ZAFER YAHUT HİÇ

ZAFER YAHUT HİÇ - untitled

ZAFER YAHUT HİÇ

Hüseyin MÜMTAZ

Erbâbı bilir, zafer yahut hezimet arasında kıldan ince, kılıçtan keskin bir fark vardır/yoktur.

Kıbrıs meselesine nihayet Cumhurbaşkanı Erdoğan, hem de damardan müdahil oldu ve; “ ‘Siz Kıbrıs’ı tamamen bize verin, hiç bir şeye karışmayın’ diyor. Hedef bu. Dur bakalım, orada bu kadar şehit kanı var. Neyi veriyorsun?” deyiverdi.

Gündeme bomba gibi düşen bu çıkışın altını çizdikten sonra “doğru değerlendirme yapabilmek için” bölgenin bütününe bir göz atmakta fayda var.

Akdeniz’in doğusu… kaynamak ne kelime, yanıyor.

İsrail, Amerika ve Rusya kerhen de olsa, “sınır tanımayan Kürtler”in, Türkiye sınırı boyunca İran’dan Akdeniz’e kadar ulaşabilme çabasına göz yumuyor, hâttâ destekliyor.

Bu Irak ve Suriye’nin bölünmesi, her iki ülkenin kuzeyinin “ayrılması” demek.

Irak zaten, Özal-Bush’dan beri tamam. O halde sırada Suriye var.

Türkiye, “sınır tanımayan Kürtler”in Fırat’ın batısına geçmesine karşı.

Fakat Fırat’ın batısında, Hatay’ın güneyinde zaten varlar.

Rusya, fırsattan istifade “sıcak denizler”e inmiş, Esat’tan bir deniz ve bir de hava üssü elde etmiş durumda.

Türkiye, işte Fırat’ın batısı ile doğusundaki muhtemel bir birleşmeden sonra sıranın kuzeye, kendi topraklarına geleceği endişesinde…

“Dört parçalı Kürdistan”ı ve “Kürdistan’ın bağımsızlığını” her fırsattan istifade, her yerde söylemiyorlar mı?

İşte bu canlı, kanlı, kaygan ve yangın yeri gibi coğrafyada Türkiye; istese de istemese de tarihin ve coğrafyanın altın tepsi içinde sunduğu çok önemli bir mücevhere sahip.

Kıbrıs.

Dipkarpaz-Lâzkiye arası (şimdi farklı zaman dilimlerinde olsalar da) sadece 50 mildir.

50 mil doğusunda tam 36 ayrı devletin “koalisyon” gücü şeklinde bir arada olduğu “mevhum” bir düşmana karşı “çok taraflı” bir savaş yürütülürken Kıbrıs’ta da bir süredir, kelimenin tam anlamıyla saman altından su yürü(tül)mekteydi.

Ortadoğu’da düşman “mevhum” bir kavramdır çünkü Amerika’nın, Rusya’nın, İran’ın, İsrail’in; hâttâ Esat’ın ve Türkiye’nin kastettiği, savaştığı “düşman”lar farklı farklıdır.

Peki, sadece 50 mil doğusunda bunlar yaşanırken aynı süreçte Kıbrıs’ta neler oluyor(du)?

BM Genel Sekreterinin Kıbrıs Özel Temsilcisi ve Kıbrıs’taki Barış Gücü Misyonu Başkanı Elizabeth Spehar’a göre “Kıbrıs, bölgede çatışma içinde olanlar için bir umut feneri” idi.

Kocca BM Kıbrıs’ta “çatışma”nın 42 yıl önce bittiğini ve tam 42 yıldır en ufak bir “çatışma” olmadığını bilmiyor muydu?

İşte o kocaman BM’in planına göre 1976’nın 21-22 Kasım’ında Türk ve Rum liderler İsviçre’de bir araya gelip, “çözümü” konuşacaktı. Beraberinde “Garantörler Konferansı” yani, Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin katılımıyla da 5’li toplantı yapılacaktı. Yunanistan ve İngiltere çok önceden “garantörlük hakkından vazgeçtiklerini” açıklamış, Türkiye’yi de benzer bir karar almaya zorluyordu. Nitekim Yunanistan Başbakanı Çipras İsviçre Zirvesi’nden hemen önce, “Garantiler iptal edilmez, Türk askerlerinin Ada’dan çekileceği tarih de belirlenmezse 5’li konferansa katılmayacağını” bildirdi.

Akıncı ile Anastasiadis arasında yapılan görüşmeler sonuçsuz kaldı ve müzakereler kesildi.

Her ikisi de Ada’ya dönüp umutsuz açıklamalarda bulundular. “İlgili taraflarda” Noel hazırlıkları başladı.

Derken bir “üst akıl” devreye girdi.

İlk açıklama BM Genel Sekreteri Ban Ki-Mun’dan geldi, “Başta garantör ülkeler Türkiye, Yunanistan ve Birleşik Krallık olmak üzere tüm ilgili tarafların önümüzdeki günlerde liderleri desteklemek için elinden gelen her şeyi yapması müzakereler ve Kıbrıs’ın geleceği açısından kritik önem taşıyor” dedi.

Ardından İngiltere Dışişleri Bakanlığı, “Kıbrıs’ta kalıcı barışın sağlanması için her türlü desteğin verileceğini” duyurdu. İngiltere’nin Avrupa ve Amerika’dan sorumlu Devlet Bakanı Alan Duncan da İsviçre’deki müzakerelerin sonuçsuz kalmasının müzakerelerin “tamamen çöktüğü” anlamına gelmediğini belirtip, “Müzakereler şimdilik durdu. Biz müzakerelerin, adanın yeniden birleşeceği başarılı bir sonuca erişmesi için mümkün olan her desteği veriyoruz” dedi.

Türk Dışişleri Bakanlığı da, “Garantörlerin de katılımıyla gerçekleştirilecek 5’li Konferansın tarihinin gecikmeksizin belirlenmesinde ve bu arada görüşmelerin devamında fayda görüldüğünü, Türkiye’nin Kıbrıs meselesine yaşayabilir bir çözüm bulunması yönündeki kararlılığının sürdüğünü” bildirdi.

Joe Biden, Akıncı ve Anastasiadis’i arayarak, müzakerelere destek mesajı verdi.

25 Kasım’da KKTC’ye giden Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, bu yıl içinde müzakerelerin sonuç vermesi, kalıcı bir çözüm için adım atılması ve 5’li konferans dahil somut yol haritası belirlenmesi gerektiğini söyledi.

Ve işte tam bu noktada Erdoğan topa girdi.

Boğaziçi Zirvesi’nde şunları söyledi;

“Aylardır, yıllardır orada da yapılmakta olan görüşmeler var. Hep, sürekli oyalama, oyalama, oyalama… Taktik bu. Ne biliyor musun? ‘Siz Kıbrıs’ı tamamen bize verin, hiç bir şeye karışmayın.’ diyor. Hedef bu. Dur bakalım, orada bu kadar şehit kanı var. Neyi veriyorsun? Daha da ileri gidiyor. Utanmadan, sıkılmadan, Avrupa Birliği toplantılarına Kıbrıs adasının tamamının içinde yer aldığı bayrakla geliyorlar. Bir defa sizin böyle bir bayrağınız olamaz ki. Burada bir KKTC var. Sen, Güney Kıbrıs Rum Yönetimisin. Kuzeyde de Türk Cumhuriyeti var. Bunu göreceksin. Bu da bir saygısızlıktır. Öyle veya böyle bunu anlayacaklar, öğrenecekler”…

Gündeme tam anlamıyla bomba gibi düşen bu çıkışın ardından sadece iki gün sonra  “sürpriz” bir gelişme oldu; 1 Aralık’ta buluşan Akıncı ile Anastasiadis, 9 Ocak’ta İsviçre’de bir araya gelmeye, 12 Ocak’ta da müzakerelerin son aşaması olan Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin de katılacağı garantörler zirvesi düzenlenmesi konusunda anlaşmaya vardıklarını duyurdu.

BM Kıbrıs Özel Danışmanı Eide 9, 11 ve 12 Ocak tarihli yeni bir takvim açıkladı.

9’unda liderler Cenevre’de bir araya gelecek, 11’inde harita sunacaklar, 12’sinde de garantör ülkelerin katılımıyla KIBRIS KONFERANSI yapılacak.

İkinci bomba bu noktada patladı, Cumhurbaşkanlığı sözcüsü Kalın Cenevre’ye; “Erdoğan’ın da katılacağını” açıkladı.

İngiltere, daha alçak bir üslûpla gerekirse Theresa May’ın da orada olacağını duyurdu.

Theresa May acaba konferansta üslerden vaz geçeceğini söyleyecek mi?

Ne işi vardır İngiltere’nin Kıbrıs’ta?

Abdülhamit’in kira sözleşmesine dahil miydi üsler?

Evet, gerçekten ne olmuştu, hangi “üst akıl” neden ve nasıl devreye girip de sihirbaz eli değmiş gibi işleri bir anda kotarmıştı?

“Kıbrıs” ve “üst akıl” denince benim aklıma Amerika’da mukim bol ödüllü Kıbrıs asıllı Prof. Vamık Volkan gelir.

Volkan hayli eksantrik bir kişiliğe sahiptir, bence gaipten de haber verir.

Beş kez Nobel’e aday gösterilen, Sigorni Ödülü sahibi ve dünyada “Politik Psikolojinin Dehası” olarak kabul edilen Volkan’a 5’li Zirveye dönüşerek devam edecek müzakere süreci konusunda; “Genel olarak bir anlaşma olamayacağı fikri bende üstün…Genel anlamda düşüncemin özeti bu” diyerek çözüm için “delikli peynir modelini” önerdi.

“Delikli Peynir Modeli”ni de şöyle açıkladı;

“Senelerdir aralarında kanlı meseleler çıkmadı. Bu onların birbirlerini kardeş gibi seveceklerini göstermiyor ama Türkiye ve Yunanistan gibi iki halkın yan yana yaşabileceklerine işaret ediyor.

“Ben ‘delikli peynirden yapılacak’ bir hudut tavsiye ediyorum. Gündüzleri deliklerden geçip birbirlerini ziyaret etsinler, bazen beraber çalışsınlar, fakat güneş battıktan sonra kendilerine ait yerlere gitsinler. Bu grup kimliklerini korumak ve öz sevgiyi artırmak için gerekli. ‘Delikli Peynir’ modelinin en iyisi, iki resmi devletin barış içinde yan yana yaşamasıdır. Tek bir devlet için baskılar var. ‘Delikli peynir’ bir federasyon olarak düşünülürse, çeşitli federasyonlar olduklarını unutmayalım. Eşitlik kaybolursa ada Yunan adası olur. Yüz veya iki yüz sene sonra Türkler, ‘Neden kendi kendimizi korumadık?’ diye üzüntüyle geri bakarlar…”

Son cümledeki “Eşitlik kaybolursa ada Yunan adası olur. Yüz veya iki yüz sene sonra Türkler, ‘Neden kendi kendimizi korumadık?’ diye üzüntüyle geri bakarlar…” hatırlatmasına dikkatinizi çekerim.

Süreçle ilgili iki “konum hatırlatma” geldi; biri Rum tarafından diğeri Eide’den:

Eide; “Kıbrıslı Türkler milliyetçi saldırıdan korkuyorsa yanıt ordu değil, polistir” dedi.

(Yugoslavya’da da AB, BM, NATO ve polis yok muydu?)

Rum Dışişleri Bakanı Yannis Kasulidis, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın adanın birleştirilmesi için bir anlaşmaya daha yatkın olabileceğini söyledi.

Kasulidis; “Darbe girişiminden sonra çok sayıda subay ve ordu mensubunun tutuklanması ve görevden uzaklaştırılmasının, Erdoğan’ı 1974 yılından bu yana Kıbrıs’ta konuşlu Türk askerlerinin çekilmesi konusunda elini rahatlatabileceğini” söyledi.

Peki, Erdoğan’ın baskın kişiliği bizzat müdahil olmaya karar verdiği olaya nasıl etki edebilir?

İpin bir ucunda zafer, diğer ucunda hezimet vardır.

74’den beri “Kıbrıs Fatihi” Sarı Selim, Lala Mustafa Paşa filan değil, Ecevit’tir.

Ya Ecevit geçilecektir, ya Ecevit geçilecektir.

Ben Erdoğan’ın yukarıdaki çıkışının akibetinin; “One Minute” ile başlayıp nedense âniden “normalleşen” İsrail ilişkilerine benzeyeceğini ileri sürenlere katılmıyorum.

Ufukta özellikle milliyetçi-muhafazakâr tabana dayalı anayasa referandumu ve başkanlık seçimi vardır.

Üstelik hem muhtemel bir anayasa referandumu, hem de muhtemel Kıbrıs çözüm referandumu hemen hemen aynı tarihlere denk gelecektir.

Seçmen kanaatlerini etkilememesi düşünülemez.

Yazının başındaki Ortadoğu tablosuna bir bakın.

Irak, Suriye, 4 parçalı Kürdistan, IŞİD?

Kan, yangın, silah, bomba, kurşun, gözyaşı, açlık, ölüm, savaş…

Kıbrıs hariç hangisinde ipler “kansız/silahsız/çatışmasız” ve bu kadar sağlam Türkiye’nin elindedir?

Peki, “çözüm” de “nasıl/hangi çözüm”?

Son tahlilde bu çözümün “ver kurtul” değil, (Neyi veriyorsun? Bu kadar şehit kanı var) “Vur kurtul”la biteceğini düşünüyorum.

Erdoğan 2023’e, Ecevit’in yerine asıl “Kıbrıs Fatihi” olarak girmek isteyecektir. 12 Aralık 2016

 

 

 

 

ZAFER YAHUT HİÇ - untitled

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir