CENNET MÜSLÜMANLARA ÖZEL DEĞİLDİR, MİRASÇISI ÇOKTUR

Hucurât Suresi’nin 14. Ayetinin başında geçen “Kale’til A’rabu Amennâ, kul lem tü’minû ve lâkin kûlû eslemnâ” İbaresi birçok mealde “Bedeviler, inandık dediler; de ki: İnanmadınız ve fakat Müslüman olduk deyin..” şeklinde tercüme edilmektedir.(1)

Böyle olunca, sanki Müslüman olmadan Mümin olunmaz gibi bir anlam çıkmaktadır. Yani “Müslüman” kavramı, sanki “Mümin” kavramını da içine alacak şekilde daha geniş bir kavram olarak anlaşılmaktadır. Oysa ayette geçen “Eslemnâ” sözcüğü, ıstılahtaki anlamıyla “Müslüman olduk” şeklinde değil, “Teslim olduk” şeklinde sözlük anlamıyla anlaşılmalıdır.

DİB yayını olan “Kur’an Yolu” tefsirinde (internet yayınında) Hucurât Suresi’nin 14. Ayetinin yukarıdaki bölümü “Bedevîler, ‘İman ettik’ dediler. (onlara) Şunu söyle: ‘Henüz iman gönüllerinize yerleşmediğine göre, sadece boyun eğdiniz…”(2) şeklinde verildikten sonra söz konusu ibarenin tefsiri şöyle yapılmaktadır:

“Yerleşim bölgeleri dışında göçebe olarak yaşayan Arap kabileleri Hz. Peygamber’e geliyor, sosyal yardımlardan pay almak için kendisine boyun eğiyor, teslim oluyorlardı. Bu davranışlarını ‘iman etmiş olmak için’ yeterli saymaları, kendilerini mümin olarak göstermeleri üzerine bu âyetler gelmiştir. Günlük dilde ve terim olarak İslâm, Hz. Muhammed’e vahiy yoluyla bildirilen dinin adıdır. Bu dine iman eden ve gereğini yerine getirmeye çalışan kimselere de müslüman denir. Ancak İslâm kelimesinin sözlük mânasında ‘boyun eğmek, teslim olmak’ da vardır. Bedevîlerin yaptığı da İslâm’ın bu sözlük mânasını gerçekleştirmekten ibaret idi.”(3)

Yani DİB tefsirine göre; söz konusu ayette geçen “Eslemnâ” sözcüğü, İslam Dini’nin bütün hükümlerine uymak anlamında “Müslüman olmak” anlamında değil, “Otoriteye boyun eğme, güce teslim olma” anlamındadır. Bu sebeple, Müslüman kavramı, Mümin kavramının içinde bir cüzdür. Yani burada kapsayıcı kavram “MÜMİN” kavramıdır.

Öte yandan Bakara Suresi’nin 62. Ayetinde “Şüphesiz, iman edenler; Yahudilerden, Hıristiyanlardan ve Sâbiîler’den de Allah’a ve âhiret gününe inanıp sâlih amel işleyenler için rableri katında mükâfatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku yoktur; onlar üzüntü de çekmeyecekler.” denilmekle, Yahudi olsun, Hıristiyan olsun, Sabiî olsun, Allah’a ve ahret gününe inanıp Salih amel işleyenler de MÜMİN kabul edilmiştir. Oysa onlar Müslüman değildirler. Sadece Ehl-i Kitaptırlar.

Kimdir Ehl-i Kitap? “Ehl-i kitap (Ehlü’l-kitâb) tamlaması ‘ilâhî bir kitaba inananlar’ anlamına gelir. Buna göre Müslümanlara da Ehl-i kitap denilebilir. Ancak Kur’an dışındaki ilâhî kitaplarda yer almayan bu terkip, terim olarak Müslümanlar dışındaki kutsal kitap sahibi din mensupları için kullanılır.”(4)

Demek oluyor ki; Ehl-i Kitap, İslam-i literatürde, genel olarak, Müslümanlar dâhil kendilerine kutsal kitap indirilen bütün din mensuplarını, özel de ise Kur’an dışındaki kutsal kitaplara, yani Tevrat’a, Zebur’a ve İncil’e inanan insanlar için söylenen bir kavramdır.

DİB, Ez Zemahşerî ve Şevkânî gibi Müfessirlere göre; bu âyette zikredilen İslâmiyet dışındaki dinlerin mensupları, Hz. Muhammed’e ve Kur’an’a inanıp ‘İslâm milleti’ne girmedikçe iman etmiş sayılmayacaklar, bu sebeple de âyette ifade buyurulan âhiret ecrine ve güvenliğine nâil olamayacaklar, yani ebedî olarak cehennemde kalacaklardır” dedikten sonra, Reşit Rıza ve Süleyman Ateş gibi “Cennet kimsenin tekelinde değildir” diyerek, ayette “Rableri katında mükâfatlandırılacak Yahudi ve Hıristiyanların” günümüzde yaşayanlardan Allah’a ve ahret gününe inanan ve güzel ameller işleyenlerin de kastedildiğini söyleyen İslam alimlerinin olduğunu belirtmektedir”(5)

Kur’an-ı Kerim’de geçen şu ayetlere gelin birlikte bakalım:

“Rasûlüm! De ki: ‘Ey Ehl-i kitap! Sizinle aramızda ortak olan bir söze, şu ortak noktaya gelin: Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp da birbirimizi rab edinmeyelim.’ Eğer yüz çevirirlerse: ‘Şâhit olun ki, biz elbette müslümanlarız’ deyin.”(Âl-i İmrân/64)

“Ehl-i kitaptan öylesi vardır ki, kendisine yüklerle mal ve altın emânet etsen onu sana eksiksiz geri verir. İçlerinden öylesi de vardır ki kendisine bir dinar para emânet etsen, tepesinde dikilip durmadıkça onu asla geri vermez…”(Âl-i İmrân/75)

“Bununla birlikte Ehl-i kitabın hepsi aynı değildir. İçlerinde iman edip doğruluktan şaşmayan istikâmet sahibi bir topluluk vardır ki, gece saatlerinde kıyamda durur, Allah’ın âyetlerini okuyarak secdelere kapanırlar.”(Âl-i İmrân/113)

Görüldüğü gibi; ilk ayette İman için, yani Mümin olmak için Allah’a inanmak ve ona ortak koşmamak yeterli görülürken, ikinci ve üçüncü ayette Ehl-i Kitap’ın, yani Yahudilerin ve Hıristiyanların hepsinin aynı olmadığı, içlerinde (tıpkı Müslüman Müminler gibi), iyiler ve Salih amel işleyenler olduğu gibi, günahkârların da olduğu belirtilmektedir. Yani Kur’an, onların bir kısmını da MÜMİN/İMAN ETMİŞ kabul etmekte ve Ehl-i Kitap’ı toptan kâfir ilan etmemektedir.(6)

DİB DİYK Üyeliği ve TDV Yayın Kurulu Başkanlığı da yapan İlahiyat Profesörü Mustafa Saim Yeprem ile yaptığımız bir sohbette, “Bugünkü Hıristiyanlar ve Yahudiler de Kur’an’ın bahsetmiş olduğu Ehl-i Kitap kavramının içine girer mi?” şeklindeki sorum üzerine hoca hiç tereddüt etmeden “ELBETTE” cevabını vermiştir.

Bilindiği gibi, Tevrat, hem Yahudilerin, hem de Hıristiyanların temel kutsal metni durumundadır. Yahudiler ve Hıristiyanlar için temel dini hükümlerin bulunduğu kutsal kitap Tevrat’tır. İncil ve Zebur, bir nevi ahlak öğretisi ve vaaz kitapları hüviyetindedir. Hıristiyanlar “Eski Ahit” olarak Tevrat’ı, “Yeni Ahit” olarak İncil’i kabul ederler. Dediğimiz gibi İncil daha çok ahlak öğretilerinden ve bu çerçevede İsâ’nın havarilerinin mektuplarından oluşmaktadır. Esas kitap “Eski Ahit” yani Tevrat olunca, Kur’an’ın Tevrat’a bakışını bilmekte fayda var.

DİB “Kur’an Yolu” tefsirinde, Ahkaf Suresi’nin 10-12. ayetleri:

“Ve de ki: ‘Ne dersiniz, ya o Allah’tan inmiş de siz onu inkâr etmişseniz! Üstelik İsrâiloğullarından bir tanık onun bir benzerine şahit olup iman ettiği halde siz büyüklük tasladınız. Şu kesindir ki Allah hak tanımayan topluluğu doğru yola iletmez. İnkâr edenler inananlara şöyle dediler: ‘Eğer bu iyi bir şey olsaydı bizi bırakıp da onlara gelmezdi!’ Onunla doğru yolu bulamadıkları için, ‘Bu eski bir yalandır’ demeye devam edeceklerdir. Oysa bundan önce de bir rehber ve rahmet olarak Mûsâ’nın kitabı gelmişti. Bu ise önceki kitapları onaylayan, haksızları uyarmak için ve iyi yolda olanlara müjde olarak Arap diliyle gelmiş bir kitaptır.”

Şeklinde tercüme edildikten sonra şöyle bir açıklamaya yer verilmiştir:

“Araplar’ın yakınlarında olan ve temas halinde bulundukları Yahudilerin ellerinde bulunan Tevrat’ı ölçü olarak almalarının uygun olacağı. Hz. Mûsâ ve Tevrat ile Hz. Muhammed ve Kur’an arasında önemli benzerlikler vardır, fark dilde ve şekildedir; içerik ve amaç benzerliği, kaynak birliğinin ve gerçekliğin önemli bir delilidir.”(7)

Dolayısıyla; bir kere daha tekrar edelim ki; her Müslüman aynı zamanda Mümindir. Ancak her Mümin Müslüman değildir. Ehli Kitap olan Hıristiyanların ve Yahudilerin de Allah’a ve ahret gününe inanıp Salih amel işleyenleri vardır ve onlar da öbür tarafta tıpkı Müslümanlar gibi muamele göreceklerdir.

Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi gibi kavramlar, bir dine mensubiyeti ifade eder ve hepsinin ortak noktası “MÜMİN” kavramıdır. Burada Kur’an’da isimleri geçen “Sabiîler” kimlerdir diye bir soru akla gelebilir.

DİB, Bakara, 62. ayetin tefsirinde bu konuda şöyle demektedir:

“Kur’an-ı Kerîm’de üç yerde Müslümanlar, Yahudiler ve Hıristiyanlarla birlikte Sâbiîler de anılmakta (Bakara 2/62; Mâide 5/69; Hac 22/17); bu âyetlerden, Yahudiler ve Hıristiyanlar gibi Sâbiîler’in de aslı itibariyle bir hak dine mensup oldukları anlaşılmaktadır. Bununla birlikte onların tarihleri ve inançları hakkında yeterli bilgi bulunmamaktadır. İlk dönem İslâm kaynaklarındaki mâlûmata göre Sâbiîler monoteist bir inanç taşıyorlardı; Sâbiîlik de Yahudilik, Hıristiyanlık ve Mecûsîlik arası bir yapıya sahipti. Mensupları Irak’ta yaşıyorlardı.”(-8-) 

Bu sebeple en azından bize göre;  Hucurât Suresinin 10. Ayetinde geçen  “MUHAKKAKKİ MÜMİNLER KARDEŞTİR” ifadesinin içine, yukarıda bahsi geçen Allah’a ve ahiret gününe inanıp salih amel işleyen Yahudiler ve Hıristiyanlar da girmektedirler.

Nedense ben, Diyanet’in “Kur’an Yolu Tefsiri” nde bahsettiği üzere(9); “İslâmiyet dışındaki dinlerin mensupları, Hz. Muhammed’e ve Kur’an’a inanıp ‘İslâm milleti’ne girmedikçe iman etmiş sayılmayacaklar, bu sebeple de âyette ifade buyurulan âhiret ecrine ve güvenliğine nâil olamayacaklar, yani ebedî olarak cehennemde kalacaklardır” diyerek cennetin sadece Müslümanlara özel olduğunu söyleyen klasik müfessirlerden ez-Zemahşeri (ö.1144) ve Şevkâni(ö.1834) gibi değil, “Cennet kimsenin tekelinde değildir” diyen ve 1865-1935 yıllarında yaşamış çağdaş müfessirlerden Muhammed Reşit Rıza ve Prof. Dr. Süleyman Ateş gibi düşünüyorum. Cennet hiç kimsenin tekelinde değildir, sadece Müslümanlara has da kılınmamıştır.

Şöyle düşünün; dünyanın nüfusu yaklaşık 8 milyar, Müslümanların nüfusu yaklaşık 2 milyar. Bu durumda 6 milyar insan yanılıyor, sadece 2 milyar insan doğruyu bulmuş olamaz. Demek oluyor ki; her din (her din mensubu) diğer dinleri (diğer din mensuplarını) kötülemek, diğer dinin batıl olduğunu iddia etmek zorundadır. Aksi takdirde kendi meşruiyetini kabul ettiremez. Yani Müslümanlar, nasıl ki; diğer din mensuplarını “Kâfir” olarak görüyorsa, emin olun diğer din mensupları da Müslümanları aynı şekilde “kâfir” olarak görüyorlar.

Özetle; cennetin müşterisi ve mirasçısı çoktur. İnsanlar, sadece bir dine nispet edilmekle cennetten hisse alamazlar. Kur’an’ın tabiriyle; meğer, Allah’a ve ahiret gününe inanıp salih (dünya ve ahret için faydalı) amel işlesinler, insanlara faydalı olsunlar, güzel ahlaklı, iyi insanlar olsunlar. Bu halde bile belki cennet garanti değil ama hiç değilse, arkalarından iyilikle yâd edilirler. Musallada koro halinde söylenen “İyi bilirdik” kanaati, hiç değilse yerini bulmuş, yaratıcıya yalan söylenmemiş olur…

10.02.2024

_____________

1- https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=49&ayet=14

2-https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Hucur%C3%A2t-suresi/4626/14-18-ayet-tefsiri Parantez tarafımızca konulmuştur.

3-Aynı kaynak.

4-https://islamansiklopedisi.org.tr/ehl-i-kitap

5-https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Bakara-suresi/69/62-ayet-tefsiri

6-Ayet mealleri https://www.kuranvemeali.com/ehl-i-kitap-ile-ilgili-ayetler internet adresinden alınmıştır.

7- https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Ahk%C3%A2f-suresi/4520/10-12-ayet-tefsiri

8- https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Bakara-suresi/69/62-ayet-tefsiri

9- https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Bakara-suresi/69/62-ayet-tefsiri

Hucurât Suresi’nin 14. Ayetinin başında geçen "Kale'til A'rabu Amennâ, kul lem tü'minû ve lâkin kûlû eslemnâ" İbaresi birçok mealde “Bedeviler, inandık dediler; de ki: İnanmadınız ve fakat Müslüman olduk deyin..” şeklinde tercüme edilmektedir.(1) - dinler bulutlar

Yorumlar

  1. Selen Atasoy avatarı
    Selen Atasoy

    Osmanlıyı 1299 yılında Oğuz Türklerinin Kayı Boyu kurmuştur.
    Osmanlı imparatorluğu;
    – 1299 da kurulmuş, 1579’a kadar 3 asır YÜKSELMİŞ….
    – 1579 dan 1699 kadar,
    1 Asır DURAKLAMIŞ.
    – 1699 dan 1919 kadar.
    GERİLEMİŞ VE YIKILMIŞTIR.
    Gerçekte iki farklı Osmanlı vardı;
    – Halifeliğe kadar olan Osmanlı… (1299-1517) Nam-ı diğer Türk İmparatorluğu
    – 1517 tarihinde Halifeliğin alınmasından sonraki Araplaşan Osmanlı İmparatorluğumuz… Ve Araplaştıkça daha çok batan koca Osmanlı İmparatorluğumuz…
    Aslında Türkler için her şey güzel gidiyordu…
    Ta ki Halifelik sevdasına düşülene kadar…
    O günkü şartlarda halifeliği olmazsa olmaz gören Yavuz Sultan Selim ile akıl hocası Şeyh İdris-i Bitlis-i ve diğerleri Memlüklülerin elinden Abbasi halifeliğini almak için Mercidabık ve Ridaniye savaşlarını tertip ederler…
    Bu savaşların sonunda, kılıç zoruyla artık halifelik Türklerdedir. (1517)
    Ama çok büyük bir sorun çıkar, çünkü Arap dünyası halifeliğin kendilerinden alınmasına şiddetle karşı çıkar ve Türk halifeye biat etmek istemezler…
    İşte bu sorunu çözmek, Arapları, Türk halifeye bağlamak için Arapların da kabul edeceği bir orta yol bulunur.
    Bu yol Mısır’dan ve Arap diyarlarından seçilecek iki bin civarında ulemanın, Mollanın, Ebussuud Efendilerin İstanbul’a davet edilerek, para, mal, mülk, arazi de verilerek kalıcı olarak yerleşmeleri sağlanır…
    İmparatorluğu Araplaştırmak, diğer bir deyişle; Türk İslam’ının terk edilerek, Arap İslam’ına doğru evrilmesini sağlamak konusunda anlaşırlar.
    Bu projeyi Araplar da destekleyince proje hayata geçer ve maalesef bundan sonra artık imparatorlukta “bugün de kısmen olduğu gibi” Türk kelimesi yasaklanır, “Türk’üm!”, “Türkmen’im!” diyen Kızılbaş diye aşağılanır, dışlanır, kafası kesilir.
    Bu dönem sadece Kuyucu Murat Paşanın “Türk’üm!”, “Türkmen’im!” dedikleri için kafasını kestirip, kuyulara doldurduğu insan sayısı 158 bindir.
    Maalesef Osmanlının son 350 yılı ilk 250 yılın aksine, Türklere zulümle geçer, sıkı bir Arap tandanslı mezhepçilik kurulur…
    1603 yılına gelindiğinde artık Ehl-i Beyt Türk Tekkeleri yasaklanır, kapatılır; yerine Halidî, Nakşî, Kürdî Tekkeler kurulur.
    Yine bu dönem Kürtlere sayısız imtiyazlar verilir,
    1839 birinci Tanzimat Fermanına kadar Kürtler askerlikten bile muaf tutulurlar. (Kürtlere Şah İsmail diyeti ödenir…)
    Yine bu dönem Türkler, saraydan, ordudan ve müesses nizamdan tasfiye edilirler…
    Türklerin askeri ve siyasi gücünü kırmak için bu Arap mollaların fetvalarıyla, serdengeçti birlikleri sadece Türklerden oluşturulur ve en ön safta savaştırılır, böylece kırdırılırlar, ganimet bile toplatmazlar…
    Ganimeti de saraylardaki Arap mollalar ile işbirliği yapan yeniçeriler kendi aralarında paylaşırlar…
    Ordudan, saraydan ve müesses nizamdan yavaş yavaş tasfiye edilen, kafası kesilen, sürgün edilen Türklerin bir kısmı bu mollalara kızar ve canını kurtarmak için de Kürtleşmeyi ana stratejik hedef olarak seçerler.
    Bu aşiretler ve boyların en büyükleri Avşarlardır, Halaçlardır, Mukri, Bayat, Beğdili, Evya, Yıvadır… Buna tarihimizde “Ekrad (kürtleşmiş) Türkmanlar” denir…
    Yine Kelkit’ten Hakkâri’ye kadar olan bölgede yaşayan Akkoyunluların büyük bir kısmı İran’a gider. (Bugün dünyanın en büyük Türk nüfusunun yaşadığı başkent Tahran’dır…)
    Böylece yüzyıllarca başımızı ağrıtacak Kürt sorunu ve bu politikalar sonucu gelişir ve büyür.
    Osmanlı öyle bir açmaza düşmüştür ki, ne halifelikten vazgeçebilir, artık ne de imparatorluğun kan kaybetmesini durdurabilir… Çünkü imparatorluğu kuran asli unsur Türkmenler dışlanmış, mezhepçiliğe kurban edilmiştir…
    Mollalar, başta matbaa olmak üzere bir sürü saçma sapan fetva verirler…
    Ve sonuçta Osmanlı’ya Rönesans’ı ıskalatırlar, Rönesans’ı İngiltere kapar…
    Matbaa Osmanlı’ya ilk kez 1480’de Yahudiler ile gelir, sonra 1527’de Ermeniler matbaaya kavuşur. 1563’te ise Rumların matbaası vardır.
    Bu meşhur mollalarımız her seferinde yeni bir fetva ile bizimkilerin matbaaya kavuşmasını engellerler, ta ki Batı Rönesans’ı ve aydınlanmayı yakaladıktan, yani 240 yıl sonra, 1727’de İbrahim Müteferrika’nın çabaları ile matbaaya kavuşuruz; ama bilgiye sahip olmak için artık çok geçtir…
    Şimdi açıkça şu soru sorulmalıdır:
    1299’dan 1683 Viyana Bozgunu’na kadar savaştığı tüm savaşları kazanan bir Türk imparatorluğu (Osmanlı) varken; neden son 250 yılda girdiği tüm savaşları kaybedip, bir de Kurtuluş savaşı yapmak zorunda kalmıştır?
    Osmanlı bu dönemde; yani yaklaşık son 250 sene, 1683 Viyana Bozgunu’ndan, nihayet 1922’de Ankara, Haymana Ovası’nda yapılan Sakarya Savaşını kazanana kadar tüm savaşları kaybetmiştir.
    Acaba; Halifelik ve akabinde yürütülen Türk düşmanı, Arap tipi mezhepçi politikalara dönülmeseydi; koca bir imparatorluk batar mıydı?
    Ve yine; Yunus Emre’lerin, Hacı Bektaş’ların, Seyit Gazi’lerin, Ahmet Yesevi’lerin İslam’ı, İslam değil miydi?
    Osmanlıyı kuran Şeyh Edebali’lerin İslam’ı, Akşemseddin’lerin İslam’ı İslam değil miydi de, Ebussuud’lara teslim edip batırdık koca imparatorluğu…
    Bugün de aynı sürecin devam etmesi tarihten hiç ders almadığımızı göstermektedir.
    Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi der ki:
    *“Din bir seçimdir, ama Türklük kaderdir!”*
    İşte bu yüzden “Arap sevici, mezhepçi” değil, Cumhuriyetçiyiz, Türk’üz, Atatürkçüyüz…
    Ne Mutlu Türküm diyene…!!!
    Alıntı.

  2. Ömer Sağlam avatarı
    Ömer Sağlam

    Selen Hanım, teşekkür ederim.
    Yazı güzel olmasına güzel de, kime ait olduğunu da yazsaydınız daha güzel olurdu.
    Selamlar.

    Not: Alıntı yaptığınız yazı Ali Kemal Gül’ün “Araplaşan Türk İmparatorluğu” başlıklı yazısıdır.
    https://kocaeliaydinlarocagi.org.tr/araplasan-turk-imparatorlugu/

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir