Yazar: Ahmet Kılıçaslan Aytar
-
YAHUDİ ULUS DEVLETİ
İsrailli Yahudiler kendilerini ırkçı bir Tanrı tarafından seçilen ve ırkçı kutsal insanlar olarak saydılar.Tüm uluslara ışık tutan ırkçı ideolojilerini yeni bir yasa ile taçlandırdılar!19 Temmuz’da İsrail parlamentosu, Yahudi üstünlüğünü devletin yasal temeli olarak yücelten ” Yahudi Ulus Devlet Yasası”nı kabul etti…*Yasa, Filistin’deki İsrail kolonisini yalnızca “Yahudi halkına” ait bir devlet olarak tanımlıyor.İsrail Devleti işbu ırkçı temel yasa ile tüm nufusun yüzde 50’sini oluşturan Filistinlilerin vatandaşlığını tamamen ortadan kaldırıyor.Filistinlileri acımasızca bastırmaya dayanan bir garnizon devleti gerçekliği ile uyumlu hale gelirken,İsrail’in Ortadoğu’daki tek demokrasi olduğu biçimindeki iddiaya da son vermiş bulunuyor.*Yasa, Yahudi halkına tarihi vatan saydığı İsrail topraklarında, kendilerine özgü dini, kültürel ve tarihi hakları üzerinden kendi kaderlerini tayin hakkı veriyor.Milliyetçi denmez aslında ırkçı yasa; İsrail’ in kimliğini Yahudi halkının ulusal devleti şeklinde tanımlıyor.Lâik kanunların çıkış noktasını Yahudi prensiplerine bağlıyor : Kudüs, İsrail’ in baskentidir : Resmi dil İbranice’dir, İbrani Takvim’i kullanılacaktır : Ülkenin ulusal bayramları ile Yahudi dini bayramları arasındaki fark kaldırılmıştır : Dünya Yahudilerine arzu ettiklerinde İsrailli olma hakkını veren Geri Dönüş Kanunu’nu teyit edilmiştir.Yeni göçmenleri barındırmak için yeni Yahudi kolonileri ve bu kolonilerin genişletilmesi ulusal bir görev addediliyor.Ve İsrail’in başkenti Kudüs’ün birleşmesi şart koşulurken, Yahudi vizyonu alenen açık ediliyor…*Uluslararası yasaları, BM kararlarını, barış sürecini, siyasi anlaşmaları ve en önemlisi insan ahlakını ihlal eden,Bu yasa Yahudilere imtiyazlar tanırken yerli Filistinlilerin hakları geçersiz kılıyor.Filistinlilerin varlığını tamamen ortadan kaldırılırken;Uluslararası yasalarla garanti edilen Filistinlilerin ve Filistinli mültecilerin kendi topraklarındaki mülkiyet hakları iptal oluyor.Tarihleri, dilleri, kültürleri, dinleri ve insanlıkları reddediliyor.Filistinliler için artık en tehlikelisi daha fazla etnik temizliğe uğratılmaktır…*Kısacası, İsrail’in “Yahudi Ulus Devlet Yasası” Filistinlilere karşı açık bir ayrımcılıktır.Yüzyıl önce başlayan Yahudi ayrımcılığının,bugün Yahudi Ulusal Devlet Yasası’na varıncaya kadar geçen süresi yavaş yavaş yoğunlaşan uzun bir geçmişe sahiptir.İsrail, Filistinlilerin herhangi bir toprağı satın almasına veya kiralamasına izin vermez, çünkü İsrail hükümeti tüm Filistin’i Yahudilere verilen kutsal topraklar olarak kabul ederdi.. Hâlâ Filistin kasabalarını kutsal Yahudi toprağına sızan kirleticilerin marifeti sayıyorlar.Bu yüzden İsrail hükümetleri Filistinli evlerin ve köylerin kademeli olarak yıkılması politikası izliyor.Filistinlilerin varlığı ancak köle olarak algılandığı sürece tolere ediliyor.Çünkü onların Tanrı’nın seçilmiş insanlarına hizmet etmek üzere insan bedenlerinde doğan hayvanlar olduğuna inanılıyor.*Yahudi Ulus Devlet Yasası, Nazi’lerinin “Deutchland über alles- Her şeyden önce Almanya” sloganından daha kötü bir ırkçılığın en somut örneğidir.Yeni bir apartheid yasasıdır.Yahudiler, Nazi ırkçılığının ve nefretinin kurbanları olduklarını iddia ederler,Ancak şimdi çıkardıkları “Yahudi Ulus Devlet Yasası” ile hiçbir istisna olmaksızın tüm ırkçılara parmak ısırtıyorlar!İlk olarak İbranilerin Kutsal Kitabı ile gelen, ardından Talmud’da ve diğer kutsal metinlerde daha da kapsamlı bir şekilde incelenip yorumlanan;İnanç, felsefe ve yaşam biçimleri çirkin ırkçı karakterlerini ortaya çıkarıyor.İsrail’de ırkçılık ve nefret istisna değil sosyal ve dini normları oluşturuyor…*Öyle ki, ırkçılık; Yahudiliğin ya da Siyonizmin en temel taşı ve Siyonist koloninin içsel bir özelliğidir.Yahudiler sadece tüm goyimlere karşı ayrımcılık yapmazlar!Kendi aralarında Ashkenazim , Haredim, Mizrahim, Sephardim ve siyah Afrikalı Yahudilere, Doğu Yahudilerine, Rus, Avrupalı ve Amerikalı Yahudilere de ayrımcılık yaparlar.Bu ırkçılık o kadar güçlüdür ki, mesela beyaz Yahudi İsrailliler, siyah Etiyopya Yahudi İsraillilere karşı düzenli olarak nefret suçları işlerler.Aynı mahallede yaşamak ya da aynı yerlerden alışveriş yapmayı ya da aynı ofiste çalışmayı reddederler.*Bu ırkçılık bireysel Yahudiler, Yahudi çeteleri ya da belirli Yahudi İsrail mahalleleri ya da şehirleriyle sınırlı değildir.Aynı zamanda devlet ve özel kurumlar tarafından benimsenen bir hükümet politikasıdır.Devlet okullarında çocuklarının zihnine erken şekilde yerleştirilir.Öğrencilere Yahudi ırkının özel bir ırk, kutsal bir ırk, tüm uluslara ışık olduğu öğretilir.Onlar Tanrı’nın seçtiği insanlardır, diğerleri ise kirli ırklar olup bu dünyayı kirletenler ve Yahudi Mesih’in yeryüzüne gelmesi için yok edilmeleri ön şart olanlardır.Bu yüzden İsrail’in tanrısı soykırımcı bir tanrıdır ve İsrail’in bugün de soykırımcı olmasında şaşılacak bir şey yoktur...*Ne yazık ki, İsrailiyat ve İsrail’in ırkçılık ve ayrımcılığı; bulunduğu bölgedeki toplumlarda antitezinin oluşmasına yol açmıştır.Bilhassa İsrail’in kurulduğundan beri 8 savaş, sayısız anlaşma, ateşkesler ve barış girişimleri,Özellikle 1967 Altı Gün Savaşında ele geçirdiği Suriye’den Golan Tepeleri, Ürdün’den Batı Şeria ve Doğu Kudüs de devam ettirdiği işgal ve işgal altında tuttuğu Filistinlilere karşı merhametsiz tavrı ve yayılmacı politikası ile komşu ülkelerle ilişkileri;*Sonuçta bugün İsrail’in kuşatan “Politik İslami Sistemde” takdim edilen İslam’ın bir barış dini olduğu efsanesini sona erdirmiştir.Bugün dünyayı endişe, tehlike, cinayet ve yıkım kaynağı haline getiren,İslam toplumlarında kutsallaştırılan dini fikirler ve metinlere dayalı ideolojiler gerçek İslamiyet’e meydan okuyor.İşte bugün İsrail’i kuşatan Müslüman Kardeşler, HAMAS, Hizbullah ve daha bir çok İslamcı terör örgütü ve İran İslam Cumhuriyeti;Kafirleri öldürüp dünyaya İslamı empoze etmeyi hedefliyor!Mesela HAMAS dünyadaki en son Yahudiyi öldürüp bir İslam devleti kurmaya çalışan “İslam Tugayları” nın bir bölüğüdür.Türkiye de Erdoğan liderliğinde hızla İslamcı ve Osmanlıcı bir rejime dönüşüyor.*Bu noktada çağdaş ülkeler ve Türkiye’de Kemalistler;İsrail’in nihai amacının Büyük İsrail Projesi ile sadece Filistin’i değil, aynı zamanda tüm Ortadoğu bölgesini,Hem ikinci aşaması hem de son olarak tüm dünyayı kolonileştirmek ve kontrol etmek olduğunda hemfikirdir. .Şimdi Yahudi Devleti kimliği statüsünün Sünni-Şii -Yahudi gerilimine nasıl yansıyacağı konusu endişe veriyor…26. 7. 2018 -
JOHANNESBURG BRICK ZİRVESİ ÖNCESİ
Erdoğan, 25-27 Temmuz’da Güney Afrika/ Johannesburg’ta BRICK Zirvesine özel davetli olarak katılmaya hazırlanıyor.BRICS ülkeleri Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika dünya ekonomisinde yüzde 25 pay sahibidir.Şanghay’da kurdukları Yeni Kalkınma Bankası (NBD) gelişmekte olan ülkelerde büyüme sorunlarını ele alıyor.Bütünsel ve sürdürülebilir büyüme ve gelişmeyi taahhüt ediyor…*Ancak ABD Başkanı D.Trump’ da, kapitalizm öncesi devlete yani serbest rekabet yoluyla “Amerikan Düşü” ne geri dönmeyi taahhüt ediyor!Bu düş bir yanda gelişmiş ve istikrarlı ülkeler, diğer yanda emperyal küreselleşmeyle henüz bütünleşmemiş istikrarsız devletlerin;ABD ekonomisine yeniden yatırım yapmasını sağlamak,O sırada Pentagon ve CIA’ yı bugünkü işlevlerinden Ulusal Savunmaya geri getirmek anlamındadır.*ABD emperyalizme yeni bir yön verme iddiasındadır.Bunun için uluslararası ticaret anlaşmalarından geri çekiliyor.Eski düzeni belirleyen hükümetlerarası yapıları tasfiye ediyor.“Ticaret Savaşları”nı başlatmış bulunuyor…*Türkiye’nin BRICS üyesi olması tartışmaları henüz yapılmıyor.Ama Türkiye, dünya çapında söz sahibi ülkeler arasında olmak için gayret gösteriyor.Alternatifler üretmeye çalışıyor.BRICS üyesi her bir ülkeyle iyi ilişkiler tesis etmeyi öngörüyor.*Üstelik BRICS’in bu yakınlarda genişleme evresine gireceği,Bu aşamada gelişmekte olan ülkelerin Türkiye gibi önde gelenlerini ortaklığa dâhil etmeyi planladıkları biliniyor.*Türkiye; jeostratejik anlamda Rusya ile füze-savunma sistemi alımı, Akkuyu Nükleer Santrali yapımı ve Türk Akımı gaz boru hattı anlaşmaları,Konjonktürel anlamda Rusya ile Suriye’de ortak hareket edilmesi,Politik anlamda Batı dünyası ile yaşanılan türlü ihtilafa rağmen; hâlâ ekonomik bakımdan ağırlıklı olarak Batı’nın yörüngesindedir.Bu gerek ihracat gerek ithalat hacminin yarısından çoğu AB ülkelerine olduğu müddetçe Türkiye’nin, Batı ittifakından uzaklaşmasının mümkün olmadığı anlamına geliyor.*Ancak Rusya’da, Türkiye’yi nihai olarak arzu ettiği yerde konumlandırabilmenin çabasındadır!Avrasya Ekonomik Birliği adımından sonra özel bir hamle ile Erdoğan’ın BRICS Zirvesine davet edilmesini sağlamış bulunuyor…*Şimdi Erdoğan ajandasında en önemli maddeyi oluşturan,3996 Sayılı Bazı Yatırım ve Hizmetlerin Yap-İşlet-Devret Modeli Çerçevesinde Yaptırılması Hakkındaki Kanunun kapsam maddesine,“Denizleri gölleri, nehirleri, birbirine bağlayarak gemilerin seyrüseferine imkan veren su yolu işlevi görecek kanal veya benzeri altyapı tesisleri, lojistik faaliyet alanları, raylı ulaşım sistemleri ile bunların bakım, onarım, işletme, manevra, geceleme gibi ihtiyaçların karşılanacağı alan ve tesisleri’ ibaresini ekletmiş olarak;Küçükçekmece-Sazlıdere-Durusu koridoru üzerinde gerçekleştirilecek,Kanal İstanbul projesinin yap-işlet-devret modeliyle hayata geçirilmesi dosyasıyla Johannesburg’a gitmeye hazırlanıyor…*Halbuki Türkiye yine yüksek büyüme hızının neden olduğu bir krizdedir.Merkez Bankası ne kadar kredi genişlemesini sınırlamak üzere zorunlu karşılık politikasıyla bankaların kredi faizlerini yükseltirse yükseltsin,İflas sendromundan kurtulmuş hükümet ve iş adamları bankaların kolay kredi verme olanaklarından yararlanarak özgürce tüketmişlerdir.Ekonomi süratle şişmiş, şimdi her an düşüşe geçme potansiyeli taşıyor…*Nitekim iş adamlarının ve hükümetin dış borçlarını ödeyemeyeceği bir dönemden geçiliyor.Bu durum malî sistemi, derin ve uzun sürecek bir ekonomik resesyon krizi ile karşı karşıya bırakıyor.*Yine de Erdoğan hükümetinin makroekonomik ve mali istikrar,Kontrolden çıkmış şekilde artan iki haneli enflasyonu durdurmak,Yüzde 20’ye yakın değer kaybeden Türk Lirasını desteklemek için gerekli olan faiz artışlarından vazgeçmek pahasına;Kısa vadeli büyümeye öncelik vereceği öngörülüyor.Bu kesenin ağzını açmak: Piyasaları ucuz krediye boğmak: İnşaat ve mega alt yapı yatırımlarını desteklemek anlamına geliyor…*Erdoğan, Türkiye’nin zengin ekonomiler ligine atlayabilmesi için büyüme modeliyle ilgili kapsamlı yapısal reformlar düşünmüyor.Yani altyapı ve sürdürülebilir özel yatırımlar ve ihracaatı değil,Spekülatif para akışlarıyla finanse edilen inşaat ve hükümetin desteklediği altyapı projelerini ve tüketici harcamalarını destekliyor. *Erdoğan, bu noktada Çin’in kara ve deniz yolları aracılığıyla Avrupa’ya bağlanması için tasarlanan “21.yüzyıl İpek Yolu Ekonomik Kuşak” projesinden ilham alıyor.Bu proje Pekin’in bugüne kadar ki en iddialı entegrasyon projesidir ve Çin dış politikasının temelini oluşturuyor.Stratejik çerçevesi Çin, Orta Doğu, Afrika, Avrupa ve hatta Asya’nın güney bölgelerinden Güney Amerika’ya bir zincir gibi uzanan bağlantı noktalarından oluşuyor.*Erdoğan, Türkiye’nin Doğu-Batı kara yolu güzergâhında İpek Yolu’nun yeniden canlandırılmasında transit ülke konumunu değerlendirmiştir.İpek Yolu projesine katılımın bir örneği olarak Gürcistan ile ortak, gümrük kapılarında basitleştirme sağlamış,İstanbul’un Finans Merkezi yapılması, Galataport, Kanal İstanbul projesi, Marmaray projesi, Yavuz Selim Boğaz köprüsü, 3.Hava Limanı,Kalkınma Ajansları ve Serbest Ticaret Bölgeleriyle,Çin İpek Yolu Projesinin bir kısım nimetine ve külfetine ortak olmuştur.*Akdeniz, dünyadaki uluslararası ticaret yollarının en önemlilerinden biridir.Akdeniz’in stratejik konumu göz önüne alındığında Çin şimdilerde;Yunanistan, Mısır, Cezayir, Türkiye ve İsrail’de operasyonel haklarını genişletmek böylece bölgedeki varlığını arttırmak üzere,En önemli Akdeniz liman ve terminallerini satın alıyor, modernize ediyor, genişletiyor ve işletiyor.Böylece Pekin, en büyük ticaret ortaklarından biri olan AB’ye Çin mallarınin önemli bir dağıtım merkezi haline gelmek için Akdeniz’in coğrafi yakınlığından yararlanmak istiyor.*Çin ve Avrupa arasındaki artan ekonomik bağlar, Akdeniz bölgesini uluslararası ticaretin ön saflarında yerini alma fırsatı veriyor.Asya ve Avrupa arasındaki ana ulaşım rotası olan yeni genişletilen Süveyş Kanalı, hem Kızıldeniz hem de Akdeniz arasındaki kapasite trafik akışı açısından iki katına çıkmıştır.Artık daha büyük gemilerin geçişine izin vererek Asya ve Avrupa arasındaki transit sürelerini azaltılıyor ve Akdeniz limanlarının rekabet gücü ve görünürlüğü artıyor…*Erdoğan, Johannesburg’ta BRICK Zirvesinde,İpek Yolu boyunca limanların ve uluslararası nakliye varlıklarının inşası ve yönetimi, deniz yolları ile daha hızlı bağlantı kurma ve ticaretin artması ile Çin’in bir deniz gücü olarak erişimini genişletmesine, Kanal İstanbul projesiyle ortak olmayı planlıyor.*Ancak Akdeniz limanları üzerinden Avrupa limanlarına erişim, enerji ve Orta Doğu ve Afrika’daki diğer hammaddeler gibi kaynakların canlı akışını sürdürmek,Akdeniz bölgesinin güvenlik ve politik istikrarına bağlıdır.Güvenli bir jeostratejik ortamın sürdürülmesi ve bölgenin jeopolitiğinin güvence altına alınması, İpek Yolu projesi inşaatlarının gerçekleştirilmesi başarısı için olmazsa olmaz koşullardır...*Üstelik Türkiye’nin zengin ekonomiler ligine atlaması için büyüme modelinde geniş kapsamlı reformlar yapması gerekiyor.24. 7. 2018 -
İMDAT DAMAT
Başkan D.Trump, 21. yüzyılın gidişatını başta ülkesi olmak üzere Avrupa, Rusya, Çin ve İslamcılık arasındaki etkileşimin belirleyeceğini,ABD’nin bütün bu yapının en zengin ve en güçlü ülkesi olduğunu,Ama askeri ve ekonomik olarak kötü yönetimle zayıfladığını, diğerlerinin ise daha güçlendiğini düşünüyor…Bir işadamı doğasındaki dış ilişkilerin pazarlanabilirliği için siyasi hedeflere ulaşmaya elverişli tüm düzenlemeleri tehlikeye atabileceği ya da değiştirilebileceği bir vizyonda ilerliyor.*Pazartesi günü Rusya Devlet Başkanı V.Putin ile Helsinki’de ortak basın toplantısı yaptı.Dünyaya, “Biz ancak birlikte çalışırsak bütün zorlukların üstesinden gelebiliriz ” mesajı verdi…Doğrusu, iki dev nükleer gücün sorumluluklarını “terörle mücadelede işbirliğinden” daha ötede sürdürme olasılığı umutları yeşertti...*Ama ABD’de bir Rusya kasırgası koptu.D.Trump kopan fırtınayı yatıştırmak için CNBC’ ye verdiği röportajda,Tersi yöndeki haberlere ve eleştirilere rağmen Putin’le çok başarılı geçen muazzam bir zirve gerçekleştirdiklerini belirtti.“Rusya ile işler yürümezse Putin’in gelmiş geçmiş en feci düşmanı olurum. Ama gidişatın bu yönde olacağını sanmıyorum. Aslında iyi bir ilişkimiz olacağını düşünüyorum” dedi.Böylece hem kendisini hem de V.Putin’i Helsinki mutabakatına sıkı sıkıya bağladı ve güvence verdi…*Artık iki dev nükleer gücün sorumluluklarını, bilhassa Akdeniz ve Ortadoğu’da terörle mücadelede işbirliğinden daha ötede sürdürmesini gerekiyor.Bu noktada her ikisi de;1- Şii Devrimi üzerinden İran’ın, Batılı ülkelerin hegemonyasına meydan okumasını, Müslüman dünyasında birleşme ve Filistin’e destek vermesini,2- Sünni köktendinci bir lider ile emperyal Osmanlı emellerine önderlik eden bir Türkiye’nin, politik ve askeri bir varlık olmayı hedeflediği Orta Doğu ve Doğu Akdeniz’i Sünni İslamcılaştırılmasını, küresel bir tehdit olarak değerlendiriyor.O halde bundan böyle iki ülkede, çeşidi ne olursa olsun İslamcı Cihadizmin bulunduğu her yerden sökülüp atılması için kararlılık gösterecektir…*Rusya, zaten sınırları içinde ve dışında en büyük tehditin Sünni İslamcılık olduğunu öngörüyor.Rus Müslümanların ezici çoğunluğu Sünnidir, çoğu Rus Müslüman aynı zamanda Türk etnik kökeniyle ilgilidir!Rusya, kendi topraklarında olduğu gibi Balkanlarda, Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’de de Sünni köktendinciliğin Şii İran’dan daha büyük bir tehdit oluşturduğunu düşünüyor.*Başkan Trump, 5 ay önceki, “ABD nükleer şantaj için rehin alınamayacak bir ülkedir. Amerika’ya ölümün bu silahla geleceğini söyleyen bir rejime izin verilmez.İran tehdidine, nükleer emellerine karşı kalıcı bir çözüm bulmak için müttefiklerimizle birlikte çalışacağız.Yaptırımlar o kadar güçlü olacak ki, İran daha önce karşılaştığından daha büyük sorunlara sahip olacak” açıklamasından sonra,İşte Helsinki dönüşü yeniden düşüncelerini tekrarlıyor:*”Çoğunuzun bildiği gibi, kimsenin hayal edemeyeceği en kötü anlaşmalardan biri olan İran anlaşmasını sonlandırdık. Bunun İran üzerinde büyük bir etkisi oldu ve İran’ı büyük ölçüde zayıflattı. Bir noktada İran’ın bizi arayacağını umuyoruz. Belki yeni bir anlaşma yaparız, belki de yapmayız! Ama İran beş ay önceki aynı ülke değil. Artık Akdeniz ve tümOrtadoğu ile çok fazla ilgili değiller” diyor…*Aslında Trump, bir yığın yaptırıma rağmen İran’ın beş ay önceki haline çok benzediğini biliyor!İran İslam Cumhuriyeti hükümeti dış politikasında en ufak bir değişikliğe gitmemiştir.Anlaşmayı ya da yaptırımları yeniden başlatmak fikri, Cumhurbaşkanı H. Rouhani ve İran Devrim Muhafızları Ordusu’nu daha yakın şekilde bir araya getirmiş,Şimdi rejim daha istikrarlıdır ama ABD’ de istikrarı bozma çabalarında direnme kararındadır…*Üstelik ABD’nin Avrupalı müttefikleri de hem İran Nükleer Anlaşması’nı canlı tutmak için çalışıyor,Hem de Trump yönetiminin yaptırım kararlarının by-pass edecek yeni mekanizmaları geliştirme yolundan gidiyorlar.Fransız, İngiliz ve Alman hükümetleri, bir taraftan İran’ın nükleer anlaşmasını canlı tutmaya çaba gösterirken,Bir taraftan yeni malî kanal açmak amacıyla ulusal merkez bankaları ile İran Merkez Bankası arasında aktif hesaplar oluşturmaya çalışıyor.Trump yönetiminin İran petrolünü ithal etmeyi durdurmak için diğer ülkelere baskı yaparak İran ekonomisini boğma planına Çin’ de karşı çıkıyor…*Bu durum; Avrupa ve Çin’in İran’ın nükleer anlaşmasını sürdürebilmesi için gereken adımları atma yönündeki kararlılığına karşı,Tahran’ı ekonomik olarak izole etmeyi amaçlayan Trump yönetiminin İran yaptırım politikasını daha sert bir şekilde belirleyebileceğine işaret sayılıyor…*Nitekim ABD, İran petrolünün Kasım ayından itibaren ithal edilmemesi için tüm dünyada baskılarını arttırıyor.ABD, dünyanın en büyük petrol alıcılarından olan Çin ve Hindistan’ın da içinde olduğu ülkelerden İran’dan petrol ithalatını sıfırlamalarını talep ediyor.Trump yönetimi bu karardan muaf bir ülke olmaması konusunda çok ciddi kararlılık gösteriyor…Böylece İran’ın yalnızlaştırmak ve para kaynaklarının kesilmesini sağlayarak bölgede etkinliğini azaltmayı hedefliyor..*Bu sırada, Çin ve Hindistan gibi büyük petrol ithalatçısı ülkelerin yanısıra İran petrolünün en büyük ithalatçılarından biri olan Türkiye ile ilgili olarak;Başkan Trump’ın Helsinki dönüşünün ardından yaşanan iki gelişme çok dikkat çekicidir.1- ABD Senatosu’na, uluslararası finans kurumlarınca Türkiye’ye yeni kredi verilmesinin engellenmesi için bir yasa tasarısı sunuluyor.“Türkiye Uluslararası Finans Kurumları Yasası” adlı tasarıda, Türkiye’ye yeni kredi, maîi ya da teknik destek verilmesinin engellenmesi için Uluslararası Para Fonu’na, Dünya Bankası ile Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası’nın yönetim kurullarındaki ABD’li üyelere talimat verilmesi isteniyor.2- ABD’nin terörizmin finansmanıyla mücadeleden sorumlu birim yetkilileri, İran nükleer anlaşmasının askıya alınmasının ardından ABD’nin yaptırımları yeniden başlatma kararını hükümete bildirmek üzere Türkiye’yededirler.İran’a Ağustos ve Kasım aylarında iki yaptırım yapılacağını hatırlatarak, “Önümüzde çok az zaman var. Bu yüzden Türk şirketleri ve Türk bankaların, yaptırımlar başlamadan önce işlerin ayarlamasına zaman kalması için 180 gün tanıdığımızı anlamaları gerekiyor. Bu noktada somut adımlar görmeliyiz ” diyorlar.*Bu suretle ABD’li yetkililer, Türkiye’nin eline pimi çekilmiş bir el bombası vermişlerdir.1- Türkiye’nin İran’la olan tüm petrol ticaretini kesmesi büyük bir sorun yaratabilir.2- Buna karşın başlangıç olarak Rıza Sarraf’ın İran’a yaptırım rejimini delmesi ile ilgili görülen Halkbank davası ve M.H. Atilla hakkında verilen mahkûmiyet kararı,Türkiye’deki bankacılık sektörünü hedef alan cezalara neden olabilir...*Türkiye’de sahneye konan, Batı’daki aydınlanma sürecini tersleyen yöntemlerle dinamik bir toplumsal yapının inşa edilmesine olanak tanımayan ekonomik ve siyasal yönetim anlayışı,Beka sorunuyla karşı karşıyadır.22. 7. 2018 -
KILIÇDAROĞLU GÖREV BAŞINA
Türkiye 2002′ den bu yana Recep Tayyip Erdoğan’ın kaderine ilişiklendi.Erdoğan birden fazla seçim, referandum ve darbe girişimi ardından 24 Haziran seçimleriyle gücünü emsalsiz şekilde pekiştirdi.Yönetim ve Devlet Başkanıdır : Bakanları ve en kıdemli yargıçları atayabilir: Parlamentoyu fesh edebilir: Kararnameler çıkarabilir: İstihbarat teşkilatından devlet tiyatrosuna kadar her şey onun kontrolündedir.*Doksanbeş yıllık parlamento sisteminin ardından hükümet yanlısı medya, ona yeni anayasal çerçevenin ”ilk cumhurbaşkanı” derken,O “bana Başkan” diyebilirsiniz diyor…Ülkedeki muhalif rakipler üzerindeki baskının devam etmesi için her türlü imkanı vardır.Zaten Dışişleri ve İçişleri Bakanlarının görevlerinin devam etmesi büyük bir değişiklik olmayacağını gösteriyor.Bu anlamda Yeni Türkiye bilinmeyen bir geleceğe seyrediyor…*Ülkenin yarısı kaderinin Erdoğan’a bağlı olduğunu, bunun insanlık adına ne büyük bir eksiklik olduğunu idrak dahi etmiyor.Üstelik bu bağlılıktan anlamsız bir keyif alıyor!Diğer yarısı böyle bir durumu reddediyor ama yaşadığı kabul edilemez ortamı değiştirmenin gücünde değildirler.Ama ne olursa olsun, Fransız filozof Michell Foucault’ un, ” Bilgi iktidar ve gücü, iktidar ve güc de bilgiyi üretir ” postulatı işliyor.“İnsanın insan üzerinde güç ve iktidar kurma mücadelesi tarihin değişmeyen kuralıdır; Sorun, insanların eşitlikle mi yoksa baskıyla mı bir arada olacakları gerilimidir” süreci her benlikte tazeleniyor…*Bölgesel pazarlarla çeşitlenmiş özgür ulusların çağdaş bireyleriyle aynı yaşamın ortağı olan Türk vatandaşları,Apolitik, örgütsüz, toplumun zengin-yoksul, inanan-inanmayan, şehirli-kırsal, emekçi-işveren, kısaca her kesimin insanları,Alman Filozof Friedrich Nietzsche’nin; “Sen yeni bir kudret ve yeni bir hak mısın? Kendi kendine dönen bir çark mısın? Yıldızları da zorlayabilir misin senin etrafında dönsünler diye?” ifadesindeki isyanı yaşıyor.*Onlar Erdoğan’ın Batı’daki aydınlanma sürecini tersleyen yöntemlerle dinamik bir toplumsal yapının inşa edilmesine olanak tanımayan ekonomik ve siyasal yönetim anlayışına,Oluşturmak istediği sosyo-kültürel yapıya asla katlanamayacaklarını öngörüyorlar.Yeniden bir siyasi denge oluşmasının derin özlemini yaşıyorlar.*Bu noktada CHP Genel Başkanı K.Kılıçdaroğlu’nun Meclis grup toplantısında;“İki 15 Temmuz var: Bir halkın 15 Temmuz’u, iki sarayın 15 Temmuz’u. Halkın 15 Temmuz’u ile sarayın 15 Temmuz’u arasında büyük farklar var. Her yerde bunları anlatacağız” ifadesi,İçinin doldurulmasına ihtiyaç olsa da öncelikle yeni bir umuda yol açıyor…*Artık koca CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, Grup Toplantısında söylediği;“Niye kontrollü darbe dedik? Bir: Darbenin olacağı biliniyordu. Erdoğan dahil aksini söyleyen yok. İki: darbe önlenmedi. Önlenebilirdi. Sonuçlarından yararlanıldı.Kim bu Adil Öksüz? 15 Temmuz akşamı Adil Öksüz gözaltına alındı. FETÖ’nün imamı olduğu 2008’den beri biliniyor. Eğer MİT, ‘Adil Öksüz’ü bilmiyordum, o gece öğrendim’ diyorsa o teşkilatı hemen kapatmak lazım.Ama onlar Adil Öksüz’ün kim olduğunu benden daha iyi biliyorlar. Herkes ters kelepçeliyken, Adil Öksüz neredeyse baştacı ediliyor.Başbakanlık Müşaviri Ali İhsan Sarıkoca, Adil Öksüz’le görüşüyor. Bunlar karanlık noktalar.İki cep telefonu ve GPS cihazı verilir, Adil Öksüz serbest bırakılır. O GPS cihazın kiminse Adil Öksüz bulunur” ifadesinin içini doldurmak zorundadır…*Aynı şekilde;“Darbeden 3 ay önce Abdullah kod isimli birisi darbe yapacakların tamamının isimlerini savcıya veriyor. Aslında bekliyorlar darbe yapılsın diye. Son derece bilinçli bir hareket. Darbe günü O.K. isimli birisi, MİT’e gidiyor, darbe yapılacağını söylüyor. Akşam darbe yapılacak niye önlem almadılar? Savcı soruyor O.K.’ya; ‘Sen MİT’te darbe yapılacak ifadesini kullandın mı’ diyor, ‘Evet’ diyor. Darbenin gizli isimleri takip ediliyor. Nerede toplandıklarını biliyorsun. Niye o tutanaklar açıklanmıyor?Erdoğan, neden Parlamentoda kurulan komisyona gelip bilgi verecek olan MİT Müsteşarı H.Fidan ve Genelkurmay Başkanı H.Akar’ı engelledi?” ifadelerindeki boşlukları da doldurması gerekiyor.*Çünkü Türk Halkı;Esasen CIA, MOSSAD ve NATO güçlerinin 15 Temmuz 2016’da Gülen cemaatinin TSK’ya sızmış kadrolarını Erdoğan ve iktidarına karşı darbeye teşvik ettiklerini,Ama durumdan MİT’in haberdar edildiğini,Genelkurmay’ın devreye girmesiyle birlikte darbe senaryosundan bazı bölümlerin söküp alındığını, böylece darbenin başarısız olmaya senaryolaştırıldığını biliyor.*Bu doğrultuda merkezi ve yerel idarelerde vaziyetin tutulduğunu,İl ve ilçelerde sivil toplum kuruluşlarının karargahı Diriliş Başkanlarının paramiliter güçleri sokaklara döktüğünü,Belediyelerin yollarda engel oluşturmak üzere her türde araç ve iş makinalarını önceden belirlenmiş alanlara seferber ettiğini,Bir Müslüman Kardeşler Örgütü ritueli olarak Cami görevlilerinin selalar okuyarak halkı uyardıklarını,Sonuçta Fethullah Gülen darbesinin ters teptiğini de biliyor.*Sonra OHAL ile “Kollektif Suç” anlayışının icad edildiğini,Erdoğan’ın daha önceden paralel devlete yerleştirdiği cemaatin onbinlerce kişisini eliyle koymuş gibi bulup çıkardığını,Hapishaneleri tıka basa doldurduğunu,
Aynı hızla kollektif suç yükledikleri kişilerin yerine, kendi sadıklarını getirdiğini ve Devleti Erdoğanlaştırdığını da…*Şimdi Kılıçdaroğlu’nun grup toplantısında söylediklerinin üzerine gitmesi, bu noktadan çıkarılacak hukukî ve adlî sonuçları uluslararasılaştırması gerekiyor.Aksi taktirde AKP Sözcüsü M. Ünal’ın Kemal Kılıçdaroğlu hakkında “Biz yeni dönemde hiçbir şekilde gerilim kavga istemiyoruz. Kemal Kılıçdaroğlu tarihin çöplüğünde yerini almıştır. Artık siyasetin konusu değildir” ifadesine mukabil,CHP Sözcüsü B. Tezcan’ın ” Tarihin çöplüğü diktatörlerin yeridir. Tarihin çöplüğünde kimin olduğunu arıyorsa kimin sözcülüğünü yaptığına baksın” ifadesi,Bir polemik olmaktan öteye gitmeyecek, umutlar bir başka bahara kalacaktır.*Muhterem Muharrem İnce Bey, kapıyı tutmuş beklemededir…20. 7. 2018 -
NE KONUŞTULAR, NE PLANLADILAR
ABD Başkanı D.Trump ve Rusya Devlet Başkanı V.Putin, Helsinki’de ortak basın toplantısında,Dünyaya, ”Biz ancak birlikte çalışırsak bütün zorlukların üstesinden gelebiliriz ” mesajı verdiler…Harika! İki dev nükleer gücün sorumluluklarını terörle mücadelede işbirliğinden daha ötede sürdürme olasılığı umutları yeşertti.*Suriye’de yüzbinlerce insanın yaşamına mâlolan, milyonlarcasını sığınmacıya dönüştüren, ülkenin bütün alt yapısını çökerten savaşta;Hizbullah ve Rusya’nın desteğiyle Rejim Ordusu, 7 yıl önce Suriye’de çatışmaların başladığı ülkenin güneybatısındaki Deraa’yı,19 Haziran’da başlattığı ve üç hafta süren karşı bir saldırıyla yeniden ele geçirmişti.Şimdi Suriye Ordusu bu bölgenin topraklarının beşte dördünden fazlasını kontrolünde tutuyor…*İsrail ilginç bir şekilde Suriye ve Hizbullah kuvvetlerinin güneye doğru Deraa’ya ilerlemesini durdurmak için herhangi bir müdahalede bulunmadı.Bu durum, İsrail’in Suriye devletinin konsolidasyonunu kabul etmesi karşılığında Rusya ile bir pazarlıkta olduğu,1- İran’ın Suriye’den geri çekilmesi,2- ABD ve İsrail yönetimlerinin Suriye savaşını bir insani müdahale olarak satma girişimlerinin sona ermesi anlamına gediğini düşündürdü…*Zaten İsrail Başbakanı B.Netanyahu ile Rusya Devlet Başkanı V.Putin arasında, iki tarafın çıkarlarının karşılanacağı müzakereler neredeyse rutinleşmişti.Ortak geliştirecek bir anlayış hem İsrail hem de Rus liderliği için çok önemliydi.*Bu noktada Moskova; Suriye, İran ve Hizbullah’ın Yahudi Devletinin yıkılması ideolojisine bağlı olduklarını,Ama savaşta desteklediği Şam’ın, şu dakikada artık Tahran ve Hizbullah ile bağlarını kesmekten başka seçeneğinin olmadığını düşünüyor.Aksi taktirde Suriye’nin; ABD, İsrail, Türkiye’nin etkisinde olan Suriyeli isyancılar, ABD destekli Kürtler ve daha bir çok vekil güç tarafından ortadan kaldırılacağını,Bugüne kadar böyle bir sonuç yaşanmadıysa bunun Moskova’nın başarısı olduğunu bildiğine inanıyor…*Ayrıca Rusya sınırları içinde ve dışında en büyük tehditin Sünni İslamcılık olduğunu öngörüyor.Rus Müslümanların ezici çoğunluğu Sünnidir.Rusya bilhassa Sünni köktendinci bir lider ile emperyal Osmanlı emellerine önderlik eden bir Türkiye’nin, Şii İran’dan daha büyük bir tehdit oluşturduğunu düşünüyor..Çoğu Rus Müslümanın aynı zamanda Türk etnik kökeniyle ilgili olmasından kaygı duyuyor.*Rusya, ayrıca çok önem verdiği Balkanlarda artan Sünni İslamcılık girişkenliğini,Erdoğan’ın yeni Osmanlı vizyonunu bölgeye damgasını vuran Türk nüfusuyla desteklemesine bağlıyor.Her zaman politik ve askeri bir varlık olmayı hedeflediği Orta Doğu ve Doğu Akdeniz’in neredeyse tamamının Sünni İslamcılaştırılmasını da reddediyor…*Bu sırada yabancı güçlerin Suriye’den çıkması söylemi artık gündemi belirler haldedir.İran, Suriye rejiminin daveti nedeniyle bölgede olduğunu,Esasen Suriye’den çıkması gerekenlerin başta ABD olmak üzere Türkiye olduğuna işaret ediyor.Açık ki, Türkiye’nin Suriye kuzeyini Sünni Araplar üzerinden islamcılaştırmasını istemiyor.Ve bu konuda Rusya ile ortaklaşıyor…*Şimdi Rusya, Orta Doğu’da Sünni çoğunluğa karşı Suriye’de bir azınlık ittifakının oluşmasını öngörüyor.Ancak Tahran’dan uzak bir azınlık Alevi rejiminin oluşmasıyla Suriye’ye zarar vermekte istemiyor.Bu nedenle İran’ın varlığını Suriye’den çekmeye aracılık yaparken İslamcı rejimi devirmek için güçlerini İsrail ile birleştirmiyor…Ama İsrail’in Suriye’den Şii İran askeri varlığının çıkarılması ihtiyacına destek veriyor…*Nasılsa Türkiye-Suriye sınırındaki ABD varlığı;Hem İŞİD’in varlığının sürdürmesine hem Suriye ve Hizbullah kuvvetlerine karşıdır hem de ABD’nin Fırat’ın doğu kıyısı boyunca,Deir az-Zur bölgesine kadar Kürt kuvvetlerine destek için sigorta sayılıyor…*Bu durumda Rusya, Türkiye’nin Afrin, Cerablus ve Membiç sınırındaki varlığını sona erdirmesini,Türkiye’nin İdlib bölgesinde Sünni isyancılara sağladığı lojistiği kesmesinin ardından;İran ve Hizbullah’ın Suriye’den ayrılmasını sağlayacağına dair güvence verdiği anlaşılıyor.*Ancak hâlâ İsrail, yukarıdaki Rus vizyonunu; sadece İran varlığının Suriye’den çekilmesindeki aracılığı için değil,İran Şii rejimini devirme hedefine ulaşana kadar güçlerin birleştirilmesi ve Şam’da Tahran’dan uzak bir Alevi rejimini tahrip etmeyi desteklemesi halinde makul kabul ediyor!İsrail bu ilerlemeyi sürdüremediği taktirde Suriye’deki Şii milislerini ve Alevi rejimini ezmeye devam etmek zorunda kalacağına inanıyor.Suriye ve Hizbullah’ın güneye doğru Golan Tepeleri’ne doğru ilerlemesi göz önüne alındığında, onlara sert vuramayacağı gibi bir durumdan da endişe ediyor!*Halbuki Rus vizyonu, Hizbullah’ın nihayetinde milisleri ile birlikte teokratik ve “direnişçi” ulusal Lübnanlı bir partiye dönüşeceğini öngörüyor.İran’ın birçok iç meselesine döneceğini,Suriye’nin, heterojen nüfusun gereksinimlerini karşılamak için Kürt kantonlarının istikrarı güvenceye alınıncaya kadar federal bir çözümle ortaya çıkmakta zorlanacağını,Ama Rusya’nın da Tartus’ta deniz ve Hmeymim’de hava unsurlarıyla kalacağını esas alıyor.Bu senaryo geçecek olursa, İsrail’in bölgesel istikrarı artacak, sınır ötesi ticareti dışında devlet ve devlet aktörlerinin kendi işlerini göz önünde bulunduran yeni bir düzen sağlanacaktır…*16 Temmuz’da Helsinki’de Donald Trump ile Vladimir Putin Suriye konusunda bunlara benzer şeyler konuştular…18. 7. 2018 -
İŞİD YARGILANMA YOLUNDA
“Syrian Revolution 2011” adlı bir Facebook hesabından her Cuma günü Suriye Arap Cumhuriyeti’ne karşı gösteriler yapılması çağrısı yapılıyordu.
Daha o sırada en azından ABD, Suudi Arabistan ve İsrail’in bulaştığı bir komplonun yürütülmeye başlandığı tesbit edildi.
15 Mart’ta BAAS’çı kent Deraa’da yapılan bir gösteride, “Allah, Suriye, Özgürlük ” sloganları altında;
Bir diktatörlüğün teşhir edilmesinin amaçlanmadığı ama Müslüman Kardeşler’in “Şeriatı uygulama özgürlüğü” peşinde oldukları çok açıktı.
Nereden geldiği belli olmayacak şekilde hem göstericilere, hem de polislere ateş açıldı.
Suriye’de toplumsal düzen kontrolden çıkmaya yazdı.*
Suriye’de yüzbinlerce insanın yaşamına mâlolan, milyonlarcasını sığınmacıya dönüştüren, ülkenin bütün alt yapısını çökerten savaşta;
Suriye Ordusu çatışmaların başladığı Deraa’yı yeniden ele geçirdi.
Böylece ABD yönetiminin bu savaşı Amerikan ve dünya halklarına bir insani müdahale olarak satma girişimleri safhası bütünüyle kapandı…*
Perşembe günü Genel Sekreter A.Guterres, “BM askeri çözüm bulunmadığını düşünüyor. Çözüm siyasidir” açıklaması yaptı.
BM’nin 2254 sayılı Güvenlik Konseyi Kararı ile siyasi bir çözüm için Cenevre müzakerelerine karar verdiğini,
Şimdi sıranın Suriye hükümetinin ve isyancı grupların Rusya’nın Soçi kentinde siyasi bir çözüm için önemli bir araç olarak kabul ettikleri anayasa komitesinin kurulmasına geldiğini söyledi.
“Bu bizim taahhüdümüz. Suriyeliler için sahip olduğum mesaj; sadece politik bir çözümün geleceğini, yeniden yapılanmayı, devletin demokratik ve mezhepçi olmayan bir karakterini garanti edebileceğidir ” dedi…*
Böylece Suriye İç Savaşı’nın siyasi çözümüne ilişkin Cenevre Görüşmeleriyle,
Dünyanın bir kez daha böyle bir katliam, saldırı ve yağma ile karşılaşmaması,
Savaş suçları işleyen rejim kadar muhalif tarafların, teröristlerin ve destekleyen ülkelerin paylarını üstlenmeleri: Suçların kategorize edilmesi: Bu sistematik hukukun BM’de yeni bir dünya statüsüne yol açmasının sırası gelmiştir.*
Bu yüzden bugün sözde İslam Devleti (İŞİD) güçleri, daha önce Suriye ve Irak’ta bulundukları bölgelerden uzaklaşırlarken,
Neden oldukları vahşet medyadan yok olurken,
Bir taraftan da kurbanlar ve hayatta kalanlar için cezai adaletin nasıl sağlanacağı konusundaki tartışmalar başlamıştır.
Tartışmaların odağını, İŞİD zulümlerine verilen yasal tepkinin şu ana kadar yeterince yetersiz ve acı verici şekilde yavaş olduğu ve hızla yeni bir çözüm bulunması gerekliliği oluşturuyor.*
Aralık 2016’da BM Genel Kurulu, İŞİD’in işlediği suçlar dahil olmak üzere 2011’den bu yana Suriye iç savaşında işlenen zulümlerin kanıtlarını toplamak ve korumak için bir mekanizmanın tesis edilmesi kararını aldı.
Eylül 2017’de BM Güvenlik Konseyi 2379 sayılı kararla , Irak’taki IŞİD zulümlerinin kanıtlarını toplamak için bir araştırma ekibi kurdu.
Ama bunlar sadece ön hamleler olarak kaldı…*
Çünkü BM Güvenlik Konseyi’ndeki çıkmaz; Suriye’de iç savaşa bulaşan her aktör sayısız suçu inceleme yolunu açmak için atılan her türlü adımı engelliyordu.
Şimdi daha fazla gecikmeden kaçınmak için ISİD’in suçlarının diğer aktörlerin zulmünden ayrı olarak kovuşturulması ilkesi temel alınıyor.*
Irak’ta işlenen suçlara ilişkin adalet beklentilerinin karşılanması ise daha kolay olarak görünüyor .
Ancak BM’nin şu an ki önerileri hâlâ bir garanti vermiyor.
2379 sayılı karar, İŞİD savaşçılarını yargılamada önceliğin Irak Mahkemelerinde olduğunu, ancak Irak mahkeme sistemi kapasitesinin değerlendirilmesi gereğine dikkat çekiyor.
BM ekibi, Irak mahkemelerinin değerlendirmesnii henüz yapmadığı gibi Irak’ın bu işe hazır olduğundan emin olmak için yapılması gereken çok şey olduğuna işaret ediyor.*
Suriye ve Irak’a dışarıdan gelen ve bugün çoğu evlerine geri dönen İŞİD savaşçılarının da yargılanması sorunludur.
Şimdiye kadar geri dönen savaşçıların çok azı menşe ülkelerinde kovuşturmaya maruz kaldılar.
Çünkü onlarla başa çıkacak uluslararası bir mekanizma hala mevcut bulunmuyor…*
Uluslararası toplum ve bireysel devletlerin bu zulümleri kovuşturmak için mevcut mekanizmaları kullanmaları için birçok yol vardır.
Bir seçenek, bu olayların faillerini cezalandırmak için Yugoslavya ve Ruanda ceza mahkemeleri benzerlerini kurulmasıdır.,
Diğeri Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin doğrudan bu görevi yüklenmesidir.
Bu noktada BM Güvenlik Konseyi’nin Uluslararası Ceza Mahkemesi’ni 2005′ te Sudan’da Darfur çatışmaları ve 2011’de Libya’daki durum için görevlendirdiği hatırlardadır.i.*
Ancak hangi mekanizmanın ele alınmasından önce İŞİD’in işlediği suçların bir çoğunun soykırım suçu olarak belirlenmesine;
Yasal dayanak oluşturmak üzere daha fazla soruşturmanın yapılması gerekiyor.
İŞİD yeni bir düşman profilidir ve ortaya koyduğu zorluklar, kişiye özel bir yasal yaklaşım gerektiriyor.
Bir dizi farklı ülkeden gelen binlerce savaşçının özel olarak kurulmuş bir uluslararası ya da bölgesel mahkemede kovuşturulması en iyi yol olarak düşünülüyor..
Dahası İŞİD’in adalete teslim edilmesi hiç bir zaman bir son olmayacaktır.
Bu İŞİD ile mücadelede yeni bir başlangıç ve daha büyük bir mücadeleyi ele almanın sadece bir yoludur…*
16 Temmuz’da ABD Başkanı D.Trump ile Rusya’nın Vladimir Putin arasındaki Helsinki Zirvesi’nde,
İŞİD’in adalete teslim edilmesi konusu muhtemelen en önemli gündem maddelerinden biridir.16.7.2018
-
16 TEMMUZ HELSİNKİ ZİRVESİ ÖNCESİ
Soğuk Savaşın en gerilimli günlerinde, NATO Zirvesi bildirileri silah kontrolü ve silahsızlanma konusundaki tartışmalarla doluydu.
1986 Reykjavik Zirvesi’nde Avrupa’dan orta menzilli nükleer silahları kaldıran anlaşma, geçen yüzyılın en büyük silahsızlanma başarılarından biriydi.
Artık hem ABD hem de Rusya bu anlaşmadan çekilmekle tehdit ediyor.*
Dünyanın silah kontrol ve silahsızlanma mimarisi parçalanıyor.
Berlin Duvarı’nın yıkılmasından beri küresel askeri harcamalar en yüksek seviyededir.
Ukrayna, Orta Doğu ve Güney Çin Denizi’ndeki potansiyel nükleer parlama noktaları çoğalıyor.
Bu tehdit, üst düzey müzakerelerin önümüzdeki turlarına silahsızlanma ve silah kontrolünün dahil edilmesinin aciliyetini artırıyor…
16 Temmuz’da ABD Başkanı D.Trump ile Rusya’nın Vladimir Putin arasındaki zirvenin, bu aciliyeti etkili diplomasinin gerekleriyle gündeme alacağı beklentisi doğmuştur.*
Ancak Başkan D.Trump, ülkesinin statükosunu geliştirmek üzere:
ABD Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi ve Yeni Nükleer Doktrini eşliğinde,
Kapitalizm öncesi devlete yani serbest rekabet yoluyla “Amerikan Düşü” ne geri dönmenin ısrarındadır.*
Amerikan Düşü; bir yanda gelişmiş ya da gelişmekte olan istikrarlı ülkelerin, diğer yanda emperyal küreselleşmeyle henüz bütünleşmemiş istikrarsız devletlerin;
ABD ekonomisine yeniden yatırım yapmasını sağlamak, bu süreçte Pentagon ve CIA’ yı bugünkü işlevlerinden Ulusal Savunmaya geri getirmek anlamına geliyor.
Trump, açıkça emperyalizme yeni bir yön vermenin iddiasını güdüyor…*
ABD uluslararası ticaret anlaşmalarından geri çekiliyor.
Eski düzeni belirleyen hükümetlerarası yapılar tasfiye edliyor.
Nihayet Ticaret Savaşları başlamıştır…*
Başkan D.Trump bu noktaya gelirken, önce dünyanın bütün ülkelerine;
“ABD, uluslararası ilişkilerde güvenlik ve refahın lideridir:
Rusya ve Çin ile olan ilişkilerinde jeopolitik bir zihniyeti benimser :
ABD’nin BM Örgütü’ndeki sorumluluğunun daha fazla olduğu kaydıyla uluslararası düzeni BM temel statüsü belirler:
ABD, ulusal güvenliği doğrultusunda ekonomik ve siyasi faaliyetlere müdahale eder ” esasında 2018 ABD Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi’ni ilan etti.*
Sonra ABD’nin nükleer caydırıcılık ve savunmasına yönelik ana politikası olan yeni Nükleer Doktrini’ni yayınladı.
Doktrin ana tema olarak bir önceki doktrindeki stratejik nükleer silahların büyük ölçüde aşağı çekilerek projeksiyondan ayrılmasını öngörüyor.
Böylece 2010′ dan itibaren dünyada giderek artan nükleer silah tehditlerine karşı nükleer silahların yayılmasını önleme ve nükleer silah sayısını azaltma taahhüdünde bulunuyor.
Buna yönelik olarak düşük verimli, daha kullanışlı nükleer başlıkların konuşlandırılması çağrısını yaparken;
ABD’ye uluslararası arenada işlediği her türlü eylemin sorumluluğunu reddetme fırsatını veriyor…*
Peki, bütün bunlar ne anlama geliyor?*
Trump yönetimi; Nükleer Doktrin taslağının hazırlıklarına Savunma Bakanı J.Mattis ve Genelkurmay Başkanı Yardımcısı General P.Selva yönetiminde 2017 Nisan’ında başladı.
Belgenin asıl yazılımı, Ulusal Kamu Politikaları Enstitüsü’nün liderliğinde bir grup nükleer silah düşünürünün bağlı olduğu eski bir Nükleer Enerji Santrali görevlisi ve Nükleer Füze Savunma politikasından sorumlu Dr.Robert Soofer tarafından organize edildi.*
Soofer’e bağlı nükleer silah düşünürleri, Rusya ya da Çin tarafından büyük bir saldırıya uğranılması durumunda ABD’nin nükleer caydırıcı gücünün güvenilir olmadığına karar verdi!
ABD’nin bugünkü mevcut seçeneğine karşı, özellikle Rusya’nın bir çatışma halinde erkenden düşük kapasiteli taktik savaş başlıkları kullanacağını,
Rusya’nın da bildiği bu boşluğun daha düşük verimli silahlar kullanarak doldurabileceğini öngördüler…*
Amerika’nın nükleer cephaneliğine yönelik takviyeleri etkisiz kalıyordu!
Bir denizaltı fırlatım mekanizması üzerine düşük verimli savaş başlıklı füzeler konulsa ve ateş edilse; Rusya bu füzelerin düşük kapasiteli savaş başlığı taşıdıklarını nasıl öngörecekti?
Sonuçta balistik bir füzenin ateşlenmesinin bile büyük bir tırmanış olduğuna karar verildi…*
Ve yeni Doktrin’in kilit kararının;
Düşük verimli nükleer bir seçenek dahil olmak üzere ”Nükleer Üçlü” denilen;
Bir savaş halinde hayatta kalabilmek: İlk vuruşu yapabilmek için ülkenin geniş kapsamlı nükleer cephaneliğini içeren varlıklarının çeşitli silah platformlarına yayılması : Stratejik olmayan nükleer kapasitenin sürdürülmesi olması gereğinde anlaştılar.*
Bu gereğin politikasının ise potansiyel düşmanların herhangi bir ölçekte nükleer saldırılarını ya da nükleer olmayan stratejik saldırganlıklarını caydırmak,
Caydırıcılık başarısız olursa ABD nükleer güçlerinin özel ve esnek rolüyle zararı sınırlandırmasında hemfikir oldular.*
Açıklandığı ilk andan beri Nükleer Silahsızlandırma grupları yeni doktrini şiddetle kınadı.
Doktrinin nükleer silah kullanımını teşvik edeceği, nükleer silahsızlandırma çabalarına engel olacağı söylendi.*
Ancak ABD’nin geliştirdiği yeni nükleer tepki kabiliyeti, füze savunmaları ve müttefikler için genişletilmiş caydırıcılık önlemlerini kapsıyor.
Bir denizaltı gemisinde konuşlandırılan balistik füze savaş başlıklarıyla düşük getirili bir seçenek sunmak;
ABD’nin bütün coğrafyalarda caydırıcılığının boşluğunu doldurmakta çok önemli addediliyor...
Kuzey Kore’nin nükleer gelişimini bu sistemin engellediği hatırlanmalıdır.*
Bu nedenle Başkan Trump’ın, Brüksel NATO Zirvesi’nde Kongre’nin onayı olmadan NATO ‘dan çıkabileceklerini ancak buna gerek olmadığını ifade eder,
Ve üye ülkelerin GSYİH’nin yüzde 2’si kadar savunma harcaması hedefini 2024 yılı yerine hemen şimdi gerçekleştirmesini talep ederken ;
Özgüveni çok yüksekti…*
Bu çerçevede 16 Temmuz’da D. Trump ile V. Putin arasındaki yaklaşan zirvede silah kontrolü ve silahsızlanma konusu gündeme gelmeyeceği açıktır.
Ama ABD’nin Rusya’ya yönelik politikasında önemli değişiklikler yapması, NATO’nun ne Ukrayna ne de Gürcistan ile genişleyeceği, ABD ve AB’nin Rusya aleyhinde yaptırımları kaldırması ya da Russofobik sertlikçilerin zorla kabul ettiği öneri ve taleplerin reddedilmesiyle birlikte,
Başkan Trump’ın öncelikle Kırım konusunda bir talepte bulunulması beklenmiyor.
Şimdi ABD’nin Doğu Ukrayna’daki ayrılıkçı isyancılara desteğini azaltmak ve ortadan kaldırmak için Kremlin’i teşvik etmesi daha kolaydır…
İki liderin zirvesinden Rusya’nın Tartus deniz üssünü koruması, İsrail’in Golan Tepeleri’ni Suriye’ye geri vermesi ya da Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’ı Kıbrıs Cumhuriyeti’ne iade etmesi gibi muhtemel sonuçlar çıkabilecektir.
Önemli bir konu da, Ortadoğu’da hâlâ El Kaideci İslam Devleti, Müslüman Kardeşler, HAMAS gibi terör örgütleri ve türevleriyle iş tutanların akibetidir…14.7. 2018
-
YENİ EMPERYALİZM VE NATO ZİRVESİ
Geçen yüzyılda Lenin, ” Emperyalizm, ABD kapitalist tekellerinin ve mali sermayesinin egemenliğinin kurulduğu aşamasıdır;
Bu aşamada, sermaye ihracı hissedilir bir önem kazanır;
Dünya’nın uluslararası tröstler arasında paylaşılması başlamış ve tüm toprakların en büyük kapitalist güçler arasında bölüşümü tamamlanmıştır” diyordu…*
Bugün birleşme ve satın almaların etkisiyle ulusötesi şirketler, küresel egemenler olarak her yıl Davos’ta boy gösteriyor.
Hiçbiri Amerikalıların çıkarlarına hizmet etmiyor.
Aksine çıkarlarını en düzeyde tutmak için ABD devletinin imkanlarını araçsallaştırıyorlar…*
Bu yüzden Başkan D.Trump, kapitalizm öncesi devlete yani serbest rekabet yoluyla “Amerikan Düşü” ne geri dönmeyi taahhüt ediyor…
”Amerikan Düşü” bir yanda gelişmiş ve istikrarlı ülkeler, diğer yanda emperyal küreselleşmeyle henüz bütünleşmemiş istikrarsız devletlerin;
ABD ekonomisine yeniden yatırım yapmasını sağlamak,
Bu sırada Pentagon ve CIA’ yı bugünkü işlevlerinden Ulusal Savunmaya geri getirmek anlamındadır.
Trump, emperyalizme yeni bir yön vermenin iddiasındadır.*
Bunun için ABD’yi uluslararası ticaret anlaşmalarından geri çekiyor.
Eski düzeni belirleyen hükümetlerarası yapıları tasfiye ediyor.
“Ticaret Savaşları”nı başlatmış bulunuyor.*
Ancak ticaretle birlikte güvenlik uluslararası düzenin kilidini oluşturuyor.
İşte, 2018 NATO Zirvesi için devlet ve hükümet başkanları da Brüksel’de Trump’ın ağzından;
Cezai tarifeler sayesinde artık resmen başlamış olan küresel ticaret savaşında;
NATO’nun uluslararası düzenin güvenlik unsuru olarak iyi olduğunu açıklamasını bekliyorlar.*
Trump yönetiminin emperyalizme yeni bir yön verirken dayandığı garanti;
ABD’nin nükleer caydırıcılık ve savunmasına yönelik ana politikası olan yeni Nükleer Doktrinidir.
Doktrinin ana teması, bir önceki doktrindeki stratejik nükleer silahların büyük ölçüde aşağı çekilerek projeksiyondan ayrılması,.
Böylece 2010′ dan itibaren dünyada giderek artan nükleer silah tehditlerine karşı nükleer silahların yayılmasını önleme ve nükleer silah sayısını azaltma taahhüdünü kapsıyor.
Ama düşük verimli, daha kullanışlı nükleer başlıkların konuşlandırılması çağrısını içeriyor.
Trump yönetiminin emperyalizme yeni bir çehre kazandırmak uğrunda uluslararası arenadaki her türlü eyleminin sorumluluğunu reddetme fırsatı veriyor!*
Brüksel’de NATO Zirvesi sürerken,
Dünya Washington’ın ABD-Çin ticaret savaşının katlanarak büyümesine neden olacak, “Made in China 2025” girişimini zedeleyecek;
200 milyar dolar tutarında teknoloji ağırlıklı 5 bin ürüne getirdiği yüzde 10’luk ek gümrük vergisini konuşuyor…
Şimdi uluslararası siyasette iktidarları kimin tuttuğu sorusu hiç olmadığı kadar soruluyor…*
Pek çok insan bu soruya muhtemelen küresel sistemin en büyüklerinin devletler olduğu yanıtını veriyor…
Doğrusu uluslararası ilişkilerin şu anki görünümü bu sezgiyi tasdik ediyor:
“Yeni Rus jeopolitiği, Amerika Birincisi ve Çin’in önderliğindeki küresel genişleme”,
Diğerlerinin önünde küreselleşmenin onlarca yıl sonra devlet iktidarlarını yeniden görevlendirdiğini gösteriyor!*
Yine de Walmart (ABD), State Grid (Çin), Royal Dutch Shell ( Hollanda-İngiltere), Samsung Electronics (G.Kore), Total (Fransa) gibi pek çok çokuluslu şirketler,
Hâlâ olağanüstü güce sahiptir.
Büyük tedarik zincirlerini denetliyorlar, tüm dünyada ürünleri satıyor ve uluslararası politikaları kendi çıkarları için şekillendirmeye yardımcı oluyorlar.
Çokuluslu şirketlerin hükümetleri bazı durumda kendi borçlanmalarında onlardan destek alıyor.
Üstelik hepsi vergi ödemelerinden kaçmanın büyük başarılarına sahiptir!*
Başta ABD ve onu izleyen Çin ve Japon çokuluslu şirketlerin ekonomileri dünyanın en büyük ekonomileridir.
Mesela Walmart, İspanya ve Avustralya’yı aşıyor.
Büyük ve küresel şirketler her zaman vardı, mesela Hollanda’nın Doğu Hindistan Şirketi 1600-1700’lerde Avrupa ticaretine egemendi.
Ancak bugünün küresel şirketleri mevcut büyüklük ve hacımsal güç pozisyonlarıyla diğer aktörlere karşı eşi görülmemiş bir avantaja sahip bulunuyor..*
Devletler uluslararası politika söz konusu olduğunda şirketlerin çekimlerini arıyor.
Uluslararası ilişkilerin, devlet ya da şirket gücünün tek taraflı bir öyküsünden başka bir şey olmadığı açıktır.
Küreselleşme oyunun kurallarını değiştirmiş, şirketleri güçlendirmiş, artık devlet gücü yeni ulusötesi devlet-şirket ilişkilerinde realize oluyor.*
Devlet ile şirket gücü arasındaki etkileşimin uluslararası ilişkilerin gerçekliğini her zamankinden daha fazla şekillendirdiği bir çağdan geçiliyor.
Bu durum dünyanın büyük bölümlerindeki mevcut milliyetçi ve korumacı tepkilerle birleşince, küresel rekabetin yeniden canlanmasına yol açabilir:
Devletler giderek artan düşmanca bir çevrede jeopolitik hedeflere ulaşmak için belki de daha güçlü stratejiler kullanarak daha agresifleşebilirler!
Küreselleşme ile artık devlet iktidarları, münhasır yönetim ilkelerine göre değil küreselleşmenin icapları doğrultusunda bir yapıya kavuşmuştur.
Şimdi nüfuz ve politik güç için şirketlerle rekabet ediliyor.*
Başkan Trump liderliğinde ABD Emperyalizmi;
Tekellerin ve mali sermayenin egemenliğinin kurulması için sermaye ihracının bolca yapıldığı,
Dünyanın uluslararası tröstler arasında paylaşıldığı,
Yerkürenin tüm topraklarının en büyük kapitalist güçler arasında bölüşümünün tamamlandığı bir durumdan;
Şimdi yeni bir emperyalist çağa geçmenin kararlılığını gösteriyor.
“Dünya Ticaret Savaşı” ile tüm dünyaya yeni bir ayar veriyor.*
İslamcı yeni Osmanlıcılık ve etnik milliyetçilik bir ülkeyi asla anti-emperyalist yapmaz.
Türkiye’nin biricik anti-emperyalist ideolojisi Kemalizm’dir… -
ABD VE ÇİN ARASINDA RUSYA
D.Trump, serbest rekabet yoluyla “Amerikan Düşü” ne geri dönmeyi taahhüt ederek ABD Başkanı oldu.”Amerikan Düşü” bir yanda gelişmiş ve istikrarlı ülkeler, diğer yanda emperyal küreselleşmeyle henüz bütünleşmemiş istikrarsız devletlerin;ABD ekonomisine yeniden yatırım yapmasını sağlamak,Bu sırada Pentagon ve CIA’ yı bugünkü işlevlerinden Ulusal Savunmaya geri getirmek anlamındadır.Bunun için ABD’nin uluslararası ticaret anlaşmalarından geri çekilmesi, eski düzeni belirleyen hükümetlerarası yapıları tasfiye etmesi ve “Ticaret Savaşları”nı başlatması gerekiyordu…*Nitekim Çin ekonomik büyümesi ve eşzamanlı askeri gelişimiyle uluslararası politikanın güçlü bir oyuncusu olmuştu.Ya da Çin yükselirken ABD’nin düşüşte olduğu bir süreçten geçiliyordu… İki ülke de birbirleriyle çatışan stratejik zorunluluklara sahiptiler.*ABD’nin donanma hakimiyetinin olduğu bu sırada Çin’in zorunluluğu;En çok Güney Çin Denizi’nden erişilebildiği petrol ve doğalgaz tedarikini güvence altına almasını,Ekonomisinin bağımsızlığı için tedarik yollarını başka yerlerde de geliştirmesini gerektiriyordu.O nedenle “Kemer ve Yol” mega-projesi Çin’in küresel ekonomik hegemonyası için temel bir unsurdu.*Trilyon dolarlık Kemer ve Yol Girişimi;Asya-Pasifik’i Avrupa, Rusya, Orta Doğu ve Orta Asya ile yeniden birleştirmeyi amaçlıyor.Pekin’in aynı zamanda, Çin kıyılarındaki ABD deniz kuvvetlerini de engellemeye yönelik artan bir hedefi bulunuyor.Bu faktörler Pekin ile Washington arasındaki karşılıklı kuşkuyu, mütemadiyen artarak geleceğe taşıyor...
*Şimdi ABD Dünya Ticaret Örgütü kurallarını ihlal etmiş ve ekonomi tarihinin en büyük ticaret savaşını başlatmıştır.Başkan D. Trump 34 milyar dolarlık ithal Çin malına yüzde 25 vergi getirmiş,Pekin aynen karşılık verirken derhal 34 milyar dolarlık ithal Amerikan malına yüzde 25 vergi uygulamaya başlamıştır.Ancak Trump, Pekin’in misillemede bulunması halinde bu kez 500 milyar dolarlık Çin ürününe daha vergi getirme tehdidinde bulunmuştu!…*Bu noktada Rusya; Baltık’tan Pasifik’e kadar uzanan ve Batı ile Çin arasında yer alan müthiş bir jeopolitiğe sahiptir.Askeri ve ekonomik yetenekleri nedeniyle olası bir ABD-Çin çatışması halinde ön plana çıkıyor.Moskova, olası bir ABD- Çin çatışmasının son 30 yılda Avrupalılar ve Amerikalılar tarafından kısıtlanmış olan Rus jeopolitiğini, gündemin önüne çıkaracağına inanıyor…*Rusya ile Batı arasındaki mevcut kriz, hem eski Sovyet bakiyesi sorunların hem de birçok temel jeopolitik farklılıkların ürünüdür.Taraflardan biri tarafından büyük imtiyazların engellenmesiyle ilişkilerin bir anda bozulması çok muhtemeldir.Moskova’nın iktidar projeksiyonu Rusya’nın her zaman arka bahçe olarak kabul ettiği Batı’ya doğru genişleme tutkusuyla yaralıdır.Bu yüzden Rusya’nın; hızla gelişen Çin, Japonya ve diğer Asya ülkeleri ile teknolojik olarak modern Avrupa toprakları arasında Avrasya’nın kuzeyine erişimi düşüktür..*Rusya, NATO ve AB’nin doğuya doğru ilerlediğini, Batı sınırlarının şu anda savunmasız olduğunu iddia ediyor. Üstelik Rusya’nın, Kuzey Kafkasya ve Orta Asya gibi çok daha savunmasız bölgeleri de bulunuyor.Bazı açılardan Ruslar, ulusal enerjilerinin çok büyük bir kısmını Batı ile ilgili sorunlara harcıyor.Pahalı bir askeri modernizasyon ve Moldova, Ukrayna ve Gürcistan’daki ayrılıkçı rejimlere verilen destek Rus bütçesine ağır geliyor…*Ve Ruslar, ülkelerinin mevcut sınırlarının Asya’da daha fazla olduğu,Buna rağmen eski Sovyet coğrafyasına neden bu kadar harcama yapıldığını sorguluyor.Neden Batı etkisinin başarısızlıkla sonuçlanması için eski Sovyet coğrafyasının bir kısmına bu kadar yatırım yapılıyor?Neden Rusya’nın ekilmemiş ve büyük ölçüde doldurulmamış Sibirya topraklarının geniş alanlarına yatırımlar yapılmıyor?Avrupa, Japonya ve Çin teknolojik ilerlemenin kaynağı olmasına rağmen Moskova;Neden Sibirya’yı geliştirmiyor ve onu dünya ekonomisinin önemli bir üssü haline dönüştürmüyor?*Moskova’nın Çin-ABD rekabeti karşısında tutumunda Rusya’nın coğrafi konumu çok önemlidir.Gelişmiş Asya-Pasifik’in Rusya’nın doğu illerinde sahip olduğu ekonomik ve coğrafi çekimden ayrı olarak,Rus siyasal elitleri ABD-Çin arasındaki yeni çatışmayı, eski Sovyet alanı boyunca zayıflayan jeopolitik konumunu güçlendirmek için bir fırsat olarak görüyor.Ruslar hem Washington hem de Pekin’in Rus desteğine ihtiyacı olacağını düşünüyor.Bu mantık Moskova’nın Pekin ve Washington’a karşı gayri resmi yaklaşımını belirliyor.Ruslar uluslararası ilişkiler meselesi olarak kendilerini; ABD ve Çin’in kendi lehlerine kazanmak için birbirleriyle güçlü şekilde rekabet edecek bir konumlandırılmayı istiyor...*Çin, 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasından bu yana üssel olarak büyüdüğü Orta Asya’daki etkisini artırmayı sürdürecektir.Moskova, bu konuyla ilgili resmi kaygıları dile getirmemiş olsa da, Rus siyasi elitinde bu tür kaygıların varlığı inkar edilmiyor.Ancak, Moskova ABD tarafını seçerse Amerikan imtiyazları Çin’den daha önemli olabilir;Bu durumda Rusya için Ukrayna ve Güney Kafkasya en büyük ödüller olurken, NATO’nun “arka bahçeye” yayılması da sona erebilir…Stratejik düşüncenin ötesinde, bu karar aynı zamanda ülkenin Avrupa, Asya ya da Avrasya olup olmadığı konusundaki,Çok yıllık tartışmalarda kalıplanmış Ruslar için bir medeniyet seçkisi olacaktır.*ABD-Çin çatışmasına karşı Rus yaklaşımının fırsatçı olması muhtemeldir.Aralarındaki seçim, Moskova’nın sorunlarını eski Sovyet alanı boyunca çözmesine yardımcı olmak için hangi tarafın daha fazla teklif vereceğine dayanacaktır...10. 7. 2018 -
YENİ EMPERYALİZM İÇİN DÜNYA TİCARET SAVAŞI
ABD Dünya Ticaret Örgütü kurallarını ihlal etti ve ekonomi tarihinin en büyük ticaret savaşını başlattı.Başkan D. Trump’ın 34 milyar dolarlık ithal Çin malına yüzde 25 vergi getirdi.Pekin aynen karşılık verdi ve derhal 34 milyar dolarlık ithal Amerikan malına yüzde 25 vergi uygulamaya başladı.Ancak Trump, Pekin’in misillemede bulunması halinde bu kez 500 milyar dolarlık Çin ürününe daha vergi getirme tehdidinde bulunmuştu!…*D.Trump, serbest rekabet yoluyla “Amerikan Düşü” ne geri dönmeyi taahhüt ederek ABD Başkanı oldu.”Amerikan Düşü” bir yanda gelişmiş ve istikrarlı ülkeler, diğer yanda emperyal küreselleşmeyle henüz bütünleşmemiş istikrarsız devletlerin ABD ekonomisine yeniden yatırım yapmasını sağlamak, bu sırada Pentagon ve CIA’ yı bugünkü işlevlerinden Ulusal Savunmaya geri getirmek anlamındadır.Bunun için ABD’nin uluslararası ticaret anlaşmalarından geri çekilmesi, eski düzeni belirleyen hükümetlerarası yapıları tasfiye etmesi ve “Ticaret Savaşları”nı başlatması gerekiyordu…*Çin’in yükselişte ABD’nin düşüşte olduğu bir süreçten geçiliyordu.Çin ekonomik büyümesi ve eşzamanlı askeri gelişimi sayesinde uluslararası politikada güçlü bir oyuncu olmaya hazırdı.Ve ABD’yle çatışan stratejik zorunluluklara sahipti.*ABD’nin donanma hakimiyetinin olduğu bu sırada Çin’in zorunluluğu;En çok Malakka Boğazı’ndan erişilebilen petrol ve doğal gaz tedarikini güvence altına alması gerektiriyor,Ekonomisinin bağımsızlığını tedarik yollarının yanı sıra başka yerlerde de yeniden yönlendirmekten geçiyordu.“Kemer ve Yol” mega-projesi Çin’in küresel ekonomik hegemonyası için temel bir unsurdu.*Ancak Pekin’in emellerinin sürdürülebilir olup olmadığı hep sorgulandı.Çin’deki eşitsizlik, yükselen içsel hoşnutsuzluk, ciddi çevresel sorunlar ekonomik genişlemede inanılmaz sınırlar oluşturmaktaydı…Çin’in iktisadi üstünlüğe doğru yükselişine yönelik en büyük tehdit ise belki de, 2008’de ABD ekonomisine düşen aynı olguydu.Nitekim Çin finansal sektörü üretim sektöründen bağımsız hale gelmiştir;İkisi arasındaki bağlantı her geçen zayıflamakta ve sonuç olarak finansal sermayenin sanayi sermayesi üzerinde hakim olduğu “Finansallaşma ” süreci yaşanmaktaydı…*Çin’de finansallaşmayı gösteren üç sorun vardır.1- Emlak sektöründe aşırı ısınma,2- İnişli çıkışlı (roller couster) borsa,3- Geleneksel bankacılık sistemi ile ilişkili olmasına karşın yasal açıdan denetlenmeyen ve hızla büyüyen gölge bankacılık (shadow banking) sistemi…*Öncelikle Çin’in bir emlak balonunun ortasında olduğuna şüphe yoktur.Tıpkı ABD’de 2007–09 küresel mali krizi ile sonuçlanan, geri ödeme gücü zayıf kredi geçmişi olumsuz olan kimselere verilen kredi balonu (subprime-mortgage) oluşmasındayaşananlar gibi;Çin emlak piyasası da çok sayıda varlıklı ve orta sınıf spekülatörleri çekmiş, emlak sektöründe bir çılgınlık yaşanırken fiyatlarda keskin bir tırmanış olmuştu.Elbette hükümet bir dizi önlemler almış; kredi ödeme gerekliliklerini arttırılmış, ipotek kısıtlamaları getirilmiş, mülk satışları birkaç yıllığına yasaklanmış ya da insanların alabileceği ev sayısını sınırlandırılmıştır.*Ne ki, şimdilerde hükümet bir ikilem ile karşı karşıyadır.Bir yandan işçiler emlak piyasasındaki balon yüzünden erişimlerinin ötesinde sahip oldukları ya da kiraladıkları dairelerin sosyal istikrarsızlığı körüklemesinden şikayet ediyor,Öte yandan, emlak fiyatlarındaki keskin düşüş Çin ekonomisinin geri kalanını ve Çin’in uluslararası ölçekte giderek artan rolünü kısıtlamayla tehdit ediyor…Ticaret Savaşının çelik, çimento ve diğer inşaat malzemeleri dahil olmak üzere tüm tedarik zinciri boyunca inşaatla ilgili endüstrilerin olumsuz yönde etkilemesinden endişeleniliyor.*Finansallaşma, Çin’in güçlü ihracat endüstrileri ve kıyı bölgelerindeki hükümetleri sübvanse etmek üzere düşük faizli mevduat faiz oranlarını korumak,Yatırımcıları gayrimenkul spekülasyonlarına itmekte önemli bir unsur olmuştur.Ancak sektördeki artan belirsizlikler birçok orta sınıf yatırımcının ülkenin kötü düzenlenmiş borsalarında daha yüksek getiri elde etmesine neden olmuş,Ama yolsuzluğun kucağında Şangay ve Shenzhen borsalarında hisse senedi fiyatları çılgınca dalgalandıkça pek çok Çinli servetini kaybetmiştir.Nitekim Şangay endeksi bu yıl yüzde 40 düştüğünde, Çinli yatırımcılar büyük kayıplara uğradı, pek çoğu tüm tasarruflarını kaybetti...Çin çok zayıf bir sosyal güvenlik sistemine sahip olduğu için kişisel trajediler büyük bir ulusal krize neden oldu...*Diğer bir finansal istikrarsızlık kaynağı da ihracata yönelik endüstrileri, kamu iktisadi teşebbüsleri ve kıyı bölgelerinin yerel yönetimlerinin kredi erişimi üzerinde oluşan tekeldir.Resmi bankacılık sektörü tarafından karşılanmayan kredi talepleri gölge bankaları tarafından hızla karşılanıyor.Gölge bankacılık sektörü “faaliyetleri ve ürünleri devlet tarafından düzenlenmiş bankacılık sisteminin dışında olan bir mali aracılar ağı olarak tanımlanıyor.Sistemin işlemlerinin çoğu ülke finans kurumlarının düzenli bilançolarına yansıtılmıyor.*Öyle ki, gayrimenkul yatırımlarına büyük yatırımlar yapan Çin’in gölge bankacılık sektöründe gerçekleştirilen işlemlerin tutarı 18 trilyon dolardan fazladır.Gölge bankacılığın risk varlıklarının ölçeği ise Çin GSYİH’sının yüzde 53’üne ulaşmış bulunuyor.Bir kriz oluşması halinde, sektörün uygun olmayan kredilerinin yarısı kadarının resmi bankacılık sektörünü etkileyeceği, dolayısıyla dehşet zararlara neden olacağı öngörülüyor.*Finanslaşma Çin ekonomisinin aşil topuğudur.Gayrimenkul sektöründe aşırı ısınma, değişken hisse senedi piyasası ve kontrol edilemeyen gölge bankacılık sistemi arasındaki negatif sinerji,Bir sonraki büyük krizin küresel ekonomiyi vurması ve 1997’deki Asya mali krizinin şiddetine ya da 98 ve 2008–09’un küresel mali çöküşüne rakip olmasının nedeni olabilir.*Buna rağmen Başkan Trump liderliğinde ABD Emperyalizmi;Tekellerin ve mali sermayenin egemenliğinin kurulması için sermaye ihracının bolca yapıldığı,Dünyanın uluslararası tröstler arasında paylaşıldığı,Yerkürenin tüm topraklarının en büyük kapitalist güçler arasında bölüşümünün tamamlandığı bir durumdan;Şimdi yeni bir emperyalist çağa geçmenin kararlılığını gösteriyor.*.ABD halkının çıkarlarına hizmet etmeyen ama çıkarlarını azami düzeyde tutmak için ABD devletinin imkanlarını araçsallaştıran,Başta Çin’e; Güney Çin Denizi’nde bir askeri saldırıya geçmek yerine bir Ticaret Savaşı açmış bulunuyor.Tüm dünyaya yeni bir ayar veriyor.8.7. 2018 -
KIBRIS CUMHURİYETİ
Donald Trump, serbest rekabet yoluyla “Amerikan Düşü” ne geri dönmeyi taahhüt etti ve ABD Başkanı oldu.
Bir yanda gelişmiş ve istikrarlı ülkeler, diğer yanda emperyal küreselleşmeyle henüz bütünleşmemiş istikrarsız devletlerin;
ABD ekonomisine yeniden yatırım yapmasını sağlamayı,
O sırada Pentagon ve CIA’ yı bugünkü işlevlerinden Ulusal Savunmaya geri getirmeyi öngördü…
Bunun için uluslararası ticaret anlaşmalarından geri çekilmesi, eski düzeni belirleyen hükümetlerarası yapıları tasfiye etmesi ve “Ticaret Savaşları”nı başlatması gerekiyordu…*
Önemli jeopolitiğe haiz Türkiye’de ise R.T. Erdoğan hiç bir kısıtlama olmaksızın gücün zirvesine ulaştı.
Artık MHP’nin aşırı milliyetçiliği ve kendi İslami gündemiyle daha güçlü sosyo- ekonomik politikalarla Orta Doğu ve Balkanlarda pek çok ülkede etkili olabilecektir.
Onu Kürt topluluğuna boyun eğdirmekten ve temel insan haklarından mahrum etmekten alıkoyacak hiçbir şey yoktur.
Mutlak iktidarın elde edilmesi için kara listeye aldığı her bireyi ve kurumu da büyük bir azimle tahrip edebilecektir…*
O neo-Osmanlı gündemini takip ededursun; ABD ve müttefiki AB ülkeleri de Ankara ile ilişkilerini yeniden gözden geçiriyor.
Çünkü mutlak diktatörlük altında Batı’nın en önemli savunma örgütünün üyesi olarak nitelendirilen Türkiye;
Hem ABD, AB ve NATO için çok ciddi bir sorun hem de Ortadoğu ve Balkan ülkelerinin istikrarsızlaşmasının amilidir.
Şimdi Başkan Trump’ın öngörüsü ile Batı’nın Türkiye’ye karşı sıfır tolerans uygulayacağı, acımasız ve yozlaşmış bir liderin;
Avrupa ve Orta Doğu’daki Batı çıkarlarını baltalamasına izin vermeyeceği bir sürece girilmiş;
İşte Türkiye’nin Kıbrıs politikaları müzakere masasına getirilmiştir…*
3 Temmuz’da BM, Kıbrıs’la ilgili iştişareleri yürütmek üzere üst düzey yetkili J.Holl Lute’i “Kıbrıs Özel Danışmanlığı” görevine atamıştır.
Aynı gün Avrupa Parlamentosu’da (AP) Türkiye Raportörü Kati Piri,
”Geçen yıl Venedik Komisyonu’nun raporunun ardından, son anayasa değişikliğinin olduğu gibi hayata geçirilmesi halinde Türkiye’nin AB’ye katılım müzakerelerinin formel biçimde askıya alınması çağrısında bulunacağımızı söylemiştik. Ne yazık ki o noktaya geldik. Bu anayasa yürürlükte kaldıkça ve Türkiye’de temel haklar, insan hakları, azınlık hakları konusunda mevcut şartlar devam ettikçe, dürüst olmalı ve ilişkimizin bu şekilde hiçbir yere gidemeyeceğini görmeliyiz” ifadesiyle,
AP’nin Türkiye’nin AB’ye üyelik müzakarelerinin askıya alınmasını talep edeceğini açıklamış bulunuyor…*
Ardından Türkiye’nin AB’den vize muafiyeti alarak vatandaşlarının Schengen ülkelerine vizesiz seyahat edebilmesi için görüşmeler sürmekteyken,
Kıbrıs Rum Kesimi, Çarşamba günü Strazburg’da onaylanan, AB Polis Teşkilatı (EUROPOL) ve Türk emniyet makamları arasında terörizme ve organize suçlara karşı işbirliğini öngören;
“Kişisel verilerin transferi konusunda müzakerelerin başlayabilmesi için Türkiye’nin, Kıbrıs Cumhuriyeti de dahil, tüm AB üyeleri ile adalet ve içişleri alanlarında yatay sorumluluklarını tam, etkili ve ayrımsız bir şekilde yerine getirmesinin ön koşul olduğu önemle ifade edilir” maddesini yürürlüğe koyuyor…*
Göçmenler konusunda AB için hayati önemi olan “Geri Kabul Anlaşması”nı Türkiye’ye tam olarak uygulatabilmenin tek yolu eş zamanlı olarak vize muafiyeti sağlamak iken;
Şimdi Türkiye’nin Rum kesimini “Kıbrıs Cumhuriyeti ” olarak tanıması ve tam işbirliği yapması için bu veri transferi kriteri AB müzakerelerinde ön koşul olarak belirleniyor…*
Aslında Başkan D.Trump’ın ” ABD emperyalizmini; sermaye ihracı yaparak kapitalist tekellerin ve mali sermayenin egemenliğinin kurulduğu,
Sonuçta dünyanın uluslararası tröstler arasında paylaşıldığı ve tüm kaynakların en büyük kapitalist güçler arasında bölüşümünün tamamlanmış olduğu bir aşamadan,
“Amerikan Düşü”yle kendi ulusal ekonomisini geliştirmek için ulusötesi egemenlerin çıkarlarını terk etme siyaseti olanca hızıyla yürüyor…*
Bir süredir Yunanistan, Güney Kıbrıs ve İsrail Doğu Akdeniz’de Tamar ve Leviathan bölgesi doğalgazını Avrupa’ya ulaştırmak için AB ile görüşmekteydi.
Enerji güvenliği ve AB’nin enerji kaynaklarını çeşitlendirmesine katkı koyacak ortak çalışmaların ileri götürülmesinde anlaştılar.
İsrail’in doğalgazını dünyaya satabilmesi için ya komşu ülkelerin mevcut boru hatlarını kullanması,
Ya da İsrail, Güney Kıbrıs, Mısır ve Yunanistan’ın offshore sahalarının bağlanmasıyla oluşturulacak Doğu Akdeniz Boru Hattı ile gazın Yunanistan üzerinden diğer Güney Avrupa ülkelerine ulaştırılması öngörüldü.
Rantabl olan Türkiye’deki mevcut boru hatlarıydı…*
Bu noktada Türkiye, ayrıca Yunanistan ile arasındaki Ege Denizi ekonomik alanında;
Karasuları ve kıta sahanlığı ile ilgili sınırlandırmaları kapsayan deniz yetki alanlarının belirlenmesi:
Belli coğrafi formasyonların hukuki statüsü:
Ege’deki statükoyu belirleyen anlaşma hükümleri çerçevesinde bu formasyonlar üzerindeki egemenlik aidiyetinin belirlenmesi,
Kıbrıs’ta Türklerin siyasi eşitliği ve Lozan Anlaşması çerçevesinde Türk-Yunan dengesi sorunları yaşıyordu.*
Mesela Türkiye, halen 1960 Ankara Anlaşması’nın yol açtığı Kıbrıs, Türkiye, İngiltere ve Yunanistan arasında imzalanan Garanti Anlaşması’nda diğerleri gibi garantör sıfatı taşımaktadır.
Ankara Anlaşması, Kıbrıs’ta Türklerin siyasi eşitliğini, idareye etkin katılımını, aynı toplumsal statülerle hak ve özgürlüklerini, Lozan Anlaşması çerçevesinde Türk-Yunan dengesini, Yunanlı olduğunu iddia eden Rumlarla Türkler arasında 1960 Kıbrıs Ortaklık Devletini garantiliyor.*
İşte Garanti Anlaşması’nda 1.maddesi; “Kıbrıs Cumhuriyeti herhangi bir devletle tamamen veya kısmen herhangi bir siyasi veya iktisadi birliğe katılmamayı taahhüt eder. Bu itibarla herhangi bir diğer devletle birleşmeyi veya adanın taksimini doğrudan doğruya veya dolaylı olarak teşvik edecek her nevi hareketi yasak ve ilan eder” biçimindedir.
Rağmen Rum Temsilciler Meclisi’nin Şubat 2010’da tüm dünyada tanınmayı sağlamaya yönelik aldığı, AB’ye üye bir devlet olan Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti’nde garantiler ve garantörler düşünülemez kararı;
Güney Kıbrıs Rum Kesimi’nin AB ve BM üyesi bir ülke olmasına yol açmıştır!*
Doğrusu, Rumlar geçmişte bunun gibi bir çok konuda Garanti Anlaşması’nı delmekte deneyimli ve mahirdirler…
Nitekim Rumlar uluslararası tanınmışlıklarını kullanarak avantaj elde etmek için müzakere sürecinde kabul edilemez şartlardan biri olan kendi egemenliğini kabul ettirme konusunda direniyor.
Halbuki Rum egemenliği kabul etmek Kıbrıs sorununun ortadan kalkması, 1963 Akritas Planının uygulanması ısrarı anlamına geliyor.
Akritas Planı, Rumların Türkleri zayıflatarak Kıbrıs’ın Yunanistan’a birleştirilmesini yani ENOSİS’i amaçlıyor…*
Bugün Rumlar, Birleşik Kıbrıs için siyasi mülkiyet konusunu “Türkiye’nin Kıbrıs’ta İşgalci” olduğu noktasına taşıma gayretindedir.
Mütemadiyen Türkiye’ye daha fazla baskı yapılması için garantörlük konusunu uluslararası alana taşıma ve askıya aldırma çabasını sürdürüyor.
Buysa, garantörlük bahsinde Kıbrıs Rum Kesiminin güvenlik kaygılarına son verilmesi: Garantörlükle ilgili alternatif senaryoların önünün açılması:
Kıbrıs sorunun çözümüne AB ya da başka uluslararası kuruluşların müdahil olmasının adımlarının atılmakta olduğu anlamına geliyor.*
Şimdi Başkan Trump’ın öngörüsü ile Batı’nın Türkiye’ye karşı sıfır tolerans uygulayacağı,
Acımasız ve yozlaşmış bir liderin Avrupa ve Orta Doğu’daki Batı çıkarlarını baltalamasına izin vermeyeceği bir sürece girilmiş,
Ve Türkiye’nin Kıbrıs politikaları müzakere masasına getirilmiştir.
Bundan böyle Kıbrıs’ta Türklerin siyasi eşitliği ve Lozan Anlaşması’nda Türk-Yunan dengesi;
R.T.Erdoğan üzerinden Türkiye’nin asla kazanamayacağı bir al-ver müzakeresi konusudur…*
“Yurtta Barış, Dünyada Barış” felsefesinden savruluşun getirdiği sevimsiz “Osmanlı tokatı” ile “Amerikan şamarı” mücadelesinde perde açılıyor…6. 7. 2018
-
MASLAHATGÜZAR KOSNETT DEDİ Kİ
Şu dakika itibariyle Türkiye’nin ABD ile Manbij mutabakatı;
TSK’nın Fırat Kalkanı operasyonuyla Sacur Suyu üzerindeki varlığını bütünüyle sonlandırdığı YPG-SDG’nin yerine, Sacur Suyu’nun Cerablus tarafında kalan kıyısı boyunca devriye gezmesi,
ABD güçlerinin Sacur Suyu’nun Manbij sınırlarında kalan kıyısı boyunca devriyeye çıkması,
Buna mukabil TSK’nın Manbij’in Sacur Suyu kıyısında ayrı ve bağımsız devriye misyonunu yerine getirmesiyle yürüyor…*
Şimdi Manbij sınırında devriye görevini sürdüren Türk ordusunun, ilerleyen dönemde kentin içine gireceği şeklinde yapılan yorumlara,
SDG’ye bağlı Manbij Askeri Meclisi, Türk askerinin kente girmesini istemediklerini,
Türk askerinin Manbij’e girmesi durumunda karşılık vereceklerini söylüyorlardı…*
Ama ABD Ankara Büyükelçiliği Maslahatgüzarı Philip Kosnett, Bağımsız Günü resepsiyonunda Manbij mutabakatını değerlendirdi.
”YPG’nin durumu anladığını düşünüyorum. YPG yeni duruma göre işbirliği yapacağını açıkladı” dedi.
Bu açıklama ne anlama geliyor?*
Suriyeli Kürt örgütleri ABD müttefiki olarak İslam Devleti ( İŞİD) ile savaşta güçlü askeri etkinlik gösterdiler.
Ancak ABD müttefikleri olarak bugüne kadar savaş alanında elde ettikleri başarıları siyasi zaferlere çeviremediler.*
Çünkü Suriye Kürtlerinin siyasal iktidarı kazanmasını,
Öncelikle iki ulusal Kürt siyasi partisi olan Demokratik Birlik Partisi (PYD) ve Kürt Ulusal Konseyi (ENKS) arasındaki keskin düşmanlık engelliyor.
Kürtler bu yüzden Suriye’de uluslararası ve yerel birleşik bir cephe oluşturamıyor…
PYD daha önce ENKS liderlerini tutuklamış, ofislerini yakmış ve üyelerinin toplantı ve konferans düzenlemelerini engellemiştir.
İki grup arasında süren medya savaşı da taraflar arasındaki ilişkileri önemli ölçüde azaltıyor.*
ENKS, Suriye’de etkin olan ve devlet başkanı Beşşar Esad’a karşı duran muhalif Kürt partileri ve gruplarının kurduğu bir oluşumdur.
Amacı Suriye’de Özgür Suriye Devletinin kurulması için Kürtleri tek çatıda toplamak ve Kürtlerin hak ve özgürlüklerini korumaktır.
Esasen askeri ve siyasi lideri Mesud Barzani’dir, merkezi Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nde Erbil’dedir.
Barzani yönetiminin eğittiği çok sayıda gerillası bulunuyor.*
Öte yandan bölgesel düzeyde, PYD’nin Türkiye merkezli Kürdistan İşçi Partisi’ne (PKK) olan bağları,
PYD’nin Irak Kürdistanı’ndaki hükümetle olan farklılıklarını aşamadığı anlamına geliyor.
Kürt Bölgesel Yönetimi’nin ENKS ile bağlantıları ve PKK’yı rakip bir örgüt olarak görmesi;
PYD’nin bu gergin ilişkilerden dolayı Irak Kürdistanı ile paylaştığı sınırlardan yararlanmasına engel oluyor…*
Bu yüzden Suriyeli Kürt gruplar, ABD’nin Suriye’deki Kürt bölgelerine yardımlarını sınırlandırma yönünde baskı yapan Türkiye ile ilgili gerginlikleri hafifletme konusunda dezavantaj oluşturuyor.
Çünkü Türkiye’nin en önemli endişesi PYD’nin iç terör örgütü PKK’ ya bağlanmasıdır.
PKK ile Türkiye arasındaki çatışma, PYD’nin Suriye’deki müttefikleriyle olan ilişkisini ve PYD’nin Suriye’deki öz-yönetimini yönetme kabiliyetini olumsuz etkiliyor.
Bu durum PYD’nin kontrolündeki alanın Türkiye ile paylaştığı sınırlar göz önüne alındığında kalıcı bir sorun teşkil ediyor.*
Kürtler uluslararası alanda da çok taraflı ilişkiler kurmaktadırlar ama Suriye’deki özerkliklerinin tanıtımında başarılı olamıyorlar.
Çünkü Türkiye’nin baskısıyla bağımsız bir Kürt delegasyonunun dahi Suriye ile ilgili uluslararası konferanslarda Suriyeli Kürtleri temsil etmesine izin verilmiyor.
Böylece Kürtlerin bu tür konferanslarda kendi çıkarlarını teşvik edebilecekleri bir siyasi yapı oluşturması engelleniyor.*
Üstelik 14 Nisan’da ABD, Birleşik Krallık ve Fransa; Kuzey Suriye’de bir koridor oluşturmuş ve bölgeye NATO’yu taşımışlardır.
Aynı zamanda bu ABD yönetiminin askeri gücünü bölgeden çekmenin öncesinde Fransa’nın; Suriye petrolü, gazı ve taşımacılığı için TOTAL SA şirketini, İngiltere’nin; British Petroleum şirketini, ABD’nin ise ExxonMobil şirketini Kuzey Suriye’ye yerleştirmesi anlamına geliyor.*
Benzeri bir sonuç daha önce Kuzey Irak Kürdistan Bölgesinde yaşanmıştır…
Kürdistan Bölgesi’nin yüzölçümü 78 bin 836 kilometrekaredir ve bunun 41 bin 597 kilometrekaresi yani Kürdistan Bölgesi topraklarının yüzde 53’ü yabancı petrol şirketlerince satın alınmış bulunuyor.
Böylece Kürdistan Bölgesi hükümetinin kendi topraklarından çıkarılan petroldeki hissesi yüzde 20, petrol şirketlerinin payı ise yüzde 80 olmuştur.
Bugün Kuzey Irak’ta Türkiye dahil, ABD, İngiltere, Kanada, Norveç, BAE, Çin, Hindistan, Güney Kore, Fransa, Macaristan, Moldova, Avusturya, Kıbrıs, Avusturalya gibi ülkelerin enerji, petrol ve gaz, inşaat, taahhüt altyapı firmaları bulunuyor.
Her biri zengin yatakların olduğu sahalardaki faaliyetlerini dünya pazarlarına arz ediyor…*
Bu neo-liberalizmin yeni hayat tarzını ulus devletlerin ötesinde dizayn etmekte oluşunun tipik bir örneğidir.
Ülkeler uluslararası şirketler üzerinden uluslararası hukuka dahil oluyor.
Bir diğer deyişle Irak ve Suriye’de merkez hükümetlere bağlı Kürt tabanı üzerinde bir çokuluslu şirketler devleti oluşuyor…*
İşte ABD Ankara Büyükelçiliği Maslahatgüzarı Philip Kosnett’in, Manbij mutabakatını değerlendirirken,.
”YPG’nin durumu anladığını düşünüyorum. YPG yeni duruma göre işbirliği yapacağını açıkladı” ifadesini bu çerçevede düşünmek gerekiyor.*
Bu paralelde Suriye’deki Kürt örgütlerinin, siyasi duruşlarını geliştirmek için halihazırda karşılaştıkları engellerin üstesinden gelmek için önlemler alacağı anlaşılıyor..
Öncelikle, Irak Kürdistanı ve PKK gibi bölgesel Kürt güçlerinin Suriye’de politik karar verme sürecini etkilemesi engellenecek,
Böylece Suriye’li Kürtler çıkarlarını daha geniş bölgesel çatışmalardan ayrı olarak uluslararası topluma yansıtabileceklerdir.*
Sonuç olarak, Suriyeli Kürtler örgütlerini özellikle PYD ve ENKS’yi birleşmiş bir siyasi yapıya kavuşturmanın gayretinde olacaklar,
Doğrudan birleşme yoluyla böyle bir birleşik bir siyasi cephe tesis etmek mümkün olmasa da,
Kürt kontrollü Rojava’daki ve Fırat’ın doğusunda bulunan Kürt siyasi güçlerinden bir koalisyon oluşturmak mümkün olabilecektir…*
Bu birlik, tarafların Suriye’nin bu bölgelerindeki gelecekleri için mümkün olmalıdır.
ENKS böyle bir koalisyonun gelişmesi ve Türkiye ile ilişkilerin kurulmasında olumlu bir rol oynayabilir.
Türkiye güzergahıyla temel ticari malların girişine olanak sağlayabilirler ki; bundan bir bütün olarak Suriye fayda sağlayacaktır...*
Bütün bu gelişmelere Fırat’ın doğusunda İŞİD’in geri dönüşünü engellemeye çalışan ABD yardım eli sunacaktır.
Washington, 1998’de Irak Kürdistan’ı Kürtleri ile merkezi Irak hükümeti arasında arabuluculuk yaparak Irak Kürt partilerinin iç birliğini güçlendirdiği,
Farklı grupları ortak hedeflere odaklanmalarında yardımcı olduğu gibi,
benzer şekilde, Suriye Kürtleri ile Türkiye arasındaki ilişkiyi, Fırat’ın doğusundaki alanın PKK’ya devredilmemesini sağlayarak iyileştirmeye yardımcı olacaktır.*
Bu paralelde Türkiye ise mutlaka farklı etnik ve dini kökenlerden gelen insanları bir arada yaşatmak için normalleşecektir…
Farklı ideoloji, görüş ve inançta Kürtlerin demokratikleşme perspektifi esasında siyasal nicelik ve niteliklerini kazanmaları siyasetini özgürleşecek,
Türkiye yeniden “Küresel İstikrar, Büyüme ve Güvenlik ” bileşkesinin güvenilir bir üyesi olacaktır…4. 7. 2018
-
MANBİJ VE ARKASI
Türkiye, Suriye ve Irak’ın kuzeyinde terör koridoru oluşumunu engellemek başlığında Kürtlere karşı kapsamlı bir mücadele veriyor.
Aslında Erdoğan’ın Kuzey Suriye topraklarında işgali derinleştirme ve hidrokarbon kaynakları için o bölgeyi kolonileştirme planını yürütüyor.
Türkiye bu çerçevede ABD ile Manbij anlaşmasını yapmış ve sonucu belirlenmiş 24 Haziran seçimlerine girmiştir.
Anlaşma Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı operasyonlarını, Türkiye ve vekil gücü Özgür Suriye Ordusu’nun Cerablus ve Afrin’deki varlığını resmileştirmiş bulunuyor.*
Fırat Kalkanı operasyonunda Türk Ordusu’nun güçlü hava ve kara desteğiyle Özgür Suriye Ordusu, YPG-SDG’nin Sacur suyu üzerindeki varlığını bütünüyle sonlandırmış,
Manbij şehir merkezine 12 km. kadar yaklaşan ilerleyişin ardından bölgedeki YPG-SDG hatları çökme noktasına gelmiştir.
Bu çöküşten yararlanarak TSK ve muhaliflerin Manbij’e kadar ilerlemesinin, daha sonra Fırat’a kadar YPG-SDG’yi gerileterek Tişrin Barajı’na ulaşmasının önü açılmıştır.
Bugün Türkiye Sacur Suyu’nun Cerablus tarafında kalan kıyı boyunca devriye gezdiriyor.
Türk güçleri şu ana kadar Manbij’e girmemiştir ama Sacur Suyu kıyısında ayrı ve bağımsız devriye misyonunu yerine getiriyor.
ABD güçleri ise Sacur Suyu’nun Manbij sınırlarında kalan kıyısı boyunca devriyeye çıkıyor…*
Bu görüntü anlaşmanın şu dakikada uygulanan bölümüdür.
Şimdilerde Türkiye’nin eğittiği Suriyeli ya da Manbij’li milislerin Manbij’te işgale sokulması ve yönetimde yer almaları planının yürütülme hazırlıkları yapılıyor…
Aslında ABD, İran’a karşı yapılacak olası bir müdahalede Türkiye’yi kullanabilme opsiyonunu elinde tutuyor!
Bu yüzden TSK, Irak’ta Erbil’in kuzey -kuzeydoğusundaki Bradost’ta ve Kandil’de de PKK’ya karşı geniş çaplı topçu saldırılarıyla İran’a karşı mevzileniyor…*
Ama 14 Nisan’da ABD, Birleşik Krallık ve Fransa; Rusya ve İran’ın teminatındaki Suriye’de Beşar Esad’ın kimyasal silah potansiyelinin altyapısını vurma bahanesiyle,
Kuzey Suriye’de bir koridor oluşturmuş ve bölgeye NATO’yu getirmişlerdir.
Fransa; Suriye petrolü, gazı ve taşımacılığı için TOTAL SA şirketini, İngiltere; British Petroleum şirketini, ABD ise ExxonMobil şirketini;
ABD yönetimi askeri gücünü bölgeden çekmenin öncesinde Kuzey Suriye’ye yerleştirmiştir.
Acaba bu planda Manbij anlaşmasına rağmen Türkiye’nin yeri bulunuyor mu?*
Halbuki 7 Mayıs’ta Rusya Devlet Başkanı V. Putin ile Suriye Devlet Başkanı B.Esad arasında Soçi’de yapılan görüşmenin ardından,
“Suriye’deki yabancı güçlerin çekilme sürecinin yakında başlayacağını” ifade eden açıklama hâlen geçerliliğini koruyor.
Rusya, Suriye’den çekilmesi gereken yabancı güçlerin “ABD, Türkiye, İran ve Hizbullah” olduğunu açıklamış bulunuyor!*
O günden beri Rusya, Suriye’de İran ile ortaklığına ve İsrail ile işbirliğine farklı bir çerçeve kazandırmaya çalışıyor..
Bunun için Suriye ile yeni bir ortaklık mimarisi oluşturmak ve yeni araçlar üretmek zorundadır.
Rusya’nın İran ile ortaklığı ve İsrail ile işbirliği için öngördüğü yeni vizyon; Suriye’nin toprak bütünlüğü ve ulusal egemenliğinin korunması şartına dayanıyor.
Çünkü Rusya ancak bu taktirde hem İran hem de İsrail ile ilişkilerini daha sürdürülebilir kılabilecektir…*
İran ise Suriye, Lübnan ve Filistinlileri İsrail’e karşı aynı mevzide yer aldığı stratejik müttefikleri olarak görüyor.
Suriye’deki askeri danışmanlarını, milis güçlerini ve Hizbullah birliklerini Suriye’nin toprak bütünlüğünü ve ulusal egemenliğini savunma gerekçesiyle izah ediyor.
Bu yüzden Suriye’nin toprak bütünlüğünü ve ulusal egemenliğini garanti edecek çözüme ulaşılması konusunda Moskova ile aynı düşüncededir.
Dolayısıyla Suriye’deki askeri varlığını Suriye’nin toprak bütünlüğü ve ulusal egemenliğini savunma ile açıklayan İran’ın;
Askeri varlığını korumak adına bunları garanti edecek bir çözümü engellemesi beklenmiyor…*
Yazılı bir anlaşma olmamasına rağmen 30 Mayıs’ta İsrail, Savunma Bakanı A.Lieberman vasıtasıyla Kremlin’de yaptığı görüşmelerde,
İran ve vekil güçlerinin çekilmesi kaydıyla Suriye hükümetinin ulusal egemenliğini kabul etmiştir.
Nitekim Rusya, İran askerlerinin Suriye’nin güneyinden çekilmesi konusunda anlaşmaya varıldığını açıklamıştır.
Bu durum İran’ın Rusya’nın yeni ortaklık vizyonuna itiraz etmediği anlamına geliyor…*
Bu noktada Suriye, İsrail sınırında ulusal egemenliğini kuracaktır.
Suriye hükümetinin ulusal egemenliğini şart gören İran kazançlıdır.
Suriye hükümeti yakın ilişkilerde olduğu Hizbullah’ın bu bölgelerde bulunmamasının bir yolunu bulacaktır.
Suriye hükümeti Filistinlilere vereceği desteği sıfırlayacaktır.
Rusya, İsrail- İran arasında büyük bir savaşa dönüşme riskini taşıyan sorunu uzlaşmayla çözmüş olurken;İsrail ile işbirliğini ve İran ile stratejik ortaklığını sürdürecektir.
İsrail ise güneyde Golan sınırlarında B. Esad’ın güvencesinde olabilecektir.*
O sırada Kürtlerin vekaletinde Kuzey Suriye’de; ABD, Fransa ve İngiltere,
Kuzey Irak’ta ABD, İngiltere, Kanada, Norveç, BAE, Çin, Hindistan, Güney Kore, Fransa, Macaristan, Moldova, Avusturya, Kıbrıs, Avusturalya ve Türkiye;
Enerji, petrol ve gaz, inşaat, taahhüt altyapıya yönelik uluslararası firmaları üzerinden,
O bölgelerin hidrokarbon kaynakları ekonomisini uluslararası hukukun güvencesine bağlamış,
Irak ve Suriye’de merkez hükümetlere bağlı Kürt tabanı üzerinde çokuluslu bir şirketler devleti oluşturmuş olacaklardır.*
Peki, Türkiye Erdoğan’ın İslamcı ideolojisi doğrultusunda Suriye ve Irak topraklarında genişleyen savaşını sürdürebilecek midir?
Bu noktada uluslararası toplum, Erdoğan’ın İslamcı diriliş vizyonunu yerine getirmeye çalışan bir Türk Bin Ladin’e dönüşmesiyle ilgilenmezse;
Dünyada güvenliğin kalmayacağını biliyor.
Bu yüzden, Erdoğan’ı önünde sonunda durdurulacağı bir “Kazan- Kazan” sürecine girilmiş bulunuluyor…*
Çünkü Türkiye güce dönük ve zorlayıcı diplomasiye dayanan taktik anlayışı nedeniyle tutarlı bir strateji izleyemiyor.
Bu yüzden Doğu Akdeniz’deki müttefikleri, ortakları ve komşularıyla birtakım zorluklarla karşı karşıyadır.
Suriye’deki müdahalesinin kolay bir çıkışı yoktur ve Kürt sorunu daha da karmaşıklaşıyor.
Rusya Karadeniz’de ve başka yerlerde Türkiye’yi sıkıyor.
ABD, İsrail ve Avrupa Birliği ile ilişkiler giderek zayıflıyor.
Yunanistan ile Ege ihtilafları kontrolden çıkma olasılığını koruyor.
Türk ekonomisi iflas noktasında bulunuyor.*
Bu noktada Türkiye’nin, Kıbrıs- Yunanistan- İsrail- Mısır ve AB ile ihtilafları;
Doğu Akdeniz’deki çok zengin hidrokarbon kaynaklarının Batı’nın enerji güvenliğine açılmasında engel oluşturuyor.
İsrail’i Türkiye’ye sonra Yunanistan ve Avrupa bağlayan bir boru güzergahı çok daha ucuzdur,
Ama bu seçenek Türkiye’nin tutumu nedeniyle hayata geçirilemiyor.
Sorunun temelinde Lozan Anlaşması çerçevesinde Türkiye- Yunanistan dengesi, Türkiye’nin AB üyeliği ve Birleşik Kıbrıs sorunu bulunuyor.
Ama Doğu Akdeniz’de demokratik bir bloğun oluşturulması, Türkiye’de Erdoğan’ın İslamcı Osmanlı özlemlerine hizmet etmiyor…*
Şimdi Doğu Akdeniz’de demokratik bir blok oluşturmak üzere özelde Türkiye ve Yunanistan arasındaki Ege Denizi ekonomik alanında varolan,
Karasuları ve kıta sahanlığı ile ilgili sınırlandırmaları kapsayan deniz yetki alanlarının belirlenmesi,
Belli coğrafi formasyonların hukuki statüsü,
Doğu Akdeniz’de ve Ege’deki statükoyu belirleyen anlaşma hükümleri çerçevesinde bu formasyonlar üzerindeki egemenlik aidiyetinin belirlenmesi sorunlarının;
Uluslararası hukuka göre çözülmesi gerekiyor.*
Bu sorunlar Aralık 2017′ de ” Kazan-Kazan” ya da “Al -Ver” ustası Erdoğan’ın,
Yunanistan liderleriyle yaptığı görüşmelerden sonra 1923 Lozan Anlaşması’nın yeniden açılması konusundaki tutumu çerçevesinde çözülmeye yazılmıştır.
Erdoğan’ın “Al- Ver” ciliği bugüne kadar Türkiye’nin egemenliği konularına büyük kayıplar vermiştir.
Şimdi Türkiye’nin Kuzey Suriye ve Kuzey Irak macerasına son verecektir, iyi ama, Ege’de Türkiye-Yunanistan dengesinde Türkiye aleyhinde gelişmelere neden olacaktır…2.7. 2018
-
BU KAFA VE TÜRKİYE
Türkiye rejimi, retoriği ve yaklaşımlarıyla El Kaide örgütünün gelişmiş, karmaşık ve daha tehlikeli bir versiyonuna dönüşmüştür.
Aradaki fark, “Adam” ın Afganistan’ın dağlarına dağılmış bir militan gruba değil jeopolitik öneme sahip bir ülkeye liderlik etmesidir.
Bugün El Kaide’nin terörizmle dünya çapında yarattığı korku, artan siyasi paranoyası ve totaliterizmiyle bu adamın tekelindedir…*
Adam ya da Erdoğan ülkeyi tartışmasız yürütmek için kapsamlı güçler kazandığı bir referandumdan sonra onlarca yıl sürecek bir miras bırakabileceği seçimi kazanmıştır.
Uluslararası toplum, Erdoğan’ın diriliş vizyonunu yerine getirmeye çalışan bir Türk Bin Ladin’e dönüşmesiyle ilgilenmezse;
Dünya sokaklarında güvenle yürüyebilmenin olanağının kalmayacağını biliyor.
Bu yüzden, uluslararası toplumun El Kaide benzeri otoriter bir yönetimde “Türk bin Ladin” ini önünde sonunda durduracağı bir “Kazan- Kazan” sürecine girilmiş bulunuluyor…*
Uluslararası toplum 24 Haziran seçimlerinde uygulanan baskıları: Yürütme organı ve parlamentoda totaliterizmi güçlendiren değişikliklikleri: Muhalefetin oylarını : Sandıktaki tıkanmaları:
Seçim akşamı kentlerde silahlı sokak gösterilerinin yarattığı endişeleri dile getirmiştir.
Buna rağmen şimdi Washington ve Ankara ilişkilerinde yeni bir pencere açılıyor…*
Amerikalı politika yapıcılar için en önemli kazanç, Türkiye seçim sonuçları kargaşasını büyük olasılıkla uzun bir döneme sürükleme olacaktır.
Mesela, AKP’nin İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun, HDP’li Pervin Buldan’a ‘Sizi yaşatmayacağız’ demesi ve valilere ‘CHP’lileri şehit cenazelerine almayın’ talimatını bu yönde verdiği ciddi olarak düşünülmelidir.
Çünkü Türkiye ekonomik ve askeri açıdan Ortadoğu’nun en güçlü ve istikrarlı devletlerinden biri ve ABD’nin Ortadoğu’da stratejik çıkarlarının eski ve iyi bir ortağıdır.
NATO ile Batı’dan Afganistan’a, Ukrayna’dan Suriyeli mültecilere ve İran füzelerine karşı savunma konularında işbirliği yapıyor…
Şimdi bir uzun kargaşa döneminde Türkiye’nin öncelikle uluslararası toplum ile çözüme kavuşturulmamış ikili meselelerinin çözülebileceği,
Türkiye’nin önemli dış politika inisiyatiflerindeki ertelemelerin: Komşu ülkelerle gelişen sarsıcı durumunun : Rusya’nın Ankara’ya artan baskısının: ABD’ ye yönelik siyasi histrioniklerin önüne geçilmesi öngörülüyor…*
Çünkü Erdoğan’ın zafer kazanmak için ödemek zorunda kaldığı siyasi fiyat, onu belirli konularda uzlaşmaya uygun hale getirmiştir.
Erdoğan seçim gününe kadar çok büyük bir tehditle karşı karşıyaydı, aşırı milliyetçi MHP ile çoğunluğu sağlamaya yönelik bir koalisyon oluşturmak zorunda kaldı.
Ama sonuçta yüzde 52’lik üstünlükle kazandığı başkanlık ancak marjinal olarak iyi kabul ediliyor…
Üstelik Erdoğan’ın en sert muhaliflerinden biri olan Halkların Demokratik Partisi (HDP) meclise girmiştir.
Bu karışık sonuç, Türkiye’nin içeride ve dışarda daha fazla aktörle çalışmaya zorlanacağını gösteriyor.
Bu görünümde Erdoğan’ın seçim sonrası işi ne olursa olsun ABD; istikrarlı bir Türkiye’den yararlanmak için doğrusu iyi bir pozisyon kazanmıştır…*
Başkan D. Trump, Salı günü kutladığı Erdoğan ile NATO müttefikleri arasındaki bağlar: Washington’un Suriye’deki Kürt savaşçılara desteği: Savunma ihaleleri de dahil olmak üzere son aylarda zorlanılan bir dizi konuyu görüşmüş,
İkili savunma ve güvenlik ilişkilerini geliştirme konularında bir iyi niyet uzlaşması sağlamıştır.
Görüşmede Manbij için onaylanan planın uygulanması ve terörle mücadelede birlikte çalışmaya karar verileceği vurgulanmış,
Trump ve Erdoğan’ın 11-12 Temmuz’da Brüksel’de yapılacak NATO zirvesinde görüşecekleri kararlaştırılmıştır.*
Bu noktada bir tarafta Başkan Trump’ın Erdoğan gibi illeberal liderlerle ilişki kurmakta zorlanmasına rağmen,
Türkiye’nin liberal demokratik bir NATO müttefiki olarak hareket etmesi ya da bu olmazsa iki taraflı işbirliğine meydan okumaya karar vermeye hazır,
ABD yönetimi, kongresi, kamuoyu ve ABD müttefikleri vardır.
Bu tarafta ise seçimin Erdoğan’ın öngörülebilir gelecek için Türkiye’nin bölgesinde liderliğini sürdüreceğinin net bir şekilde ortaya çıkardığı ancak bölgesel sonuçlardan kaçınmanın gerektiği bir durum
bulunuyor...*
ABD’nin Türkiye karşısında elini çok kuvvetlendiren bir kozu bulunuyor.
Dünyada döviz bolluğunun sona ermek üzere olduğu artık genel kabuldür.
Halbuki Türkiye Demokrasi , Hukukun Üstünlüğü, Kalitesiz Eğitim ve İnsan Hakları gibi temel sorunları yaşıyor.
Türkiye “Komuta ekonomisi” yöntemiyle sıcak paraya, krediye, tüketime, ithalata dayalı büyüme modelini sürdürüyor.
Parlamenter sisteminin yerine yeni devlet yapılanmasının nasıl olacağı, bakanlıklar, kuruluşların ne kadar zamanda yeniden örgütleneceği belli değildir.
Ekonomide yüksek enflasyon, işsizlik, tarımda dışa bağımlılık, cari açık, bütçe açığı gibi büyük sorunlar bulunuyor…
Hanehalkının ve şirketlerin borçları zirvededir.
Hane borçlarının Türk lirası olarak ödenmesi bir iç sorundur ama şirketlerin bu yıl içinde ödemesi gereken iç ve dış borçları 185 milyar dolardır.
Ayrıca 55 milyar dolarlık cari açığın finansmanı için yeni borçların bulunması gerekiyor ki; bunun çözümü çok zordur.*
Parayı bankalar eskisine oranla daha yüksek faiz ödeyerek getirse ve mevduatı da yüksek faizle koruyabilse;
Öncesine oranla daha yüksek faizle bulabildikleri döviz borcunu ve döviz mevduatını reel sektöre ve hanehalkına kredi olarak ya da Hazine’ye borç vererek dağıtırken,
Vereceği borç döviz olacaksa kur riskini alana ödetecek, vereceği TL olacaksa kur riskini krediyi pahalılaştırarak sağlayabilecektir.
Bu durumda reel sektörün şirket yatırımları, işletme ve ihracaat, hanehalkının ise tüketim ve konut için pahalı kredi alması zorlaşacaktır.
Türkiye’nin döviz talebini reel sektörün karşılaması durumu için ekonomide canlılık yani kamunun ve hanehalkı gelirlerinin ve harcamalarının artması gerekiyor.
Anlaşılan Türkiye’nin döviz bulması bir kamu meselesidir.*
İşte Türkiye ekonomisinin bu çok kötü durumunda,
Başkan Erdoğan’da Türkiye Hazinesinin borçlanma zorluğunu aşacak formüllere sahiptir!*
1- İslamcı Türkiye inşa planı doğrultusunda “Kontrollü 15 Temmuz 2016 Darbesi’nden ” sonra,
Erdoğan, ülke çapında yapılan derin operasyonların bir parçası olarak 19 Ağustos’ta, Başbakanlığa bağlı bir “Varlık Fonu” oluşturmuştur..
Fon; BOTAŞ, TPAO, THY, PTT, ÇAYKUR, HALKBANK, ETİ MADEN, Savunma Sanayi Fonu ve Ziraat Bankasını ve daha birçok işletmeyi kapsıyor.
Hiç bir sınır ve denetim tanımıyor, özel bir hukuku vardır, sonsuz yetkili ve sıfır sorumluluktadır…
Bu noktada İslami finansman varlıklarının kullanımının yaygınlaştırılmasını hedefleniyor.*
Türkiye Varlık Fonu, ilk iş olarak bütçe fazlası veren, refah seviyesi yüksek ülkelerin kurduğu varlık fonlarının oluşturduğu Uluslararası Varlık Fonları Forumu’na (IFSWF) üye olmuştur.
IFSWF bünyesinde ABD, Rusya, Çin, Katar, Singapur, Kanada, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri, Malezya gibi 28 ülkeye ait 30 ayrı varlık fonu barındırıyor.
Uluslararası standartlara uygun prensiplerle yeni ortaklıklar kurulmasına zemin hazırlıyor.
Ne ki, Türkiye Varlık Fonu; IFSWF çatısı altındaki varlık fonlarına benzemiyor.
O fonlar bütçe fazlası veren ülkelere aittir; altın ve petrol gibi doğal kaynakların gelirlerini ya da Bireysel Emeklilik, İşsizlik vb. fonların paralarını kaynak olarak kullanıyor.
Bu farklılık Türkiye Varlık Fonu’nun, Kamu Finansmanı ve Borç Yönetimi Yasası’nda yapılan bir değişiklikle Hazine garantisi olmadan;
Elindeki işletmelerin hisselerini rehin vererek dışarıdan borçlanabilmenin yolunu açıyor…
Hem böylece “İslâmî finansta faizle borçlanmak zaruret hali dışında meşru değildir” esası bypass ediliyor.
Bu sebeple devletlerin ve İslâmî hassasiyet taşıyan büyük kuruluşların ticârî işlemler yoluyla nakit temin etmeleri ve faizsiz gelir elde etmek isteyenlere de bir yatırım aracı sunmak amacıyla “sukuk ihracı”nın yolu açılıyor.*
Rehin vererek borçlanma sisteminin esasını Hz.Muhammed’in “Rehin, rehin veren sahibine tamamen kapatılmaz, geri alması hakkı engellenmez. O rehinin kazancı onun lehinedir. Zararı da onun aleyhinedir” ifadesi belirliyor.
Nitekim “Sukuk” ticari bir varlığın menkul kıymetleştirilerek sertifikalar aracılığıyla satımıdır.
Bu sertifikalardan alanlar söz konusu varlığa ellerindeki sertifikalar oranında ortaktır, dolayısıyla söz konusu varlığın geliri de onlara ait oluyor…
Türkiye Varlık Fonuyla birlikte ülke ekonomisinde “Tek Hazine “ilkesi kalmamıştır.
Şimdi Türkiye Varlık Fonu ikinci bir kamu otoritesi olarak IFSWF’den borçlanmaya hazırlanıyor…*
2- Başkan Erdoğan siyasal alanda yapacağı yapısal reformlarla;
Türkiye sisteminde, batı ülkelerinin istediği yönde demokrasi, düşünce özgürlüğü, temel insan haklarının korunması gibi makyaj düzenlemeler yaparken,
Mesela Türkiye ve Yunanistan arasındaki Ege Denizi ekonomik alanında;
Karasuları ve kıta sahanlığı ile ilgili sınırlandırmaları kapsayan deniz yetki alanlarının belirlenmesi: Belli coğrafi formasyonların hukuki statüsü: Ege’deki statükoyu belirleyen anlaşma hükümleri çerçevesinde bu formasyonlar üzerindeki egemenlik aidiyetinin belirlenmesi,
Bu çerçevede Kıbrıs’ta Türklerin siyasi eşitliği ve Lozan Anlaşması çerçevesinde Türk-Yunan dengesi bir al-ver ilişkisine dönüşecektir…*
Bu ABD ve Erdoğan’ın onlarca yılda geliştirdiği “Kazan-Kazan” ilişkisidir.
Bu kafayla Başkan, Türkiye’yi ve Türk halkını mutlaka Konstantinopolis’e götürecektir…30. 6. 2018
-
İRAN YAPTIRIMLARI VE TÜRKİYE
1979 İran İslam Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra her Ramazan ayının son cumasında “Uluslararası Kudüs Günü” düzenleniyor.
ABD ve Batılı ülkelerin hegemonyasına meydan okunuyor, Müslüman dünyasında birleşme ve Filistin’e destek amaçlanıyor.
Bu yılda önceki yıllarda olduğu gibi hem ülke içinde hem de yurtdışında pek çok İranlı;
İsrail’in yıkılmasını, ABD ve Suudi Arabistan’ın bayraklarının yakılmasını talep eden üst düzey İranlı yetkililerin nefret söylemlerini içeren gösterilere katıldı…*
Ancak ABD Başkanı D. Trump’ın, Mayıs’ta ülkesinin İran nükleer anlaşmasından çekilmesi kararını alması,
İran’a yönelik yaptırımların 90 ve 180 günlük periyotlarla yeniden uygulanacağını duyurması,
Nihayet ABD’nin müttefik ülkeler ve şirketlerinden İran’dan yaptıkları petrol ithalatını 4 Kasım’a kadar sonlandırmaları talebi,
Bir taraftan küresel petrol piyasasında ham petrol fiyatlarında hızlı artışa,
Diğer taraftan İran’ın petrol ihracatı düşeceği için İranlıların tasarruflarını Tümen’ den Dolar’a çevirmelerine ve ithalat maliyetlerinin yükselmesine yol açtı…*
Ocak’ta ekonomik sıkıntıyla başlayan gösteriler 80’den fazla İran şehir ve kasabasına yayılmıştı.
Göstericiler yüksek fiyatlara ve yolsuzluk iddialarına karşı öfkelerini haykırdılar, ancak protestolar nadiren politik bir boyut aldı.
Pazartesi günü ise DUBAİ, BAE ve İran ekonomisinin ivmelediği protestocular, Tümen’in çöküşünün öfkesiyle Tahran Kapalıçarşısı’nda eylem koydular.
Parlamento önünde polisin göz yaşartıcı gazlarına karşı Yüksek Lider Ayetullah Ali Hamaney’i istifaya çağırdılar…*
Ocak’ta patlak veren küçük kasaba çatışmaları ile Kapalıçarşı’daki protesto gösterileri pek çok yönden birbirine zıttı.
Bu kez İran’ın ekonomik olarak ayrıcalıklı orta sınıfı eylemdeydi.
ABD’ nin yaptırım kararları paralelinde Çin’in türlü desteğine rağmen, BAE ve Suudi bankalarının İran’la ilgili sıkıntıları yükselmişti.
Fransa’nın Total SA ve Rusya’nın Lukoil şirketleri planlı yatırımlardan çekilmiş ve İran ekonomisi belirsizliğe gömülmüştü.
Gösterilerde, İran’ın geleneksel Kudüs Günü alışkanlıklarına rağmen Filistin’e verilen destek, Suriye politikası ve hükümetin Suriye harcamaları keskin biçimde protesto edildi!*
Her iki protesto yakın bir devrime işaret sayıldı…
Cumhurbaşkanı H.Rouhani, protestoların ABD’nin İran’a açtığı psikolojik, ekonomik ve politik savaşının bir parçası olduğunu,
Ancak ”hükümet gelirinin etkilenmediğini, en kötü durumda bile İranlıların temel ihtiyaçlarının karşılanacağını, yeterli şeker, buğday ve yemeklik yağın bulunduğunu ve piyasaya enjekte edilecek yeterli dövizin olduğunu ” söyledi…*
İran hükümeti, ekonomisini tehdit eden ABD yaptırımlarına direnmek için 1.300’den fazla ürünün ithalatını yasaklamak dahil yükselen fiyatları kontrol etmek için yeni planlar uyguluyor.
Uluslararası Para Fonu, Mart’ta İran hükümetin 112 milyar dolarlık rezerv tuttuğunu ve İran’ın cari fazlaya sahip olduğunu bildirmiştir.
Bu rakamlar, İran’ın dış ödemeler krizi olmadan yaptırımlara dayanabileceğini gösteriyor...
*Ancak İran para biriminin değerindeki keskin düşüş İran ekonomisinde karışıklık yaratmış, hükümete ve bankacılık sektörüne meydan okumaktadır.
Yüksek seviye petrol ve gaz gelirlerine rağmen, yerel para biriminin değer düşümü vatandaşlarla bankacılık sistemi arasındaki güvensizliği yansıtıyor.
İran İslam Cumhuriyeti’nın ekonomi politikasında ikili ekonomiye de ışık tutuyor.
Aynı zamanda İran’ın jeopolitik alandaki gücüyle ilgili ekonomik sonuçlara işaret ediyor…*
İran 2017’de Riyal para birimini Tümen’e değişmiştir.
İslam Cumhuriyeti’nin ilk günlerindeki Riyal ile bugünün Tümen’inin küresel pazar değerleri incelendiğinde İran yerel para biriminin korkunç sıkıntıları açıkça görülüyor.
İslam Devrimin ardından İran Riyali yedi dolar iken, bugün serbest piyasada dolar on tümenden işlem görüyor.
Paranın değerindeki düşüşle birlikte vatandaşlarla bankacılık sistemi arasındaki güvensizlik iyice yerleşmiştir.
Yerel para biriminin ulaştığı en düşük değer ile devletin petrol ve doğalgaz gelirleri arasında belirgin bir çelişki vardır.
İran petrol piyasası, günde dört milyon varil üretim kapasitesine sahip beşinci sıradadır, ek olarak İran’ın doğal gaz rezervleri, bilinen tüm gaz rezervlerinin yüzde 17,5’ini oluşturuyor.
İran’ın GSYİH’sı 1,63 trilyon dolar ve kişi başına düşen GSYİH 20 bin dolar olarak tahmin ediliyor ...*
Ancak bu rakamlar işsizlik, enflasyon, ortalama aile geliri ve hane halkı harcamaları sepeti ve ciddi konut sıkıntısıyla yaşayan İran nüfusunun karşılaştığı gerçekliği yansıtmıyor!
Çünkü petrole dayalı ekonominin İslami rejimin koyduğu kurallara göre şekillenmesi kronik sorunları yaratıyor.
Ekonomik rejim mal ve hizmet üretim ve tüketimi söz konusu olduğunda iktidarın kurulmasını da belirleyen özel sektörü zayıflatan bir komuta ekonomisi karakteri arz ediyor.
İçe dönük ve nispeten kapalı bir ekonomidir.
İranlı karar mercileri doğrudan yabancı yatırıma sıcak bakmıyor ve yüksek gümrük vergileri uygulanıyor.
Tüm bankacılık ve ticaret işlemlerinde ve para akışında devletin ağır bir denetim mekanizması bulunuyor…*
İran ekonomik rejimi; hükümetin uyguladığı resmi ekonomik rejim ve “Hayır Vakıfları Ekonomisi” olmak üzere iki paralel eksendedir.
Vakıfların en büyüğü, ulusal petrol şirketinin ardından ülkenin en büyük ikinci ekonomik varlığı olan ” Ezilenler ve Engelliler Vakfı” dır.
İslamcı rejim bu vakıflarla alt sınıfların ihtiyaçlarını karşılamayı, İslami eğitim ve kültür konuları üzerinden çeşitli refah biçimlerini sağlıyor.*
Hayır kurumları devlet muhasebesi sisteminde izlenme, vergilendirme , raporlama veya kayıtlara tabi olmayan güçlü bir ekonomik eksendir.
Bu suretle anormal boyutlarda yolsuzluk, vergi kaçakçılığı ve kaynak tahsisine yol açıyor.
Dahası İran anayasası Yüksek lider ile Cumhurbaşkanı arasındaki iktidar dengesini açık bir şekilde tanımladığı için Yüksek Lider’i gündem belirleme ve kaynak tahsisinden sorumlu tutuyor.
Sonuçta devlet gelirlerinin büyük bir kısmı doğrudan Ayetullah Hamaney’in himayesindeki varlıklara aktarılıyor.
Böylece Devrim Muhafızları Ordusu sadece müthiş bir güvenlik gücü değil, aynı zamanda güçlü bir ekonomik topluluğa dönüşmüş bulunuyor.*
Ama İranlılar artık paralarının değerlerini korumak için yabancı paraya çevirme arzusundadırlar, bu bankacılık sistemindeki popüler güvensizliğe işaret ediyor.
Temel ürün sepeti üzerindeki enflasyon ve yükselen fiyatlar, bankacılık alternatifinin bulunmadığı durumlarda sürekli bir çözüm arayışına yol açıyor.
Para biriminin değerindeki düşüşe, hükümetin teşvik eksikliğinden kaynaklanan yerel piyasa üretiminde sürmekte olan bir düşüş eşlik ediyor.
Yüksek işsizlik rakamları ve yerel ürünlere yapılan ithalat tercihleri de döviz sıkıntısına katkıda bulunuyor.
Bir çok kuruluş serbest ekonominin temel ilkelerini ortaya koyuyor, özel sahipler neyin üretileceği, nasıl fiyatlandırılacağı ve neye yatırım yapılacağı konusunda kendi kararlarını alıyor.
Bu tür gelişmelerle İran ekonomisi giderek zayıflıyor..
İran İslam Cumhuriyeti tarihinin en zor günlerinden geçiyor…*
Dünyada ticaret savaşları sürerken. ekonomik ortam değişmiş, bol para dönemi bitmiş, merkez bankaları bilançolarını küçültmeye başlamışlardır.
Başkan Trump, bölgede İran ve Suriye merkezli riskleri yükseltiyor.
İşte Kasım’dan itibaren İran’dan petrol ithal edecek ülkeleri ve şirketlere yaptırımlar uygulayacakları konusunda uyarıda bulunuyor.*
Türkiye ise Demokrasi , Hukukun Üstünlüğü, Kalitesiz Eğitim ve İnsan Hakları gibi temel sorunları yaşıyor.
Bir “Komuta ekonomisi” yöntemiyle sıcak paraya, krediye, tüketime, ithalata dayalı büyüme modelini sürdürüyor.
Parlamenter sisteminin yerine yeni devlet yapılanmasının nasıl olacağı, bakanlıklar, kuruluşların ne kadar zamanda yeniden örgütleneceği belli değildir.
Ekonomide yüksek enflasyon, işsizlik, tarımda dışa bağımlılık, cari açık, bütçe açığı gibi büyük sorunlar bulunuyor..
Buna karşılık hane halkının ve şirketlerin borçları zirve yapmıştır.
Haydi! Hane borçlarının Türk lirası olarak ödenmesi bir iç sorundur ama şirketlerin iç ve dış borçları çok yüksek olup bu yıl içinde ödenmesi gereken borç toplamı 185 milyar dolardır.
Ayrıca 55 milyar dolarlık cari açığın finansmanı için yeni borçların bulunması gerekiyor ki; çözümleri çok zordur.*
ABD’nin Ortadoğu’da İsrail -İran ekseninde İran ve Türkiye’ye verdiği mesaj açıktır.
“İslamcılık ve ekonomisi ile varılacak bir menzil yoktur. Böyle devam etmeniz halinde hiçbir zaman güven içinde olmayacaksınız.”*
Bu sırada ABD Başkanı D. Trump’ın Mısır, Suudi Arabistan, BAE ve Ürdün’ün desteğini aldığı ,
Filistin Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas’ın tutumuna bakılmaksızın,
İsrail- Filistin arasında “yüzyılın anlaşması” barış planını açıklamaya hazırladığı bilgisi geçiliyor…
28. 6. 2018 -
EGOSANTRİZM VE TÜRKİYE SEÇİMLERİ
ABD’nin ithal çelik ve alüminyum ürünlerine koyduğu ek gümrük vergisi G7 Kanada Zirvesi’nin en önemli gündemiydi.
Zirve Almanya, Kanada, Japonya, Fransa, İtalya ve İngiltere’nin ek gümrük vergisi konusunda Başkan Trump ile yaşadığı derin görüş ayrılığını gideremedi.
Başkan Trump Singapur’da, Kuzey Kore Devlet Başkanı Kim Jong-un ile yaptığı zirvede Pyongyang’ın olası nükleer anlaşması için denetim süreci başlattı…*
Haziran’da işbu iki önemli konuda Washington’un tek başına hareket etmesi müttefiklerince lanetlendi.
Çünkü ABD’nin baskın askeri ve ekonomik gücüyle liderlik konumunu korumaya çabaladığı şu sıralarda “tek kutuplu dünya” çok tartışılıyor,
Ama Başkan D.Trump, her şeyi kendine dayandıran, kendi görüş açısından hükümde bulunan benmerkezci -egosantrik bir düşünce yapısıyla ABD dış politikasını yönetmekle eleştiriliyordu…
Öyle ki, ABD dış politikasında neyin aranacağının bilinmesinin çok zor olduğu bir süreç yaşanıyordu.*
Başkan’ın egosantrizmi kişisel görevlerinde kendini ortaya çıkaran kötü bir felsefedir.
Strateji yerine sadece blöf yapmak, tehdit etmek, yaltaklanarak kazanmak gibi taktiklere dayanıyor.
Taktikleri çelişkili olabiliyor ama herhangi bir stratejik düşünceye ihanet etmiyor.
Bu tuhaf durum ABD Kongresi ve halkını şaşkına çeviriyor, genellikle yönetiminin diğer üyelerinin kendisini terketmesine yol açıyor…*
Yine de Trump’ın egosantrisi, Kanada G7 toplantısında ABD’nin müttefiklerini dışlanmasını,
Sonra uzun süredir rakip olduğu Kuzey Kore lideriyle Singapur’da görüşmesini tam olarak açıklamıyor!
Belki Trump’ın sadece ” bir orijinal” olması; ABD’nin dış politikası normlarından bu gerçeküstü geri dönüşümü anlaşılır yapabiliyor!*
Başkan Trump, Kim Jong Un ile yaptığı zirvede Kuzey Kore liderinin kibirine ve milliyetçiliğine hitap etmek için hazırlanmış bir Beyaz Saray yapımı tiyatronun başrol oyuncusuydu.
Jong Un ile birlikte Kuzey Kore görüntülerini izledi, Güney Kore’den hiç bahsetmedi, Çin ve Japonya’yı görmezden geldi.
Küçük bir bildirim imzaladı ama Kuzey Koreli diktatörü dümdüz etti.
Elbette Trump ve Kim’in birlikte olması ve iki ülke arasında bir yumuşama başlatmaları heyecan vericiydi.
Trump’ın Güney Kore ile birlikte savaş oyunlarını durdurma sözü önemliydi.
Ortak bildiriye gelince o da iyi bir şeydi ve detaylara girmiyordu.
Çünkü Kuzey Kore derhal nükleerden ayrılmak istemiyor, zaten Trump sürecin özelliklerini anlamıyordu; ayrıntılı bir konuşma durdurucu olurdu!
İki lider genel olarak demokrasiye veya insan haklarına saygısız yönetim tercihlerine rağmen birbirlerine saygı sundular ve uzlaştılar…*
Kanada Zirvesi ise daha rahatsız ediciydi.
Trump, G7 deklarasyonunu imzalamayı reddetti ve ABD’nin büyük ticaret ortaklarına karşı gümrük vergisi peşinde koşmaya devam etti.
Kanada lideri J. Trudeau’ya “cehennemde özel bir yeri” olduğu ifadesiyle hakaret ederken olağanüstü bir gösteri sunuyor gibiydi.
Yönetiminde ABD’nin kuzey komşusuyla olan ilişkilerini onarmak için çaba gösterenleri yolda bıraktı…
Trump’ın Rusya ile G8’e yükselme talebi Rus arkadaş için sürpriz değildi!
Ama bu davet diğerleri için Trump’ın dünya ile ilgisinin çok küçük düzeyli olduğuna ilişkin delil sayıldı.
Trump egosantrizminin , stratejiyi taktik lehine reddederken esasen jeopolitiği tamamen reddetmesi anlamına geldiği ama bunun uluslararası ilişkilere yeni bir açılım getirmediği anlaşıldı…
Doğrusu Trump öfke, aptallık ve kibirden hareketle herşeyi başka bir yere savuruyor, tamamen farklı bir oyuna neden oluyordu…*
Trump egosantrizmi şimdi Türkiye’de, Recep Tayyip Erdoğan’ın diktatörlüğünü sağlamlaştırmakla göz kamaştırıyor.
Halbuki Erdoğan liderliğinin sağlamlaştırılması, ABD liderliğinin İŞİD radikal terör örgütü ile sürdürdüğü mücadeleyi zayıflatacaktır.
Türkiye Rusya’ya daha da yakınlaşacak, birlikte mali ve dini araçlarla Balkanları ve Ortadoğu’yu zayıflatarak Hıristiyan Avrupa’yı baltalayacaklardır.
Kendini İslamcı Cihatçı Müslüman Kardeşler örgütünün hamisi olarak tanıtan Recep Tayyip Erdoğan, her geçen gün Sünni Arap dünyasının umudu haline gelirken,
Gazze’de “Kafirleri öldürüp dünyaya İslamı empoze etmeyi hedefleyen” Müslüman Kardeşler Örgütü’nün İslam Tugayları’ nın bir bölüğü olan,
Dünyadaki en son Yahudiyi öldürüp bir İslam devleti kurmaya çalışan HAMAS’a desteğini sürdürmesine ve İsrail-Filistin barışını beklemeye alabilecektir.
Erdoğan’ın Kuzey Suriye, Kuzey Irak ve Doğu Akdeniz’de hidrokarbon kaynaklarından hak talebi sürecek,
“Katil Eset” söylemiyle Suriye trajedisine bir siyasi çözüm bulunmasını engellenecektir.
Türkiye, Orta Asya ve Çin’de savaşacak vekil güçlere bir yuva olurken,
Bazı gelenekler ve belgeler üzerinden inşa edilen İslamcılık, bir taraftan İslamofobiye neden olurken öte yanda İslam dinine bir meydan okuyuş olacaktır.*
Başkan D.Trump’ın egosantrizmi Washington’un Türkiye’yi kabulünde zayıflığa yol açmıştır.
Erdoğan’ı sağlama almak, Türkiye’nin muassır medeniyete ulaşmasının engellenmesi,
Anti-demokratik ve anti-Amerikan eğilimlerin şiddetlenmesi,
TransAtlantik İttifakın çıkarlarının baltalanması demektir.*
Bir diğer egosantri; Kemal Kılıçdaroğlu’nundur.
Kılıçdaroğlu’nun “Dersim yetişmeli egosantrisi” Türkiye’den İslamcılığın yayılması tehlikesine hem kendi gözünü hem de halkın bir çoğunun gözlerinin körelmesine,
“Atatürkçüğü Demokratikleştirme” hiyanetine,
Bu büyük düşüncenin yerini Sosyal Demokrasi gibi egosantrik bir düşünceyi bir kısım insanın temel karakter yapmasına yol açmıştır.*
Kılıçdaroğlu, Türklerin tarihinde en önemli yanlışlardan biridir.26.6. 2018
-
BİRADER OLDU BİTTİ’ DEN SAKIN
BİRADER OLDU BİTTİ’ DEN SAKIN16 yılda;Önce Fethullah Gülen ve Recep Tayyip Erdoğan,Sonra yalnızca Recep Tayyip Erdoğan,İslam Ümmeti hedefi yolunda,Türkiye Cumhuriyeti Devletini; istihbarat, emniyet, yargı, merkezi, yerel, özerk idareler, üniversiteler, diyanet, medya ve TSK üzerinden işgal etti.Yeni bir devlet, bir parti devleti , yeni bir bürokrasi, Emniyet ve TSK paralelinde kendine özel silahlı milis gücü oluşturdu.*24 Haziran seçimlerinin oy sayımlarının yapıldığı şu dakikada,Anadolu Ajansı açılan sandıkları yüzde 93 ve Recep Tayyip Erdoğan’ın oyların yüzde 53’ü kazandığını bildiriyor.Muharrem İnce VE Millet İttifakı yöneticilerei ” Sakın aldanmayın. YSK henüz sandıkların yüzde 37’sini saydı ” diyor.*Bir kaç saat sonra Recep Tayyip Erdoğan gerçekte seçimi kaybetmiş olmasına rağmen;Sahibi olduğu parti devletinin gücüyle bütün dünyaya seçimleri kazandığını ilan etmeye mi hazırlanıyor? .Minarelerden selalar okunsa, Erdoğan militanları şehir meydanlarına çıksa, yer yer muhaliflere saldırılsa,O sırada Recep Tayyip Erdoğan balkon konuşması yapıyor olsa, ne olur?Müthiş ihtirası Erdoğan’ın gözünü, kulağını, dilini dumura uğratmıştır.Kaybetme korkusuyla sağduyusu kaybolmuştur.Bilsin ki Türkiye’yi zorluyor ve bir iç savaşa götürüyor…*Türkiye ve dünya; dehşet bir Erdoğan kötülüğü ile karşı karşıya kalmış gibi bir görünüm arz ediyor.Ülkenin ve ulusun itibarı yerle bir olmuştur.*Sağduyu birader, sağduyu!24.6 2018 -
BALKANLARDAN 24 HAZİRAN’A BAKIŞ
Uluslararası dengelerin yeniden kurulmaya çalışıldığı dünyada devlet sayısı hızla artıyor.
Ötekinin toprağındaki ayrılıkçıların bağımsızlığını tanımak, diplomasinin meşru bir yöntemi olarak öne çıkmıştır.
Küçük devletçiklerin oluşturulmasına verilen destekler, bir dış politika aracı ve baskı unsuru olarak kullanılabilir hale gelmiş ve dönüşü olmayan sorunlara yol açılmıştır.
Mikro milliyetçilik dünyayı bir kaos ortamına sürüklemekle tehdit ediyor…*
Bu perspektifte spekülatör George Soros, Makedonya’nın ismi için Atina ile Üsküp arasında imzalanan anlaşmaya dair,
“Balkanlarda Avrupa’yı İstikrarlılaştırmak İçin Bir Şans ” başlıklı makalesinde,
Trans-Atlantik birliğin II. Dünya Savaşı’ndan beri en düşük noktaya gerilediğine, her ulusal genel seçimde Avrupa Birliği’ne meydan okunduğuna dikkat çekiyor.
“Bölgedeki tek oyuncular ABD ile Avrupa değildir. Rusya çıkarları tehdit edilirse, müdahale edeceğini net biçimde gösterdi.
Recep Tayyip Erdoğan varlığını her devlette hissettiriyor” diyor…*
G.Soros’un işaret ettiği Balkanlarda, eski Yugoslayva topraklarında bulunan Sırbistan, Karadağ, Bosna-Hersek, Hırvatistan, Slovenya ve Makedonya, Kosova cumhuriyetleri ile Voyvodina özerk bölgesindeki gelişmeler, küresel güçlerin tavrı ve gelecek tasarımlarının belirlenmesi bakımından önemlidir.*
Batı, Balkan ülkelerinin tamamının kendi çizdikleri yönde olmasını istiyor.
Bu ülkelerin AB üyeliği yolunda uyum politikalarını gerçekleştirmedeki heveslerini bunu kolaylaştıracak bir etken olarak görüyor.
Ancak AB’nin sınırları belirlenmiş, ayrıntıları planlanmış, sonuçları üzerinde düşünülmüş bir Balkan Politikası bulunmuyor.
Yine de bir şekilde bölünmüş, parçalanmış birimlerin yönetiminde söz sahibi olmanın gayreti gösteriliyor…*
Rusya ise dış politika stratejisini belirlerken uzun dönem Balkanlara yönelik belli bir siyasi strateji belirlememiştir.
Balkanlarda çıkan çatışmalar sırasında beklendiğinden daha pasif bir duruş sergilenmiş,
Balkanların Rusya’dan soğumasına ve oradaki etkisinin azalmasına neden olunmuştur.
Buna rağmen ne Balkanlar ne de Rusya bağlarının tamamı ile kopmasını göze alabilecek durumda değildir.
Çünkü Balkan ülkelerinin Rusya ile tarihi bağı olduğu kadar ticari ve ekonomik açıdan da önemli çıkarları bulunuyor.
Rusya’nın da Balkanlar ile bağını koparması önemli stratejik ortağını kaybetmesi anlamına geliyor ki;
Bu durum Rusya’nın hem dış, hem ekonomik hem de siyasi politikasına bir darbe sayılıyor…*
Rusya’nın Kırım’ı, Abhazya ve Güney Osetya’yı ilhakıyla Batı ile arasında oluşan uluslararası hukukî sorunların bir çok emsali Balkan coğrafyası ülkelerinde mevcuttur.
Batı’nın stratejisi, Büyük Enerji Güvenliği için Avrupa pazarlarına ulaşan enerji kaynaklarının çeşitlendirilmesi, Avrupa ülkelerinin de enerji alımının büyük bir kısmında Rusya’ya bağlı olmamasını sağlamak hedefi olsa da, Balkan coğrafyası enerji hatları güzergahında büyük önem arzediyor.*
Batı’nın; Rusya ve Avrasya İşbirliği Teşkilatı’nın siyaseten ve ekonomik olarak yeniden eski Sovyet bloku ülkelerini eline geçirmesinden duyduğu endişeler,
ABD’nin Balkanlar, Doğu Avrupa ve Kafkasya’yı Rusya’ya mı terk edeceği sorularından doğan gerginlikler,
Üstelik bu vizyonun yansıdığı Ortadoğu’da “NATO üyesi olmayan Büyük Stratejik Ortak İsrail” gerçeğinde dünya oldukça kritik bir dönemden geçiyor…
Bu noktada Rusya’nın enerjiyi ekonomisini dış politikasının belirleyeni haline getirdiğini hatırdan çıkarmamak gerekiyor.*
Bu yüzden Batı ve Rusya arasında Balkanlarda Kosova, Sırbistan,Karadağ, Makedonya’da hem siyasi hem ekonomik büyük bir mücadele cereyan ediyor.
*
Türkiye ise eski Başbakan A.Davutoğlu’nun “Savaşmadan Saraybosna’yı Şam’a, Bingazi’yi Erzurum’a, Batum’a bağlayacağız.
Bunu dediğimizde, bize “yeni Osmanlıcı ” diyorlar.
Bütün Avrupa’yı birleştirenler yeni Romacı olmuyor, Ortadoğu coğrafyasını birleştirenler yeni Osmanlıcı oluyor.
Neden Türkiye, eski topraklarında Balkanlarda, Ortadoğu’da ve Orta Asya’da yeniden liderlik kurmasın” ifadesiyle açıkladığı siyasetin;
Esas lideri Recep Tayyip Erdoğan’ın arkasında Balkan coğrafyasında maceradan maceraya koşuyor…*
On yıldan uzun süredir Erdoğan, mesela;
Dünyada etnik uyum konusunda örnek ülkeler arasında gösterilen eski Yugoslav Makedonya Cumhuriyeti’ni (FYROM) bir Türk uydusu gibi görüyor.
Dünya Bankası’na göre, 2016’da Türkiye’nin FYROM’a ihracatı 378 milyon dolar ve ithalatı 82,6 milyon dolardır.
Türkiye İstatistik Kurumu yaklaşık 100 Türk işadamının FYROM’da 1,47 milyar dolar yatırım yaptığını bildiriyor.
*
İşte bu noktada Erdoğan, FYROM’daki Arnavutları ekonomik ve finansal yatırımlarında koz olarak kullanıyor.
Yatırımlar Slavların yaşadığı bölgelere odaklanırken, Arnavut tarafında İslami gündemini desteklemek üzere dini kurumlara yatırım yapılıyor.
Böylece Arnavut milliyetçiliği güçlü bir İslami kimliğe dönüştürülürken, bu hamle FYROM devleti için istikrarın garantisi olarak lanse ediliyor!*
Aslında Müslüman Arnavutlarla Ortodoks Makedonlar arasında etnik gerginlik körükleniyor.
Erdoğan, FYROM’daki nüfuzunu; camiler ve Türk okulları inşasıyla ve medya, dini kurumlar ve kendine yakın siyasi partiler ile sivil toplum kuruluşlarını finanse ederek ve bunları yakın iş arkadaşları tarafından doğrudan kontrol ederek geliştiriyor.
Türkiye İşbirliği ve Koordinasyon Dairesi (TİKA), Üsküp’te bir ülke koordinatörlüğü görevini yürütüyor ki; 2017’de FYROM’da 600’e yakın projeyi tamamlamıştır
Erdoğan ülkedeki Arnavutların çoğunluğunu etkilemede son derece başarılıdır ve bunların çoğu onu tek ve güvenilir lider olarak kabul ediyor…*
FYROM’daki nüfusun üçte ikisi Ortodoks Hıristiyan ve nüfusun diğer üçte biri ağırlıklı olarak Arnavut Müslümanlarıdır.
2001’de iki grup arasındaki gerginlikler, hükümet güvenlik güçleri ile Arnavutluk Ulusal Kurtuluş Ordusu arasında silahlı bir çatışmaya dönüştü.
Kısa ömürlü çatışma Ohri Anlaşması ile sona erdi.
Barış anlaşması, FYROM’un Arnavut vatandaşlarına verilen sosyal ve politik hakların artmasını sağladı ama farklı gruplar arasındaki ilişkiler hala sağlıklı değildir.
FYROM temel insan haklarını reddediyor;Arnavutlar dezavantajlı ve ihmal edilmişlerdir ve eşitsizlikten muzdariptirler.*
Şimdi Arnavutların çoğunluğu Arnavut ulusal kimliğinden ziyade kendilerini Müslüman olarak tanımlıyor…
FYROM’da Erdoğan’ı tartışmaya cesaret eden herkes ” İnternet Tugayı’ nın hedefi haline geliyor ve hain olarak damgalanıyor.
Müslüman Arnavutlarla Ortodoks Makedonlar arasında etnik gerginlik yaşanıyor...
Gerginliğin dışında kalmaya çalışan Türkler, Romanlar, Boşnaklar, Torbeşler, Sırplar, Bulgarlar ve Ulahlar tüm çabalara rağmen radikal çevreler tarafından konunun dini platforma kaydırılması yüzünden taraf olmaya yöneltiliyor…
Arnavut nüfusun yoğun olduğu Sırbistan-Kosava sınırında, Arnavut kökenliler ile radikal İslamcılardan oluşan ve bir kısmını IŞİD saflarında Suriye ve Irak’ta savaşan kişilerin oluşturduğu gruplarla hükümet arasında çıkan ihtilaf FYROM’da ciddi gerilim yaratıyor…*
Sonuçta İslamcı Cihatçı Müslüman Kardeşler örgütünün hamisi Recep Tayyip Erdoğan,
İnanışı doğrultusunda mali ve dini araçlarla Balkanları zayıflatarak Hıristiyan Avrupa’yı baltalıyor.
Bu maceraya bazı durumlarda Erdoğan’ın politik-jeostratejik müttefiki Rusya Devlet Başkanı V.Putin’ de eşlik ediyor.
Bu noktada her ikisinin de kişisel kültleri ve misyonları birleşmiştir.
İkisi de diktatör ve Batı karşıtıdır.*
Erdoğan bu çerçevede tarihi ve küresel anlamda çok önemli 24 Haziran seçimlerinde Türk Milleti tarafından oylanmaya hazırlanıyor.23. 6. 2018