1948 Soykırım Sözleşmesi’nin 60 yılı

ERMENI YANLI YAZAR AYSE HUR’DAN BIR MAKALE


“”Ayşe Hür (d. 1956, Artvin, Türkiye), araştırmacı yazar, tarihçi ve Taraf Gazetesi köşe yazarı. Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü, uluslararası ilişkiler ve siyaset bölümü’nü 1992 yılında bitirdi. Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü’ne Avrupa Birliği’nin Tarihle Barışma Noktaları ve Ermeni Meselesi üzerine lisansüstü tezini 2005’te verdi. Radikal Gazetesi ve Agos Gazetesi’nde siyaset ve tarih ile ilgili köşe yazıları ele aldı. 15 Kasım 2007’den itibaren Taraf Gazetesi’nde yazarlık yapmaktadır.””

1948 Soykırım Sözleşmesi’nin 60 yılı

Ayşe Hür 07.12.2008  

MEDYA CEPHESİ • Gazetelerde, 5-8 aralık tarihleri arasında, CNN International kanalında, Christiane Amanpour’un hazırladığı ‘Scream Bloody Murder’ (Kanlı Cinayeti Haykır) adlı belgeselin gösterilmesinin Türkiye Dışişleri Bakanlığı tarafından önlenmeye çalışıldığına dair haberler vardı. Telaşın nedeni, belgeselde 1915-1917’de yaşanan Ermeni Tehciri’nden soykırım olarak söz edilmesiymiş. Bu sayfayı baskıya hazırlarken belgesel yeni gösterilmişti. Bu sefer de gazetelerde bazı Ermenilerin, 1915 soykırımından az söz edilmesini protesto ettiklerini okuduk. Filmi görmediğim için kim haklı anlayamadım ama Obama döneminde gerilimin daha da artacağını görebiliyorum.

HUKUK CEPHESI • 9 Aralık’ta 60. yılı kutlanacak olan 1948 Soykırım Sözleşmesi’nin tarihçesini ele alırken, benim de pek çok kişiyi rahatsız etme ihtimalim yüksek. Üstelik konuyu mümkün olduğunca ana hatlarıyla ele almaya çalıştığım, sözleşme ile Türkiye’nin nazik meselelerinin bağını kurmayı ileriye bıraktığım halde ortaya uzun ve ağır bir yazı çıktı. (Taraf’ın web sayfasındaki metin, 1948 sonrasına da değindiğim için daha uzun.) Yine de, Ermeni Tehciri, Dersim Harekâtı gibi olayların adını soykırım koyanların hangi hukuk kaynaklarını temel aldıklarını merak edenlerin kızarak da olsa okuma zahmetine gireceğini umuyorum. Herkese iyi bayramlar…

TERİM İCADI Yunanca ‘genos=soy’ ile Latince ‘caedere’ kökünden gelen ‘cide=öldürme’ sözcüklerinden oluşan ‘genocide=soykırım’ terimini ve onun uluslararası hukukun parçası olmasını Yahudi asıllı Polonyalı hukukçu Raphael Lemkin’in (1900- 1959) ısrarlı çabalarına borçluyuz. Terimin öncülü olan ‘barbarlık eylemleri’ (Acts of Barbarity) kavramı, yine Lemkin tarafından önce 1933’de ceza hukuku ile ilgili olarak Madrid’de yapılan uluslararası bir konferansta önerilmiş fakat o sırada kabul görmemişti.

Almanların 1939’da Polonya’yı işgal etmesi üzerine Lemkin orduya yazıldı, ancak Polonya’nın Nazilere teslim olması üzerine önce İsveç’e oradan da ABD’ye göçtü. ABD’de önce Duke Üniversite’sinde hocalık yapan Lemkin, Başkan Roosevelt döneminde Savaş Bakanlığı’nda görev aldı. Kafasındaki suçu tanımlamak için pek çok kelime üreten Lemkin ‘genocide’ terimini ilk kez, 1944’de, “Axis Rule in Occupied Europe: Laws of Occupation – Analysis of Government-Proposals for Redress” adlı ünlü makalesinde kullandı. Terim, Lemkin’in yılmaz çabaları sonucu 9 Aralık 1948’de Soykırımı Önleme ve Ceza Sözleşmesi (kısaca 1948 Soykırım Sözleşmesi) ile uluslararası hukukun parçası oldu.(Makale için: )  

1) Lemkin soykırım terimini Yahudi Soykırımı (Holocaust) için mi yaratmıştı?

Bugün pek çok kişi, terimin Ermeni Tehciri’ne uygulanmasının saçma olduğunu, çünkü Ermeni Tehciri sırasında soykırım diye bir kavram olmadığını, Lemkin’in terimi özel olarak Holocaust için ürettiğini ileri sürer. Ancak, Lemkin’in New York Halk Kütüphanesi’nin Nadir Eserler Bölümü’nde saklanan hatıratına göre bu iddialar doğru değildir. Hatırata göre Lemkin’in soykırım meselesi üzerinde kafa yormaya başlaması çocuk yaşlarına kadar gidiyordu. O yıllarda Polonya’nın Wolkowysk şehrinde yaşayan Lemkin’i, konu üzerinde düşünmeye iten Polonyalı yazar Henryk Sienkiewicz’in Nobel ödülü kazanmış Quo Vadis? Adlı romanıydı. Romanda, Roma imparatoru Neron tarafından Hıristiyanlığı kabul edenlere yönelik katliamlar anlatılmaktaydı.

TALAT PAŞA CİNAYETİ Gençlik yaşlarında kitlesel öldürmeler üzerine bulduğu tüm kitapları okuyan Lemkin’i etkileyen ikinci olay, ailesini 1915 Ermeni tehcirinde kaybeden Soghomon Tehlirian adlı Ermeni gencin İttihat ve Terakki’nin liderlerinden Talat Paşa’yı 15Mart 1921’de Berlin’de öldürmesi oldu. Suikast Avrupa’da büyük yankı yaratmış fakat Tehlirian, jüri tarafından cezai ehliyeti olmadığı gerekçesiyle beraat ettirilmişti. Bu olayın ardından Lvov Üniversitesi’ndeki dil eğitimini bırakıp hukuk fakültesine geçen Lemkin’in kafasını kurcalayan sorular şunlardı: Böyle bir olayın faili –ya da ailesinin öcünü kişisel biçimde alan kişi- suçlu sayılır mı? Bir zorbanın öldürülmesi terör eylemi midir? Tehlirian’ın ailesini öldürenleri bu kişilerin ülkesi cezalandırmıyorsa, failleri cezalandırmayı becerebilecek bir uluslararası hukuk düzeni kurabilir mi?

CESUR BİR PLAN • Lemkin anılarında şöyle devam ediyordu: “1915’te Almanlar W. [Wolkowysk] şehrini ve çevresini işgal ettiler. Bu tarihte daha çok tarih okumaya, imha edilmiş milli, dinsel ve etnik gruplar hakkında daha çok çalışmaya ve gözleme başladım. Türkiye’de Hıristiyan olmaktan başka suçu olmayan 1.200.000 Ermeni ölüme gönderilmişti. Savaştan sonra 150 kadar Türk savaş suçlusu tutuklandı ve Britanya hükümeti tarafından Malta’ya gönderildi… Bir gün (Ermeni) delegeler gazetelerde Türk savaş suçlularının serbest bırakıldığını okudular. …Bir millet toptan öldürmüştü ve suçlular serbest kalmıştı. Bu beni şok etti. Neden bir adam bir adamı öldürünce cezalandırılır? Niye bir milyon insanın öldürülmesi bir tek kişinin öldürülmesinden daha az suçtur? …Kendimi sayıları giderek artan kurbanların yerine koydum. Anladım ki, hafızanın görevi sadece geçmiş olayları kaydetmek değil aksine insan bilincini uyarmak. …Hukukçu olmaya ve milletlerin işbirliğini sağlayarak soykırımın suç haline getirilmesi için çalışmaya karar verdim. …Kafamda cesur bir plan vardı. …Türkiye’nin de imzalamasını içeren bir plan. Bu Ermeni soykırımı için bir çeşit kefaret olabilirdi. Fakat bu nasıl başarılabilirdi? Türkler Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine koydukları ilerlemeci kavramlardan ve cumhuriyetçi hükümet biçiminden gayet gururluydular. Belki de Soykırım Sözleşmesi sosyal ve uluslar arası gelişme çerçevesine yerleştirilmeli…” (Robert Merrill Bartlett, They Stand Invincible:Men Who Are Reshaping Our World, N.Y.: Thomas Y. Crowell, 1959, s. 96-97 ve Raphael Lemkin’s Thoughts on Genocide:Not Guilty, Yay. Haz. Steven L. Jacobs, Lewiston, N.Y.:Edwin Melen Pres, 1992’den aktaran Samantha Power, A Problem from Hell, America and the Age of Genocide, HarperCollins, 2003, s. 17- 29, 47-60.)

ISRARLI ÇABALAR • Lemkin hatıralarında iki yerde daha Ermeni meselesine değinir. AyrıcaMethodist Kadınlar Konseyi’nden Thelma Stevens’a yazdığı 26 Temmuz 1950 tarihli mektupta Ermeni Tehciri ile Yahudi Soykırımı arasında benzerlik kurar. (Bir iddiaya göre, Lemkin’i Talat Paşa cinayeti kadar etkileyen diğer bir olay Ukraynalı bakan Symon Petliura’nın, 1918’de Yahudilere yönelik bir katliamda ailesini kaybeden anarşist Shalom Schwartzbard tarafından 1926’da Paris’te vurulmasıdır.) Gerçi Almanların Polonya’yı işgal ettiği tarihte henüz 15 yaşında olan Lemkin’in o sırada Ermeni Tehciri hakkında bilgi sahibi olması pek olanaklı değildir, ama Lemkin’in 1933’den 1943’e kadarki dönemde, bugünkü BM’nin öncülü olan Cemiyet-i Akvam’da, diplomatları ‘bir zamanlar Doğu’da olan şeyin Avrupa’nın göbeğinde de olabileceği konusunda’ uyarmak için delice uğraştığı bilinmektedir. Nitekim, tarih Lemkin’i haklı çıkaracaktır. Milyonlarca kişiyle birlikte Lemkin’in ailesinden 40 kişi, Nazilerin toplama kamplarında hayatını kaybedecektir.

BİR DAHA DOĞRULUYOR • Lemkin, 1949 yılında Amerikan CBS televizyonuna verdiği bir röportajda Ermeni olaylarının soykırım kavramını geliştirmesi üzerindeki etkisini bir kez daha tekrarlar: “Soykırımla ilgilenmeye başladım çünkü Ermenilere yapılan buydu. Daha sonra Ermeniler Versailles’de son derece bozuk bir anlaşma elde ettiler, çünkü onların suçluları soykırımdan suçluydular ve cezalandırılmamışlardı. Biliyorsunuz, onlar [Ermeniler] adaleti gerçekleştirme işini ellerine aldılar ve terörist eylemler organize ettiler. 1921’deki Talat Paşa davası çok öğreticiydi. Annesi soykırımda öldürülmüş bir adam [Soghomon Tehlirian] Talat Paşa’yı öldürdü ve mahkemede cinayeti rüyasında annesinin defalarca bunu yapmasını söylediği için yaptığını anlattı. ‘Annenin katili burada, bu konuda bir şeyler yapmalısın!’ Bunun üzerine cinayeti işliyor. Gördüğün gibi, bir avukat olarak düşündüm ki, bir suç kurban tarafından değil mahkeme tarafından, ulusal hukuk tarafından cezalandırılmalıdır.” (Aktaran Harut Sassounian, “Lemkin Discusses Armenian Genocide. In Newly-Found 1949 CBS Interview”, California Courier Online, December 8, 2005.)  

2) Sözleşmeye göre sadece öldürmeler mi suç sayılmaktadır?

Uzun tartışmalardan sonra 9 Aralık 1948’de, Hindistan’ın ilk kabul oyunu takiben, yoğun alkışlar arasında oybirliğiyle kabul edilen Soykırım Sözleşmesi’nin 2. maddesi, “bu sözleşme bakımından ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu, kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen aşağıdaki fiillerden her hangi biri, soykırım suçunu oluşturur”, ifadesi ile başlıyor ve suç teşkil eden fiilleri şöyle sıralıyordu: “a) Grup üyelerini öldürmek, b) Grup üyelerine ciddi bedensel ve zihinsel zarar vermek, c) Grubu, fiziksel varlığını kısmen veya tamamen yok olmasına yol açacak hayat şartlarına tabi tutmak, d) Grup içinde doğumları önlemek amacıyla önlemler almak, e) Grubun çocuklarını bir başka gruba zorla nakletmektir.” diyordu. Sözleşmenin 3. maddesine göre, soykırım suçuna teşebbüs etmek, bile cezalandırmayı gerektiriyordu. (Sözleşme metni için: )

ÖLÜM ŞART DEĞİL • Metinden görüleceği gibi yukarıdaki suçlardan her hangi birini işlemek bile soykırım suçunu oluşturuyor. Yine dikkat edileceği gibi, soykırım denince, akla sadece öldürmelerin gelmesi de yanlış. Bir grubun çocuklarının bir başka gruba nakledilmesi (örneğin evlatlık olarak verilmesi) bile eğer, grubu kısmen veya tümüyle yok etmek kastıyla yapılmışsa soykırım sayılabilir. Örneğin, 1910’lardan 1970’lere kadar Avustralya yerlileri olan Aborjinlerin çocuklarının zorla ailelerinden kopartılarak asimile edilmeleri olayı ortaya çıkınca, devlet yetkilileri savunmalarında, sayıları 100 bine varan bu çocukların Avrupalı ailelere transfer edilmesini, çocukların ‘eğitimi ve iş imkânı’ nedeniyle yaptıklarını bu nedenle ortada işlenmiş bir soykırım suçu olmadığını iddia etmişlerdi. Konuyu soruşturan komisyon ise, hangi amaçla olursa olsun, sonuçta eylemin, soykırım sözleşmesinin 2. maddesinin (e) fıkrasındaki soykırım suçuna uyduğunu kararını vermişti. (Olayın ayrıntıları için: )

Bugün pek çok kişinin herhangi bir olayda, kurban sayısını düşürerek suçlamadan kurtulacaklarını sandıkları için açıkça belirtmekte yarar var; öldürmelerin sayısı da suçun niteliği açısından belirleyici değildir. Örneğin Amerika kıtasındaki milyonlarca yerlinin tarih içinde imhası soykırım sayılmazken, Srebrenica’da yedi bin Müslüman erkeğin öldürülmesi soykırım sayılmıştır.

3) Soykırımda, suçun arkasındaki ‘saik’ önemli midir?

Yani, ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubun kısmen veya tamamen imhasına yönelik eylemlerin ardında ille de bir gerekçe mi olmalıdır? Gerekçe bölümünün konması unutulmuş değil, aksine uzun tartışmalardan sonra buna karar verilmiştir.

Soykırım suçunun uluslar arası hukukun parçası olması için ilk teklif BM gündemine 1946 yılında Küba, Hindistan ve Panama tarafından getirilmişti. Lemkin tarafından yazıldığı söylenen ve 9 Kasım 1946 tarihli oturumda ele alınan bu öneride soykırımın bir suç olarak tanımlanması isteniyordu. Alınan karar, BM’nin soykırım konusunda bir kanun teklifi hazırlaması için Sosyal ve Ekonomik İşler Konseyine tam yetki vermesi idi. BM’nin 11 Aralık 1946 tarihli 55. oturumunda yetki kararı oybirliği ile alınan ve 96 (I) olarak bilinen bu karar, bağlayıcı bir hukuk metni karakterinde olmamasına rağmen soykırım tanımının yapıldığı ilk uluslar arası hukuk metni sayıldı. Buna göre, soykırım suçunun ‘ırk, din, politik ve diğer grupların kısmen veya tamamen imha edilmesiyle’ meydana geldiği kabul edilirken, saik olarak da ‘dini, ırksal, politik veya başka nedenler’ sayılıyordu. (Karar metni için. )

GEREKÇE DEĞİL, AMAÇ • Karar uyarınca, Lemkin’in de üye olduğu yedi kişilik geçici alt komisyon, 5 Nisan ve 26 Ağustos 1948 tarihleri arasında konuyu görüştü. Lemkin’e göre, bir grubun hedef alınması ve imhasının amaçlanması soykırım suçunu oluşturmakta yeterliydi. Ancak Lemkin ‘saik’ terimi yerine buna yakın sayılabilecek bir terim olan ‘amaç’tan (objective) bahsediyordu. Ona göre soykırım suçunun amacı, grubun politik ve sosyal kurumlarının, kültürünün, dilinin, ulusal duygularının, dininin ve ekonomik varlığının yok edilmesiydi. Görüşmeler sırasında Lübnan, ırk, din, dil veya politik görüşlere dayanan ötekinden nefret fikrinin ve fanatizm ürünü her türlü eylem türünün ‘saik’ olarak sözleşmeye konulması gerektiği fikrini savunmuştu. Çin, ‘ulusal veya ırksal kökenli veya dini inanca dayalı saik’ tanımlaması yaptı. Sovyetler Birliği, sözleşmenin giriş bölümüne ‘soykırım suçu faşizm-nazizm ve diğer ırk teorileri ile organik olarak bağlıdır’ cümlesini eklemek istedi. Komisyon, Nazizm ve faşizmden önce de soykırım olduğu söylendikten sonra ‘soykırım suçu, gelecekte başka saiklara dayanarak da işlenebilir. Bu nedenle soykırımın ancak faşizm-nazizmin ürünü ise cezalandırılması ve sözleşmenin sadece bu tarihteki olaylarla ilgili olduğu fikrini ortaya atmak tehlikelidir’ diyerek bu teklifleri reddetti.

SAİKLERİ SAYMAK TEHLİKELİ • İngiltere ise ‘Grubun imhası amacı bir kere mevcut olduktan sonra, fail hangi amaçla cinayeti işlerse işlesin, bu soykırımdır’ fikrini savunuyordu. İngiltere saik unsurunu belirleyecek özel bir ifade konulmasını sadece gereksiz değil ayrıca tehlikeli de buluyordu. Çünkü böyle bir ek, sınırlayıcı karakterinden dolayı, soykırım suçunu işleyenlere cinayeti maddede sıralanan Saiklerden herhangi birisiyle işlememiş olduklarını iddia etmek hakkını verirdi. Norveç de saik unsurunun ispatının çok zor olduğu gerçeğinin altını çizerek İngiltere’yi desteklemişti.

Tartışmalarda özetle “eğer”, denilmiştir, “biz soykırım tanımına saik konusunda bazı şeyler eklersek, katiller her zaman gelip, ‘biz bu cinayetleri sizin saydığınız nedenlerle işlemedik, başka nedenlerle işledik, bu nedenle bizi soykırım suçuyla yargılayamazsınız’ diyebilirler. O nedenle saik meselesinin belirtilmemesi, ‘hangi nedenlerle olursa olsun’ ilkesinin kabul edilmesi gerekir.”

Sonuçta, “ırksal, etnik, ulusal veya dinsel bir grubun üyelerinin bu gruba mensup oldukları için öldürülmelerinin, ulusal güvenlik ve bir grubu devletin belli bölgesinden çıkartmak arzusunu da içeren çeşitli farklı saiklerle de yapılabileceği” fikri ağır bastı ve saikların sayılması ısrarından vazgeçildi. Tüm üyeler, Venezuela’nın önerisi ile, tüm saikleri kapsayacak ‘as such’ (bu anlamda, bu ad altında, bu sıfatla) ifadesinin metne girmesinde anlaştılar. Böylece hem saik unsuru tamamıyla atılmamış, hem de saiklerin özel olarak sayılması yoluna gidilmeyerek her hangi bir saik daraltmasının önüne geçilmiş oluyordu. Böylece konunun ağırlık noktası, saik unsurundan kasıt unsuruna kaydırılmıştı.

APARTHEID • Soykırım suçunu tespit etmek için saik unsurunun tespitinin gerekli olup olmadığı meselesi ileriki yıllarda da tartışılmıştır. Bu konudaki önemli bir örnek, insanlık suçunun bir başka özel türü olan “apartheid” (ırk ayrımcılığı) ile ilgili yapılan bazı sözleşme ve düzenlemelerdir. Apartheid’i suç olarak tanımlayan 30 Kasım 1978 Sözleşmesisi’nin 3. Maddesi, cezai sorumluluğun ‘hangi saik ile olursa olsun’ bireylere, kurumlara ve devletlere karşı uygulanacağı ilkesi kabul etmiştir. Yani ırkçı ayrımcılık suçunun işlenmesinde bile saik esas belirleyici olarak kabul edilmemiştir. (Karar metni için: )

Uygulamadaki eksikleri tamamlamak için hazırlanan 1998 Roma Ceza Mahkemeleri Sözleşmesi’nin 30. maddesi tartışılırken ve UAD’nin Serebrenitsa kararı sırasında da ‘saik’ meselesi gündeme geldi. Sonunda sözleşmede ‘saik’ tanımlanması buna karşılık soykırım suçunun manevi unsurunu, hem ‘kasıt’ (intent) hem de ‘bilgi ya da bilgisi dahilinde’ (knowledge) boyutlarıyla ele aldı ve uluslararası hukuk ilkesi haline getirdi. Sözleşme, kasıt için iki önemli ilke sayıyordu. Birincisi kişinin eyleme katılması, eylem içinde olmayı amaçlaması iken, sonuçla ilgili olan ikinci husus, kişinin “o sonuca neden olmayı amaçlaması veya olayların normal sonucu olarak gerçekleşebileceğinin farkında olması” ve “olayların doğal sonucu olarak bir ortamın mevcut olduğunun veya bir sonuç doğuracağının farkında olması” şeklinde tanımlandı.

(Yukarıdaki tartışmaların ayrıntılı değerlendirmesi için: Taner Akçam, “Gündüz Aktan ve Soykırımda Saik Meselesi”, Birikim, S. 201, Ocak 2006, s. 15-27; William A. Schabas, Genocide in International Law: The Crime of Crimes, Cambridge: Cambridge University Press, 2000, s. 245-257; Matthew Lippman, “The Convention on the Prevention and Punishment of the Crime of Genecide: Fifty Years Later”, Arizona L. Journal of International And Comparative Law, Vol. 15, (1998) s. 415-514.)  

4) Soykırım Sözleşmesi’nde neden dört çeşit grubun tanımlanması ile yetinilmiş?

Yukarıda da belirttiğim gibi Sözleşmenin hazırlık aşamasında dört gruba ‘politik’ grupların da dahil edilmesi teklif edilmiş ancak, siyasi ya da kültürel grupların hareketli gruplar oldukları buna karşılık etnik, ırksal, ulusal ve dinsel grupların, kişilerin doğuştan getirdikleri özellikleri barındıran sabit gruplar olduğu ileri sürülerek teklif reddedilmiştir. Bunun ardında, 1932’de Ukrayna’da Sovyet uygulamalarına direnen ‘kulak’ sınıfını tasfiye etmek için Stalin’in emriyle Ukrayna sınırlarını kapatan ve bir yıl içinde milyonlarca Ukraynalının açlıktan ölmesine neden olan Sovyetler Birliği’nin; 1910’lardan 1940’lara kadar Afrika’da yüz binlerce kişiyi katleden İtalya’nın dirençleri vardır. Tasnifin yetersizliğine dair en önemli örnek, 1970’lerde, Kamboçya’da iktidardaki Kızıl Kmerler’in, iki milyona yakın kişiyi politik nedenlerle ‘ölüm tarlaları’ denen çalışma kamplarında öldürmelerinin soykırım tanımına girmemesidir.  

5) Soykırım suçuyla ‘insanlığa karşı suçlar’ ve ‘etnik temizlik’ suçlarını ayıran nedir?

1948 Soykırım Sözleşmesi’nin 2. maddesinde sayılan beş ayrı eylem türünden sadece bir tanesini bile işlemek, suçun maddi unsurunun (actus reus) yerine gelmesi olarak kabul ediliyor. Ancak soykırım suçlamasının yapılabilmesi için, maddi unsurların varlığı yeterli değildir. Suç işleme düşüncesinin var olması ve bu düşüncenin bir karar haline gelmesi, yani manevi unsurun (mens rea) da olması, suçlanan kişinin özel bir kasta (dolus specialis) sahip olduğunun ispat edilmesi gerekir. Bir olayda ‘özel kasıt’ ispat edilemezse, suçlanan kişinin ceza almayacağı anlamına gelmez. Belki soykırım suçundan değil ama savaş suçu, insanlık suçu veya ceza hukukunun herhangi başka bir maddesine göre sanık cezalandırılabilir.

Bosna savaşının dilimize kattığı ‘etnik temizlik’ ise belli bir etnisiteye dahil nüfusun ya da halkın bir bölgenin homojenleştirilmesi, yani orada tek tip insan grubunun kalması için, bölgeden zorla transfer edilmesi, sürgün edilmesi, uzaklaştırılmasına denir. “Etnik temizlik” soykırımın bir türüdür ve ancak soykırım sözleşmesinde belirtilen şartları taşıdığı ölçüde soykırım olarak isimlendirilir. Sonuç olarak, soykırım suçuyla insanlığa karşı suçları ve etnik temizliği ayıran, ilkinde grubu imha etmeye yönelik özel kastın’ olmasıdır. Yoksa diğerleri de son derece ağır suçlardır.

GÜNÜMÜZDEKİ DURUM • 1980’lerin ortalarına kadar, dünya yüzünde pek çok soykırım işlendiği halde, pek çok devlet, kendilerine yöneltilen soykırım suçlamasından kurtulmak için sürekli olarak ‘kasıt’ ve ‘saik’ unsurlarıyla oynayarak, işledikleri suçun soykırım sayılamayacağını ispat etmeye çalıştığı için ve pek çok olayda suç işleyenler geride imha kastını ispatlayacak yazılı belge bırakacak kadar akılsız olmadıkları için, 1948 Soykırım Sözleşmesi uygulanamaz haldeydi. Bu tıkanıklığı açmak için 1985 yılında BM Ekonomik ve Sosyal Konseyi’ne bağlı Azınlıkların Korunması ve Ayrımcılığın Önlenmesi Alt Komisyonu’na “Soykırım Suçlarının Önlenmesi ve Cezalandırılması Sorusu Üzerine Gözden geçirilmiş ve Güncelleştirilmiş Rapor” adlı bir değerlendirme sunuldu. Raporda, dünyada işlenen her soykırım suçunun, Nazi örneğinde başarıldığı gibi belgelenemeyeceğine değinildikten sonra “Bir mahkeme soykırım için şart olan zorunlu kastı yeterli sayıda belgeden sonuç çıkartmak yoluyla elde edemiyorsa belli durumlarda bu kasıt, sanığın mantıki olarak eyleminin sonuçlarının farkında olduğunun tahmin edilebildiği, belli derecede suç oluşturan ihmalkârlık, pervasızlık ve savsaklamaları içerebilir” denildi.

Bu sayede örneğin Hutuların Tutsilere uyguladığı soykırım suçları için BM Güvenlik Konseyi’nin 955 Sayılı Kararı ile 1994’te kurulan Ruanda Uluslararası Ceza Mahkemesi (ICTR) belli bir ilerleme kaydedebildi. Mahkeme, Kayishema ve Ruzindana davalarında ”hedeflenen grubun imha edilmesi gerektiğini belirten yazı, konuşma ve imha emirlerinin yokluğu durumunda, eylemin muhtevası, kapsamı ve gruba yönelik nefreti ve onun imhasının hedeflendiğini gösteren işleniş tarzından çıkarılabilir, eylemin yoğun ve sistematik karakteri ve buna uygun fiziksel sonuçları da özel kastı göstermek açısından son derece önemlidir” dedikten sonra, grup üyelerinin veya mallarının fiziksel olarak hedeflenmesi; hedef gösterilen gruba yönelik kullanılan dil; kullanılan silahlar ve fiziksel yaralamaların boyutunu, öldürmenin sistematik tarzda yapılıp yapılmadığı ve planlamanın sistemli bir şekilde olup olmadığı gibi unsurları, kastı ispat edecek “ikincil kanıtlar” (circumstantial evidence) olarak değerlendirilebileceğini belirtti. Böylece eski başbakan Jean-Paul Akayesu’nun yargılamalarında, yeni doğmuş çocukların ve Tutsi erkekleri tarafından hamile bırakılmış Hutu kadınları dahil olmak üzere hamile kadınların öldürülmelerini, yollarda barikatlar kurularak Tutsiler’in kaçmalarının engellenmesini, Tutsi olup olmadıklarının anlaşılabilmesi için insanların kimlik kartlarının sürekli kontrol edilmesini, eylemlerden önce, eylem sırasında ve sonrasında radyo yoluyla Tutsiler aleyhine düzenli propaganda yapılmasını ‘ikincil kanıtlar’ olarak kullandı.
(Taner Akçam’ın yukarıda sözünü ettiğim makalesinde bu konuda ayrıntılı bilgi bulunuyor.)

6) Soykırım suçu için önceden tasarlanmış bir plan şart mıdır?

1948 Soykırım Sözleşmesi’nde bu konuda açık bir hüküm olmadığı için bu konu hep tartışılmıştır. Soykırım suçu genel olarak devleti ele geçiren bir grup insan (hükümet, örgüt, parti, çete vb.) tarafından işlenen bir suç türü olduğu için, bu insanların, suçun işlenmesine ilişkin genel bir plan hazırlaması son derece mantıklıdır, ama bu konu, her zaman ‘kasıt’ meselesine göre ikinci derecede öneme haiz kabul edilmiştir. Ancak, 1995 temmuzunda, Bosna Savaşı sırasında, Srebrenica’da yedi bin Müslüman erkeğin soykırıma uğradığına dair Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD) 26 Şubat 2007’de açıkladığı tartışmalı kararı bu konuda yeni bir içtahat oluşturdu. UHD’nin Srebrenica’da soykırım suçunu işleyen paramiliter örgüt VRS (‘Republika Sırpska’ Ordusu) ve ‘Akrepler’ in Yugoslav Federal Cumhuriyeti’nden doğan Sırbistan ve Karadağ’ın bir organı olmadığını kabul ettiği halde ortada bir soykırım suçu olduğuna hükmetmesi ve bugünkü Sırbistan’ı soykırımdan değil ama, ‘Republika Srpska’ (Sırp Cumhuriyeti) ve VRS’nin politik, ekonomik ve askerî gelişimine yardımcı olarak soykırımı önlemediği için suçlu bulması, hem imhaya dair genel bir hükümet planı olmasına gerek olmadığının altını çizdi, hem de devletin böyle bir planın olmadığı durumlarda bile sorumluluktan kurtulamayacağını gösterdi. (Karar için: . org/court/index.php?pr=1898&pt=3 &p1=1&p2=3&p3=1)

7) 1948 Soykırım Sözleşmesi, geçmiş olaylara uygulanabilir mi?

Roma hukukundan miras ‘nullum crimen sine lege, nulla púna sine lege praevia=Yasa olmadan suç olmaz, daha önce kabul edilmiş yasa olmadan ceza verilemez’ ilkesi uyarınca, bir yasanın geriye doğru işlemeyeceği genel pozitif hukuk ilkesidir. Ancak uygulamada bu kuralın pek çok istisnası var. En bilinen ex post facto (=olay olduktan sonra) suç, 8 Ağustos 1945 tarihli Londra Anlaşması ile tanımlanan ‘barışa karşı suçlar’ (crimes against peace) tanımıdır ki, Nazi suçluları için özel olarak kurulan Nurnberg ve Tokyo mahkemelerindeki yargılama ve cezalandırmalar buna dayanarak yapılmıştır. (Nazi kasapları Klaus Barbie veya Adolf Eichmann davaları gibi örnekler de vardır ama bunlar çok tartışmalı olduğu için üzerinde durmuyorum.)

TEBK’İN UĞRADIĞI HÜSRAN Öte yandan, 2002 yılında, altı Türk, dört Ermeni üyeden oluşan ve ne yazık ki kısa süre faaliyet gösterebilen Türk-Ermeni Barışma Komitesi’nin (TEBK), Türk üyeleri, tezlerinde haklı olduklarına fazlaca güvenerek, International Center for Transitional Justice (ICTJ) adlı saygın hukuk kuruluşundan, 1948 Soykırım Sözleşmesi’nin 20. yüzyılın başında yaşanan olaylara uygulanıp uygulanmayacağı konusunda görüş istemişlerdi. ICTJ, 4 Şubat 2003 tarihli raporunda, Sözleşmenin, yürürlüğe girdiği 12 Ocak 1951 tarihinden önceki olaylara uygulanamayacağını ancak 1915-1916’da yaşanan Ermeni Tehciri’nin, üç unsur açısından 1948 Soykırım Sözleşmesi’ne göre soykırım olarak adlandırılabileceğini belirtmişti. (Rapor için: www.ictj.org/images/content/7/5/759.pdf)

Kafa karıştıran kararlar Buna karşılık, hangi durumlarda savaş suçları ve insanlığa karşı suçlarda yasaların geriye işlemeyeceği ilkesinin uygulanmayacağını karara bağlayan 1968 Konvansiyonu’nun 1. maddesinin (b) fıkrasına göre 1948 Soykırım Sözleşmesi’nde tanımlandığı şekliyle soykırım suçlarında zaman aşımı (statuory limitation) uygulanmayacak deniyor. (Konvansiyon metni için: imit.htm)

Uluslararası hukukçu Alfred de Zayas’a göre ise 1948 Soykırım Sözleşmesi, yeni bir suç tanımı yapmayan, aksine sadece tarihin önceki dönemlerinde işlenmiş çeşitli soykırımları tanımlayan bir hukuk metni (declatory law) olduğu için, hem geçmişe (retrospective) hem de geleceğe (future oriented) uygulanabilir niteliktedir. (Sözleşmenin giriş bölümünde ‘“Birleşmiş Milletler … Tarihin her döneminde soykırımın insanlık için büyük kayıplar meydana getirdiğini kabul eder” demektedir.) Zayas’a göre, sözleşmenin dili de bu konuda lehte ya da aleyhte bir unsur içermemektedir. “Sözleşmeyi hazırlayanlar eğer isteselerdi sözleşmenin başına buna dair bir ibare koyarlardı” diyen Zayas, buna örnek olarak 1980’de yürürlüğe giren 1969 tarihli Anlaşmalarla İlgili Viyana Konvansiyonu’nun, 4. maddesini ve 1998 Roma Ceza Mahkemeleri Sözleşmesi’nin 11. maddesindeki açık ifadeleri gösterir. (Zayas’ın hem bu konuyu, hem de Ermeni Tehciri’nin neden ‘soykırım’ tanımına girdiğine dair makalesi için: “The Genocide against the Armenians 1915-1923 and the relevance of the 1948 Genocide Convention”, www.alfreddezayas.com/Law_history/armlegopi.sh tml).

Diğer Ayşe Hür Makaleleri:

  • 30.11.2008 – Her Türk asker mi doğar?
  • 23.11.2008 – “Atatürk Dersim’i vuracağız dedi, vurduk”
  • 16.11.2008 – 1937-1938’de Dersim’de neler oldu?
  • 09.11.2008 – Tarihten ve belgeden korkan devlet
  • 02.11.2008 – Biz cumhuriyeti çok sevdik!
  • 26.10.2008 – ‘Milli Güvenlik Devleti’nin inşaası
  • 19.10.2008 – Cumhuriyet’in ‘ordu-millet’ projesi
  • 12.10.2008 – Millet-i müsellaha’nın doğuşu
  • 05.10.2008 – Unutma kültüründen hatırlama kültürüne
  • 28.09.2008 – ‘Bal tutan parmağını yalar’ ülkesi
  • 21.09.2008 – 6-7 Eylül’e dair farklı tarih okumaları
  • 14.09.2008 – 1922’de Güzelim İzmir’e Kimler Kıydı?
  • 07.09.2008 – 6-7 Eylül’de devletin ‘muhteşem örgütlenmesi’
  • 31.08.2008 – Türk Ermenisiz, Ermeni Türksüz olmaz!
  • 24.08.2008 – Montrö defterini açmanın riskleri
  • Tüm yazıları
""Ayşe Hür (d. 1956, Artvin, Türkiye), araştırmacı yazar, tarihçi ve Taraf Gazetesi köşe yazarı. Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü, uluslararası ilişkiler ve siyaset bölümü'nü 1992 yılında bitirdi. Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü'ne Avrupa Birliği'nin Tarihle Barışma Noktaları ve Ermeni Meselesi üzerine lisansüstü tezini 2005’te verdi. Radikal Gazetesi ve Agos Gazetesi'nde siyaset ve tarih ile ilgili köşe yazıları ele aldı. 15 Kasım 2007'den itibaren Taraf Gazetesi'nde yazarlık yapmaktadır."" - sassun 2

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir