.
    Bu biçare görünüm Erdoğan’ın izlediği politikanın ilkesizlikten başka bir şey olmadığını göstermeye yetiyor…
    Çok büyük bir savaşın yaşandığı Türkiye ve bölgesinde sadece Kürt düşmanlığına odaklanmış bir iç ve dış politikanın;
    Ülkeyi ve Erdoğan’ı nereye kadar götürebileceği bilinmiyor…

    *

    Erdoğan, Gezi olaylarının hemen ardından Ekim 2013’te kendisine bağlı özel bir paramiliter güç kurmak için harekete geçmiş,
    Bu işi TSK’dan “İslamcı” oldukları için kovulan bazı subayların oluşturduğu “SADAT” adlı kuruluşa ihale etmiştir.
    Bu paramiliterler büyük nufuslarıyla Kürtlerin demokratik onuruna, haysiyetine, iradesine saldırmış, onları bir “Homo Sacer” grubu haline getimiştir.
    Kürtler bulundukları her yerde  topyekün yabancılaştırmaya, vatansızlaştırılmaya ve devletsizleştirilmeye tabi tutulmuşlardır.

    *

    Şimdi Erdoğan, 24 Haziran seçimleri öncesi partisinin tabanında olan,
    Ama yakın geçmişte giderek sert bir milliyetçiliğe kayan esasen muhafazakar, Sünni ve dindar Kürtlerin oylarını nasıl alacağının derdindedir.
    Çünkü “Men Dakka Dukka- Eden Bulur-” kuralı işliyor ve milyonlarca Kürt seçmen 24 Haziran seçimlerinin kilit aktörü durumuna yükselmiş bulunuyor…
    Kürtlerin bu rolü Türkiye’de her şeye gücü yeten bir başkanın yönettiği yeni bir yönetim sistemine geçisini belirleyecek en önemli unsurların başında geliyor.

    *
    Bütün muhalefet partileri de Türk demokrasisini  Erdoğan sultasından kurtarmak istiyor.
    Son şans olarak gördükleri üzere pek çok konuda işbirliği yapmayı öngörüyorlar.
    Eşi benzeri görülmemiş bir temas trafiğiyle çeşitli işbirliği biçimleri arıyorlar…

    *

    Anket kuruluşları ittifakla dindar Kürtlerin, bir zaman Kürt sorununu çözeceğine olan inançla Erdoğan’ı desteklediklerini,
    Ancak  bugün Erdoğan’ın  onları kandırdığına ve terk ettiğine inandıklarını belirtiyor.
    Çünkü Erdoğan hem Kürt hem de Kürt politik hareketine karşı sert bir tavır almış,
    Kürt milletvekillerini hapsetmiş, Kürtlere karşı inanılmaz bir red ve inkâr politikası sürdürmektedir.
    AKP’nin aşırı sağcı MHP ile yaptığı ittifak,
    Geçen yıl bağımsızlık adımI atan Iraklı Kürtlere yönelik tehditleri,
    Suriye’de Afrin’e yönelik saldırı ve orada halen sürmekte olan demografik yapının değiştirilmesi girişimleri muhafazakar Kürtlerin demokratik tepkisini pekiştirmiştir.

    *

    HDP Eşbaşkanı Pervin Buldan, bu durumu Erdoğan’a  izah etmek üzere,
    “Afrin’e giderken, bir Osmanlı tokatı vermekle ilgili konuştunuz, ama şimdi bir Kürt tokatı almaya hazırsınız” ifadesini kullanmıştır.
    Nitekim anketçiler muhafazakar Kürt tepkisinin AKP oylarında yüzde 4’lük bir azalmaya neden olacağından yanadır.
    Bu nedenle başta HDP olmak üzere muhalefet partileri hoşnutsuz Kürtleri çekmenin hesaplarını yapmaktadırlar…

    *
    Erdoğan, muhteşem bir temele dayanan Türkiye’yi  İslam Coğrafyasına sürüklemek istese de,
    Türkiye mutlaka farklı etnik ve dini kökenlerden gelen insanları bir arada yaşatmak için normalleşecektir…
    Şimdi 24 Haziran Erken Seçimlerinden beklenen;
    Farklı ideoloji, görüş ve inançta Kürtlerin demokratikleşme perspektifi esasında siyasal nicelik ve niteliklerini kazanmaları siyasetini özgürleştirmesidir.

    *

    Türkiye, toplumunu küresel siyasi ve ekonomik kriterler dengesinde tutacak bir doğrultuda gelişecekse,
    Yeniden “Küresel İstikrar, Büyüme ve Güvenlik ” bileşkesinin güvenilir bir üyesi olacaksa;
    Kürt kardeşe kucak açmalıdır…

    27. 4. 2018

  • 24 HAZİRAN’ IN DOĞRUSU

    24 HAZİRAN’ IN DOĞRUSU

    Uzak ile yakın arasındaki zıtlığın kalktığı, ülkelerin ve insanların birbirine yakınlaştığı, yoğun ekonomik ve sosyal etkileşimin yaşandığı bir çağdan geçiliyor.
    Karşılıklı yarar ilkesi; Türkiye’nin uluslararası alanda siyasi, ekonomik ve sosyo-kültürel yönden mevcut avantajlarını korumasını, rekabet gücünü arttırmasını,
    Kendine sağlanan avantajları ve dezavantajları da doğru algılamasını ve sadece etkilenen bir ülke konumunda olmayıp katkı sağlayabilen ülke olmasını öngörüyor…

    *

    Bu yüzden Türkiye’nin barışı ve uzlaşmacılığı ön plana koyan kişilikli bir dış siyasetle, bölgesel çıkarlarını koruması ve jeostratejik kozlarını çok iyi kullanması,
    İç siyasette ise demokrasi, hukuk ve insan haklarına verdiği önemle ekonomide kaliteyi, verimliliği ve rekabeti esas alması, öz kaynaklarına yönelmesi,
    Bunları sağlamak için çağa uyumlu stratejiler oluşturması gerekiyor… 

    *

    Ancak Türkiye, Bağımsızlık Savaşı’nın zaferiyle imzalanan Lozan Barış  Antlaşması ile gelişmeye açık, aydınlanma çağının getirdiği ulus devlet, eşitlik, din ve vicdan özgürlüğü gibi kavram ve olguları benimsemiş ve güvence altına almışken;
    Çağın iki farklı algısıyla derinden etkilenmiştir.

    *

    Birincisi; Türkiye’den İslam coğrafyasında vizyona konan, barışın ve adaletin dini inanışlar üzerinde inşa edilmesine dayanan, sadece ekonomi değil siyasal, kültürel ve sosyal boyutlarında bütün etnik yapıları İslam ümmeti potasında algılayan Siyasal İslamcılık algısı,
    İkincisi; farklı ideoloji, görüş ve inançta Kürtlerin demokratikleşme perspektifinde kurumsal kimlikleri esasında birlik ve dirliklerini teminen ortak dille siyasal nicelik ve niteliklerini kazanma ya da uluslaşma algısıdır.

    *

    Ancak bu iki algı ve uygulamalarının sonuçları hem Türkiye’ye hem de dünyada iyi sonuçlar vermemiştir.
    Nitekim Mısır’da  bu zihniyetin temsilcisi M.Mursi ve Türkiye’de Fethullah Gülen bir darbe ile tasfiye edilirken,
    Başta Suudi Arabistan, Tunus olmak üzere bir çok İslam ülkesi restorasyondan geçiyor…

    Sürüklenmek istenilen İslam Coğrafyası’nda muhteşem bir temele dayanan Türkiye de; Mutlaka farklı etnik ve dini kökenlerden gelen insanları bir arada yaşatmak için normalleşecektir…
    Şimdi 24 Haziran Erken Seçimlerinden beklenen;
    Toplumsal hayatta siyaset ve kültürün ancak bir bölümünde tarikatlar, cemaatler ve dini kurumlara serbestlik verilmesi,
    Farklı ideoloji, görüş ve inançta Kürtlerin demokratikleşme perspektifi esasında siyasal nicelik ve niteliklerini kazanmaları siyasetinin özgürleşmesidir.
    Türkiye Devleti bu toplumu küresel siyasi ve ekonomik kriterler dengesinde tutacak bir doğrultuda gelişecek;
    Türkiye yeniden “Küresel İstikrar, Büyüme ve Güvenlik ” bileşkesinin güvenilir bir üyesi olacaktır… 

    *
    Türkiye’nin güvenilir bir ülke olmasını talep eden ülkelerin başında Yunanistan geliyor.
    Özellikle  R.Erdoğan’ın, Yunanistan Cumhurbaşkanı Prokopis Pavlopulos’a yaptığı ” Türkiye’nin sınırlarının yeniden müzakere konusu edilmesi ” teklifine,
    Pavlopulos’un, Lozan Anlaşması’nın uluslararası alanda tanındığını ve ülkesinin Türkiye ile olan sınırlarının aynı zamanda Avrupa Birliğinin Türkiye ile olan sınırları olduğunu hatırlattığı günden beri iki ülke arasındaki gerginlik büyüyor.

    *
    Yunanistan, R.T. Erdoğan’ın  15 Temmuz 2016’da F.Gülen’in başarısız darbesine karşı 20 Temmuz’da Türk devletini ele geçirdiğini,
    Böylece doğrudan İslam milliyetçiliği  duruşunu daha çok benimsediğini düşünüyor.
    Erdoğan’ın İslam ve Türk Milliyetçisi  MHP ile yakınlaşması ve Türkiye’yi bu görünümüyle 24 Haziran’da seçime götürmesi,
    Yunanistan’a her zamanda daha ziyade yansıyor çünkü büyük bir endişeye yol açıyor.

    *

    Yunanistan uluslararası anlaşmalara dayanarak, egemenlik haklarını etkili bir şekilde savunmayı öngörüyor.
    Bunu yakın zamana kadar uluslararası anlaşmalara anlamlı bir şekilde saygı duymasıyla mümkün olduğunu,
    Ancak şimdi Yunanistan’ın geniş bölgesindeki gerilimin giderek artmakta olduğunu iddia ediyor.

    *

    Çünkü Erdoğan’ın stratejik bir kararı olarak Türkiye’de milliyetçi şiddetin arttığını,
    Ve Erdoğan’ı; Osmanlı Devleti’nin batı sınırını ve Ege Adaları’nın geleceğini belirleyen 1913 Londra Antlaşmasını,
    1923 Lozan Antlaşmasını,
    Yunanistan egemenliğine devredilen ve devredilmeyen adalarla ilgili 1932 İtalya ve Türkiye arasındaki sözleşmeyi,
    On İki Ada’nın Yunanistan yönetimine verilmesini karara bağ­layan 1947 Paris Barış Anlaşmasını, kaldırmaya kararlı görünmekle itham ediyor.
    Yunanistan’a göre Erdoğan, Kıbrıs’ta ve münhasır ekonomik bölgede sistematik iddialarla haklı çıkmaya çalışmaktadır…

    *

    Bu yüzden Yunanistan, Türkiye’de dinci milliyetçiliğin ve abartılı vatansever hareketlerin bir iç siyaset tüketimi olup olmadığına bakılmaksızın,
    Erdoğan’ın Türkiye’nin mevcut sınırlarında sıkışıp kalmış bir bölgesel güç olduğuna inanması durumunun revize edilmesi ya da güncellenmesini talep ediyor…
    Bu talebin dayandığı esas ise milliyetçilik salgını ve abartılı vatanseverlik hareketlerinin Ege’de  için son derece tehlikeli bir durum olmasıdır.
    ABD ve AB ülkelerinin “kaza” tehlikesinden duyduğu kaygilar dile getiriliyor…  

    *

    Nitekim Cumartesi günü R.T. Erdoğan ” Ege’de suların ısınmasını istemiyoruz ” açıklamasının ardından;
    Temmuz 2016′ da gerçekleşen darbe girişimi sonrasında  Yunanistan’dan koruma talebinde bulunan sekiz Türk askerin ülkeye iade edilmesi halinde,
    Türkiye’de gözaltına alınan iki Yunan askerinin geri dönmesini düşüneceğini söylüyor!

    *

    Başbakan Alexis Tsipras açıklamayı olumlu karşılıyor.
    Ancak Türkiye’nin uygulamada da kışkırtıcı davranışlarına son vermesini beklediğini söylüyor.
    Ama Yunanistan’ın bir hukuk devleti olduğunu, bu yüzden Türkiye’de tutuklu bulunan 2 Yunan askerinin 8 darbeci ile takas edilmesinin mümkün olmadığı belirtiyor…
    İki ülke arasındaki “Hukuk” algısının altını çiziyor…

    *

    ​Yunanistan ​24 Haziran sonrasında Türkiye’nin Erdoğan müktesebatının iradesini ve davranışını yansıtmasından,
    Yoğun milliyetçilikle İslami bir canlanmadan endişe ediyor.
    Uluslararası toplumu tüm gelişmelerden haberdar etmeyi, müttefikleriyle yakın işbirliği içinde olmayı,
    Yunanistan Silahlı Kuvvetlerini operasyonel hazırlık durumunda tutarken, yerel idarecilerden de sakin ve sorumlu davranışlar içinde olunmasını öngörüyor…

    *

    ​Ama en doğrusunu Erdoğan, partisinin grup toplantısında söylüyor:
    ​”​Tek gayesi Recep Tayyip Erdoğan düşmanlığı olan bir ittifak kur​uluyor​” diyor…
    D​oğru Vallahi!  Bendeniz de o  güzel günlerin mutlu heyecanı içindeyim…​

    25. 4. 2018

  • ABD  SURİYE’DEN ÇIKARKEN

    ABD  SURİYE’DEN ÇIKARKEN

    14 Nisan’da ABD, Birleşik Krallık ve Fransa bir askeri operasyonla  Suriye’de Beşar Esad’ın sözde kimyasal silah potansiyelinin altyapısını vurdu.
    Böylece ABD koalisyonu Kuzey Suriye’ye kaşla göz arasında bir koridor oluşturdu ve bölgeye NATO’yu getirdi…

    *

    Zaten Fransız ordusu Suriye’nin kuzeyinde YPG’ nın bulunduğu bölgede 5 askeri üste varlık gösteriyordu.
    Ayrıca kayıtlarda Irak’ta konuşlu görünen fakat  Simelka  üzerinden Irak’ın kuzeyinden Suriye’nin kuzeyine giren Fransa Özel Kuvvetlerinin dışında,
    1.Deniz Piyade Paraşütçü Piyade Alayı ve Hava Kuvvetleri Komutanlığına bağlı 10. Paraşüt Komando birlikleri de faaliyetteydi.
    Şimdi bu bölgede Birleşik Krallık askerleri de bulunuyor…

    *

    17 Nisan’da Strazburg’da, Avrupa Parlamentosu Genel Kurulu  Fransa Cumhurbaşkanı E.Macron’u dinledi.
    Macron, Avrupa Birliği’nin geleceğ​ine yönelik  vizyonunu ortaya koydu.
    Suriye’deki hava saldırılarına karşı olan muhalefeti eleştirdi.
    Parlamento’da muhalefeti temsil eden  Uluslar ve Özgürlükler Avrupa’sı (ENF) Grubunun Fransız eş başkanı Nicolas Bay,
    “Irak, Libya ve şimdi Suriye! Bu müdahaleler savaş, kaos ve cihatçıların gelişmesine neden oldu”​ ​dedi.​..​

    ​*​
    Bu sırada Başkan Trump’ın;  Rusya, Şam ve Türkiye ile diplomatik sorunları çözmek amacıyla,
    Ekim’e kadar ABD’nin askerlerini Doğu Suriye’den geri çekme ve o bölgede kimi düzenlemeler yapma kararlılığı;
    Birçok cephede endişelere yol açmıştır ve birçok soruyu daha gündeme getirmiş bulunuyor…

    *

    Trump, 24 Nisan Salı günü, Fransa Cumhurbaşkanı E.Macron’u Beyaz Saray’da ağırlayacaktır.
    Almanya Başbakanı A.Merkel ile ilişkilerini tetkik ederken ve İngiliz Başbakanı T. May ile kamuoyu önünde çatışırken,
    Trump’ın Macron ile ilişkisi Amerikan dış politikasının en istikrarlı unsurdan biri  haline gelmiştir.
    Bugün Fransız lider Beyaz Saray’ın ayrıcalıklı Avrupalı ortağıdır.
    Salı günü yapılacak görüşmede  Suriye’de düzenlenen kimyasal silah saldırısı ardından ABD’nin bölgeden çıkışı konuları yanında  İran’ın nükleer anlaşması da konuşulacak, birçok soru açıklık kazanacaktır.

    *

    Başkan Trump, Cumhurbaşkanı Macron’a:
    Doğu Suriye’de ABD birlikleri olmasaydı, İŞİD bakiyesinin bu bölgede yeniden toplanıp bölgeyi geri alabilecekleri,
    Belki Paris’e ve Irak’a daha fazla saldırı düzenleyebilecekleri ve yeniden bir halifelik oluşturabilecekleri ihtimalinden bahsedecektir.

    *
    Bugün ABD’nin doğu Suriye’de YPG’li Kürtlerle birlikte savaşan yaklaşık 2 bin özel harekat gücü bulunuyor.
    Bölgede bazı kırsal Arap klanları ile birlikte YPG savaşçılar ABD yönetimi, eğitimi, lojistiği ve hava desteğiyle IŞİD’e karşı zorlu bir mücadeleden geçmiş, Rakka’ yı almışlardır.
    Şimdi Deir el Zor’da  sadece birkaç İŞİD savaşçı cebi bulunuyor…

    *

    YPG, Kürt milliyetçi Demokratik Birlik Partisi’nin paramiliterlerinden oluşuyor ve Rojava’da özerk bir yapı arayışındadır.
    Arap köylerinde genişlemeciliği ve etnik temizliği öngören radikal Arap isyancılardan nefret ediyorlar.
    Bu yüzden YPG’nin, çoğunluğu Arap nufusunun oluşturduğu  Rakka Eyaleti ve Deir el-Zor’u ele geçirmek için başvurduğu ABD stratejisi;
    Arap- Kürt ihtilafının yerel bir tepkiye yol açması potansiyeliyle politik olarak riskli kabul ediliyor…

    *
    Üstelik ABD’nin YPG’ye olan bağımlılığı Türkiye hükümetini de kızdırmıştır.
    Çünkü Türkiye; YPG’nin  terörist bir grup olduğuna inanmayan ABD’ye rağmen YPG’yi  Doğu Anadolu’da daha fazla Kürt özerkliği arayan PKK’nın üyesi olarak görüyor.
    Nitekim Türkiye, ABD-YPG ittifakını kırmak üzere ABD askeri birliklerinin bulunmadığı ve Rakka’da İŞİD ile mücadeleye doğrudan müdahil olmayan en batıdaki Kürt yerleşim alanı Afrin’i işgal etmiş ve etnik yapıyı temizlemeye çalışmıştır.

    *

    Başkan Trump, Fransa Cumhurbaşkanı’na ABD’nin Doğu Suriye’de İran’dan Hizbullah’a giden silahları engellediğini,
    Şimdi ABD birliklerinin bu bölgeden ayrılmasıyla yine de  İran’ın güçlenmesinin önünün kesileceğini,
    Çünkü bu bölgede artık  Fransa ve Birleşik Krallık sayesinde  açık bir NATO varlığının oluştuğunu,
    Üstüne üstlük  bu bölgede bir Sünni Arap devriyesi de oluşturulmakta olduğunu söyleyecektir.

    *

    Nitekim Trump, Kuzey Suriye koridorunda bir Sünni Arap devriyesi kurulmasında Mısır’ın da rol almasını istiyor.
    Ancak  Mısır Cumhurbaşkanı El Sisi, Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad yönetimine doğru ilerliyor!
    Çünkü her ikisi de  milliyetçilik adına   Sünni Müslüman Kardeşler Örgütüne bağlı radikal isyancılarla savaşıyor.
    Bu yüzden Mısır’ın Suriye hükümetinin IŞİD’i yenmesinden sonra  o bölgede yeniden ortaya çıkma ihtimaline müdahale edebilecek bir askeri maceranın içine girmeye eğilimli olmayacağı düşünülüyor.
    BAAS geleneğindeki Mısır ordusu askeri maceracılığı kabul etmiyor…

    *

    Trump’ın Suriye devriyesine yazdığı Suudi Arabistan ve BAE ise Doğu Suriye’ye asker göndermeye isteklidir.
    Ancak  askeri olarak zayıftırlar ve etkili olma olasılıkları düşüktür.
    Üstelik hem Suriyeliler  hem de komşu Iraklılar  onları orada istemiyor.
    Çünkü Suriye’ye ait bir bölgenin İŞİD’e ilham veren Suudi Vahhabilerinin merhametine teslim edilmesini acımasız ve ahlaksızlık olarak kabul ediyorlar.
    Bu yüzden Suriye hükümeti ve Şii milis müttefiklerinin Suudi Arabistan ve BAE birlikleri önüne ağır bedeller yığacağı aşikardır…

    *

    Ayrıca Trump, 2015’te ABD ve diğer beş dünya gücünün İran’la yaptığı nükleer program anlaşmasını, şimdiye kadar müzakere edilen en kötü anlaşmalardan biri olarak nitelendiriyor.
    İran nükleer programının ele alınışındaki başarısızlığın: Uluslararası müfettişlerin şüpheli İran nükleer bölgelerini denetleme şartlarının: İran nükleer programına ilişkin sınırlamaların 10 yıl sonra sona ereceği sıradaki durumun güçlendirilmesini istiyor.
    Ocak’ta İngiltere, Fransa ve Almanya’dan, Washington’un anlaşmanın kusurları olarak gördüğü bu hususları düzeltmelerini istemiş, değişiklikler için 12 Mayıs’ı son tarih olarak belirlemiştir…

    *

    Bu noktada İran Cumhurbaşkanı H.Ruhani, ABD’nin çok uluslu bir nükleer anlaşmadan çekilmesi halinde, İran’ın “beklenen ve beklenmedik” tepkilerle hazır olduğunu söylüyor…
    İsrail ise varoluş hakkını inkâr eden ve Suriye’de bulundurduğu askeri varlığıyla İran’ı yegane tehdit unsuru olarak kabul ediyor.
    Bu yüzden Hizbullah güçleri, İran Devrim Muhafızları Ordusu ve milislerine karşı Suriye kapılarını savaş makinalarıyla donatıyor.
    Suriye ve Lübnan’a yönelik hedeflemeyi sınırlandırıyor,  böylece İran’ın Suriye’deki askeri birikiminin İsrail’e saldırmadan önce saldırıya uğramasının güçlü tedbirlerini alıyor.

    *

    Çünkü İsrail; İran’da  Tahran, H​e​m​e​dan ve İsfahan arasındaki üsleri bombalamanın ağır bedelleri olacağına inanıyor.
    Eğer İran rejimi değiştirilecekse bunun İsrail devletinin işi olmadığını bu işi ancak ABD’nin başarabileceğini öngörüyor.
    Bu yüzden hedefi İran’ın Suriye varlığı ile sınırlıyor.
    Bir taraftan da İsrail’in sıradan İranlılarla savaşmayı öngörmediğini, kendini savunmaktan başka bir amacı olmadığına ikna etmeye çalışıyor.

    *

    Başkan Trump, Suriye’de kurduğu koridorla yetiniyor ve bölgeden çıkmaya heves ediyor…
    Şam’ın meşru izni olmadan uluslararası güçlerin Suriye’de bulunmasının hiçbir nedeninin olmadığı,
    Suriye krizinin çözümüne yönelik hiçbir siyasi inisiyatifin ülkenin egemenliğini, birliğini ve bütünlüğünü bozmaması gereğini ilke edinen,
    Rusya Devlet Başkanı V.Putin’i alay edercesine Beyaz Saray’a davet ediyor.
    Kafasını kaldırmaması için Rusya’yı durmaksızın ekonomik yaptırımlarla tehdit ediyor.
    Ama Rusya büyük devlettir.

    23. 4. 2018

  • KIRMIZI ÇİZGİLER

    KIRMIZI ÇİZGİLER

    Rusya, ABD’ nin hegemonya ve güç siyasetine dayalı eski dünya güvenlik anlayışı yerine karşılıklı güvene, yarara, eşitliğe ve eşgüdüme dayalı  sürdürülebilir yeni bir güvenlik anlayışı talebiyle Suriye Savaşına dahil oldu.
    B.Esad’ın savaş alanında hakim olmasıyla birlikte iç savaşa siyasal çözüm getirilmesi yoluyla yeni bir Birleşmiş Milletler statüsü oluşturulması düşüncesini izledi.

    *

    Bu yönde, Şam’ın meşru izni olmadan uluslararası güçlerin Suriye’de bulunmasının hiçbir nedeninin olmadığını,
    Suriye krizinin çözümüne yönelik hiçbir siyasi inisiyatifin ülkenin egemenliğini, birliğini ve bütünlüğünü bozmaması gereğini,
    Çözüm sürecine ülkedeki iç ve dış muhalefetin ve Kürtlerin de katılımının sağlanması esaslarını “Kırmızı Çizgi” olarak ilan etti.

    *

    Bugün Türkiye, Erdoğan ve Esad bileşkesindeki dış politikasında en çetin mücadelesini, en büyük daralmasını Suriye’de deneyimliyor.
    Erdoğan Soçi Zirvesi’nde Rusya ve İran ile birlikte karar altına aldıkları  yukarıdaki esaslar çerçevesinde belirlenen “Kırmızı Çizgilere” imza atmıştır.
    Nihayet bölgede ABD ve Rusya’nın etkisinin öteye düştüğü noktayı öne çıkarmış ve “Kırmızı Çizgi” olarak belirlediği;
    Türkiye’nin ulusal güvenlik gerekçesi teziyle Suriye topraklarında Kürtlere müdahale etmiştir.
    Böylece  uluslararası İslamcılık ve terörüyle mücadeleye sırtını dönmüş ve terörle mücadele koalisyonu önünde  hedef haline gelmiştir…

    *

    ABD ise  “Kırmızı Çizgileri”ni Ulusal Güvenlik Strateji Belgesinde;
    Uluslararası ilişkilerde güvenlik ve refahın lideri olduğu,
    Rusya ile olan ilişkilerinde jeopolitik bir zihniyeti benimseyeceği,
    Birleşmiş Milletler Örgütündeki sorumluluğunun daha fazla olduğu kaydıyla uluslararası düzeni Birleşmiş Milletler temel statüsüsü ile belirlemiş olduğunu,
    Ulusal güvenliği doğrultusunda ekonomik ve siyasi faaliyetlere müdahale edebileceği esaslarında belirlemiştir.

    *

    Bu belgenin dünyanın geri kalanıyla uyumlu olmadığı ve uygulanırsa herkese zararlı olacağı konusu,
    Ya da Rusya ve Türkiye’nin “Kırmızı Çizgileri “nin Ulusal Strateji belgesinin antitezi olduğu açıktır.
    Bu noktada Erdoğan retoriğinin ve hazırlıklarının ABD’nin kırmızı çizgileri çerçevesinde oluşturduğu bağları üzerinde  gerçek bir önemi olmadığı,
    Ancak zararının Türk Milletine dokunacağı da aşikardır…

    *

    İşbu “Kırmızı Çizgiler” temelinde; Rusya, bütün ülkeleri Suriye’de “kırmızı çizgileri” geçmenin misillemeyi doğuracağı konusunda uyarmıştır.
    Ama  ABD, Fransa ve İngiltere’nin;
    II. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan ve Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte daha da geliştirdikleri kurallara dayalı küresel düzeni kendi lehlerine  korumak üzere,
    14 Nisan’da  Suriye’de Beşar Esad’ın sözde bir çok mahaldeki  kimyasal silah potansiyelinin altyapısını vurmasına engel olamamıştır.

    *

    Üstelik ABD koalisyonu Kuzey Suriye’ye NATO’yu getirmiş,
    Ayrıca askeri,ekonomik ve siyasal potansiyelleriyle Fransa; Suriye petrolü, gazı ve taşımacılığı  için TOTAL SA şirketini,
    İngiltere; Kerkük’te petrol sahalarının geliştirilmesi konusunda Irak hükümeti ile yaptığı anlaşmadan sonra Suriye için British Petroleum  şirketini,
    ABD ise ExxonMobil şirketini Kuzey Suriye’ye taşımıştır.
    Ayrıca koalisyon Kuzey Suriye’de görev yapmak üzere Suudi Arabistan ve Mısır’dan askeri birlik talep etmiştir.

    *
    Daha da önemlisi Trump yönetimi, Kuzey Suriye  ve Kuzey Irak dışında Suriye ve Irak’ı;
    1618 ile 1648 arasındaki orta Avrupa’da milyonlarca insanın ölümüne neden olan yeni bir Otuz Yıl Savaşına sürüklediğinin işaretlerini veriyor.

    *

    Bütün bunlar Rusya ve koalisyonunu teşkil eden Türkiye, İran ve Suriye “Kırmızı çizgilerinin “silindiğini gösteriyor..

    *
    Şimdi Rusya ve ABD;
    Rusya’nın  “Saldırı gecesinde toplam 105 Amerikan Tomahawk füzesinin 71 adedi, Rusya üretimi hava savunma komplekslerinden oluşan Suriye hava savunma sistemleri tarafından imha edildi” iddiası üzerinden bir bilek güreşindedirler…

    *

    ABD’li Orgeneral Kenneth McKenzie,”Hiçbir Suriye savunma füzesi bizim fırlattığımız füzelere  bir şey yapamadı.
    Koalisyonun füzeleri hedeflerini yerle bir ettikten sonra ancak Rus yapısı Suriye hava savunma sistemi aktive olabildi.
    Ayrıca detayları gizli olan radyo frekans enerjisi kullanarak hava savunma sistemlerinin radarlarını kör eden manyetik yanıltıcılar ve şimdiye kadar hiç kullanılmamış radara görünmeyen Tomahawk  füzeleri kullandık” derken,

    *
    Rusya Dışişleri Bakanı S.Lavrov, ” Amerikalılar tüm füzelerin ve Fransa’nında füzelerinin hedeflere ulaştığını söylüyor.
    Genelkurmayımız olayla ilgili net bir tabloya sahiptir.
    Olanları canlı görüntüledik. Askerlerimiz bununla ilgili istatistikler sağladı.
    Eğer birileri 105 füzenin hedefe ulaştığını söylüyorsa, istatistiklerini göstermelidir.
    Bizim kanıtlarımız, iddialarımız en azından asılsız değil ve yakında ordumuz tarafından sunulacak ” diyor…

    *

    Bu sırada İsrail istihbaratından, ülkenin kuzeyinde Suriye’de konuşlanmış İran Devrim Muhafızları’nın  İsrail’e bir misillemeye hazırlandığı,
    Bir Rus yük gemisinin B. Esad’a destek olması için Tartus’taki Suriye limanına S-300 hava savunma füzeleri indirdiği bilgisi geçiliyor…

    *
    Türk halkı ile Erdoğan’ı birbirinden ayırt eden şimdinin Batı vizyonunun,
    NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg ise ABD, Fransa ve İngiltere’nin Suriye’ye düzenlediği hava operasyonuyla ilgili,
    “Esad rejimi ve destekçileri Rusya ve İran’a verilen açık mesajdı.
    Operasyon uluslararası kamuoyunun kenarda sessizce oturmadığını gösterdi.
    Türkiye’nin operasyona desteği de memnuniyet vericidir” derken,
    Türkiye’nin Rusya’dan S-400 füze savunma sistemleri alma isteğini “Türkiye’nin ulusal kararı ” olarak niteliyor …

    *

    Rusya, İran ve Erdoğan’ın kırmızı çizgileri flulaşmıştır, belirginleştirmek üzere çizgilerin üzerinden geçmek zorlaşmıştır.
    Rusya’nın askeri yetenekleri ve siyasi onuru ciddi bir yara almıştır.
    Başkan Trump,bir öğrenciyi azarlar gibi dünyanın en önde gelen nükleer güçlerinden biri olan Rusya’nın “Kırmızı çizgilerini ” karalamış, Rusya’yı alay konusu yapmıştır
    Üstelik Batı’nın yaptırımları ve stratejik alanları sıkıştırmasıyla karşı karşıya olan Rusya’nın yıkıcı bir misillemede bulunmasının da önüne geçilmiş gibidir.

    *
    Erdoğan ise Türkiye’yi 24 Haziran baskın seçimleriyle “gasp etmenin “gayretindedir.

    21.4.2014

  • 24 HAZİRAN BASKIN SEÇİMLERİNİN ANALİZİ

    24 HAZİRAN BASKIN SEÇİMLERİNİN ANALİZİ

    ABD emperyalizmi ulus devlet kurumuyla sahip olunan toprak parçasının ötesinde insanın ve toplumsal yapının da yönetilmesini, refah ve gelişime ortak edilmesini istedi.
    Yeni hayat tarzı ulus devletlerin ötesinde dizayn edilecekti.
    Ulus devletler vaad ettikleri ulusal homojenliği farklı etnik, dini kökenlerden gelen insanları bir arada yaşatma sorunu olarak çözmeye yöneldiler…

    *

    Bu düşüncenin desteğiyle,
    F.Gülen ve R.T.Erdoğan birlikte kurdukları paralel yapıyla lâik, demokratik ve sosyal hukuk devleti Türkiye Cumhuriyetini sona erdirip yerine bir İslam devleti hedeflediler.
    Sonra CIA ve MOSSAD’ın desteğiyle “İstihbaratı” merkeze alan bir devlet yapısıyla ekonomik, siyasal ve toplumsal güç kazandılar.
    Tüm sistemi kontrolleri altına aldılar,Türkiye politikalarını domine etmeye başladılar…
    20 Temmuz 2016’da R.T. Erdoğan, esası değişmeyen bu devlet yapısının tek hakimi oldu…
    CIA’nın görevi Türkiye’nin demokratikleşmesi, MOSSAD’ın ise Kürtlerin bu demokratik yapıya katılımının sağlanması ile ilgilidir…

    *

    Bir süre sonra Batı; Erdoğan liderliğinde Türkiye’den İslam coğrafyasında vizyona konan,
    Barışın ve adaletin dini inanışlar üzerinde inşa edilmesine dayanan,
    Sadece ekonomi değil siyasal, kültürel ve sosyal boyutlarında bütün etnik yapıları da İslam Birliği potasında algılayan,
    İslami Cihad’ı teşvik eden “Siyasal İslamcılığın” hiç bir kredisinin olmaması gereğini anladı…
    İslam Birliği adına “Osmanlı Mebusan Meclisi’nin Misak-ı Milli’si ile bölgeyi kazanırsak güçlü oluruz” oportunizmi ile Türkiye’nin çevre ülkelerde yürüttüğü politikalara lanet ettiler…

    *

    Yerel seçimler Mart 2019, cumhurbaşkanı ve parlamento seçimleri ise Kasım 2019’da yapılacaktı.
    Ama siyasi kulislerde “Erken seçimi, iktidarın resmi olmayan ortağı Devlet Bahçeli’ye açıklatacaklar” diye konuşuluyordu!
    Öyle olmadı; CIA ve MOSSAD  istihdamlı İstihbarat Devleti’nden  Bahçeli’ye fısıldadılar.
    O da “Erken Seçim 26 Ağustos’ta  yapılmalı ” açıklamasıyla görevini yerine getirdi, Batı adına Türkiye’nin butonuna bastı!

    *

    Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, “Daha fazla Avrupa” söylemi ile Avrupalı halkların güvenini yeniden kazanmak stratejisi uygulamaktaydı.
    Avrupalıları politik bütünleşme sürecini yeniden düşünmeye değil onları teşvik etmeyi öngörüyordu.
    Mesela, Avrupa Konseyi’nde Google, Amazon ve Facebook gibi şirketlere “dijital vergi” getirilmesini talep ediyor, ortak euro parasını paylaşan ülkelerin bütçesine bir katkı sunuyor,
    Ya da “Avrupa sosyal modelini yenilemek” için üye devletlerde asgari ücretlerin uygulanmasını öneriyor,
    Ya da Avrupa için ortak bir askeri güç, ortak bir savunma bütçesi ve harekete geçmek için ortak savunma doktrini oluşturmaya çalışıyordu.
    Sonuçta Fransa Cumhurbaşkanı E. Macron “Büyük AB için” büyük planları doğrultusunda  Almanya Başbakanı Angela Merkel’i kıtanın en güçlü lideri olarak yerinden etti.

    *

    Nitekim 29 Mart’ta Başkan D.Trump, ABD’nin Orta Doğu’da trilyonlarca dolar harcadığından fakat karşılığında hiçbir şey almadığından şikayet ediyor,
    Suriye’den çok yakında çıkılacağını, böylece diğer bölge ülkelerinin daha büyük roller üstleneceğini söylüyordu.

    *

    Aynı gün E.Macron, aralarında YPG’lilerin de bulunduğu bir heyetle Elysée Sarayı’nda bir araya geldi.
    Fransa’nın ABD ile anlaştığı : IŞİD’in yeniden güçlenmesinin önüne geçmek : YPG dahil Kürt yetkililerle Suriye’nin kuzeyinde istikrar sağlamak: Demokratik Suriye Güçleri ile Türkiye arasında arabuluculuk yapmak : Menbiç’e asker göndermek  konularıyla ilgili açıklama yapıldı.
    Fransa’nın Suriye’nin kuzeyinde IŞİD’le savaş koalisyonunu faaliyetlerinden başka yeni operasyon düzenlemeyi öngörmediği ancak var olan rolünü güçlendirebileceği ifade edildi…

    *

    Çok geçmedi, E. Macron Suriye rejiminin Douma’da kimyasal silah kullandığı iddiasıyla ABD ve İngiltere’yi ikna etti.
    Üç ülke parlamentolarından askeri güç kullanma izni istemeden 14 Nisan Cumartesi günü Suriye’ye saldırdılar.
    Sonuçta NATO himayesinde;
    Fransa; Suriye petrolü, gazı ve taşımacılığı  için TOTAL SA şirketini,
    İngiltere, Kerkük’te petrol sahalarının geliştirilmesi konusunda Irak hükümeti ile yaptığı anlaşmadan sonra Suriye için British Petroleum ( BP) şirketini,
    ABD ise ExxonMobil şirketini Kuzey Suriye’ye taşıdılar…

    *

    Bununla yetinilmedi;
    Çünkü Trump yönetimi Suriye’ye yönelik korkunç bir sürü arzulu düşünceye dayanmaktadır.
    Trump, Suriye’deki ABD askeri birliğini değiştirmek için İsrail koalisyonunda olan Suudi Arabistan ve Mısır’dan;
    Bir Arap kuvveti olarak bir araya gelmelerini, İslam Devleti’nin yenilgisinden sonra ülkenin kuzey kesimini istikrara kavuşturmaya yardım etmelerini istiyor.
    Bu düşüncesiyle ABD; Ortadoğu’yu 1618 ile 1648 arasındaki orta Avrupa’da milyonlarca insanın ölümüne neden olan yeni bir Otuz Yıl Savaşına sürüklüyor…

    *

    Halbuki Kuzey Suriye’nin batısını tutan Türkiye ve Özgür Suriye Ordusu militanları bölgenin en zayıf halkasıdır.
    Bu yüzden E. Macron, Suriye’ye yönelik operasyonun yasal olduğunu ve uluslararası topluluk çerçevesinde gerçekleştirildiğini savunurken,
    Türkiye’nin Kuzey Suriye’de sıkıştığını ima ediyor;
    “Putin’e Suriye’nin kimyasal silah kullanmasında Rusya’nın suç ortağı olduğunu söyledim. Ankara operasyona onay verdiği için operasyon Rusya ve Türkiye’nin arasını açtı” diyor!

    *

    Cumhurbaşkanı E.Macron,  dün Avrupa Parlamentosundaki konuşmasında da , Avrupa’da demokrasi ile otoriterlik arasında bir iç savaş yaşandığını söylüyor..
    Balkan ülkelerinin Rusya veya Türkiye’ye kayması riskinden söz ediyor.
    “Karşı karşıya olduğumuz jeopolitik risk, Batı Balkan ülkelerinin Rusya veya Türkiye’ye kaymasıdır. Balkanların Türkiye veya Rusya’ya meyletmesini istemem” diyor…

    *

    R.T. Erdoğan, Ortadoğu’da çeşitli askeri cepheler açmış, aynı zamanda Ege Denizi ve Doğu Akdeniz ile ilgili sorunlar yaşamaktadır.
    Kendisini Balkan yarımadasında yaşayan Müslümanların da lideri olarak görüyor.
    Balkan ülkelerinde Fethullah Gülen’e bağlı okulları ve diğer kurumları tasfiye etmek için,
    Aslında Balkanlardaki etnik nufusu Türk yatırımları ve cami inşaatları üzerinden dini radikalleşme yoluyla manipüle etmeyi ve yeni Osmanlı düşüncesinin infiltrasyonunu öngörüyor..
    Avrupa’yı  son derecede rahatsız ediyor….

    *

    Avrupa Birliğinde Macron rüzgarı esiyor.
    AB’nin yürütme organı Avrupa Komisyonu’nun 2018 Türkiye raporunda:
    OHAL’e gecikmeksizin son verilmesi, öncelikle hukuk devleti ve temel haklardaki olumsuz eğilimin tersine çevrilmesi talep ediliyor.
    Alışıldığı üzere Türkiye Dışişleri Bakanlığı AB’nin Türkiye raporuna sert tepki gösteriyor…

    *

    Kuzey Suriye’de ABD, Fransa ve İngiltere kendi lehlerinde kapütilasyon hakları sağlamışlardır.
    Türkiye’nin yeni Osmanlı hülyalarına, bu hülyaya ekonomik destek sağlayacak Suriye’de kapütilasyon talebine, Doğu Akdeniz ve Ege’deki mücadelesine, Balkanlarda genişleme ülküsüne sözde “Yerli ve Milli Bahçeli’nin Erken Seçim Teklifi” ile son verilmiştir…
    Erdoğan 26 Ağustos’ta erken seçim teklifine mecburen katılmış ancak erken seçimi 24 Haziran’da “baskın seçime” çekmiştir.

    *

    Öte yanda Rusya ile müttefiklerinin  Suriye’den geliştirdikleri yeni bir dünya talebinde;
    “Top” son derecede elverişsiz şartlarda Rusya’dadır.
    Çünkü Suriye geniş bir uluslararası ortam haline gel​miş, ​çözümleme​ imkansızlaşmaktadır.​​
    Bir süredir Suriye’deki hedeflerine ulaşma ve iç savaş sonrası düzenlemeleri belirleme konusunda lider görev üstlenen Rusya;
    Bugün hiçbir sonuca ulaşılmayan bölgede Türkiye’den sonra en büyük kaybeden durumundadır…
    Ama Rusya büyük bir devlettir…

    19. 4. 2018

  • CAN ÇIKMADAN HUY ÇIKMAZ

    CAN ÇIKMADAN HUY ÇIKMAZ

    Suriye’nin dış politikası bağımsızlık, işgal durumunda Arap direnişlerinin desteklenmesi ve Filistin’in temel mesele olarak kabul edilmesi ilkesine dayanıyordu.
    Bu politika ABD, İsrail ile  Batılı müttefikleri, bazı Arap ülkeleri ve Türkiye’nin de Suriye’de kirli planlar ve komplolar düzenlemesine yol açtı.
    ABD liderliğinde bu güçler jeopolitiği nedeniyle mezhepleri ve etnik kimlikleri kışkırttılar, türlü destek ve vekil güçlerle Suriye’yi ele geçirmek üzere çok kanlı bir savaşı yürüttüler. 
     
    *

    O gün ve bugün; Rusya ve müttefikleri  ABD hegemonyası ve güç siyasetinin etkisinde olan Birleşmiş Milletler Teşkilatı, Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu gibi çok taraflı kurumları eleştiriyorlar.
    Bu kurumları gelişmekte olan ülkeleri ulus ötesi şirketlerin boyunduruğuna sokmakla, ekonomilerini baltalayarak ülkeleri krize sürüklemekle, emeği ve çevreyi koruyan yasaları ihlal etmekle suçluyorlar.
    ABD’ nin hegemonya ve güç siyasetine dayalı eski dünya güvenlik anlayışı yerine karşılıklı güvene, yarara, eşitliğe ve eşgüdüme dayalı  sürdürülebilir yeni bir güvenlik anlayışı teklif ediyorlar..
     
    *
    Nitekim Rusya, Suriye’de B. Esad’ın yerine bir alternatifin olmayışından hareketle,
    Krizin çözülmesi için hırsların değil ortak amaçların esas alınmasını, Esad’ın savaş alanında hakim olmasıyla birlikte iç savaşa siyasal bir çözüm getirilmesi düşüncesini uygulamıştır.
     
    *
    Daha önce ideoloji farklılıklarına rağmen II. Dünya Savaşı sırasında faşizme karşı başarılı oldukları bir örnekten hareketle;
    Bir Savaş Mahkemesinin İç Savaş’ta  “insanlık suçu, savaş suçları, dünya barışına karşı işlenen suçlar ve savaşa sebep olmak” suçu işleyenleri yargılamasını, 
    Sonra bu mahkemenin kararlarının kategorize edilerek  yeni bir savaş hukuku ve Uluslararası Hukuk’un üstünlüğünde yeni statüsüyle Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın oluşturulmasını öngörmüştür…  
     
    *

    Rusya uygulamalarının son adımı ise; işte İran ve Türkiye ile birlikte 2254 sayılı BM Güvenlik Konseyi Kararı doğrultusunda Suriye’yi savaş sonrasına taşımak üzere;
    Suriye’nin toprak bütünlüğüne saygı : Suriye hükümetinin yalnızca Suriye halkı tarafından belirlenmesi :Suriye’nin kurtuluşu için tüm tarafların temel prensiplerde anlaşması: Ülkenin  seçimler yoluyla demokratik  yola girmesi : Hangi ırk ve mezhepten olursa olsun tüm Suriyelilerin eşit haklara sahip olduğu esaslarına  bağlı kalınarak anayasal reform taslağı​nın hazırlanacağı bir sürece taşımak olmuştur…      
     
    *
    Ancak bu gelişmeye karşı ABD ile  Fransa ve İngiltere; II. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan ve Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte daha da geliştirdikleri kurallara dayalı küresel düzeni kendi lehlerine  korumak üzere,   
    Rusya’nın amacına ulaşmasını engellemek üzere iki farklı strateji geliştirmişlerdir.
     

    Birincisi ABD senaryosudur; Orta Doğu ve Orta Asya’daki siyasi ve ekonomik entegrasyon süreçlerinin engellenmesi: Rusya ve Çin gibi bölgedeki kilit aktörlerin çevrelenmesi:
    Bölge halklarının çöken ekonomiler, düşük sosyal standartlar ve terörle karşı karşıya kalmaları : Böylece ilgili ülkelerin istikrarsızlaştırılması üzerine kuruludur.
    Bunun için ABD; Kuzey Suriye’de Esad’ın kontrolü dışındaki topraklarda,  NATO’nun artık Sovyet karşıtlığı değil “Batı’nın temsil ettiği medeniyetin güvenlik ittifakı” olduğu göstermek: Kuzey Suriye’de SDF çatısı altında toplanan isyancılarla işbirliği yaparken onları istikrara kavuşturmak ve rejim güçleri karşısında güçlenmelerini sağlamak: Vekili İŞİD terör örgütünün geleceği hakkında hukuki  süreç yürütmek:Esad sonrası siyasi uzlaşmanın koşullarını oluşturmak için bulunuyor.    
     
    *

    İkincisi; Fransa  liderliğinde Avrupa senaryosudur.
    Fransa, Suriye’de Esad ve hükümetine muhalif ılımlı güçlerin, ortak düşman İŞİD’e karşı taktik bir ittifak kurmalarını öngörmüştür.
    İŞİD’in telafi edilemez zararlarına karşı herkes daha önceki pozisyonlarını bir kenara bırakmış, bu konuda işbirliği yapmıştır…
    Yaklaşık 50 bin Kürt ve Arap savaşçıdan oluşan ılımlı muhalifler “Suriye Demokrat Ordusu” adında birleşmiş,  hızlı askeri ve siyasi bir değişim talep eder olmuşlardır.
    Kürtler, Araplar, Süryaniler  Suriye halkının birliği için tüm kesimleri içeren ulusal bir askeri birlik olduklarını, hedefin demokratik bir Suriye’ye ulaşmak olduğunu ifade ediyorlar…
     
    *
    Nitekim 14 Nisan’da ABD, İngiltere ve Fransa bir askeri operasyonla  Suriye’de Beşar Esad’ın sözde bir çok mahaldeki  kimyasal silah potansiyelinin altyapısını vurmak için düzenledikleri bir askeri operasyonla,
    Bugün ABD, Fransa ve İngiltere; Suriye Demokrat Ordusu sırtından Suriye’nin kuzeyindeki zengin petrol alanlarına ve yeraltı kaynaklarına, su ve tarım topraklarına yerleşmiş bulunuyor.
    İslam’ın hiç bir toplumsal ve siyasi yapı için kullanılamaz olduğu anlaşılmıştır ama sistemin bu zorlaması karşısında AKP etrafında toplanan İslamcılar, Ergenekoncular ve Gülencilerin oluşturduğu  “Milli İttifak ” ise isyancı Özgür Suriye Ordusu ile birlikte Kuzey Suriye batısının kontrolünü elinde tutuyor…
     
    *

    Şimdi iki taraf da sonuçlara dikkat çekiyor;
     
    *
    14 Nisan gecesi ABD, Fransız ve İngiliz seyir füzeleri Suriye kimyasal sahalarına düşerken,
    Rusya’nın vekil güçleri liderliğinde bir Suriye- Hizbullah gücü Fırat Nehri’ni geçmeye ve ABD’nin kontrolündeki El-Umar petrol ve Konok gaz sahalarını ele geçirmenin savaşındaydı. 
    ABD destekli Suriye Demokratik Ordusu saldırıyı püskürttü… 
    Ama saldırı Rusya, İran ve Suriye rejiminin  Fırat’ın doğusundaki bu çok önemli alanı olmazsa olmaz özgürleştirmek ısrarını gösteriyordu…
     
    *
    Çünkü ABD, Fransa ve İngiltere Suriye’deki çok taraflı saldırıyı kimyasal hedeflerde tutmaya özen göstermiş,
    Ama Ruslar ise hiçbir zaman tepkilerini sınırlamaya söz vermemişti… 
     
    *

    Rusya Güvenlik Konseyine sunduğu “14 Nisan’da bağımsız ve egemen Suriye devletine karşı düzenlenen saldırı kınanmalı” bildirisiyle krizi BM taşıdı.
    Ancak Batılı ülkeler tarafından bloke edildi.
    Ardından  ABD, Fransa ve İngiltere yeni bir Suriye karar tasarısı hazırladılar;
    Yeni tasarı Şubat’ta BMGK tarafından kabul edilen 2401 sayılı kararın Rusya, İran ve Şam rejiminin tavrı nedeniyle hayata geçirilemediği vurgusuyla “Barış için son şans ” takdimi taşıyor.
    Suriye’nin tüm cephelerinde ateşkes ilan edilmesini ve hemen uygulanmasını : İnsani yardım konvoylarına koşulsuz şartsız geçiş sağlanmasını :  Şam rejiminin BM kontrolünde siyasi çözüm masasına yapıcı ve iyi niyetli oturmasını : Yeni siyasi çözüm görüşmelerinde hiçbir tarafın ön şart koymamasını öngörüyor. 
    Böylece ABD, Fransa ve İngiltere BMGK kararının güvencesinde  Kuzey Suriye doğusuna yerleşmeyi hedefliyor.
    Ama Rusya ve müttefiklerinin stratejisi daralıyor… 
     
    *
    Kuzey Suriye’nin Batısını tutan Özgür Suriye Ordusu militanmları ve Türkiye en zayıf halkayı oluşturuyor.
    Bu yüzden Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, ” Suriye’ye yönelik operasyonun ‘yasal’ olduğunu ve uluslararası topluluk çerçevesinde gerçekleştirildiğini savunurken,
    Türkiye’nin “Tercih Köşesinde” sıkıştığını ima ediyor.
    “Putin’e Suriye’nin kimyasal silah kullanmasında Rusya’nın suç ortağı olduğunu söyledim. Ankara operasyona onay verdiği için operasyon Rusya ve Türkiye’nin arasını açtı” diyor…
     
    *
    İsrail ise sahadaki işlerin tehlikeli bir noktaya doğru gittiğini hissediyor.
    Ama Suriye, Lübnan ve İran’ı içeren Kuzey cephesine karşı kapsamlı bir savaşa girme kararı veremiyor… 
     
    *

    Görüldüğü üzere kimse kapsamlı bir çatışmaya girmek istemiyor.
    Ancak Kuzey Suriye’de ABD, Fransa ve İngiltere lehinde gerçekleşmeye yazan kapütilasyonlar,
    Türkiye’nin kendi lehinde kapütilasyon mücadelesi,
    İsrail’in Kuzey cephesindeki yalnızlığı,
    Ve Rusya ve müttefiklerinin yeni bir dünya talebi; 
    Ortadoğu’yu oldukça hassas günlere sürüklüyor…
     
     
    17.4. 2018

  • TRUMP HALT ETTİ

    TRUMP HALT ETTİ

    14 Nisan’da ABD, Birleşik Krallık ve Fransa bir askeri operasyonla  Suriye’de Beşar Esad’ın bir çok mahaldeki  kimyasal silah potansiyelinin altyapısını vurdu.
    Başkan Trump, Cumhurbaşkanı Esad’ın bir canavar olduğunu, yapılan operasyonla Suriye’nin kimyasal silah saldırılarının engellemesinin amaçlandığını söyledi.
    ABD’nin toplam 103 Tomahawk füzesinin 71 adedi, Rusya üretimi hava savunma komplekslerinden oluşan Suriye hava savunma sistemleri tarafından imha edildi.
    Rusya’nın Tartus ve Khmeymim’deki üslerine saldırılmadı.
    Rusya, İran ve Hizbullah eylemin “sonuçsuz” bırakılmayacağını açıkladı…

    *

    Dünya’da muazzam gelişmeler yaşanmaktadır.
    ABD’de Başkan Trump’ın  2008 krizinde büyük bankaların ani iflasını önleyen,
    Ama Hazinenin bankalar üzerinde vesayetini kurumlaştıran Dodd-Frank Yasası’nı ortadan kaldırarak işe başlaması,
    Böylece mevduat bankalarıyla yatırım bankaları arasındaki ayrımı ortadan kaldırmaya yönelmesi;
    Trump ve yönetimi ile uluslararası mali güçler ve medyaları arasında büyük bir çatışmaya yol açtı.

    *

    Uluslararası mali güçler ve ana akım medyaları, Trump ve seçim kampanyası ekibi ile Rusya’ya isnat edilen karanlık komplolar arasındaki bağların üzerine ısrarla yürüyor.
    Kullanılan argümanlar siyasi mücadelede alışılageldik türden değildir.
    Bunların açıkça savaş propagandası ürünü olduğunu herkes tespit edebiliyor…
    Son olarak ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton, Dışişleri Bakanı Mike Pompeo gibi şahin politikacılar bu çevrelerin zorlamasının ürünüydü…

    *
    Trump, Suriye’ye saldırı kararı verdiği gün New York Times , Bağımsız Yargıç Robert Mueller , Başsavcı Yardımcısı Rod Rosenstein, Suriye lideri Beşar Esad, FBI ve Hillary Clinton da dahil olmak üzere çok sayıda hedefe öfkeyle saldırmaktaydı…
    Başkan’a yakın kaynaklar, başkanın “kızgın, çaresiz ve üzgün” olduğunu ve öfkesinin şu anda “herkesin hayal edebileceğinin ötesinde” olduğunu söylüyor…
    Nitekim Başkan’ın öfkesi yönetilemez hale gelmiştir, baskıya direnememiş ve Suriye’yi cezalandırmak üzere büyük çaplı saldırıları başlatmıştır.

    *

    Halbuki Başkan Trump,  Ortadoğu’daki kargaşadan Obama yönetimini sorumlu tutuyor ve ağır eleştirilerde bulunuyordu.
    “IŞİD’i Obama kurdu. IŞİD’in kurucusu o. Şunu da söylemeliyim yardımcılığını da ezik Hillary Clinton yaptı. IŞİD Obama’yı onurlandırıyor” diyordu…
    Ya da daha bir kaç gün önce  Amerikan birliklerinin Suriye’den eve dönmesi gerektiğini belirttiğinde dış politika hakkında önemli bir gerçeği vurguluyor;
    ” İslam Devleti yenilgiye uğradı ve Washington’un Esad’ı devirmek, Suriye’yi parçalamak, Türkler ve Kürtler arasına girmek, Rusya ve İran’la yüzleşmek ve neocon düşünce kuruluşlarının ortaya çıkardığı arayışlarla hiçbir işi yoktur” diyordu.

    *
    Şimdi Başkan, Suriye’deki ölümlerin çoğundan patlayıcılar ve mermilerin sorumlu olduğunu bile bile kimyasal silah kullanıldığı bahanesiyle,
    Rusya’ya karşı savaşı tırmandırmış, ABD için daha az güvenlik  satın almıştır.
    Artık Başkan Trump daha fazla Amerikan yaşamı ve zenginlikleri için inandırıcı ve haklı bir gerekçeye sahip değildir…

    *

    Çünkü ABD’nin ötesinde; Rusya Devlet Başkanı V.Putin; 2005 Gürcistan, 2014 Kırım, 2014-2016’da Doğu Ukrayna zaferleri ve şimdi Suriye’den hareketle;
    Rus İmparatorluğunu parçalarından yeniden inşa etmeye çalışıyor.
    İngiltere geleneksel ittifakı AB’yi terk ederken, AB güç kaybetmiştir.
    Çin, Rusya, İran ve İsrail yeni güçler olarak ortaya çıkmıştır.

    *

    Çin; 2013′ te Orta Asya enerji alanında kendine ait boru hattı sistemi olarak planladığı Türkmenistan- Özbekistan gaz boru hattını,
    Ekonomik yavaşlama ve uzun vadeli LNG sözleşmeleri imzalamış olmasıyla rantabl olmadığı düşüncesiyle süresiz ertelemiştir.
    Bu planın güvenlik ve jeostratejik boyutlarının geleceği iddialı “Bir Kuşak, Bir Yol” projesini de etkiliyor.
    Ama bu eğilim, İran ve Rusya gibi enerji ihraç eden ülkelere pratik olarak doldurulacak bir boşluk oluşturmuş,
    İki ülkenin de lehinde gelişen bu durum, Rusya-İran ittifakının enerji ve jeopolitik nüfuz üzerinde güçlenmesinin yolunu açmıştır.
    Nitekim İran-Rus ittifakında görülen şey bu ikisinin Doğu Akdeniz’de giderek beliren gücüdür…

    *

    Bütün bu gelişmelerde Hazar’ın zengin hidrokarbon kaynakları odak noktasıdır.
    Çünkü Hazar politikasını Rusya ve İran’ın birlikte koordine etmesi;
    Rusya ve İran’ın Asya doğal gaz stratejisinde,
    Orta Asya ve Güney Asya’daki oyunlara katılması için bu bölgenin enerji pazarlarındaki hareketleri yönetmesinde,
    Çin-Pakistan Ekonomik Koridoru’nu tamamlayacak İran-Hindistan koridorunu oluşturmada,
    Tacikistan’ın dev Bokhtar gaz alanının geleceğinde,
    Türkmenistan ve Kırgızistan’ın gaz kapasitesini geliştirme projelerinde başat ülkeler olmalarının önü açıyor…

    *

    Elbette Rusya’nın Ortodoks gururu ile İran’ın radikal Şii İslamının asla yakın müttefikler olmayacağı sorgulanmıştır.
    Ama Suriye’deki Rus ve İran jeostratejik hedefleri arasında bir karşılaştırma yapıldığında bu farklılığın marjinal olduğu anlaşılıyor.
    Çünkü, farklılıklar ne olursa olsun ancak her iki ülkenin de kendi istediklerini yansıttıkları kadar değerlidir…
    Moskova için önemli olan varlığını, gücünü yansıtması, askeri satışı ve bölgede ABD varlığının zayıflatılmasıdır.
    İran da bunları paylaşıyor, ayrıca Hizbullah’a bir koridor tutuyor.
    Aynı zamanda Rusya’nın Akdeniz’e doğrudan erişimi ve bölge ülkeleri ile ilişkilerinde bir kaldıraç görevi yapıyor.
    İki ülke, ortak zemini kolayca buldukları Suriye’de marjinal ya da taktiksel farklılıklar üzerinden birbirleriyle çatışmıyor.
    İkisinin de Suriye’de istediği şeyde uzlaşmaz bir şeyi görünmüyor.
    İki ülkede bölgenin diğer yerlerinde ana hedef olarak ABD’yi zayıflatmak konusunu paylaşıyor…

    *

    Üstelik bu çevreler uzun süredir ABD  hegemonyası ve güç siyasetinin etkisinde olan;
    Birleşmiş Milletler Teşkilatı, Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu gibi çok taraflı kurumları eleştiriyorlar.
    Bu kurumların gelişmekte olan ülkeleri ulus ötesi şirketlerin boyunduruğu altına sokmakla,
    Ekonomilerini baltalayarak ülkeleri krize sürüklemekle,
    Şirketlerin çıkarları için emeği ve çevreyi koruyan yasaları ihlal etmekle suçluyorlar…

    *
    Bu yüzden Rusya, Çin, İran ve müttefikleri ABD’ye hegemonya ve güç siyasetine dayalı eski dünya güvenlik anlayışı yerine,
    Karşılıklı güvene, yarara, eşitliğe ve eşgüdüme dayalı  sürdürülebilir yeni bir güvenlik anlayışı  teklif ediyor.

    *

    Bu teklifte; Suriye odağında tüm tarafların görüşlerini BM koordinasyonu altında yapılacak Barış görüşmelerinde ortaya koymaları için teşvik edilmeleri gerekiyor.
    Sonra ABD ve Rusya’nın ideoloji farklılıklarına rağmen II. Dünya Savaşı sırasında faşizme karşı başarılı oldukları gerçek bir örnekten yola koyulmaları öngörülüyor.
    Buna göre Suriye için Barış Kongresi ile birlikte 1947 BM Guvenlik Konseyi’nin 10 numaralı kararıyla aldığı askeri mahkemeler kurma hakkı kullanılacaktır.
    Öngörülen, Ekim 1945’te II. Dünya Savaşı akabinde ABD, Birleşik Krallık, Fransa ve Sovyetler Birliği’nin,
    Alman Nazi partisine karşı “insanlık suçu, savaş suçları, dünya barışına karşı işlenen suçlar ve savaşa sebep olmak” suçlarından açtığı davaya bakmak için kurulan Nürnberg Uluslararası Askeri Ceza Mahkemesi’nin bir benzeridir…
    Bu mahkemenin kararları kategorize edilmeli,
    Yeni bir savaş hukuku ve Uluslararası Hukuk’un üstünlüğünde Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nda yeni bir  statü oluşmalıdır, deniliyor…

    *
    İşte Başkan Trump’ın Suriye saldırısı küresel kaosu tırmandırmanın ötesinde bir fayda sağlamamıştır.
    Şimdi Trump’ın bu kaosun odağını oluşturan Suriye trajedisinin  dünyanın en kötü insan hakları felâketi olduğunu idrak etmesi,
    Hangi taraftan olursa olsun uçluların yargılanmasına kapı aralaması,
    Bunun için acilen ABD dış politikasını yeniden yönlendirmesi gerekiyor.

    *

    Artık ABD, Fransa, İngiltere, Suudi Arabistan ve Türkiye’nin Suriye İç Savaşının sorumluluklarından kurtulmak için “Esad gitsin” sloganlarından sıyrılmaları gerekiyor.
    Bu ülkeler Suriye’de Beşir Esad’ın anayasal, kanuni ve meşru sorumluluğunu kabul etmelidirler.
    Esad yedi yıllık savaşta bütün düşmanlarını yenmiştir.
    Şimdi savaş boyunca boyunca değişen demografik değişiklikleri yansıtacak yeni bir Anayasa’nın hazırlanmasında,
    Demokratik olması için nufusun her kesiminin güvence altına alınmasında,
    Cumhurbaşkanlığı ve Parlamento seçimlerinin yapılması sürecinden sorumludur.

    *

    Nitekim Beşar Esad ve rejimi, Suriye’de savaş meselelerini yargılamak için acele ediyor.
    Suriye’de sıranın Cumhurbaşkanlığı ve Parlamento seçimlerinin yapılmasına geldiğinde,
    Değişen demografi doğrultusunda Suriye halkı isterse kendisinin de yargılanabileceğine kapı aralıyor…

    *

    Bu noktada dünyanın ve ABD’nin selameti için Bakan Trump’ın yapacağı iş;
    Acilen hazır ABD, İngiliz ve Fransız donanması Doğu Akdeniz’de iken;
    Bugün Kuzey Suriye’ye sığınmış olan  İŞİD bakiyelerini, Ceyş-ul İslam, El Nusra , Özgür Suriye Ordusu gibi terör örgütlerini tam hedeften vurması,
    Elebaşlarını  bir an önce yargıya teslim etmesi ve Cenevre Barış Görüşmelerine doğru yollanmasıdır…

    15. 3. 2018

  • SU AKAR YOLUNU BULUR

    SU AKAR YOLUNU BULUR

    A​BD ve AB’de siyaset kurumu ağır krizler ve çalkantılar yaşıyor.
    ABD Başkanı Trump​,​ Suriye’ye karşı askeri ​operasyon kararı almak için Ulusal Güvenlik Konseyi ile toplandığı gün,​
    ​FBI Amerikan egemen​leri arasındaki ​krizi ​şiddetlendirecek bir  ​şekilde Trump​’​ın avukatının bürosuna ve evine baskın düzenlemiştir.​..​
    Başkan Trump’ın kişisel politik meselelerle dikkati dağınıktır.
    Tıpkı  Kuzey Kore Devlet Başkanı Kim Jong-un gibi gelgitler yaşıyor…

    *
    İngiltere’de Skripal saldırısı, NATO’da Rusya düşmanlarının eline diplomatik ve siyasi bir silah vermiştir.
    Saldırıdan İngiltere ve Avrupa egemen​lerinin Rusya​’​ya karşı savaş histerisini canlandıran kesimleri ile  CIA ile Demokratik Parti etrafında bulunan ve Trump​’​ı bir Rus ajanı olarak itibarsızlaştırmak için onlarla birlikte çalışan​ Amerikalı egemen​ kesimler yararlanıyor.
    ​Saldırı, Avrupa egemenleri​nin ABD​’​den bağımsız bir Avrupa askeri politikası ve Rusya ile daha yakın bağlar için çağrı yapan rakip hizipleri üzerinde çok büyük bir baskı uygulamasına olanak sağl​ıyor…

    *

    Fransa’da çalışanların çalışma saat ve ücretlerinde, işten atılma konusunda, işsizlik sigortasında, emeklilik konusunda, eğitim ve sağlıkta, kazanç ve gelir vergisinde;
    Çalışanlar aleyhinde ve işveren lehinde kısıtlamalar yapılıyor.
    Grev hareketleri büyüyor,  halkların huzursuzluğu  yayılıyor…

    *
    Bunların gölgesinde ” Egemenler Savaşı”, yalnızca Ortadoğu’daki bir dizi jeopolitik gerilemeyi tersine çevirmenin değil,
    Aynı zamanda siyasi muhalefete karşı sıkı önlemler almanın bir aracı olarak görülüyor…

    *

    2003’te ABD ve İngiltere ​bir yalan seline dayanarak kitle imha silahlarının varlığını kanıtlama yönünde bir kampanya planladılar.
    Irak​’​a ​ gönderilen ​silah denetçileri nükleer ya da kimyasal bir silah programına ilişkin hiçbir kanıt bulamad​ı​​.
    Ama Saddam’ı devirme savaşı korkunç bir trajediye yol açtı.
    ​Önce bölge istikrarsızlaştır​ıldı​, sonra Irak​’a saldırıldı ve​ topraklarının büyük bir kısmı işgal ed​ildi.
    ​Kafa kesen​ muhalifler, Yezidi azınlığa karşı soykırım ​yaptılar​ ve dünya çapında​ İslamcı​ terörizmi yayan İslam Devleti grubunun yükselişini sağladı​lar​.

    ​*​
    Halbuki saldırı savaşını başlatmanın suç olduğu fikri, I. Dünya Savaşı’nın ardından 1919’da İtilaf Devletleri ile Almanya arasında imzalanan Versailles Antlaşması’na kadar uzanıyor.
    II. Dünya Savaşı ‘ndan sonra saldırganlık savaşlarını başlatıp sürdürmenin cezalarını ise 1945’te Nürnberg Duruşmaları’nda Uluslararası Askeri Mahkeme vermişti.

    *

    ​Irak’ın işgali de başka bir ülkeye saldırmak ya da saldırmak istemeyen bir ülkeye karşı bir saldırı eylemiydi.​
    ​Aynı zamanda BM Şartı’nın da ihlaliydi.

    * ​
    ​ABD Başkanı George W. ​Bush ve​ İngiltere Başbakanı Tony​ Blair, Irak’ın silahsızlanma anlaşmasını ihlal ettiği iddiasıyla saldırı için Güvenlik Konseyi onayına başvurdu​lar​.
    Ancak Güvenlik Konseyi üyeleri Irak’ta silah ​denetçilerini​n, Saddam’ın kitle imha silahlarına sahip olup olmadığını tespit etmek için çalışmalarına devam etmelerine izin verilmesi gerektiğini savundu​.
    Bununla birlikte  Bush Yönetimi desteklemesini istediği çizgiye katılmayan silah denetçileri ve istihbarat analistlerini istismar etti.
    Bush ve Blair yönetimleri, Saddam’ın sözde insanlığa karşı suçlarını durdurmak için işgal fikirlerinde haklı çıkarıldılar…

    *

    İkisinin de bir saldırganlık savaşı başlatmalarının suçu için yargılanmaları ihtimali yoktu.
    Böyle bir yargılamanın bariz mekanı Uluslararası Ceza Mahkemesi’dir.
    Oysa Başkan Bill Clinton’ın Uluslararası Ceza Mahkemesini  kuran anlaşmayı imzalamasına rağmen Bush yönetimi bu imzayı geri çekmişti.
    Bugün hâlâ ABD anlaşmaya taraf değildir…

    *
    Ancak bu, Irak’a yönelik saldırının suç niteliğini tartışmanın hiçbir anlamının olmadığı anlamına gelmiyor.
    Irak Savaşı’nın failleri Başkan George W. Bush, Başkan Yardımcısı Dick Cheney, Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, İngiltere Başbakanı Tony Blair elleri kolları serbesttir,
    Ama işledikleri suçlarla insanlığın vicdanında cezalıdırlar…
    Ayrıca ​Trump göreve başladığından beri uluslararası gerginlikler artıyor.
    ​Suçun cezasız kalmasına rağmen bu durum Irak’ta bir saldırganlık savaşını başlatmanın her zaman bir suç olduğunu hatırlatmak için bir ​fırsat penceresi olduğunu düşündürüyor..

    *

    İşte bu kez Trump, Macron ve May, “Savaşta yasadışı kimyasalların kullanımı hakkındaki dezenformasyonu, uluslararası rekabette kullanışlı bir propaganda aracı” olarak kullanıyor…
    İngiltere,  Salisbury’ta ikili ajan Sergey Skripal ve kızı Yulia’nın, sinir gazı ile zehirlenmesi yalanı,
    Suriye’de Şam’ın hemen kıyısında Doğu Guta’da kimyasal saldırı yalanı;
    Türkiye’nin  bir terör örgütü olan Özgür Suriye Ordusu ile birlikte  Suriye’nin kuzeyindeki ABD’nin terör koridorunu bozması üzerine yer altına çekilen,
    ABD başta olmak üzere İngiltere ve Fransa’nın kafalarını çıkarmasına yol açmış ve harekete geçirmiştir.

    *
    ​Şimdi ABD ve Rusya​ kullanılan kuvvet düzeyine ve eğer varsa her iki tarafın maruz kaldığı zarara bağlı olarak,
    ​D​aha geniş bir çatışmanın ortaya çıkması riskini taşıyan doğrudan bir askeri çatışmaya doğru ilerliyor​.

    *

    ​Bu noktada Suriye ve Rusya’nın iddia edilen kimyasal silahlar saldırısı ile ilgili suçsuzluk iddiaları kabul edilmiyor.​
    Ama Rusya ve İran’ın himayesinde Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad, onlardan aldığı;
    IŞİD’in yenildiği ve Suriye’deki durumun başka bir evreye geçtiği : Barış Müzakerelerine ülkedeki iç ve dış muhalefetin ve Kürtlerin de katılımının sağlanacağı: Şam’ın meşru izni olmadan uluslararası güçlerin Suriye’de bulunmasının hiçbir nedeninin olmadığı:  Yabancı askerlerin varlığının yalnızca Suriye hükümeti onları davet ettiyse kabul edilebilir bir durum olduğu: Suriye krizinin çözümüne yönelik hiçbir siyasi inisiyatifin ülkenin egemenliğini, birliğini ve bütünlüğünü hiçbir halükârda bozamayacağı garantisinden ilerliyor…

    *
    En önemlisi Beşar Esad ve rejimi, savaş meselelerini yargılamak için acele ediyor.
    BM teşkilatı, Suriye İç Savaşı siyasi çözümün hukuki yapısını oluşturmaya yönelik “muhalif-terörist” ayrımını keskin bir şekilde yapmış,
    Tüm taraflarca Suriye’de  işlenen Savaş Suçları’yla ilgili ilk raporunu yayınlamıştır…
    Her tür zulüm, teröristleri gönderen ve finanse eden ülkeler, Suriye’de insani durumu ahlaksız ticarete dönüştürenler belgelenmiştir.
    Bir hukukçu ekip dava dosyalarını hazırlamış, mahkemelerin yargılamak için evrensel yargı yetkisini kullanabileceği,
    Ve Uluslararası Ceza Mahkemesi gibi mevcut bir organa ya da  Suriye’de yeni bir mahkemeye yetki verilebileceği açıklanmıştır…

    *

    Bu yüzden ABD, Fransa, İngiltere, Suudi Arabistan ve Türkiye Suriye İç Savaşının sorumluluklarından kurtulmak için “Esad gitsin” diyorlar.
    Rusya hükümeti ve pozisyonuna sempati duyanlar ise;
    6 Nisan’da Doğu Guta isyancıları ve Rus hükümeti arasındaki müzakerelerin çözülmesinden sonra,
    Suriye hükümetinin Guta’yı  serbest bırakmaya yönelik saldırısına devam ettiği,
    Rusya’nın Mart’ta  yakın bir yenilgi ile karşı karşıya kalan Guta isyancılarının,
    Suriye hükümetinin altyapısına yönelik büyük bir Amerikan hava saldırısı için şartlar yaratmak için kimyasal saldırıda bulunacağı konusunda uyarıda bulunduğunu hatırlatıyor.

    *
    Rusya “Esad gitsin” konusunda da bir plan teklif ediyor:
    Buna göre Beşir Esad, yedi yıllık savaş boyunca değişen demografik değişiklikleri yansıtacak yeni bir Anayasa’nın hazırlanmasında,
    Demokratik olması için nufusun her kesiminin güvence altına alınmasında,
    Cumhurbaşkanlığı ve Parlamento seçimlerinin yapılması sürecinde anayasal, kanuni ve meşru sorumluluktadır.

    *

    Rusya,  bu durumda nufusun büyük kısmını oluşturan Sünnilerin parlamento çoğunluğunu kazanacakları,
    Ama Esad’ın küçük Alevi kesiminin yönetici bir azınlık olarak ayrıcalıklara sahip olamayacağını,
    Nihayet  Esad’ın Suriye siyasetinde hakimiyetini kaybedeceğini,
    Üstelik savaş sırasında tükenen Suriye Ordusu’nun yerini ülkenin demografik yapısına uygun yeni bir Ulusal Suriye Ordusu’nun alacağını öngörüyor.
    Daha ne olsun?

    *
    Başkan Trump’ın bir an önce dünya halklarına ve ABD ordusuna zarar vermemek üzere;
    Suriye’deki soruşturmayı yürütmek için Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü’nü devreye sokması,
    Askeri gücünü gerekçelendirmesi,
    Güç kullanımına ilişkin risklerin garanti edilip edilmediğini belirlemesi,
    Sonuçta Suriye trajedisine bir son vermek üzere Suriye’nin dünyanın en kötü insan hakları felâketi olduğunu idrak etmesi ve suçluların yargılanmasına kapı aralaması gerekiyor.

    *

    Trump bir şeyi vurmak istiyorsa;  İŞİD bakiyelerini, Ceyş-ul İslam, El Nusra , Özgür Suriye Ordusu gibi terör örgütlerini vurmalıdır…

    13.4. 2018

  • TRUMP’ IN BÜYÜK  KARARI 

    TRUMP’ IN BÜYÜK  KARARI 

    S​avaşın kimyasal araçları siyaset gerçeğini geride bıraktı. 
    Gündemi, İngiltere’nin ikili ajanı Sergey Skripal ve kızı Yulia’nın, Salisbury’ta sinir gazı ile zehirlenmesinden Rusya’nın sorumlu olduğu,
    Suriye Ordusunun Şam’ın ilçesi Douma’yı tutan asi Ceys-ul İslam’a karşı kimyasal gaz saldırısında bulunduğu fakat saldırının sivillere felâket getirdiği iddiaları belirliyor.
    Her geçen gün  Barış’a duyulan özlem yerini bir öfke retoriğine bırakıyor…
     
    *
    P​azar günü Başkan D.Trump, bir tweet’te “Hayvan” dediği Beşar Esad’ı Suriye’de gaz saldırısı yapmakla itham etti.
    Bu vahşetten Rusya ve İran’ı da ahlakî olarak sorumlu tuttu.
     
    “​Suriye’deki kimyasal saldırıda kadınlar ve çocuklar da dahil olmak üzere birçok kişi öldü.
    ​Başkan Putin ve İran, “Hayvan Esad’ı” desteklemekten sorumludur. Büyük bedel ödeyecekler” dedi.
    Eski Başkan ​Barack Obama’​yı da ​kırmızı çizgisine rağmen ​bir kimyasal saldırıda ​ Suriye’ye saldırmamak ve güçsüz​lük göstermekle itham etti.
    ​”Halbuki daha o zaman​ Suriye felaketi çoktan sona erecek, hayvan Esad tarih olacaktı “dedi!
     
    *
    Salisbury ve Suriye’deki gaz saldırılarının tek yararlanıcı​sının ​”​Savaş Partisi​”​ olduğu açıkça görüldü. 
    Aslında Suriye Ordusu’nun 7 yıllık iç savaşı kazandığı ve  savaş sürecinin siyasal çözüme evrilmesinin gerektiği, 
    Ama Beşar Esad ve Suriye’nin zaferini başta ABD ve İsrail’in bir türlü kabullenemediği çok manidar bir çerçeve oluştu.
     
    *
    Bu iddialar üzerinden Başkan Trump,Beyaz Saray’da kabine toplantısında,
    Douma’daki  saldırıyı “masumlara karşı iğrenç bir saldırı” olarak nitelendirdi.
    “Suriye konusunda kararını “gelecek 24-48 saat içinde” vereceğini ilan etti.
     
    *
    Suriye ve Rusya ise kimyasal saldırıdan Ceys-ul İslam grubunu sorumlu tuttu.
    BM Güvenlik Konseyi’nde Suriye temsilcisi Caferi “Ceyş-ul İslam, El Nusra ve bunların ilişiği onlarca grubun kimyasal silahının olmasından,
    Doğrudan Katar,Türkiye, ABD ve Fransa’yı suçluyoruz.
    Bu ülkeleri, saldırganlık koşullarını hazırlamak  ve hükümetimizin otoritesini baltalamak için ülkemize karşı yürütülen kanlı politikanın başında olmakla suçluyoruz”dedi.  
     
    *
    Dünyada milyonlarca insan ana akım medyaya rağmen Suriye ve Rusya ordusu ne zaman bir mesafe alsa;
    Bu ülkelerin Suriye’de Esad’a karşı George Soros’la bağlantılı ve Batı müdahalesini savunan savaş yanlısı ve sözde bir arama kurtarma kuruluşu olan,
    White Helmets (AK Miğferler) grubunu harekete geçirdiğini, Suriye’nin elinde kimyasal silahının da olmadığını biliyor…
     
    *
    Halbuki Başkan Trump, 21.yüzyılın gidişatını başta ülkesi olmak üzere Avrupa, Rusya, Çin ve İslamcılık arasındaki etkileşimin belirleyeceğini,
    ABD’nin bütün bu yapının en zengin ve en güçlü ülkesi olduğunu,
    Ama askeri ve ekonomik olarak kötü yönetimle zayıfladığını, diğerlerinin de daha güçlendiği düşüncesindedir.
    ABD’yi en başta tutmanın yolunun ise rakiplerini, iş dünyası literatüründe SWOT analizi  [Strengths, Weaknesses,Opportunities,Threats – Güçlü yönler,Zayıf yönler, Fırsatlar,Tehditler] olarak bilinen yöntemle anlamaktan geçtiğine inanıyor…
     
    *
    Bu yüzden Rusya’nın da ABD ile birlikte çalışmayı öngördüğü düşüncesini esas alıyor,
    Ve ABD’nin izlediği politikayı değiştirmeyi ve bugünkü çatışmaların yerine işbirliği biçimlerini ikame etmeyi deniyor.
    İki ülke arasındaki rekabetin koordine edilerek işbirliğine dönüşmesi halinde bölgesel krizlerin daha az tehdit oluşturacağına,
    Bölgesel çalkantıların büyük oranda önleneceğine yönelik bir politikayı güdüyor…
     
    *
    Nitekim desteklediği  Rusya, Türkiye ve İran  ile birlikte  Astana sürecinde;
    Suriye’de güvenlik tesis edilmeden reformların yapılamayacağı esasında bir ateşkes süreci sağlamış,
    Güvenliğin tesis edilmesinden anayasal, kanuni ve meşru sorumluluğu olan Esad hükümeti sorumlu tutulmuştur.
    Suriye’nin bağımsızlığı ve toprak bütünlüğü başlığında BM garantisiyle savaşan muhalif silahlı güçlere lojistik kesilmiş ve sınırlarda denetim kurulmuştur…
     
    Bu süreçte BM teşkilatı, Suriye İç Savaşı siyasi çözümün hukuki yapısını oluşturmaya yönelik “muhalif-terörist” ayrımını keskin bir şekilde yapmış, 
    BM tüm taraflarca Suriye’de  işlenen Savaş Suçları’yla ilgili ilk raporunu yayınlamıştır…
    Her tür zulüm, teröristleri gönderen ve finanse eden ülkeler, Suriye’de insani durumu ahlaksız ticarete dönüştürenler belgelenmiştir. 
    Bir hukukçu ekip dava dosyalarını hazırlamış, mahkemelerin yargılamak için evrensel yargı yetkisini kullanabileceği, 
    Ve Uluslararası Ceza Mahkemesi gibi mevcut bir organa ya da  Suriye için yeni bir mahkemeye yetki verilebileceği açıklanmıştır…
     
    *
    Ayrıca sahada çıkarları çoğunlukla birbirleriyle farklı ülkelerin Suriye’yi geniş bir uluslararası çatışma ortamı haline ge​tirmesinin​ önüne geçilmiş,
    Türkiye bir şekilde Suriye’ye çekilmiş ve siyasi çözüm arayışları  Türkiye-Suriye savaşı başlığıyla çerçevelendirilirken,
    Taraflar bu yüzyılın en büyük insanî trajedisinin temel nedenleriyle başa çıkmaya hazır olduklarına dair açık işaretler vermeye başlamıştır… 
     
    Bu noktada Başkan Trump’ın, eski Başkan Obama ve Dışişleri Bakanı H. Clinton’a ağır eleştirilerde bulunduğu hâlâ hafızalardadır.
    Trump, “IŞİD’i Obama kurdu. IŞİD’in kurucusu o. Ve şunu da söylemeliyim yardımcılığını da ezik Hillary Clinton yaptı. IŞİD Obama’yı onurlandırıyor. Obama’nın ikinci ismi Hüseyin’dir” diyordu…
    Ortadoğu’daki kargaşadan Obama yönetimini sorumlu tutuyor ve bu konuda ABD’nin demokrat elitleri o günden bu yana yargılanma dehşetini yaşıyor…
     
    *
    Bu çerçevede “Büyük Karar ” arifesinde ABD Başkanı’na yakışan şey;
    Rusya ile rekabeti koordinasyonla geliştirmeyi sürdürmesi,
    Bir ABD-Rusya ortaklığı ile İslamcı İdeoloji ve IŞİD  benzeri İslamcı terör örgütlerini ortadan kaldırmak, 
    Bu ortaklıkla Suriye krizine siyasal çözüm bulmak,
    Bu başlıklardan bağımsız olarak “İki Devletli Çözüm” başlığında Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak tanınmasıyla  tarafları barışa ivmelemek ve İsrail- Filistin Barışı’nı sağlamak,
    İran’ın nükleer bomba kullanma olasılığını engellemektir.
     
    *
    Kendi ulusunu tehdit etmeyen, yedi yıllık bir iç savaşı kazanan Suriye’yi ve müttefikleri Rusya, Hizbullah, İran ve Şii militanlarını hedef almak;
    Çok ağır sonuçlara yol açacak  bir hedef küçültmedir.
    Savaşta yasadışı kimyasalların kullanımı hakkındaki dezenformasyon, uluslararası yarışmalarda kullanışlı bir propaganda aracı olarak gelişmiştir.  
    Isıtılmış retoriğe rağmen mevcut durumda Trump’ın kesinlikle bir kimyasal silah saldırısına yanıt vererek sorumluluk alması beklenmemelidir.
    Aksine Trump’ın ABD’ li askerleri geri çekme öngörüsünü tersine çevirmek ve Suriye’de bir ABD askeri dalgası oluşturmak amacıyla böyle bir tavır gösterdiğini düşünmek gerekir. 
     
    *
    Ama Başkan’ın “büyük kararı” için Britanya, Fransa ve Arap hükümetleri de dahil olmak üzere diğer müttefiklerle Suriye operasyonundaki rolleri için görüştüğü,
    Doğu Akdeniz’de müttefik katılımlı yeterli hava ve denizgücünün toplanmasını beklediği de biliniyor. 
    Bu durumda en iyisinin: Suriye’deki Türk askeri varlığı mı  hedef alınıyor olduğu, düşünülmeden geçilmiyor…
    Çünkü “Suriye’de ve Dünya’da Barış” yarım milyon insanın kan bedelinin, taş-taş üstünde kalmamış Suriye’nin zararlarının, yaşanan trajedinin bedelini ödemekten geçiyor… 
     
    11. 4. 2018