Toplumsallığı, kendisini ister istemez siyasal/kamusal da yapan insan, yüz yüze ilişkiler ortamında olsa olsa yurttaş (citizen) boyutuna sıçrarken, teknoloji aracılığıyla artık ağdaş (netizen) noktasına gelmiştir. Ağdaş olmanın sorumluluğu hepimizin omuzlarındadır, omuzlarında olması gerekir. Son günlerde yaşadıklarımız, ağdaşlığın, toplumsal, tarihsel, kültürel varlıklar olarak hepimizi etkilediğinin en somut göstergesidir.
Prof. Dr. Betül ÇOTUKSÖKEN
İstanbul, 1950. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nü bitirdi. Felsefe doktorasını 1984’te tamamladı. Aynı üniversitede 2000 yılına kadar çalıştı. 2000 yılından beri Maltepe Üniversitesi’nde görev yapmaktadır. 2004 yılında Maltepe Üniversitesi’nde Felsefe Bölümü’nü kurdu. Burada, Fen-Edebiyat Fakültesi Dekan Yardımcılığı, Fen-Edebiyat Fakültesi Dekanlığı, Rektör Yardımcılığı, Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü, LLP- Erasmus Kurum Koordinatörlüğü, BEK Başkanlığı görevlerinde bulundu. Halen Felsefe Bölümü Başkanı, Maltepe Üniversitesi İnsan Hakları Araştırma ve Uygulama Merkezi Yönetim Kurulu Üyesi ve Maltepe İlçesi İnsan Hakları Kurulu Üyesi; Türkiye Felsefe Kurumu ve Uluslararası Felsefe Kuruluşları Federasyonu Başkan Yardımcısı; Darüşşafaka Yüksek Danışma Kurulu Üyesidir. Çok sayıda kitabı ve makalesi vardır.
İnsanların içinde yer aldıkları her durumda farkına varsınlar ya da varmasınlar, az ya da çok belli bir dayanışma örneği sergiledikleri açıktır. İnsanı ‘zoon politikon’ (toplumsal/siyasal canlı varlık) olarak nitelendirerek, bu insanlık durumunu belki de en yalın biçimde Aristoteles dile getirmiştir. İnsanın tarihsel ve kültürel bir varlık olduğu da daha sonraları keşfedilmiştir. İnsan; toplumsal, tarihsel, kültürel bir varlık olduğunu düşünmesiyle, konuşmasıyla, özellikle de yazmasıyla pekiştirmiş; başka bir deyişle, düşünmesi, konuşması ve yazmasıyla toplumsal, tarihsel, kültürel oluşu birlikte gitmiştir. İnsan yazma edimiyle (faaliyetiyle) kendisini neredeyse “zamansız” kılmıştır.
ANLAMA İSTEĞİ
Yalın, sıradan bir “çevre” olmanın çok ötesine geçen dünyaya çok farklı edimlerle, düşünme, anlama, yorumlama, değerlendirme edimleriyle dokunan, ulaşan insan, birbirinden çok farklı araçlarla, hep varolanı bilmeyi, anlamayı istemiştir ve bu istemini, günümüzde sınırsızca gerçekleştirmenin peşindedir. Yüzyüze ilişkiler çerçevesinde aynı mekânı ve zamanı paylaşan insan, ilkin teknikle ve artık bilimsel bilginin eşliğinde teknolojiyle birlikte, mekân ve zaman sınırlarını aşarak, adına “sanal gerçeklik” dediğimiz bir ortamda yaşamaya başlamıştır. Teknoloji; insanın kendisiyle, her türlü farklılığına karşın bir bakıma kendisi gibi olan başkalarıyla, diğer varolanlarla, kısacası dünyayla ve bilgiyle olan ilişkilerini temelden değiştirmiştir. Sanal gerçeklikte, sanal ilişkiler çerçevesinde içinde bulunduğu durumu sürekli olarak yeniden kuran insan, sahip olduğu, bir şekilde öğrendiği, içselleştirdiği kavramlarını yeniden gözden geçirmek durumundadır.
Yapısı gereği, durumu gereği, ihtiyaçlarıyla olan ilişkilerinin gereği, başkalarıyla birlikte olmak, başkalarıyla şu ya da bu şekilde birlikte yaşamak zorunda olan insan, yeniden, özne, özgürlük, özerklik, eşitlik, dayanışma, işbirliği, sorumluluk, aydınlanma, sekülerleşme/dünyevileşme, adalet, güven, kavramları üzerinde düşünmek durumundadır. Teknolojinin olanaklarıyla yaşamın akışını neredeyse kısıtsız olarak yönlendiren, yaşamı ertelemeyen insan, artık ağlararasında (internet) yaşamaktadır. İşte insan artık böyle bir yaşayışın gerekleri üzerinde düşünmeye başlamak ve “özne olma durumu”nu sorgulamak zorundadır. Böyle bir ortamda sanal gerçeklik dünyasında artık her birey, görünüşte olabildiğince özgürdür. Ancak bu özgürlük üzerinde ve bu özgürlükle bağlantılı olarak “sorumluluk” üzerinde daha ayrıntılı bir biçimde düşünmek zorundadır.
YENİ BİR MODEL
Toplumsallığı, kendisini ister istemez siyasal/kamusal da yapan insan, yüzyüze ilişkiler ortamında olsa olsa yurttaş (citizen) boyutuna sıçrarken, teknoloji aracılığıyla artık ağdaş (netizen) noktasına gelmiştir. Ağdaş olmanın sorumluluğu hepimizin omuzlarındadır, omuzlarında olması gerekir. Son günlerde yaşadıklarımız, ağdaşlığın, toplumsal, tarihsel, kültürel varlıklar olarak hepimizi etkilediğinin en somut göstergesidir. Yaşadıklarımızı, “ağdaş toplumsalı” okumak, hatta olabildiğince doğru okuyabilmek hepimizin ödevi olsa gerek.
AYRICALIK KALKTI
Yaşadıklarımız en azından bize şunu öğretiyor: Günümüzde teknoloji, insan-dünya-bilgi/bilgi olmayan ilişkilerini tümüyle etkilemektedir; eğer isterlerse ve erişebilirlerse toplumun tüm bireyleri kendilerini ifade etme olanağına, tüm zamanlardakinden daha çok sahiptirler. Yöneten-yönetilen ayırımı neredeyse olanaksız hale gelmiştir. “Karar verici olmak” artık belli bir kesimin ayrıcalığı değildir; her türlü ayırımcılık, özellikle, cinsiyetçi işbölümüyle hepimize ulaşan cinsiyetçi ayırımcılık gücünü yitirmiştir. Çocuklar da, gençler de, kadınlar da vardır! Farklı kimliksel özelliklerini bugüne kadar şu ya da bu şekilde gizleyenler de artık peçelerini kaldırmıştır, toplumda onlar da vardır! Son günlerde yaşadıklarımız, bütün bunları gözümüzün önüne serdi; dünyevileşmenin, aydınlanmanın önemi bir kez daha tüm yalınlığı ve açıklığıyla ortaya çıktı, yeter ki olup bitene ezberlerle bakmayalım!
Öyleyse ne yapmalı? Ağdaş-yurttaşlar olarak bir yandan görünmez olan ama bizi sürekli olarak etkileyen tüm kavramlarımızı, değerlerimizi, ne yazık ki bizi sürekli olarak kısıtlayan değer yargılarımızı; öte yandan görünürlük alanına sınır tanımaz şekilde çıkan eylemlerimizi, ilişkilerimizi, açıklık, saydamlık, hesap verebilirlik, işbirliği anlayışı içinde gözden geçirmeliyiz. Farkında mısınız? Gençler böyle bir tutum içinde; gençler ağdaş olarak böyle bir mesaj veriyor; artık hiçbir şey eskisi gibi değil!
GENÇLERİ ANLAMAK
Anne-babalar, öğretmenler, karar vericiler, kentli ağdaş gençlerin başkaldırısını, onlarla işbirliği yaparak, kibirden arınarak, “gençleşerek” anlamaya çalışın, çalışalım; ağdaşlığın yeni kavram örgüsünü ve gerektirdiklerini sürekli olarak düşünelim. Ağdaş-yurttaşlığın gerekli ve yeterli koşulları üzerine, bilgi dışı hiyerarşiyi ve her türlü otoriterliği bir yana bırakarak bir kez daha düşünelim; her türlü şiddetin karşısında olduğumuzu sadece sözel olarak, boş bir retorik olarak değil, eylemimizle de, “özenli düşünme”, “özenli dile getirme” ve “özenli eylemde bulunma”yla da gösterelim. Belki o zaman sağlıklı bir demokrasinin kapısını aralayabiliriz. Özellikle insan haklarına dayalı olması gereken Anayasamızı yapma işini gençlerimize, özellikle genç düşünenlere, tartışmacı, sorgulayıcı, eleştirici, öngörülü aydınlık kafalara bırakalım.