Türk Dil Kurumunun (TDK) 1932 de kurulması ve Atatürk tarafından görevlendirilmesi, mutlaka zorunlu idi. TDK’nın daha 1934 toplantısında sunduğu rapor Atatürk’ü memnun etmemişti, çünkü çalışmaların yönü Atatürk’ün bu kurumdan beklediğinden farklı olmuştu.
Atatürk’ün hedefi, vatandaşların konuştuğu Türkçe ile bürokratların kullandığı „Osmanlıca“ arasındaki farkları yok ederek, vatandaş ve devletin aynı dili konuşup yazması idi. TDK’nın 1934 de sunduğu rapor ise, çalışmaların bu hedefe yönelik olmadığını göstermişti.
Bu konuda 92 sene sonra duruma bakınca, bir arpa boyu yol almadığımız ortadadır. Örnek olarak, Noterliklerde her gün binlerce düzenlenen „Umumî Vekâletname“lere bir göz atmak yeter. Ben 1944 doğumlu bir vatandaş olarak çoğunu anlamıyorum. „Ahz u kabza“, „ibraya“ vs gibi yüzlerce kelimeyi ben ve yaşıtlarım anlamıyorsak, 2004 doğumlular nasıl anlasınlar?
Almanya’da, tarafların anlamadığı bir dilde yazılan sözleşmeler mahkeme huzurunda geçersiz sayılır.
Yıllar önce ilk Kültür Bakanımız merhum Talat Halman ile yaptığımız bir sohbette kendisi TDK’nın çalışmaları hakkında şunları demişti: „TDK 12000 arapça-farsça kelimeyi dilimizden çikarttı ama, aynı sürede 12000 ingilizce-fransızca kelime dilimize girdi. Mülteciler sayesinde şimdi arapça ve afganca kelimeler de dilimize girmekte.
Fransa kendi dilini korumak için iş yerlerinin tabelâlarını yabancı dilde yazmayı yasak etti.
Biz ise dilimizi daha da anlaşılmaz hale getirmek için, harflerin üst işaretlerini kaldırdık, televizyon konuşmacıları bile artık „Bâb-ı âli“ yi „babı ali“ olarak okuyor. Türkiyemizde tarihî kültürümüzün edebiyat eserlerini anlamak bir tarafa, doğru okuyabilen bile kalmadı sayılır.
Ülkemizde, „dil birliğini“ sağlamak, bir millet olabilmenin önemli bir şartıdır ve bunu „hedefini bilerek“ ve hızla gerçekleştirecek bir dil kurumuna, geçmişten çok daha fazla ihtiyaç vardır.
Yavuz Dedegil
Bir yanıt yazın