- Devlet-Ulus ilişkileri
Yıllar önce okuduğum bir makalede bir Fransız anayasa profesörü, şu fikri savunuyordu:
„Her ülkede, halk ile yöneticiler arasında yazısız bir anlaşma vardır. Halk, yöneticilerine gereğinde asker, gereğinde vergi ve emeğini vererek onları güçlü kılar. Buna karşı halk, yöneticilerinden, iç ve dış düşmanlara karşı kendisini korumasını ve ona, fedakarlıklarına uygun bir yaşam düzeyi sağlamasını bekler. Bu anlaşmanın yazılı olması önemli değildir. Çünkü yönetici kişi veya kitle, halktan aldığı güçle, yazılı kanunları kendi yararına değiştirebilir ve yönetimin temel felsefesine aykırı davranabilir. Böyle bir durumda toplum, bizzat harekete geçerek, yönetimi değiştirme hakkını kazanır ve kendi varlığını sürdürebilmek için bunu yapmak zorundadır.“
Yönetici kitle genelde sadece maddi üstünlük ile kalmayıp, kendisini halktan çok üstün bir bilgi ve bilinç gücüyle de donatmakta ve organize olmaktadır. Halkçı olmayan yönetimlerin uzun süre başta kalabilmeleri, ancak bu sayede mümkün olur. Halk direnişi ancak, halkın da yöneticilere yakın bir eğitim düzeyine gelmesi ve organize olmasıyla mümkündür. Çünkü, bir İsrail generalinin dediği gibi, „kitlenin gücü, sayısal çokluktan ziyade, organizasyon durumundan kaynaklanır“.
Fransız İhtilali, biraz olsun halka, en azından burjuvaziye kadar inen bir „aydınlanma çağının“ sonucudur. Türk ulusunu yüzyıllarca kullanan Osmanlı‘nın yıkılışı da ancak, sayıca az da olsa, bilgili ve bilinçli Türklerin yetişmesi ile mümkün olmuştur.
Buraya kadar henüz, dış devletlerin emperyalist etkisinden bahsetmedik.
Emperyalist yönetimin, yerli sömürenlerden farkı şudur ki, o kendini, sömürdüğü yabancı ulustan hem ırk hem de kültür bakımından farklı ve mutlaka çok daha üstün görür ve dolayısıyla, sömürdüğü ulusa karşı herhangi bir değer, adalet ve hatta acıma duygusu beslemez. Bırakalım Kuzey ve güney Amerika’daki yerlilere uygulanan soykırımları, Fransız ihtilali sonrası Avrupa tarihi de böyle örneklerle doludur. İngilizlerin Hindistan’da insanları topların namlusuna bağlayarak öldürmeleri ve Avustralya ve Yeni-Gine yerlilerinin kadınlarını fahişe olarak kullanıp, kendilerinden olan çocukları da köle yapmaları, Almanların Namibya’da isyan eden Herero‘ların yarısını katletmesi, Belçikalıların Kongo nüfusunu sistematik olarak öldürerek yarıya indirmesi, Fransızların Cezayir’de ve Vietnam’da yaptığı soykırımlar, Japonların Endonezya adalarında yaptıkları vahşetler, Almanların Yahudilere, Amerikalıların Vietnam halkına uyguladıkları soykırımlar, yerli faşist diktatörlerin işkencelerini fersah fersah aşmaktadır. Amerikan tarihçisi B. Shaw, Türk İstiklâl Savaşının başarı sebeplerinin başında, işgal kuvvetlerinin Anadolu‘da uyguladıkları vahşeti saymaktadır.
Türk okullarında altmış yıldır Batı ve Amerikan hayranlığı öğretilir ama ne Ermenilerin Türklere uyguladığı soykırımdan, ne de Batı devletlerinin vahşetlerinden bahsedilir. Fransız İhtilalinin „Hürriyet, eşitlik ve kardeşlik“ ilkelerini derslerimizde öğrenirken biz, batılıların bu ilkeleri bütün insanlara uygulama niyetinde olduklarını sanmış ve onlara hayranlık beslemiştik. Halbuki Fransızların bu ilkeleri sadece kendi ulusları için geçerliymiş, en yakın komşuları Almanlar için bile geçersizmiş, sonraki savaşların gösterdiği gibi.
Şu anda Amerika veya Avrupa Birliği peşinde koşan Türkler, Batılıların Türklere ne gözle baktıklarını ve ne niyetler beslediklerini kavrasalar, „tam bağımsız demokratik Türkiye“ çizgisinden kesinlikle ayrılmazlardı.
Irak’a „demokrasi ve hürriyet“ getirmek iddiasıyla gelen ABD’nin, her türlü insan haklarını açıkça ve devlet politikası olarak çiğnerken, ABD-vatandaşlarına bir de „uluslararası dokunulmazlık“ talep etmesi, bu dış kökenli yöneticilerimiz ve içerdeki hizmetkarlarının halkımız hakkındaki niyetlerini yeterince açıklamıyor mu? Türk halkını direnç görmeden kullanabilme ümitleri mutlaka, eğitim düzeyimizin düşüklüğünden kaynaklanıyor. Bugün Türk vatandaşlarının yüzde 17 si (erkeklerin yüzde 8 ve kadınların yüzde 27 si ) okuma yazma bile bilmiyor ve ortalama eğitim süresi sadece 3,6 yıl; bizi yönetenlerde ise eğitim süresi en az 4 katı fazla.
Modern emperyalistler, tarihten tanıdığımız benzerlerinden çok daha zeki ve çok daha vahşi davranıyorlar. Önce kendi ulusları içinde, enformasyon imkanlarını tekellerine alarak ve halklarına en az düzeyde bir yaşam hakkı tanıyarak, yönetimlerini garanti ediyorlar. Sonra da sömürgeleştirmek istedikleri ülkede, aynı sistemi uyguluyorlar.
Bugün bu yöntemin en iyi örneklerinden birisi maalesef Türkiye’dir. 1950’den beri beyni yıkanmış, Batı hayranı, bilgisiz ve bilinçsiz kuşaklar yetiştirildi. Dışa bağımlı medya tekelleri kurularak, halkımızın sadece, emperyalistlerin işine gelecek bilgileri alabilmesi sağlandı. Yine emperyalistler, gizli çıkar anlaşmaları ile kendilerine tamamen bağlı bir yönetimi, anayasayı değiştirebilecek 2/3 çoğunlukla iktidara getirdiler. Hıristiyan dinini kullanan faşist Batılılar bu emellerine ulaşmak için, koyu Müslümanlığı da kullanmakta tereddüt etmediler, çünkü onlar Müslümanları ve Türkleri, ırk ve kültür olarak, kendilerinin çok altında görürler.
Türkiye’ye bu iktidar birden gelmedi, plân ve programlı getirildi. „Benim memurum işini bilir“ diyerek, devlet yönetimini satılır hale getiren, ailecek hortumlamalar yaparak, Türk emeğini, vatandaşı olduğu ABD’ye yatıran, Rusya ile anlaşıp, bir Liralık çıkar karşılığı 1000 Lirayı Rusya’ya hediye eden, kendi çalmasa da, hortumlamalara ve tarikatlere kucak açan iktidarlar, ara basamaklardı. Türk halkının, bütün bunlar karşısında, gösterdiği duyarsızlık ve aymazlık, yukarıda bahsettiğimiz, Batının gazabına uğrayan ülkelerden daha yüksek bir entellektüel direnci olmadığını dünyaya sergiledi. Ne demiştik yukarıda? Önemli olan, yönetici ve yönetilen arasındaki bilgi, bilinç ve organizasyon farkıdır. Bir tek hortumlama olayına Arnavutluk halkı, parlamentoyu basıp, milletvekillerini kovalamakla cevap verdi! Türkiye’de ise, en entellektüel olması beklenen akademisyenler ve emekli askerler bile, birikimlerini, 25 bankanın pervasızca hortumlandığı bir düzende, yüksek faiz almak, yani çalışmadan geçinmek için, özel bankalara taşıdı. Böylece Türk halkı, çok kolay sömürüleceği göstergelerini kendisi verdi.
Bu politik gelişme ve bu halk bilinci ile vardığımız duruma bir bakalım.
- Ulusumuzun sadece 1/3’ünü temsil eden ama anayasaları değiştirecek 2/3 çoğunlukla Türkiye’yi yöneten bir hükümetimiz var.
- Kıbrıs gibi hayati önemi olan bir vatan parçasını vermeye hazırlar,
- Güneydoğu Anadolumuzu, ki nüfusunun yüzde 72’si ABD istatistiklerine göre Türktür, Büyük Ortadoğu Projesi diyerek, ABD sömürgesi olmaya razı bir Kürt devletine devretmeye hazır ve bunun için „Yerel Yönetimler Temel Yasasını“ meclisten geçiriyor. Merkezi hükümetin ülke yönetimindeki etkenliğini önemli ölçüde azaltan bu yasa, Türkiye’nin tamamının bölüşülmesi ve „SEVR“ anlaşmasının savaşsız uygulanması için gerekli şartları hazırlıyor,
- 62.000 kişilik ABD işgal gücünü, ki Irakta bunların ne mene insanlar olduğu anlaşılmıştır, ülkemize davet ediyor ve Millet Meclisi’mize bu yolda bir tezkere getirme cüretini gösteriyor.
- Bütün liman, havaalanı ve topraklarımızı, emperyalistlere peşkeş çekiyor,
- Dün vatan haini diyerek hapse atılanları hem serbest bırakıyor, hem de onlara politik güç kazandıracak kabullerde bulunuyor,
- Küreselleşme adı altında, en stratejik üretim kurumlarını, yok denecek fiatlara, emperyalistlere teslim etmeye çalışıyor,
- IMF’nin diktasında bir tarım, sanayi ve para politikası ile ülkemizi tam bir ekonomik çöküşe sürüklüyor,
- Ülkemizi tam sömürge yapmak, eğitim ve bilim kurumlarını, emperyalistlere peşkeş çekmek için antidemokratik düzenlemelere gidiyor,
- Halkımızın yüzde 17’si, „açlık sınırının“ altında, yani günde iki Dollardan az gelirle yaşarken, dışardan verilen borçlarla, Türkiye’nin işgali ve bölünmesi sürecinde sahte bir refah gösterilerek, halkın isyanı engelleniyor,
- YÖK, TUBİTAK ve benzeri yasalarla, teslimiyetçi ve işbirlikçi kadroların, ordu dahil, bütün köşeleri tutması amaçlanıyor.
Tablonun tamamına bakıldığında, Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığına kasdetildiği apaçık ortada. Halkımızın çoğunluğu da bunun bilincine varmak üzere ama „AB’ye girmek“ gibi, yoğun bir yalan kampanyası beyinleri bulandırıyor.
Olayın korkunç boyutlarını kavrayanlar, yeni bir kurtuluş savaşı verme zorunluluğunu görüyorlar ama, „bunu kim nerede ve nasıl başlatacak ve yönetecek, başarı şansı nedir?“ soruları havada kalıyor; çünkü bu girişimlerde deneyimli kadrolar yok.
- Demokrasi çıkmazımız, siyasi muhalefet ve ordumuz
Demokrasinin temelinde halkın çoğunluğunu memnun edecek şekilde yönetme ideali yatar. Bunun için de bütün vatandaşların yönetime katılması esas alınır. Batı demokrasilerinde, çok farklı düşünen kişilerin yönetime katılabilmesi için, çok partili sistem benimsenmiştir. Çok partili düzenin, işlemesi ise, birçok yan kurum ve şartları gerektirir. Çoğu, Türkiye Cumhuriyeti’nden pek eski olmayan batı demokrasileri, zamanla yöntemlerini geliştirerek, uygulanabilir çözümler aramışlar ve zaman zaman yüksek faturalar da ödemişlerdir.
Örneğin Almanya, demokrasi derken bir Hitler‘i seçimle başa getirip, acı kayıplar vermiştir. ABD, büyük yetkilerle donattığı başkanını, halkın yeterli eğitim ve bilince sahip olmadığı gerekçesiyle, halâ halka seçtirmemektedir. İsviçre, kocalarından bağımlı saydığı kadınlarına genel seçim hakkını ancak yakın zamanda tanıdı. CIA tarafından öldürtülen başkan Allende başa geldiğinde, Şili’de ancak lise ve üzeri eğitim görenler seçmen olabiliyorlardı.
Bugünkü Batı demokrasileri yakından incelendiğinde, partiler ve parlamentonun yanısıra, ülkenin ve sistemin güvenliğini titzlikle savunan, politikayı ülke çıkarları doğrultusunda şekillendiren ama varlığı belli bile olmayan birçok yan ve alt kurumun sessiz bir uyum içinde çalıştığı görülür. Kadife eldivenin içinde çoğu zaman bir demir yumruk vardır. Her ülkede askerler ve siviller beraberce toplanıp kararlar alırlar ama, Türkiye dışında hiçbiryerde, bu toplantıların yeri, zamanı, gündemi ve katılımcıları, medyaya aksetmez. Ülke çıkarları geretirdiğinde, Anayasa Mahkemeleri anayasayı çiğnerler, parlamentolar kendi iç tüzüklerini. Çünkü önemli olan, kuralların „ruhu ve anlamı“dır, onları ifade eden cümleler değil.
Atatürk, birkaç defa çok parti düzenine geçmeyi denese de, akıl ve vatanseverliğinin sesine uyarak, bu girişimleri erteledi. Türkiye 1946 seçimlerinde çok partili düzene geçtiğinde, iç mekanizma ve alt yapılarını tanımadan, Batı demokrasilerinin sadece dış görünümünü taklit etti. 1950’den sonra da, ABD, Türk demokrasisini kendi çıkarları yönünde etkiledi. Mecliste „işe yarar adam“ sıkıntısına düşen Demokrat Parti bile, sonraki seçimlerde milletvekili adaylarını belirlerken, oy kaybı bahasına, milletvekillerinin seviyesini yükseltmeye çalıştı.
Bedrettin Dalan, demokrasi çıkmazımızı üç ana nedene bağlıyor. Bunlardan birincisi, tepeden tabana doğru kurumlaşmayı öngören „partiler kanunu“. Bu kanun sayesinde, parti yönetim kurulları, parti içi bir demokrasiyi engelliyorlar; gereğinde milletvekili adaylarını kapalı kapılar ardında kendileri belirliyorlar. Bu anormal yetkiyi elde etmiş hiçbir parti yönetimi, muhalefette bile olsa, bu durumu kendi aleyhine değiştirecek bir kanun teklifine yanaşmaz.
Buna karşı örneğin Alman partiler kanunu, parti yapılanmasını, tabandan tavana öngörür ve adaylar, yerel parti teşkilatlarınca belirlenir, parti merkezi buna pek az karışabilir.
İkincisi, seçim kanunumuz. Mecliste temsil edilmek için gerekli yüzde 10 barajı yüzünden, oyların 1/3 ünü alan bir parti, mecliste 2/3 oranında temsil edilebiliyor ve halkın çoğunluğu mecliste hiç temsil edilmiyor. Teori olarak oyların yüzde 11 ini alan bir partinin meclise tek başına girmesi bile mümkün. Bu abes durumları engelleyecek şartların kanunda yer almaması, bu kanunu yapanların ve onların hukuk danışmanlarının demokrasi anlayışlarının ne denli seviyesiz ve sığ olduğunu kanıtlıyor.
Dalan üçüncü engel olarak, parlamenterlerin düşüncelerini açıklamalarının, meclis iç tüzüğündeki kısıtlamalarla, engellenmesini gösteriyor, ki bu, meclis içinde bile, parti içi hiyerarşiyi güçlendiren bir faktör.
Dalan‘ın saydığı üç etken de, parti ve devlet yöneticilerinin gücünü pekiştirdiği için, demokratik-parlamenter yoldan bir düzeltme şansı yok ve demokrasimiz kendi dinamiği ile kurtulamayacağı bir çıkmaz sokağa hapsolmuş durumda.
İşte bu noktada demokrasinin yan kuruluşlarının personel ve kurumsal eksikliği ortaya çıkıyor. Örneğin Anayasa Mahkemesinin bu kanun ve yönetmelikleri „anti demokratik“ ilan edip, yönetimi gerekli değişikliklere zorlayarak, demokrasiyi çıkmaz sokaktan kurtarması beklenebilirdi. Buna karşın, hemen bütün hukuk kurumlarımız gibi, Anayasa Mahkemesi de tamamen şekilci ve sorumluluktan kaçar bir tutum içinde seyirci kalıyor, adeta onlar bu ülkede yaşamıyorlamış gibi. Cumhurbaşkanı ve MGK`ndan da hiçbir girişim gelmiyor.
Ya yüzde 10 barajina çok yaklaştığı halde, parlamentoya giremeyen partilerin tutumuna ne demeli? Boyunlarını büküp oturmak yerine, yurt çapında birlikte kampanyalar ile bir değişikliği zorlamaları, en azından seçmenlerine karşı sorumluluklarının gereği değil midir?
Siyasi muhalefet nerede ?
3 Ekim 2002 seçimlerinde CHP tek muhalefet partisi olarak TBMM’ne girdi, hem de 1/3 gibi küçümsenmeyecek bir parlamenter güçle. 1950 seçimlerinden sonra 54 milletvekili (1/9) ile temsil edilen CHP, çok ciddi bir muhalefet teşkil ederken, bugünkü CHP’nin kayda değer bir muhalefet yaptığı söylenemez; kaldı ki, birçok önemli konuda, CHP, AKP iktidarının verici politikasını destekler bir tavır da aldı.
Bu tutumun iki nedeni olsa gerek. Birincisi, CHP oy kaygısı içinde asıl kimliğini yitirerek meclise girdi. Bayrağındaki „devletçilik“ okunun altına, özelleştirme şövalyesi Kemal Derviş‘i, „laiklik“ okunun altına ise Yaşar Nuri Öztürk’ü oturtarak, kendi parti programını kendisinin bile tanımadığını sergiledi. Dolayısıyla CHP seçmenleri, milletvekilleri ve hatta yönetici kadrosu içinde, CHP den çok AKP ye yakın kişilerin bulunmasına meydan verdi. Nitekim bu kişilik kaybı ve ilkesizlik, giderek partiyi bölecek boyutlara vardı.
İkinci neden, bu kişilik kaybının diğer bir boyutu. CHP adeta artık Türkiye’deki iktidarların, AKP gibi, ABD tarafından belirlenmesini, yakın gelecekte değişmeyecek bir gerçek olarak kabullendi ve iktidar olma şansını, ABD’ye şirin görünüp, onun yalancı küreselleşme isteklerine karşı çıkmamakta gördü. Ülkemizi işgal ve parçalama peşindeki emperyalist güçlerden medet uman, kendi içinde fikir birliğinde olmayan bir partiden de ciddi bir muhalefet çalışmasının beklenemeyeceği açıktır; dolayısıyla TBMM içinde bir muhalefet partisinden söz edilemez.
Son genel seçimde yüzde 10 barajına az farkla takılan MHP ve DYP, TBMM dışında kaldılar ama varlıklarını koruyorlar ve kurum olarak ayaktalar. Seçmenlerin çoğunluğunun parlamentoda temsil edilmediği bir ortamda, parlamento dışı partiler halkın gerçek temsilcisi olmuyorlar mı? Nasıl hükümet koalisyonlarında çok zıt partiler biraraya gelebiliyorlarsa, parlamento dışı partilerin de, hele hele halkın çoğunluğunu onlar temsil ediyorlarsa, bir koalisyon kurarak etken bir muhalefet oluşturmaları ve bu etkenlikler içinde profil kazanarak, hem güncel politikayı etkilemeleri, hem de iktidara gelmek için kendilerini hazırlamaları gerekir. Parlamento dışı muhalefet, bu partilerin kendilerini kadro ve program açısından yenilemeleri, seçmenlerini tutmak ve hatta arttırmak için bir şans olabilir.
Ordu bizi kurtarabilir mi?
Ordumuzun İstiklâl Savaşında ve sonrasında gösterdiği olağanüstü başarılar, „devleti, milleti ve demokrasiyi ordu korur“ gibi kolaycı bir düşünceye yol açtı. Atatürk Samsun’a ayak basar basmaz, plânladığı milli mücadeleye, milleti harekete geçirerek başlamış, Kurtuluş Savaşımızın bütün safhalarında da halkımızın katılımını ve sorumluluğunu esas almıştır. En kritik durumlarda bile, elindeki askeri gücü dolaysız kullanmaktan kaçınmış, „Meclis’i Mebusan“dan kararlar çıkararak hareket etmiştir. Perişan durumdaki Türk Milletinin Kurtuluş Savaşı için bütün varlığını ortaya atması böyle sağlanmıştır. Atatürk, arkasında ulus olmayan bir ordunun başarısız olacağını gayet isabetli gören bir önderdi.
Türkiye’ye bugün de SEVR anlaşması dayatılmaktadır ama bu defa işgal orduları bambaşka niteliktedir. ABD-AB koalisyonu bu saldırısını silahlı kuvvetlerle değil, IMF, tarikatlar, vakıflar ve medya ile yürütmektedir. Savaş artık siperlerde değil, bankalar, borsalar, tekkeler, camiler, Işık Evleri, vakıfların özel üniversiteleri, gazete ve televizyonların redaksiyonlarında yürütülüyor. Bu yeni savaş alanları, silahlı kuvvetlerimizin hazırlıklı olmadığı alanlar. Bu cephede ancak ulusal ve vatansever sermaye çevreleri, politikacılar, yazarlar, bürokratlar ve bütün aydın Türkler savaşabilir, askerler değil.
İçinde bulunduğumuz ekonomik abluka ve bağımlılık durumunda ordumuz yönetime el koysa veya iktidarı değiştirse ne olur? 1970’li yıllarda Ecevit başbakan olunca margarin gibi hayati ihtiyaç maddeleri karaborsaya düşerdi, çünki onu üreten yabancı şirket birden üretimini azaltarak yaşamı olumsuz etkiler, halkımız da bu zorluklardan Ecevit hükümetini sorumlu tutardı. Ekonomimizin tamamen dışa bağlandığı bugün, ordumuzun politikaya karışması halinde de çok daha büyük kıtlıklar yaratılabilir ve halkımız, kendi ordusuna düşman edilir ki, bu da SEVR dayatıcılarının ekmeğine yağ sürer. Ordumuzun bu oyuna gelmemekte gösterdiği basireti, saygıyla karşılamamız, sivil aydınlar olarak, orduyu çağırmak yerine, üzerimize düşen sorumluluğa kendimiz sahip çıkmamız gerekir.
- Sivil halk direnişi
Sadece AKP’yi iktidardan indirmek değil, içine düştüğümüz işgalden kurtulmak, yurdumuzun parçalanmasını önlemek, demokrasimizi çıkmaz sokaktan çıkarmak ve yeniden tam bağımsız, onurlu ve halkçı bir yönetimi sağlamak, sivil direnişin hedefleri olmalıdır.
Bu hedefe ulaşmanın iki önemli şartı var. Birincisi, alternatif politika ve yöneticilerin belirlenmesi, ikincisi de onların, emperyalist ve işbirlikçilerin direnişine rağmen, iktidara taşınması.
Son aylarda iyice belirginleşen işgal ve parçalama hazırlıkları, ulusalcı ve yurtsever güçleri harekete geçirmiş, Atatürkçü Düşünce Dernekleri, Ulusal Güçbirliği, USİAD, -AKP ve DEHAP hariç- siyasi partiler, birçok sendikalar, vakıflar ve üniversitelerin katılımı ile bir „ULUSAL BİRLİK“ oluşmuş, konsey ve yönetim kurulunu belirlemiştir. Bu yapılanma, gelecekteki yönetimi hazırlamak için atılmış önemli bir adımdır.
Buna paralel olarak, muhalif partilerde de Atatürkçü çizgiye yaklaşım mahiyetinde gelişmeler olmaktadır; K. Derviş ve Y.N. Öztürk’ün CHP’den ayrılmaları bu şekilde yorumlanabilir. DYP ve MHP’nin, benzeri iç temizlikler yaparak, tamamen ulusalcı bir çizgiye gelmeleri de elzemdir. İP şu anda esasen Atatürkçü bir partidir.
Partilerin ulusal kanatları ile Atatürkçü sivil toplum örgütlerinin „ULUSAL BİRLİĞİ“, hem parlamento dışında politika üretecek, hem de halk hareketini yönlendirecek bir yapılanmaya gitmek zorundadır.
Bu yapılanma, Türk halkının en az yarısını temsil edeceğine göre, bir “Halk Meclisi” (HM) görünümü ve disiplini içinde gerçekleşmelidir. Türk halkının yarısının bile temsil edilmediği TBMM’ndeki milletvekili sayısından hareketle, 300 delegelik bir Halk Meclisi, delege seçimleri ile, “kendi meşruiyetini” kanıtlamalı, “halkçı bir bakanlar kurulu” seçerek, TBMM’ne paralel olarak çalışmalıdır. Böyle bir yan parlamentoya esasen ihtiyaç da vardır. Yukarıda bahsedilen “demokrasi çıkmazımızdan” bizi kurtaracak önlemler, ekonomimizi çöküntüden kurtaracak kanunlar, dış ilişkilerimizin gözden geçirilerek yeniden düzenlenmesi ve “kendini savunan, tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin” gerçekleşmesi için gerekli önlemler, bu mecliste görüşülüp karara bağlanmalı ve açıklanmalıdır. İlk çıkarılacak kararlardan birisi de, işbirlikçi ve teslimiyetçi yolda çalışanların ileride “vatana ihanet suçundan” yargılanacaklarını bildirmek olmalıdır. Bu meclis, sadece hükümetin teslimiyetçi kanunlarına reaksiyon göstermeyip, halkı yakından ilgilendiren önemli konuları özerk olarak ele alarak, gündemi belirlemelidir.
Bu sivil çalışmaların en önemli özelliği, emperyalist zorlamalardan bağımsız oluşudur. Bu çalışmalar içinde, parti hiyerarşisi ve paradan bağımsız, gerçekten halkçı yöneticiler, yeteneklerini gösterme şansı bulur ve sorunlarımız konusunda somut alternatifler üretilebilir. Bu yapılanma, geçmişte politikaya atılıp, düzgün karakter ve vatanseverlikleri yüzünden dışlanmış olanlara, „temiz politika“ ideali ile kurulan ve marjinal kalan partilerin mensuplarına, partiler dışında politika üreten yetenekli aydınlara ve hatta TBMM’inde temsil edilen partilerin halkçı elemanlarına, uygun bir platform teşkil eder. Emperyalist güç ve işbirlikçilerin bu yapılanmayı, özellikle sızma ve hizip yaratma yoluyla, engellemeye çalışacakları mutlaktır. Ama parti hiyerarşisinden arınmış ve kişisel çıkar sağlamayan bir yapılanmada bu sorunları aşmak hem daha kolay olacaktır, hem de, kendini temiz tutabilen bir sistemin gelişmesine yardım edecektir. Bu çalışmaların sonunda, gelecek genel seçime “ulusal birlik” olarak katılıp iktidara gelecek bir parti hedeflenmelidir.
Bu çalışma başladığı anda, halkçı parlamentonun uluslararası bir değerlendirmeye konu olacağı ve şu anda tahmin edilmeyen destekleri alabileceği de hesaba katılmalıdır. 9. Haziran 2004 de ADD genel Merkezinin Ankara’da düzenlediğI 1. Uluslararası Atatürk Sempozyumuna, Çin Halk Cumhuriyeti, Gürcistan ve Fransa büyükelçilerinin konuşmacı olarak katılmaları, bu yolda verilen politik mesajlardır. ABD-AB emperyalizminin tehdidi altında bulunan veya şu anda kurtuluş savaşı veren veya ABD’nin “dünya hakimiyeti” çabalarına karşı çıkan ülkeler, Türkiye’de muhatap alacakları bir merkez görememektedir. Bu merkez belirince durum çok değişecektir. Geçmişte Türkiye, Endonezya, Hindistan, Cezayir, Vietnam ve bugün Afganistan ve Irak’ın direnişleri, başarı olasılığının büyük olduğunun kanıtlarıdır. Unutmayalım ki, Gandi İngiliz sömürgecileri Hindistan’dan, sivil direnişle kovmuştur. Gandi, çoğu zaman sanıldığı gibi bir “pasifist” değil, “sivil direniş” üreten bir önderdi.
Çözülmesi gereken ilk sorun, işbirlikçi medya tekellerine rağmen, HP ile halk arasındaki iletişimi kurmaktır. Bunun için, partilerin en ücra köylere, sendikaların bütün fabrikalara, ADD’lerin yüzlerce şubesine uzanan haberleşme imkanlarını HP merkezinin kullanımına sunmaları gerekir. Bu bağlamda, ulusal Atatürkçü çizginin medyası durumundaki Ulusal Kanal, Cumhuriyet gazetesi, Aydınlık ve benzeri Atatürkçü dergilerden yararlanmak ve onları desteklemek gerekir. Bunlara ek olarak, yurdumuzun her köşesinde, işbirlikçi medya tekellerinden bağımsız çalışan, yüzlerce yerel basın yayın organına da büyük görevler düşmektedir. Internet bağlantıları, HP ile bu medya arasında gerekli haberleşmeyi kolaylaştırır.
Halk parlamentosu süratle kurulmalı ve yukarıda anılan organlar üzerinden halkla ilişkisini sağlamalıdır. Bir taraftan kendi kararlarını halka duyururken, bir taraftan da düzenleyeceği eylemlerle, bu ülkenin gerçek yöneticisi olma durumunu kanıtlamalıdır. Bunun için bildiriler yayınlamak yetmez. Gösteri yürüyüşleri, aynı anda Edirne’den Şırnak’a kadar yapılınca bir anlam kazanır. En etken eylemler ise, bütün vatandaşların günlük yaşamını etkileyen eylemlerdir, örneğin „genel grev“ gibi.
Genel grev ve boykotların özelliği, tamamen grev kanunlarının dışında gerçekleşmesi, işbirlikçi yönetime, müdahale olanağı tanımaması ve en duyarsız vatandaşın bile günlük yaşamını etkileyerek, onu duyarlı kılmasıdır. Batı demokrasilerinde, Fransa, İngiltere, İtalya ve Yunanistan’da halk, kendi seçtiği hükümetlerin olumsuz kararlarını, bu yoldan etkilemiştir. Balık ithalini serbest bırakan kanunları Fransız balıkçılar, balıkhaneleri tahrib ederek önlediler; İtalya’dan şarap ve sebze ithalini de köylüler, traktörleri ile sınır kapılarını günlerce geçilmez hale getirerek. Şırnak’tan Edirne’ye kadar dükkanını açmayan esnafa, benzinciye, fırıncıya, lokanta sahibine ve eczacıya, sefere çıkmayan taksi-dolmuş-otobüs şöförüne, derse girmeyen öğretmene, hastaneye gitmeyen, muayenehanesini açmayan doktor ve hemşireye, duruşmaya gitmeyen avukata karşı kim ne yapabilir? Aynı anda milyonlarca vergi mükellefi, elektrik-su-telefon-doğalgaz abonesi ödemelerini durdurursa ne olur? Parisli araba sahipleri, aylarca trafik cezalarını ödemeyi boykot edince 6 milyon ödenmemiş trafik cezası af edilmek zorunda kaldı, çünki bunları hukuki yoldan tahsil etmek, mahkemelerin aylarca bu davalarla işgal edilmesine ve hukuk sisteminin durmasına yol açacaktı. Sivil direniş çok yeni bir buluş da değildir; iki bin yıl önce Kudüs halkı da Roma’nın işgal gücüne karşı vergi boykotu uygulamıştı !
Bu tür halk hareketleri, halkı uyandırmak, eğitmek ve kendi kaderine sahip çıkma bilincini yaratmak için en etken girişimler ve „kendini savunan“ demokrasinin temelleridir.
Bu bağlamda, şimdiki bilinç düzeyindeki Türk halkı ile, etken bir sivil hareketin mümkün olup olmadığı tartışılabilir. Unutmamak gerekir ki, şehirleşmiş bir yaşamın dengeleri, dış etkenlere karşı çok duyarlıdır. Şiddetli bir yağmur veya kar fırtınası bile, halkımızın toplam yüzde 30’unun yaşadığı büyük şehirlerimizde hayatı felce uğratmaktadır. Dolayısıyla, halkımızın yüzde 10 veya 20’sinin katılacağı sivil direnişler bile, bütün ülke yaşamını ciddi ölçüde etkiler.
1968’de ve 1989-90 arasında başta Batı ülkelerinde olmak üzere, dünyayı önemli ölçüde değiştiren etkenler, hep halk hareketleri olmuştur. Yüzbin sivil Doğuberlinli, Berlin duvarını yıkarken, asker ve polisler ateş açmaya cesaret edemediler. Polonya’da sendikalı işçiler, tersaneleri işgal edince, Polonya yönetimi Lech Valesa’ya, Yeltzin Moskova’da tankın üstüne çıkınca asker ona ne yapabildi? Çekoslovakya’da Vaclav Havel hükümete açıkça direnişe geçtiğinde ne oldu? Kosova Arnavutları, Sırp yönetimine karşı koyarken orduları mı vardı?
Hiçbir yönetim, toplumsal direnişe karşı koyamaz, yeter ki toplum organize edilsin.
İşte bugün biz bu sivil mücadeleyi başlatmak zorundayız. Mutlaka kayıplar da vereceğiz, şimdiye kadar olduğu gibi. Ama halka maledilmiş, kadrolu bir çalışma, kişileri öldürerek de durdurulamaz.
Dr. Yavuz Dedegil. Almanya ADD-ler Birliği Başkanı
9. Haziran 2004 de Ankara’da ADD-genel Merkezi tarafından düzenlenen „1. Uluslararası Atatürk Sempozyumu“nda kısaltılarak sunulan Tebliğin tam metnidir.
Bir yanıt yazın