Prof. Dr. Tülay ÖZÜERMAN
1 Nisan 2016 Cuma
Anayasa yapım sürecinin başlatıldığını ilan etti…
Kim? Bugün iktidarda olan parti, AKP.
Kim için, niçin anayasa yapılacak?
Anayasa değişikliği ve halk oylaması marifeti ile “seç(tir)ilmiş ilk Cumhurbaşkanı” yaptıkları, partilerinin önceki Genel Başkanlarını, “Başkan” sıfatı ile yeniden seçtirebilmek için. Anayasanın yapılma nedeninin çıkış noktasının özeti bu. Yapılırsa, tarihe AKP Anayasası olarak geçecek…
Bunu hepimiz görebiliyoruz ve asıl amacın şu anda fiilen kullanılan yetkilerin yasa ile meşrulaştırılması olduğunun da ayırdındayız.
Açıklanan anayasa taslağındaki çok kritik bir ifadeye göre; Millet egemenliğini, seçilmiş temsilciler eli ile ve halk oylamaları ile kullanacakmış… Bu sorunlu ifade için kitaplar yazılır. kısaca önceki ve darbe ile anılan anayasalarımızla (1961 ve 1982) karşılaştırarak açıklayalım; Egemenliğin kayıtsız şartsız Türk ulusuna ait olduğunu belirttikten sonra, “Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır.” ifadesine yer verilmiş.
Darbe ile ilişkilendirilerek, kurtulmak istedikleri 1982 Anayasası şöyle devam ediyor: “Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.”
Neymiş? Seçilmiş de olsa bir kişiye ve bir partiye bırakılamazmış… Ama şu an iktidar partisi ısrarla egemenliğin nasıl kullanılacağına ilişkin yorumunu, kendi anayasası içine taşıyabileceğinin formülünü anayasa dışına çıkmış fiili durumu içinde arıyor. Yukarıdaki sorunlu ifade resmen Meclis Hükümeti sistemi kurmak demek. Başka deyişle, AKP’den başka bir siyasal partiye artık iktidar yolunu kapatmak ve iktidar odaklarında sıkça yinelenen, din devletine evirilişi anlatan “2023 Türkiye’si hedefi”ne ülkeyi taşımak…
Seçilmişin nasıl seçildiğini sorgulayamaz hale getirildiğimiz çarpık temsili sistemi değiştirmek yerine, bu çarpıklığın içinden seçimle iş başına gelenin, her istediğimi yaparım mantığını yerleştirmesine “evet” demek?!… Bir kişinin etrafında şekillenen yönetici kadrosunun seçtirilişine halk o(na)ylamaları (plebisitlerle) ortak edilmek?!.. Anayasanın üstünlüğünden, parlamentonun üstünlüğüne, yani; hukukun üstünlüğünden, siyasetin üstünlüğüne geçişi onaylamak?!… Bizden istenen özetle bu!…
- Yüzyıl Türkiye’si 17. ve 18. Yüzyılların demokrasi arayışlarının gerisine savruluyor… “Sınırsız güç her durumda tehlikeli ve kötü bir unsurdur… ‘Milli irade’ kavramı genellikle düzenbazlar ve zorbalar tarafından her dönemde sömürülmüştür… Demokratik çağda baskı rejiminden mutlaka herkes ürkmelidir… Eğer insanlar günlük çıkarlarının dar çerçevesine giderek daha fazla kapanırlarsa, toplumun ilerlemesini sağlayan büyük tutkulardan yoksun kalacaklardır… İnsanlar kişilik haklarının yok olmaya yüz tuttuğu dönemlerde, onları korumak yerine daha az önem verirler. İşte bu nedenle, özgürlüğe gerçekten bağlı olanlar hükümetin kendi hedeflerini gerçekleştirmek uğruna kişi haklarının kurban edilmesini önlemelidirler”. Bu sözler, 18 yüzyılda yaşayan ve “Her şeyi yapabilme gücünü nasıl kendi eşitim birisine vermeyi ret ediyorsam, bu gücü bir grup insana da veremem” diyen Alexis de Tocqueville’e ait.
Anayasa niçin yapılır? Yasama organının sınırlarını aşmaması için… Yasama ve yürütmeye keyfiyet verilmesi için değil. Turhan Feyzioğlu’nun ifadesi ile: “Yasama meclislerindeki çoğunluklar, her hangi bir kraldan daha zalim olabilir”…
Nerede bu ülkenin anlı şanlı hukukçuları? Bilim insanları? Hele Meclis!… Bugün var olan ama yarın değişecek olanların kendileri de dahil hepimizin geleceğini ipotek altına alan yanlışların altına imza koyan/koyacak olanların vebali?!…
Ortak aklı neden ipotek ettik dar bir siyaset alanına sıkışan siyasetçi odaklı anlayışa?!…
İklim nasıl oldu da korku üzerine oturdu?
Feraseti(!) cehalete övgü ile var etmeye kalkışan sözde bilim insanlarının nasıl baş köşelere taşınmalarına seyircilik edebildik? Korkutma ve sindirmeden söz ediyor son sürecin köşe yazıları… Demokrasi sopası ile sürüklendiğimiz yer burası.
Yaptırım gücü, yurttaşa karşı kullanılacak bir silah mıdır? Yoksa, yönetenlere belli sürelerle, yönetilenlerin huzur, güven, barış, adalet duyguları içinde yaşamaları için anayasa ve yasaların sınırları içinde kalarak kullanılacak bir yetki midir?
Askeri darbe süreçlerinde kesintiye uğrayan demokrasi ve demokrasiyi işleten kurumlardı. Bugün, kesintiye uğrayan yalnız demokrasi değil; Cumhuriyet değerlerimiz, hukuk, adalet, barış, huzur, kısaca bizi bir arada tutan ve ortak akılda buluşturan tüm değerler… Devlet geleneğimiz hep devam etmişti… Şimdi siyasetin temel sorunu; devletin dayandığı temel felsefenin yıkılıp, bugün iktidarda olan anlayışın devlet felsefesi haline getirilmesi, devleti yeniden kurma, laik devleti boşaltma telaşıdır.
Biz yönetilenler; yani bu ülkenin asli unsuru olan egemenliğin gerçek sahibi yurttaşlara düşen ise, yaşamı sürdürmek ve gelecek kaygısı… Toplumun gündemi ile siyasetin gündemi çok farklı. Neredeyse; şehit haberleri ile güne gözümüzü açmadığımız tek gün yok.
Güne, gözünü açamayanlar, terörle aramızdan koparılanlar adına içimiz yanarak başlıyoruz.
Acı yürekten de derin, yakıyor içimizi…
İki sözün başı terör. Başta can güvenliğimiz olmak üzere, güvensizlik duygusu ve gelecek kaygısı, yaşamın katlanan pahası, işsizlik, kadına şiddet ve cinayetlerin tırmanışından yakınırken, şimdi de çocuklara yönelik şiddet, taciz ve tecavüzlerin korkunç rakamlara ulaşmasından kaygılı, “gelecekle ilgili tek belirli olanın belirsizlik” olduğu algısı içinde günlük yaşam kutularına hapsedilmiş, yarın düşü kuramayan, giderek yoksullaşan bir toplumuz artık.
AKP; kendisini kalıcılaştırmak ve eski Genel Başkanlarını “Başkan” seçtirebilmek için hazırlattırdıkları anayasaları ile bizleri 1982 Anayasası’ndaki yetersizliğini eleştirdiğimiz özgürlükleri arayacağımız günlere taşımaya hazırlanmakta.
Parça parça açıklanarak kamuoyu oluşturmaya çalıştıkları anayasalarında, başkan var, başkanın belirlediği ve seçmenlere plebisitle onaylattırılacak temsilciler var…. Egemenliğin asıl sahiplerine henüz sıra gelmedi… Anayasa sürecimizin özeti bu… Batı toplumlarında adı: Toplum sözleşmesi olan bir metin, toplumun dışında ve yönetici dar kadronun mantığının buyrukları ile hazırlanmakta…
Yönetenlerin kendi yetkilerini tanımlayarak, kendilerini güçlendiren anayasasına, “buyurgan anayasalar” denir. Rejim anayasa ile kurulur ve anayasalıdır. Anayasa bu biçimi ile bir hukuk metni sayılamayacağı için siyasal bir belgedir ve sistem anayasal değildir. Benzer şekilde, var olan anayasayı ihlal suretiyle de rejim başka bir biçim alabilir, rejim hala anayasalıdır, ama anayasal değildir. Bugünkü fiili durumda olduğu gibi. Her iki durum hukuk dışılığı tanımlamakta. İçinden geçtiğimiz, gittiğimiz istikametin yasa ile meşrulaştırılmamış özeti. Keyfiyetin yasa ile güçlendirilmiş biçimini yaşamayı düşünmeyi istemezsiniz bile.
Peki, biz bugünkü anayasayı arayacağımızı bile bile neden anayasa yapıyoruz?
Öncelikle, bu soruyu yüksek sesle sorabilecek güçte bir muhalefet gerekiyor. “Bu aşırı baskı ve korku ikliminde anayasa yapılamaz, yapılsa da kalıcı olamaz” demeleri gerekirken, masaya oturup kalkmakta, yeniden oturtulmaya çalışılmaktalar…
“Dur” demek için hala güçleri kaldıysa, şimdi durdurmayı konuşmanın tam zamanı…
Kimi? “Durmak yok yola devam” diyerek rejimin tüm koruma duvarlarını yıkıp, yerine kendi rejimlerini kurma telaşı ile ilerlemeye çalışanları…
Bir yanıt yazın