Yazar: Ahmet Kılıçaslan Aytar

  • BARIŞ SAVAŞLARIN SON DÜŞÜNCESİDİR

    BARIŞ SAVAŞLARIN SON DÜŞÜNCESİDİR

     
    1 Eylül Dünya Barış günüdür.
    Ve “Barış” savaşların son düşüncesidir…  
     
    *
    Suriye ordusu, El Kaide bağlantılı İslamcı milislerin kontrolünde olan İdlib’i geri almaya yönelik bir saldırı başlatmanın eşiğindedir. 
    Suriye’de İslamcı milisler, ABD yanlısı uysal bir rejim kurmayı amaçlayan yedi yıllık rejim değişikliği savaşını yürütmek için;
    ABD, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar tarafından silahlandırılıp finanse edildiler…   
     
    *
    Türkiye İdlib’te başroldedir.
    Kuzey Kıbrıs’ı Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne dönüştürdüğü gibi,
    Cerablus ve Afrin’de askeri müdahalelerle ve İdlib’te de-eskalasyon bölgesi sorumluluğu göreviyle;
    Kuzey Suriye’yi askeri, ekonomik ve politik olarak usul usul kendine bağlamayı hedefliyor.
     
    *
    Bu hedefi, Suriye toprak bütünlüğü (!) ve bölgedeki nufusunun artacak olmasıyla sağlanabileceği öngörüsünde bir strateji ile yürütüyor.
    Görevi aldığı andan itibaren bölgeye çok sayıda Sünni Arap  taşımış ve  yeni bir demografik yapı oluşturmuştur.
    Ama Türkiye’nin esas stratejisi; Osmanlı’nın eski toprakları olan Kuzey Suriye’de ağırlıklı olarak İslam din ve gelenekleri ile uyumlu bir ekonomik ve siyasi düzeni oluşturmaya dayanıyor!
    Türkiye üstelik İdlib’i en az 70 bin kişilik milis gücü olan  Özgür Suriye Ordusu, El Kaideci el-Nusra Cephesi, Ahrar al-Şam, Failaq el-Şam’dan sonra kendisine Hayet Tahrir el-Şam (HTS) adını veren  terör örgütü ile birlikte yönetiyor.
    Türk hükümeti, nihayet sıkıyı gördüğü için 1 Eylül’de HTS’yi terör listesine almış bulunuyor…
     
    *
    Bu noktada Rusya Türkiye’ye şöyle bir plan teklif ediyor:
    Türkiye, bölgedeki Suriye Arap Ordusu’nun  İdlib müdahalesine karşı çıkmayacak, Rojava’da Kürtlere özerkliğin  verilmeyeceği bir planı onaylayacaktır.
    Moskova’nın bu planı ABD’ den  kismi olarak onay almıştır.
    Türkiye’nin İdlib’e hiçbir şekilde müdahalede bulunmayacağı belirtilen teklifte, İdlib’ten kaçacak olan silahlı militanların Türkiye’ye geçmesi Ruslar tarafından engellenecektir… 
    Suriye ve Rusya; Kürtlere herhangi bir özerklik verilmeden haklarını  tanıyacak,
    Ve İdlib operasyonunun ardından Türkiye Suriye’den çekilecek, Suriye yönetimi ile Ankara normalleşme sürecine girecektir…
     
    *
    Bu noktada Rusya; Suriye hükümetinin topraklarındaki militanları defetme hakkına sahip olduğunu,
    Türkiye İdlib’te yerleştirdiği 3 milyon Suriyeli Sünni Arab ile El Kaideci teröristlerin birbirinden ayrılması için operasyonun bekletilmesini, böylece zaman kazanmayı,    
    ABD ise Suriye ve Rusya’nın bu hamlesinin  evlerini terketmeye zorlanarak İdlib’te yerleştirilmiş 3 milyon Suriyeliye acı çektireceği ve tehlikeli bir çatışmayı tırmandıracağını  savunuyor.
    Gerilim had safhadadır…
     
    *
    Bu durumda Moskova ve Ortadoğu’dan gelen haberlere göre ABD ve müttefikleri, Suriye’ye karşı bir büyük saldırı için gerekli unsurları sistematik olarak devreye sokuyor!
    ABD’ nin bir saldırıya hazırlandığı yönündeki suçlamalar, Ulusal Güvenlik Danışmanı J.Bolton ile İngiliz ve Fransız yetkililer tarafından yapılan;
    Hükümetlerinin Devlet Başkanı B. Esad yönetiminin Suriye İdlib’te herhangi bir şekilde kimyasal silah kullanılmasına karşı misilleme yapacağı uyarılarının ardından geldi.
    Esad hükümeti, Batı destekli asiler tarafından ele geçirilmiş toprakları üzerinde yeniden denetim sağlamaya yönelik harekatında kimyasal silah kullanılmadığını bildirdi.
    El Kaide bağlantılı milisleri, ABD’ nin askeri saldırılarını kışkırtma amacıyla kimyasal silah olaylarını tezgahlamakla suçladı…
     
    *
    Zaten Washington’un Rusya ve Çin’e yönelik tehditleri,
    Rusya ve Çin’i hedef olarak adlandırdığı ve bir terör savaşı yürütmekte olduğunu bildirdiği,
    Ocak’ta ilan ettiği yeni  Ulusal Güvenlik Stratejisinde belirtilmiştir.
    ABD; Rusya ve Çin’i kendi liderliğindeki bir dünya düzenini tehdit eden revizyonist güçler olarak nitelendirirken,
    Büyük bir güç rekabetini de ulusal güvenliğinin temel odak noktası olarak kabul ediyor!    
     
    *
    Nitekim nükleer silahlı güçler arasında doğrudan bir çatışma tehlikesini ortaya koyan askeri çatışmaların ve gerginliğin artmasıyla birlikte, 
    Avrasya’da NATO, Rusya ve Çin’in düzenlediği savaş oyunları dikkat çekiyor.
    II. Dünya Savaşından sonra yapılan bu en büyük tatbikatlar endişe veriyor…
     
    *
    Bugün 1 Eylül’de Rus Donanması, Akdeniz’de on yıllardır en büyük konuşlandırmasını gerçekleştirmiştir.
    Moskova bu bölgede kıtalararası nükleer silahları içeren Tu-160 stratejik bombardıman uçaklarıyla birlikte 25 gemi ve 30 uçaklı  sekiz gün sürecek deniz-hava tatbikatını başlatmıştır.
    3 Eylül’de NATO  2bin 300 askeriyle Ukrayna sınırları içinde Rapid Trident 2018 tatbikatına hazırlanıyor.
    NATO bu tatbikattan sonra 25 Ekim’den 7 Kasım’a kadar yine Rusya’nın sınırları dibinde Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana en büyük tatbikatını, Trident Juncture 2018′ i yapacaktır.
    Bu savaş oyununa, 130 uçak ve 70 savaş gemisi ile birlikte 40 bin asker katılacak, Almanya tatbikatı 8 bin asker, 100 tank ve 2 bin savaş aracı ile destekleyecektir.
    11 Eylül’de bu defa  Rusya, Çin ve Moğolistan Trans-Baykal bölgesinde 300 bin asker, bin uçak ve 36 bin araçlık Vostok- 18 tatbikatını başlatacaktır!
     
    *
    Bu listeye, ABD ve İsrail’in Suriye’de İran’ın askeri hedeflerini vurmak için geliştirdiği plana karşı çıkmak için İran’ın, Suriye ve HAMAS’ın;
    Birbirleriyle karşılıklı hava ve askeri koruma sağlamak üzere yaptıkları anlaşmayı da eklemek gerekiyor.
    Bu anlaşma çerçevesinde İran Suriye’deki askeri tutumunu derinleştirmeyi,
    Herhangi bir saldırı halinde Suriye ve Irak’taki Şii milis güçleri ile Fırat’ın Doğusu’ndaki ABD  ya da İsrail güçlerine misillemede bulunmayı, 
    Suriye’deki üslerini güçlendirmeyi öngörüyor.
    ABD ise İran’ın bu tehditine karşı bölgede özellikle Tomahawk seyir füzeleri ile hızlı tepki verebilen büyük bir deniz ve hava gücünü hazırlamış bulunuyor.  
     
    *
    Büyük güçlerin başkentlerinde, halkların bi-haber olduğu devlet ve askeri yetkililer gezegeni tahrip edecek ve milyarları öldürecek savaşlar planlıyor.
    Bu tatbikatlar, ABD liderliğinin yıllardır yarattığı çeşitli parlama noktalarında gerginlik yaratıyor.
    NATO, Rusya ve Çin arasındaki doğrudan çatışma tehlikesi açıkça tartışılıyor.  
     
    *
    Yakın bir süre önce Başkan Trump’un “Dünya  ateş ve öfkeyi hiç bu kadar görmedi” diye tehdit ettiği, Doğu Rusya’da sınırları olan,
    Kuzey Kore ile yapılan görüşmelere rağmen saldırıları önleyici Güney Kore katılımlı askeri tatbikatların yeniden başlayabileceği uyarıları yapılıyor. 
    İşte Suriye’nin İdlib bölgesinde ABD, Fransa, İngiltere ve Türkiye’nin desteklediği İslami Cihad teröristleri “İnsan Haklarına Saygı” postuna  bürünmüştür.
    ABD Suriye’de “vurulacak yerler listelendi” açıklaması yaparken,
    Rusya “Batılı ortaklarımıza ateşle oynamamaları için güçlü bir uyarı gönderdik” diyor.  
     
    *
    Dün Doğu Ukrayna’da Rus destekli ayrılıkçı Donetsk Halk Cumhuriyeti’nin lideri Alexander Zakharchenko bir terör saldırısında  öldürülmüştür. 
    Rusya, bu suikastı Kiev’deki NATO destekli Ukrayna rejiminin gerçekleştirdiğini iddia ediyor.
     
    Hükümetler  fütursuzca nükleer silahların da dahil olduğu dünya savaşının eşiğine geliyor.
    Temel tehlike, kitlelerin risklerin farkında olmamasıdır. 
    Ne yazık ki, Moskova ve Pekin politikaları da, ABD’nin emperyalist savaşı yoluna karşı çıkmanın hiçbir yolunu sunmuyor. 
     
     
    2.9.2018
  • ANCAK AHMAKLAR YANLIŞTA DİRENİR

    ANCAK AHMAKLAR YANLIŞTA DİRENİR

    22 Ağustos’ta İŞİD’in lideri Ebu Bekir El Bağdadi, “şehadet şerbetini içip dar-i bekaya kanat açmış” takipçilerine bu yılın ilk mesajını verdi.
    Onlardan “Batı’ya yalnız kurt saldırıları yapmalarını” istedi.
    Mesaj yeni bir terör dalgası konusunda politika yapıcıları uyardı.
     
    *
    Ayrıca politika yapıcılar, İŞİD’ den önce Usame bin Ladin ve Ebu Musab el-Zerkani’nin yanısıra,
    Stratejistler Ebu Bekir Naji ve Ebu Musab el Suri’yi de kapsayan ulusötesi cihatçıların;
    Türlü denemeler ve başarısızlıklardan sonra hâlâ Müslüman ulus devletlerin kalıntıları üzerinde bir halifelik kurmak ve kontrolünü genişletmeye dayanan politik hedeflerine ulaşmak için,
    Yerel başarıları sınır ötesi politik etkilere nasıl dönüştüreceklerini,
    Cıhadçıların devrimci vizyonunu desteklemek için yeteri kadar İslamcıyı  nasıl seferber edecekleriyle ilgili “kümelenme- toplanma problemlerini” çözemediklerini, 
    Bu yüzden büyük stratejilerini takip edemediklerini,
    Ancak ‘Yalnız Kurt’ terörizmiyle yapılacak bir saldırının diğer bireylere kendi operasyonlarını yürütmeleri için ilham vermesini, 
    Böylece kendi kendini idame ettiren bir dinamik üretmesini hedeflediklerini anladılar…
     
    *
    Suriye’de iç savaş, Irak Sünnilerinin marjinalizasyonu ve ABD’nin Irak’tan çekilmesi gibi en elverişli koşullara sahip olmasına rağmen, 
    Irak ve Levant İslam Devleti (IŞİD) cihatçı grubunun nihai başarısızlığının nedeni de buydu.
    Bu yüzden Irak ve Suriye’de yaşadığı topraklarda devlet inşasına odaklanamadılar ve daha fazla genişlemekten vazgeçtiler…
     
    *
    Şimdi ISİD hayatta kalmayı garanti altına almak için yeterli kazançlar sağlayamazsa,
    Daha zayıf olan ulusötesi cihat gruplarının kaçınılmaz olarak daha da büyük zorluklarla karşılaşacağı bir noktadadır.  
    Bu yüzden IŞİD, ulusötesi ideolojisine aykırı olarak komşu ülkelerle konaklama ve hatta işbirliği yapıyor…
     
    *
    Astana Anlaşmasına göre Türkiye, İdlib de-eskalasyon bölgesinde;
    Görüntüde Suriye yönetimiyle işbirliği yolu çizerek çatışmaların bitmesine çaba göstermek,
    İdlib’teki yönetimi silahlı terör gruplarından alarak sivil idareye devretmek, 
    Radikal unsurları elimine ederek kentteki çatışmasızlığı denetlemek ve güvenliği yerel polis güçlerine bırakmak görevini yerine getiriyor!
     
    *
    Türkiye bu görevi, Suriye toprak bütünlüğü ve bölgedeki nufusunun artacak olmasıyla sağlanabileceği öngörüsünde bir strateji ile yürütüyor.
    Yani Türkiye bu görevi aldığı andan itibaren bölgeye çok sayıda Sünni Arap taşıyacağını ve yeni bir demografik yapı oluşturacağı bildirmiştir!
    Ama Türkiye’nin stratejisi; Osmanlı’nın eski topraklarında mesela Ortadoğu’da ağırlıklı olarak İslam din ve gelenekleri ile uyumlu bir ekonomik ve siyasi düzeni oluşturmaya dayanıyor!
     
    *
    Ya da Türkiye, Kuzey Kıbrıs’ı Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne dönüştürdüğü gibi,
    Cerablus ve Afrin’de askeri müdahalelerle ve İdlib’te de-eskalasyon bölgesi sorumluluğu göreviyle; Kuzey Suriye’yi askeri, ekonomik ve politik olarak kendine bağlıyor.
    Nitekim Türkiye’nin bu stratejisi İŞİD’in kümelenme-toplanma sorununa fırsat yaratmıştır.
    IŞİD daha baştan beri komşu  ülke Türkiye’de konaklıyor ve hatta işbirliği yapıyor…
     
    *
    Nitekim İdlib’in gerçeği, Türkiye’nin kuzeybatı Suriye’nin kontrolünü ele geçirme konusundaki işbu riskli yatırımlarından kaynaklanıyor… 
    Türkiye’nin istilacı stratejisi  Suriye İç Savaşının başladığı günlerden geliyor.
    O günlerden beri  Türkiye, bu bölgede ekonomik kaynaklar üzerinde egemen olunacağı senaryosunu IŞİD ile birlikte yürütüyor.
    İŞİD ile birlikte Suriye’nin petrol gelirlerine el konuldu,  kaçak petrolden kazanıldı, tarihi eserlere ve  bankalardaki altın ve döviz kaynakları iç  edildi.
    Ama  pastayı Kürtlere yedirmemek için uzun süre hem Nusra Cephesi, hem Müslüman Kardeşler örgütü, hem de IŞİD’le birlikte Suriye’de hem Kürt  hem de Alevi köylerine yapılan saldırılara  ortak olundu.
    Böylece  cihatçı muhalefet aktörleri üzerinde güçlü birliktelikler oluşturuldu.
    İdlib bugün  Türkiye’nin kontrolündeki Özgür Suriye Ordusu,  Ahrar al-Şam, Failaq el-Şam’dan sonra kendisine Hayet Tahrir el-Şam (HTS) adını veren El Kaideci Nusra Cephesinin işgalindedir.
     
    *
    İdlib’in 2011’de yaklaşık 750 bin olan nufusu,Türkiye’nin stratejisi doğrultusunda ülkede yerinden edilen en az 1.2 milyon insanın bu bölgeye tıkılmasıyla yaklaşık 2.5 ila 3 milyona yükselmiştir.
    El Kaide ile bağlantılı en az  70 bin silahlı militan Idlib’ te ve  bölgesinde yaşıyor… 
    El kaideci El-Nusra Cephesi, yeni adıyla Tahrir el-Şam (HTS) askeri seferberlikle gelişmiş ve bölgede hakimiyet kazanmıştır.
    Türkiye ile birlikte şimdilerde siyasi ve yönetişim çabalarını genişleterek sivil bir  Kurtuluş Hükümeti’ni koordine ediyor!
     
    *  
    HTS’nin TSK ile bu işbirlikçi ilişkisi, grubunun uzun vadeli çıkarlarını korumak için pragmatik bir yoldu.
    Ancak şimdi Türkiye’nin bir rejim saldırısını önleyebilmek için HTS’ yi satması zor görülüyor.
    HTS’nin de böyle bir durumda, Türkiye destekli silahlı bir yapıya dönüşmesinden başka çaresi bulunmuyor!
     
    *
    Bu karmaşada  Suriye Arap Ordusu Rusya’nın desteği ile haklı olarak topraklarını özgürleştiriyor.  
    Bugün rejim, ülke topraklarının yüzde 96.5′ inin denetimini yeniden ele geçirmiştir.
    Şimdi sıra ülkenin kuzeybatısında İdlib ilindedir!
     
    *
    Türkiye’nin ağırlıklı olarak İslam din ve gelenekleri ile uyumlu bir ekonomik ve siyasi düzeni, 
    Balkanlarda, Doğu Akdeniz’de, Ortadoğu’da ve Kafkasya’da  teşvik etmek ve kurmak hayali;
    Bilhassa Suriye trajedisinde savaş suçları işleyerek hukuku ihlal etmesi,
    Şimdi Türkiye’yi bunun ceremesini üstlenme yolunda  hızla bir bilinmedik sürece sürüklüyor.
     
    *
    Türkiye’ye ait “milli güç unsurları” birer birer çöküyor.
    Ama hükümet ne yardan ne serden vazgeçiyor!
     
    *
    İşte Hükümet Reisi, Radyo Televizyon Gazetecileri Derneği’nde konuşuyor….
    “Türkiye, mevcut fiziki sınırlarından ibaret bir ülke değildir. Türk milletini de bu sınırlar içinde yaşayanlardan ibaret göremeyiz. Bu ülkenin ve milletin gerisinde koskoca bir medeniyet, koskoca bir tarih, koskoca bir birikim vardır. Ülkemizin sınırları başkadır ama gönlümüzün sınırları bambaşkadır.  
    Türkiye’nin bu onurlu ve kapsamlı politikası, birilerini rahatsız ediyor. Ülkemizin üzerine bu kadar çok gelinmesinin sebebi işte budur. Farklı toplum kesimlerini tahrik edip ülkemizi iç kargaşaya sürükleyemeyince bu defa terör örgütleri vasıtasıyla dışardan tazzike başladılar. Yaptığımız sınır ötesi operasyonlarımızla bu projeyi de akamete uğrattık. Şimdi ekonomi üzerinden bizi sıkıştırmaya çalışıyorlar” diyor…
     
    *
    MÖ. 100′ de Marcus Tullius Cicero, ” Herkes yanlış yapar, ancak ahmaklar yanlışlarında direnirler” demişti…   
     
    31.8.2018
  • SAHTE HABERLER VE DEMOKRASİ

    SAHTE HABERLER VE DEMOKRASİ

     
    Pazar günü Rusya Savunma Bakanlığı, İdlib’in Kafr Zayta beldesinde chorine kullanılarak kimyasal provokasyon yapılacağını duyurdu. 
    Planın arkasında İngiliz Olive askeri şirketinin katılımcısı Beyaz Kasklılar örgütünün olduğu,
    Ama insanlara saldırının Suriye hükümetine bağlı militanlar tarafından yapıldığını düşündürmek ve şimşekleri Suriye hükümeti üzerine çekmek için;
    Ortadoğu ve İngilizce diliyle yayın yapan medyaya dağıtım amaçlı “Video klipler” çekildiği belirtildi…
     
    *
    Nitekim 21 Ağustos’ta ABD, İngiltere ve Fransa;
    İdlib’te sivillere ve sivil altyapıya karşı Suriye rejiminin saldırılarından ciddi şekilde endişe duyduklarını,
    Kimyasal bir saldırının uygun şekilde yanıtlanacağını açıkladılar… 
     
    *
    On yıllardır küresel ana akım medyası Orta Doğu ve Latin Amerika gerçeklerini dünya kamuoyuna kapatmıştır.  
    Bu durum marjinal sesleri dünya sahnesine koymayı kendine vazife eden dijital medyanın gelişiyle hızla  değişmiş, 
    Ancak sosyal medyadaki sahte haberler de belirsizlikleri daha çok arttırmıştır.
    Siyaset ile enformasyon arasındaki ilişkiyi kötüleştiren tezvirata dönük haberler; nüfusları bölmüş ve kan akmasına yol açmıştır.
     
    *
    Bu durumu uzun zamandır bir krizle karşı karşıya olan Nikaragua açıkça yaşıyor.
    Nikaragua hükümeti, 16 Nisan 2018’de tartışmalı bir refah reformu paketi başlattığında işler ters gitmeye başladı.
    Kitlesel protestolar çok geçmeden alevlendi, insanlar sokaklara çıktılar, barikatlar kurdular, devlet güvenliğiyle çatıştılar.
    Hükümet ülke çapında hareketleri ciddi biçimde kısıtladı.
    Barikatlardaki insanlar sadece refah reformlarını protesto değil,
    2007’den bu yana Daniel Ortega’nın başkanlık görevinden alınması için defalarca çağrıda bulundular.
    Durum hızla şiddete dönüştü, protestolarla 336 insan öldü, aylardır huzursuzluk sürüyor.
    Protestolar trajik bir şekilde toplumu parçaladı, aileler ve arkadaşlıklar arasına düşmanlık girdi…
     
    *
    Nikaragua krizi birçok yönden bir kutuplaşma krizidir.
    Kriz sadece kimin doğru ya da yanlış olduğuyla ilgili değil, vatandaşların bilgi ile olan ilişkilerinde;
    Politik argümanların kontrol edilmesi ve dağıtılması biçimiyle her iki tarafında elde ettikleri bilgiye karşı gittikçe kararsız hale getirilmeleri,
    Böylece yapay olarak kutuplaştırılmalarının sağlanmasıyla ilgilidir.
    Bu yüzden ülkede yaşanan sosyal ve politik krizinden çıkış yolu görülmüyor.
       
    *
    Halbuki Nikaragualılar daha birkaç yıl önce , önyargıyı tanımlamak ve gerçeği yalanlardan ve propagandadan ayırt etmek konusunda kollektif bir tutum gösteriyordu.
    Ancak bugün sadece bilgi hacmi yüzünden değil, 
    Aynı zamanda algoritmik küratörlük yapan insanların önyargıyı başarılı bir şekilde tanımlayan stratejiler geliştirmeleri engellenmiştir.
    Üstelik teknolojik gelişmeler bu stratejileri daha da bozmuştur.
    Çünkü insanlar teknolojik gelişmeler sonucunda sahte videolar, fotograflar ve seslerle sahte haberlerin yapıldığı biliyor.
    Artık herkes okuduğunda ve gördüğünde daha şüphecidir.
    Hangi kaynaklara güveneceğine karar verirken belli bir miktarda kuşkuculuk yararlı olurken,
    Bugün ortaya çıkan kararsızlık, güvensizlik ve sinizm tam anlamıyla bir duygu karmaşasına neden oluyor…
     
    *
    Nikaragua’da her iki taraf da birbirlerini video ya da fotoğrafları manipüle etmek ve taklit etmekle suçlasalar da kanıtlarını gösteremiyorlar.
    Bunun sonucunda Nikaragua’da sahte haber dönemi insanların bilgi ve ilişkilerini tam anlamıyla değiştirmiştir.
    Bu noktada hiçbir şeye güvenilemeyeceği ve tüm bilgi kaynaklarının kirlendiğine inanan haber tüketicilerinin güvenilir kaynaklara önem verdikleri düşünülebilir.
    Ama onlar tüm haberleri sahte veya en azından güvenilmez olarak reddederler ve pozisyonlarını güçlendirmeye yönelik  daha az bilgiye razı olurlar! 
     
    *
    Nikaragua tarihin, sömürgeciliğin, emperyalizmin ve dayanışmanın katmanları üzerine son derece karmaşık ve politik bir durum arz ediyor.
    Kuşkuculuk ve bilgiye karşı olan kararsızlık, tüm tarafları diyalogun ancak imkansız olduğu bir düzleme kilitliyor.
    Çatışma ve şiddetin sürdüğü sırada diyalog sağlanması her zaman zordur ama son dört aydır Nikaragua’da ne olup bittiğini görmek dahi zorlaşmıştır. 
    Bu koşullarda anlamlı bir diyalog olmayacak, şiddete  son verilemeyecek, adalet tesis edilmeyecek ve ülkenin çöküşüne engel olunamayacaktır… 
     
    *
    Çünkü demokrasi sürekli sorgulama işidir.
    Bilgiyi uygun şekilde sorgulama yeteneği yitirilirse; 
    Demokrasi önce ikilemlere düşer,
    Sonra çöker.
     
    *
    Bugün dünya kamuoyu, hâlâ bu Batı medyası tarafından yönetiliyor.
    Batılı ülkeler Ortadoğu’da ya da Latin Amerika’da anlaşmazlıklara düştüğünde;
    Ana akım medya  devreye giriyor ve çoğu zaman ortaklaşa suçlamada bulunuyor!
     
    *
    İşte Suriye hükümeti de muhalif güçlere karşı defalarca kimyasal silah kullanmakla suçlanıyor.
    Hükümet her defasında bu suçlamaları reddediyor ama ülkenin silahlı muhalefet güçlerine de büyük baskı yapıyor!
    Nitekim ABD Başkanı D.Trump, ülkenin kimyasal silah kullanımını misilleme bahanesiyle Suriye’ye iki füze saldırısına izin vermiştir.
     
    *
    Şimdilerde Rus ve bazı Batı medyasının bildirdiği, Beyaz Kasklıların Suriye’de kimyasal silah saldırılarını başlatacaklarına  dair haberlere,
    Batılı ana akım medya sessiz kalıyor ve Suriye hükümetinden bahsetmekten kaçınıyor.
    Ardından Rus savunma bakanlığı açıklaması; 
    Şam ve Moskova’da, Suriye hükümetinin yeniden hedef alınması ve askeri saldırıların tekrarlanmasından endişe edilmesine yol açmıştır…
     
    *
    Doğrusu Suriye hükümetinin muhalefete saldıracak kimyasal silahlar kullanma konusundaki motivasyonunu açıklamak zordur.
    Bununla birlikte, bu tür bariz bir paradoksa karşı kör bir bakış açısıyla, ana akım Batı medyasında muhalefetin güvenilir bir bilgi kaynağı olduğunu söylerler!
    Tek taraflı suçlamalara dayanarak Washington tarafından başlatılan askeri saldırıları sorgulamaz veya eleştirmezler…
     
    *
    Halbuki son yıllarda Batı kamuoyu kurumlarının kendi ülkelerinin;
    Kendilerinden  olmayan güçlere ilişkin konularda çıkarlarını korumaya yönelik bir araç olarak hareket ettiği giderek daha fazla kanıtlanmıştır… 
     
    *
    En iyisi oturayım, önüme Sabah gazetesini açayım ve bir taraftan da ATV televizyonunu izleyeyim! 
     
    29.8.2018
  • KADERİ  ERDOĞAN’I İDLİB’ TE BEKLİYOR

    KADERİ  ERDOĞAN’I İDLİB’ TE BEKLİYOR

    Idlib eyaleti tek başına Suriye’deki muhalefet kontrolünün son kalesidir.
    Karmaşık ve kaotik bir görünümde İdlib’in geleceği bugün diplomatik çözümün merkezindedir.
     
    *  
    Ancak Suriye Arap Ordusu Idlib’in batısında Kinsaba, Ain el-Qantara’nın Lazkiye köylerinde, doğuda Abu Dhuhour’da  ve güneyde Hama’nın kuzey kırsalında konuşlanmıştır.
    Rusya Savunma Bakanlığı ise İdlib bölgesinde, hükümet güçlerinin kontrolünde bulunan Halep ve Hama’ya saldırmak üzere ağır silahlar ve zırhlı araçlar ile donatılmış binlerce militanın toplandığını duyuruyor.   
    ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton’da, İdlib’deki Tahrir el Şam (eski adıyla El Nusra) militanlarının sivillere ‘kimyasal silahla saldırma “hazırlığında olduğunu açıklamıştır. 
    İdlib’e her an bir operasyon gündemdedir…
     
    *
    Nitekim ABD, 56 cruise füzesi taşıyan USS The Sullivans destroyerini Basra Körfezine,
    B-1B  bombardıman uçağını da Katar’daki askeri üsse konuşlandırdığını duyurup, Suriye’yi yeniden vurmaya hazır oldukları uyarısında bulunmuştur. 
    Rusya’ da Karadeniz Filosundan Pytlivy füze  fırkateynini, muharebe personeli ve teçhizat taşıyan LST Orsk ve Nikolai Filchenko gemilerini Tarsus üssüne konuşlandırmıştır.
    Dışişleri Bakanı M. Çavuşoğlu ise “İdlib’te askeri çözüm felaket olur” diyor…
     
    *
    Belli ki, Idlib eyaleti yakında kesin bir şekilde Suriye rejiminin kontrolüne girecektir.
    Ancak şu dakikada, yaklaşık 70 bini bulan liderleriyle birlikte isyancıların ve İslami Cihatçıların kaderinin ne olacağı bilinmiyor.
    Sonuç büyük ölçüde Idlib’teki en etkili iki dış aktör olan Rusya ve Türkiye arasındaki etkileşime bağlıdır. 
     
    *
    Rusya ve Türkiye, İdlib’te barışçıl bir çözüm bulunmasında işbirliği yapıyorlar.
    Rusya, İdlib’in hükümet tarafından işgal edilmesi halinde savaşın uzayacağını, kendilerinin de Beşar Esad rejimine olan bağlılıklarının süreceğini düşünüyor.
    Türkiye ise ülkesini daha büyük bir mülteci akını ile tehlikeye atmak istemiyor.
    Üstelik Kuzey Suriye’ye nüfuz etme olanağını kaybedeceğini,
    Ayrıca Türkiye’de mevcut milyonlarca mültecinin geri gönderilme politikasının zayıflayacağını düşünüyor.
     
    *
    İkisi de birbirlerine ihtiyaç duyuyor.
    Rusya, muhalefetini yönetmek için Türkiye’ye dayanıyor.
    Türkiye ise Esad’ı yönetmek için Rusya’ya bağlıdır.
    Sadece Rusya, Suriye hükümetinin hava gücü üzerindeki kontrolü sayesinde Esad rejimini Idlib’e saldırmaktan kurtarabilir.
    İdlib’deki isyancı ve İslami Cihad  milislerinin çoğunu eğiten ve donatan Türkiye;
    Bu grupları Esad rejimi ile müzakere etmek ve her iki tarafın da kabul ettiği bir barış anlaşmasını destekleyerek silahların bırakılmasını sağlamayı öngörüyor.
     
    *
    İdlib sorununun çözülmesinde, hem Rusya hem Türkiye’nin müvekkillerini kontrol etme kapasitelerinin sınırlı olması başlıca sorundur.
    Çünkü Rusya ve Türkiye’nin Suriye’de başarıya çok fazla önem vermeleri,  
    Suriye’deki müvekkillerinde yani hem isyancılar hem de Esad rejiminde, patronları tarafından terk edilmeyecekleri inancını pekiştirmiştir. 
    Herhangi bir uzlaşmanın geleceklerini riske atacağına inandıkları zaman, en yakın müttefiklerinden ciddi baskılara ya da tehditlere bile yanıt vermiyorlar… 
     
    *
    ABD Suriye’deki en güçlü aktördür ve en büyük stratejik esnekliğe sahiptir.
    Fakat İdlib’te Rusya ve Türkiye’den daha az yer alıyor, İdlib’e önem vermeyen bir profil çiziyor.
    Bu durumda Türkiye- Rusya anlaşmasında İdlib sorununun çözülmesi;
    El Kaide bağlantılı grupları kitlesel şiddetten ayırma ve bu grupların yerleştikleri alanları işgal etme stratejisine dayanıyor.
    ABD bu adımın atılması ve  İdlib’de El Kaide’nin güvenli sığınağına son verilmesinin ardından;
    Esad rejimini devirme ya da ılımlı muhalefeti Idlib’ te korumayı amaçlamayan, aksine savaşan yerli aktörlerin Yeni Suriye hedefine yönelmesini öngörüyor…  
     
    *
    Türkiye Rusya işbirliği Suriye savaşında yeni bir olgudur.
    ABD ve Türkiye destekli gevşek koordinasyondaki  isyancılar ve radikal unsurlar İdlib’te kontrolü ele geçirdiğinde,
    Türkiye bu bölgede ekonomik kaynaklar üzerinde egemen olacağı bir senaryoyu isyancı ve radikal unsurlarla birlikte  yürütmekteydi..
    Ne ki, bu hızlı saldırı Rusya’nın ataklarını tırmandırdı.
    Moskova, Suriye’nin kuzeybatısında Türk iktidarının yükselmesi ve başarı olasılığına karşı Suriye Savaşına katıldı…
     
    *
    Rusya önce Türkiye sınırında Suriye tarafındaki isyancıların  güvenli sığınaklarına karşı hava saldırılarına odaklandı.
    Rus Hava Kuvvetleri bunu yaparken isyancıların bombardımanları engellemek için Türkiye hava sahasını rutin olarak ihlal ediyordu.
    Bu ihlallere Türk Hava Kuvvetleri Kasım 2015’te bir Rus SU-24 bombacısını vurmakla karşılık verdi.  
     
    *
    Bir süre sonra Türkiye ve Rusya, ABD stratejisiyle ilgili karşılıklı hoşnutsuzluğu gördüler ve Suriye’de bir araya gelmeyi başardılar.
    Çünkü ABD’ nin 2016’da Fırat nehrinin batısındaki Suriyeli Kürt güçlerini getirerek Manbij’i ele geçirme saldırısı; 
    Türkiye’nin Kürt Demokratik Birlik Partisi’nin (PYD) kuzey Suriye’deki yönetişimi güçlendireceği kaygısını pekiştirdi.
     
    *
    Kentin çöküşü Suriye’nin kuzeydeki Kürt bölgelerine karşı  müdahalesini başlattı.
    Bölgedeki Kürt genişlemesi ve PYD bağlantılı yönetim yapılarının konsolidasyonu Türkiye’yi endişelendirdi. 
    Türkiye Rusya’nın siyasi desteğine döndü ve bölgede bir Türk askeri varlığının oluşmasını istedi.
    Moskova kabul etti ancak bir bedeli vardı!
    Türkiye’ye İdlib’te isyancı ve radikal örgütleri teslimiyete zorlamak için tasarlanmış bir  de-eskalasyon bölgesi kurma görevi verildi.
    Böylece Suriye rejimi savaş alanını daralttı ve muhalefete karşı birden fazla cephede savaşan güçlerini yeniden toparladı.
     
    *
    Bu stratejinin bir parçası olarak Esad rejimi ve Rusya, savaş alanının diğer bölümlerindeki isyancıları Türkiye’nin kontrolündeki bu topraklara sürdüler.
    Sürgün, çatışmayı ortadan kaldırmak, isyanın kontrolünü ele geçirmek ven ayaklanmanın aktif ceplerini zorlamak için Rus stratejisinin temel bir unsuruydu. 
    Aslında Türkiye, Esad rejiminin Suriye’deki kontrolünü yeniden tesis etmek için Rus çabalarına olanak sağlamıştı…
     
    *
    Buna karşılık Türkiye de, Rusya’dan Kürt düşmanlarına karşı hareket etmek, nihayet kuzeyde bir dereceye kadar istikrar oluşturmak özgürlüğünü kazandı.
    Kuzey Suriye’de istikrar Ankara’nın mülteci akışını tersine çevirmesini ve mültecilerin Türkiye’yi terk etmesini sağlamayı öngörüyordu. 
    Bugün Türkiye’nin etkisi altındaki İdlib, Suriye’nin diğer bölgelerini terk etmek zorunda kalan Esad karşıtı muhalefetin son yeridir.
     
    *
    Suriye Savaşı’nın başından beri Türkiye’nin stratejisi; 
    Osmanlı’nın eski toprakları olan bu coğrafyada ağırlıklı olarak İslam din ve gelenekleri ile uyumlu bir ekonomik ve siyasi düzeni oluşturmaya dayanıyor. 
    Nitekim Türkiye baştan beri bu bölgede ekonomik kaynaklar üzerinde egemen olacağı bir senaryoyu, güçlü birliktelikler oluşturduğu  isyancı güçler ve radikal örgütlerle birlikte yürütüyor.
    İdlib bugün Türkiye’nin kontrolündeki Özgür Suriye Ordusu, Ahrar al-Şam, Failaq el-Şam’dan sonra kendisine Hayet Tahrir el-Şam (HTS) adını veren El Kaideci Nusra Cephesinin işgalindedir.
     
    Bu noktada Moskova ve Şam; rejimin çöküşünü engelleme konusundaki çıkarlarını paylaşsalar da, uzlaşmacı bir barış fikrine çok farklı  yaklaşım getiriyorlar.
    Rusya bir anlaşmaya varmayı hayal edebiliyor.
    Esad rejimi ise isyan alanlarında acımasız bir toplu ceza ve etnik temizlik kampanyasıyla bataklığı boşaltmak istiyor . 
    Bu yüzden rejim kendini  Idlib’deki isyanın son kalıntılarını kesin olarak ortadan kaldırmaya mecbur hissediyor. 
    Ve tartışma Türkiye’ye Rus vaatleri ile Moskova’nın Esad ile olan uyumu arasında gelişiyor.
     
    *
    Ruslar, Suriye hükümet güçlerinin Jisr Al-Shughur kırsalı ve Türk sınırına yakın Lazkiye bölgelerinden başlayarak aşamalı bir saldırı başlatmasını istiyor.
    Bu adım adım yaklaşım, Moskova’nın Türkiye’yi ikili görüşmelere dahil etmesine ve Ankara’nın Esad karşıtlığını yumuşatmasını öngörüyor.
     
    *
    Ama Türk ordusu, İdlib’te 12 gözlem noktasında küçük bir mevcuda sahiptir.
    Bu gözlem noktalarının ciddi bir savunması yoktur ve kolayca aşılabilir.
    Idlib saldırısı başladığında Türkiye bu küçük karakolları savunmak ya da geri çekilmek arasında seçim yapmak zorunda kalacaktır.
     
    *
    Halbuki Ankara, isyancıları Sünni halkın ordusu olarak ele alıyor.
    Bunun sonucu olarak İsyancıların liderliği de rejimin geri dönüşüne izin vermiyor, çünkü bu olasılık onların ölümü anlamına geliyor.
    Türkiye’ye ait karakolları tehditlerden korumak için birlikte savunma mekanizmalarını güçlendiriyorlar!
     
    *
    Şu dakikada rejim belki bir süre bekleyecektir.
    Bu sırada Türkiye, HTS ve diğer El Kaide bağlantılı grupları müzakere edilmiş bir çözüme ya da rejime dönüş fikrini kabul ettirmek için Idlib üzerinde artan rejim baskısını kullanmaya çalışmalıdır. 
    HTS liderliği kendini rejime muhalefet olarak tanımlıyor. 
    Ama bütün bunlar rejime bir meydan okuma olarak kabul ediliyor.
     
    *
    Bu noktada Rusya ve rejim kısa vadede Idlib’de sınırlı bir müdahaleyi  avantaj  olarak görüyor… 
    Rusya ve rejim için saldırı HTS ve aynı zamanda Türkiye üzerindeki baskıyı artıracaktır.
    Türkiye belki küçük bir saldırı yönetilebilir ve sınır ötesi insanların kitlesel hareketini önlemek için hazırlık yapabilir. 
    Türkiye için tehlike, Esad ve Moskova’ya imtiyaz vermeye hazır yerel bir muhalefet üretememesidir ki;
    Bu durum İdlib’de büyük bir tırmanışın kaçınılmaz hale gelmesine neden olacaktır..
     
    *
    Sonunda, İdlib’in kaderi eş zamanlı Rusya ve Türkiye’nin  kendi vekilleriyle müzakere etme çabalarına bağlıdır.
    Türkiye ve Rusya’nın müzakereye devam etmesi, kitlesel bir saldırıdan kaçınma ve bir barış anlaşmasını kolaylaştırmanın yollarını araştırmalarına yönelik çabalara ihtiyaç vardır.
     
     
    27. 8. 2018
  • İDLİB MÜZAKERELERİ

    İDLİB MÜZAKERELERİ

    The Godfather (Baba) filminde, mafya lideri Don Vito Corleone’un,
      ” Ona reddedemeyeceği bir öneri yapacağım,” ya da “Bize katıl ve bizim için birşeyler yap ” repliği;
    Kılıçtan keskin güce karşı zayıfın boynunun kıldan ince olduğunu işliyordu. 
     
    *
    21 Ağustos’ta ABD Başkanı D.Trump Rusya’ya benzer bir teklifte bulundu.
    “Moskova, Washington için iyi olacak bir şey yaparsa” Rusya’ya karşı yaptırımları kaldırmayı düşünmeye hazır olacağını söyledi.
    Trump, Moskova’nın Suriye ve Ukrayna konusunda ortak adımlar atması gerektiğini belirtti…  
     
    *
    22 Ağustos’ta Rusya Dışişleri Bakanı S.Lavrov, “Suriye yönetiminin daveti olmadan varlık gösteren tüm dış güçlerin bu ülkeyi terk etmeleri gerekiyor”dedi. 
    23 Ağustos’ta Dışişleri Bakanı M. Cavuşoğlu,
    24 Ağustos’ta Milli Savunma Bakanı H.Akar ve MİT Başkanı H.Fidan bir hafta sonra yeniden Moskova’ya gittiler. 
    Suriye’de yaşanan son durumu ve İdlib’e ilişkin gelişmeleri görüştüler. 
     
    *
    Rusya’nın İsrail ile müzakereleri sonrasında oluşturulan Astana Süreci’nde; 
    Suriye’de Ürdün sınırında: Guta: Humus kuzeyinde: İdlib’te olmak üzere dört de-eskalasyon bölgesi oluşturuldu.  
    Bu suretle;
    Suriye’de İsrail lehine kurtarılmış Sünni Arap Bölgeleri  kuruldu.
    Suriye rejimi  savaş alanını daralttı ve muhalefete karşı birden fazla cephede savaşan güçlerini yeniden toparladı.
     
    *
    Nitekim  Suriye Arap Ordusu Rusya’nın desteği ile giderek topraklarını özgürleştirdi.  
    Bugün rejim, ülke topraklarının yüzde 96.5′ inin denetimini yeniden ele geçirmiştir.
    Şimdi sıra ülkenin kuzeybatısında Kürtler de ve İdlib ilindedir.
     
    *
    İdlib yıllardır  silahlı direnişin ve El Kaide bağlantılı operasyonların merkezidir.   
    Bugün Suriye Arap Ordusu tarafından kuşatılmıştır.
    Suriye Hava Kuvvetler  İdlib’in dış bölgelerini düzenli olarak bombalıyor. 
       
    *
    Bu sırada Suriye Hükümeti, bir taraftan da Kürtlerle;  taleplerinin karşılanması konusunu aynı zamanda bölünmeyi engelleyecek önlemleri garanti eden yönetimsel ve kültürel otonomiyi tartışıyor… 
    “Üniter desantralize ” sistemi müzakere ediliyor.
    Müzakerelerde 23 Ağustos 2011′ de 107 sayılı Suriye Başkanlık Kararnamesi temel alınıyor.
    Bu kararname ile;
    Seçilmiş ve kısmen atanmış yerel otoritelere çeşitli seviyelerde yetki verilecek,
    Yerel otoriteler ise başkanlık tarafından atanan valilerin ve aynı zamanda başbakana bağlı Yerel Yönetim Yüksek Kurulu’nun denetimine tabi olacaktır.
    Şu sırada iki tarafın kurduğu 7’şer kişilik komisyonlar bu konular üzerinde çalışıyor…
     
    *
    Diğer tarafta karmaşık ve kaotik bir görünümde İdlib’in geleceği bulunuyor!
    Ve İdlib  bugünün diplomatik çözümün merkezini oluşturuyor.
    Astana Anlaşmasına göre Türkiye İdlib de-eskalasyon bölgesinde;
    Suriye yönetimiyle işbirliği yolu çizerek çatışmaların bitmesine çaba göstermek,
    İdlib’teki yönetimi silahlı terör gruplarından alarak sivil idareye devretmek, 
    Radikal unsurları elimine ederek kentteki çatışmasızlığı denetlemek ve güvenliği yerel polis güçlerine bırakmak görevini yerine getiriyor.
     
    *
    Türkiye bu görevi, görünürde Suriye toprak bütünlüğü ve bölgedeki nufusunun artacak olmasıyla sağlanabileceği öngörüsünde bir strateji ile yürütüyor.
    Yani Türkiye bu görevi aldığı andan itibaren bölgeye çok sayıda Sünni Arap taşıyacağını ve yeni bir demografik yapı oluşturacağı bildirmiştir!
    Ama esasen Erdoğan’ın stratejisi; Osmanlı’nın eski topraklarında mesela Ortadoğu’da ağırlıklı olarak İslam din ve gelenekleri ile uyumlu bir ekonomik ve siyasi düzeni oluşturmaya dayanıyor.
     
    *
    Nitekim İdlib’in gerçeği, Türkiye’nin kuzeybatı Suriye’nin kontrolünü ele geçirme konusundaki işbu riskli yatırımlarından kaynaklanıyor… 
    Erdoğan’ın istilacı stratejisi  Suriye İç Savaşının başladığı günlerden geliyor.
    Baştan beri Türkiye, bu bölgede ekonomik kaynaklar üzerinde egemen olunacağı senaryosunu IŞİD ile birlikte yürüttü.
    İŞİD ile birlikte Suriye’nin petrol gelirlerine el konuldu,  kaçak petrolden kazanıldı, tarihi eserlere ve  bankalardaki altın ve döviz kaynakları yok edildi.
    Ama  pastayı Kürtlere yedirmemek için uzun süre hem Nusra Cephesi, hem Müslüman Kardeşler örgütü, hem de IŞİD’le birlikte Suriye’de hem Kürt 
    köylerine hem de Alevi köylerine yapılan saldırılara  ortak olundu.
    Böylece  cihatçı muhalefet aktörleri üzerinde güçlü birliktelikler oluşturuldu.
    İdlib bugün  Türkiye’nin kontrolündeki Özgür Suriye Ordusu, El Kaideci el-Nusra Cephesi, Ahrar al-Şam, Failaq el-Şam’dan sonra kendisine Hayet Tahrir el-Şam (HTS) adını veren Nusra Cephesinin işgalindedir.
    El Kaide ile bağlantılı en az  70 bin silahlı militan aileleriyle birlikte Idlib’ te yaşıyor…
     
    *
    Şimdi Suriye Hükümeti  ve Rusya; Türkiye’den İdlib’ten çekilmesini ve bölgeye sığınmış cihatçıları kendi kaderleriyle baş başa bırakmasını istiyor…
    Türkiye ise İdlib ” kırmızı çizgimdir” diyor ve Suriye rejimine asla bir girişimde bulunmaması için dikkat çekiyor!
     
    *
    Ancak  Türkiye’nin ABD ile süren “Pastör Brunson” krizinin altında da yatan İdlib Sorunu ile ilgili,
    Bugün Rusya Savunma Bakanı S. Şoygu, Milli Savunma Bakanı H. Akar ve MİT Başkanı H.Fidan’ın görüşmesinde,
    Suriye’deki durum, bölgesel güvenlik ve askeri-teknik işbirliği istişare edilmiş,   
    Rus tarafı, Türk meslektaşlarına Suriye’nin kuzeybatısındaki durumun normalleşmesiyle ilgili tekliflerini sunmuştur.
     
    *
    Bir süredir Türkiye’ye fısıldanan bu teklife göre;
    Türkiye, bölgedeki Suriye Arap Ordusu’nun  İdlib müdahalesine karşı çıkmayacak,
    Rojava’da Kürtlere özerkliğin  verilmeyeceği bir planı onaylayacaktır.
    Moskova’nın bu planı ABD’ den  kismi olarak onay almış, Başkan D.Trump’ da olumlamıştır.
    Türkiye’nin İdlib’e hiçbir şekilde müdahalede bulunmayacağı belirtilen teklifte,
    İdlib’ten kaçacak olan silahlı militanların Türkiye’ye geçmesi Ruslar tarafından engellenecektir… 
    Suriye ve Rusya; Kürtlere herhangi bir özerklik verilmeden haklarını  tanıyacak,
    Ve İdlib operasyonunun ardından Türkiye Suriye’den çekilecek, Suriye yönetimi ile Ankara normalleşme sürecine girecektir.
     
    *
    Mazi severlikle ve boş bir peşinde Türkiye’nin değerleri yokedilmiş,  manevi ve maddi kayıplara uğranılmıştır.
    Elbette bu akılsız başa, önünde sonunda gerekli ders verilecektir. 
     
    25. 8. 2018
  • ABD ARA SEÇİMLERİ ÖNCESİNDE

    ABD ARA SEÇİMLERİ ÖNCESİNDE

     
    ABD ekonomisi etkileyici bir şekilde büyüyor.
    2018’in ikinci çeyreğinin sonunda GSYİH yüzde 4,1’lik büyüme kaydetti.
    İşsizlik oranı son on yıl içinde ilk kez yüzde 4’ün altında gerçekleşti.
    Özellikle Afrikalı-Amerikalılar arasındaki işsizlik  tarihteki en düşük orandadır…
    Yine de Amerikalılar, Başkan D.Trump’ı son kamuoyu yoklamalarında  42-45’lik bir yüzdelikle onaylıyor…
    *
    Amerikan toplumunun artan kutuplaşması göz önüne alındığında,
    Trump yönetiminin hem iç hem de dış arenada etkileyici rakamları ve başarılarına rağmen,
    6 Kasım ara seçimlerde Cumhuriyetçi Parti’nin dar çoğunluğunu koruması zorlu bir görev olacaktır.
    *
    Demokrat Parti, ara seçimlerde  Kongre’de çoğunluğu kazanırlarsa;
    Başkanlık politikasına ve Amerikan siyasal sisteminde güç dağılımına ilişkin kısıtlamalar getirmeyi amaçlıyor.
    Dahası 2016 seçimlerinde Rus katılımı konusunda devam eden soruşturmadan hareketle;
    Trump’ı Beyaz Saray’dan tamamen çekilmeye zorlamayı öngörüyor.
    *
    Demokratlar D.Trump’la mücadele etmek, karalamak ve görevden alınmasına yol açmak üzere;
    Hem içerde, hem de dışarıda geniş kapsamlı bir kampanya yürütüyor.
    Beraber çalıştıkları sivil, asker bürokratların çıkardığı fesadlardan ve ana akım  medya kanallarından yararlanıyorlar.
    Özellikle H.Clinton, Başkan Trump’ı devirmeyi amaçlayan “Onward Together-Hep birlikte ileri” adlı derneği üzerinden sürekli siyasi kirlilik oluşturuyor.
    Washington’da göz gözü görmüyor…
    Ara seçimler yaklaştıkça toplumsal gerilimler artıyor ve her iki taraftaki retorik buna göre gelişiyor…
    *
    Bu sırada Başkan Trump, meşruiyetiyle ilgili meydan okumalarla uğraşmak zorunda olduğundan,
    Yönetiminin ve müttefiklerinin güvenlik çıkarlarını gerçekleştirme kabiliyeti zayıflamaktadır.
    Eğer Demokrat Parti Kongre seçimlerinde çoğunluğu kazanır ve gerçekten de Trump’ı etkilerse;
    Amerikan toplumunda ve siyasetinde derin bir krizin yaşanması olası görülüyor.
    Bu durumda ABD’nin dış politika meseleleriyle başa çıkabilme yeteneği önemli ölçüde  zedelenecektir…
    *
    İşte son zamanda, Demokratların o kaynağından yeni bir kampanya başlatılmıştır.
    Washington Post, Yemen savaşına ABD’nin desteğini sona erdirmek için çağrıda bulunuyor
    Demokrat  Kongre üyeleri Yemen savaşı için ABD desteğinin menfur ve yasadışı olduğunu ve bu savaşa mutlaka bir son verilmesini istiyor
    Ama Trump bu talepleri görmezden geliyor…
    *
    Pazar günü, Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton ABC kanalındaydı.
    Kasım ara seçimlerinde ABD’nin en çok endişe duyduğu dört ülkenin İran, Rusya, Çin ve Kuzey Kore olduğunu söyledi.
    Özellikle ABD’nin Mayıs’ta nükleer anlaşmadan çekilmesi ardından,
    İslam Cumhuriyeti için çok önemli ekonomik ve yerel siyasi sonuçları tetiklemesine karşılık,
    Tahran’ın açıkça Başkan Trump’ın ABD Kongresi’nde siyasi olarak zayıfladığını görmeye heves ettiğinin altını çizdi…
    *
    Bolton, “Ancak ABD ve İsrail, en azından Başkan V.Putin’in ifadesine göre Suriye ve Irak’taki İran güçlerinin, vekillerinin ve Hizbullah’ın çıkarılmasına yönelik bir ilgiyi paylaşıyor” dedi.
    Başkan Trump’ın nükleer anlaşmadan çekilme kararıyla İran ekonomisini çok zayıflattığını,
    İran Devrim Muhafızları ve Kudüs Gücü’nün;
    Artık Suriye ve Irak’ta olduğu gibi Yemen’de de saldırı operasyonlarını yürütme yeteneğini kaybetmekte olduğunu söyledi.
    Sözlerine İran’ın askeri operasyonlarıyla terörizme destek verdiğini, barış ve güvenlik için büyük tehdit oluşturduğunu ekledi..
    *
    Nitekim BM barış çabalarının bir türlü neticeye ulaşmadığı Yemen’de;
    ABD’nin İran rejimi üzerindeki yaptırımları yeniden uygulamaya koyması,
    Böylece Tahran’ın bölgesel vekil güçlerine nakit akışını kısıtlama kararına karşı,
    El-Hudeyde limanının kontrolü için kararlı bir savaşa yaklaşılıyor…
    *
    Yemen; Aden Körfezini ve körfezin Kızıldeniz’e açılan Mendeb Boğazını,
    Öte yandan  Hint Okyanusunun Afrika’ya uzanan şeridinde Afrika ile Asya’ya, Kızıldeniz’den Avrupa’ya deniz yollarını kontrol ediyor.
    ABD bu dar deniz yolu üzerinde denetimini geliştirmeyi, donanmasının bu stratejik geçiş yolunda her iki yöne hareket etmesini ve rakiplerini erişimden mahrum bırakma becerisine sahip olmayı güvence altına almanın peşindedir…
    *
    Amaç günlük olarak milyonlarca varil petrolün Mendeb boğazından geçişinde etkin olmak isteği olunca;
    Bu dar deniz yolu bir kıyamet senaryosuyla da besleniyor.
    Olası bir saldırıda Mendep Boğazı ve Süveyş Kanalı stratejik önemini kaybedecek ve milyarlarca dolar değerinde tonlarca petrol denize dökülürken, koca deniz alev alev yanabilecektir!
    Bu senaryo bir İran’ın stratejisi olarak algılanıyor ve bölge güvenlik açısından çok riskli bir kategoride addediliyor…
    Üstelik İran nükleer teknoloji ile nükleer silahlarını ya da petrol ve gazını  Körfez’in  en dar noktası olan Hürmüz Boğaz’dan geçiriyor.
    O yüzden İran’ın Hürmüz Boğazını ve Mendep Boğazını  bloke etmesi olasılığı büyük önem arzediyor…
    *
    Yemen’in kuzey ve kuzeydoğusunda İran’dan ekonomik ve askeri destek alan Şii Zeydiler ve operasyonel gücü Husiler yaşıyor.
    Yemen’de Zeydilere destek veren İran ile Sünnilerin kontrolündeki merkezi hükümetin destekçisi ve arka planda Güney Yemen bağımsızlık hareketi ile teması olan Suudi Arabistan arasında bir vekâlet savaşı yürüyor…
    *
    El- Hudeyde limanı Yemen’in can damarıdır ve bugün Husilerin kontrolündedir.
    Toplam ithalatın gıda, sağlık ve giyim dahil yaklaşık üçte ikisi ülkeye bu limandan giriyor.
    Aynı zamanda İran’ın Yemen’de faaliyet gösteren isyancı Şii Zeydilere ve Husilere  yasadışı silahları buradan  iletiyor.
    *
    BM, Husilere milyonlarca sivile insani erişimi garanti altına almak için kenti tarafsız bir uluslararası rejime devredeceği bir plan önermiştir.
    Ancak barış görüşmelerinden faydalanan Husiler, El Hudeyde’deki  güçlerini ve faaliyetlerini daha da arttırmış,
    Kenti devretmeyeceklerini ilan etmişlerdir.
    Durum çok gergindir ve bir savaş olasılığı yüksektir.
    *
    Bu perspektifte  Afrika Burnu denilen stratejik bölgedeki Somali ve Cibuti coğrafyaları da;
    Bir yanda Aden Körfezini ve körfezin Kızıldeniz’e açılan Mendeb Boğazını,
    Öte yanda Hint Okyanusunun Afrika’ya uzanan şeridinde Afrika ile Asya, Kızıldeniz’den Avrupa’ya tüm deniz yollarını kontrol ediyor.
    Ayrıca Arabistan Yarımadası’nın doğusunda, İran Körfezi’ne uzanan bir yarımada üzerinde kurulu Katar; Basra Körfezini tutuyor.
    *
    Türk Silahlı Kuvvetleri, Mogadişu’da Görev Kuvveti Komutanlığı üssünde Somali ordusunu eğitiyor.
    Türkiye Cibuti’de ekonomi ağırlıklı bir üs kuruyor.
    Türk askeri Katar Doha’da denizden ve havadan lojistik desteğe müsait ‘El Rayyan Üssü’de’ bulunuyor.
    *
    Bu noktada yabancı güçlerin Suriye ve Irak’tan çıkması söylemi artık gündemi belirler haldedir.
    İran, Suriye rejiminin daveti nedeniyle bölgede olduğunu,
    Esasen Suriye’den çıkması gerekenlerin başta ABD olmak üzere Türkiye olduğuna işaret ediyor.
    Açık ki, Türkiye’nin Suriye kuzeyini  Sünni Araplar üzerinden islamcılaştırmasını istemiyor.
    Ve bu konuda Rusya ile ortaklaşıyor…
    Yemen’ den çıksam hemen karşıda Afrika Boynuzunda,
    Ya da Katar’da Türk güçlerinin ne işi var, diyor!
    *
    ABD’ de ara seçimler yaklaşıyor.
    İyi bayramlar efendim…
     
    21. 8. 2018
  • HEDEF TÜRK MİLLETİ  DEĞİL

    HEDEF TÜRK MİLLETİ  DEĞİL

    Saray sözcüsü İ.Kalın, ” Beyaz Saray’dan gelen açıklamada, Rahip bırakılsa bile bu vergilerin kaldırılmayacağı bunun ABD’nin ulusal güvenlik sorunu olarak görüldüğü söylendi. Değerlendirmeniz nedir?” sorusunu,
    “Beyaz Saray’ın vergilerle ulusal güvenliği iliştirmesi! İnsanın aklına acaba ulusal güvenlik deyince farklı şeyleri mi kast ediyoruz diye bir şey geliyor” ifadesiyle  yanıtladı…
     
    *
    Sonra Başkan D.Trump’dan endirekt  bir yanıt geldi.
    “Türkiye uzun zamandan beri sorun. Bir dost gibi davranmadılar. Ne olacağını göreceğiz. Harika bir Hristiyan papaz ellerinde. Rahip Brunson harika bir insan, onun casus olduğuna dair düzmece bir suçlama yarattılar. O bir casus değil, şu anda yargılanıyor ki, buna yargılama derseniz! Onu çok önce göndermeleri gerekiyordu. Türkiye, bana göre çok çok kötü hareket etti. Henüz bu işin sonu gelmedi. Oturup izlemeyeceğiz, bizim insanımızı alamazlar” dedi.
     
    *
    Bu noktada gelişmelerin şöyle bir açılımı da düşündürmesi gerekiyor…
     
    *
    ABD’nin gücü, kendisinden sonra gelen Çin, Rusya, Japonya ve Almanya’nın güçlerinin kat kat üstündedir.
    Ancak eski Başkan B. Obama iki görev süresi boyunca sürekli savaş gerçekliği, öldürme ve denizaşırı ülkelerin yağmalanması amacıyla ülkesinin geniş kaynaklarını heba etti.  
    Üstelik serveti egemen sınıfa aktarırken yaşam standartlarını sürekli aşındırdığı Amerikalıları bunalttı.
    ABD; Afganistan, Irak ve Suriye’de askeri sonuca ulaşamadı : Ekonomisinde büyük gerileyiş oldu : Gelir adaletsizliği ve ırklar arası eşitsizlik arttı: Ülkenin fiziki altyapısı eskidi: İç siyasette kutuplaşıldı: Çin ve Rusya  gerçek potansiyel tehditler olarak yükseldi.
    Halbuki Amerika nüfusu, ekonomisi, coğrafyası, askeri gücü ve değerleri ile tek küresel güç olma vasfını halâ elinde bulunduruyor.
    Adeta bir savaş makinesi görünümündedir.
    Sahip olduğu ordunun büyüklüğü, en ileri teknolojileri kullanan askeri sanayisi, tek başına yeryüzündeki tüm askeri harcamaların yarısına denk bütçesi ve silahlarının gücü neredeyse tüm dünya ile savaşmaya yetecek kadardır ki; bu jeopolitiğinin de temel gerçeğidir…
     
    *
    Bu noktada Demokratlar, D.Trump’ın bu gerçekler üzerinden seçimi sağa yönlendirip, yönetebildiği bir referandum haline getirdiğini öngöremediler…  
    Ve D.Trump, “Make America Great Again (Amerika’yı Yeniden Muhteşem Yapalım)” sloganıyla kutuplaşmayı umursamayan, bunalmış tabanı hedefledi.
    ABD Başkanı oldu.
     
    *
    Seçildiğinden bu yana;
    1- ABD’nin hukukun üstünlüğü, demokrasinin korunmasının uluslararası alanda savunulması gibi kriterlere dayanan liderliğini,
    2- “Make America Great Again ” sloganıyla ülkesinin yeniden yükselişini,
    3- Dünya barışı ve istikrarı gibi önemli değerleri sağlamak konusundaki sorumluluğunu,
    Müttefikleriyle paylaşarak yönetmek hedefinde yürüyor…
     
    *
    ABD öncelikle Asya’da üstünlüğünü “ne pahasına olursa olsun” sürdürmenin kararındadır.
    1- Bu odaklanma Amerikan ulusötesi şirketlerinin çıkarlarından kaynaklanıyor.
    Bugün birleşme ve satın almaların etkisiyle  Çinli ulusötesi şirketler, küresel egemenler olarak boy gösteriyor.
    Ama hiçbiri  Amerikalıların çıkarlarına hizmet etmiyor aksine çıkarlarını en düzeyde tutmak için  ABD’nin imkanlarını araçsallaştırıyorlar…
    Bu yüzden Başkan D.Trump, kapitalizm öncesi devlete yani serbest rekabet yoluyla  “Amerikan Düşü” ne geri dönmeyi öngörüyor.
    Bir yanda gelişmiş ve istikrarlı ülkeler, diğer yanda emperyal küreselleşmeyle henüz bütünleşmemiş istikrarsız devletlerin;ABD ekonomisine yeniden yatırım yapmasını sağlamaya çalışıyor.
    Kısacası Trump, emperyalizme yeni bir yön vermenin iddiasındadır.
    İşte ABD’yi uluslararası ticaret anlaşmalarından geri çekiyor, eski düzeni belirleyen hükümetlerarası yapıları tasfiye ediyor.
    Her gün ayrı bir boyutuyla “Ticaret Savaşları” başlamıştır…
     
    *
    2- Buna karşı Çin de ABD’ye misilleme yapma kabiliyetini sürdürüyor.
    Bu yüzden Pentagon, Çin’in nükleer bir karşı saldırıya girişme kabiliyetini yok etmeyi hedefliyor.
    Nitekim  “Asya’ya Dönüş” stratejisi Amerikan üstünlüğünü garantiye almayı hedefleyen kapsamlı diplomatik, ekonomik ve askeri bir projedir.
    Gelecek otuz yılda gelişmiş nükleer silahlar için 1 trilyon dolar harcanmasını öngörüyor…
     
    *
    Ama ABD, Asya’ya Dönüş’ün ötesinde  mesela Ortadoğu’da hem askeri gücünü hem de istihbarat kuruluşlarını,
    Bugünkü işlevlerinden Ulusal Savunmaya geri getirmenin yöntemlerini oluşturuyor.
     
    *
    Nitekim istihbarat servisleriyle ilgili kapsamlı reform yapılmıştır.
    CIA, Obama döneminde sahada nerede olursa olsun bir şahsın yerini buluyor, gerekiyorsa onu ortadan kaldırabiliyordu.
    Ya da gizli hapishaneler kuruyor, Beyaz Saray’ın işine gelmeyen rejimleri yıkarken, CIA mütemadiyen suç işliyordu…
    Bugün İstihbarat servislerinde sahada çalışan ajanlarla merkezdeki analistler arasında uyum sağlanmıştır: İstihbarat paylaşımını yürütenler Ulusal İstihbarat Direktörünün tam yetkisine geçmiş: Dağınık istihbarat merkezileştirilmiş: Siyasal ve askeri istihbaratın niteliği yükseltilmiştir. 
     
    *
    Başkan D. Trump, ayrıca ABD’nin dünyanın herhangi bir yerinden büyük bir saldırıya uğraması durumunda;
    ABD’nin nükleer caydırıcı gücünün güvenilir olmadığı, o gün ki; mevcut bir seçeneğine karşı, özellikle Rusya’nın bir çatışma halinde erkenden düşük kapasiteli taktik savaş başlıkları kullanacağını,
    Rusya’nın da bildiği bu boşluğun daha düşük verimli silahlar kullanarak doldurabileceğini öngörmüştür. 
    Şimdi yeni Nükleer Doktrin ile ABD düşük verimli nükleer bir seçenek dahil olmak üzere;
    “Nükleer Üçlü” denilen, bir savaş halinde hayatta kalabilmek ve ilk vuruşu yapabilmek için ülkenin geniş kapsamlı nükleer cephaneliğini içeren varlıklarının çeşitli silah platformlarına yayılması ve stratejik olmayan nükleer kapasitenin sürdürülmesini esas alıyor.
     
    *
    Bunun için uyduların ABD Hava, Kara ve Deniz kuvvetlerine aktardığı bilgi ve yeteneklerle,
    Şimdilik düşmanın uçan bir savaş uçağını, füzesini imha edecek bir Uzay Komutanlığı’nın, 
    Ayrıca Körfez ülkeleri, Mısır ve Ürdün’ü içeren  “Arap NATO” adlı yeni bir güvenlik ittifakının oluşturulmasının ardından;
    Sıra ABD’nin bölgeden ayrılmasına geliyor…
     
    *
    Bu noktada filmi biraz geriye sarmak gerekiyor.
    Başkan D.Trump, dünyanın nükleer dehşetten endişelenmesine eşdeğer bir endişeye neden olan İslamcı terör ideolojisi ve terörünü de son vermenin küresel lideridir.
    Ama Sünni köktenci bir lider ile emperyal Osmanlı emellerine önderlik eden Türkiye, İslami otokrasiye dönüşmüş bir ülkedir.
    Türkiye’nin neredeyse dünyanın her yerinde gösterdiği Sünni İslamcılık girişkenliği;
    Bu bölgelerin işkence görmesine neden olurken, bu bölgelerde istikrar ve büyüme arzusuna da engel oluyor.
    Köktenci liderin “tuttuğumu  koparırım” inadı ve bunu her gündeme  taahhüt etmesi,
    Türkiye’yi  ekonomik, siyasi ve sosyal açmazlarla  karşı karşıya bırakmıştır. 
    Batı, Türkiye’nin yeniden bağlı olduğu ittifakların güvenilir bir ortağı olmasını istiyor.
     
    *
    20 Mart’ta, Başkan Trump Beyaz Saray’da Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Salman’ı ağırlamaktadır.
    Veliaht Prens’le görüşme , ABD’nin 2015’te İran ile yapılan Nükleer Anlaşma’dan çekilmesi ile ilgili zamanlama konusundadır.
    İran’ın genişlemesini engellemek için askeri ve diplomatik çabaları koordine etmek üzere yeni bir Yüksek Komite ve bir eylem planı üzerinde anlaşıyorlar.
    ABD, Suudiler ve BAE’nin askeri varlıklarının senkronize edilecek ve potansiyel tepkilere hazır olunacaktır ki; işte bu Arap NATO’sudur…
    Çünkü ABD, Ortadoğu’dan çıkma hazırlığındadır.
    Arap NATO ordusu İran’ın petrol zengini Körfez ve Ortadoğu’daki genişlemeci tasarımlarının durdurulmasını hedefleyecektir.
     
    *
    Nitekim  Başkan Trump ve  Prens Salman askeri varlıkları senkronize etmek amacıyla,
    Katar’daki ABD CENTCOM üssünün Suudi Arabistan’a transferi anlaşmasını imzalıyor.
     
    *
    Suudi Prensi, müttefiki BAE Emiri Şeyh Zayed bin Sultan El Nahyan ile birlikte Erdoğan’ı ve Katar emirlerini baş düşman olarak gördüklerinden bahsediyor.
    Üstelik Türkiye, Katar  petrol emirliğinde büyük bir askeri üs kurmuştur ki;
    Başkan Trump, Veliaht Prens’e bölgede askeri varlıkların senkronizasyonunun,
    Türkiye’nin en büyük hava üssü olan İncirlik Hava Üssü’nü de kapsadığını söylüyor… 
     
    *
    Katar’da El-Udaid’de bulunan ABD tesisleri, Riyad’ın 77 km. güneyinde Al Kharj yakınında Prens Sultan Hava Üssü’ne sevk edilecektir.
    Zaten bir süreden beri İncirlik’teki ABD tesisleri ve uçakları da Doğu Avrupa’da üslere kaydırılıyor.
    ABD Savunma Bakanlığı bir taraftan da İncirlik yerine Yunanistan’ın güneyinde Andravida Üssünü hazırlıyor…
    İki ABD üssünün yer değiştirmesi, hem Irak hem de Suriye’de İslamcı ideoloji ve terörle mücadelenin giderek neticeye ulaşması gerekçesine bağlanıyor. 
     
    *
    Elbette iki büyük ABD hava üssünün yer değişmesi, bölgenin ve Türkiye’nin stratejik dinamiğini sarsacaktır.
    Sözcü İ.Kalın’ın aslında anlamazdan geldiği, “Rahip ile ABD’nin ulusal güvenliği arasındak ilişki”nin esası budur.
    O halen “Rabia” işareti yapıyor ve hayalindeki İslam Ümmeti’ni selamlıyor.
     
    *
    Türkiye, I. Dünya Savaşı’ndan sonra kaderini  karara bağlayan uluslararası antlaşmaların sadece bir adım uzağında bulunuyor gibi bir görüntü
    verse de; Hedef Türk Halkı değildir…
     
    19. 8. 2018
    * Efendim, hepinizin Kurban Bayramını tebrik eder ve esenlikler dilerim
  • OLMAZ OLMAZ

    OLMAZ OLMAZ

    ABD Başkanı D. Trump, ulusötesi malî kapitali devirmek ve ulusal üretici kapitalizmi yeniden canlandırmak taahhüdüyle seçimleri kazandı.  
    Bu yüzden ABD’nin ulusal üretici kapitalizmi, şimdilerde ulusötesi mali kapitalizm ile çatışıyor.
    ABD, kapitalizm öncesi devlete dönüyor ve emperyalizme yeni bir yön veriyor… 
    ABD, işte uluslararası ticaret anlaşmalarından geri çekiirken, yeni bir olgu olarak Dünya Ticaret Savaşı yaşanıyor…
     
    *
    Bu sırada Ortadoğu’da da yakın tarihin sonuna geliniyor… 
    Çünkü ABD; 
    1- Artık Suriye savaşını bir insani müdahale olarak satma girişimlerinin sona erdiğini, sıranın Suriye’deki savaşa siyasi çözüm bulunmasına geldiğini düşünüyor.
    2- İsrail’i kuşatan bu bölgede İslami Cihad terörizmi ile suçladığı İran İslam Cumhuriyeti’nin  bütün ağırlıklarıyla  Suriye’den çekilmesini, 
    3- Hakeza emperyal Osmanlı emellerine önderlik eden Türkiye’nin de  Balkanlarda, Orta Doğu ve Doğu Akdeniz’de gösterdiği Sünni İslamcılık girişkenliğini,
    Suriye ve Irak’tan başlayarak sonlandırmasını ve Türkiye’nin yeniden ABD ve NATO ittifakının güvenilir bir ortağı olmasını öngörüyor…
     
    *
    Ancak 7-8 Ağustos’ta Beyrut’ta  BM Batı Asya Ekonomik ve Sosyal Komisyonu’nun (ESCWA)  Suriye’nin yeniden inşası ile ilgili toplantısı, 
    Doğrusu, bugün Türkiye’de yaşanan ekonomik krizle birlikte yeni bir bakışı da gerektiriyor. 
     
    *
    Komisyon Suriye’de savaşın yol açtığı hasarın yeniden inşası için en az 388 milyar dolarlık ihtiyaç bildirmiştir.
    Ama Suriye’nin İslamcı Cihatçılar tarafından yıkılmasını finanse eden 114 devletin herbiri, ülkenin yeniden inşa edilmesine katkıda bulunmayı reddetmiştir. 
    Halbuki tümü savaş suçu işlemiş ve  hepsi bir şekilde bu savaştan kazanmıştır.
    Üstelik tümü yakın zamana kadar Suriye’nin yeniden inşasıyla zenginleşmenin umudundaydılar!  
     
    Çünkü ABD Başkanı D.Trump, Suriye Savaşını malî çıkarları için örgütlenen ulusötesi şirketlerin  bir saldırı savaşı olarak değerlendiriyor.
    Kendinden önceki yönetimleri, Amerikalılar için değil ulusötesi malî çevrelerin çıkarlarına hizmet etmekle itham ediyor.
    Dünyada bir Ticaret Savaşı sürerken, askeri birliklerinin ve İstihbarat unsurlarının artık merkeze dönmesini öngörüyor.   
    Bu yüzden 2004’ten beri savaşan ABD’ nin  bundan sonraki savaşlarına bir cent dahi vermek istemiyor.
    Suriye’nin yeniden inşası için gerekli 388 milyar dolarlık ceremeden ABD’nin sorumlu olmayacağını,
    Ancak bu ceremeyi savaştan çıkar sağlayan ulusötesi şirketlerin ödemesi gereğini  düşünüyor…
     
    *
    İşte Suriye’de iş yapan  ve değeri yüzlerce milyar dolar olan bazı ulusötesi şirketler;
    Raytheon Şirketi; havacılık, uzay, siber sistemler ve savunma sanayiinde, 
    Boeing; savaş uçakları, nakliye uçakları, silah sanayii ve siber güvenlik alanında,
    General Dynamics; savaş sistemleri, uçak, havacılık, iletişim, deniz ve  füze sistemlerinde, 
    Northrop Grummuçak gemisi, savaş uçağı, savaş gemisi, füzeler, uydular ve bilişim teknolojisinde,
    Lockheed Martin  ileri uzay teknolojileri, havacılık ve savunma sanayiinde,
    Lafarge ; Çimento, agrega ve beton, çatı malzemeleri, alçı ve alçı levha sanayiinde,  
    Exxon Mobil, Chevron ve Conocco Phillips  hidrokarbon endüstrisinde faaliyet gösteriyor.   
    Caterpillar, Toyato ve bir çok  şirket daha…
     
    *
    Şimdi şirketlerden tazminat alınması için Suriye Arap Cumhuriyeti’nin,
    Doğrudan doğruya ilgili şirketlerin merkezlerinin bulunduğu ülkelerdeki mahkemelerde haciz davaları açma hakkını kullanmasını gerekiyor.
    Bundan önceki tazminata yol açan  tüm savaşların ardından ulusal şirketlerin  haczedilmesi bu işin hukuki yolunu açıyor.    
    Bu yol açıktır ve Suriye hükümetinin Başkan Trump’ın gerekçelerini kullanarak ABD yönetimin desteğini alacağı da öngörülüyor.
    Suriye’nin yeniden inşa edilmesiyle ilgili finansmanın bulunması sorunu, çok zengin şirketler sayesinde çözüme yakın görülüyor…
     
    *
    Ama bu şirketlere bedel ödetmek,
    Cihatçıları doğrudan finanse eden Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye gibi ülkelerden tazminatlar alınmasını engellemiyor.     
    O yüzden bu ülkelerde bir telaş yaşanıyor…
     
    *
    Mesela Türkiye; şimdiye kadar görülmemiş biçimde bölünme aşamasına getiren Erdoğan’ın,
    Totaliter güce kavuşması ile birlikte bir zamanlar izinden gittiği Batılı örneklere hızla veda ediyor.
    Erdoğan açıkça İslamcılığın şampiyonu olmak için Liberal Uluslararası Düzen’de kendini yeniden icat etmeye çalışıyor…
     
    *
    Bu güce varmak için iktidar olduğu ilk günden bu yana İslamcı sermayeyi parlattı.
    İslamcı sermayenin dışındaki Marmara sermayesinin yüksek borç yüküne ve dolarizasyon ile ekonomilerini daha fazla yürütmelerine göz yumdu.  
    Ancak dış finansmana  bağımlı ekonomik yapı çökme riski taşıyacak ve borç verenler emir vermeye başlayacaktı..
    Üstelik 2013’te FED Başkanı Bernanke, dövizin bolluğunun biteceğini ilan etmişti.
    Şimdi Türkiye’deki bu şirketlerin dövizli borç stoku  yaklaşık 300 milyar dolardır…
    Ayrıca Türkiye, Cari açık: Dış finansman ihtiyacı : Riskleri yüksek olan ekonomiden döviz çıkışı olması: Liradaki aşırı değer kaybı: Yüksek enflasyon: İflaslar : Artan işsizlik
    tehditleri ile karşı karşıya bulunuyor.
     
    *
    Bu sırada ekonomik milliyetçiliğini kucaklamanın acelesindeki ABD Başkanı D. Trump,
    Tüm dünyada İslami Cihad tehditlerinin tırmanmasını geri çevirmek, 
    Suriye ile ilgili tazminatların yolunu açmak ve Erdoğan’ı yıpratmak için Türkiye’yi ekonomik yaptırımlarla tehdit ediyor…
     
    *
    Türkiye birbirini tetikleyen  devalüasyon, enflasyon ve faiz sarmalına girmiştir.
    Şimdi Türkiye vatandaşları hızla fakirleşiyor, şirketlerin değeri düşüyor ve el değiştirmelerinin zamanı geliyor.
    Nitekim uluslararası yatırımcı Marc Faber, Türkiye’nin yeni iş birlikleri konusunda seçenekleri bulunduğunu belirterek,
    “Türk hisseleri ABD doları üzerinde değerlendiriliyor. Şu anda alım sınırı içerisindeler. Bir miktar  Borsa Yatırım Fonu ‘ Exchange Traded Funds” alacağım. Türk varlıklarına yatırım yapma zamanı geldi” diyor…
     
    *
    Böylece Türkiye’de,  yerli ya da yabancıya servet transferi sürecine mi giriyor,
    Yoksa Erdoğan, İslamcı sermayesiyle yapacağı servet transferiyle totaliter gücünü daha güçlendirmeye mi koşuyor, soruları yankılanıyor… 
     
    *
    Nasıl?
    Erdoğan Türk lirasının değeri düşerken , liranın kredi faizlerini yüksek tutarak likiditeyi sınırlamış,
    Şirketlerin Türk lirasıyla kredi alıp, açık döviz pozisyonlarını kapatmalarını engellemiştir.
    Zaten Bankacılık  sektörü de  bu kadar yüklü krediyi  verecek durumda değildir.
    Nitekim enflasyon artar ve satışlar düşerken, şirketler nakit krizine girmeye başlamışlardır.
     
    *
    Bir vakitten sonra şirketlerin işçi çıkartmak,
    Yetmeyince varlıklarını satmaktan başka çareleri kalmayacak ve varlıklar çok ucuza elden çıkarılacaktır.
    O sırada  Bankalar sıkışacak ve aldıkları  kredileri ödeme yükümlülüklerini yerine getiremezken, 
    Yavaş yavaş iştiraklerini, hisse senetlerini, alacaklarını ve tüm varlıklarını elden çıkarmanın yoluna bakacaklardır.
     
    *
    Sıra Merkez Bankası ve Hazine’den destek istemeye gelince;
    Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu ( TMSF), banka yönetimlerine kayyum atayacak,  
    Kayyum ise bankaların sahip olduğu tüm varlıkları İslami sermayeye satacaktır…
     
    *
    Artık o saatte Türkiye’de bankaların ya da paranın sahibi İslamcı sermayedir. 
    Türkiye İslam Cumhuriyeti kurulmuş, Erdoğan Halife olmuştur.
    Yok efendim Suriye’de savaş suçları, yolsuzluklar, kara para ticaretleri bilumum suçtan ne yargı  ne de ABD’den korku kalmıştır.
    ABD’ nin Zarrab davasından Halk Bankasına vereceği bilmem ne kadar milyar dolarlık ceza;
    Suriye’nin yeniden imarında TOKİ’nin ihtiyaçlarına kullanılır… 
     
    Bakınız, Bakan Albayrak, “100 Günlük Eylem Planı”nında, 
    Emlak Bankası ve Kalkınma Bankası adıyla iki yeni bankanın kurulacağının müjdesini vermiştir!
     
    17. 8. 2018
  • İDLİB ‘DE GERÇEK VE TEVATÜR

    İDLİB ‘DE GERÇEK VE TEVATÜR

    Bir yıl önce Rusya’nın İsrail ile müzakere ettiği, dolayısıyla ABD’nin de onayının alındığı varsayılan Astana Süreci’nde,
    Rusya’nın öncülüğünde Suriye’de Ürdün sınırında: Guta: Humus kuzeyinde: İdlib’te olmak üzere dört de-eskalasyon bölgesi oluşturuldu.
    Böylece;
    1- Suriye’de  İsrail lehine kurtarılmış Sünni Arap Bölgeleri kuruldu. 
    2- Suriye rejimi  savaş alanını daralttı ve muhalefete karşı birden fazla cephede savaşan güçlerini yeniden toparladı.
     
    *
    Nitekim Suriye Arap Ordusu, bugün  topraklarını özgürleştirmeyi sürdürüyor.
    Güneybatı Suriye’de egemenlik tesis edilmiştir, şimdi sıra ülkenin kuzeybatısında Kürtler de ve İdlib ilindedir.
    Karmaşık ve kaotik bir görünümde İdlib’in geleceği bugün diplomatik çözümün merkezindedir.
     
    *
    Ve Suriye Arap Ordusu Idlib’in batısında Kinsaba, Ain el-Qantara’nın Lazkiye köylerine, doğuda Abu Dhuhour’a  ve güneyde Hama’nın kuzey kırsalına konuşlanmıştır.
    Bir kaç günden beri İdlib bölgesinin güneyinde ve Hama bölgesinin kuzeyinde yoğun hava operasyonları düzenliyor.
    Suriye Hükümeti hattâ Rusya ve İran, Türkiye’den İdlib’ten çekilmesini ve bölgeye sığınmış cihatçıları kendi kaderleriyle baş başa bırakmasını istiyor…
    Türkiye ise İdlib ” kırmızı çizgimdir” diyor ve Suriye rejimine asla bir girişimde bulunmaması için dikkat çekiyor!
     
    *
    Bu çerçevede İdlib’in geleceğini; rejimin İran ve Rus destekçilerinin ne yapıp yapmayacakları değil, daha çok rejimin saldırıya geçmesi olasılığının belirleyeceği öngörülüyor…
    İdlib’deki ihtilaf olasılığı tam bir kabus senaryosudur!
     
    *
    2016′ da nedense Suriye’nin İŞİD bölgesinden Türkiye topraklarında Kürtlere rutin füze yağıyordu!
    ABD, Kanada, Avustralya binlerce km. uzaktan gelip IŞİD’e karşı savaşırken, kimse Türkiye’nin kendi savunma hakkını sorgulamadı.
    Halbuki Türkiye, Suriye’nin hatta  Irak’ın kuzeyinde terör koridoru oluşumunu engellemek başlığında Kürtlere karşı kapsamlı bir mücadele açmış,
    Erdoğan’ın bu topraklarda işgali derinleştirme ve hidrokarbon kaynakları için  bölgeyi kolonileştirme planını yürütmeye başlamıştı…
     
    *
    Ağustos 2016′ da Cerablus ve Azez’deki IŞİD topraklarını hedefleyen Fırat Kalkanı harekâtı başladı.
    TSK bu operasyon ile Kobani ve Afrin kantonları arasına kama soktu ve Rojava’da Kürt coğrafyasını böldü.
    Bunun için Cerablus’ta olup bitene sessiz kalması için Ruslara gereken rüşvet verildi;
    ABD’yi ayağa kaldıran ve Ankara’nın NATO ortaklığının sorgulanmasına neden olan Rus S-400 savunma sistemleri satın alındı.
    O sırada Afrin harekâtının başlamasına henüz 6 hafta vardı…
     
    *
    Şimdi İdlib’in gerçeği,Türkiye’nin kuzeybatı Suriye’nin kontrolünü ele geçirme konusundaki işbu riskli yatırımlarından kaynaklanıyor…
    Esasen bu riskli yatırım ya da başka bir ifade ile Erdoğan’ın, ağırlıklı olarak İslam din ve gelenekleri ile uyumlu bir ekonomik ve siyasi düzeni, 
    Balkanlarda, Doğu Akdeniz’de, Ortadoğu’da ve Kafkasya’da  teşvik etmek ve kurmak hayali;
    Bilhassa Suriye trajedisinde savaş suçları işleyerek hukuku ihlal etmesi, bunun ceremesini üstlenme yolunda bir sürece hızla ilerlenmesinden kaynaklanıyor.
    *
    Bu sırada Suriye Hükümeti,  Kürtlerin taleplerinin karşılanmasında aynı zamanda bölünmeyi engelleyecek önlemleri garanti eden yönetimsel ve kültürel otonomiyi tartışıyor.. 
    Kürtlerle  “üniter desantralize ” sistemini müzakere ediyor.
    Bu Çeçenistan’da uygulan sistemdir.
    Müzakerelerde 23 Ağustos 2011′ de 107 sayılı Başkanlık Kararnamesi temel alınıyor.
    Bu kararname ile;
    1- Seçilmiş ve kısmen atanmış yerel otoritelere çeşitli seviyelerde yetki verilecek,
    2- Yerel otoriteler ise başkanlık tarafından atanan valilerin ve aynı zamanda başbakana bağlı Yerel Yönetim Yüksek Kurulu’nun denetimine tabi olacaktır.
    Şu sıralarda iki tarafın kurduğu 7’şer kişilik komisyonlar  bu konu üzerinde çalışıyor…
     
    *
    İdlib’e gelince, Astana Anlaşmasına göre Türkiye İdlib de-eskalasyon bölgesinde;
    1- Suriye yönetimiyle işbirliği yolu çizerek çatışmaların bitmesine çaba göstermek,
    2- İdlib’teki yönetimi silahlı terör gruplarından alarak sivil idareye devretmek, 
    3- Radikal unsurları elimine ederek kentteki çatışmasızlığı denetlemek, güvenliği Fırat Kalkanı bölgesinde olduğu gibi yerel polis güçlerine bırakmak görevindedir.
     
    *
    Türkiye bu görevi, Suriye toprak bütünlüğü ve bölgedeki nufusunun artacak olmasıyla sağlanabileceği bir strateji ile yürütüyor.
    Yani Türkiye bu görevi aldığı andan itibaren bölgeye çok sayıda Sünni Arap taşıyacağını ve yeni bir demografik yapı oluşturacağı bildirmiş bulunuyor!
     
    *
     İdlib yıllardır  silahlı direnişin ve El Kaide bağlantılı operasyonların merkezidir.  
    2012’de B. Esad’a karşı protestoların başlamasından sonra Suriye rejiminin saldırılarına uğradı.
    Mart 2015’ten beri birçok İslamcı terör örgütü de isyancı gruplara katıldı.
    Bugün Özgür Suriye Ordusu, El Kaideci el-Nusra Cephesi, Ahrar al-Şam ve daha ılımlı Failaq el-Şam’dan sonra Temmuz 2017’de kendisine Hayet Tahrir el-Şam (HTS) adını veren Nusra Cephesinin işgalindedir. 
    İdlib’in 2011’de yaklaşık 750 bin olan nufusu, anılan strateji doğrultusunda ülkede yerinden edilen en az 1.2 milyon insanın bu büyük kırsal bölgeye tıkılmasıyla yaklaşık 2.5 ila 3 milyona yükselmiştir.
    El Kaide ile bağlantılı en az  70 bin silahlı militan Idlib’ te ve  bölgelerinde yaşıyor… 
     
    *
    Türkiye’nin  Suriye’nin uzun kuzeybatı koridorunda cihatçı muhalefet aktörleri üzerinde güçlü bir etkisi bulunuyor.
    Türk Ordusu Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı operasyonlarıyla  Kürt YPG’nin daha da genişlemesi engellemek için Afrin’in doğusundan Fırat Nehri’nin batı kıyısındaki Cerablus’a uzanan 150 kilometrelik bir şerid üzerinde denetim kurmuştur.
    Türkiye Kuzeybatıda de-eskalasyon bölgesinin ana garantörü olarak da İdlib’te 12 gözlem noktası inşa etmiştir. 
    Başlangıçtaki bu küçük gözlem noktaları, bugün  dikenli teller, betonarme duvarlar, ağır silahlar ve zırhlı araçlarla birer  orta boy üs haline getirilmiştir…
     
    El-Nusra Cephesi, yeni adıyla Tahrir el-Şam (HTS) askeri seferberlikle gelişmiş ve bölgede hakimiyet kazanmıştır.
    Şimdilerde siyasi ve yönetişim çabalarını genişleterek sivil bir  Kurtuluş Hükümeti’ni koordine ediyor.  
    HTS, biri Türkiye olmak üzere  en az iki bölgesel devletle aktif siyasi ilişkiler sürdürüyor.
    Kısa süre öncesine kadar birden fazla Avrupa hükümetinin aktif olarak Kurtuluş Hükümeti ile resmi  ilişkiler kurmayı değerlendirdiklerini de hatırlamak gerekiyor
     
    *
    Şimdiye kadar HTS, Türkiye’yi İdlib’de askeri varlığını tesis etmesi için aktif olarak destekledi.
    HTS’nin TSK ile bu işbirlikçi ilişkisi, grubunun uzun vadeli çıkarlarını korumak için pragmatik bir yoldu.
    Ancak şimdi Türkiye’nin bir rejim saldırısını önleyebilmek için HTS’ yi satması zor görülüyor.
    HTS’nin de böyle bir durumda, Türkiye destekli silahlı bir yapıya dönüşmesinden başka çaresi bulunmuyor!
     
    *
    Türkiye bölgedeki tüm isyancı ve cihatçı gruplarla birliktedir.  
    Şubat 2018’de Ahrar el-Şam ve Harakat Nour al-Din el-Zinki gruplarından  Suriye Kurtuluş Cephesi’ni oluşturdu. 
    Mayıs’ta  Ulusal Özgürlük Cephesini kurmak için  Özgür Suriye Ordusu’nun 10 hizbini birleştirdi.
    Ulusal Ordu, Türk ordusu tarafından eğitilen ve teçhiz edilen askeri ve sivil polis güçleriyle giderek genişliyor.  
    Muhalif Ulusal Ordu, düşmanlarının Beşar Esad, PYD ve İŞİD olduğunu bildiriyor…
    Bir komutan “Türkiye, Suriye devriminin en önemli destekçisidir. Başka ortak devlet yok. Türkiye savaşçıların maaşlarının ödemesini yapıyor. Lojistik destek ve gereklii durumda silah yardımında bulunuyor” diyor! 
      
    *
    Şu dakikada Türkiye, Idlib’i  “kırmızı çizgi ” olarak kabul ediyor.
    Gerçi bunu yürürlüğe koyma niyetinde gibi görünse de bunun bir rejim saldırısını durdurmaya yeterli olup olmadığı açık değildir.
    Bu noktada Rusya, İdlib’de herhangi bir tırmanışa karşı çıkmanın ısrarındadır,
    Ancak Rusya’nın da Esad rejimi ve İran’ı kısıtlama kapasitesi  sınırlıdır…
    Rahip Brunson başlığı üzerinden ABD tarafından yaptırım koyulmasıyla derinleşen krizin çözümünde, aciliyetiyle İdlib konusu gündemin ilk sırasını oluşturuyor… 
     
    *
    ABD ve Avrupalı müttefikleri, Kuzeybatı Suriye’de hâlihazırda devam eden nispi sakinliğin sürdürülmesi öneminin  farkındadır.
    Ama olası bir savaşta büyük bir tırmanıştan kaynaklanacak tehdit ve tehditler dizisinden kaçınmak için acilen tedbirler alınması gerekiyor.
    Rusya’nın ilgili bölgede devam eden yükselme eğilimine  karşı duruşu  test ediliyor ve güçlendiriliyor.
    Şimdi ABD ve Avrupa “Rusya ile çalışmanın ” tam zamanı olduğu düşüncesindedir…
     
    *
    Nitekim,Türkiye ile ABD arasında gerginlikler devam ederken ve Suriye operasyon hazırlığı yaparken;
    Kimi İran kaynaklarında bir tevatür geçiliyor.
    İdlib  üzerinden Ankara ve Moskova arasında gizli bir anlaşmanın yapıldığını iddia ediliyor!
     
    *
    Buna göre Türkiye, bölgedeki Suriye Arap Ordusu’nun  İdlib müdahalesine karşı çıkmayacak, karşılığında Rojava’da Kürtlere özerkliğin  verilmeyeceği bir planı onaylamıştır.
    Ankara ve Moskova arasındaki bu gizli anlaşmaya ABD’ de  kismi olarak onay vermiş, Başkan D.Trump’ da olumlamıştır.
    Türkiye’nin İdlib’e hiçbir şekilde müdahalede bulunmayacağı belirtilen anlaşmada,
    İdlib’ten kaçacak olan silahlı militanların Türkiye’ye geçmesi Ruslar tarafından engellenecektir… 
    Suriye ve Rusya; Kürtlere herhangi bir özerklik verilmeden haklarını  tanıyacak,
    Ve İdlib operasyonunun ardından Suriye yönetimi ile Ankara normalleşme sürecine girecektir.
    Deniliyor…
     
    15 .8. 2018
  • İNANIN DEĞMEZ

    İNANIN DEĞMEZ

    ABD öncülüğündeki Liberal  Uluslararası Düzen;
    Avrupa Birliği, ABD-Japonya İttifakı ve Batı’nın ulusal egemenliklere vurguladığı Birleşmiş Milletler temeli üzerinde kuruldu.
    Bugün dünyayı belirliyor…
     
    *
    Çünkü  bütün ülkeler bu düzenin;
    Siyasi olarak, Hukukun üstünlüğü: İnsan hakları ve azınlıklara saygı: Demokrasiyi garanti altına alan kurumsal istikrar,
    Ekonomik olarak, İşleyen bir pazar ekonomisi: Küresel siyasi, ekonomik ve parasal birlik amaçlarına bağlılık : Uluslararası Para Fonu, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütünün Tarifeler ve Ticaret Genel Anlaşması esaslarına uyumları gerekiyor…
     
    *
    Yine de Liberal Uluslararası Düzen hâlâ çözümsüz kaldığı sorunlarla boğuşuyor.
    Mesela 1945’te Hiroşima ve Nagazaki’ye, 200 binden fazla insanın hayatını kaybettiği atom bombalı saldırılardan yetmiş üç yıl sonra,
    Bugün insanlık hâlen nükleer silahsız bir dünyaya daha yakın değildir…
    Kimse, nükleer silahları yok etmek için bir sistemin yerleştirildiğini söyleyemez.
     
    *
    Mesela şu sıra liberal ülkeler düşük büyüme ve gelir durgunluğuyla karşı karşıyadır, zengin ve fakir arasında uçurum buyüyor.
    Eğitim eşitsizliği Amerikan rüyasının yanlışlığını ortaya koyuyor, ekonomik eşitsizlik katılaşıyor.
    Batı göçmen tehditi altındadır ve  sosyal duruşunu hissettiriyor.
    Irksal azınlıklar, kayıp duygusuna ve göçmen karşıtı duygulara ses veriyor.
    Kadınlar, etnik azınlıklar ve LGBT grupları tarafından yönetilen kültürel çeşitlilik çabaları, muhafazakâr safların rahatsızlığı ve direnciyle karşılaşıyor…
     
    *
    Mesela Çin, Liberal Uluslararası Düzenin bir ürünüdür.
    Bir süre öncesine kadar  ABD’nin hegemonyasını sürdüren bir sistem olarak görülüyordu..
    Ama bugün Çin’in  30 yıldan beri “Çin mucizesini” gerçekleştirmek için çalıştığı kadar Liberal Uluslararası Düzeni  yeterince kullandığı da anlaşıldı.
    Şimdi Çin’in yükselişi Liberal Uluslararası Düzen’e  engel teşkil ediyor.
    Bu gerçekliği 2017’de Çin Komünist Partisi 19. Ulusal Kongresi’nde  “bir ortaklık sistemi ile ittifaklar sistemini değiştirmek” için yeni bir stratejinin oluşturulması hedefiyle
    ilan etmiştir…
     
    *
    Çin’in uluslararası düzene yaklaşımında esas sorun; 
    Çin’in dış dünyayla olan ilişkilerini geleneksel iç sosyal ve politik ilişkileri ile aynı şekilde ele alma eğilimidir..
    Bu durum Çin’in dış ilişkilerinde hiyerarşik ve eşitlikçi olmasına yol açıyor,
    Ve “Kemer ve Yol” girişiminin  kara  ve deniz yollarına eşlik eden ” Dijital İpek Yolu” boyunca kendini gösteriyor…
     
    *
    Yol boyunca Çin hükümeti  kendi karakteristiği olan  bir sosyal sistemi gerçekleştirmeyi umuyor.
    Bu sosyal sistemin Çin standartlarına uygun olarak yayılması;
    Sosyal gözetim, düşünce kontrolü ve insanların iç rehberliğini sağlamak üzere büyük veri ve yapay zeka kullanımı öngörülüyor.
    Ama böyle bir sistem Liberal Uluslararası Düzenin esaslarını kökten tehdit ediyor…
     
    *
    Bu gibi nedenlerle ABD Başkanı D.Trump,  ekonomik milliyetçiliği kucaklamanın acelesindedir. 
    “Liberal Uluslararası Düzende barışı korumak için ABD’nin caydırıcılığını yeniden inşa etmek ulusumuzun en önemli önceliğidir.  
    II. Dünya Savaşı’ndan sonra Amerika’nın en güçlü olduğu zamandaki barış dönemi özgür dünyanın en güvenli olduğu zamandı.
    Ordumuzun son yıllarda yavaş yavaş tükenmesi, tüm dünyada tehditlerin tırmanmasına neden oldu.
    Şimdi tersine dönüyoruz” diyor…
     
    *
    Başkan’ın bu düşüncesiyle birlikte dünyada;
    “Liberal Uluslararası düzenin başlıca düşmanı hangisidir? Amerikan popülizmi mi yoksa Çin Komünist Partisi mi?” sorusu tartışılıyor.
     
    *
    Ancak ABD’nin toplumsal cinsiyet, ırk, etnik köken ve yaşam tarzı politikalarının avantajını,
    Önce kendi vatandaşları arasında dayanışmayı teşvik ederek ve yeni bir vatandaşlık kimliği oluşturması halinde,
    Bu sırada toplumları bölmekle tehdit eden ve  “benzer düşünen” insanların bir barikat olarak öngördüğüi  özel sosyal ağların kullanımını sınırlayabilirse;
    Siyasi sarkacın hâlâ çalışan ABD’nin kontrol ve dengeleme sistemine döneceği tabii görülüyor…  
     
    *
    Buna karşı uzun süreli durgunluk: eşitsizliğin ve nüfusun küçük bir kısmının elinde servetin yoğunlaşmasının artması: Teknolojik yenilikler, robotik ve yapay zekanın yayılması; İstihdam güvensizliği: Küreselleşme nedeniyle işçi sınıfının çaresizliği: Bunlara etkili karşı tedbir talep eden ekonomik karışıklıklar; Sosyal sistemiyle;
    Uluslararası Liberal Düzene karşı cepheden bir meydan okumayı temsil eden Çin’in bu mücadelede geride kalacağı düşünülüyor.
     
    *
    Bu sırada  Türkiye’yi şimdiye kadar görülmemiş biçimde bölünme aşamasına getiren,
    Bay Erdoğan totaliter güce kavuşması ile birlikte bir zamanlar izinden gittiği Batılı örneklere hızla veda ediyor.
    Artık Erdoğan, açıkca Batı’nın tüm Müslümanlara karşı düşmanlığı olduğunu iddia ettiği şeylerden dolayı gözyaşı döküyor.
    İslamcılığın şampiyonu olmak için Liberal Uluslararası Düzen’de sadece kendinin bildiği bir mahalde kendini yeniden icat etmeye çalışıyor…
     
    *
     
    Bu meçhule güçlü varmak için uzun zamandır İslamcı sermayeyi  palazlandırıyor
    Bu uğurda Türkiye ekonomisini tam anlamıyla karapara ve yolsuzluğun pençesine düşürmüştür.
    Neden olduğu bu kirli ekonominin sorunlarının başında;
    Cari açık: Dış finansman ihtiyacı : Riskleri yüksek olan Türkiye ekonomisinden döviz çıkışı olması;Liradaki aşırı değer kaybı: Yüksek enflasyon: İflaslar : Artan işsizlik, 
    Her daim kurların daha da yükselmesine, faizlerin arttırılmasına bir tehdit oluşturuyor…
     
    *
    Aslında Liberal Uluslararası Düzenin bir parçası olan Avrupa Birliği’nin Maastricht Kriterleri;
    Devlet borçlarının GSYH’ya oranının yüzde 60’ını, bütçe açığının GSYH’ya oranının yüzde 3’ü geçmemesini:
    Bir ülkenin yıllık enflasyon oranı ile en düşük yıllık enflasyona sahip üç ülkenin yıllık enflasyon oranları ortalaması arasındaki farkın maksimum 1.5 puan olmasını:
    Uzun vadeli faiz oranlarının 12 aylık dönem itibariyle fiyat istikrarı alanında en iyi performans gösteren 3 ülkenin faiz oranını 2 puandan fazla aşmamasını öngörüyor..
    Bu gerçeklik; Türkiye’nin Liberal Uluslararası Düzen’in ülkeleriyle ne denli uyumsuz olduğunu gösteriyor.
     
    *
    Erdoğan’ın olmazsa olmazı, ağırlıklı olarak İslam din ve gelenekleri ile uyumlu bir ekonomik ve siyasi düzeni teşvik etmek gibi bir görüntü veriyor.
    Balkanlarda, Doğu Akdeniz’de, Ortadoğu’da ve Kafkasya’da…
    Aslında Erdoğan’ın esas kaygısı, işte bu İslamcı hayaller peşinde koşarken,
    Bilhassa Suriye trajedisinde savaş suçları işleyerek hukuku ihlal etmesi ,şimdi bunun ceremesini üstlenme yolunda bir sürece hızla ilerlenilmesidir.
     
    *
    Nitekim, ekonomik milliyetçiliğini kucaklamanın acelesindeki ABD Başkanı D. Trump,
    Tüm dünyada tehditlerin tırmanmasını geri çevirmek ve samimiyetini tezelden göstermek üzere İslamcı Erdoğan’ın Türkiye’sini, 
    Liberal Uluslararası Düzene ibret edecektir.
     
    *
    Lütfen, şimdi dinciliğe ya da milliyetçiliğe sarılmayın!
    Ya da Erdoğan yerlisi ve millisi olmayın!
    Çünkü sistem böyle çalışıyor.
    Ve Erdoğan’ın hiç bir çıkışı bulunmuyor…
     
    *
    O “Onların dolarları varsa bizim de halkımız, hakkımız, Allah’ımız var”diyor ama, 
    Benim içimden ” El- Fatiha”  demek gelmiyor…
     
    13.8. 2018
  • İSRAİL FİLİSTİN BARIŞI NEYİ BEKLİYOR

    İSRAİL FİLİSTİN BARIŞI NEYİ BEKLİYOR

    Başkan D.Trump İran’a karşı bir ittifak kurmak için;
    1- Suudi Arabistan’ı silahlandırmayı ve onları daha önce olmadıkları tarzda bir müttefik olarak masaya getirmeyi,
    2- Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyarak bu kentle ilişkileri canlandırmayı,
    3- Bu sırada Filistin Yönetimi’nin “Peki Trump, sen bizim bazı faydalar elde edeceğimizden bahsettin. Nedir onlar?” demesinden hareketle,
    Filistinlilerle ilişkileri canlandırmayı ve pekiştirmeyi öngördü…
     
    *
    Öncelikle  Filistin-İsrail çatışmasının ancak her iki tarafa da istediği şeyi vermekle  çözebileceğini, 
    Sonra Suudilerin  İsrail’i tam teşekküllü ortak olarak kabul etmesiyle birlikte  İran’a karşı gerçek bir ittifaka sahip olunacağını düşündü.
     
    *
    Teorik olarak doğruydu ama bununla ilgili sorun, Filistinlilerin üzerlerine düşeni yerine getirip getiremeyecekleriydi. 
    Filistinliler henüz  üzerlerine düşeni yerine getirmediler, hatta durum tam tersi bir noktaya yükseldi.
    Halbuki bu sırada, ABD hükümeti Filistin’i başkenti Kudüs ile birlikte tanıyacak, buna karşılık Filistinlilerin geri dönüş haklarından vazgeçeceklerdi.  
    Şimdi ABD hükümeti Filistinlilerle ilgili sorunları çözmedikleri için  İsrail’den yeniden karamsarlığa düşmüştür.
    Yani Filistinliler yanlış davrandıkça ABD ve İsrail güç durumda kalıyor…  
    Filistin Yönetimi Amerikan hükümetini boykot etmeyi  elli yıldır sürdürüyor…  
    Trump’ın  İsrail- Filistin Barış Planı ise uygun şartlarda açıklanmak üzere Beyaz Saray’da bekliyor…
     
    *
    Bütün bu gelişmeler sırasında Suudi Arabistan ve İsrail ilişkileri resmi değil ama sahne arkasında sürüyor.
    İki ülke arasındaki ilişkiler 2015′ de İran nükleer programına karşı verilen ortak çabalarla arttı.
    Şimdi bağların, Prens M.Bin Salman’ın Başbakan B.Netenyahu ile bir toplantı düzenlemesi ardından yeni zirvelere ulaştığı bilgileri geçiyor.
     
    *
    Ancak İran’a karşı ılımlı bir Sünni ittifak kurulması düşüncesi son bir yıldır anlamını yitirmiştir.
    Çünkü Başkan D.Trump, dünyanın dört bir yanında İslamcı terör ideolojisini ve terörünü hızla yenmek üzere,
    Mayıs 2017’de Suudi Arabistan/ Riyad’ta düzenlenen zirvede, toplam 51 Arap ülkesiyle yeni bir stratejiyi uygulamak konusunda uzlaşmışken;
     
    Yani  terörist grupların kuşatılıp, kaçmalarına imkan vermeden yok etmeye dayanan bu strateji de; 
    1- Bölgede yağmacı politikalar takip eden tüm ülkelerin aşırılıkları atmak amacını paylaşan bir uluslar birliği haline gelmeleri,
    2- Mısır Arap Cumhuriyeti’nin tüm aşırılık ideolojilerini görme ve sınırlama rolü eşliğinde İslam’ın doğru öğretilerini yayması, 
    3- ABD’nin , Suudi otokrasisinin ve onun İran’a karşı NATO himayesinde bir Sünni Arap askeri koalisyon oluşturmasını desteklemesi, 
    4- Ortadoğu’daki büyük trajedinin siyasi çözümü yolunda, ABD’nin yükümlülüğünü asgari düzeye düşürecek iki ülkenin; Katar ve Türkiye’nin tefriki planı uygulamaya konulmuşken;
     
    Bunlara bağlı olarak;
    1- Katar’ın Suudi Arabistan’ın  vesayetine tabi olması, 
    2- Katar’ın Suriye’de İŞİD’le yaptığı işbirliğinin, İŞİD çevresinde bir araya gelen İslamcı Cihad güçlerini finanse etmekten, örgütlemek ve silahlandırmaktan alıkonulması,
    3- Bahreyn kraliyet ailesine yönelik muhalefetinin önlenmesi,
    4- Yemen’de Suudi karşıtı Husi asileri ve Suudi Arabistan’ın Şii ağırlıklı El Katif bölgesindeki yönetim karşıtlarını desteklemekten vazgeçmesi,
    5- Katar’ın  İran ile ve onunla bağlantılı Filistinli İslamcı grup HAMAS’la,  
    6- Müslüman Kardeşler Örgütü ile arasına mesafe koyması uygulamaları için düğmeye basılmışken,
    Böylece Suriye trajedisinde savaş suçları işleyerek hukuku ihlal eden Esad rejimi kadar muhalif tarafların, teröristlerin ve destekleyen,
    Mesela, Katar ve Türkiye gibi ülke yöneticilerinin paylarını üstleneceği bir sürece ilerlenmesi öngörülmüşken;
     
    *
    Ama şu anda Ortadoğu, iki kampa bölünmüş bir görünüm arz ediyor!
    Biri Türkiye, Katar, İran ve Sudan’dan, 
    Diğeri Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Mısır’dan oluşuyor.
    ABD ve İsrail’in desteğine sahip olan bu ikinci kamp, Katar’daki boykotu ve İran ile Türkiye bağlarını da zorluyor… 
     
    *
    Ne ki, Suudi Arabistan’ın Başkan Trump’un İsrail-Filistin çatışmasının çözümüne yönelik planına destek vermesi,
    Karşılığında  Kudüs’teki kutsal yerlerin kontrolünü ele geçirme çabaları,
    Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımasıyla gölgelenmiştir.
    Çünkü Kudüs’ün başkent olarak tanınması kargaşası yaşanırken;
    Suudi Arabistan’ın BAE ile Kudüs’e odaklanması ve Kudüs meselesini sahiplenmesi,
    Ama geniş bölgesel etkileri olan Türkiye’nin, önemi küçümsense de İstanbul’da düzenlediği iki İslam zirvesiyle karşılık bulmuştur.
    Türkiye ve Körfez ülkeleri; Suudi Arabistan liderliğinin Katar’ a uyguladığı ekonomik ve diplomatik boykot ve İran’a yönelik politikalar konusunda da aynı fikirdedir…
     
    *
    Suudi Arabistan yakın zamandan beri kendisini hoşgörü, inançlar arası diyalog ve ılımlı bir İslamiyet umudu olarak yansıtmaya çalışıyor.
    Mekke ve Medine’den sonra İslam’ın üçüncü en kutsal alanı olan El Aksa Camii’ne ev sahipliği yapan Tapınak Dağı’nda kontrolün ağırlıkla kendisinde olmasını öngörüyor.
    Nitekim Kral Salman, krallığın mali gücünü harekete geçirmiş,
    Nisan’da bir Arap zirvesinde, İslam’ın  Kudüs’teki kutsal yerlerini desteklemek için 150 milyon dolar bağışta bulunduğunu açıklamıştır…
     
    *
    Suudi bağışı, Türkiye’nin Kudüs’teki İslami örgütlerle bağlantılarına, gayrimenkul edinme çabalarına ve İslamcı turları organize etmesine karşı çıkıyor.
    2017’de İslamcı lider Erdoğan’ın binlerce taraftarı Kudüs’ü ziyaret etmiştir, Türkiyeli aktivistler Tapınak Dağı protestolarına katılıyor…
     
    *
    Kudüs üzerinde iki kampın sayısız ekonomik, siyasal ve askeri girişimleri İsrail- Filistin Barışını beklemeye alıyor.
    Bu sırada Suudiler sahnenin arkasında İsrail’e  Tahran’ın ortak düşman olduğunu, İran ve Hizbullah’la savaşmak için hazır oldukları mesajı verirken;
    Bir taraftan da kendi ülkelerinde düşmanın başta İsrail sonra İran olduğu propagandasını yapıyor.
    Suudi formülü açıktır: İsrail’le olan gizli bağlar, çoğunluğu İsrail’den nefret eden insanları memnun etmek için Yahudi devletine karşı aşırı bir düşmanlık ile birleşmiştir…
     
    *
    Bu gelişmeler ABD’nin İsrail-Filistin Barış planını şirazesinden kaçırıyor.
    Bu yüzden ABD hem İran’ı hem Türkiye’yi alabildiğine hırpalıyor…
     
    *
    Erdoğan Türkiye’yi tartışmasız yürütmek için kapsamlı güçler kazandığı bir referandumdan sonra onlarca yıl sürecek bir miras bırakabileceği seçimi de kazanmıştır.
    Şimdi Türkiye rejimi giderek retoriği ve yaklaşımlarıyla El Kaide örgütünün gelişmiş, karmaşık ve daha tehlikeli bir versiyonuna dönüşüyor.
    Ama uluslararası toplum ve Türk Halkının ekseriyeti Erdoğan’ın diriliş vizyonunu yerine getirmeye çalışan bir Türk Bin Ladin’e dönüşmesinden rahatsızdır.
    Birlikte El  Kaide benzeri otoriter bir yönetimde Türk bin Ladin’i  önünde sonunda durdurulacaktır…
     
     
    11.8. 2018
  • TÜRK HEYETİ ABD YETKİLİLERİ İLE GÖRÜŞÜYOR

    TÜRK HEYETİ ABD YETKİLİLERİ İLE GÖRÜŞÜYOR

    Batı ve Türkiye, Suriye Arap Cumhuriyeti’nin bozgunu üzerine oyun kurdu.
    Suriye’nin meşru devlet başkanını “Kasap” olarak nitelediler.
    Nihayet İsrail Savunma Bakanı A.Liberman, Suriye’nin çatışmadan galip çıktığını ve Devlet Başkanı Esad’ın bu ülkenin meşru lideri olduğunu kabul etti.
    İyi niyetini göstermek için bugüne kadar el altından desteklediği IŞİD’in bir grubunu da bombalattı!
     
    *
    Şimdi ABD ve Rusya, Ortadoğu sorunlarıyla ilgili ilişkileri yavaş yavaş yoluna sokuyor…
    Bazı aktörlerden savaştan geri çekilmeleri, bazılarının ise  ülkenin yeniden inşasına katılmaları isteniyor.
     
    *
    Suriye Arap Ordusu ise topraklarını özgürleştirmeyi sürdürüyor.
    Güneybatı Suriye’nin fethi tamamlanmıştır, şimdi ülkenin kuzeybatısına ve muhalefet kontrolünde kalan İdlib vilayetine dikkat çekiliyor…
    İdlib’in geleceğini rejimin İran ve Rus destekçilerinin ne yapıp yapmayacakları değil, daha çok rejimin saldırıya geçmesi olasılığının belirleyeceği öngörülüyor.
    Bu yüzden R.T. Erdoğan’dan İdlib’e sığınmış cihatçıları kendi kaderleriyle baş başa bırakması isteniyor…
     
    *
    Bu sorunun çözülmesinin ardından, Başkan Trump’ın askeri birliklerini ülkenin güneyindeki El Tanf’tan ve kuzeyde Fırat’ın doğusundan geri çekmesi bekleniyor.
    *
    Bir yıl önce Rusya’nın öncülüğünde Suriye’de, uluslararası düzeyde müzakere edilmiş dört “de-eskalasyon bölgesi- azaltılmış çatışma bölgesi” oluşturuldu.
    Rejim böylece savaş alanını daralttı ve  muhalefete karşı birden fazla cephede savaşan güçlerini yeniden toparladı… 
    Nitekim Ocak 2018 ile Temmuz 2018 arasında dört bölgeden üçünü; Doğu Ghouta, Deraa ve Kuneytire’yi askeri olarak geri aldı.
    Bugün sadece kuzeybatıdaki de- eskalasyon bölgesi  İdlib  muhalefetin elindedir.
    Ama rejim birlikleri, Idlib’in batısında Kinsaba, Ain el-Qantara’nın Lazkiye köylerinde, doğuda Abu Dhuhour’da  ve güneyde Hama’nın kuzey kırsalında konuşlandırmış bulunuyor… 
     
    *
    2011’de İdlib yaklaşık 750 bin nufusluydu.  
    Bugün ülkede yerinden edilen en az 1.2 milyon insanın bu büyük kırsal bölgeye tıkılmasıyla,
    Bölge nufusu Suriye’nin yüzde 3 ila yüzde 4’ünü oluşturan yaklaşık 2.5 ila 3 milyona yükseldi.
    Suriye’nin kuzeybatısındaki bu bölge  uzun zamandır silahlı direnişin ve El Kaide bağlantılı operasyonların merkezidir.
    Bölge muhalif savaşçıların ve onların başka yerlerden gelen aileleri için gerçek bir  yerleşim alanı haline gelmiştir.
    El Kaide ile bağlantılı en az  70 bin silahlı militan Idlib’ te ve çevresindeki bölgelerde yaşıyor.
    Rejimin, İdlib’e karşı bir askeri kampanya düzenlemesi halinde, sivillerin büyük sayılarda ve daha önce hiç olmadığı kadar acı çekmesi mukadderdir… 
     
    Türkiye 2011’den bu yana 3.5 milyondan fazla Suriyeli mülteciyi sahiplenmiş ve sınırını kapatmıştır.
    Ama İdlib’deki ihtilaf olasılığı tam bir kabus senaryosudur.
    Ankara  Idlib’i  “kırmızı çizgi ” olarak ilan etmiş ama bunu yürürlüğe koyma niyetinde gibi görünse de bunun bir rejim saldırısını durdurmaya yeterli olup olmadığı açık değildir.
    Bu noktada Rusya, İdlib’deki düşmanlıklarda herhangi bir tırmanışa karşı çıkmanın ısrarındadır ancak Rusya’nın da Esad rejimi ve İran’ı kısıtlama kapasitesi  sınırlıdır.
     
    *
    Bu çerçevede karmaşık ve kaotik bir görünümde İdlib’in geleceği işte, son zamanda diplomatik çözümün merkezindedir.
    Bu görünüm, Türkiye’nin kuzeybatı Suriye’nin muhalif aktörlerinin kontrolünü ele geçirme konusundaki riskli yatırımından kaynaklanıyor…
    Nitekim Türkiye, Rahip Brunson çerçevesi üzerinden başlayıp iki Türk Bakan’a ABD tarafından yaptırım koyulmasıyla derinleşen krizi çözmek için,
    8 Agustos’ta görüşmelerde bulunmak üzere Washington’a gönderdiği heyetin ana gündem maddesi İdlib konusudur.
     
    *
    ABD ve Avrupalı müttefikleri, Kuzeybatı Suriye’de hâlihazırda devam eden nispi sakinliğin sürdürülmesi öneminin  farkındadır.
    Ama olası bir savaşta büyük bir tırmanıştan kaynaklanacak tehdit ve tehditler dizisinden kaçınmak için acilen tedbirler alınması gerekiyor.
    Rusya’nın ilgili bölgede devam eden yükselme eğilimine bağlılığı test ediliyor ve güçlendiriliyor.
    Şimdi ABD ve Avrupa “Rusya ile çalışmanın ” tam zamanı olduğu düşüncesindedir.
    Düşmanlıkların devam etmesine izin verilmemesi gerekiyor.
    Çünkü meydana gelecek tahribatın yedi yıl süren savaşta görülmeyen şiddet içereceği ve sonucunun çok ağır olacağı öngörülüyor…
     
    *
    Rusya’nın Suriye özel elçisi “İdlib’de büyük çaplı bir operasyon söz konusu değildir” ifadesinde ısrarcıdır. 
    Esad’ın kendisi ve BM’deki büyükelçisi ise kuzeybatıyı zorla geri alma konusunda kararlılıklarını açıklamıştır.
    Nitekim Rusya Dışişleri Bakanı S. Lavrov, 2 Agustos’ta kuzeybatı Suriye’de teröristlere son darbeyi vurmak gerektiğinde ısrar ettiğinde kendi özel elçisi ile çelişmişti.
     
    *
    Rejim, muhalifleri kontrolündeki kuzeybatıda ciddi bir saldırı başlatması halinde kendisini son derece kompleks bir çerçeveye sokacaktır
    İdlib ve yakın çevresi, Özgür Suriye Ordusunun en ılımlılarından, Müslüman Kardeşler ve daha sert Selefi inançları benimseyen diğer gruplarla ideolojik olarak hizalanmış,
    Tümü Esad karşıtı silahlı grupları içeriyor.
    *
    Suriye’de El-Kaide’nin resmi ortağı olan eski adıyla el-Nusra Cephesi, yeni adıyla Tahrir el-Şam (HTS) askeri seferberlikle gelişmiş ve bölgede hakimiyet kazanmıştır.
    Şimdilerde siyasi ve yönetişim çabalarını genişleterek sivil bir  Kurtuluş Hükümeti’ni koordine etmeye çalışıyor.  
    Şu anda HTS, biri Türkiye olmak üzere  en az iki bölgesel devletle aktif siyasi ilişkiler sürdürüyor.
    Kısa süre öncesine kadar birden fazla Avrupa hükümetinin aktif olarak Kurtuluş Hükümeti ile resmi  ilişkiler kurmayı değerlendirdiklerini de hatırlatmak gerekiyor
    HTS’nin  siyasi liderleri, Türkiye’nin güneyinde ciddi zaman geçiriyor…
     
    *
     
    Aslında Suriye’nin kuzeybatısındaki en önemli aktör HTS değil, Türkiye’dir .
    Uzun kuzeybatı koridorunda cihatçı muhalefet aktörleri üzerinde güçlü bir etkisi bulunuyor.
    Türk Ordusu Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı operasyonlarıyla  Kürt YPG’nin daha da genişlemesi engellemek için Afrin’in doğusundan Fırat Nehri’nin batı kıyısındaki Cerablus’a uzanan 150 kilometrelik bir şerid üzerinde denetim kurmuştur.
    Türkiye Kuzeybatıda de-eskalasyon bölgesinin ana garantörü olarak da İdlib’te 12 gözlem noktası inşa etmiştir. 
    Bugün başlangıçtaki bu küçük gözlem noktaları  dikenli teller, betonarme duvarlar, ağır silahlar ve zırhlı araçlarla büyük bire üs haline getirilmiştir…
     
    Şimdiye kadar HTS, Türkiye’yi İdlib’de askeri varlığını tesis etmesi için aktif olarak destekledi.
    HTS lideri Ebu Muhammed el-Jolani’nin  yabancı bir devletin silahlı kuvvetleriyle olan bu işbirlikçi ilişkisi, grubunun uzun vadeli çıkarlarını korumak için pragmatik bir yoldu.
    Ancak şimdi Türkiye’nin bir rejim saldırısını önleyebilmek için HTS’ yi satması zor görüldüğü gibi,
    HTS’nin de böyle bir durumda, Türkiye destekli silahlı bir yapıya dönüşmesinden başka çaresi bulunmuyor.
    Türkiye’nin de HTS’yi kontrol etmek için grubun pragmatik kanadını desteklemek ve sert köktencileri baltalamak için Suriye’nin kuzeybatısındaki bağlı kuruluşlarla bağları genişlettiği görülüyor… 
     
    *  
    Türkiye kuzeybatıda diğer tüm muhalefet aktörleriyle ortak ilişkiler sürdürüyor. 
    Şubat 2018’de Ahrar el-Şam ve Harakat Nour al-Din el-Zinki gruplarının Suriye Kurtuluş Cephesi’ni oluşturmak, 
    Mayıs’ta  Ulusal Özgürlük Cephesini kurmak için  Özgür Suriye Ordusu’nun 10 hizbini birleştirdi.
    Bu arada, muhaliflerin Ulusal Ordusu, Türk ordusu tarafından eğitilen ve teçhiz edilen askeri ve sivil polis güçleriyle giderek genişliyor.
    Özgür Suriye Ordusunun bir komutanı “Türkiye, Suriye devriminin en önemli destekçisidir” diyor! 
      
    *
    İdlib’deki ihtilafın muazzam maliyeti nettir.
    En önemli soru ise Suriye’nin bir saldırı karşısında Türkiye’nin ne yapacağıdır?
    Ankara, İdlib’in kırmızı çizgisi olduğunda ısrar etmektedir ama bölgenin de ne kadar kırmızı olduğunu görüyor.
    Türkiye için İdlib’in devrilmesine izin vermek, tehlikeli bir örnek teşkil edecektir., 
    Suriye’ye halihazırda Türk kontrolü altında olan kuzey Suriye’nin diğer bölgelerini yeniden ele geçirmek için bir rejim kampanyası yolunu hızla açacaktır.
     
    *
    Bu senaryo Türkiye için  her ne kadar Kürt YPG’yi denklemin merkezine yerleştirmesine yol açsa da;
    Esasen Erdoğan’ın Sünni köktenci bir lider olarak emperyal Osmanlı emellerine önderlik etmekten vazgeçmesi,
    Türkiye’yi İslami otokrasiye dönüştürmüş bir ülke haline getirip neredeyse dünyanın her yerinde gösterdiği Sünni İslamcılık girişkenliğin terk etmesi anlamına gelecek,
    Türkiye’nin bu bölgelerde istikrar ve büyüme arzusuna  katkı vermesini gerektirecektir.
     
    *
    Bugün Washington’da, Rahip Brunson namı altında,Türkiye’nin İdlib’teki pozisyonu ve giderek  Suriye’de genişlemek isteyen Erdoğan’ın pazarlığı yapılıyor…
     
    9.8.2018
  • İRAN’ IN ZOR SINAVI

    İRAN’ IN ZOR SINAVI

    Başkan D.Trump ile birlikte ABD kapitalizm öncesi devlete dönüyor ya da  emperyalizme yeni bir yön veriyor. 
    Yani ABD’nin ulusal üretici kapitalizmi ile ulusötesi mali kapitalizm çatışıyor.
    Bu yüzden ABD uluslararası ticaret anlaşmalarından geri çekiliyor.
    Yeni bir olgu olarak Dünya Ticaret Savaşı yaşanıyor.
     
    *
    Bu yüzden geri planda bir yakın tarihin sonuna gelinmiştir. 
    Çünkü ABD;
    1-  Artık Suriye savaşını bir insani müdahale olarak satma girişimlerinin sona erdiğini, sıranın Suriye’deki savaşa siyasi çözüm bulunmasına geldiğini düşünüyor.
    2-  İsrail’i kuşatan bu bölgede; “Kafirleri öldürüp dünyaya İslamı empoze etmeyi hedefleyen” İran İslam Cumhuriyeti’nin  bütün ağırlıklarıyla  Suriye’den çekilmesini istiyor. 
    3-  Ayrı bir konudur ama aynı şekilde emperyal Osmanlı emellerine önderlik eden Türkiye’nin de, Balkanlarda, Orta Doğu ve Doğu Akdeniz’in neredeyse tamamında gösterdiği Sünni İslamcılık girişkenliğini,
    Suriye ve Irak’tan başlayarak sonlandırmasını ve Türkiye’nin ABD ve NATO ittifakının yeniden güvenilir bir ortağı olmasını öngörüyor…
     
    *
    Bu sırada ABD’nin İran nükleer anlaşmasından çekilmesiyle iki ülke arasında yüksek gerilim yaşanıyor.
    Washington’un iki aşamalı yeni ambargo kararının 1. bölümünü, bugün 6 Ağustos’ta uygulamaya koymasıyla gerilim yeni bir boyut almıştır. 
    Ambargo kapsamıyla, İran’ın ABD doları ile ticaret yapmasının önüne geçiliyor.
    Ülkenin en büyük gelir kaynağı petrol ticaretine darbe vuruluyor, otomotiv yedek parça ticareti sınırlandırılıyor.
    Üstelik ABD, yaptırım kararına uymayarak İran ile ticaretini sürdüren diğer ülkeleri kapsayacak şekilde ambargo kartını devreye sokacağını ilan etmiştir!
    Yeni yaptırımların, uzun süredir ekonomik darboğazda olan İran’ı olumsuz yönde etkileyeceği öngörülüyor…
     
    *
    Yine de bu gelişmeler,Tahran ve Washington arasında bir savaşın yakın olduğu anlamına gelmiyor.
    En başta Başkan Trump yönetiminin stratejisi, askeri önlemlerden ziyade ekonomik baskı üzerinde yoğunlaşıyor. 
    İki ülke arasındaki 39 yıllık ilişkide çok daha kötü süreçler yaşanmıştır.
    Şimdi Suriye, İran ile İsrail arasında kontrolsüz şekilde tırmanış birçok fırsat sunuyor.  
    İran’ın  Ortadoğu’da iddialı ve geniş kapsamlı bir güç projeksiyon çabasında olmasından duyulan rahatsızlık,
    Bölgeden  askeri birliklerini çekmesi gereği defalarca dile getirilmiştir… 
    İyimser düşünce; İran liderliğinin, ülkeyi Washington’dan gelen ekonomik tehditlere karşı hızlı koruyucu tepkiler verecek kadar usta olduğudur…
     
    *
    ABD ve İsrail dahil olmak üzere bir çok ülke;
    Tahran’ın İslamcı rejiminde ılımlı Cumhurbaşkanı Hasan Rouhani’yi böylesi bir  ekonomik tehdite karşı en iyi ümit olarak tanımlıyor. 
    Nükleer anlaşmanın çöküşü ve uluslararası yaptırımların yeniden başlatılması Ruhani’ye bağlanan ümitleri  zayıflatmasına ihtimal verilmiyor. 
     
    *
    Çünkü Tahran’ın İslamcı rejiminde ve politikalarında olumlu değişim yaratmasının yolunun,
    İran’da mevcut  iki  görüş arasında devam eden tartışmadan bulunacağı öngörülüyor…
    Birincisi, Tahran  uluslararası bir yaptırımı dostça bir ikna yöntemi  olarak kabul etmiyor.
    İkincisi, 2018’den bu yana İran’da ekonomik duruma gösterilen halk protestoları; İran’ın değişime olan talebini zayıflatmamakta aksine onu güçlendirmektedir…
    Bu görüşler İran’ın iç baskıya ve dış saldırganlığa son vermesi için baskı yapma çabalarına zarar veriyor!
     
    *
    Aslında H. Rouhani’nin retoriği, İran Dini Lideri Ayetullah Ali Hamaney’den daha ılımlı  olsa da,
    Siyasi geçmişi, ideolojik dünya görüşü ve son on yıldaki fiilleri, onun Hamaney ile aynı kumaştan olduğunu gösteriyor.
    Rouhani devrimci bir İslamcıdır.
    Yani hem İran’ın iç durumu hem de hegemonik dış politika hedeflerinde gerçek değişime engel oluşturuyor… 
    Daha da kötüsü Rouhani, görev süresinde terörizmden yıkıma, komşu devletlere askeri müdahaleye kadar bölgedeki saldırgan faaliyetlerinde,
    Ilımlı görüntüsüyle uluslararası baskıyı hafifletmeyi de başarmıştır!
     
    *
    Cumhurbaşkanı H.Rouhani’nin göreve gelmesi üzerinden beş yıl geçti. 
    Ilımlı bir platformda oyların yüzde 51’i ile seçildikten sonra 3 Ağustos 2013’te göreve başladı.
    Görevi 8 yıllık dönemi yabancı güçlerle yaşanan gerilimlerle işaretlenmiş Mahmud Ahmedinejad’dan devraldı.
     
    *
    Geçen 5 yılın önemli kilometre taşlarını;
    Rouhani’nin, Batılı ülkelerin İran’la iletişim kurmasının tek yolunun eşit bir zeminde olması gereğine dikkatle Batı ile diyalogu ilerletme sözü vermesi,
    24 Eylül 2013’te, BM’de Fransa Cumhurbaşkanı Francois Hollande ile el sıkışması,
    Üç gün sonra  ABD Başkanı Barack Obama ile telefon görüşmesiyle 1979’dan  o güne iki ülkenin ilk doğrudan iletişimini kurması,
    4 Temmuz 2015’te yaptığı anlaşma ile ekonomik yaptırımlardan kurtulmak için nükleer programını sınırlandırmayı kabul etmesi ve  13 yıllık krize son vermesi, 
    6 Eylül 2015’te Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın,Tahran’ın askeri ve ekonomik destek sağladığını kabul etmesi,
    Suudi Arabistan’ın, Ocak 2016’da İran’la diplomatik ilişkileri koparması,
    Nihayet Rouhani’nin 19 Mayıs 2017’de  oyların yüzde 57’si ile ikinci dört yıllık bir dönem için yeniden seçilmesi oluşturuyor.
     
    *
    Rouhani ikinci döneminde,  reformcular ve genç İranlılar tarafından destekleniyor.
    Ancak sosyal ve ekonomik meselelere dair eylemsiz kalmakla suçlanıyor.
    28 Aralık’ta, Meşhed’de yüzlerce protestocu miting düzenlerken, diğer şehirlerde fiyat artışlarına, işsizliğe ve hükümete karşı gösteriler düzenlendi.
    Huzursuzluk düzinelerce şehire  yayıldı.
     
    *
    3 Ağustos’ta, İranlı protestocular Tahran yakınlarındaki bir ilde bir dini okula saldırdılar.
    Ülkenin büyük şehirlerindeki gösterilerde  İranlılar kötüleşen ekonomiye ilişkin endişelerini haykırdılar.
    İran para birimi değerinin yarısını kaybetti.
    Enflasyon Venezuela düzeylerine doğru ilerliyor. 
    Büyük yabancı yatırımlar iptal ediliyor.
    Tahran’ın petrol ihracatı ulusal gelirle birlikte düşüyor.
    Gösteriler ve ayaklanmalar giderek yaygınlaşıyor.
     
    *
    İran’ın liderleri, petrollerinin özgürce ve bolca akmadığı taktirde;
    Arap petrolünün Hürmüz Boğazı’ndan Asya ve Batı’ya geçmesini engelleme tehdidinde bulunuyor.
    Bu tür herhangi bir eylem, dünya çapında petrol fiyatlarında bir patlamayı ateşleyecek,
    Boğazı yeniden açmak için ABD’yi bir askeri müdahaleye zorlayacaktır…
     
    Ancak siyasi güçlerin korelasyonu, İran’ı dünyada yapayalnız bırakmış, adeta duvara yaslamıştır.
    ABD Savunma Bakanı James Mattis İran ile bir savaşı reddediyor.
    Savaşa karar verecek olan dört kişi; Başkan Trump, Dışişleri Bakanı  M.Pompeo ve Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton ise rejim değişikliğinden bahsediyor…
     
     
    7.8.2018
  • MÜLTECİLER VE FİRAVUNLAR

    MÜLTECİLER VE FİRAVUNLAR

    1939′ da Alman transatlantiği MS St. Louis, Almanya’dan uzaklaşmayı isteyen 937 Yahudi mülteciyle  Hamburg’tan Küba’ya yola çıktı.
    Yolcuların hepsinde Küba’ya giriş izni veren belgeleri vardı.
    Sonunda ABD’ye iltica etmeyi planlıyorlardı ve kabul için bekleme listesindeydiler.
    Gemi Havana limanına girdi ama Küba Devlet Başkanı M. Mariano Gomez belgeleri reddetti.
    Havana limanından ayrıldılar, Florida kıyılarında seyrediyorlardı ki; kaptan yardım talebinde bulundu.
    Bu kez Başkan Roosevelt yönetimi de mültecileri kabul etmedi. 
    ABD Sahil Koruma gemileri gemiden atlayarak karaya çıkmak isteyenleri engellemek üzere devriye geziyor, geminin demir atmasına izin verilmiyordu.
    Mecburen yeniden Avrupa’ya, Anvers limanına geri döndüler.
    Yolcuları Belçika, Hollanda, İngiltere ve Fransa kabul etti.
    Ama birkaç ay içinde Almanlar batı Avrupa’ya girdi.
    Belçika, Hollanda ve Fransa’ya gelenler Nazi istilasına yakalandı, 254’ü Holokost’ta öldü. 
    Yıllar sonra 2012’de ABD Dışişleri Bakanlığı özür diledi…
     
    *
    Ancak özürler benzer durumlarla karşılaşan insanlara çok az şey ifade ediyor.
    II. Dünya Savaşı’ndan bu yana en büyük mülteci krizi yaşanıyor. 
    Bugün 22,5 milyon insan başka yerlere sığınmak için ülkelerini terk etmiştir. 
    Milyonlarca mülteci, ciddi  acılar yaşıyor, zararlarla karşı karşıyadırlar.
    2016’da bu mültecilerin ancak yüzde 1’i olan 189 bin kişi sığındıkları ülkeye yerleştirildi!
    Bakınız, dünyanın dört bir yanından hükümetler, MS St. Louis’in günümüz eşdeğerleriyle neler yaşıyor?
     
    *
    Başkan D. Trump, mültecilerin kabulünde mevcut yıllık sayıyı 1980’den bu yana en düşük seviyeye 70 binden 45 bine indirgedi.
    Yönetimi bu düşük sayıya bile ulaşılmaması için elinden geleni yapıyor…
    Başkan Obama son yılında 15 bin Suriyeli mülteciyi kabul etmişti, Trump yönetimi bu yıl 11 bin Suriyeli mülteciye izin veriyor.
    ABD’den mümkün olduğu kadar çok mültecinin kovulması için sığınmacıların çete savaşları, aile içi şiddet gibi nedenleri, Geçici Koruma Statülerini iptal edilmiştir…
     
    *
    Hâlâ iç savaşla sarsılan Suriye, 5.5 milyondan fazla insanla dünyanın en büyük sığınmacı grubunu oluşturuyor.
    Çoğunlukla Lübnan, Ürdün ve Türkiye’dedirler.
    Türkiye 2011’de Suriye’de daha çatışmalar başlamadan mülteci kamplarını hazırladı, sınır bölgelerinde yollar açtı.
    ABD konsolosluk görevlileri ve muhalif Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) Hatay’da  ardarda toplantılar yaptı.
    ÖSO’ ya destek için ABD, İngiltere, Fransa, Ürdün, BAE ve Türk  Ordusu’nun bir dizi silahlı personeli gizli görev bahanesiyle faaliyette bulundu.
    Aynı zamanda Hatay Yayladağı’da güvenlik gerekçesiyle cihatçı teröristlerin geçişini sağlayacak bir çadır kent hazır edildi. 
    Halbuki Türkiye,1951 tarihli Mültecilerin Hukuki Durumuna İlişkin Cenevre Sözleşmesi’ne “coğrafi kısıtlama” ile taraf olduğu için sadece Avrupalılara mülteci statüsü
    verebilirdi.
    Erdoğan’ın vatandaşlık verdiği Suriyeliler mülteci dahi değildller.
    Giderek cihatçı terörist kimlikleri ortaya çıktı ama Türkiye’nin her yerine dağıldılar.
    Erdoğan’dan gelecek “Kürtleri kırmak ve Osmanlı’yı diriltmek” doğrultusunda yeni talimatlar beklemeye başladılar.
    Bir taraftan da Erdoğan, mültecileri  sığınmacı anlaşmasıyla  AB’ye karşı müthiş bir silah olarak kullanıyor… 
     
    *
    Afganistan, dünyanın en fakir ve en fazla şiddet yaşanan ülkelerinden biridir.
    Suriye’den sonra dünyanın en çok mültecisini üretti.
    Ülkede yerinden edilmiş ve çoğu Pakistan ya da İran’da yaşayan yaklaşık 6 milyon Afganlı mülteci giderek cihatçı kesildiler.
    Avrupa’da yaklaşık 300 bin Afgan mülteci yaşıyor.
    Birçok kişi sığınma başvurusunda bulunmuştur ama Avrupa hükümetleri, Afganistan’ın artık geri dönenler için yeterli bir tehlike oluşturmadığını savunuyor ve başvuruları reddediyor.
    Halbuki İsyancılar  hala Afgan topraklarının yaklaşık yüzde 40’ını kontrol ediyor.
    Şehirler sık sık saldırılara sahne oluyor. 
    Sadece geçen yıl 20 binden fazla Afganlı, güvenlik güçleri ve Taliban savaşçılarının çatışmasında öldü!
    Ocak’tan beri İran 242 bin, Pakistan 260 bin mülteciyi ya da işe yaramaz cihatçıyı Afganistan’a iade etti.
    Geri dönenler için iş yoktur ve uluslararası kuruluşlardan  çok zorluklarla yardım alınıyor.
    Yakın tarihli bir ateşkes, Afgan hükümeti ve Taliban arasında  barış  anlaşması umuduna yol açtı ama Taliban savaşa devam etmeye yemin etmiştir!
     
    *
    Savaştan ve insan hakları ihlallerinde kaçan yaklaşık 35.000 Eritre ve Sudanlı İsrail’de sığınma talebinde bulundu. 
    Pek çoğu on yıldan beri İsrail’de yaşıyor, İbranice konuşuyor, çocuklarını İsrail okullarına gönderiyor.
    Ama İsrail hükümeti onları Ruanda veya Uganda’ya sürgün etmek istiyor.
    Kuzey Kore’deki insan hakları durumu, özellikle çalışma kamplarında kalan 80 bin ila 130 bin kişi için oldukça kötüdür.
    On binlerce Kuzey Koreli, Çin ve diğer ülkelere kaçmıştır.
    Çin, Kuzey Korelileri sınır boyunca gözaltına alıyor.
    Geri gönderme tehdidi, Kuzey Kore kadınlarını insan ticaretine ve fuhşa maruz bırakıyor.
    Kuzey Koreliler geri dönmeleri halinde Gulag takımadalarında hapis cezasına çarptırılıyor.
     
    *
    1939’da ABD ve Küba, Avrupa’dan gelen büyük bir mülteci grubuna yardım etmeyi reddetmişti.
    Bu politikayı dün ya da bugün benimseyen dünya liderlerinin hiçbir utancı yoktur.
    Bugün, dünya umutsuzca büyüyen bir mülteci akınıyla karşı karşıyadır ve onlara verilecek yanıt aynıdır: “Kaçtığın Cehenneme Geri Dön! “
    *
    Bu noktada dünyanın en zengin adamı Amazon kurucusu Jeff Bezos,
    “Dünya mülteci çağında yaşıyor. 
     Amazon’ da kazandığım bu kadar çok mali kaynağı dağıtmak için görebildiğim tek yol;
    Uzayın keşfini ve kolonileşmesini finanse etmek ve uzay yolculuğuna dönüştürmektir” diyor!
     
    *
    Aslında kaçış fantazilerinin ardında son elli yılın neoliberalizminin baskın siyasi gerginliği bulunuyor.
    Bezos’un fantazisi de  teknolojik ütopyacılık diliyle bezenmiş olmasına rağmen yaşanan  felaketin bir dışavurumudur….
    O uzay mültecisi olmak istiyor!
     
     
    5.8.2018
  • UZLAŞMANIN ANAHTARI

    UZLAŞMANIN ANAHTARI

    Devlet Başkanı B.Esad, Suriye ordusunun 73. kuruluş yıldönümü için açık mektup yayınladı. 
    Ordunun Humus’u, Palmira, Halep, Kalamun, Deyr ez Zor, Doğu Guta’yı yeniden kazandığını,
    İsyancıların ve vekil güçlerin yenilginin acısını tatmanın ötesinde küçük düşürüldüklerini,  kuyruklarını kıstırıp geri çekilmek zorunda bırakıldıklarını ve ülkeyi terk ettiklerini söyledi.
    “Zaferle buluşmamız çok yakındır” dedi…
     
    *
    Nitekim Helsinki’de, ABD Başkanı D.Trump ve Rusya Devlet Başkanı V.Putin,
    İslamcı teröre karşı ulusal çıkarlarının ortak savunmasını müzakere ettiler. 
    Suriye savaşını bir insani müdahale olarak satma girişimlerinin sona erdiğinin,
    Sıranın Suriye’deki savaşa siyasi çözüm bulunmasına geldiğinin kararını verdiler…
     
    *
    Böylece savaş alanı Balkanlar, Kafkasya ve Genişletilmiş Ortadoğu  toprakları olan,
    Batı dünyasına çok taşmadan, Müslüman ya da Ortodoks Hıristiyan halktan çok sayıda kişinin yaşamını yitirmesine yol açan, 
    Ya da Yugoslavya’da başlayan  Afganistan, Irak, Gürcistan, Libya ve Yemen’de devam eden  bir savaşlar silsilesi,
    Artık Suriye’den başlamak üzere sonuçlanmaya yazdı…
     
    *
    Çünkü bu savaşların sona ermekte olduğu topraklarda,
    Suriye ;  halkı, ordusu ve devlet başkanı ile hiçbir zaman işlevini yitirmemiş gerçek bir devlete sahip olduğunu,
    BM üyesi 114 devletin oluşturduğu tarihin en büyük koalisyonu karşısındaki direnmesiyle gösterdi.
     
    *
    Çünkü bu savaşların hepsi ulusötesi emperyal sınıfla, halkları önünde sorumlu hükümetler arasındaki çatışmalardı.
    Ulusötesi emperyaller  halkları ideolojilerin öldüğüne ve tarihin sonlandığına ikna etmişlerdi.
    Küreselleşmeyi ya da  Anglosakson egemenliğini, ulaşım ve iletişim alanındaki gelişmelerin sonucu olarak sundular.  
    Demokrasinin ideal olduğuna ve bunu herkese güç kullanarak dayatmanın mümkün olduğuna inandırdılar.
    İnsanların ve sermayenin serbest dolaşım özgürlüğünü el emeği ve yatırımlarla ilgili tüm sorunların çözümü olarak gösterdiler…
     
    *
    Ama Müslüman dünyasını Ortodoks dünyaya karşı kışkırtmayı öngören başlangıçtaki planları süreç içerisinde dönüştü.
    Medeniyetler Savaşı gerçekleşmedi.
    Şii İran, inanç çeşitliliğinin hüküm sürdüğü Suriye’yi kurtarmak için Ortodoks Rusya ile ittifak yaptı.
    Söz konusu ulusötesi gruplar ise devletlerin iktidarlarını sistematik olarak kemirdiler ve servetler kazandılar…
    Herşey olup bitti!
     
    *
    Çünkü, bir kere üstünlük sağlayan bir gücün kendi gücünü başka devletlerle paylaşmak istemediği,
    Ama diğer devletlerin de bu duruma tahammül etmediği ve revizyonist davranarak mevcut statükoyu değiştirmek istedikleri işbu küresel sistemde;
    Şimdi ABD’nin ulusötesi grupları  kapitalizm öncesi devlete dönüyor yani emperyalizme yeni bir yön veriliyor…
     
    Bu yeni bir savaştır, bu ABD’nin ulusal üretici kapitalizminin ulusötesi mali kapitalizm ile çatışmasıdır.
    Bu yüzden ABD  uluslararası ticaret anlaşmalarından geri çekiliyor…
    Çünkü ABD; Rus ve Çin liderlerinin sürekli olarak dünyanın artık çok kutuplu olduğu söylemlerinden rahatsız oluyor…
     
    *
    Bir taraftan da Suriye’nin zaferinin ilan edilmesi için geri sayım sürüyor…
    Nitekim, Dışişleri Bakanı S. Lavrov  Rusya, Türkiye ve İran’ın Pazartesi ve Salı günlerinde Soçi’de görüştüklerini
    Suriye anayasal komitesinin çalışmalarını kolaylaştırmak ve savaşın yol açtığı ülkedeki siyasi anlaşmazlığı önlemek için ortak çaba göstermeyi kabul ettiklerini açıklıyor.
     
    *
    Tarafların, İslam Devleti (İŞİD), Nusra Cephesi ile onlarla bağlantılı bireyler de dahil olmak üzere tüm terör örgütlerini ortadan kaldırmak için,
    Suriye’deki terörizmle mücadele konusundaki kararlılıklarını,
    Kasım ayında Anayasa Komitesinin Cenevre’deki çalışmalara tutarlı hale getirmek ve siyasi çözüm sürecini ilerletme amaçlı ortak çabaları sürdürmeyi teyid ettikleriin söylüyor.
     
    *
    Bu noktada Türkiye rejiminin, retoriği ve yaklaşımlarıyla El Kaide örgütünün gelişmiş, karmaşık ve daha tehlikeli bir versiyonuna dönüşmüş görüntüsü;
    Acaba aradaki fark, Erdoğan’ın Afganistan’ın dağlarına dağılmış bir militan gruba değil jeopolitik öneme sahip bir ülkeye liderlik etmesi midir?
    El Kaide’nin terörizmle dünya çapında yarattığı korku, bugün artan siyasi paranoyası ve totaliterizmiyle Erdoğan’ı tekelinde midir?
    Benzeri sorularla tereddüte neden oluyor…
     
    *
    Erdoğan ülkeyi tartışmasız yürütmek için kapsamlı güçler kazandığı bir referandumdan sonra onlarca yıl sürecek bir miras bırakabileceği seçimi de kazanmıştır.
    Uluslararası toplum, Erdoğan’ın diriliş vizyonunu yerine getirmeye çalışan bir Türk Bin Ladin’e dönüşmesiyle ilgilenmezse;
    Dünya sokaklarında güvenle yürüyebilmenin olanağının kalmayacağına inanıyor.
    Bu yüzden, uluslararası toplumun El  Kaide benzeri otoriter bir yönetimde “Türk bin Ladin” ini önünde sonunda durduracağı bir “Kazan- Kazan”  sürecine girilmiş bulunuluyor…
     
    *
    Rahip Brunson krizi nedeniyle ABD’nin yaptırım kararı almasının ardında,
    Yugoslavya’da başlayan  Afganistan, Irak, Gürcistan, Libya ve Yemen’de devam eden  bir savaşlar silsilesinin,
    Artık Suriye’den başlamak üzere sonuçlanması talebinde Türkiye’de Erdoğan faktörünün yarattığı işbu tereddütler bulunuyor.
     
    *
    Türk-Amerikan ilişkilerinde bir zamandır süren gerginlik,
    Amerikan Hazine Bakanlığının, Adalet Bakanı A.Gül ve İçişleri Bakanı S.Soylu’yu yaptırım listesine almasıyla yeni boyut kazanmıştır.
    İki ülke arasındaki kriz hızla çözülemezse ilişkiler donma noktasına gelecektir.
     
    *
    Bu yüzden Erdoğan’ın Sünni köktenci bir lider olarak emperyal Osmanlı emellerine önderlik etmekten vazgeçmesi,
    Türkiye’yi İslami otokrasiye dönüştürmüş bir ülke haline getirip neredeyse dünyanın her yerinde gösterdiği Sünni İslamcılık girişkenliğin terk etmesi,
    Bu bölgelerde istikrar ve büyüme arzusuna  katkı vermesi gerekiyor.
     
    *
    Aksi halde Türkiye’yi  ekonomik ve siyasi açmazlar bekliyor.
    Batı Türkiye’nin yeniden bağlı olduğu ittifakların güvenilir bir ortağı olmasını istemekte samimidir.
    Ama Türkiye, inatla I. Dünya Savaşı’ndan sonra kaderini  karara bağlayan uluslararası antlaşmaların sadece bir adım uzağında bulunuyor! 
     
    3 .8. 2018
  • DOĞU AKDENİZ İTTİFAKI

    DOĞU AKDENİZ İTTİFAKI

    Kıbrıs dışında yaşayan Rumların temsil edildiği, Dış Ülkelerde Yaşayan Rumlar Federasyonu (POMAK) ve Rum Mücadelesi Dünya Koordinasyon Komitesi’nin (PSEKA),
    Lefkoşa Rum Kesiminde düzenlediği “Dış Rumlar Konferansı” 26-27 Temmuz’da yapıldı.
    Konferansa İsrail, Mısır, Yunanistan ve ABD’nin Rum Kesimi’ne akredite büyükelçileri katıldı. 
     
    *
    Konferans İsrail ve Mısır’ın Türkiye’ye meydan okuyan açıklamalarına sahne oldu.
    İsrail Büyükelçisi A Ravel, Rumların doğalgaz aramasına tepki gösteren Türkiye’nin davranışlarını tahrik olarak niteledi.
    “Türk tehditleri nedeniyle İsrail’in askeri müdahalede bulunmak zorunda kalmamasını temenni ederim” dedi. 
    Mısır Büyükelçisi Taha Muhammed, gerekirse Türkiye’ye karşı askeri güç kullanmaktan çekinmeyecekleri tehdidinde bulundu.
    ABD Büyükelçisi C.Doherty ise Türkiye’nin Rumlara gösterdiği tavrın kabul edilemez olduğunu söyledi…
     
    *
    Küresel istikrarsızlığın arttığı bu dönemde,
    Soğuk Savaş’ın ardından stratejik düzenlemeler için ABD işgalleri: Rusya’nın yeniden canlanması: Sorunlu  AB : Yasadışı göç krizi : Çin’in küresel bir güç olarak yükselişi ve daha pek çok şey kayıtsızlığa yer bırakmıyor…
     
    *
    Nitekim Yunanistan, İsrail, Kıbrıs Rum Kesimi ve Mısır; 
    Uzun soluklu Ortadoğu çatışması: Radikal İslamcılık: Türkiye’nin köktenci İslami otokrasiye dönüşmesiyle sıkıntılı Doğu Akdeniz’de,
    Ülkelerini sağlam demokrasiler olarak tanımlıyorlar.
     
    *
    Barış, güvenlik, çevresel istikrar ve ilerleme arzusunu desteklemek, 
    Aynı zamanda kendi Özel Ekonomik Bölgelerinde zengin hidrokarbon yataklarının keşfinden sonra güçlü ekonomik bağları teşvik etmek için,
    Üç yıldır ” Doğu Akdeniz İttifakı”nda ortaklık yapıyorlar… 
       
    *
    Ortakların her biri bireysel zorluklarla karşı karşıyadır.
    Ama hepsi bölgeyi bozan  şiddet unsurlarına ve Erdoğan Türkiye’sinin bir araya getirdiği “İslami Süper Güce”e,
    Bu güçle Ankara’nın, Doğu Akdeniz’de haklı olduklarını alma taahhüdüne karşı birleşmiştir…   
    Öyle ki, Türkiye I.Dünya Savaşı’ndan sonra kaderini bağlayan uluslararası anlaşmalardan sadece bir adım uzaktadır…
     
    *
    Yunanistan kendi açısından Doğu Akdeniz İttifakı’nı vazgeçilmez görüyor.
    2010’da borç krizi ve iflasıyla Yunanistan  AB üyeleriyle olan ilişkisinde ciddi baskı altında kalmıştı.
    Bugün Atina, uzun vadeli yabancı mali izleme ile karşı karşıyadır, ekonomi politikalarına önemli sınırlamalar getiriyor.
    Yunan hükümetleri AB’nin mali izlemesi nedeniyle faaliyet göstermesi gerekiyor.
    Bu yüzden Atina, Brüksel’deki dar alanın dışındaki alternatif iki taraflı  ya da çok taraflı girişimleri teşvik etmeyi amaçlıyor.
    Nitekim Yunanistan  Doğu Akdeniz İttifakı’nı faaliyetleri için biçilmiş kaftan kabul ediyor…
     
    *
    Yunanistan’ın en önemli stratejik endişesi, Ankara’nın bir zaman Osmanlı’nın olan topraklarda ” yeniden İslamlaştırılma ” amacını ifade etmesinden kaynaklanıyor.
    Türkiye’nin Suriye’ye girmesi: Kuzey Irak’ta askeri varlığı: Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı’nın (TİKA) Balkanlarda restorasyon, sağlık, eğitim, tarım ve hayvancılık, idari ve sivil altyapıların geliştirilmesi gibi birçok alanda faaliyeti sırasında genişleyen yıkıcı İslamileştirme faaliyetleri: Yunan egemen hava ve deniz alanında gündelik ihlaller:
    Barışçıl bir geleceğe çok az umut veriyor…
     
    *
    İsrail ve Kıbrıs sularındaki hidrokarbonların keşfi, ABD ve Rusya’nın yanı sıra Doğu Akdeniz’de tarafsız olan ülkelerin de;
    Bölgenin siyaseti, ekonomisi ve güvenliğine ilgi duymasına yol açmıştır.
    Yunanistan- Amerikan Liderlik Konseyi,  Ermeni lobisi, Kıbrıs, Suriye ve İsrail kendileriyle ilgili olarak Türkiye’nin NATO ve müttefikleri ile ters düştüğüne dikkat çekerek,
    Türkiye’nin bu yıl teslim almaya başlayacağı F-35 savaş uçaklarının verilmemesi için kampanya yürütmüşlerdir. 
    Yunanistan ayrıca  Ankara’nın AB’ye girmeye yönelik başvurusunu da  engelliyor…
     
    *
    Doğu Akdeniz İttifakı, böylece Yunanistan’ın güvenlik ve ekonomik ilerlemesinin en önemli çapası olmuştur. 
    Bu yüzden Atina’nın Doğu Akdeniz İttifakında diplomatik misyonunu;
    Hem Mısır Arap Cumhuriyeti’nin tüm aşırılık ideolojilerini görme ve sınırlama rolü,
    Hem de Kudüs Sorunu hassasiyeti ekseninde yürütmesi gerekiyor.
     
    *
    Nitekim İttifak; İsrail, Mısır, Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan’ın jeopolitik işbirliğini vurgulayan iyimser bir düzlemde ilerliyor.
    Bu olumlu gelişmelerin merkezinde, Doğu Avrupa boru hattının inşa edilmesi planlanıyor.
    Boru hattının Türkiye güzergahından geçmesi maliyetini düşürmesine rağmen,
    Bu hat  bypass edilerek Türkiye’nin Doğu Akdeniz İttifakı merkezindeki kontrolünün kaldırılması , böylece güvenliğin arttırılması öngörülüyor.
     
    *
    Erdoğan’ın 24 Haziran 2018’deki seçim zaferi, onun halifelik ve İslamcı özlemlerini güçlendirmiştir..
    Daha güçlü bir Erdoğan, Türkiye’nin İslami köktenciliğe daha hızlı geçişi, 
    Bu da Avrupa’nın kapılarına  dayanan radikal İslam anlamına geliyor…
    Erdoğan’ın her geçen gün, Batı değerlerini reddetmesi ve kınaması, neo-Osmancılığını Türkiye’nin itici gücü olarak kullanması;
    Köktendinci İslamcılığın yükselişini teyit ediyor.
    Batı’nın böyle bir Türkiye ile uzlaşması mümkün görülmüyor…
     
    *
    Elbette Batı ittifakının  Doğu Akdeniz ve Orta Doğu’daki en zorlu güvenlik sorunu Türkiye meselesini çözmektir. 
    Bu noktada Doğu Akdeniz İttifakının misyonu Türkiye meselesini çözmek değildir.
    Ama misyonunun ortakların çıkarlarını geliştirmek ve güvence altına almak, irredentist ve saldırgan politikalar konusunda uluslararası hukukun üstünlüğünü teşvik etmek,
    Avrupa’ya reddedilemez stratejik değerin ekonomik inisiyatiflerinin bir üstyapısını yaratmak ve güçlendirmektir…
     
    *
    Bakalım, Avrupa ve NATO, Erdoğan tarafından kontrol altına alınabilecek midir?
  • ABD- TÜRKİYE İLİŞKİLERİNİ KURTARMAK

    ABD- TÜRKİYE İLİŞKİLERİNİ KURTARMAK

     
    Sünni köktenci bir lider ile emperyal Osmanlı emellerine önderlik eden Türkiye, İslami otokrasiye dönüşmüş bir ülkedir.
    Türkiye’nin neredeyse dünyanın her yerinde gösterdiği Sünni İslamcılık girişkenliği;
    Bu bölgelerin işkence görmesine neden olurken, bu bölgelerde istikrar ve büyüme arzusuna da engel oluyor.
     
    *
    Köktenci liderin “tuttuğumu  koparırım” inadı ve bunu her gündeme  taahhüt etmesi,
    Türkiye’yi  ekonomik, siyasi ve sosyal açmazlarla  karşı karşıya bırakmıştır. 
    Batı, Türkiye’nin yeniden bağlı olduğu ittifakların güvenilir bir ortağı olmasını istiyor.
    Ama ne yazık ki; Türkiye, I. Dünya Savaşı’ndan sonra kaderini  karara bağlayan uluslararası antlaşmaların sadece bir adım uzağında bulunuyor! 
     
    *
    Bu sırada ABD, Rusya ile İslamcı teröre karşı ulusal çıkarlarının ortak savunması müzakeresinden yeni çıkmıştır.
    1-  Artık Suriye savaşını bir insani müdahale olarak satma girişimlerinin sona erdiğini,
    Sıranın Suriye’deki savaşa siyasi çözüm bulunmasına geldiğini düşünüyor.
    2-  Bunun için İsrail’i kuşatan bu bölgede;
    Hem Şii İran İslam Cumhuriyeti’nin ve Hizbullah gibi Şii terör örgütlerinin, 
    Hem de Türkiye’nin bütün boyutlarıyla Sünni İslamcı girişkenliğinin Suriye’den çekilmelerini istiyor… 
     
    *
    Nasılsa ABD Başkan D.Trump’ın, 20 Mayıs 2017’de Suudi Arabistan/ Riyad’ta Kral ve 50 Arap ülkesiyle birlikte karar altına aldıkları;
    Köktenciliğin mali kaynaklarını kesme: 
    Bölgede yağmacı politikalar takip eden ülkelerin aşırılıklarını atması:  
    Cihadçı grupları yok etmeye dayanan bir stratejiyi yürütme: 
    Suudi otokrasisine ve onun İran’a karşı NATO himayesinde bir Sünni-Arap askeri koalisyon oluşturulması hedeflerinde ortak adımlar atılmakta;
    Bir Sünni- Şii ekseni oluşturulmaktadır. 
    Bu çerçevede Suriye gibi çok sıcak bir coğrafyada Türkiye  ve İran’ın köktenci bloklar oluşturmasının; bilhassa İsrail’in güvenliği açısından bir anlamı yoktur… 
     
    *
    Üstelik 14 Nisan’da ABD, Birleşik Krallık ve Fransa; Rusya ve İran’ın teminatındaki Suriye’de Beşar Esad’ın kimyasal silah potansiyelinin altyapısını vurma bahanesiyle, 
    Kuzey Suriye’de bir koridor oluşturmuş ve bölgeye NATO’yu getirmişlerdir…
    Bu aynı zamanda ABD yönetiminin askeri gücünü bölgeden çekmenin öncesinde,
    Fransa’nın Suriye petrolü, gazı ve taşımacılığı  için TOTAL SA şirketini, İngiltere’nin British Petroleum  şirketini, ABD’nin ise ExxonMobil şirketini Kuzey Suriye’ye taşıması,
    Böylece Kuzey Suriye’ de tıpkı Kuzey Irak Kürt Yönetiminde olduğu gibi hidrokarbon kaynakları ekonomisi üzerinden uluslararası hukukun güvencesine alınması,
    Böylece Irak ve Suriye’de merkez hükümetlere bağlı Kürt tabanı üzerinde  çokuluslu bir şirketler devleti oluşturulması anlamına geliyor.
     
    *
    7 Mayıs’ta, Rusya Devlet Başkanı V. Putin ile Suriye Devlet Başkanı B.Esad arasında Soçi’de yapılan görüşmenin ardından,
    “Suriye’deki yabancı güçlerin çekilme sürecinin yakında başlayacağını” ifade etmeleri,
    Rusya’nın, Suriye’den çekilmesi gereken yabancı güçlerin “ABD, Türkiye, İran ve Hizbullah” olduğunu açıklaması bu durumu teyid ediyor…
     
    *
    Nitekim Cuma günü, Demokratik Suriye Güçleri’nin (DSG) siyasi kanadı Demokratik Suriye Meclisi (DSM),
    Suriye’nin geneli için “federalizm” projesini önerdiklerini, bu önerilerinin tartışmaya açık olduğunu ve bunu hiç kimseye dayatmadıklarını,
    Ama Suriye hükümeti ile başlayan müzakerelerin ilerletilmesi ve  öncelikli olarak şiddetin sona ermesi konusunda anlaştıklarını duyurdu.
     
    *
    Buna göre;
    1- TSK ve Özgür Suriye ordusunun kontrolü altında olan Afrin kentinde, göç ettirilen 140 bin kişinin yeniden Afrin’e dönmeleri sağlanırken,
    2- Afrin’e ve bir barut fıçısına dönen İdlib ve Humus gibi bölgelere yerleştirilen 3 bin İŞİD, farklı gruplara ait 25 bin savaşçı bulundukları yerlerden sökülüp atılacaklardır.
    DSM, Suriye dışından gelenlerin  bu sorunları çözemeyeceğine inanıyor…
     
    *
    Nihayet bir gün önce 26 Nisan’ da bütün bu gelişmelere son perde açılıyor…
    Başkan D.Trump, ABD’nin bir Amerikan papazının “uzun süreli tutuklanması” nedeniyle “büyük yaptırımlar” ile Türkiye’yi cezalandıracağını,
    Papazın derhal serbest bırakılması çağrısında bulunuyor… 
    ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Heather Nauert, yazılı bir açıklamada;
    “Bakan Mike Pompeo ile Türkiye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu rahip Andrew Brunson konusunu görüşmek üzere telefon görüşmesi gerçekleştirdi.
    Bakanlar, sorunun çözümü için görüşmelerin devam etmesini ve ‘diğer ortak kaygıların ele alınmasını’ taahhüt etti” diyor…
     
    *
    Sözcü İbrahim Kalın “Başkan Trump, Erdoğan ve Türkiye’yle iyi ilişkilere sahip olma niyetinde olabilir. Kuşkusuz bu ilişkinin karşılıklı saygı ve müşterek çıkarlar temelinde gelişmesi halinde bu yaklaşım karşılık bulacaktır.
    Ancak Türkiye’yi tehdit etmek, ilişkilere zarar vermek dışında hiçbir sonuca hizmet etmez” açıklamasında bulunuyor.
    Ama ABD ‘nin, Rakka operasyonunda Türk ordusu yerine YPG ile iş birliği yaptığını hatırlatıyor.
    Kalın, Washington’ın yaptığı bu anlaşmanın ‘geçici, al-ver ilişkisine dayalı ve taktiksel’ olduğunu söyleyerek kendini savunmaya çalıştığını, 
    Ancak bu planın, geçen yıl Trump yönetimi tarafından tekrar onaylandığını,
    Esasen Trump yönetiminin kendisini CENTCOM stratejisinden uzaklaştırmaya çalıştığını,
    Bu kapsamda YPG’li teröristlerin, Menbiç’ten çekilmesi için bir yol haritası hazırlandığını,
    Ancak somut bir politika değişimi olmadığı için Türkiye- ABD ilişkisinin bozulmaya  devam ettiğini,
    Bu çerçevede ABD’nin,Esad rejimiyle görüşmelerde bulunan YPG ile iş birliğini sona erdirmesinin Türkiye’nin meşru talebi  olduğunu, söylüyor…
     
    *
    Nihayet böyle durumlarda “tuttuğunu koparan” lider konuşuyor…
    ” Türkiye’yi yaptırımlarla geri adım attıramazsınız.
    Kredi kuruluşlarının kredi vermesinin önü kapatılacakmış! O kuruluşlarla mı geldik buralara? İstiklal ve istikbal mücadelemizi geçmişte nasıl verdiysek, vermeye devam ederiz.
    Biz göbeğimizden Amerika’ya bağlı değiliz. ABD, bu tavrını değiştirmez ise Türkiye gibi güçlü ve samimi bir ortağı kaybedeceğini de unutmamalı”diyor…
     
    Ya enseyi karartmadığı imajı vererek  Türkiye’yi girdiği Suriye topraklarından çıkarmanın senaryolarını oluşturuyor,
    Ya da 80 milyon Türk vatandaşını “Faiz, Kur, Enflasyon” sarmalında boğmaya yürüyor…
     
     
    30. 8 .2018
  • BU DÜNYADA YAPTIRIMLARA UĞRAMAK

    BU DÜNYADA YAPTIRIMLARA UĞRAMAK

    MÖ 3. yüzyılda Çin’de, Qin hanedanlığı kendini korunmak için giderek büyüyen Büyük Duvar inşaatına başladı.
    Büyük Duvar ya da Çin Seddi  korumacılıkta tüm zamanların en büyük sembolü oldu. 
    Ama bugün Çin, ulusal çıkarlarını korumak için ülkesi dışında köprüler, demiryolları, yollar, tüneller ve altyapılar inşa ediyor.
    Bu kez ördüğü bu duvarla, kendini küresel ticaret sisteminin merkezine yerleştiriyor…
     
    *
    Bu yüzden ABD ve Çin arasında ticaret anlaşmazlığı yaşanıyor.
    İki ülke arasında ticaret ve yatırım için kurallar, düzenlemeler ve standartlar belirleme konusunda bir karışıklık doğmuştur..
    Çünkü ABD-Çin ticaret anlaşmazlığının temeli ABD’nin azalan gücüdür.
     
    *
    Ve ABD plutokrasisi, Başkan D.Trump vasıtasıyla Çin’in geçen yıllar içinde aradaki boşluğu kapatıp kapatmadığı gerçeğine tepki gösteriyor…
    İşte Başkan D.Trump, ülkesinin statükosunu yeniliyor.
    ABD Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi ve Yeni Nükleer Doktrini eşliğinde,
    1- Bir yanda gelişmiş ya da gelişmekte olan istikrarlı ülkelerin, diğer yanda emperyal küreselleşmeyle henüz bütünleşmemiş istikrarsız devletlerin; 
    ABD ekonomisine yeniden yatırım yapmasını sağlamak,
    2- Bu sayede Pentagon ve CIA’ yı bugünkü işlevlerinden Ulusal Savunmaya geri getirmeyi öngörüyor.
     
    *
    ABD, kapitalizm öncesi devlete dönüyor yani emperyalizme yeni bir yön veriyor. 
    Bu ABD’nin ulusal üretici kapitalizminin ulusötesi mali kapitalizm ile çatışması anlamına geliyor.
    ABD  uluslararası ticaret anlaşmalarından geri çekiliyor.
    O sırada gelişmelerden zarar gören başta bir kısım ABD’li ulusal üreticiler feveran ediyor, Başkan vatana ihanetle dahi suçlanıyor!
    Ama Trump yönetimi eski düzeni belirleyen hükümetlerarası yapıları tasfiye ediyor, başlattığı Ticaret Savaşlarında kararlı görünüyor…
     
    *
    Bu tabloda Türkiye; ABD’nin stratejik ortağı ve NATO’nun önemli  üyesidir. 
    Müttefiklik hukuku gereğince 2.madde kapsamındaki gelişmelerde ABD’ ye destek vermesi  gerekiyor. 
    Yani  Türkiye; Pentagon ve CIA bugünkü işlevlerinden Ulusal Savunmaya geri dönüşünün öncesinde;
    Dünyada Ticaret Savaşının  sürdüğü bu sırada,
    ABD silahlı kuvvetleri ve NATO’nun caydırıcılık amacıyla Rusya ve Çin’e karşı hazırlıklarında el almalıdır…
     
    *
    Ancak ABD bu sırada Rusya ile İslamcı teröre karşı ulusal çıkarlarının ortak savunmasını müzakere ediyor.
    Çünkü ABD;
    1-  Artık Suriye savaşını bir insani müdahale olarak satma girişimlerinin sona erdiği kanaatindedir.
    Sıranın Suriye’deki savaşa siyasi çözüm bulunmasına geldiğini düşünüyor.
    2-  Bunun için İsrail’i kuşatan bu bölgede; ” Kafirleri öldürüp dünyaya İslamı empoze etmeyi hedefleyen” ve Şii eksenini oluşturan İran İslam Cumhuriyeti’nin ve Hizbullah gibi Şii İslamcı terör örgütlerinin Suriye’den çekilmeler ni istiyor. 
    3-  Aynı şekilde Sünni köktendinci bir lider ile emperyal Osmanlı emellerine önderlik eden Türkiye’nin ve Müslüman Kardeşler örgütünün de,
    Hem Balkanlarda hem Orta Doğu ve Doğu Akdeniz’in neredeyse tamamında gösterdiği Sünni İslamcılık girişkenliğini,
    Suriye ve Irak’ta sonlandırmasını ve Türkiye’nin ABD ve NATO ittifakının yeniden güvenilir bir ortağı olmasını öngörüyor…
     
    *
    Türkiye müthiş ekonomik, siyasi ve sosyal açmazlar içindedir.
    Buna rağmen ABD’ye ve NATO’daki müttefiklerine direniyor!
    Sanki Yunanistan ilişkilerinde, Ege Denizi ve Doğu Akdeniz’de, Kıbrıs meselesinde, Suriye ve Irak’ta sorunların çözümünde bir kilit görevi yapıyor.
     
    *
    Madem öyle!  ABD yönetimi Dünya Ticaret Savaşının başlamasıyla afallayan Amerikalılara ve Batılılara, Türkiye’nin çöküşü üzerinden bir nebze moral vermek,
    Türkiye’nin esas amacı olan Sünni İslamcılık girişkenliği ile bölgede yayılmasını ve kaynaklara sahip olma hedefine son vermek,
    Ama bunu Türkiye’nin Sünni İslamcılığını öne almadan sağlamak üzere  harekete geçiyor! 
     
    *
    Perşembe günü Başkan D.Trump, ABD’nin bir Amerikan papazının “uzun süreli tutuklanması” nedeniyle “büyük yaptırımlar” ile Türkiye’yi cezalandıracağını ve derhal serbest bırakılması çağrısında bulunuyor…
    Aynı gün Çin Cumhurbaşkanı Xi Jinping, Güney Afrika’dan  BRICS’in beş parmak gibi olduğunu, bu ülkelerin bir araya geldiklerinde kendi ağırlıkları üzerinden  bir yumruk oluşturduğunu söylüyor…
    Türkiye yönetiminin akıldaneleri “ABD tehditlerini uygularsa Türkiye NATO’dan çıkmak yerine NATO’da kalıp sistemi kilitler” derken,
    Atatürk’ün koltuğunu işgal eden K. Kılıçdaroğlu “Ülkemize yönelik tehdit mesajları müttefiklik hukukuna aykırıdır” diyor!
     
    28. 8. 2018