Yazar: Ahmet Kılıçaslan Aytar

  • JEOPOLİTİK REKABET ZAMANI

    JEOPOLİTİK REKABET ZAMANI

    ABD, Çin’i egemenliğindeki uluslararası sistemin bir parçası haline getirmek için on yıllardır çaba gösteriyor.
    Ama bir türlü ekonomik liberalleşme ve siyasi reform yolunda liderlik etme hedefini gerçekleştiremiyor.
    Şimdilerde Başkan Trump ve stratejistleri; Çin’in gelişme modelinin dünya çapında ilgi çekmesi: Birçok ülkenin bundan öğrenmesi ve Batı modeline karşı bir tehdit oluşturmasına karşı,
    İhtiyaç olan kapsamlı strateji değişikliğini pragmatizme feda ediyor…

    *

    Geçen hafta Başkan Trump, ABD ile Çin arasındaki ticari anlaşmazlığı daha da tırmandıracak kararlar aldı.
    Pekin’in misilleme tehdidini yerine getirmesi durumunda Çin’den ithal edilen ürünlere uygulanan ek gümrük vergisinin 200 milyar dolar daha artırılacağını duyurdu.
    Çin ise Trump’ı şantajcılıkla suçladı ve ABD’nin ek gümrük tarifesini yürürlüğe koyması durumunda karşı önlemler alınacağını ilan etti.

    *
    Sonuçta;
    1- Dünyanın en büyük ve ikinci en büyük ekonomisi ve Avrupalı müttefikleri arasındaki ticaret savaşı daha fazla ivmelendi.
    2- ABD ve Çin arasında ekonomik bir rekabetten ziyade kıyasıya jeopolitik bir rekabet başladı.

    *

    ABD ve Çin arasında jeopolitik rekabetin başlaması neyin gerçekte olduğu ile ilgili daha doğru bir değerlendirmedir.
    Artık iki ülke de jeopolitik rekabeti; uyguladıkları uluslararası siyaset gücünün coğrafi etmenler üzerindeki etkileri üzerinden değerlendirecektir.

    *
    Dünya’nın Konvansiyonel ve Kitle İmha Silahlarının Yayılması: Uluslararası Terörizm : Uluslararası Örgütlü Suçlar :  Küresel Salgın Hastalık Tehdidi : Etnik ve Dinsel Temelli Çatışmalar gibi tehditlerle karşı karşıya bulunduğu bu sırada,
    Başkan Trump’ın başlattığı jeopolitik rekabet; Çin, Rusya hatta geleneksel müttefiklerine karşı yeni Soğuk Savaş’ı daha da körüklüyor.
    ABD yönetiminin bu stratejisini adım adım planladığı bir süreçten geçiliyor…

    *

    Ocak’ta Trump, güneş panelleri ve çamaşır makineleri ithalatına tarife koydu.
    Mart’ta haksız ticaret uygulamaları ve fikri mülkiyet hırsızlığı nedeniyle misilleme olarak Çin’in ABD’ye yaptığı ihracatına 50 milyar dolarlık gümrük vergisi uygulayacağını duyurdu.
    Haziran’da dünyanın ABD’ye çelik ve alüminyum ihracatına yönelik yaptırımları uyguladı.

    *
    Önce bu hamleler ABD’nin haksız ticaret uygulamalarına maruz kaldığı gerekçesiyle uygulanıyor ve herhangi bir ülkeyi hedeflemiyordu.
    Amerikalı imalatçı ve sanayicilere yardımcı olunması öngörülüyordu.
    Doğrusu başlangıçta  “Ticaret Savaşlarının iyi ve kolay kazanıldığını” söyleyen Trump, giderek ticari yaptırımlar konusunda tecrübe kazanıyordu.
    O zamanlarda ticari yaptırımlar, karmaşık problemler için uygulaması rutin prosedürlere ve yönetici takdirine tabi kolay ve basit çözümlerdi…

    *

    Pekin, ABD’nin ihracaatına ilişkin daha fazla tarife ile karşılık veriyor,
    Başkan hesapsızlık ve artan bir ivmeyle geri adım atmakla itham ediliyordu.
    Öyle ki, bunlar Beyaz Saray’da bir kaosa ve dünyanın belirsizliğe doğru itilmekte olduğu endişelerine yol açtı!

    *
    Halbuki ABD, dünyanın en büyük ekonomisi olarak gerekli sorumluluklarını yerine getirmeliydi.
    Elbette Washington’un düzensiz davranışlarının kısa vadeli olmayacağı düşünülüyor,
    Küresel liderler bir yandan ABD’yi pozitif olarak, diğer yandan da belirsizlikten korunmak üzere bir mekanizma oluşturmanın çabasını sürdürüyorlardı…

    *

    Ama ABD ısrarlıydı.
    Çünkü ABD elinin çok öncesinde kazandıklarından dolayı  kuvvetli olduğunun bilgisindeydi.
    Mesela Çin, 40 yılı aşkın bir süredir reformlar ve ekonomik açılımlarla fakir bir ülkeden dünyanın en büyük ikinci ekonomisi ve en büyük tüccarı haline gelirken, eşi görülmedik bir gelişme yaşamıştı.
    Ancak hâlâ gelişmiş bir ekonomi haline gelmesi için gideceği uzun yolu bulunuyordu.
    Geçen beş yılda 68 milyondan fazla insan yoksulluktan kurtarılmıştı yine de 2017 itibariyle 30 milyondan fazla Çinli yoksulluk sınırının altındaydı.
    Aşırı yoksulluktan kurtulmuş olanların birçoğu bile temel ihtiyaçlarını karşılamakta güçlük çekiyordu.

    *
    Çin diğer tüm gelişmekte olan ülkelerle aynı sorunları yaşıyordu.
    Çoğu Çinli gelirlerinin büyük bir bölümünü sadece gıdaya harcıyor, kaliteli sağlık hizmeti bulmakta zorlanıyor ve refahtan çok az ya da hiç pay almıyordu.
    Gelişmiş ekonomilere kıyasla kamu hizmetleri, kolluk kuvvetleri ve sosyal refah gibi önemli sektörler hâlâ gerideydi…

    *

    Kişi başına düşen GSYİH’nin değerlendirilmesi, bir ülkenin “gelişmiş” olup olmadığını belirlemenin birincil yoludur.
    Bu noktada Çin, dünyanın en büyük ikinci GSYİH’sına sahiptir ama 1,4 milyar insanın bu serveti paylaşması gerekiyor!
    Geçen yıl, Çin’in kişi başına düşen GSYİH’sı 8 bin 800 ABD dolarının biraz üzerindeydi ve dünya ortalaması 10 bin dolardan daha azdı.
    Halbuki bir ülkenin gelişmiş bir ekonomi olarak kabul edilmesi için kişi başına düşen GSYİH’sı 12 bin 700 dolardan daha yüksek,
    Son derece gelişmiş bir ulus olarak kabul edilmesi için 40 bin dolardan daha yüksek olmalıydı.
    Bu gerçek ABD’nin başlattığı jeopolitik rekabette Çin’e karşı elinin çok güçlü olduğu anlamına geliyor.

    *

    Mesela müttefik Avrupa Birliği ülkeleri; esasen hepsi askeri yüzü NATO olan bir sivil yapıdır.
    ABD birbirine denk olmayan bu iki yüzlü yapıda NATO’yu doğrudan, Avrupa Birliği ve üye ülkeleri ise dolaylı olarak yönetiyor.
    Böylece Washington, Avrupa’daki farklı idarelere farklı yöntemler uyguluyor.
    Sonuçta  Avrupa Birliği’ndeki güçlü Alman, Fransız, İngiliz ekonomik ve mali çevreleri üzerinde güçlü baskı oluşuyor…
    Ve ABD, Avrupa üzerindeki etkisini  mütemadiyen muhafaza ediyor…

    *

    Şimdi Çin’de, Rusya’da ve Avrupa Birliği ülkelerinde ekonomi yavaşlamaktadır.
    Bu yüzden Çinli, Rus ve Avrupalı karar alıcıların, ABD’yle kavga etmekten ziyade ABD ile jeopolitik rekabeti arttırmaları gerekiyor.
    Bu ülkeler kritik endüstrilerde ekonomik kalkınmalarını ve baskınlıklarını arttırmaları için bulut bilişim, yapay zeka, robotik bilimler, 5G iletişim ve benzeri sektörlerde üstünlük sağlamalıdırlar…

    *

    24 Haziran’da seçime giden Türkiye’de ise AKP iktidarı;
    Bir yanda,  kutsallaştırdığı fikirler ve metinler üzerinden İslamcı İdeoloji”siyle hem “İslam Dini’ne” hem Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Ulusu’na hem de jeopolitik rekabette dünyaya meydan okuyor.
    Bir yandan Kamu Harcamalarını arttırmak: Bazı kesimlerin vergi oranları düşürmek: Kredi Garanti Fonu desteği ile kredilerin desteklemek: Taşeron işçileri devlet kadrolarına almak: İstihdama devlet desteği vermek gibi yöntemlerle yani  genişletici maliye politikası uygulayarak iç talebin artmasını ve ekonomik faaliyetin canlanmasını sağlıyor.
    Para politikası da  bu genişletici maliye politikasıyla uyumludur.
    Enflasyonda hedefe göre iki kattan fazla sapma yaşanması bunun açık kanıtıdır.
    Öte yanda ABD ve Avrupa’nın krizden çıkış yolunda ciddi gelişme kaydetmesi bu ekonomilerin ithalatında artışa yol açınca dış talepte de artış ortaya çıkmıştır.
    Bütün bu gelişmeler Türkiye’nin büyümesini yukarıya itmiştir ama her zorlama gibi bunun da;
    İşte Yüksek enflasyon: Değer kaybeden TL : Artan cari açık: Yükselen bütçe açığı: Artan dış borç stoku gibi sıkıntılı sonuçları yaşanıyor.

    *

    Halbuki Türkiye’nin bu rekabette geri kalmamak için sırasıyla faizleri, tasarrufları, yatırımları ve ekonomik büyümeyi sağlaması gerekirdi.
    Ama faizler yükselince yatırım maliyetleri yükselecek ve yatırımcıların hevesi düşecekti.
    Ama madem ki, tasarruflar yükseltilemiyor bu durumda iç talep arttırılarak üretimin ve yatırımların ivmelenmesi sağlanacak,
    İç talebi artırabilmek için tüketim eğilimi yüksek olan kesimlere yani orta gelirin altında geliri olan kesimlere ilave harcama imkanı sunulacaktı.
    Bunun için kamu harcamaları kısılacak ve  geliri yüksek olanlardan biraz daha fazla vergi alıp geliri düşük olanların gelirini arttırılacaktı.
    Ve mutlaka orta ve uzun vadede  yapısal reformlar yapılarak Türkiye’nin işbu jeopolitik rekabetle başetmesi öngörülecekti.

    *

    Şimdi 24 Haziran seçimlerinin Türkiye ekonomisini iflas noktasına getiren sözde  “Usta”yı tasfiye etmesi gerekiyor…
    Çünkü Türkiye çok değerli bir ülkedir…

    21. 6. 2018

  • DEMOKRASİ’ NİN İNTİHARI

    DEMOKRASİ’ NİN İNTİHARI

    2016 başkanlık seçimleriyle birlikte Birleşik Devletler’de siyasi kurumlar​la ilgili bir şeyler ters gitti.
    ​G​izlenen büyük sorunlar ​ortaya döküldü.
    Bunun nedeni popüler olmayan ancak umut verici bir şekilde demokrasinin kendisine bağlanıyor…

    *

    Amerikalı Cumhuriyetçiler, bireyin girişim özgürlüğünü ve aile değerlerini savunuyor.
    Demokratlar değişimden yanadır, bireyin girişim özgürlüğünden çok toplumsal haklara ve imtiyazsız kitlelerin devletçe korunmasına ağırlık veriyor.
    Eğer siyasiler bugün olduğu gibi kurucu atalarının vazettiği yaşam tarzını tanımlayan ABD Anayasası’nın ruhuna dokunmaya başlarsa;
    Buna ne derin Amerika ne de Yüksek Mahkeme izin veriyor…

    *

    ​Şimdilerde Birleşik Devletler’de​ Cumhuriyetçi​ hükümetin tercih​leri ​işliyor.​
    ​Bireyler​in​ büyük gruplar halinde kol​l​ektif olarak hareket ettikleri ve davranışlarının sonuçlarından sorumlu olmadıkları bir süreç yaşanıyor.
    ​Dolayısıyla k​​​ararların makul veya tedbirli olma olasılığ​ının düşük olduğu bir süreçte yürünüyor.
    Ama “Demokrasi hatalarını düzeltmekte yavaş kalır” kuramı doğrultusunda da;
    “​Hiçbir zaman intihar etmeyen bir demokrasi yoktur​ ” gerçeği büyük bir ürküntüye yol açıyor…​​​

    ​*​

    ​A​BD Anayasası​ ​​”Demokrasi”nin korunmasında​ sorumlu hükümeti sağlamak için​ güçler ayrılığı, kontroller ve dengeler​ gibi birçok mekanizma içer​iyor.
    ​Ama ​s​iyasal kurumlar kötüye gittikçe,​ Amerikalıların ilk ​düşüncesi ister resmi ister gayri resmi olsun,
    ​D​emokrasinin kapsamını genişleten ve seçmene güvenli bir şekilde sahip olduklarından daha fazla güce emanet edilen anayasal değişiklikleri aramak​ ​oluyor.​..

    ​*​

    ​Gerçi ​Amerikan hükümet​ler​i, çoğunluğun tiranlığından büyük ölçüde izole edilmiştir​ ama​ ​şimdi ABD ​azınlığın tiranlığı​ korkutuyor.
    Ülkeyi halk​ yönetmiyor​, ABD devletini​ sürekli olarak herhangi bir halk denetimin​i​ kabul e​tmeyen devlet memurları ve genellikle profesyonel politikacılar yönetiyor​.​
    B​u yüzden, bugün ABD hükümetinin yükselişi artan “demokratikleşme” ile örtüşüyor!
    Hükümet popülerleşiyor ve popülizm kontrol mekanizmalarının kaybına yol açıyor.
    ​Sonuçta oligarşinin demir yasası​ işliyor​ ve  azınlık çoğunluğu yöneti​yor…​

    *

    ​Bu yüzden ​ABD küresel bir dev olmayı sürdürmesine rağmen rakip devletler karşısında su götürmez pozisyonunun keyfini ​sürdürmekte parpazlıyor.
    Y​ine de ​ABD uluslararası anlaşmalar ve sözleşmeler​d​e​n​ hareketle üzerine düşen sorumlulukları yerine getir​meye çabalıyor.
    “​Demokrasi” değerler​ine  saygılı olmayan ülkeleri ekonomik ve siyasal yaptırım mekanizmalarıyla cezalandırı​yor.​

    *
    ​Öte yanda Avrupa Birliği de  zorlu günlerden geçiyor.
    ​Brexit, AB için en büyük tehdit olmaya devam ederken, bir diğer tehdit;
    B​irliğin doğudaki üye devletlerinin birçoğun​un​ muhafazakar ve popülist hükümetler​inin​ kendi ulusal egemenliklerini yeniden belirl​emelerinden doğuyor.
    ​Bu tehdit ​AB’nin federalist merkeziyetçi kontrolünü ve bloğun genelinde kimlikleri tehdit eden ortak politikalar​ın​​ oluşumunu etkiliyor.​
    S​ürtüşme, bu devletlerde Hıristiyan kimliğinin yeniden bir araya getirilmesiyle birleşi​yor ve AB projes​i​​nde ciddi çatlaklar ​oluşuyor.

    ​*​

    AB ile Polonya arasındaki artan gerilim bu değer çatışmasın​dan kaynaklanıyor.
    Avrupa Komisyonu​ Polonya’nın AB oy hakkına mal olabilecek ve ciddi mali cezalara maruz bırakabileceği bir opsiyonu tetikle​miştir.​
    Komisyon,​ Hukuk ve Adalet Partisi​ iktidarını​ ​çıkardığı yasalar​la Polonya’da yargı bağımsızlığını tehlikeye at​makla, dolayısıyla Avrupa normları ve değerleriyle uyumsuz ol​makla ​suçluyor.
    İktidar ise Polonya’nın egemenliği ve geleneksel kimliği vurgul​uyor, giderek AB politika​larına karşı düşmanca davran​ıyor…

    ​*​

    Macaristan muhafazakar bir müttefik​tir​, AB’nin Polonya’ya karşı yürüttüğü ​politikayı reddediyor.
    ​Avrupa Komisyonu ise Macaristan Başbakanı V. Orban’ı, şahsında  Avrupa seçkinleri somutlaştırmakla, Laiklikle çelişen bir “Hıristiyan Avrupa’sı” savunucusu olmakla itham ediyor.
    Orban açık şekilde ABD’nin küresel Demokrasi iddialarıyla alay ederken,
    Destekleyicileriyle birlikte AB politikasının sadece ulus devlet için bir tehdit olmadığını esasen Avrupa kimliğinin özünü de tehlikeye atmakla itham ediyor…

    * ​
    Sadece bu kadar değil! Avrupa’da siyaset​ten daha derin bölünme​ler​​ de​ ortaya çık​ıyor.​
    Doğu devletleri, tarihsel Hıristiyan karakterini modern liberal inançla bağdaş​tırmaya uğraşıyor. ​
    Polonya​ ve Macaristan, AB’den  Avrupa’ya gerçek özgürlüğü ve  Hıristiyanlığa dayanan daha güçlü bir uygarlığa giden yolu göstermesini talep ediyor.

    ​*​

    Bilhassa Avrupa göçmen krizi, AB Komisyonu ve doğu devletleri arasında derin ayrılıklar ortaya çıkarmıştır.
    Polonya ve Macaristan, AB’nin zorunlu kota sistemi kapsamında göçmenleri açıkça almayı reddettikten sonra, bir milyondan fazla göçmene kapılarını açan  Almanya’da,
    Ortaya çıkan asimilasyon ve entegrasyon sorunlarını  ve bu çerçevede  siyaset çıkmazından ders alınması gereğini savunuyor…
    Üstelik Avrupa hükümetlerinde ki yolsuzluklar da, Bulgaristan’da olduğu gibi devleti ele geçirerek “Devlet yolsuzluğu” yapma fiileri had safhada genişlemektedir.

    *

    Bunlar Doğu’da egemenliklerini ve Hıristiyan kültürlerini savunmaktan korkmayan muhafazakar hükümetleri ortaya çıkarıyor.
    Demokrasi gerçek bir tehditle karşı karşıyadır.
    AB, doğu ülkeleri için sürekli iç siyasî meselelere müdahalelerle demokrasi çizgisini tutturmaya çalışıyor,
    Ama bu sürtüşmelerin uzun vadede demokrasiye çok daha fazla zarar vereceği endişesi giderek büyüyor…

    ​*​
    ​Bu sırada Türkiye​ demokrasisi; kurumlaşmanın henüz sağlanamamış olmasının sancılarını yaş​adığı bir dönemden geçmekteyken,
    Kendisini muhafazakâr demokrat olarak tanımlayan İslamcıların oluşturduğu,
    Türkiye’deki sermaye birikimini rejimin mantık ve yapısı dışında demokratik olmayan yollarla gerçekleştiren AKP iktidarıyla karşılaşmıştır.
    O günden beri AKP; İslam dünyasına yönelik ekonomik bütünleşme, uluslararası politikada İslami devletler ittifakı peşinde olan bir sermaye ve bu anlayış doğrultusunda oluşturulan bir devleti inşa etmiş bulunuyor…

    *

    Türkiye, AKP iktidarları sürecinde bir yaşam tarzı, ideoloji ve zihniyet dünyasına ait bir ayrışmadan çok ekonomik ve politik tercihlerle ilgili bir ayrışmaya uğramıştır.
    Kendi çıkarlarını din kisvesi altında ifade eden bir sermaye kesimi, diğer sermaye kesimlerini stratejik olarak farklı tercihler izlemeye zorlamış,
    Doğrusu AKP iktidarı Ortadoğu ve AB’ ye ilişkin politikalarda gerilimlerle neden olmuştur.
    Emperyalizm karşısında kendini güncelleyemeyen, bu yüzden demokratikleşemeyen ve  tıkanan Türkiye Cumhuriyetini erozyona uğratmış,
    İslam ülkelerine yayılmacı felsefede istihbarat, emniyet, yargı, merkezi, yerel, özerk idareler, üniversiteler, medya ve TSK üzerinden yeni bir devlet ve yeni bir bürokrasi oluşturulmuştur…

    *

    Bugün bu devletin  “Demokrasisi” İslamcı diktatör Recep Tayyip Erdoğan​ yönetiminde​;
    Çöken bir ekonomi: Fethullah Gülen: OHAL: Üçe bölünmüş bir sosyal yapı : Öngörülebilirliğin azalması: Güven ve güvenlikte olağanüstü sıkıntılar: Cari açığın düşürülememesi : Borçların ödenememesi: Ülke varlıklarının elden çıkarılması gibi bir durumu arz ediyor.

    ​*​

    ​Bu çerçevede Türkiye; bir dikta yönetimi altında, OHAL idaresinde, bütün yönlerinde haksızlığın pik yaptığı bir süreçten,
    ​24 Haziran’da​, hem parlamento hem Cumhurbaşkanlığı seçimlerine götürülüyor.​
    ​S​eçimlerin 4 olasılığı bulunuyor;
    1​-​ Erdoğan’ ın cumhurbaşkanlığını ve AKP’ nin meclis çoğunluğunu kazanması,
    ​2-​ Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığını kazanması ama AKP’nin meclis çoğunluğunu kaybetmesi,
    ​3-​ Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığını kaybetmesi ama AKP meclis çoğunluğunu kazanması,
    ​4-​ Erdoğan ve AKP’nin seçimleri kaybetmesi olasılıkları.

    *

    Bu noktada sıcak bahis 1. ve 4. seçeneklerdir.
    1. Seçenekte, Türkiye’nin ağır sorunları ve demokrasi açığı nedeniyle toplumun en az yarısı tarafından dışlanan Erdoğan’ın,
    Sorunlarla baş edebilmesi, itibarını ancak şeklen kurtarabilmesi için daha çok baskıya başvuracağı,
    Ancak şiddetli kutuplaşmış toplumda potansiyel bir tehlike olarak ortaya çıkacak sokak şiddeti ve bir iç savaşla birlikte acı verici bir rejim değişikliği döneminden geçilmesi kaçınılmaz görünüyor.

    *
    4. Seçenek en az 1.seçenek kadar tehlikelidir.
    Bu kez Erdoğan’ın ve AKP’nin haricinde Cumhurbaşkanı olan kişi ve meclis çoğunluğunu kazanan siyasi partinin;
    ​S​orunlarla baş edebilme​k ve itibarını  koruyabilme​k​ için​,​
    Erdoğan’ın yıllardır iddia ettiği İslam ülkelerine yayılmacı felsefede istihbarat, emniyet, yargı, merkezi, yerel, özerk idareler, üniversiteler, medya ve TSK üzerinden​,​
    ​Y​eni Türkiye parti devletini nasıl aşabilece​ği büyük bir sorun arzediyor.

    ​*​
    ​Her iki halde de şiddet içeren gruplarda toplanan Erdoğan taraftarları,​ “​büyük önder​”​​ kabul ettikleri Erdoğan’a karşı çıkan ​”​hainler le çatışmak için sokaklar​d​a ​olacaklardır..
    ​Bu görünüm Erdoğan’ın perişan ettiği “Demokrasi”nin bir sonucudur. ​
    ​Bu durum başta ABD olmak üzere  hiç bir çağdaş ülke tarafından kabul edilmeyecek,
    ​Göz göre göre Türkiye’ki demokrasinin intiharına​ yol verilmeyecektir.

    1​9. 6. 2018​

  • DÜNYA KUPASI HEYECANI VE TÜRKİYE

    DÜNYA KUPASI HEYECANI VE TÜRKİYE

    Rusya’nın ağırladığı FİFA 2018 Dünya Kupası heyecanı başladı.
    Heyecanın en önemli unsuru futbol oyunları sonuçlarının son derece kestirilemez olmasıdır.
    Bu yüzden futbolseverler bir yığın batıl inançlar deniyor.
    2010 Almanya Dünya  Kupası’nda oynanan maçlarının hepsini doğru tahmin eden ahtapot Paul unutulmuyor.
    Bu kez 2018 Rusya Dünya Kupası’nda yeni kahin Daisy isimli bir fok’tur. 
    Ancak, 2018 Dünya Kupası’nda kimin kupayı kaldıracağı konusunda daha güvenilir yöntemler var mıdır?
     

    Avrupa Spor Bilimi Dergisi’nde yayınlanan yeni​ bir​ çalışma​;
    ​​UEFA Euro 2016’daki futbol takımlarının her maçtan önce milli marşlarını nasıl söylediği esasındadır.
    ​İki takım oyuncularının maç öncesi milli marş​larını ne kadar tutkulu​ söylediklerin​e bakarak kazananın belirlenebileceği öngörülüyor.
     
    *
    Buna göre oyuncula​rın milli marşlarını söylerken gösterdikleri tutku yoğunluğu, yüz ifadeleri ve beden dilleri, oyuncuların birbirlerine yakınlığı, kollarının pozisyonu;
    Onlara ait  hem sözel hem de sözel olmayan tutku ipuçlarını veriyor.
    İki takım oyuncuların gösterdiği tutku düzeyi maçtaki başarıyı ya da başarısızlığı ayırt ediyor… 
     
    ​*​
    ​Oyuncuların milli marşlarını “Ey Yurt toprağı, sana her şey feda olsun. Kutlu olan sensin” tutkusuyla​ söylemeleri;
    ​”Takımımız​ ya da daha geniş anlamda milletimiz  için savaşmaya​ hazırız” anlamına geliyor.
    Bu durum ​”Biz​ “​ için bir katalizör ol​urken,  “onlar​”​ için zararlı olabili​yor…​
    Nitekim en çok bilinen Yeni Zelanda oyuncularının​, oyunlardan önce “Haka” olarak bilinen duruş dansını yaparken bu etkiyi sağlamayı öngörmeleridir.
    Oyuncuların kendi uluslarından edindiği tutku, takım birlikteliğini ve çoşkunluğun gücünü oluşturuyor.
    Ancak bu yöntemin en iyi strateji olması için oyuncuların sadece milli marşı söylemeleri yetmiyor.
    Ya? Milli marşı söylemek zorunda olduklarını bilmeleri gerekiyor…
     
    ​*​
    Rusya’nın ağırladığı 2018 Dünya Kupası’nda​ Suudi Arabistan, BAE ve İran’ın eşzamanlı varlığı,
    Oyuncuların ve taraftarların bu motivasyonu paralelinde  bu ülkeler arasında yürüyen gizli savaşlara ışık tutacaktır.​​
    ​Suudi Arabistan’ın İran’a  rağmen Orta Asya ve Asya’da yönetişimi kontrol etme girişimleri,​
    ​Her ne kadar ​Rusya’daki turnuvaya katılmasa da​ 2018 Dünya Kupası’nın yayın  haklarının sahibi ve  2022′ de Kupa’nın ev sahipliğini yapacak ​olan Katar​;​
    ​Daha şimdişden potan​siyel gerginlikler​in taraf​ıdırlar.​
     
    ​*​
    ​Nitekim Katar, Körfez ülkelerindeki futbol taraftarlarını maçlara erişimden mahrum etmekle tehdit ediyor. ​​
    ​Çünkü bir yıldan beri İslamcı cihat ile mücadele gerekçesiyle ABD desteği altında  Suudi Arabistan, BAE, Bahreyn ve Mısır;
    Suudi Arabistan’ın Katar’ı vesayete tabi tutması: Katar’a ait El Cezire televizyon şebekesini susturmayı: Katar’ın Suriye’de İŞİD’le yaptığı işbirliğinden alıkonulmasını:
    Katar’ın Bahreyn kraliyet ailesine yönelik muhalefetini önlemeyi: Katar’ın Yemen’de Suudi karşıtı Husi asileri ve Suudi Arabistan’ın Şii ağırlıklı El Katif bölgesindeki yönetim karşıtlarını desteklemekten vazgeçmesini: Katar’ın  İran ve Filistinli İslamcı grup HAMAS ve Müslüman Kardeşler Örgütü ile arasına mesafe koymayı zorlamayı amaçlayan,
    Savaşa varmayan bir dizi önlemle Katar ekonomisini boğazlamakla tehdit eden​ diplomatik ve​ ekonomik abluka uyguluyor. 
     
    ​*​
    ​Şimdi Katar abluka koyan bu ülkelerin futbol taraftarlar​ına,
    2018 Dünya Kupası yayın haklarına sahip El Cezire televizyon şebekesinin yan kuruluşu BeIN tarafından yapılan maçların yayınları konusunda yasak uyguluyor.
    Her ne kadar Suudi Arabistan,10 kanallı bir önyükleme operasyonu olan kod çözücü BeOutQ’u oluşturmuş ve  Suudi Arabistan’ın sahip olduğu bir uydu aracı olan Arabsat üzerinden iletim yapıyor​sa da​,
    Katar, El Cezire ve BeIN  yayınlarını BAE’ de  engellemeye devam ediyor.​..​
     
    *
    Ama futbol sevgisi ve heyecanı, kaotik Ortadoğu’da din ve milliyetçi duygulara benzer derin bir tutkuyu ateşliyor. 
    Bu yüzden taraftarları Dünya Kupası yayınlarına erişim bölgelerinden mahrum bırakmak ciddi bir konu olarak ele alınıyor.
     
    ​*
    Nitekim ​Katar, ​Suudi​ Arabistan liderliğinde kendisine  uygulanan ablukaya itiraz edemezken,
    ​Suudi Arabistan’ı korsan yayıncılık  yaptığı için dünya futbol  örgütü FIFA’ya şikayet ediyor ve gerekli adımların atılmasını istiyor. 
    BeOutQ kanalını ve BAE’nin  bu kanaldan aldığı yayınları da karıştırarak engelliyor.
    Katar’ın hamlesi, BAE taşıyıcılarını ticari şartlar kabul etmeye zorlayacak şekilde tasarlan​mıştır ve politik bir başarı​ya işaret ediyor.​
     
    ​*​
    Anlaşmazlık​ bir yandan da, Katar aleyhtarı ​abluka ​kampanyasıyla ilgili altı ülkelik Körfez İşbirliği Konseyi​’nde oluşan derin uyuşmazlığı​  yansıtıyor.
    ​Mesela ​Katar gibi İran’la yakın bağları olan ve arabuluculuk yapmayı teklif eden Umman, 
    Suudi​lerin  BeOutQ dekoderleri ithalatını​ fikri mülkiyet yasasını ihlal ettiği gerekçesiyle​ yasaklayarak engellemeye ​fiilen katılıyor.​
     
    ​*​
    ​Bu sırada FIFA 2022 Dünya Kupasının Katar’da yapılmasının önüne geçmeye çalışıyor.
    Öyle ki FIFA yönetimi bu konuda bir soruşturma yürütmek için yenilenmenin arifesindedir.
    Daha şimdiden 2022 futbol festivalini hevesle bekleyen ulusların  milyonlarca futbolseverinin  daha iyiyi hak ettiği söylemi gelişiyor…
     
    *
    Başını Suudi Arabistan’ın çektiği ablukacı ülkeler, Birleşik Krallık’ taki medya organları, Londra Spor Dürüstlüğü Vakfı ile işbirliğindedir.
    Hep birlikte Katar’ın yaşamını güçleştirecek bir başka teklifte bulunuluyor.
    2026 için planlanan takım sayısının 32’den 48’e  çıkarılmasına yönelik planın 2012 Katar Dünya Kupası’nda uygulanması isteniyor.​ ​
    Teklif kabul edilirse Katar, 2022 turnuvasının ev sahipliğini bölgedeki diğerleriyle paylaşmaya zorlanacaktır ki; İran hazır kıta bekliyor…
     
    *
    ​Özellikle Suudi Arabistan​ ve BAE, küresel futbol yönetişimi üzerinde kontrol elde etmek için iki yönlü bir çaba​nın arkasındadır.
    Suudi Arabistan ve BAE’nin en büyük yatırımcıları arasında yer alan küresel teknoloji yatırımcısı Softbank​;​
    FIFA Başkanı G​.​Infantino’nun  Dünya Kupası’nı yenileme ve bir Küresel Nations League turnuvası başlatmaya yönelik​ teklifine ​ 25 milyar dolarlık bir ​destek sunuyor.
    ​Teklifin onaylaması halinde Suudi Arabistan küresel futbol yönetimin​in güçlü bir üyesi olacaktır.
     
    *​
    ​Diğer taraftan Suudi​ler;​ FIFA teklifinin tamamlayıcısı​ olarak Bahreyn iktidar ailesinin bir üyesi ve küresel futbolun en güçlü adamlarından biri olan​ Suudi Arabistanlı​ Salman Bin İbrahim El Halife’nin başkanlığındaki 47 ​ülkeden oluşan Asya Futbol Konfederasyonu’nun konumunu zayıflatma çabası​ndadır
    Suudi Arabistan’ın bütün bu bölgesel futbol hegemonyası teklifi, ABD Başkanı D. Trump’un İran’ı tecrit etme siyaseti paralelinde ilerliyor.
    Spor ve siyasetin ayrı olduğu küresel spor yönetişimiyle  alay ediliyor. 
     
    ​*
    Türkiye’ye gelince; Türk Futbolu’nu Recep Tayyip Erdoğan ile Katar’ın​ El Cezire televizyon şebekesinin yan kuruluşu BeIN  yönetiyor… 
    ​Milyonlarca vatandaşın isminin önüne Erdoğan’a inat “TC” rümuzu koyduğu bu ülkede, ​
    ​Beyimiz nasılsa​ “Ey Yurt toprağı, sana her şey feda olsun. Kutlu olan sensin”  idealini bir alt düşünceye mâl etmiştir…
    ​Nitekim Türkiye Milli Futbol takımı  2018 Dünya Kupası’da yer almıyor…  
     
    16. 6. 2018​
     
     
    ​* Efendim, ​Bayramınızı en iyi dileklerimle kutlarım.
       Herşey gönlünüzce olsun…

  • DOĞU AKDENİZ VE TÜRKİYE

    DOĞU AKDENİZ VE TÜRKİYE

    Tarihi süreçte önce Aristoteles, ​ İnsan’ı “bilme”, “eylemde bulunma” ve “yaratma”  etkinliği gibi üç temel faaliyetiyle tanımladı.
    O gün bugün “Akıl ve Aklıbaşındalık” insanlık için temel şart kabul ediliyor.
    İnsan’ın bilgiyi elde etmek için düşünce erdemini işlete işlete geldiği bu tarihî serüveninde;
    İnsanlık “İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi”nde belirtilen geri alınamaz kazanımlarından tümüyle yararlanmayı sağlayan ahlâki ve kültürel koşullar için ortaklaşıyor…
    Bu bağlamda çağdaş ülkeler işleyişlerinde sınırsız uygarlık için oluşturdukları sistematiklerle vicdan ve düşünce özgürlüklerini amaçlayan özgür insanlar yetiştirmeyi planlıyor.
    Ama Din’in toplumsal davranışı ve sosyal düzeni belirleyen bir sistematik olmasına izin verilmiyor.

    *

    Bu gerçekliğe rağmen  neoliberal emperyalizm R.T.Erdoğan ile Müslüman Kardeşler Örgütü ve benzerleriyle işbirliği yaparak giriştiği,
    Doğu Akdeniz’de Arap ülkeleri sınırlarının İslamcı Osmanlı’ya çekileceği konseptinin hayata geçirilmesi öngörürüsüyle,
    Türkiye ve Arap ülkeleriyle siyasi ve ekonomik usullerle kurduğu net bağımlılıklar, ortaklaşa denetim süreçleri ve vekalet savaşlarından;
    Maksimum kâr çıkarılamamış, güvenlik, istikrar ve refah sağlanamamıştır…
    Neticede bugün Doğu Akdeniz; jeostratejik, ekonomik ve diplomatik etkileriyle 20. yüzyılın başlarında oynadığı acımasız rolü yeniden yüklenmiş bulunuyor….

    *

    Bilhassa hidrokarbon enerji tekeline alternatif Nil Delta Havzası ve Levant Havzası büyük potansiyeliyle enerji kaynakları için bir geçiş sürecini zorunlu kılıyor.
    Ama bu sırada siyasi ve ekonomik dalgalanmalar bölgede her ülkeyi az ya da çok etkiliyor.
    Bölge ülkelerindeki iç savaşlar ya da iç sıkıntılar bir şiddet döngüsü yaratıyor.
    Dış müdahalelere ya da uluslararası hukuka dayanan hoşnutsuzluklara son vermek neredeyse imkansızdır.
    Bölge büyük güçler arasında bu kadar derin bir rekabet dönemine tanık olmamıştır.
    Bölge ülkeleri ise sosyo-politik beklentileriyle ilgili bir belirsizlik ve kasvet dönemindedir.

    *

    Enerji Havzaları  Türkiye, Yunanistan, Kıbrıs, Mısır ve İsrail’e  fırsatlar yaratıyor ama aynı zamanda  zorlukları ve tehlikeleri beraberinde getiriyor.
    ABD, Rusya ve Çin büyük güçler olarak çıkarları doğrultusunda bölgenin sosyopolitik yörüngesini belirliyor.
    Türkiye, İsrail, Mısır, Kıbrıs ve Yunanistan bölgesel aktörlerdir;
    Bunlar normatif ittifak düzenlemelerinin ötesinde devletler arasında sağlam bağlar kurabiliyor ve büyük güçlerin güç maksimizasyonuna destek oluyor.
    Büyük güçlerin pençelerini keskinleştirdikleri Suriye ve Libya’da ise iç savaş devam ediyor…

    *

    Özellikle Türkiye’de Aristoteles​’in ​ “Akıl ve Aklıbaşındalık”​ kriterlerine uymayan Erdoğan​’ın​,
    Güce dönük ve zorlayıcı diplomasiye dayanan taktik anlayışından tutarlı bir stratejiyi ayırt etmek her geçen gün daha zorlaşıyor.​​
    B​u yüzden Türkiye, Doğu Akdeniz’deki  müttefikler​i,​ ortaklar​ı​ ve komşularıyla birtakım zorluklarla karşı karşıyadır.
    Suriye’deki müdahalesinin kolay bir çıkışı yok​tur​ ve Kürt sorunu daha da karmaşıklaş​ıyor.
    Rusya Karadeniz’de ve başka yerlerde Türkiye’yi sıkıyor​.
    ​ABD, İsrail ve Avrupa Birliği ile ilişkiler ​giderek zayıflıyor.​
    Yunanistan​ ile Ege ihtilafları kontrolden çıkma olasılığını koru​yor.

    ​*​

    Nitekim Kıbrıs- Yunanistan- İsrail ve Mısır 8 Mayıs’ta Lefkoşa’da gerçekleştirdikleri Enerji Zirvesi bu ülkelerin;
    Şu anda, askeri düzeyde işbirliğini vurgulamadıkları,
    Ancak Kamu güvenliği, sinemacılıkta ortak yapımlar, deniz kirliliği, telekomünikasyon ve veri dolaşım maliyetlerinin azaltılması gibi alanlarda  işbirliğini derinleştirmede kararlı olduğunu açıkça ortaya koymuştur.

    *

    ​Bu ülkeler arasındaki Zirve’nin ana konusu “​Enerji”dir.
    ​Doğu Akdeniz’den Yunanistan ve Avrupa güzergahında bir boru hattı​nın​,​ ​İsrail’i Türkiye’ye bağlayan bir boru hattından daha pahalıya mal olaca​ğı​,
    ​A​ncak​ Türkiye’nin tutumu nedeniyle​ Doğu Akdeniz’de güvenliği artıraca​ğı​ konuşuluyor.
    Türkiye’nin Doğu Akdeniz ve Ege’deki  sorunları temelinde Lefkoşa toplantısının ardından ​Kuzey ​Kıbrıs Türk lideri Mustafa Akıncı​’nın​,
    Doğu Akdeniz’den Yunanistan ve Avrupa güzergahında bir boru hattı​nın barışa giden bir yol olarak işlev göremeyeceğini ve gaz kaynaklarının Levanten Havzasından Türkiye’ye Avrupa’ya taşınmasını savunduğunu söyle​mesine yol açması dikkate değerdir.
    Bun​un gibi yorumlar, Ankara’nın Kıbrıs, Yunanistan ve İsrail arasında gelişen işbirliğine olan ilgisizliğini gösteriyor.
    ​Çünkü ​Doğu Akdeniz’de demokratik bir bloğun oluşturulması, Türkiye​’de​ Erdoğan’ın ​ İslamcı Osmanlı özlemlerine hizmet etm​iyor…​

    ​*​

    Nitekim Aralık 2017′ de ​Erdoğan’ın, Yunanistan​ liderleriyle yaptığı görüşmelerden sonra 1923 Lozan Anlaşması’nın yeniden açılması konusundaki tutumu güçlen​miştir.
    Teklif, Türkiye ve Yunanistan arasındaki Ege Denizi ekonomik alanında varolan,
    Karasuları ve kıta sahanlığı ile ilgili sınırlandırmaları kapsayan deniz yetki alanlarının belirlenmesi,
    Belli coğrafi formasyonların hukuki statüsü,
    Doğu Akdeniz’de ve Ege’deki statükoyu belirleyen anlaşma hükümleri çerçevesinde bu formasyonlar üzerindeki egemenlik aidiyetinin belirlenmesi sorunlarını yükseltmiş,
    Türkiye’nin Ege Denizi’ndeki beklentileri​nin​ ötesinde, Suriye ve Irak’ta​ yürüttüğü askeri operasyonlar​ bağlamında olası ​bir yayılmacılık olarak algılanabilecek​ istikrarsızlaştırıcı​ ve çok  ​t​ehlikeli yeni bir unsur​ haline gelmiştir.

    *​

    Halbuki ​​Lozan’ın türev​ bir​ işlevi​​ de​ Türkiye’nin komşu ülkelerle sınırlarını belirlemektir.
    Daha spesifik olarak Lozan’ı tekrar açmak kıta sahanlığına​ ya da orada bulunabilecek herhangi bir hidrokarbon varlığına​ da​ cevap verm​iyor.​
    Ancak taraflar arasında  adaların, adacıkların ve açıkça isimlendirilmeyen kayalık mostraların durumu anlaşmanın müzakere tutanağı​nda desteklenm​ediği​ için muğlaklığa yol açıyor.
    Bu noktada Türkiye’nin sınırlarını doğrulamak için tasarlanan bir anlaşmayı yeniden açmak, Ankara için riskli bir öneridir;
    Çünkü komşuların kendi talepleri de olabilir, tüm sınırlar ve azınlık hakları yeniden açılabilir!

    *

    Şimdi Türkiye ve Suriye arasında çok büyük bir sorun yaşanıyor.
    Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan, Türkiye’yi kendi Münhasır Ekonomik Bölge’sini ortaya çıkarmak, bunun komplikasyonlarını öngörememek ve tezini yasal yollarla savunmamakla itham ediyor.
    Türkiye de Kuzey Kıbrıs ile birlikte  Münhasır Ekonomik Bölge’sini Rum Kesiminin tek taraflı olarak sınırlamaya hazırlandığını iddia ediyor.

    *
    Erdoğan bu durumu geçmişe doğru iterek bölgesel istikrarı yönlendirmeye çalışıyor.
    ​Ama e​gemenlik ve toprak bütünlüğü üzerindeki duygusal enerji ne olursa olsun ​Erdoğan’ın statükoyu değiştirme girişimlerine rasyonel bir Yunan​istan​ tepkisi ​oluşuyor.
    ​Türkiye ve Yunanistan​, Doğu Akdeniz’de Ege araştırması konusunda fiili bir moratoryum kurmuşlardır,
    ​A​ncak zaman zaman politikacıların kamuoyu açıklamaları, liderlerin kriz yönetimi becerilerini test e​ttiği​ bir veya iki tarafça bir saldırganlık yarat​ıl​mış​ bulunuyor…​

    *
    ​​Doğu Akdeniz’de hidrokarbon enerji tekeline alternatif Nil Delta Havzası ve Levant Havzası büyük potansiyelinin,
    Enerji kaynakları için bir geçiş sürecini zorunlu kıldığı şu aşamada;
    Türkiye’nin 24 Haziran seçimlerden Erdoğan’ın temsil ettiği etnik ve dini milliyetçilik ve popülist politikalardan arınarak çıkması gerekiyor.
    Çünkü mevcut durum meseleleri çözmek için diplomatik alanlara umutsuzluk getiriyor.
    İronik olarak da Yunanistan ve Türkiye paylaşamadıkları hidrokarbon kaynaklarının tadını çıkarıyor…

    14. 6. 2018

  • QUEBEC G7,  SENTOSA NÜKLEER ZİRVELERİ  VE TÜRKİYE 

    QUEBEC G7,  SENTOSA NÜKLEER ZİRVELERİ  VE TÜRKİYE 

     
    Başkan D.Trump, “America First” politikasıyla uyumlu, esnek bir tutumla 18 Aralık’ta yayınlanan,
    ABD Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi doğrultusunda dünyanın bütün ülkelerine; 
    1- ABD, uluslararası ilişkilerde güvenlik ve refahın lideridir.
    2- ABD, Rusya ve Çin ile olan ilişkilerinde jeopolitik bir zihniyeti benimser.
    3- ABD’nin Birleşmiş Milletler Örgütündeki sorumluluğunun daha fazla olduğu kaydıyla uluslararası düzeni Birleşmiş Milletler temel statüsü belirler.   
    4- ABD, ulusal güvenliği doğrultusunda ekonomik ve siyasi faaliyetlere müdahale eder, ifadesiyle 4 maddeden oluşan bir gündem iddiasında bulundu.
     
    *
    Öncelikle ABD’nin eli çok öncesinde kazandıklarından dolayı  kuvvetlidir.
    Mesela Avrupa Birliği; esasen askeri yüzü NATO olan bir sivil yapıdır.
    ABD birbirine denk olmayan bu iki yüzlü yapıda; NATO’yu doğrudan, Avrupa Birliği’ni ise dolaylı olarak yönetiyor. 
    Bu sayede Washington, Avrupa’daki farklı idarelere farklı yöntemler uyguluyor.
    Sonuçta  Avrupa Birliği’ndeki güçlü Alman, Fransız, İngiliz ekonomik ve mali çevreleri üzerinde güçlü baskı oluşuyor…
    Ve ABD,  Avrupa üzerindeki etkisini  mütemadiyen muhafaza ediyor… 
     
    *
    Bu yüzden ABD,  İran nükleer anlaşmasından çekilerek AB’yi zarara sürükleyebiliyor. 
    NATO üyesi Avrupa ülkelerine savunma bütçesine olan katkılarını artırmak için baskı yapabiliyor.
    Paris İklim Anlaşması’ndan çekiliyor,  Avrupa entegrasyonu projesin​e kayıtsız  duruyor. 
    Üstelik​ müttefikleri ve büyük ticaret ortaklarına çelik ve alüminyum tarifelerini artırabiliyor… 
     
    *
    Bu çerçevede, Başkan D.Trump  hafta sonunda Kanada/ Quebec’te G7 liderleri zirvesindeydi.
    ​Ortak ​Bildiri​’​de, herkesi kapsayan büyümeye yatırım yapılmasının benimsendiğ​i​​:​ Gelecekte etkili olacak iş ve meslek alanlarına hazırlık yapılacağı​: ​Cinsiyet eşitliğinin ve kadınların güçlendirilmesinin geliştirilmesine katkı verileceği duyuruldu.
    Daha huzurlu, barış dolu ve güvenli bir dünya inşa etmek için işbirliği vurgulanan bildiride, iklim değişikliği ve temiz enerji konularında birlikte çalışma kararı alındığı açıklandı.
     
    *
    ​Buna rağmen G7 Zirvesi çok zayıf bir görüntü verdi.
    ​ABD’nin bu ayın başlarında uyguladığı  çelik ve alüminyum tarife artışına yönelik itirazlarda bulunuldu.
    Başkan Trump, bilhassa Kanada Başbakanı Trudeau’nun sert eleştirilerine maruz kaldı.
    Trump’ın,​ ABD’nin​ müttefikleri ve büyük ticaret ortaklarının birçoğunda çelik ve alüminyum tarifeleri artırmaya yönelik kararı​nın​,
    ​A​BD ile bu ülkeler arasındaki ilişkilerde dikkate değer miktarda zarar verd​iği​,
    Bu kararın etkileri​nin​, çeşitli mallar üzerinde daha yüksek fiyatlar ile sınırlı olmayaca​ğı​ ancak ​ABD müttefikleri​yle gergin ve artan şekilde yıpranmış ilişkilere uzanaca​ğı söylendi.
    ABD diplomasisi ve ​çı​karları için aylar ve yıllar içinde şu an tam olarak be​lirlenmeyen sonuçlar ​oluşacağı,
    Hatta bu durumun ilk  tezahürü olarak Kuzey Kore ile görüşmelere giden ABD​’nin​ pozisyonuna​ hasar vereceği dahi iddia edildi. ​
     
    *
    Ne Gam!  Şimdi gözler Başkan D.Trump’ın G7 Zirvesi’ndeki güç ve özgüvenini,
    6 Haziran Salı günü Singapur/ Sentosa adasında Kuzey Kore lideri Kim Jong Un ile yapacağı müzakerelerde nasıl göstereceğine çevrilmiştir.
    Bir süredir K.Kore lideri üzerindeki baskının da kalktığı ve rahatladığı, 
    Bu noktada müzakerelerin en olası sonuçlarının belirlenmesiyle dünyanın güvenliği ve özellikle İran’ın nükleer  durumunu da aydınlatacağı şüphesizdir.
     
    *
    Birinci olasılık;
    Trump ve Jong Un’un, Kuzey Kore’nin  “denükleerleştirme” konusundaki müzakelerinde, ABD’nin K.Kore’ den tüm nükleer silahlarından vazgeçmesini talep etmesidir.
    Bu talebin karşılığında K.Kore’ye yaptırımlar sona erecek, dış yardımlar açılacak ve iş fırsatları verilecektir. 
    Ancak Pyongyang, ABD’nin talebini Washington’dan farklı şekilde tanımlıyor…  
    İki olasılık görüyor: daha büyük bir anlaşma ve daha küçük bir anlaşma…
    Daha büyük bir anlaşma, K.Kore’nin tüm nükleer silahlarından ve bunları üretme yeteneklerinden  vazgeçilmesi anlamına geliyor.
    Ancak K.Kore sadece ekonomik yardım için değil ABD Ordusu’nun Kore Yarımadasından tam olarak geri çekilmesini ve ABD’nin her türlü müdahalesine son vermesini de istiyor.  
    Daha küçük bir anlaşma ise K.Kore’nin bazı silahları ya da nükleer silah üreten tesisleri kapatması, nükleer yeteneklerin ve mevcut potansiyelin tutulması halidir.
    Buna karşılık Pyongyang, yaptırımların kaldırılmasını, dış yardımın açılmasını ve  Kuzey, Güney Kore ile ABD’nin barış anlaşması imzalamasını istiyor…
    Bu olasılıkta ABD ve Kuzey Kore beklentileri arasında dev bir uçurum olduğu net olarak görülüyor…
     
    *
    İkinci olasılık;
    Başkan Trump’ın müzakereler öncesinde K.Kore’ye herhangi bir imtiyaz vermeden meşruiyet verdiği tavrından gelişmiştir.
    Bu tavırdan hareketle  Kuzey Kore, füze testlerinin durdurulmasının yanı sıra geleceğe dair söz veriyor.
    Jong -Un, nükleer silahlardan tamamen vazgeçmediği; nükleer silahlar ya da nükleer üretim tesislerinin muhtemelen kapatılabileceği ancak potansiyel olarak yeniden açılabileceği,
    Ama ABD’nin ordusunu Kore Yarımadasından çekmeyeceği bir teklifi  elinde tutuyor.
    Bu durumda Kuzey Kore’nin  yeraltı nükleer test sahasını dinamize ettiği ya da diğer nükleer tesislere, test için başka alanlara sahip olabileceği şüphesi bulunuyor.
     
    *
    Bilinen bu iki ana seçenek dışında ABD’nin pozisyonu çok belirsizdir.
    Trump tam olarak gerçek bir nükleer silahlanma talebinde mi bulunacaktır?
    Ya da daha esnek hale gelerek bazı imtiyazlar mı verecektir?
    O halde nihai anlaşma sağlayıcı olduğunu gösterme arzusuyla Başkan Trump, İran gibi dünyanın diğer bölgelerinde ve bazı küresel ticaret konularında kullandığı zorlu pazarlık imajıyla sorunun üstesinden gelebilir.  
    Ancak Sentosa’daki müzakerelerde en iyi senaryo Trump ve Jong-Un’un  K.Kore’nin “denükleerleştirme”si hakkında belirsiz bir ortak beyanda bulunmaları varsayımıdır.
     
    *
    Bu sırada MHP’li “Bozkurt”ların örgütlenme ve eylem planları yaptığı  iddiasıyla  Avusturya hükümetinin 7 camii kapatma ve çok sayıda imamın sınır dışı edilmesi kararı;
    ​Türkiye’de Erdoğan’ın ​”Din özgürlüğü açısından bir caminin küçük hatalardan dolayı kapatılması kabul edilemez​ ” tepkisine yol açmış,​
    ​Erdoğan “​Bunlar Haçlı-Hilal mücadelesini başlattılar, başka izahı olamaz​ ” diyerek nükleer bomba kuvvetinde  bir din​ silahını Avrupa’ya yerleştirmiştir.
     
    *  
    İnsanlığa tehdit sadece K.Kore’den gelmiyor…
     
    12.6. 2018
  • KANDİL DAĞI

    KANDİL DAĞI

    24 Haziran seçimlerine günler kala Erdoğan’dan Kandil’e düzenlenecek operasyonla ilgili mesajlar geliyor.​
    Kandil operasyonu hakkında, ” Bağdat yönetimiyle bunu görüşürüz. Bağdat “ben bunu çözerim” dediği taktirde ne alâ. “Çözemem” derse Sincar’ı da Kandil’i de vururuz​ “​ diyor.
    ​İçişleri Bakanı S.Soylu ‘da​ Kuzey Irak bölgesinde Hakurk hattında birçok noktanın ele geçirildiğini söyl​üyor.​

    *
    Yazık ki, Erdoğan’ın terörle mücadele stratejisindeki fiyaskoları Terör Sorunu’nu; Kürt Sorunu’na ve Kürdistan Sorunu’na evrimleştirmiştir.
    Kürdistan Sorunu, halkların başka uluslarla birlikte ya da ayrı yaşamaya karar verebileceği, birlikte yaşam ve ayrılma hakkının taraflarca garantiye alındığı noktada Kürt ulus haklarını kapsıyor.

    *
    Aslında savaşın acı gerçeği her yerde olduğu gibi Ortadoğu’da da kendini tekrarlıyor.
    Siyasi ve askeri ayaklanmalar, yeni ve geniş kapsamlı demografik gerçekler üretiyor.
    Çünkü savaş insanları kendi gibi olanlar ile birlikte yaşamaya teşvik ediyor.
    Toplulukların etnik azınlık statüsünden etnik çoğunluk statüsüne taşınmasına yol açıyor…

    *
    Trajedi ve korkunun ortasındaki insanlar bu gerçek üzerinden Suriye’de, Irak, Lübnan, Ürdün ve Türkiye’de kendilerine yeni bir hayat kurmanın peşinde koşuyor.
    Önce Irak’ın işgali ardından Suriye iç savaşından kaynaklanan nüfusun yer değiştirmesi,
    Suriye, Lübnan,  Ürdün’ü ve savaşa hiçbir haklı nedeni olmaksızın karışan Erdoğan Türkiye’sini ciddî anlamda değiştiriyor…

    *
    Türkiye Ortadoğu’ daki savaşlara o sırada Başbakan olan Erdoğan’ın,
    Gericiliğin tipik öngörüsüzlüğü ile Cumhuriyetin 1938 yılına kadar gerçekleşen anlaşmaların sınırı içinde ülke birliğinin temeline işaret eden Misak-ı Milli’sini,
    Bu perspektifte “Yurtta Barış, Dünyada Barış” ilkesini reddetmesi,
    Ya?
    Bunun yerine 28 Ocak 1920’de İstanbul’da son Osmanlı Mebusan Meclisi’nin kabul ettiği saldırgan Misak’ı Milli ilkesinden hareketle,
    Kuzey Suriye ve Irak’ta  İslamcı yeni Osmanlı Devleti için gerekli olan su,​ ​tarım alanları, petrol ve doğal gaz alanlarını kontrol etme hedefi doğrultusunda katıldı.

    *
    Taraftarlarına “İnşallah en kısa zamanda Şam’a gidecek, oradaki kardeşlerimizle muhabbetle kucaklaşacağız.
    O gün yakın. İnşallah Selahaddin Eyyubi’nin kabri başında fatiha okuyacak, Emevi Camii’nde namazımızı da kılacağız.
    Bilal-i Habeşi’nin, İbn-i Arabi’nin türbesinde, Süleymaniye Külliyesi’nde, Hicaz Demiryolu İstasyonu’nda kardeşliğimiz için özgürce dua edeceğiz” ifadesiyle gaz verdi,

    *
    Halbuki İsrail Askeri Doktrini  ülke güvenliği konusunda;
    1-İsrail çevresinde güvenli bölge oluşturulması,
    2-En uzak mesafedeki füzelerin bertaraf edilmesi için düşman devletler sınırları ötesinde koruma daireleri oluşturma esaslarına dayanıyordu.
    İsrail için bu konseptin gereksinimi “Kürdistan”dı ve hayati önem arz ediyordu…

    *
    Ama Erdoğan aklınca, işbirliği yaptığı çevrelerde “Kürdistan’ın” gündeme gelmesi halinin Türkiye’de Kürt sorununun içinin boşaltılmasına fırsat yaratacağını düşünüyordu.
    Öncelikle Kürdistan’ı savunacağı için hem dış dünya nezdinde  hem de Kürtlerin Türkiye ve İsrail’in bölgedeki politikaları gereğince kendisine vaad ettiği,
    Bir ucu Doğu Akdeniz’de özgür “Kürdistan” toprakları üzerinde Kürtleri Arap ve Ermenilerin birlikteliğini sağlayacak,
    Sonra  ‘Muhteşem lider’ olarak anılırken, Türkiye Kürtlerinin de desteğini alacaktı!

    *
    Ama Abdullah Öcalan; Kürtlerin bu tuzağa düşmemesi gerektiği çağrısında bulundu.
    İsrail’in Barzani liderliğinde Kürdistan projesinin bir etnik temizlik faaliyetine neden olacağına dikkat çekti.
    PKK’da Kürt halkına, İsrail projesine karşı genel olarak seferber olma çağrısında bulundu…

    *
    Erdoğan,31 Ekim 2014’te Fransa’da Elize Sarayında Cumhurbaşkanı Hollande ve PYD Eşbaşkanı Salih Müslüm ile bir toplantı yaptılar.
    Ardından dönemin Dışişleri Bakanları Alain Juppe ve Ahmut Davutoğlu arasında bir mutabakat imzalandı.
    Mutabakat Türkiye’deki PKK’nın Kürtlerini sürmek, Kuzey Suriye’de Fransa’nın gelecekteki çıkarlarını da sağlayacak bir Kürt Federasyonunun kurulması konusundaydı.

    *
    Kim tutardı ki; Erdoğan, Suriye’de bir Kürdistan kurup buraya Türkiye’deki Kürtleri sürmek stratejisini yürütmeye  koyuldu.
    Talimatı doğrultusunda Türk Ordusu ve polisi, PKK diye ayırmaksızın  Kürtlere karşı yoğun operasyonlar yürüttü.
    Birçok köy yok edildi, birçok köyde yaşayan insanlar bulundukları yerleri terk etmeye zorlandı.
    Erdoğan Türkiye’deki Kürtleri kıskaca alıyor ve Suriye sınırındaki halklarla takas ediyordu…
    Çoğuda Batı’daki il ve ilçelere kaçtılar…

    *
    Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nde ise  Almanya, gelecekteki çıkarları için Peşmerge ordusunu eğitiyordu.
    Peşmergeler bir taraftan Türkiye’deki PKK’nın  terörist yöntemlerini reddederken,
    Öte yanda IŞİD’in verdiği ciddi kayıplardan sonra Kürdistan’ın geleceği için olumlu etkileri olan adımları atmanın, kendini yeniden eğitmenin, yeniden silahlanmanın,
    Irak merkezi hükümeti ve Türkiye Kürtleri gibi eski düşmanlarla taktiksel ittifaklar kurmanın peşindeydi.
    İki büyük aile Barzaniler ve Talabaniler artık birlikte yaşayabiliyor, yönetim sorumlu diplomasi uyguluyor ve bir dolu uluslararası ticari anlaşmalara imza atılıyordu.

    *
    Böylece Kürdistan’da feodal grupların etkin gücü giderek devlete çevriliyor, mülkiyet konusu kişisel haklardan siyasi haklara dönüşüyor ve uluslararası hukuk kapsamına giriyordu.
    Artık küresel ekonominin güvenlik sağlayacağı petrol üreten, su kaynaklarının sahibi, ekilebilir tarlaları olan  bir Kürdistan’dan bahsediliyor,
    En önemlisi, Ortadoğu’nun acımasız şartlarında Kürdistan hızla bütün Kürtlere cazibe merkezi oluşturuyordu…

    *
    Bu gelişmelere 14 Nisan’da ABD, Birleşik Krallık ve Fransa’nın bir askeri operasyon ardından, Kuzey Suriye’de  Kürtlerle birlikte kaşla göz arasında bir koridor oluşturmaları eklendi.
    Kürtler Suriye ve Irak’ta federal yapıda bir merkezileşmeye yönelirken,
    Şimdi İran ve Türkiye’den daha çok Kürtün bu topraklara geleceği, bölgenin ciddi anlamda değişeceği öngörülüyor…

    *
    Durum değişmiştir.
    Yeni durumda  yol alınırken, bu noktada Suriye ve Irak daha geniş bir uluslararası çatışma ortamı haline gel​me potansiyeli taşıyor.
    Tehlikeli olan şey taraflar arasında başka çatışmaların gerçekleşme ihtimalinin yükselmekte oluşudur.
    Özellikle İsrail ve İran askeri kuvvetlerinin karşı karşıya gelebilecek olması bütün dünyayı korkutuyor…

    *
    Bu noktada Türkiye, ​ Suriye ve Irak’ın kuzeyinde terör koridoru oluşumunu engellemek başlığında Kürtlere karşı​ kapsamlı​ bir mücadele sürdürmek zorunda olduğunu savunuyor.​
    Ama Türkiye, yabancı diyarlarda  “Suriye ve Irak’la  savaşıyor” teziyle karşı karşıyadır.
    Dünya şimdilik buna göz yumuyor
    Çünkü bu suretle Türkiye  egemen devletlerin yararına çıkarları birbirleriyle farklı ülkelerin Suriye ve Irak’ı geniş bir uluslararası çatışma ortamı haline ge​tirmesinin​ önüne geçiyor!
    Mehmetçik İsrail ve ABD için can veriyor.

    *
    Ne ki, Türk Millet, Erdoğan’ın  hevasının neden olduğu bu stratejinin onca maddi ve manevi zararını görmüştür.
    Üstelik Türkiye’nin, hem Suriye’nin  hem de Irak’ın geniş bir uluslararası çatışma ortamı haline ge​tirilmesinin engellemek üzere Mehmetçiğini ileri sürdüğünü de anlamıştır.
    Bu sırada 24 Haziran seçimleri yaklaşırken Erdoğan iktidarının yıkılacağına dair bunun gibi birçok emareler  çoğalarak artıyor.

    *
    Bir zamanlar çatışmasızlık ortamında seçimleri kazanmayı hesaplayan ve bunun için girişimlerde bulunan Erdoğan,
    Bir taraftan boş hayali peşinde Kürtçü terörle mücadele kisvesi altında Irak’ın kuzeyinde de petrol ve doğal gaz alanlarını kontrol etmeye yönelik imkansız hayalini koşturadururken,
    Şimdi tek umudu olarak Kürtlerle çatışma ve savaşa sarılıyor.

    *
    Erdoğan, Irak hükümetinin PKK’ye yönelik operasyonlara izin vermesi karşılığında Silopi’ye bağlı Ovaköy’de  yeni bir sınır kapısı açıyor.
    Bu kapıdan yapılan ihracaatın Telafer, Musul’dan Ninova ve Bağdat’a ulaşması planlanıyor.
    Yok artık!  Irak dahi artık Türk Ordusunu Ovaköy’den  Musul’un kuzeyine kadar olan  50 kilometrelik alanda bulunan PKK Kürtlerini, Şengal Direniş Birlikleri ve İran’a bağlı Haşdi Şabi militanlarını engellemeye çalışmak üzere kullanıyor!
    Üstelik TSK bil-â bedel ABD adına Irak’ta Musul’un kuzeybatısında yer alan stratejik konuma sahip Irak- İran ticaret koridorunu ve Irak’ın Peshkhabur kentinden uluslararası piyasalara ulaşan güzergahı da kontrol altında tutuyor.
    Türkiye, Dicle Nehri üzerindeki Ilısu Barajındaki suyu üreticisinin kullanımına kapatmış,bir damla  suyu tutmadan Irak’a naklediyor.

    *
    Ancak terörle mücadele yöntemi olarak çatışmayı, savaşı, soykırımı ya da demografik yapıyı değiştrimek gayretleri hiç bir işe yaramıyor.
    Genelkurmay eski Başkanı İlker Başbuğ’un biz zaman önce Gaziantep’te düzenlenen “Atatürk ve Cumhuriyet” konulu söyleşisindeki,
    “Sorun sadece askeri yöntemlerle halledilmek istendi. Gelinen aşamada bunun PKK’yi güçlendirdiği ortaya çıktı.
    Öyle ki PKK’nın sadece Medya Savunma Alanlarına yönelik savaş uçaklarıyla 11 bin 340 bomba,  63 bin tank, roketatar ve havan topu bataryası kullanıldı.
    450 milyar dolara mal olan sınır ötesi operasyonlara sınırlarımız içinde yapılan operasyonlar da eklendiğinde ortaya korkunç bir rakam çıkacaktır.
    Tüm bunlara rağmen PKK, hala ciddi bir tehdit ve hala silahlı olarak karşımızda duruyor” açıklamasını hatırlamak gerekiyor.

    *
    Erdoğan’ın yolu, yol değildir.
    Ancak İslam Coğrafyası’nda muhteşem bir temele dayanan Türkiye;
    24 Haziran seçimleriyle birlikte mutlaka farklı etnik ve dini kökenlerden gelen insanları bir arada yaşatmak için normalleşecektir…
    Toplumsal hayatta siyaset ve kültürün ancak bir bölümünde tarikatlar, cemaatler ve dini kurumlara serbestlik verilecek,
    Farklı ideoloji, görüş ve inançta Kürtlerin demokratikleşme perspektifi esasında siyasal nicelik ve niteliklerini kazanmalarıyla siyaset özgürleşecek,
    Türkiye Devleti bu toplumu küresel siyasi ve ekonomik kriterler dengesinde tutacak bir doğrultuda gelişecektir.

    *
    Ey Erdoğan, ne başka yol vardır ne de korkunun ecele faydası…

    10. 6. 2018

  • İSLAMCI CİHADİZM İLE SAVAŞ

    İSLAMCI CİHADİZM İLE SAVAŞ

    1967’de İsrail ile Arap komşuları Mısır, Ürdün ve Suriye arasındaki  6 gün savaşları üzerinden 5 yıl geçmişti.
    5 Eylül 1972′ de sabaha doğru El Fetih direniş örgütüne bağlı Kara Eylül grubunun 8 silahlı adamı,
    Münih’te olimpiyatlara katılan İsrailli sporcuların kaldığı 2 apartmana düzenledikleri saldırıyla bir katliam yaptılar.

    *

    Hafızalara kazınan bu katliamdan sonra 2018′ de Dünya Kupası öncesi Arjantin, İsrail’le Kudüs’te yapmayı planladığı hazırlık maçını iptal etti.
    İsrail’ in Gazze’deki “Kafirleri öldürüp dünyaya İslamı empoze etmeyi hedefleyen” Müslüman Kardeşler Örgütü’nün İslam Tugayları’ nın bir bölüğü olan,
    Dünyadaki en son Yahudiyi öldürüp bir İslam devleti kurmaya çalışan  HAMAS’a  muamelesinden kaynaklanan siyasi baskı gerekçe gösterildi.
    Arjantin Futbol Federasyonu Başkanı C Tapia iptal kararını İsrail’e iletirken ”Herkes bunu barışa katkı olarak alsın” mesajını verdi.
    Filistinliler İsrail’in uluslararası müzik ve spor etkinliklerini politikleştirmiştir.
    Terör unsurlarının Arjantin Milli Takım oyuncularına tehdit mesajları büyük bir korkuya yol açmıştır…

    *
    Halbuki ABD Başkanı D. Trump;
    Orta Doğu’da İsrail-Filistin arasında bir barışı sağlamayı, İsrail’in İran ile ilgili korkularını gidermeyi,
    Aynı zamanda İslamcı terör ideolojisini ve terörü hızla ortadan kaldırmaya yönelik bir strateji izliyor…

    *
    Bir yıl önce 20 Mayıs 2017’de Başkan, Suudi Arabistan/ Riyad’taydı.
    “Ortadoğu’ya yaptığım son seferimde artık radikal ideolojiye yapılan mali yardımın olmaması gerektiğini bildirdim.
    Arabistan’a yaptığım ziyaretim, Kral ve 50 Arap ülkesiyle görüşmem sonuç verdi.
    Bölge rehberleri Katar’ı işaret ederek suçladılar.
    Radikalizmin mali kaynaklarını kesme noktasında sert önlemler alacaklarını söylediler.
    Tüm deliller Katar aleyhineydi, belki de bu terörizmin son bulmasının başlangıcıdır ” açıklaması yaptı.

    *

    İslamcı cihat ile mücadelede ABD, Suudi Arabistan ve 50 Arap ülkesi,
    1- Cihadçı grupları kuşatıp, kaçmalarına imkan vermeden yok etmeye dayanan bir strateji  yürütmeyi,
    2- Bölgede yağmacı politikalar takip eden tüm ülkelerden aşırılıkları atmak amacını paylaşan bir uluslar birliği haline gelmeleri,
    3- Mısır/ El Ezher Üniversitesinin tüm aşırılık ideolojilerini görme ve sınırlama rolü eşliğinde İslam’ın doğru öğretilerini yayma konusunda odak olmasını,
    4- Suudi otokrasisine ve onun İran’a karşı NATO himayesinde bir Sünni-Arap askeri koalisyon oluşturma planına destek verilmesini,
    5- Nihayet Ortadoğu’daki büyük trajedinin siyasi çözümü yolunda, ABD’nin yükümlülüğünü en azından asgari düzeye düşürecek ve işlenen suçların sorumluluğu yüklenecek iki vekil ülkenin Katar ve Türkiye olması gereğini, planladılar…

    *
    ABD’nin desteğini alan Suudi Arabistan, Mısır, BAE, Bahreyn;  Katar’a karşı savaşa varmayan bir dizi önlem ilan etti.
    Katar ekonomisini boğazlamakla tehdit eden ekonomik abluka uygulaması;
    1- Suudi Arabistan’ın Katar’ı vesayete tabi tutmaya,
    2- Katar’ın Suriye’de İŞİD’le yaptığı işbirliğini, İŞİD çevresinde bir araya gelen İslamcı Cihad güçlerini finanse etmekten, örgütlemek ve silahlandırmaktan alıkoymayı,
    3- Bahreyn kraliyet ailesine yönelik muhalefetini önlemeyi,
    4- Yemen’de Suudi karşıtı Husi asileri ve Suudi Arabistan’ın Şii ağırlıklı El Katif bölgesindeki yönetim karşıtlarını desteklemekten vazgeçmesini,
    5- Katar’ın  İran ve Filistinli İslamcı grup HAMAS ve Müslüman Kardeşler Örgütü ile arasına mesafe koymayı zorlamayı amaçlıyordu…

    *

    Daha ilk dakikada Müslüman Kardeşler Örgütü’nün hamisi Recep Tayyip Erdoğan alınan karara muhalefet etti.
    “Ben İhvan-ı Müslimin’i bir terör örgütü olarak görmüyorum. Çünkü İhvan-ı Müslimin bir düşünce örgütüdür” dedi.

    *
    Bugün Suudi Arabistan liderliğinde Katar ablukasının başlamasından bu yana bir yıl geride kalmıştır.
    O günden beri Suudi Arabistan, BAE, Mısır ve Bahreyn dörtlüsü, Katar’dan talep ettiklerinde hiçbir gelişme kaydedemedi.
    Ancak yaptırımlarıyla  Katar’a ekonomik anlamda büyük zarar verdiler.
    Terörizm ile eşleştirilen Katar’ın küresel itibarı zedelendi.
    Daha dün abluka sorunlarıyla yüz yüze kaldığı gerekçesiyle küresel kredi derecelendirme kuruluşu Fitch Ratings, Katar’ın görünümünü “olumsuz” olarak belirledi.

    *

    37 yaşındaki Şeyh Tamim bin Hamad Al Thani liderliğinde 2.5 milyon insanın küçük emirliği inatla taleplerin hiç birine uymuyor.
    Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed Bin Salman’a meydan okumayı sürdürüyor.
    Suudi liderliğindeki bloğa boyun eğmek yerine Türkiye ve İran ile bağlarını güçlendirmiş, açılan bu kanaldan küresel toplum ve komşu ülkelere ulaşmaktadır.
    Washington’da ve diğer tüm önemli merkezlerde milyonlarca dolar karşılığında reklam kampanyaları ve  lobi faaliyetlerinde bulunuluyor.
    Mısır’da 10 milyar dolar batmıştır, Gazze’de alt yapı yatırımlarında yüz milyonlarca dolar heba olmuştur.

    *
    Ancak Mısır’da Müslüman Kardeşler örgütü ve iktidarının, Türkiye’de devleti işgal eden Fethullah Gülen cemaatinin tasfiyesinin ardından,
    Katar’ın İslamcıların bölgesel bir güç komisyoncusu olmak stratejisinden şimdilik iki yüzlü bir politikaya dönüş yaptığı da görülüyor..
    Bir süre HAMAS a ev sahipliği yapan Katar, bir taraftan Gazze’nin ekonomisine destek verirken batan milyonlarca dolarla dertlenirken,
    Diğer taraftan Kudüs Krizi ile birlikte İsrail yanlısı politikalarla hemdert olmaya başlamıştır.
    Şimdi sessizce İsrail ile flört ediyor…

    *

    Katar Emirliği sosyal gelişmesini iyileştirme, toplumsal yapıyı bütünleştirme ve ekonomik sürdürülebilirlik sağlamanın başka yolunun olmadığını anlamış olmanın belirtilerini veriyor
    Yakın dostu Türkiye, 24 Haziran seçimlerine hazırlanıyor…

    8. 6. 2018

  • MENBİÇ GÖRÜŞMESİ,  KUZEY IRAK POZİSYONU VE SEÇİMLER

    MENBİÇ GÖRÜŞMESİ,  KUZEY IRAK POZİSYONU VE SEÇİMLER

    Kaos’un hakim olduğu Irak ve Suriye’de hadiseler, hedefler, yöntemler, araçlar, ilişkiler  mütemadiyen değişiyor.
    Toplam savaş karşısında ABD, Rusya, Türkiye, İsrail, İran ve Avrupalı​ ülkeler bir taraftan çıkarlarını sağlamak​, diğer taraftan savaş suçlarından kurtulmak için yarışıyor.
    Yazık ki, bu topraklar kurallara dayalı küresel düzenin hızla çözüldüğü bir girdap durumundadır…

    *
    ​İslam Devleti (İŞİD) ​Suriye ve Irak’ta​,​ toprağa bağlı olmayan yeni mücadelede​ ​stratejisi​nde​ yeni siyasi çıkış yolları ve ittifak arayış​ındadır.​
    Suriye ve Irak’tan  İŞİD’i süpüren​ Kürtler, ABD’nin desteğiyle önemli su,​ ​tarım alanları, petrol ve doğal gaz alanlarını kontrol etme hedeflerini pekiştiriyor.​
    Bir taraftan da Kürtler​ ​arası ilişkilerde rekabet derinleşmiş, her bir grup kendi lehine stratejik​ ​kazanımların peşine düşmüştür.

    *
    Suriye ve Irak, işbu çıkarlar çerçevesinde daha geniş bir uluslararası çatışma ortamı haline gel​mekte, ​çözümleme​ imkansızlaşmaktadır.
    Tehlikeli olan şey ise taraflar arasında başka çatışmaların gerçekleşme ihtimalinin yükselmekte oluşudur.
    Özellikle İsrail ve İran askeri kuvvetlerinin karşı karşıya gelebilecek olması gibi bir felâket herkesi korkutuyor…

    *
    Türkiye ise​ Suriye ve Irak’ın kuzeyinde terör koridoru oluşumunu engellemek başlığında Kürtlere karşı​ kapsamlı​ bir mücadele sürdürüyor.​
    Bu mücadele aslında Türkiye’nin, yabancı diyarlarda  Suriye ve Irak’la  savaşı anlamına geliyor.
    Ama bu suretle Türkiye esasen ABD’nin izniyle çıkarları birbirleriyle farklı ülkelerin Suriye ve Irak’ı geniş bir uluslararası çatışma ortamı haline ge​tirmesinin​ önüne geçiyor!
    Üstelik ABD adına Çin’in İpek Yolu projesinde çok önemli bir yeri olan Deir el-Zor ve Palmyra’dan Türkiye’ye uzanan güzergahı gözlüyor.

    *
    Ve Türkiye  bu savaşımında mütemadiyen yeni cepheler açıyor.
    Birbirinden farklı her neden yeni bir cephenin kurulması sonucunu veriyor…

    *

    Çünkü Türkiye hükümeti; Cumhuriyetin 1938 yılına kadar gerçekleşen anlaşmaların sınırı içinde ülke birliğinin temeline işaret eden Misak-ı Milli’sini,
    Ve bu perspektifte “Yurtta Barış, Dünyada Barış” ilkesini reddediyor.
    Bunun yerine 28 Ocak 1920’de İstanbul’da son Osmanlı Mebusan Meclisi’nin kabul ettiği saldırgan Misak’ı Milli ilkesinden hareketle,
    Kuzey Suriye ve Irak’ta  İslamcı  yeni Osmanlı Devleti için gerekli olan su,​ ​tarım alanları, petrol ve doğal gaz alanlarını kontrol etme hedefini gözetiyor.
    Sonra çıkarları birbirleriyle farklı ülkelerin Suriye ve Irak’ı  geniş bir uluslararası çatışma ortamı haline ge​tirmesinin​ önüne geçme görevi karşılığında;
    Bu hedefe ulaşmak için ABD’nin himmetinden medet umuyor!

    *

    4 Haziran’da Dışişleri Bakanı M. Çavuşoğlu’nun, “​YPG militanlarının Menbiç’i boşaltması” konusunda Washington’da yaptığı görüşmelerin ardından,
    “Yol haritasının onaylanması, Amerika’nın bize verdiği sözü tutması anlamına geliyor ” açıklamasını  yukarıdaki  çerçevede değerlendirmek gerekiyor.
    Nitekim AKP Genel Başkan Yardımcısı H.Yazıcı, Dışişleri Bakanı M. Çavuşoğlu ile ABD’li mevkidaşı M.Pompeo’nun Washington’daki Menbiç görüşmesini,
    “Umarım Amerika sözünü tutar ” ifadesiyle değerlendiriyor…

    *

    Pazar günü de Başbakan B. Yıldırım, Türkiye’nin  Irak Kürdistan Bölgesi’ndeki askeri varlığını terörü yok etmek üzere  ikiye katladığını,
    TSK’nın Irak topraklarında 27 kilometre  derinlikte  operasyonlar tertiplediğini açıklıyor.
    Ayrıca Suriye’de “Fırat’ın batısı anlamına gelen Afrin ve Fırat Kalkanı bölgesinde 250 kilometrelik bir mesafeyi terörden temizlediklerini ” söylüyor.
    Dün toplanan Bakanlar Kurulu ardından Hükümet Sözcüsü de koroya katılıyor ve ” Türkiye Kandil’e girebilir, her an her şey olabilir” diyor…

    *
    Birkaç yıldır Türkiye, tıpkı Suriye’de olduğu gibi Irak’ın da geniş bir uluslararası çatışma ortamı haline ge​tirilmesinin önüne geçme görevindedir.
    Bu sırada Kürtçü terörle mücadele kisvesi altında Irak’ın kuzeyinde de petrol ve doğal gaz alanlarını kontrol etme hedefini koşturuyor.
    Nitekim Türk hükümeti Kandil, Maxmur ve Şengal’e operasyon yapmak talebiyle Irak hükümetine Musul sınırlarında yeni bir gümrük kapısı açma ve İrak ile ticareti geliştirme teklifini hayata geçiriyor…

    *

    Buna göre Türkiye hükümeti, Irak hükümetinin PKK’ye yönelik operasyonlara izin vermesi karşılığında, Habur’un batısında  Şırnak/ Silopi’ye bağlı Ovaköy’de  yeni bir sınır kapısı açıyor.
    Bu kapıdan yapılan ihracaatın Telafer, Musul’dan Ninova ve Bağdat’a ulaşması planlanıyor.
    Aslında Türk Ordusu Ovaköy’den  Musul’un kuzeyine kadar olan  50 kilometrelik alanda bulunan İran’a bağlı Haşdi Şabi ve Şengal Direniş Birliklerini engellemeye çalışıyor.
    ABD adına Irak’ta Musul’un kuzeybatısında yer alan stratejik konuma sahip Irak- İran ticaret koridorunu ve Irak’ın Peshkhabur kentine yapılan kuzeydoğu geçidiyle uluslararası piyasalara ulaşan güzergahı da kontrol altında tutuyor.
    Ama Kürtçü terörle mücadele kisvesi altında Irak’ın kuzeyinde petrol ve doğal gaz alanlarında hak sahibi olmanın hedefini koşturuyor.
    Son bir haftadır şehit edilen Türk askerleri Ovaköy’ün Telafer’e ve Musul’a giden ana yola bağlanması için 120 kilometrelik bir stabilize yolun inşasındaki görevlilerdir…

    *

    Dışişleri Bakanı M. Çavuşoğlu, ABD’li mevkidaşı M.Pompeo’nun dün Washington’daki Menbiç görüşmesini aktarırken,
    “Net bir gün sözkonusu. Takvim sayesinde sürüncemede kalmayacak. Ama Anadolu Ajansı’nın sonradan düzelttiği haberindeki gibi 30 gün sözkonusu değil. Bu, sahada birlikte atılacak adımlara bağlı. 6 aydan az bir süreden bahsediyoruz ” ifadesini de;
    Türkiye’nin 24 Haziran’ dan itibaren mutlaka farklı etnik ve dini kökenlerden gelen insanları bir arada yaşatmak için normalleşeceği bir perspektifte düşünmek gerekiyor.

    6. 6. 2018

  • WASHINGTON’ DA MENBİÇ GÖRÜŞMELERİ

    WASHINGTON’ DA MENBİÇ GÖRÜŞMELERİ

    4 Haziran’da Dışişleri Bakanı M. Çavuşoğlu’nun, “Demokratik Birlik Partisi​ ​(​PYD​)​ ve​ Halk Koruma Birlikler​i’nin (​YPG ) Menbiç’i boşaltması” konusunda,
    ABD ziyareti öncesinde Suriye’de önemli gelişmeler yaşanıyor.

    *

    31 Mayıs’ta​,​ Devlet Başkanı B​. Esad, Russia Today​ TV’ye​ ​ bir röportaj verdi.​
    Omurgasını ​PYD​​ ve​ ​YPG’​ nin oluş​turduğu Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) Suriye’de geriye kalan tek sorun olduğunu söyledi​.
    Suriye’nin ABD destekli SDG’nin kontrolünde bulunan bölgeleri kurtaracağını ifade etti.
    Şam’ın SDG ile müzakere kapılarını açtığını kaydetti.
    “Eğer bu gerçekleşmezse bu bölgelerde güç kullanacağız. Amerikalılar Suriye’yi terk etmeli, bir şekilde terk edecekler” dedi.

    *
    Esad, Suriye’deki isyancı silahlı gruplar ve İslamcı terör örgütlerini destekleyen Suudi Arabistan ve Katar için bir şey söylemedi.
    Suriye’nin terör örgütü savaşçılarını İdlip bölgesine göndermediğini, onların kendilerinin Türkiye’nin kontrolünde olan bu bölgeyi uygun gördüklerini vurguladı.
    Türk kuvvetlerin Suriye’nin kuzey batısından çıkması konusunda da Türkiye’ye eleştiride bulunmaktan kaçındı.
    İran kuvvetlerinin Suriye’de bulunmadığından ve Suriye ordusu içerisinde bulunanların İranlı askeri danışmanlar olduğundan bahsetti.
    ​Güney ​Suriye​’​de Dera ve Kuneytra bölgelerinden söz etmedi…

    *

    ​B​ölgenin stratejik önemin​e​ inanan​ ve Suriye​’ yi terk etme niyetinde ​olmayan ABD​ ise​,​
    Savunma Bakanlığı​ üzerinden Suriye yönetimini ABD öncülüğündeki uluslararası koalisyona karşı güç kullanmaya çalışmaması konusunda uyardı.

    *
    31 Mayıs’ta İsrail Başbakanı B.Netanyahu ve​ Rusya Devlet Başkanı V​.​ Putin​;​​
    Ürdün ve Golan sınırlarında Suriye’nin güneyindeki İran güçlerinin,
    İsrail’in kuzey sınırları çevresinde Hizbullah  güçlerinin,
    Başlangıçta 20 kilometre, daha sonra 60 ila 70 kilometreye kadar geri çekilmesi konusunda telefon müzakereleri sürdürüyorlardı ki;

    *
    Bir süre önce Rusya Dışişleri Bakanı S. Lavrov’un, “Suriye’de İran ve İsrail arasında yaşanan cepheleşme nedeniyle Rusya, ABD ve Ürdün arasında güneybatı gerilimi azaltma bölgesi ile ilgili bir anlaşma yapıldı. Anlaşmaya göre güneybatı gerilimi azaltma bölgesinde istikrar sağlanacak ve  Suriyeli olmayan tüm güçler bu bölgeden çıkarılacak ” ifadesi doğrultusunda,
    1 Haziran’da İranlı güçlerin Suriye’nin güneybatısındaki bölgelerden çekilmesi konusunda İsrail ve İran’la mutabakat sağlandığı açıklandı.

    *
    Nitekim İran Yüksek Ulusal Güvenlik Konseyi, Rusya’nın Suriye’nin güneyindeki gerilimi azaltma bölgesinin kontrolünün Suriye ordusuna devredilmesine yönelik çabalarının Tahran tarafından desteklediğini​,​​
    İranlı askeri danışmanların Suriye’nin güneyindeki gerilimi azaltma bölgesinde bulunmadıklarını ve orada yapılan operasyonlara katılmadıklarını ​açıkladı…​

    ​*​
    ​Ancak İsrail,  Rusya’nın Suriye’deki İran güçlerinin çıkması konusunda çıkan haberleri açıkça reddeden bir bildiri yayınladı.
    Açıklamada bu konuda bir anlaşmaya varılmamış olduğu;
    İsrail’in tüm İran kuvvetlerinin Suriye’den tahliyesini talep etmeye devam edeceğini, bu konuda kendi hareket özgürlüğünü saklı tuttuğu vurgulandı.

    ​*​

    Başka bir haber, Türkiye’nin PKK’nın Suriye kolu olarak gördüğü YPG ile Suriye hükümetinin;
    Suriye’nin doğusundaki Deyr ez Zor ilinde YPG’nin kontrolündeki en büyük petrol havzası El Ömer’den çıkartılan petrolü takas etme konusunda anlaşmaya varmalarıyla ilgiliydi.
    Fırat nehri Deyr ez Zoor kentini ikiye bölüyor, doğu bölgesi Suriye’nin en büyük petrol alanlarını barındırıyor.
    ABD destekli YPG, bu alanda  Suriye petrol kaynaklarının yaklaşık yüzde 70’ini kontrol ediyor.
    El Ömer’den günde yaklaşık 15 bin varil petrol çıkarılırken; Yapılan anlaşma gereği, YPG hükümete verdiği her 100 varil ham petrol karşılığında rejimden 75 varil mazot alacaktır.
    Hükümet ve YPG yaklaşık bir yıl önce Suriye’nin Haseke ilindeki sahalardan çıkarılan petrolün gelirini de paylaşma kararı almıştır…

    *
    Bu noktada ​ABD, bölgenin stratejik önemi n​edeniyle Suriye​’ yi terk etme niyetinde değildir.​​
    Bir taraftan Fransa ve Birleşik Krallık ile birlikte  kuzeydoğu Suriye’yi  uluslararası petrol şirketleri vasıtasıyla uluslararası hukukun güvencesine alıyor,
    Diğer taraftan Çin’in İpek Yolu projesinde çok önemli bir yeri olan Deir el-Zor ve Palmyra’dan Türkiye’ye uzanan güzergahtaki,
    Suriye’nin en​ fazla​ petrol üreten ve tarımsal bölge​si olan bu kısmını kontrolünde tutmak istiyor.

    ​*​

    ABD bununla yetinmiyor!
    2 Haziran’dan başlayarak, Irak’ta Musul’un kuzeybatısında yer alan stratejik konuma sahip Sincar Dağı’na zırhlı araçlar ve ağır silahlar konuşlandırıyor.
    Bu bölge Irak- İran ticaret koridoru üzerindedir, bu nedenle  Rojavalı Kürtler için stratejik önemdedir.
    Aynı zamanda Irak’ın Peshkhabur kentine yapılan kuzeydoğu geçidiyle uluslararası piyasalara ulaşan güzergahı da kontrol altında tutmayı öngörüyor.
    O sırada TSK’dan yapılan açıklamayla “2 Haziran 2018 tarihinde Irak kuzeyinde iki kahraman silah arkadaşının şehit olduğu, bir kahraman silah arkadaşının ise ağır yaralandığı” bildiriliyor!

    *

    Ve 4 Haziran’da Türkiye’de; “Ben İhvan-ı Müslimin’i bir terör örgütü olarak görmüyorum. Çünkü İhvan-ı Müslimin bir düşünce örgütüdür” diyen,
    Türkiye Cumhuriyeti’nin 1938 yılına kadar gerçekleşen anlaşmaların sınırı içinde ülke birliğinin temeline işaret eden Misak-ı Milli’yı ve bu perspektifte “Yurtta Barış, Dünyada Barış” ilkesini reddeden,
    Bunun yerine 28 Ocak 1920’de İstanbul’da son Osmanlı Mebusan Meclisi’nin kabul ettiği saldırgan Misak’ı Milli ilkesi doğrultusunda hareket eden,
    Müslüman Kardeşler örgütünün hamisi, pan-islamist ve yeni Osmanlıcı AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın;

    *

    Dışişleri  Bakanı M.Çavuşoğlu, Ankara’dan başlatılan  “Türkiye ve ABD, YPG’nin Menbiç’i boşaltması konusunda anlaştı”yaygarası altında,
    İki ülke yetkililerinin en son Ankara’da yaptığı görüşmelerde son şeklinin verildiği söylenen mutabakatın detaylarını görüşmek üzere Washington’a gidiyor.
    Mutabakata göre;
    4 Haziran​’​dan itibaren YPG çekil​meye başlayacak​,
    15 Temmuz​’​a kadar TSK ve ABD ordusu kentte denetimi tam olarak sağlaya​cak,​
    Nihayet Menbiç’in yönetimi sivil yapıya devredilecektir!

    *

    Duyda inanma!
    ​Çünkü Menbiç’te Kürtler ve Araplar için bir sivil yönetim kurulması konusunda;
    Araplar Kürtlere karşı düşmanlıklarını haklı çıkarmayan, Kürtler ise bir arada yaşamalarına engel olan sorunları çözmek için Arap elitlerinin kendilerine şartlar getirmemesi ya da kararları kendilerinin vermesi için baskıcı olmayacakları bir profil sergiliyor.
    Afrin kentini bazı Suriye Arap muhalif savaşçılarının yardımıyla işgal eden,
    Yüzlerce sivil Arap ve Kürt kökenli insanın savaş uçakları tarafından öldürüldüğü,
    Ya da Recep Tayyip Erdoğan’ın Suriye sınırındaki yarı otonom bölgede öldürülmesi ve çekilmesinin talep edildiği Membiç toplumunda  sivil yönetim kurulmasına kadar ulaşacak yolda Türkiye’nin kabul görmesi mümkün görülmüyor.

    *

    Üstelik ​Türkiye’nin bir zamanlar Batı’nın bir başarı öyküsü,  model İslami demokrasi ülkesi olarak görülmesinin bugün bir abartıdan öteye gitmediği anlaşılmıştır.
    Bugün bunların hiçbir anlamı bulunmuyor.
    Küresel lider Washington, ne Amerika’nın çıkarlarını ne de değerlerini paylaşan Erdoğan Türkiye’sine sırtını dönmüştür.
    Artık iki ülke hükümeti​ ancak ​ uygun olduğunda işbirliği yapabilecektir…
    ​Eh, ​Türkiye​’ de​ bu şartlarda 24 Haziran seçimlerine hazırlanıyor…

    ​4. 6. 2018​

  • KÜRESELLEŞMENİN CİLVESİ VE TÜRKİYE

    KÜRESELLEŞMENİN CİLVESİ VE TÜRKİYE

    Avrupa Birliği (AB),  ​ABD Başkanı D​.Trump’ın İran’la yapılan​ nükleer anlaşmadan (JCPOA) çekilmesine ve​ yeni yaptırımları devreye almasına güçlü muhalefe​t​​ gösterdi.
    ​Avrupa Komisyonu’nun İran ile ticaret yapan Avrupalı firmaları Amerikan yaptırımlarından korumanın çabası,​Transatlantik​ ​​İttifak’ta ​ciddi bir kırılma oluş​turdu.
    Ortadoğu’da ise İran’ın hegemonik​ heveslerine karşı İsrail ve Sünni Arap ülkelerinin duyarlılıklarının arttığı gözlemleniyor…

    ​*​

    Ekim 2017’de D​.Trump, Ortak Kapsamlı Eylem Planını (JCPOA) onayladığında​,​​
    Anlaşmayı “nükleer silahların yayılmasını önleyici küresel mimarinin ve bölge güvenliğinin kilit unsurlarından biri” olarak tanımladı.
    ​AB​ ise “​çözülmüş​”​ bir sorunun gerçek bir ​neden olmaksızın​ neden gündeme geldiğini​ düşün​dü.
    İran balistik füzeleriyle ilgili meselelerin yanı sıra bölgede yükselen gerilimlerin endişe verici konular olduğunu​ ancak bunların JCPOA dışında ele alınması gereğini öngördü.

    *
    ​O​cak 2018’de​ AB Yüksek Temsilcisi F. Mogherini “Anlaşma çalışıyor, İran’ın nükleer programı kontrol altında ” dedi.
    8​ Mayıs’ta Trump’ın İran anlaşmasından çekilme kararı Almanya’yı, Fransa ve İngiltere’yi​ ayağa kaldırdı.
    AB ekonomik çıkarlarını korumak için hem Avrupa düzeyinde hem de ulusal düzeyde tamamlayıcı mekanizmalar ve önlemler koyma çabalarına girişti.

    ​*​

    ​Çünkü Avrupa’nın büyüme zorunluluğu ve şirketlerin yeni pazarlara erişme kararlılığı hükümetlerini ticaret temsilcilikleri gibi güçlü kanallar açmaya teşvik ediyordu.
    Nitekim 2015′ te​ JCPOA’nın imzalanmasını takiben  İran’daki Avrupa ticareti ve yatırım​ları hızlı bir şekilde ilerle​di.
    ​Bugün İran’da​ Fransız havacılık​ firması​ Airbus, ​ petrolcü Energy Colossus Total​,​
    Alman otomobil grubu Volkswagen,
    İtalyan demiryolu şirketi Ferrovie dello Stato ,
    Birleşik Krallığın yenilenebilir enerji geliştiricisi Quercus Investment Partners Ltd. gibi dev şirketler bulunuyor…

    *
    İsrail ve Sünni Arap devletleri ise İran’ın bu süreci Avrupalıların ticaret ve yatırım şevklerini çek​erek;
    ​H​em uluslararasılaşmak hem de bir nükleer güç konumunu meşrulaştırmamak​,​
    Ama Ortadoğu’da ki jeopolitik gündemi ilerletmekte için kullandığı iddialarında oldular…

    ​*​
    ​Aslında AB ve ABD anlaşmazlığında  tek sorun JCPOA değildi.​
    ​Zaten Trump’ın​ başkanlık görevine başlamasıyla​ NATO üyesi Avrupa ülkelerine savunma bütçesine olan katkılarını artırma baskısı,
    Paris İklim Anlaşması’ndan çekilmesi ve Avrupa entegrasyonu projesin​e kayıtsız ve zaman zaman küçümseyici duruşu​ Transatlantik İttifakı zorluyordu.

    ​*
    Ancak Trump​’​ın İran​’​a karşı ​kararlı tavrı, AB​’​ ye transatlantik ilişkilerin ötesine bakma​​​,​ İsrail​’​in ve Sünni Arap​ ülkelerinin güvenlik kaygılarını ​görmek fırsatı verdi.
    ​Avrupalılar “Ne olacak “​ sorusuyla karşı karşıya kaldılar.
    Fransa, Almanya ve İngiltere, Trump’ın İran politikasına katılmasalar da İran etkisini etkilemek için bazı adımlar at​acaklarını bildirdiler…

    *

    ​Ocak’tan beri ​ABD ve AB, yeni yaptırımlar ​konusunda ve anlaşmayı​ ​düzeltmek için diplomatik görüşmelerde bulundu​..​
    ​Bu görüşmeler Trump​’​ın ABD​’​ yi anlaşmadan geri çek​me kararını  engellemedi​ ancak  Avrupa ​İran’ın hegemonik tahribatı​ konusunda dikkat kesildi.
    Şubat​’ta Berlin’de gerçekleşen​ bir​ toplantı​nın ardından, Almanya Başbakanı A​.Merkel ve İngiltere Başbakanı T​. May ,​ Fransa Cumhurbaşkanı E.Macron,
    “​İran​’​ın Ortadoğu’daki istikrarı bozucu faaliyetlerle ilgili​ “​ sorunların üstesinden gelmek için daha uygun tedbirler almaya hazır olduklarını ifade ettiler.

    *
    ​Ancak bütün beyanlar​ Avrupa’nın ekonomik çıkarlarının altında kaldı.
    Washington’un JCPOA’dan çekilmesinden rahatsız olan AB, potansiyel Amerikan yaptırımlarına artık tepki vermiyordu…

    *

    ABD Başkanı D.Trump, 1 Mart’ta “Bir ülke ticaret yaptığı hemen her ülkeye milyarlarca dolar kaybediyorsa, ticaret savaşları iyidir ve kazanması kolaydır” ifadesiyle,
    Dünya Ticaret Örgütü kurallarını ihlal etti, ithal çelikte yüzde 25, alüminyumda yüzde 10 oranında gümrük vergisi uygulaması başlattı..

    *
    ABD’nin ticaret savaşı Çin’e karşı bir meydan okumayı başar​mış​, Çin’in  siyasetini ve gücünü test et​mişti.
    Ama Çin, ABD ve dünyanın hayal gücünün ötesinde güçlü bir irade ve azim sergiledi, ABD’nin taleplerine güçlü karşılıklar verdi.
    Serbest ticaret ve çok taraflı ticaret mekanizmasını korumak adına yüksek bir ahlaki zeminde ayakta durdu.
    Ana çıkarlarının asla bir ticaret savaşının hedefi haline getirilmeyeceğine ilişkin kararlı bir mesaj verdi.

    ​*​
    Sonuçta en büyük iki ekonominin temsilcileri ABD’nin Çin’e ihracatını genişletme, hizmet ticareti, karşılıklı yatırım, fikri mülkiyet hakları​, gümrük tarifeleri konularında görüş alışverişinde bulundular.
    Aralarındaki ticaret açığını önemli ölçüde azaltmaya yönelik önlemler almak için ortak bildiri yayınladılar.​
    Dünyanın iki büyük ülkesinin birbirleriyle ve dünyayla çatışması halinin bütün dünyaya zarar vereceğini anlamışlardı ve iki ülkenin de işbirliği içinde olmasını öngördüler.
    Şimdi her iki ülke küreselleşmiş bir dünyada çok taraflı ticareti “Adil Ticaret ” başlığıyla savunuyor…

    *

    Ama anlaşmanın mürekkebi kurumadan,
    ABD Başkanı D.Trump, bu kez fikrini değiştirmesine yönelik onca çağrıya rağmen, ülkesinin en yakın müttefiklerini yüksek gümrük vergileriyle vuruyor.
    AB, Kanada ve Meksika’ya karşı çelik ve alüminyum ithalatında yüksek gümrük vergilerini yürürlüğe koymuş bulunuyor.

    *
    AB Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker ABD’nin kararını “Bu dünya ticareti için kötü bir gün​ “​ sözleriyle değerlendir​iyor.​
    ABD’nin AB’ye başka bir seçenek bırakmadığını vurgulayarak, uyuşmazlığın çözümü için Dünya Ticaret Örgütü’ne başvurulacağını​,​
    ​Ayrıca ABD’den ithal edilen ürünlere ek gümrük vergisi uygulanacağını ​açıklıyor.
    ​Transatlantik ​İ​ttifak bu güne kadar görülmemiş bir biçimde kırıl​mış bulunuyor… ​

    *
    Ama ABD’nin eli çok öncesinde kazandıklarından dolayı  kuvvetlidir.
    Çünkü Avrupa Birliği; esasen askeri yüzü NATO olan bir sivil yapıdır.
    ABD birbirine denk olmayan bu iki yüzlü yapıda; NATO’yu doğrudan, Avrupa Birliği’ni ise dolaylı olarak yönetiyor.
    Bu sayede Washington, Avrupa’daki farklı idarelere farklı yöntemler uyguluyor.
    Sonuçta  Avrupa Birliği’ndeki güçlü Alman, Fransız, İngiliz ekonomik ve mali çevreleri üzerinde güçlü baskı oluşuyor..
    Ve ABD,  Avrupa üzerindeki etkisini  mütemadiyen muhafaza ediyor…

    *

    Bu sırada Türkiye iktidarı, bir süredir “Tavşan Dağa Küsmüş, Dağın Haberi” misali, Transatlantik İttifak’a ​tüm kepenklerini indirmiştir.
    ​Bu yüzden tıpkı koca AB gibi küresel sistemin santrifüj kuvvetleriyle sarsılıyor.
    Türkiye, ya yeniden AB’nin istisnaî siyasi ve ekonomik gücünü hissederek kararlılığını pekiştirecek,
    IMF’in denetiminde yapısal bir dizi reformlardan geçecek ve borc akışını düzene soktuktan sonra;
    Yeniden küresel ekonomiye entegre edilecektir…
    Ya da? Bunu yazmak içimden gelmiyor…

    2. 6. 2018

  • BÜYÜK USTA ÖLDÜ, YAŞASIN YENİ USTA

    BÜYÜK USTA ÖLDÜ, YAŞASIN YENİ USTA

    20. yüzyılın başlarında petrol ve doğal gaz rezervlerinin keşfi Ortadoğu’da karmaşa başlattı.
    Son olarak Doğu Akdeniz’de önemli hidrokarbon kaynakları, dikkate değer bir uluslararası ilgiye neden oldu.
    Başarılı bir şekilde gelişirse Akdeniz’den  dünyanın enerji manzarasının  değişebileceği,
    Enerji güvenliği, ekonomik refah ve küresel işbirliğini teşvik etmek üzere bir çığır açılabileceği,
    Finansal bağlantılar ve ortak işbirlikleriyle  Orta Doğu’dan Çin’e kıtasal düzenin daha açık ve kapsayıcı hale gelebileceği öngörüldü…

    *

    1969’da Mısır’da ilk açık deniz keşfi yapıldı.
    2000’li yıllarda İsrail’in ve Gazze Şeridi’nin sahil kasabası Aşkelon’un batısındaki sığ sularda,
    2009 ve 2010’da Tamar ve Leviathan sahalarında, 2011’de İsrail’in güneyi ve Kıbrıs’ın güney sahilinde,
    2015’te Akdeniz açık deniz bölgesinde dev Zohr sahasında büyük miktarda gaz sahası keşfedildi.
    Daha da önemlisi, bölge dünyanın en az keşfedilmiş havzalarından biridir.
    Uluslararası ajanslar  hâlâ 10 trilyon metreküp keşfedilemeyen gaz potansiyeline işaret ediyor…

    *
    Doğu Akdeniz’de yeni keşfedilen sahalarla, Ortadoğu’da ve Hazar Bölgesi’de hidrokarbon kaynaklarının,
    Jeopolitik etkileri olan muazzam teknik, idari, güvenlik, hukuki ve siyasi zorluklara rağmen çıkarılması ve dağılımı;
    Bir zamanlar savaşan ülkeler arasında bile çeşitli ekonomik ve diplomatik girişimlere yol açtı.
    Bölgedeki stratejik rekabetler giderek dünya için bir evrime dönüştü.

    *

    Yaşam, bilgi teknolojilerini elinde bulunduran güç ya da iktidarın sömürgeciliğini insandan geliştirip tüm dünyaya işlediği yönde gelişiyordu.
    Bilgi teknolojileri ABD’nin tekelindeydi ve o’da işbu küresel enformasyonel emperyalizmini dünyaya sunuyordu.
    Yani sahip olduğu gücle diğerlerinin zihinleri ve eylemleri üzerinde kontrol iddiasında bulunuyordu…
    Neo-liberalizm ile birlikte  yeni hayat tarzını ulus devletlerin ötesinde dizayn etmeye yöneldiler.
    Ülkeler uluslararası şirketler üzerinden uluslararası hukuka dahil olacaktı…

    *
    Nitekim bugün, Kuzey Irak’ta Türkiye dahil, ABD, İngiltere, Kanada, Norveç, BAE, Çin, Hindistan, Güney Kore, Fransa, Macaristan, Moldova, Avusturya, Kıbrıs, Avusturalya gibi ülkelerin enerji, petrol ve gaz, inşaat, taahhüt altyapı firmaları bulunuyor.
    Otuzdan fazla uluslararası petrol ve gaz firması, mesela  Çin’in Sinopec, Güney Kore Addax Petroleum, Kanada’nın Talisman, Norveç’in DNO, İngiliz Sterling Energy, Türkiye’den Genel Energy  zengin yatakların olduğu sahalardaki faaliyetlerini dünya pazarlarına arz ediyor…
    14 Nisan’dan beri de ABD, Birleşik Krallık ve Fransa Kuzey Suriye’de bir koridor oluşturdular ve bölgeye NATO’yu getirdiler…
    NATO güvencesiyle Fransa; Suriye petrolü, gazı ve taşımacılığı  için TOTAL SA şirketini, İngiltere; British Petroleum  şirketini, ABD ise ExxonMobil şirketini Kuzey Suriye’ye taşıdı.
    Böylece Kuzey Irak’tan sonra  Kuzey Suriye’de uluslararası şirketler üzerinden uluslararası hukuka dahil oldu…

    *

    2006’da ABD Başkanı G.W. Bush, Kabil’de Afganistan’ı merkez alan ve bölgede bütün ülkeleri kapsayan “Büyük Orta Asya’da İşbirliği Konferansı” düzenledi.
    Bölgede ekonomi, kalkınma, güvenlik, eğitim gibi alanlarda çok boyutlu işbirliğinin sağlanmasını öngördü.
    Konferans’ta ABD’nin teklifi “Yeni İpek Yolu” projesiyle; Afganistan sorununun çözülerek istikrarın sağlamlaştırılması,
    Orta Asya’dan Hint Okyanusu’na, Güney Asya ve ötesine doğru temel ulaşım yollarının açılmasıyla bölgenin Batı’ya entegrasyonun güçlendirilmesi kararı alındı.
    Proje denize doğrudan açılamayan Orta Asya Türk Cumhuriyetlerini olduğu gibi Çin, Hindistan, Rusya dahil tüm ülkelerin kalkınma vizyonunu etkiledi.
    İpek yolu güzergâhında bulunan Güney Kore, Tacikistan, Özbekistan, Kırgızistan, Kazakistan, Afganistan, Pakistan, İran, Irak, Suriye, Azerbaycan, Gürcistan ve Türkiye;
    Küresel piyasaların demokrasi ve ekonomik kriterleri başlığında ortaklaşmak, aralarındaki psikolojik duvarları yıkmak, piyasaları canlandırmak ve güvenliği sağlamak adına heyecanlandılar…

    *
    Türkiye, Doğu-Batı güzergâhında İpek Yolu’nun yeniden canlandırılmasında transit ülke konumundaydı.
    Yeni İpek Yolu projesine katılımın bir örneği olarak Gürcistan ile ortak, gümrük kapılarında basitleştirme sağlandı.
    İstanbul’un Finans Merkezi yapılması, Galataport, Kanal İstanbul projesi, Marmaray projesi, Yavuz Selim Boğaz köprüsü, 3.Hava Limanı yeni İpek Yolu Projesi kapsamındaydı.
    Kalkınma Ajansları ve Serbest Ticaret Bölgeleri de…
    R.T. Erdoğan bu sayede “Büyük Usta” oldu!

    *

    Ama o sıralarda ABD kapitalizmi aldığı önlemlerle Çin’in ebedi bir büyüme makinesi olmadığının propagandasını yapıyor,
    Çin ise ABD’nin bölgeyi jeopolitik kontrolü altına alması, etkisini doğrudan kendi sınırlarına yakınlaştırmasından endişeleniyordu.
    Hidrokarbon ithalat hacmının önemli ölçüde artmasıyla kendi enerji güvenliğini sağlamak zorundaydı.
    O yüzden Doğu Akdeniz, Ortadoğu ve Hazar bölgesi hidrokarbon rezervlerine olan ilgisini bölge ülkeleriyle geliştirdiği ekonomik ve siyasi ilişkilerde göstermeye azim etti.
    Giderek Kabil’de karar altına alınan İpek Yolu- Kıtalararası Mega Proje’yi sahiplendi.
    O gün ABD’nin, bugün Çin’in önderliğindeki proje;
    Şimdi Çin’den başlayıp Orta Asya ve Rusya üzerinden geçerek Avrupa’ya ulaşan İpek Yolu’nun yeniden canlandırılmasını öngörüyor.
    Hayata geçirilmesi halinde Çin’in, Pasifik’ten İngiltere’ye kadar etkisini genişleteceği düşünülüyor…

    *

    Geri planda Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon kaynakları için Arap devletleri ile İsrail arasında,
    Farklı alanlarda; Altyapının ortak gelişimi: Optimal yatırım kararlarını üretmek, pazara çıkış süresini en aza indirmek: Daha değerli pazarlara erişimi maksimize etmek için ittifaklar oluşturuluyor.
    Mısır, Yunanistan, Kıbrıs Rum Yönetimi ve İsrail kaynakların Avrupa’ya aktarılmasında ortaklık yapıyor.
    Rusya doğalgaz arzında kesinti yaşanması halinde AB üye devletleri çeşitlendirilmiş tedarik kaynakları ve rotalarını görmekten çok memnundur.
    Rusya’nın da doğalgaz konusunda liderliğini sürdürmesinin yolu Doğu Akdeniz enerji denklemindeki yerini sağlamlaştırmaktan geçiyor.

    *

    İran’da Çin’e mâlolan İpek Yolu projesini destekliyor.
    Çin’den Myanmar, Bangladeş, Hindistan, Pakistan, Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan, İran, Irak, Suriye,  [Türkiye’de Yavuz Selim Boğaz Köprüsü], Bulgaristan, Romanya, Macaristan, Avusturya, Almanya, Belçika, Fransa, İngiltere güzergahına sahip, İran yüksek hızlı treni faaliyete geçmek için 2020-2025 yıllarını bekliyor…
    Irak- İran ticaret koridoru ve  Afrin- Rojava bölgesi- Irak arasında mal dolaşımında İpek Yolu kapsamında Irak’ın Peshkhabur kentine yapılan kuzeydoğu geçidi uluslararası piyasalara ulaşıyor.
    Bu yüzden Şengal, Kuzey Irak Kürt Yönetimi ve Irak- İran ticaret koridorunda  stratejik önemdedir.
    Suriye’de Deir el-Zor ve Palmyra bölgeleri Çin’in İpek Yolu projesinde  Suriye- Türkiye ticaret koridorundadır.

    *

    Bu noktada Türkiye’de Müslüman Kardeşler Örgütünün hamisi yani İslamcı Cihadizm’in önderi  R.Tayyip Erdoğan;
    Kuzey Suriye ve Kuzey Irak’ta ekonomik ilişkilerden örgütlediği İslami sermaye çevreleri ve Kürtlerin Türkiye’nin ekonomik ve siyasi kontaklarına bağlılığından yararlanmak ve bu koridorlara sahip olmak üzere;
    Stratejik ve ekonomik çıkarlarını giderek daha fazla birleştirmek ve mevcut güvenlik mimarisini pekiştirmeye yardımcı olmaya gayret göstermesi gerekirken,
    Ve NATO ile İsrail’in önemli bir Amerikan müttefikliğinin bir parçası olmasına rağmen;
    İşte Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı Operasyonlarıyla Suriye ve Irak üzerinden yeni oluşturulan Arap-İsrail ittifaklarını tehdit ediyor.
    Rusya’nın genişlemesini kolaylaştırmanın çabasını veriyor.

    *

    Bu yüzden “Kral Öldü, Yaşasın Yeni Kral” söylemi doğrultusunda Türkiye’de, Haziran 2015 seçimlerinden beri bekleyen;
    “Yeni Usta” lakabıyla CHP Genel Başkanı K.Kılıçdaroğlu sahneye çıkmıştır.
    Sepetinde Türkiye’nin ancak küresel boyutlu bir hamle ile sıçrama yapabileceği ve ülkeyi içinde bulunduğu orta gelir tuzağından kurtaracağını iddia ettiği,
    “Yüzyılın Ekonomi Projesi:Merkez Türkiye” projesi bulunuyor.

    *

    Projeye göre lojistik, finans, hafif imalat, otomotiv markaları bu merkezde yer alacaktır.
    Proje Orta Doğu, Kafkaslar, Orta Asya ve Afrika’ya erişimi kolaylaştıracak.
    İpek Yolu ile Çin’den gelen bir ürün, Mersin veya İskenderun limanlarına ulaştıktan sonra tren yoluyla “Mega Kent”e gelecektir.
    Mega Kent çevresinden itibaren Kalkınma Ajanslarını, Serbest Ticaret bölgelerini, organize sanayi bölgesini ve teknopark yerleşkesini kapsayacaktır.
    Özel bir yasası olan Mega Kent’ te bir vali olacaktır ama yönetim büyük ölçüde sivil toplum kuruluşlarından oluşacaktır.
    Ürünler burada depolanacak, işlenecek, ambalajlanacak ve çevre ülkelere demir yolu, hava-kara-deniz yolu vasıtasıyla gönderilirken;
    Türkiye elde ettiği ticarî gelirle orta gelir tuzağından çıkacak ve Erdoğan’ın bıraktığı yerden yeni küresel sisteme entegre olabilecektir…

    *
    Zaten  dünyanın iki büyük ülkesi ABD ve Çin birbirleriyle ve dünyayla çatışmalarının bütün dünyaya zarar vereceğini görmüş,
    İki ülke de işbirliği içinde olması gerektiğinde uzlaşmışlardır.
    Şimdi her iki ülke küreselleşmiş bir dünyada çok taraflı ticareti “Adil Ticaret ” başlığıyla savunuyor.
    “Yeni Usta ” heyecanla bekliyor…

    30. 5. 2018

  • NATO’ DAN AYRILMAYA DOĞRU

    NATO’ DAN AYRILMAYA DOĞRU

    A​BD Temsilciler Meclisi, Savunma Bakanlığı’nın 2019 mali yılı bütçe tasarısını kabul etti.
    Türkiye’nin üretim ortağı olduğu F-35 programından çıkarılması talep edilen tasarının Senato versiyonu da yasalaşma yolunda ilk aşamayı geçti.

    *
    T​asarının “ABD’nin Türkiye Cumhuriyeti İle İlişkileri Durumu Hakkında Rapor ” başlıklı bölümünde;​
    ​1- ​ABD​ ile​ Türkiye Cumhuriyeti ilişkileri​nin​, ​T​ürk hükümetinin provokatif eylemler​i​İ​ nedeniyle gerilimli bir hal al​dığı,
    ​2- ​Türk hükümetinin Rusya​’dan S-400 hava ve füze savunma sistemlerini satın alma ihtimali​nin​​,​ ilişkilerde tansiyonu yükse​lttiği,
    ​3- ​Bu adımla​r​​ın​, ABD ile Türkiye arasında ortak silah geliştirme çalışmalarını olumsuz etkileme olasılığı taşı​dığı,
    ​4- ​NATO’nun ortak askeri yapılanma ve bilgi paylaşımına dair birlikte operasyon yapabilme yeteneği üzerindeki mevcut sıkıntıları daha da kötüleştir​diği,
    ​5- ​Bunların ABD ile Türkiye arasında yürürlükte olan ikili anlaşmalar üzerinde de etkisi ola​cağı, ifadeleri yer aldı.

    ​*​
    ​Bu​ ​çerçevede ABD Savunma Bakanı’nın Dışişleri Bakanı ile​ iştişare​ ederek;​
    1​-​ ABD’nin İncirlik Hava Üssü ve diğer yerlerdeki askeri faaliyetler de dahil olmak üzere Türkiye’deki askeri ve diplomatik varlığı​,​   ​
    ​2- ​Türkiye’nin S-400 hava savunma sistemlerini satın alma süreci​ ve​ bunun ABD-Türkiye ikili il​işkilerine potansiyel etkileri​,
    ​3- S-400 sistemlerinin Patriot füze savunma sistemi,​ CH 47​ Chinook helikopter, AH1 Atak helikopteri, H​ ​60 Black Hawk ve F​ ​16 gibi diğer Türkiye ile ortak kullanılan ABD silah sistemleri ve platformları üzerindeki etkileri​,​
    ​4-​ Türk hükümeti​nin satın a​labileceği diğer hava ve füze savunma sistemlerinin tespit​i konularında,​
    ​Tasarının yasalaşmasından en geç 60 gün içinde ​ABD ile Türkiye ilişkilerinin​ nasıl gelişebileceğine​ dair ilgili Kongre komitelerine bir rapor sunması isten​di.​

    *
    ​Bu sırada, ABD’nin müttefikleri arasında diktatörlüğe doğru eğilimi ile benzersiz bir görünüm arz eden Türkiye’de,
    ​Recep Tayyip Erdoğan ​24 Haziran seçimler​in​​de​ daha fazla yasama ve yargı organlarında egemen olmayı umarken;
    ​​Washington​ giderek Ankara’nın gerçek bir müttefik​ olmadığı, Türk hükümetinin önemli Amerikan uluslararası hedeflerini engelle​diği ve NATO üyeliği​nin tutarsız​ olduğu modundadır.​

    ​*​
    Bugün ABD, ​Soğuk Savaş döneminde Avrupa’nın güneydoğu kanadını koruyan kritik müttefik​i​​ Türkiye’nin,
    ​2015’te bir Rus uçağını düşürdükten sonra​ Rusya Devlet Başkanı ​ Putin hükümetiyle ilişkileri düzeltmekten daha fazlasını yaptı​ğını düşünüyor.
    İki ülkenin de ABD’nin kuzey Suriye’den çıkmasını istemelerinin ve Türkiye’nin​ kuzey Suriye’deki faaliyetlerinin doğrudan ABD politikasın​a​ tehdit ​anlamına geldiğine inanıyor.

    *
    2010’da Lizbon Zirvesinde NATO’nun Füze Savunma Sisteminin oluşturması gelecek 10 yıllık stratejinin omurgasını oluşturmuştu.
    İran füzelerine karşı  Romanya ve Bulgaristan’da kurulacak Füze Savar sistemi ile Türkiye’de planlanan Füze Savar Sistem Radarları Rusya’yı endişelendirdi.
    Halbuki Rusya, ABD ve NATO ile yeterli deneyim geliştirdiğini ve belirli bölgede hava savunma sistemi oluşturmak üzere ancak tarafların kendi sistemlerini koruması ve veri değişimine dayalı hukuki bir işbirliğinin kurulması kaydıyla ortaklaşabileceği tezindeydi.
    ABD ise Rusya ve NATO’nun birbirini düşman değil stratejik ortaklığı kurmaya çalışan partnerler olduğu, o yüzden füze savunma sisteminin Rusya’ ya karşı kurulmamasına ilişkin hukuki garantilerin verilmesinin anlamsızlığı savundu.

    *
    Sonra ABD; Rusya’yı Ukrayna’daki çatışmadan dolayı ve Orta Menzilli Nükleer Silahları Sınırlandırma Antlaşmasını ihlal etmekle,
    NATO ise gelecekte daha fazla genişleme olasılığından vazgeçmeyerek Rusya’yı, Avrupa’daki eski bölünmeyi yeniden canlandırmaya çalışmakla suçladı ve gerginlik yükseldi.
    Rus Askeri Doktrini de, ittifak ve Rusya’nın güvenliğinin birbirleriyle iç içe geçmiş olduğunu açıklayan NATO Stratejik Kavramı ile çelişiyordu.
    Böylece ABD- Rusya arasında Avrupa güvenliğini neyin koruyacağı ya da neyin tehdit ettiği konusundaki görüşler arasında farklılaşma derinleşti…

    *
    Bugün ABD’nin desteği ile Batı, Rusya ile rekabetinde Sovyet alanında önemli ilerlemeler kaydetmiştir.
    NATO, Rusya’nın ortak olmaktan ziyade bir tehdite dönüştüğü ve bu tehdite karşı vargücüyle mücadele etmesi gerektiği yönündeki düşüncelerde hızla pekişmiş,
    İki tarafta  işbirliğine dayalı ilişkilerin yürütülebileceğine, uyumlu bir ilişkinin söz konusu olmayacağına yönelik  inançlarda kökleşmiştir.
    Taraflar hiçbir konuda ödün vermedikleri için aralarındaki gerginliğin daha da  ilerlemesi güçlü bir olasılıktır…

    *
    Şimdi Türkiye ile Rusya arasında imzalanan S​ ​400 hava savunma sistemleri tartışılıyor.
    ​Yakın geçmişte Füze Savar ​sistemlerinin Rusya’yı endişelendirdiği gibi;
    Bu kez ​S 400 sistemlerinin ilk olarak Suriye ve Irak sınırlarını kapsayacak şekilde konuşlandırılmasının planlandığı​ bilgileriyle​ birlikte ABD ve NATO endişeleniyor.​
    ​Çünkü alınacak sistemler Türkiye​’​nin de üyesi olduğu NATO sistemine entegre edilmeyecek​tir.​
    Rus üretimi olan füzeler ve hedef tespit uyarı işlevlerini gören radar sistemleri NATO silahları ile uçaklarını düşman olarak algılıyor…

    ​*​
    ​Benzeri bir senaryo da, ​ABD​’nin Türkiye’nin üretim ortağı olduğu F-35 savaş uçağına  ambargo koymak istemesinin ​ ardından​,
    Ankara’nın haziranda teslimatını beklediği uçak üzerindeki hakkından vazgeçmeyeceği,
    Ancak Rus yapımı SU 57 ile ilgili seçeneğin tartışılmaya başlandığı ​bilgisinden gelişiyor…

    *
    Bu noktada NATO Strateji Belgesinde Türkiye’nin Avrupa güvenliğine önemli katkılarına işaret edilmesine rağmen “AB üyesi olmayan NATO ülkesi” olarak anıldığına,
    AB üyesi olmayan NATO üyesi Türkiye’nin Füze Savar Sistem Radarlarını topraklarında konuşlanması için o günlerde,
    Avrupa Güvenlik ve  Savunma Politikasına dahil edilmesi gerektiği ısrarlarını,
    Ama Türkiye’nin Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikasına girişini bugün de Kıbrıs Rum Yönetiminin engellediğini,
    Kıbrıs Rum’larının da Türkiye engeli dolayısıyla NATO üyesi olamadığını dikkate almak gerekiyor.

    *
    Bu gelişmeler olurken  Ortadoğu’da gerilim sürekli yükselmiş, NATO ve Rusya’nın  stratejik ortak olmaktaki güvensizlikleri Avrupa bölgesinin güvenliğini riske sokmuştur.
    Kıbrıs Sorunun çözümünü ve daha ötesinde Türkiye’nin AB katılım müzakereleri de o günden beri kilitlenmiştir.

    *
    ​Bugün ​Kürt güçleri A​BD’​n​i​​n Suriye’de​​ ​İŞİD’e karşı en sadık müttefiki​ olmasına rağmen Türk hükümetinin Afrin​ işgali;
    Kürtleri ​ABD tarafından ihanete uğramış hisset​melerine yol açmış, d​iğer Amerikan hedeflerine destek olma konusunda heves​lerini kırmıştır.
    Daha da kötüsü​ Ankara​,​ Kürt milislerinin yakınında bulunan ABD güçlerine saldır​ı tehdidinde bulun​muştur.

    *
    Ankara, bir başka NATO müttefiki olan Yunanistan​ ile Ege denizinde  de sorunlar yaşıyor.​
    ​S​on aylarda Türk​iye ve Yunanistan arasında karşılıklı hava ve deniz saldırıları art​mıştır.
    Nisan’da Yunanistan’ın hava sahasında iki Türk uçağını ele geçirdiği, bir Yunan pilotunun bu çarpışmada öldüğü gerçeği,
    Bunun üzerine Yunanistan’ın  F-16 önleyicilerinin Türkiye’nin savaş uçaklarına daha iyi eşleşmesi için 1,45 milyar dolarlık bir harcama planını açıklamıştır.
    Öte yanda Ankara’nın Rus S-400 hava savunma  sistemi karşısında, ABD’deki Yunanistan lobileri de Türkiye’ye F 35 uçaklarının verilmemesi için yoğun faaliyetlerde bulunmuştur.
    İki NATO ülkesinin birbirlerine meydan okuyuşlarından ittifakta ciddi rahatsızlık bulunuyor.

    *
    Ayrıca  Türkiye çok ciddi bir malformasyon yaşıyor.
    Türk hükümetinin demokrasiden insan haklarına, kuvvetler ayrılığının Erdoğan’ın şahsında toplamasından OHAL şartlarında çok önemli bir seçime gitmesi görünümü;
    Sadece ABD için değil bütün Batı Medeniyeti için sorun teşkil ediyor.
    Washington’dan öncelikle Türkiye’nin NATO üyeliğinin yeniden değerlendirilmesi için bir sürei oluşturması isteniyor.

    *
    Türkiye’nin bir zamanlar Batı’nın bir başarı öyküsü, bir model İslami demokrasi ülkesi olarak görülmesinin bugün bir abartıdan öteye gitmediği anlaşılmıştır.
    Bugün bunların hiçbir anlamı bulunmuyor.
    Küresel lider Washington, ne Amerika’nın çıkarlarını ne de değerlerini paylaşan Erdoğan Türkiye’sine sırtını dönmüştür.
    Artık iki ülke hükümeti uygun olduğunda işbirliği yapabilecektir…
    T​ürkiye bu şartlarda  24 Haziran seçimlerine​ hazırlanıyor…

    2​9.5. 2018​

  • MADURO VE ERDOĞAN’ IN TUHAF HİKAYESİ

    MADURO VE ERDOĞAN’ IN TUHAF HİKAYESİ

    Maduro, Chavez Venezuella
    Maduro, Venezuella Devlet Başkanı

    IMF, bu yıl  Venezuela’da enflasyon oranının yüzde 13.000’e (onüç bin) ulaşmasını bekliyor.
    Şaşırmakta haklısınız! Akıllara zarar bu rakamın algılanması çok zordur.
    Şu anda ayda 1 milyon bolivar düzeyinde olan asgari ücrette yapılan artışa rağmen bu miktar karaborsadaki döviz kuruyla 2 dolardan az ediyor.
    Etin kilosu 2 milyon bolivardır, bir çift ayakkabı 10 milyon bolivarı aşıyor.

    *

    Ve​nezuella, 216 yıllık geçmişi boyunca hiçbir zaman böyle kaotik bir durumla yüz yüze gelmedi.
    Her şey Latin Amerika​’​nın ​”​sola dönüş​”​ olarak adlandırdığı bir dizi gelişmenin sonucuydu…
    1990​’​larda Latin Amerika’da kapsamlı özelleştirmeler yapılıyor ve yabancı sermaye girişinin önündeki engeller kaldırılıyordu.
    Ama ​”​Washington Mutabakatı​”​ yla oluşan serbest piyasacılık giderek toplumsal kutuplaşmanın ve kitlesel yoksulluğun koşullarını yarattı…

    *
    Çin ekonomisinin yükselişi Latin Amerika​’nın​ ve Venezuella​’​nın da temel dayanağı olan hammadde ve emtia fiyatlarında sürekli artışı,
    Artan ihracat gelirlerinin bir kısmı da sosyal yardım programlarını finanse etmekte kullanıldığı ekonomik koşulları oluşturdu.
    Bunlar Venezuella​’​nın sol ulusalcı bir görünümü benimsemesini, ABD emperyalizminden daha fazla bağımsızlık iddia etmesini mümkün kıldı…

    *
    Hugo Chaves, 1992’de başarısız bir askeri darbeye önderlik eden paraşütçü bir yarbaydı.
    Sendikaların yanı sıra bütün büyük partilerin tümüyle gözden düşmüş olduğu koşullarda, bu başkaldırı ile halkı yanına çekmeyi başardı.
    Kısa süreli bir tutukluluğun ardından popülist ve sol ulusalcı bir programla 1998​’​de devlet başkanı seçildi.

    *
    Hugo Chavez’in ardından Cumhurbaşkanı Nicolas Maduro, ülkenin  en karmaşık işsizlik, yolsuzluk, açlık, gelir eşitsizliği gibi sorunlarını çözmek için basit bir çözüm önerdi.
    Tüm ekonomiyi ya da serveti nüfusa yeniden dağıtmak için kamulaştırdı.
    Ama böyle bir yeniden dağılım sadece hükümetin yakınında gerçekleşti​ ve​ Venezuelalıların daha çoğunun yoksulluğu daha çok arttı…

    *
    Dünya genelindeki sol gruplar PSUV​’​yi  ​”​21. yüzyıl sosyalizmi​ ” ​nin bir örneği olarak selamlıyordu.
    Ama Chavezcilerin, Maduro’cuların yönetimi altında üst düzey hükümet yetkililerinin yanı sıra finansçılardan, siyasi bağlara sahip iş adamlarından ve taşeronlardan oluşan yeni bir egemen sınıf tabakası Venezuelalı kitleler zararına kendilerini zenginleştiriyordu.
    Bu dönem boyunca uygulanan asgari sosyal yardım programları, nüfusun kabaca yüzde 80​’ ​inin yoksulluk, yüzde 51​’​inin ise aşırı yoksulluk içinde yaşamasına engel olamadı…

    *

    Chavez ve ardından Nicolas Maduro​’​nun Birleşik Sosyalist Partisi​’​nin (PSUV) 18 yıllık  yönetimi, kapitalizm yanlısı burjuva ulusalcı politikalarla Venezuelalar için toplumsal bir felaket yarattı.
    Çünkü planlı bir ekonomik gelişme yoktu, ekonominin tümü petrol ihracatına bağımlıydı ve Venezuella uluslararası kapitalist emtia piyasalarındaki fiyat dalgalanmalarına karşı savunmasızdı.
    *
    Çünkü Venezuella’da “sola dönüş” eliyle üretilen krizin altında;
    Bu ekonomik koşullarda dünya kapitalizminin derinleşen krizi: Çin büyümesinin hız kesmesi: Emtia fiyatlarındaki hızlı düşüsün neden olduğu sarsıcı bir değişim vardı.
    Venezuela’da, ihracat gelirlerinin yüzde 90’ını sağlayan petrolün fiyatındaki düşüş enflasyonu üç haneli rakamlara çıkardı.
    Halk zorunlu ihtiyaç malzemelerinde yaygın bir kıtlıkla karşı karşıya kaldı.
    Aslında  “Sola Dönüş ” yaşanan Latin Amerika’nın tümünde Venezuella’ya benzer sorunlar yaşanıyordu.
    Latin Amerika’da en zengin yüzde -1- bölgesel servetin yüzde 41’ini alıyor, 2022’de nufusun geri kalan yüzde 99’unun servetinden daha fazlasına sahip olacakları
    hesaplanıyor.

    ​*​

    Bu sırada Maduro, ülkenin siyasi istikrarsızlığı konusundaki eleştirileri kırmak için medyaya kısıtlamalar getiriyordu.
    Yabancı muhabirleri sınır dışı etti, muhalefet liderlerini hapsetti.
    Venezuellallar açlık yaşamaya başladı.
    Hükümet halk desteğini kaybetmeye başladığında arkasındaki stratejik gücü oluşturan askerleri, yargı mensuplarını ve atanmış yetkilileri korumak için elinden geleni yaptı.
    Yaygın yolsuzluk, çöken bir ekonomik sistem, sistematik insan hakları ihlalleriyle bugünlere gelindi.

    *
    Pazar günü yapılan seçimlerde 20,5 milyon Venezuelalı seçmenden 8,6 milyonu (yüzde 46) oy kullandı.
    Kullanılan oyların yaklaşık yüzde 68’i olan 5,8 milyon oyla N. Maduro ikinci kez devlet başkanlığını kazandırdı.
    Muhalefet adayı Henri Falcon ise 1,8 milyon oy aldı.
    Maduro Perşembe günü Ulusal Kurucu Meclis’te ikinci dönemi için yemin etti…

    *

    Yeminden sonra görevine başlayan Maduro, ikinci dönemi için altı maddelik bir eylem planı açıkladı.
    Şiddetin faillerinin silahsız ve şiddetsiz siyasi mücadeleye katılabilmeleri için geniş çaplı bir birleşme ve pasifleştirme politikasını sağlamak üzere iktidardaki Sosyalist Partisi (PSUV) ile siyasi muhalifleri arasında diyalog ve uzlaşmayı,
    ​Ü​lkenin ekonomik istikrarı sağlamak ve toparlanmaya ulaşmak için verimli bir ekonomik anlaşma​yı​,
    ​H​er türlü yolsuzluğa karşı yenilenmiş, baştan sona bir mücadele​yi,
    ​D​evlet​in ​finanse e​ttiği halk eğitimi ve konut dahil sosyal programları güçlendirme​yi ve genişletme​yi​,
    Venezüella’yı​ emperyalizmin saldırı ve ABD’nin yaptırımlarından koruma​yı,​
    Venezüella sosyalizmini Hıristiyan ve Bolivarcı özelliklerle geliştirmeye devam et​meyi​ vaadetti…

    ​*​

    Ne ki, Venezuela​ uluslararası alanda  hâlâ çok zordadır.
    ​ABD Başkanı Donald Trump göreve geldiğinden beri Venezuela’ya karşı demokrasi ve insan hakları gerekçesiyle ekonomik ve mali yaptırımları defalarca genişletti. Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra Türkiye, Küba, Bolivya, El Salvador ve Rusya gibi ülkeler Maduro’nun zaferini kabul e​ttiler.
    Ama ​A​BD, AB, Brezilya, Peru, Panama ve diğer Latin Amerika ülkeleri sonuçları reddetti.
    Bu sırada ​Başkan ​Trump, ABD vatandaşlarını ve işletmelerini Venezüella hükümetine borç ​vermekten men eden bir idari emir imzaladı.
    ABD​’nin Venezüella’nın petrol endüstrisini hedef al​ması,​ Venezüella’nın ekonomik ve politik istikrarına yıkıcı darbe yapacak yaptırımları da ​ sırasını bekliyor.​​.

    *
    Cumhurbaşkanı N.Maduro’ nun​ Venezuella sosyalizmi yolundaki zorlu mücadelesi,
    Dünya’daki özgünlüğü çok daha yüksek Türkiye’de T.Erdoğan’ın ” islamcı, yeni Osmanlı”  yolundaki zorlu mücadelesini andırıyor…

    *

    Erdoğan, 2008’de demokrasiye talip olan herkese örnek teşkil eden küresel ölçekte büyüyen bir liderdi.
    Bugün o adamın yerinde solgun bir gölgesi bulunuyor.
    Türkiye’yi şimdiye kadar görülmemiş biçimde bölünme aşamasına getirdi.
    Anayasa değişikliği ile totaliter güce kavuşması ardından Türkiye bir zamanlar izinden gittiği Batılı örneklere veda ediyor..
    Son zamanda Erdoğan, Batı’nın tüm Müslümanlara karşı açık düşmanlığı olduğunu iddia ettiği şeylerden dolayı gözyaşı döküyor, çünkü İslamcılığın şampiyonu olarak kendini yeniden icat etmeye çalışıyor.
    Arap dünyasında hayranlık kazanabilmek için Türkiye’nin gurur verici laik geleneklerini geri almaya kararlıdır.
    Ağırlıklı olarak İslam din ve gelenekleri ile uyumlu bir ekonomik ve siyasi düzeni teşvik ediyor…

    *

    Ama Türkiye ekonomisi tam anlamıyla karapara ve yolsuzluğun pençesine düşmüştür
    Bu kaynağın neden olduğu ekonominin sorunlarının başında; Liradaki değer kaybı: Yüksek enflasyon: Artan işsizlik  geliyor.
    Dış finansman ihtiyacı ve riskleri yüksek olan Türkiye ekonomisinden döviz çıkışı olması​ kurların daha da yükselmesine, faiz​lerin arttırılmasına bir tehdit oluşturuyor.

    *
    Bütün gelişmiş ülkelerde Erdoğan’ın Batı karşıtı duyguları harekete geçirmekten uzak durmasını umuluyor.
    Maduro’nun arkadaşı Erdoğan da 24 Haziran’da seçimlere gidiyor…

    27.5. 2018

  • SURİYE BARIŞINDA NE BEKLENİYOR

    SURİYE BARIŞINDA NE BEKLENİYOR

    Cumhurbaşkanı B.Esad, Suriye’nin iç savaşı hakkında ” şu an her şey doğru yönde ilerliyor. En kötüsü geride kaldı ” dedi.
    Rusya, İran, Hizbullah ve Amerikalı bazı üst düzey diplomatlar, isyancı grupları ve Washington’u bu gerçeklikle uzlaşmaya çağırdılar.
    Suriye’nin iç savaşına siyasal çözüm bulunması için diplomasi yolunun açılmasını istediler.

    *

    Ancak bölgesel çatışma dinamiklerini analizleyen ABD, daha karmaşık bir tablo ortaya koyuyor.
    Bir dizi gelişmenin rejimin son zamandaki kazanımlarını zayıflatabileceğini ve kendisine yeni fırsatlar yaratabileceğini düşünüyor…

    *
    Suriye rejim güçleri, Suriye topraklarının yüzde 50’sinden fazlasını ve nüfusun yarısını kontrol ediyor.
    Ancak rejimin tutumu; sadakatli ve yetkin birlikler ve kurumsal kapasite eksikliği nedeniyle birçok alanda belirsizdir.
    Nitekim rejim yeniden ele geçirdiği pek çok alanı temizlediği halde bu alanları tutabilmenin kararlılığını gösteremiyor.
    Mesela Deir el-Zor ve Palmyra gibi bölgeleri İŞİD terör örgütünden defalarca  tasfiye etmiştir ama halen saldırılara uğruyor.
    ​Üstelik rejim güçler​inin​, bu alanlarda yeni bir muhalefet kuşağından yeni​ bir​ silahlı direnişle karşı karşıya kal​ması da çok olasıdır!
    ​Çünkü​ ABD​ ve koalisyonundan Fransa ve Birleşik Krallık ya da bunların üzerinden NATO​,​ kuzeydoğu Suriye’de​dir.
    Hiç bir biçimde rejimin Çin’in İpek Yolu projesinde çok önemli olan ülkenin en​ fazla​ petrol üreten ve tarımsal bölge​si olan bu kısmında egemen olmasını istemiyor ve engelliyor…

    *

    Suriye Ordusu’nun, ülke çapında saldırı operasyonlarında düzenli birliklerden devşirilen 10 ila 20 bin askeri bulunuyor.
    Ordu’nun geri kalanı düzenli birliklerinin kalıntılarıdır ve kendi bölgelerinin dışındaki operasyonlarda kullanılmayan 100 ila 150 bin kişiden oluşuyor.
    ​Esasen rejimin saldırı gücünü​ 6-8 bin savaşçıyla Hizbullah,  2 bin savaşçıyla İran, 10 ila 20 bin savaşçıyla Iraklı, Afganistan ve Pakistanlılar,  Şii savaşçıları ve Ru​s​​ların Hava ve Kara birlikleri​nin küçük bir kısmı​ oluşturuyor.
    Bugün birçok bölge yabancı rejim yanlısı güçlerin yanı sıra rejime bağlılığı şartlı olan isyancı gruplar ve kabileler tarafından kontrol ediliyor.

    ​*​
    ​Halbuki​ uzmanlar istikrarlı operasyonlar için​  bin sivil başına 20 asker gerektiğini ifade ediyor.
    Buna göre rejimin, şu anda az ya da çok kontrol e​ttiği bölgelerde yaşa​yan 10-12 milyon insana hükmetmesi için 200-240 bin arasında bir güce​ ihtiyacı vardır.
    ​Bu sayı rejim yanlısı güçlerin ellerinde bulundurdu​ğundan çok fazladır.
    Ancak  yedi yıllık savaştan sonra, isyancı güçler de tükenmiş ve bölünmüş​tür, öyle ki çoğu yerde artık direnişte bulunamıyorlar…
    ​Rejim yanlısı güçler​in​ sürekli olarak daha büyük bir amaç birliği ile hareket e​tmiş olmaları da kendilerine bir avantaj sağlıyor.​​

    ​*​
    İran, Esad’ı iktidarda tutabilmek için gerekli asgari sayıdaki savaşçıdan daha fazlasını Suriye’ye hiç göndermemiştir.
    Bu noktada ABD’nin nükleer anlaşmadan çıkarken ceremeyi yüklediği güçlü  Devrim Muhafızları Ordusu’nun;
    Ağır yaptırımlara uğratılan Tahran’da karar almada daha büyük bir söz sahibi olmak isteyip Suriye’ye ek güçler göndermesi de söz konusu olamayacaktır.
    Çünkü bu durum İranlıların ülkelerine karşı tepki göstermesine yol açabilir…

    *

    Suriye rejimi ek zorluklarla da karşı karşıyadır.
    İç savaşa katlanmış olan Lübnan ve Ürdün gibi ülkeler bölgesel gerilimlerle yeniden istikrarsızlaşmaktan endişe ediyor
    Çünkü bir tarafın askeri zafere dönüşmesiyle sonuçlanan iç savaşlar da bir sessizlik döneminin ardından yerleşim yerlerinin yeni bir muhalefet kuşağından yeni bir silahlı direnişle karşı karşıya kalması çok olası kabul ediliyor.
    Suriye kendini yalnız hissediyor!
    Bugün isyancılar İdlib’te, Türkiye Ordusu’nun,  ülkenin kuzeydoğusundaki Kürt kontrolündeki bölgelerdeki isyancıları da  ABD, Fransa ve Birleşik Krallık güçlerince korunuyor.
    Türkiye hükümetinin PYD’ye  karşı Suriye’deki rejim karşıtı Özgür Suriye Ordusu’nun unsurlarını kullanması, Esad karşıtı muhalefetin en azından bir kısmının hayatta kalmasını sağlıyor…

    *

    Bu yüzden ABD, Esad rejiminin tam bir zafer kazanmış olduğunu söylemenin doğru olmadığından yanadır.
    Çünkü Askeri ve Siyasi tecrübeler; zafer kazandığını ilan eden ülkenin başarısını engellemeye çalışan komşuları olması halinde;
    Bu kırılgan yapılı devleti dengelemenin çok daha zor olduğunu gösteriyor.
    Şu anda Türkiye dışındaki hiç bir komşu ülkenin Suriye aleyhinde olmadığı öngörülüyor.
    Türkiye ise Suriye’de terörist olarak tanımladığı Esad başta olmak üzere rejim güçleri ve Kuzey Suriye’deki PYD güçleriyle sonlarına kadar mücadele etmek kararlılığındadır.
    Bu durumda Suriye’nin komşularının güvenlik durumundaki bir bozulma da olumsuz sonuçlar doğurabilir…

    *

    Çok sorunlu bir bölgede Suriye İç Savaşı’nın zaferle kazanılmış olduğu iddiası;
    Askeri zaferlerin genellikle geçici olduğu ve ergeç sosyo-politik güçler tarafından geri alınacağı,
    Savaşların çözmek istedikleri problemler gibi zarar verici sonuçları da doğurduğu,
    Bu yüzden savaşların nadiren belirleyici olduğu gerçeğiyle de karşı karşıyadır.
    Suriye iç savaşının en kötüsünün geride kaldığına inanan rejimin içindeki  gerilimler ve bölünmelerin de her an ön plana çıkabileceğini öngörmek gerekiyor.

    *
    Suriye’de yeni çatışmalar potansiyeli Esad rejiminin, Hizbullah’ın ve İran ile müttefiklerinin yeni özgüveniyle daha da artmıştır​.​
    Ama ​Suriye iç savaşının bu kısa değerlendirmesi;
    Suriye iç savaşının hâlen bitmediğini,
    Rejim güçlerinin Sünni çoğunluklu bölgelere dönüşü​nün​ yeni​den direnişi destekleyeb​i​​leceğini,
    Türk​iye ve Kürtler, İsrail ve İran arasındaki çatışmalar​ sonucunda ABD​’nin Suriye’de  öngörülemeyen şekillerde etkileşime girebi​leceğini olası kılıyor.

    *

    Aynı zamanda rejim güçlerine karşı yeniden bir direniş, ABD’nin Suriye’deki gelişmeleri bir vekil stratejisi ile şekillendirmesinde yeni fırsatlar verebilir.
    Nitekim ABD’nin anti-terörist füzeleri ve diğer askeri yardım biçimleriyle isyancı güçleri silahlandırmak için geçmişe göre yenilediği programlar;
    Rejim ihlallerini körüklemeyi ve isyancı saldırıları körüklemeyi amaçlıyor.
    Böyle ise  bu ABD’nin yeni nesil isyancılara yani bir kez daha El Kaide’nin eski yerel ortağı IŞİD ve Hayat Tahrir el Şam gibi aşırı gruplara yöneleceği anlamına geliyor.

    ​*​

    Çatışmayı şekillendirmek ve rejim yanlısı güçlere maliyet getirme çabaları,
    Suriye’nin iç savaşına son vermek için uluslararası diplomasinin cazibesini  kaybettiriyor.
    Washington’ da askeri bir çözüm olduğuna inanıldığı sürece, müzakereler sonuç vermeyecektir.
    Suriye rejimi ve vekillerinin de siyasi çözüm yönünde kullanabilecekleri herhangi bir kaldıraçları bulunmuyor.
    Suriye’deki gelişen dinamik; ABD Başkanı Trump ve yönetimine ek rejim saldırıları, kitlesel mülteci akışları ve dünyada herhangi bir yerde bir bölgesel savaş çıkarmaya fırsat sunuyor.

    25. 5. 2018

  • ULUSAL DERS

    ULUSAL DERS

    ABD Başkanı D.Trump, 1 Mart’ta “Bir ülke ticaret yaptığı hemen her ülkeye milyarlarca dolar kaybediyorsa, ticaret savaşları iyidir ve kazanması kolaydır” dedi. 
    Dünya Ticaret Örgütü kurallarını ihlal etti, ithal çelikte yüzde 25, alüminyumda yüzde 10 oranında gümrük vergisi uygulaması başlattı.
    Yeni tarifelerle Çin’in,  Kanada, Brezilya, Güney Kore, Meksika, Rusya, Türkiye’nin, Japonya, Almanya, Tayvan ve Hindistan’ın acı çekmesini öngördü…
     
    *
    ABD’nin ​Çin’e ver​diği 375 milyar dolar ticaret açığını kapatmak için ek gümrük vergisi getireceğini ilan etmesiyle başlayan ticaret savaşı t​arafların sert uygulamalarına sahne ol​du.
    ABD’nin  yaklaşık 50 milyar doları bulan Çin menşeli ürüne yüzde 25 vergi uygulamasına karşı,
    Çin, ABD’den ithal ettiği 3 milyar dolar tutarındaki 128 ürüne yüzde 15 ila yüzde 25, daha sonra 50 milyar dolar tutarında ürünlere yüzde 25 vergi getireceğini ilan etti.
     
    *
    ABD’nin ticaret savaşı Çin’e karşı bir meydan okumayı başardı, Çin’in  siyasetini ve gücünü test etti.
    Ama Çin, ABD ve dünyanın hayal gücünün ötesinde güçlü bir irade ve azim sergiledi, ABD’nin taleplerine güçlü karşılıklar verdi.
    Serbest ticaret ve çok taraflı ticaret mekanizmasını korumak adına yüksek bir ahlaki zeminde ayakta durdu.
    Ana çıkarlarının asla bir ticaret savaşının hedefi haline getirilmeyeceğine ilişkin kararlı bir mesaj verdi.
     
    *
    Başkan Trump, eğer çeşitli sektörlerde ABD’nin dünya çapındaki ortalamadan daha pahalı olan bir dizi işletmeyi yeniden diriltmek üzere bir ekonomik duvar inşa ediyorsa,
    Bunu gümrük vergilerini arttırmakla sağlayamayacağını,
    Çünkü o zamana kadar ABD emtia fiyatlarının artacağını, ihracaatın zorlanacağını ve süper güç olarak ülkesinin yara alacağını düşünmesi gerekiyordu…  
     
    *
    Şubat’ta bir Çin heyeti ABD’de, Mayıs’ta bir ABD heyeti Çin’de  ticaret müzakereleri yaptılar.
    En büyük iki ekonominin temsilcileri ABD’nin Çin’e ihracatını genişletme, hizmet ticareti, karşılıklı yatırım, fikri mülkiyet hakları​, gümrük tarifeleri konularında görüş alışverişinde bulundular.
    B​ir çok  konu​da fikir birliğine var​dılar, süren​ ihtilaflar​ için​ ​o​rtak bir çalışma grubu kuru​l​​masında mutabık kal​dılar.
     
    *
    Çünkü ticaret savaşlarını ​”​​kazanmanın kolay olduğunu​”​ ilan eden Adam, 
    Küreselleşmiş bir ekonominin gerçekleri arasında çok yakın bir gelecekte gerçek bir çöküşün önüne geçebilmenin teminatı olmadığını,​
    Hasarın kapsamlı olabileceğini keşfetti!
    Doğrusu kısa sürede hızlı ve yoğun bir eğitimden geçti, ders aldı!
     
    ​*​
    Ve Cumartesi günü ​ABD ve Çin, aralarındaki ticaret açığını önemli ölçüde azaltmaya yönelik önlemler almak için ortak bir bildiri yayınladılar.​
    ​Buna göre Çin, Çinli tüketicilerin  tarım​d​a ve enerji ihracatında artan talebini karşılamak ve yüksek kaliteli ekonomik gelişme​sini​ destekleyecektir.
    ​ABD ekonomisi ve iş piyasası​na​  fayda sağlaya​cak​ mal ve hizmet alımlarını büyük ölçüde art​t​ır​acaktır.​​
    İki taraf fikri mülkiyet koruması konusunda anlaşmıştır ve bu konuda işbirliği  teşvik edilecektir. 
     
    *
    Sonuç beklentilerle uyumludur.
    Dünyanın iki büyük ülkesinin birbirleriyle ve dünyayla çatışması bütün dünyaya zarar verecekti, o nedenle iki ülkenin de işbirliği içinde olması gerekiyordu. 
    Şimdi her iki ülke küreselleşmiş bir dünyada çok taraflı ticareti “Adil Ticaret ” başlığıyla savunuyor…
     
    *
    Başkan Trump, her ne kadar yaklaşımında herhangi bir değişiklik olduğunu kabul etmese de;  
    Uluslararası ticaret ilişkilerinin karmaşık gerçeğinde ticaret savaşlarının kazanılmasının kolay olmadığını öğrendi.,
    Kurnaz ticaret ortaklarının ABD’ deki denetimleri aşabileceğini,
    Çin’in  liman denetimleriyle ABD tarım ürünleri ithalatını yavaşlatacağini gördü..
    Avrupalılar da ABD’nin ticaret yaptırımlarına tepki olarak benzer şekilde misilleme tedbirleri geliştirmişlerdi…
    Üstelik Trump’ın Kuzey Kore lideri Kim Jong Un ile başarılı bir zirve ve karar alma arzusuyla ticaret politikasını şekillendirmiş olması da olasıdır…
     
    *
    Türkiye bu gibi konularda ABD ile olan tarihsel bağını, Başkan Trump ile ilişkisini güçlendirmeye çalışmalıdır.
    Türkiye, ABD ile olan bağlarının ekonomik büyümesini destekleme biçimlerini açıklamalı,
    Trump’un Türkiye hakkındaki inançlarını düzeltmeye yardım etmeli, 
    ABD ile ilişki kurarken prensiplere sadık kalmalı,
    Ulusal çıkarları savunmak için mevcut ticaret sisteminin kurallarını ve kurumlarını kullanmalıdır.
    Elbette ABD’de tek taraflılık yerine kurallara dayalı bir düzeni savunmaya devam etmelidir.
     
    *
    Dünyanın en büyük ticaret fazlası ülkelerinden biri olan Çin, ABD ile bu çerçevede anlaşmazlığı çözmüş ve uluslararası ticaret anlayışını geliştirecektir.
    Ticaret savaşlarından en çok zarar görecek ülkelerden biri Türkiye’dir.
    Dolayısıyla bu gelişmelerde Türkiye için bazı dersler vardır.
     
    *
    Çünkü Türkiye, Recep Tayyip Erdoğan’ın uzun süredir  toplumu kendi hakimiyeti altına almak, kendi anlayışı doğrultusunda kültürel değişim yaratmak ve gücünü pekiştirmek amacı yönünde totaliterleşmiştir.
    Hukuk devleti, güçler ayrılığı ve demokratik değerler büyük zararlar almıştır.
    Erdoğan, sadece bir siyasi güç meselesi olarak değil ama aynı zamanda insanların zihniyetleri için ideolojik ve çok sert bir iç savaşı yürütüyor.
    Yıllar boyunca inşa edilen tüm değerleri hızlı bir şekilde yıkıyor.
    Hiçbir sivil toplumun taşıyıcısı  bu durumu engelleyemiyor…
    Erdoğan’ın maziseverliği ile yürüttüğü Türkiye dış politikası ise artık açık açık uluslararası dengeleri alt üst ediyor…
    Koca bir ülke ve milyonlarca insan Erdoğan’ın tasfiye edilmek, Yüce Divan’a gitmek, Uluslararası Ceza Divanında yargılanmak baskısının ağır psikolojik travmasının  getirisini yaşıyor. 
     
    *
    İşte, Türkiye ekonomisi, Recep Tayyip Erdoğan’ın yönetiminde iflasın başlangıcındadır ve büyük bir krize girilmiştir.
    Çünkü bir ülkenin ekonomi politikasını belirleyen maliye politikası ve para politikası,
    Destekleme, dış ticaret, teşvik politikaları, parasal genişleme gibi destekleyici bazı politikaların, makro ve  mikro ihtiyati önlemlerin;
    Herşeyden önce Merkez Bankasının “açık sözlülük politikası” ile desteklenmesi gerekiyor. 
    Bu politika bir Merkez Bankası’nın itibarıdır, itibar kaybı sonraki dönemlerde belirlenecek hedeflerin inanılır olmaktan çıkmasına yol açıyor. 
     
    *
    Nitekim Erdoğan’ın politikaları doğrultusunda yaşadığı ağır psikolojik travmasıyla yönlendirdiği bozucu yaklaşımları, açıklamaları;
    Merkez Bankası itibarına en büyük darbeyi vuruyor, ekonomik beklentilerin bozulmasına yol açıyor.
    Fitch Ratings kredi derecelendirme kurumu;  Erdoğan’ın yaptığı açıklamaların 24 Haziran seçimleri sonrasında keyfi politika yapımı ve politika öngörülebilirliğinin baskı altına girmesi olasılığını gündeme getirdiği değerlendirmesinde bulunuyor….
     
    *
    Keşke Erdoğan, ABD ve Çin liderlerinden ders devşirebilecek bir karakter olsaydı.
    ​Bu konuda Mustafa Kemal Atatürk’ün de bir diyeceği bulunuyor.
    O, “​

    Bir hükümet iyi midir, fena mıdır? Hangi hükümetin iyi veya fena olduğunu anlamak için​ ​”Hükümetten gaye nedir?​”​ bunu düşünmek lâzımdır. 

    Hükümetin iki hedefi vardır. Biri milletin korunması, ikincisi milletin refahını temin etmek.
    Bu iki şeyi temin eden hükümet iyi, edemeyen fenadır​ ” diyor…​

     
     
    23. 5. 2018
  • EKONOMİK VE SİYASİ MÜDAHALE

    EKONOMİK VE SİYASİ MÜDAHALE

    Mayıs’ta Lübnan parlamento seçimlerine katılım oranı yüzde 49.2,
    Tunus yerel seçimlerine yüzde 33.7,
    Irak parlamento seçimlerine yüzde 44.5 olarak gerçekleşti.
    Düşük katılım Batı’da bu ülke hükümetlerinin ekonomiden sosyal politikalara kadar  başarısızlıklarının,
    Halkların da demokrasi kültüründen uzaklığının bir göstergesi sayıldı.

    *

    Bu noktada, ABD’nin;
    1- Uluslararası ilişkilerde güvenlik ve refahın lideridir.
    2- Rusya ve Çin ile olan ilişkilerinde jeopolitik bir zihniyeti benimser.
    3- Birleşmiş Milletler Örgütündeki sorumluluğunun daha fazla olduğu kaydıyla  Birleşmiş Milletler temel statüsüyle uluslararası düzeni belirler.
    4- Ulusal güvenliği doğrultusunda ekonomik ve siyasi faaliyetlere müdahale eder, ifadesiyle özetlediği ve müttefiklerine ve diğer ülkelerin bilgisine sunduğu,
    Dört maddelik diyalektik bir gündem iddiasında Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi devreye giriyor.
    Bu gerekçe ile ABD müttefikleriyle birlikte başarısız ülke ve halklarına vesayet uyguluyor…

    *

    Batı’nın sandığa gitmeyenlerin oranından memnun olmamasına aldanmamak gerekiyor.
    Çünkü onlar demokrasi ihraç ederken,​ ​mesela ” Genişletilmiş Ortadoğu” ya yönelik saldırılarından yararlanmaktadırlar.
    Amaçları daha çok boyunduruk altına almak için devletleri devirmek ve toplumları yok etmektir.
    Halkların örgütlü iradesinin her türlü ifadesi onlar için bir kâbustur…

    *
    Dünyada birleşmiş demokrasiler daha fazla işlerlik sağlamak için mücadele ederken,
    Birçok kusurlu demokrasi de, mesela Türkiye Recep Tayyip Erdoğan ile doğrudan otoriter rejimlere dönüşüyor.
    Ama bir çok ülkeden de ABD’nin hegemonya ve güç siyasetine dayalı dünya güvenlik anlayışı yerine karşılıklı güvene, yarara, eşitliğe ve eşgüdüme dayalı sürdürülebilir yeni bir güvenlik anlayışı talepleri gelişiyor…

    *

    Son on yılda uzun süreli diktatörlerin istifa, seçim kaybetme ya da görevden alınma gibi nedenlerle görevde olmayışları iyimserliğe yazıyor!
    Ancak diktatörlerin  yok oluşlarından bir avuç ümit  vaadeden demokrasiye yol açılırken,
    Çoğunda herhangi bir demokratik reform dahi başlatılamıyor.

    *
    Batı, sınırsız uygarlık için vicdan ve düşünce özgürlüklerini amaçlayan özgür insanlar yetiştirirken,
    2010 -11’de İslam coğrafyasında; tarihinde hiçbir siyasi, ekonomik ve sosyal birikimi, demokrasi kültürü olmayan, çevre ülkelerle birbirlerini tamamlayıcı politikalar geliştiremeyen İslamcı iktidarlara yol verdi.
    Bunların devletin rejiminde ve işleyişinde vatandaşlık yerine din, eşitlikler yerine din birliği, adalet yerine insan olmayı öngören siyasal ve sosyo-ekonomik yönetim anlayışından;
    Sözde dinamik bir toplumsal yapının inşa edilmesi öngörüldü.
    Çok geçmeden bunların Batı tipi düzenin Müslüman halklara her türlü zulme maruz bıraktıkları fikrinde “İslami Cihad”çılar oldukları, İslamofobi’ye yol açtıkları anlaşıldı…

    *
    Ayaklanmalarda Tunus’ta Zeynel Abidin Bin Ali iktidardan düşürüldü, küresel demokrasinin geleceğine iyimserlik üflenildi.
    Mısır’da Hüsnü Mübarek, Libya’da Muammer Kaddafi iç savaşta devrildiler.
    Sonra 2013’te Mısır’da Müslüman Kardeşler örgütü iktidarı General Abdül Fettah el-Sisi’nin askeri müdahalesiyle sona erdi.
    Bugün Sisi büyük ölçüde seçimlerle meşrulaştırılmak istenen bir başkandır.
    Libya hala istikrarsızlık ve şiddet ile beslenen zayıf bir devlettir.
    Yemen’de patlak veren savaş, güçlü Ali Abdullah Salih’in düşmesine yol açtı, Yemen yıkıcı bir  çatışma ve insani kriz yaşıyor.
    2011′ den beri Suriye çok ağır bir kâbustan geçiyor.
    Irak ve Afganistan, Nuri el-Maliki ve Hamid Karzai’yi iktidardan çeken seçimlerle lider değişikliği yaptılar.
    Ama demokraside bir gelişme yaşanmadı; Afganistan hala otoriter ve istikrarsız, Irak’ta Maliki sahnenin arkasında hala çok güçlüdür …

    *

    Bu diktatörlerin yıkılması o ülkede ki otoriterciliği sarstı ama biraz Tunus hariç hiçbiri demokrasiye dönüşemedi…
    Orta Doğu ve Kuzey Afrika’ da birçok diktatör ön plana çıktı!

    *

    Aslında dünyanın her yerinde demokrasiler sallanıyor..
    Latin Amerika, on yıllardır askeri diktatörlüklere ev sahipliği yaptı ancak 1980’lerin ortasından bu yana ülkelerin çoğu kusurlu ama işleyen demokrasilerdir.
    Hugo Chavez’li  Venezüella, Fidel Castro vesayetindeydi, son on yılda ayrıştılar.
    Bugün Venezüella Chavez’in ardılı Nicolas Maduro’nun diktatörlüğü  altında dağılıyor.
    Küba, Fidel’in erkek kardeşi Raul’ın yönetiminde bazı reformlar yaptı, şimdi Miguel Diaz-Canal’ın neler yapacağı merakla bekleniyor.
    Latin Amerika’daki diğer rejimler özgür ve adil seçimlere devam ediyor, hukukun üstünlüğünü için mücadele ediliyor.

    *

    Asya’da, demokratik olmayan birkaç ülke reform yolunda ilerlemeler kaydetti, ancak çoğunda otoriter rejimler aynı kaldı.
    Ermenistan’da Serj Sarkisyan hükümete karşı kitlesel protestolardan sonra,
    Kırgızistan’da Almazbek Atambayev ülke tarihinin ilk barışçıl el değiştirmesi olan seçimlerden sonra istifa etti.
    Güneydoğu Asya’da Myanmar’da, 1990’da ülkede yıllardır süren baskıcı askeri rejimin seçimlere izin vermesi, siyasi tutsakları serbest bırakıp daha fazla basın özgürlüğüne yol açması oldukça iyiydi.
    Askeri rejimin lideri Thein Sein, ülkenin demokraside ilerlemesi için bir düşünce tutuklusu Aung San Suu Kyi lehine istifa etti.
    Ancak demokratik dönüşüm kısa ömürlü oldu.
    Myammar rejimi, özellikle  Rohingya azınlığını ihlal etmeye devam etti,  sivil özgürlükler ve basın özgürlükleri ciddi tehlikelere girdi.

    *

    Soğuk Savaşın sona ermesi, seçimlerin ve sivil özgürlüklerin genişlemesiyle Afrika’da, özellikle Sahra-altı’nda demokrasinin genel durumu gelişti.
    1980’lerde Afrika’da sadece beş ülke Botswana, Gambiya, Mauritius, Senegal ve Zimbabwe  demokratik olarak kabul edilirdi.
    Gambiya’da askeri diktatör Yahya Jammeh, cumhurbaşkanlığı seçimlerini kaybettikten sonra 2017’de ülkeden kaçtı.
    Burkina Faso’nun diktatörü Blaise Compaore, iktidardaki otuz yılından sonra 2014’te siyasi protestoların patlak vermesiyle istifa etti.
    Angola’da Jose Eduardo dos Santos, iktidarından 40 yıl sonra istifa etti.
    Her üç ülke de biraz daha demokratikleştiler.
    Zimbabwe’de 1980’den beri Cumhurbaşkanı Robert Mugabe giderek acımasız bir diktatöre dönüştü ve ülkeyi derin bir kaosa sürükledi.
    2017′ de ordudaki destekçileri Mugabe’nin yetersizliğini  gördüler ve sonunda  Mugabe istifa etti.
    Temmuz 2018’de yeni seçimler yapılacak…

    *

    Macaristan’da Viktor Orban ülkesinin demokrasisini sivil özgürlükleri sıkı sıkıya daraltmakla tehdit ediyor .
    Rusya’da Vladimir Putin otoriter bir rejimin başkanıdır.
    Çin’ de Xi Jinping  süresiz olarak yönetme yetkisi kazandı.
    Tayland ordusu, ülkenin yıllardır gördüğü en baskıcı hükümete gidiyor…

    *
    Birçok ülke asla arzu edilmeyen otoriter bir dönüş alırken, bazısı diktatörlükten kaçmayı başarmıştır.
    Düşen diktatörlerin çoğunun başka bir diktatörün yerini aldığı doğruysa da;
    Demokrasinin savunucularına bir miktar ümit vermenin tam tersine yeterli örnek bulunuyor…

    *

    Şu dakikada Batı’nın vesayet uygulamasında ön sırada;
    Müslüman Kardeşler Örgütü lideri diktatör Recep Tayyip Erdoğan ve İslamcı projesi bulunuyor.
    Bu proje bütün özgür dünyayı birinci derecede tehdit ediyor.
    Hani şu;
    1- Irak​’​ta merkeze aşırı gevşek bağlarla bağlı Musul merkezli bir Sunni ​Özerk ​Yönetimi​’​nin oluşması​,​
    ​2- ​Bu özerk  Sünni Irak parçasıyla öncelikle Kürdistan Bölgesel Yönetimi​’​nin sonra da Suriye​’​deki Sünni yapıların yaklaştırılması​,
    ​3- ​Bunların arasındaki ilişkilerin Türk ordusunun güvenlik şemsiyesi altında ekonomik-kültürel karşılıklı bağımlılıkla pekiştirilmesi​,​
    ​4-​ Türkiye​’​nin b​ütün bu yapının bölgesel hamisi olması​yla başlayan giderek  “Tek Ümmet “e dönüşecek ütopya.

    *

    Halbuki Türkiye mutlaka farklı etnik ve dini kökenlerden gelen insanları bir arada yaşatmak için normalleşecektir.

    *

    Çünkü bu böyle bir dünyadır.
    Friedrich Nietzsche’nin, “Sen yeni bir kudret ve yeni bir hak mısın? Kendi kendine dönen bir çark mısın? Yıldızları da zorlayabilir misin senin etrafında dönsünler diye?”sözü,
    Negatif özgürlüğe ulaşılmaması kaydıyla boşuna değildir…

    21.5.2018

  • IRAK PARLAMENTO SEÇİMİ VE YANSIMALARI

    IRAK PARLAMENTO SEÇİMİ VE YANSIMALARI

    Amerika, 2003’te Irak Özgürlüğü Operasyonu ve körüklediği mezhepsel çatışmalarla Ortadoğu’nun en müreffeh ülkelerinden biri olan Irak’ı yok etti.
    Sünni- Şii gerginliğini arttırdı, İŞİD’in ortaya çıkışını teşvik etti.
    Irak Şii Arapları Ortadoğu’da benzeri görülmemiş bir biçimde merkezi hükümette görev üstlendiler ve  bölge Şiilerini cesaretlendirdiler.
    Bir krizde Irak Sünnileri Iraklı Şiilere karşı ayaklandılar, on binlerce insanın ölümüne neden olan bir isyan başlattılar.
    Irak Savaşı ölümcül etkilerini komşu ülkelere genişletti, mevcut gerilimleri daha da kötüleştirdi, bölgeyi yönetilemez karışıklığına dönüştürdü.
    Irak’ın, Suriye’nin, Yemen’in tahrip edilmesinin ve silahlarla dolu bir bölgenin yıkımı ABD’nin Irak savaşından dolayıdır.
    Bölgede insani ve maddi kayıplar hâlâ devam ediyor…

    *
    Bu tabloda Irak; ABD liderliğindeki koalisyon güçlerinin Saddam Hüseyin’i devirmesi ve İŞİD’e karşı zafer ilan etmesinin ardından,
    12 Mayıs’ta dördüncü defa ama yüzde 44 ile en düşük katılımlı  parlamento seçimlerini yaptı.

    *
    Seçimlerin nihai sonuçları sayım sistemindeki sorunlardan dolayı ortaya çıkmasa da, Şii din adamı Mukteda el-Sadr’ın Sairun Koalisyonu Irak​’​ın ulusal seçimlerinde ​lider oldu.
    Sadr’ın 329 sandalyeli parlamentoda 54 sandalye ​kazandığı söyleniyor.
    ​İkinciliği Tahran destekli ve ​Irak’ın güçlü Şii paramiliter gruplarıyla bağlantılı milis lideri Hadi el Amiri’nin bloğu​ aldı.​​​​
    Başbakan Haider el-Abadi, destek üssü olması gereken çoğunluk Şii illerinde kötü bir performans gösterdi ancak üçüncülükle yetindi.

    ​*​
    Herhangi bir siyasi parti ya da ittifakın bir başbakan seçip hükümet kurabilmesi için parlamentoda 329 sandalyenin çoğunu kazanması gerekiyor.
    Irak’taki siyasal iktidar geleneksel olarak başbakan, cumhurbaşkanı ve meclis başkanlığı arasında mezheplere bölünmüştür.
    Şii çoğunluk başbakanlık görevini yürütürken, Kürtler cumhurbaşkanlığını sürdürüyor ve Sünniler meclis başkanlığı görevini üstleniyor.
    Bu seçimlerde herhangi bir ittifakın 165 sandalyeyi bir araya getirebilmesi için uzun bir müzakere süreci bekleniyor.
    Yeni bir başbakan seçilene kadar Haider el-Abadi’nin bütün gücünü koruyarak görevde kalacağı düşünülüyor.

    *
    Irak anayasasına göre hükümetin kurulması 90 günlük bir sürece yayılıyor.
    Bu noktada seçim sonuçları ilk bakışta;
    1- Daha büyük bir blok oluşturmaya çalışan Mukteda el-Sadr ve Hadi el Amiri’nin bloklarını oluşturan Şii sivil kuvvetlerinin umutlarını canlandırdığı,
    Ama ittifaklarına rağmen Sünni İslamcıların Irak’ın ön saflarında kalma şansını azalttığı yönünde bir izlenim veriyor.
    2- Yeni başbakanın belirlenmesi için ya iktidarın ve nüfuzun paylaşılmasına yol açacak bir siyasi çoğunluğun sağlanması​,
    ​Y​a da mevcut Başbakan Haider el- Abadi’nin süresinin uzatılması ve Dava Partisi’nin Irak yönetiminden devam etmesi gerekiyor.
    3- Irak’ın acı çekmesine son vermek için siyasi çoğunluk sağlanması en iyi proje olarak görülüyor.
    ​4- Bugüne kadar siyasi çoğunluk oluşturma projesini Sünni ve Kürtlerin daha iyi bir şekilde sağladığı,
    Ama siyasi çoğunluğu savunan Şii Sadr grubunun, bir sonraki başbakanın mutlaka Dava Partisi’nden olması konusunda ısrar etmediği de görülüyor.

    *
    M​ukteda el-Sadr, 2003​ ​ işgalinden sonra ABD​’​ye karşı yürüttüğü isyanda radikal bir üne kavuş​tu.
    ​D​aha sonra İran​’​a karşı çık​tı ve Iraklı milliyetçi olarak tanımla​ndı.​
    ​12 Mayıs seçimlerinde ​ komünistleri, Sünnileri ve siyasi bağımsızları kapsayan koalisyonuyla yolsuzlukla mücadeleyi hedef aldı.
    Seçim performansı, son zamanda İŞİD’le amansız bir çatışmanın yaşandığı Irak’ta, halkın 2015’ten beri ülkeyi yöneten siyasi çevrelerden bıkmış olduğunu gösteriyor.
    Ancak Mukteda el-Sadr’ın, hükümetin bir parçası olmak mı yoksa sürekli olarak herhangi bir hükümete muhalif olmak mı istediği net olmadığı için hangi oyunu oynayacağı da öngörülemiyor.
    Yine de Temmuz’da Suudi Arabistanlı Veliaht Prensi M. Salman ile yaptığı görüşme sonrasında Sadr’ın ofisinden yapılan “Suudi-Irak ilişkilerinde olumlu bir atılım yaptığımızdan çok memnunuz ve umarız bu Sünni- Şii İslam bölgelerinde mezhep çatışmasının geri çekilmesinin başlangıcı olur” açıklaması bir iyimserlik oluşturuyor.
    Ayrıca Mukteda el-Sadr, Kürtlere ve mülklerine saldırmayan ve yağmalamayan aksine onları koruyan tek Şii bloğunun lideridir.
    Bu gelecekteki güçlü bir Kürdistan’ı için ayrı bir iyimserlik sayılıyor…

    *
    ​Bilhassa seçimlerde​ ikinciliği alan Tahran destekli ve ​Irak’ın güçlü Şii paramiliter gruplarıyla bağlantılı milis lideri Hadi el Amiri’nin bloğu​;
    Orta Doğu’daki ​gelişmeler bağlamında​ çok önemli bir konumda bulunuyor.
    ​Bu bloğun ​İran​’ın​ diplomatik üstünlük sağla​masına yol açması​nı​n engellenmesi için İsrail Başbakanı B.Netenyahu’nun Rusya Devlet Başkanı V.Putin ile sürdürdüğü koordinasyon neredeyse rutin hale gelmiştir.​
    İ​ki ülkenin Suriye’deki çıkarlarını uyumlu hale getirdiği düşünülüyor.
    ABD Başkanı D.Trump’ın da teşviğiyle Rusya’nın gözü;
    İsrail ve Suudi Arabistan’ın düşmanı olan İran’ın, Irak’ta​ desteklediği​ milis lideri Hadi el Amiri’nin bloğu​nun ve Suriye’deki silahlı ​yandaşlarının üstünde olması,
    ​Böylece ​İran’ın dini ve ideolojik gerekçelerle bölgesel liderlik iddiaları​nın hizalanması öngörülüyor.​

    *
    Hâlâ ikinci bir dönemi güvence altına alma şansı​ bulunan mevcut Başbakan Haider el-Abadi’nin ise İran etkisini veya ABD’nin bu konudaki çabalarını tamamen ortadan
    kaldırma​yacağı öngörülüyor.​
    Seçimden aylar önce Abadi​’nin​, Haşdi el Şabi siyasi kanadıyla kısa süreli bir ittifak oluştur​ması Haşdi Şaabi’ye şiddetle karşı çıkan Sadr’ı kızdırmıştı.
    ​Ama Abadi s​eçimler​d​e ikinci gelen el-Fatih ittifakını​ da​ yabancılaştır​mıştı​.
    ​Bu yüzden Mukteda el-Sadr için​ Abadi,​ Haşdi Şaabi ile artık ittifak içinde olmadığı için Hadi al-Amiri, Nuri el-Maliki’den ya da başkasından daha iyi bir müttefik​ sayılıyor.

    ​*​
    ​Kürtler​, yüzde 93​ ile  bağımsızlı​ğa “Evet​ ” oyu verdikleri referanduma iç ve dıştaki Şii liderler kadar sert tavır göstermeyen Muktada el-Sadr’a güveniyor.
    ​Şimdi ​Kürt Bölgesel Yönetimi​,​ federal bütçeden ne kadar pay, ne tür teminatlar alacaklarını,
    Tartışmalı bölgeleri ve Kürt Güvenlik Güçlerinin bu bölgelere dönüşü ile ilgili projeleri​ ​dinleyecek ve göreceklerdir.

    ​*​
    Irak’ta Erdoğan Türkiye’sinin de önemli bir rolü vardır.
    Erdoğan’ın;
    1- Irak​’​ta merkeze aşırı gevşek bağlarla bağlı Musul merkezli bir Sunnistan ​Özerk ​Y​önetimi​’​nin oluşması​,​
    ​2- ​Bu özerk Irak Sünniistan​’​ına öncelikle Kürdistan Bölgesel Yönetimi​’​nin sonra da Suriye​’​deki Sünni yapıların yaklaştırılması​,
    ​3- ​Bunların arasındaki ilişkilerin Türk ordusunun güvenlik şemsiyesi altında ekonomik-kültürel karşılıklı bağımlılıkla pekiştirilmesi​,​
    ​4-​ Türkiye​’​nin b​ütün bu yapının bölgesel hamisi olması​ hedefi doğrultusunda,
    ​Irak topraklarında bulundurulan ve saldırgan bir kimliğe bürünen TSK’ya bağlı birlikler Irak’tan çıkarılacaktır…

    *
    Bu noktada​, Ebedi Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk’ün;
    “Hiç zaman saldırgan olmayı düşünmemiş olan ve fakat daima haksız taarruza uğrayacağını hesap eden bir milletin ordusu olarak, ordumuz uzun bir seferden sonra hemen diğer bir sefere başlayacakmış gibi maddi ve manevi yönden hazır bulunmalıdır” ifadesi,
    Gen​elkurmay Başkanı​ talihsiz​ Hulusi Sayın’a​ kapak olsun!

    ​19. 5. 2018​

  • İSLAMCI YAYGARA

    İSLAMCI YAYGARA

    İslam Birliği Dönem Başkanı​ ve Müslüman Kardeşler Cemaati hamisi​ R.T. Erdoğan çeşitli temaslarda bulunmak üzere 13 Mayıs’ta Birleşik Krallık’taydı.​
    Birleşik Krallık, Suudi Arabistan ve Türkiye cihadçılığı bir strateji olarak kullanan üç ülkedir.​
    Bu yüzden ABD Başkanı Trump’ın İsrail-Filistin barışını sağlayabilmesi ya da İsrail-Filistin savaşına neden olan İslamcı terörizm ile mücadelesinde;
    Londra’nın bu ülkelerle ittifakını bozması, Suudi Arabistan ve Türkiye’nin yarım yüzyıldan beri Londra ve Washington hesabına geliştirdikleri stratejilerini değiştirmelerini sağlaması gerekiyor.
     
    ​*​

    Çünkü Birleşik Krallık, I.Dünya Savaşı’ndan beri Ortadoğu’nun denetimini ele geçirmek için Vahhabileri destekliyor.
    1951’de İslamcı Cihad’ın kaynağı Müslüman Kardeşler Örgütünü Birleşik Krallık kurdu, Dünya İslam Birliği’nin kurulmasında da çok etkindi…
     
    *

    İslam Birliği, 1962’den beri Londra ve Washington hesabına Uluslararası İslamcı terörizmi yönetiyor. 
    Hem Müslüman Kardeşler Cemaatiyle Arapları, hem de Nakşibendi tarikatıyla Türkleri ve Kafkasyalıları kapsıyor.
    2011’de Londra ve Washington’a, Arap Baharı adı altında Büyük Arap İsyanını düzenleyen militanları İslam Birliği sağlamıştı…
     
    *

    3 günlük resmi temasında  Birleşik Krallık’ta olan Erdoğan, 14 Mayıs’ta Chatnam House’ da konuştu.
    D. Trump’ın Kudüs’ü ‘İsrail’in başkenti’ olarak tanıma kararı sonucu Tel Aviv’den taşınan büyükelçiliğin Kudüs’te açılmasına bir kez daha tepki gösterdi.
    Filistin topraklarında yaşanması muhtemel olaylar konusunda İsrail yönetimini sorumlu ve itidalli davranmaya davet etti.
    Bu kritik günde, can kayıplarının önlenmesi için gerekli hassasiyetin azami düzeyde gösterilmesi gerektiğine dikkati çekti.​..​
     
    *

    Aynı gün Londra’da Türk öğrencilerle bir aradaydı.
    İsrail’in Gazze sınırında eylem yapan 60’dan fazla Filistinli eylemciyi öldürmesine, 2 binden fazlasını yaralamasına sert tepki gösterdi.
    “İsrail’in yaptığı bir soykırımdır” dedi.
     
    *
    ​Ve İsrail Başbakanı B. Netenyahu​ ile bir ağız dalaşı yaşandı.​
    ​Netenyahu: “Erdoğan HAMAS’ın en büyük destekçilerinden biridir, dolayısıyla kendisi terör ve katliamdan şüphesiz çok iyi anlar.
    Kendisine tavsiyem, bize ahlak vaazı vermesin​..​.​ Her ülkenin kendi sınırlarını koruma zorunluluğu vardır.
    HAMAS terör örgütü İsrail’i yok etmek ve bu hedefine ulaşmak için binlerce kişiyi sınırdan yasadışı göndermek istediğini ilan ediyor.
    ​B​iz de egemenliğimizi ve vatandaşlarımızı korumaya kararlı olup, eylemlerimizi sürdüreceğiz” dedi.
     
    *
    Erdoğan​, “Netanyahu’nun elinde Filistinlilerin kanı vardır ve bunu Türkiye’ye saldırarak saklayamaz.
    Netanyahu, savunmasız bir halkın topraklarını BM kararlarını ihlal ederek 60 yıldan fazladır işgal altında tutan ırkçı devletin başbakanıdır​.​
    ​HAMAS​ terör örgütü değildir ve Filistinliler de terörist değildir.
    Bu hareket Filistin vatanın işgal eden bir güce karşı direniş hareketidir.
    Tüm dünya Filistin halkına zulmedenlere karşı duruyor​ ” ​ifadesiyle  yanıt verdi.​.. 
     
    ​*​
    Halbuki HAMAS uluslararası arenada bir terör örgütü olarak kabul edilmektedir.
    Nitekim Mayıs 2017’de açıklanan HAMAS Siyaset Belgesinde;  
    HAMAS’ın Filistinli bir İslami kurtuluş hareketi olarak hedefinin Filistin’i özgürleştirmek olduğu:
    Kudüs’ün Filistin halkının, Arap ve İslam ümmetinin sabit hakkı olarak Filistin’in başkenti olduğu: 
    Filistin’in, mübarek ve kutsal bir Arap ve İslam yurdu olduğu belirleniyor. 
     
    *
    Siyaset Belgesi, HAMAS’ın  İslam’ı tüm zaman ve mekanlara salahiyeti ve mutedil ruhuyla anladığına,
    Diğer din mensuplarının onun gölgesinde tam bir güvenlikte  yaşayabileceğine, tıpkı Filistin’in birlikte yaşama modeli olduğuna inandığı gibi inanmakta olduğuna dikkat çekiyor. 
    Buna göre Mescid-i Aksa yalnızca Filistinlilerin ve İslam ümmetinin hakkıdır ve İsrail’in onda hiçbir hakkı bulunmamaktadır: 
    İsrail’in Mescid-i Aksa’yı Yahudileştirmeye ve bölmeye yönelik tüm projeleri ve adımlarının batıl ve gayri meşrudur.
    Çünkü Siyonist proje; başkalarının haklarını yok etmeye dayanan düşmanca ve ırkçı bir proje olarak Filistin halkının özgürlük, Filistin’in kurtuluşu, geri dönüş ve kendi kaderini tayin hakkı gibi talepleriyle zıttır.
    Balfour bildirisi, Filistin’deki İngiliz mandası, BM’nin Filistin’i taksim planı ve benzer tüm kararların ve İsrail’in icat edilmesinin temelden batıl olduğunu ilan ediyor.
     
    *
    Ama bu süreçte Başkan D.Trump ve Başbakan B.Netenyahu, Arap Dünyası ile geliştirdikleri ve yürüttükleri ilişkilere dayandırdıkları bir strateji çerçevesinde; 
    1- Öncelikle İsrail’in gelecekte HAMAS’la sonra İran’la doğrudan bir savaş yaşayabileceği olasılığını dikkate almakta,
    2- İsrail ve Suudi Arabistan işbirliğinin ürünü olarak Filistinlilerle kapsamlı bir barış anlaşması yapılması amacını doğrultusunda çalışmaları sürdürmektedirler. 
     
    *
    Amaçlanan Barış Anlaşması;
    1- İsrail ve Suudi Arabistan önderliğini,
    2- İsrail’in 1967 savaşında işgal ettiği tüm topraklardan çekilmesini,
    3- BM Güvenlik Konseyi’ne 194 sayılı karar çerçevesinde Filistinli mülteciler sorununa adil bir çözüm için çağrıda bulunulmasını,
    4- İsrail’in Batı Şeria ve Doğu Kudüs’teki yasa dışı yerleşimlere son vermesini, 
    5- 1967 sınırlarında kurulacak ve başkenti Doğu Kudüs olacak bağımsız bir Filistin devletiyle beraber “iki devletli çözüm”ü öngörüyor.
     
    *
    Bu çerçevede Başkan D​.Trump, ABD’nin Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıdığını ilan ederken;​
    ​”​Kudüs sadece üç büyük dinin kalbi değildir​,​ aynı zamanda dünyanın en başarılı demokrasilerinden birisinin de merkezidir.
    Yahudiler, Hristiyanlar ve Müslümanların birlikte barış içinde yaşayıp özgürce ibadet ettiği bir yerdir.
    Bu karar, niha​î​ barışa olan bağlılığımızın ihl​â​l edilmesi anlamına gelmiyor.
    ABD olarak İsrail ile Filistin arasında iki devletli çözümü h​â​l​â​ destekliyoruz.​
    ​”Harem Ül-Şerif -Tapınak Dağı “da dahil olmak üzere din​î​ alanda statüko gözlemlenecektir​.
    Birçok hükümet ve başta Arap Birliğinin desteklediği üzere​ Filistin Devletinin başkenti​ de​ Doğu Kudüs​’te​​ Yahuda ve Samiriye’de​ olacaktır. 
    Bölgenin liderlerinden isteğim niha​î​​ barışın peşinden gitmeleridir​ ” açıklamasında bulundu.​
     
    *
    İran’la doğrudan bir savaş yaşayabileceği olasılığı dikkate alınarak,
    İsrail Askeri Stratejisi gereğince İran’dan gelecek uzak mesafeli füzelerin bertaraf edilmesi için kendi sınırları berisinde koruma daireleri oluşturulmasına işlerlik kazandırıldı.
    14 Nisan’da ABD, Birleşik Krallık ve Fransa; Rusya’nın  teminatında Suriye’de Beşar Esad’ın sözde kimyasal silah potansiyelinin altyapısını vurdu. 
    Aslında  birlikte Kuzey Suriye’de bir koridor oluşturdular ve İsrail’in lehinde bölgeye NATO’yu getirdiler.
     
    *​
    İsrail’in kuşatan “Politik İslami Sistemde” takdim edilen İslam’ın bir barış dini olduğu efsanesi yaşanan onca şeyden sonra çok ciddi yara almıştır.
    Dünyayı endişe, tehlike, cinayet ve yıkım kaynağı haline getiren İslam toplumlarında kutsallaştırılan dini fikirler ve metinlere dayalı  ideolojiler​;
    ​ABD’nin İsrail-Filistin arasında iki devletli çözüm temelinde Kudüs’ü başkent olarak tanıması konusu,,
    B​ir kez daha “Din”e meydan oku​yarak, diplomatik  karardan alınıp dini bir düzlemde El Aksa’ya bir haçlı seferinin başlatıldığı biçiminde Tapınak Dağı’na götürmeye çalışılmıştır.
     
    *
    Bu noktada İsrail’in kuşatan Müslüman Kardeşlerin, HAMAS’ın, Hizbullah’ın ve El Kaideci bir çok İslamcı terör örgütünün​ “​K​afirleri öldürüp dünyaya İslamı empoze etmeyi hedeflediği”;
    Mesela HAMAS’ın, dünyadaki en son Yahudiyi öldürüp bir İslam devleti kurmaya çalışan İslam Tugayları’nın bir bölüğü olduğu,
    Ya da kendisini Müslüman Kardeşler’in hamisi gören ve yeni Osmanlıların başı olarak günün birinde Hilafeti ve Kudüs’ü geri getireceğini düşle​yenErdoğan’ın;
    Kudüs ve Tapınak Dağı’na olan ilgisinin, işte bu düşle birlikte Kudüs’ün Müslüman Kardeşler Hareketi’nin dünyada tutunacak son dalı olmasından kaynaklandığını bütün dünya biliyor.
     
    *
    ​Bu nedenle zaten Başkan Trump, İsrail-Filistin barışını sağlayabilmek için İslamcı terörizmle mücadele  başlatmıştır.
    İsrail’in kuşatan “Politik İslami Sistemde”​ ​kutsallaştırılan dini fikirler ve metinlere dayalı  ideolojiler​i takip eden ülkelerin, Arap liderlerin, HAMAS ve benzeri örgütlerin, 
    Barış sürecini tehlikeye atacak ve bir şiddet dalgası yarataca​k​ açıklamalardan, boş tehditlerden uzak kalmalarını sağlamaya çalışıyor. 
     
    *
    Nitekim Trump Mayıs 2017’de, dünyanın dört bir yanında İslamcı terör ideolojisini ve terörünü hızla yenmek üzere bir plan doğrultusunda;
    Suudi Arabistan/Riyad’ı ziyaretinde Suudi Arabistan Kralı ve 50 Arap ülkesiyle görüşmesinde;
    Öncelikle Mısır, El Ezher Üniversitesinin tüm aşırılık ideolojilerini görme ve sınırlama rolü eşliğinde İslam’ın doğru öğretilerini yayma konusundaki liderliğini pekiştirmiştir.
     
    *
    Ardından Trump’ın “Ortadoğu’ya yaptığım seferimde artık radikal ideolojiye yapılan mali yardımın olmaması gerektiğini bildirdim. Ondan sonra bölge rehberleri Katar’ı işaret ederek onu suçladılar. Arabistan’a yaptığım ziyaretim, Kral ve 50 Arap ülkesiyle görüşmem sonuç verdi. Radikalizmin mali kaynaklarını kesme noktasında sert önlemler alacaklarını söylediler. Tüm deliller Katar aleyhineydi. Belki de bu, terörizmin son bulmasının başlangıcıdır” ifadesiyle;
    ABD, Suudiler ve BAE’nin askeri varlıkları senkronize edilmiş, birlikte Katar’a yaptırım uygulanmaya başlanırken,.
    İran’ın petrol zengini Körfez ve Ortadoğu’daki genişlemeci tasarımlarının durdurulması öngörülmüştür.
     
    *

    O günden beri çanlar, Türkiye’de; “Ben İhvan-ı Müslimin’i bir terör örgütü olarak görmüyorum. Çünkü İhvan-ı Müslimin bir düşünce örgütüdür” diyen,
    Türkiye Cumhuriyeti’nin 1938 yılına kadar gerçekleşen anlaşmaların sınırı içinde ülke birliğinin temeline işaret eden Misak-ı Milli’yı ve bu perspektifte “Yurtta Barış, Dünyada Barış” ilkesini reddeden,
    Bunların yerine hâlâ 28 Ocak 1920’de İstanbul’da son Osmanlı Mebusan Meclisi’nin kabul ettiği saldırgan Misak’ı Milli ilkesi doğrultusunda hareket eden, 
    Müslüman Kardeşler örgütünün hamisi, pan-islamist ve yeni Osmanlıcı AKP Genel Başkanı Errdoğan için çalıyor…
     
    *
    İşte 24 Haziran seçimleri öncesinde Erdoğan, eteğindeki son taşları döküyor… 
    Bu noktada Suriye Devlet Başkanı B.Esad’ın;
    “Recep Tayyip Erdoğan, şahsi çıkarları için ülkesinin tümünü feda eder. Çok şey satın alıp satarak Arap ve İslam arenasında kendilerine yer bulmaya çalıştı. Efendilerinin kendilerine biçtikleri rolü aşıp, kendilerine izin verilenin çok ötesine gitti.
    Bu rolden geri adım atması gerekiyordu ama Suriye’nin rolünde ısrar etmesi sıkıntı yaratmıştır.
    Bu nedenle Suriye davası, o’nun için siyasi açıdan sıkıntı yaratan ölüm kalım meselesi haline gelmiştir” ifadesini her dem akılda tutmak gerekiyor.
     
    *
    HAMAS, İslamcı bir terör örgütüdür.
    Erdoğan İslamcılığın lideridir.
    Ama Dünya Barışı’nın; Aydınlanma’dan başlayan ve bireyi pozitif özgürlük üzerinden ulusal, etnik, dini, sınıf vb. kollektif kimliği ve olumsuz özgürlüğü destekleyen bakışa ihtiyacı vardır.
     
     
    17.5. 2018