Yabancı Hukuk adamlarından Adalet Bekler Olduk…

IMG_1819

Özdemir Asaf bir şiirinde şöyle der:

“İnsansız adalet olmaz. / Adaletsiz insan olur mu?

Olur, olmaz olur mu? /Ama, olmaz olsun!”

Peki, “Adaletsiz devlet olur mu?”

“Olur, olmaz olur mu? Ama olmaz olsun…”

Şu yaşadığımız ortamda, adının içerisinde “Adalet” sözcüğü bulunan bir siyasal parti, Cumhuriyet döneminin en büyük adaletsizliğini yapıyor.

O, hem yürütme, hem yargı, hem medya…

Hem polis, hem savcı, hem yargıç görevini üstlenmiş durumda…

Günümüz Türkiye’sinde hukuk, yandaş hukuk anlayışına göre yürütülmekte, yönlendirilmektedir. İktidarın uygulamalarına sözle, yazıyla, çeşitli demokratik direnişlerle karşı çıkanlar, muhalefet edenler, en ağır cezalara, sövmelere, saymalara, işkencelere maruz kalırken; iktidarın gönüllü eşkıyaları, yandaşlar korunmakta, saklanmakta, gizlenmekte, yargıya teslim edilmemektedir.

 “Adalet mülkün temeli” olmaktan çıkmış, siyasallaşmış, iktidarın emrine girmiştir…

Oysa tüm mahkeme duvarlarında “Adalet mülkün temelidir” diye yazar.

“Adalet mülkün temelidir” özdeyişini ilk kez Hz. Ömer’in kullandığı söylenir. Atatürk’ün sözüdür diyenler de var.

Burada “mülk” devlet anlamına gelmektedir. Mülk sözcüğünü “yönetim” olarak da alabiliriz. Yani “Adalet, devletin temelidir ya da “Adalet, yönetimin temelidir” diyebiliriz. Ama bu sözde “mülk” kesinlikle mal, zenginlik anlamını taşımamaktadır.

Nasıl çevrilirse çevrilsin, nasıl yorumlanırsa yorumlansın, bu özdeyişte asıl vurgulanmak istenilen gerçek, devletin ve yargının vatandaşlarına adaletli davranması; hak hukuk sınırları içerisinde kalarak ona destek vermesi, arka çıkmasıdır.

Devletin ve iktidarların kalıcılığı, yüceliği buna bağlıdır.

Kimsesizlerin kimsesi olmak aynı zamanda onun anayasal bir görevidir de.

Peki, Türkiye’nin bugünkü ortamında adalet mülkün temeli olabilir mi?

Bu mümkün müdür? Ya da şöyle soralım:

Günümüzde adalet mi mülkün temeli, mülk mü, yani iktidar mı adaletin temelidir?

Bu soruları sormak en doğal hakkımızdır bizim.

Çünkü nereye baksak, hangi yana dönsek “Adalet’i değil, “Adale”yi (kas gücünü) görüyoruz.

Yolsuzluk, hırsızlık yapanları serbest bırakıp yurtsever, dürüst insanları cezalandıran bir iktidarla karşı karşıyayız. Sevgili yurdumuzda orman kanunları yürürlüktedir, hem de cangıl ormanı…

Bileği güçlü olan, varlıklı olan, suyun başını tutanlar hakkını fazlasıyla alıyor. Kendi hukukunu işleterek canını, malını, mülkünü koruyor. Korumak bir yana, durmadan artırıyor, çoğaltıyor…

Altta kalanın ise canı çıkıyor…

Bu gerçeği birçok olayda gördük. Deniz Feneri ve 17 – 25 Aralık yolsuzluk davaları bu yargılama türünün en güzel örnekleri…

Alman mahkemesi Deniz Feneri, “Yüzyılın en kapsamlı dolandırıcılık davası”dır, demişti…

Yapılan vurgun: 41 milyon, 634 bin Euro. Yazı ile: (kırk bir milyon, altı yüz otuz dört bin Euro…)

Soygunun mağduru: 21 bin inanmış Müslüman.

Kendilerini destekleyen resmi ve özel yetkililerle birlikte Deniz Fenerciler, 5 yıl boyunca cami cami dolaştılar, yoksullara verilmek üzere “Allah rızası için” sepet sepet bilezik, yüzük, altın, gümüş, Euro topladılar.

Toplanan paranın 17 milyon Euro’su Türkiye’ye gitti. 8 milyon Euro’su Türkiye Deniz Feneri’ne verildi. Geri kalanı da şirketlere aktarıldı.

Kendisine gelen bir ihbar üzerine soygunu, dolandırıcılığı saptayan Alman mahkemesi, Nisan 2007’de dava açtı. Yargılama yaklaşık 1 yıl sürdü.

Alman mahkemesi bu yargılama sonucunda, Deniz Feneri Derneği Yöneticisi Mehmet Gürhan’a 5 yıl 10 ay, Başkan Mehmet Taşkan’a 2 yıl 9 ay, dernek muhasebecisi Firdevsi Ermiş’e 1 yıl 10 ay hapis cezası verdi…

Yargıç Jochen Müller, derneğin “Türkiye’den yönetildiğini ve asıl faillerinin Türkiye’de bulunduğunu” belirtmesine karşın, ülkemizde dava 2008’de açıldı ve Ankara Cumhuriyet Savcılığı Nadi Türkaslan, Abdulvahap Yaren ve Mehmet Tanöz’ü soruşturmayı yürütmekle görevlendirdi.

Savcılar Almanya’ya gittiler. Sanıkları sorguladılar. Mahkeme evrakının Türkçeye çevrilmesini sağladılar. Binlerce sayfalık belgeyi inceleyip tasnif ettiler.

Sonunda, 520 sayfalık bir iddianame hazırlayarak, “Suç işlemek amacıyla örgüt kurmak, nitelikli dolandırıcılık, evrakta sahtecilik” suçlamasıyla Deniz Feneri davasının Türkiye ayağını oluşturan eski RTÜK Başkanı Zahit Akman’ın, Kanal 7 Yönetim Kurulu Başkanı Zekeriya Karaman’ın, Kanal 7 Yönetim Kurulu üyesi İsmail Karahan’ın, Kanal 7 Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Çelik’in tutuklanmasını talep ettiler.

Sanıklar 11 Temmuz 2011’de tutuklandı.

Bu tutuklamadan ve iddianameden rahatsız olup, sıranın kendilerine de geleceğinden korkan bazı çevreler, savcılar hakkında HSYK’ya suç duyurusunda bulunulmasını sağladılar. Bunun sonucunda soruşturmayı yürüten 3 savcı görevden alındı.

Onların yerine geçen yeni savcılar, 3 yıl süren soruşturmayı 3 ayda tamamladılar.

17 – 25 Aralık soygun davasının nasıl yapıldığını ise artık anlatmaya gerek yok, “para sıfırlamalar”, “rüşvet almalar” herkesin gözünün önünde oldu, bitti. Bu rüşvet operasyonun başkahramanı ise Reza Zarrab’tı… O, “ABD’yi dolandırmak, Bankacılık sahtekârlığı ve kara para aklama suçlarından” Miami’de tutuklanınca, milletçe bayram ettik. Neredeyse zil takıp oynayacaktık…

Türkiye’de yakalanıp 70 gün hapis yattıktan sonra serbest kalan Reza Zarrab’ın,  75 yıl hapis isteniyordu.

Aynı sevinci bir de Alman mahkemesinin Deniz Feneri kararında yaşamıştık…

Ne diyelim, Türkiye’yi el açıp, yabancı hukuk adamlarından adalet bekler duruma getirenler utansın… Tabii azıcık UTANMA DUYGULARI kalmışsa…

([email protected])


Yazıları posta kutunda oku


Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir