Episteme mi İdeoloji mi?
Jean Claude Vuillemin (1), Paul-Michel Foucault’nun (1926-1984) ‘episteme’ kavramına gönderme yaparak, düşüncenin derinde gizli olan tutarlılığının, tanımaya olanak veren ve günü geldiğinde açığa çıkması bağlamında konuya yaklaşmaktadır.
Yani ‘düşünce’lerimizin bir ‘tarihsel önselliği’ (à priori historique) vardır ve bir tür ‘arkeolojik’ çaba sonunda bunlar gün yüzüne çıkarılmaktadırlar. Ancak bu, episteme aracılığıyla, ‘bilgi’lerimizin belli bir tarihsel dönemde, üretim (ve belki yeniden-üretim) ve dönüşümü sonucunda olmaktadır.
Bir bakıma, Pierre Bourdieu’nün ‘habitus’u da denilebilir.
Hatta Spinoza’ya göre, “insanların, belirlenme nedenlerini bilmeden kendi eylemlerinin bilincinde olduklarını sanmaları” gibi de görülebilir. Ancak, tahmin edileceği üzere ne Foucalt’nun ‘episteme’si, ne Bourdieu’nün ‘habitus’ü ve ne de Marx’ın ‘ideoloji’si bir ve aynı değildir.
Dahası, Johann Gottfried von Herder’in(1744-1803) ‘Volkgeist’ (ésprit du peuple) kavramına değin geri gidilebilir. Ki, Herder’in Zeitgeist (ésprit du temps) kavramını bulduğu bile söylenmektedir.
Herder’den önce Christian Adolph Klotz’un (1738-1771) altın ve gümüş gibi değerli madenlere duyulan ilgi ve hazza ilişkin bir ‘zamanın ruhu’ (zeitgeist) anlayışını ele aldığı bilinmektedir (1767).
Hatta ‘çağın ruhu’ (ésprit de l’époque) anlamına gelecek olan ‘genius saeculi’ terimiyle ilişkilendirilerek günümüzdeki ‘sekülarizm’ kavramı bile türetilmiştir denilebilir.
Nitekim, ‘zeitgeist’, önce Hegel ve sonra Heiddeger tarafından kuramlaştırılacak ya da sistemleştirilmeye çalışılacaktır.
Kaldı ki William Shakespeare (1569) ve öncesinde Machiavel’de (1469-1527) bile zamanın ruhu anlamına gelecek (the spirit of the time– ésprit du temps-zeitgeist) terimlere rastlamak olanaklıdır.
Ancak, günümüzdeki biçimiyle, ‘zeitgeist’, belli bir tarihsel döneme özgü, toplumsal anlayışa uygun kişisel tutum ve davranışlar ile o dönemin düşünce kalıpları ve paylaşılan değerler bütünüdür denilebilir.
Bu haliyle ‘zeitgeist’ paradigma kavramıyla örtüşmektedir.
Chaque lieu est générateur d’un milieu
Entellektüeller arasındaki ilişkiler bağlamında, Fransızların ‘Her yer bir ortam doğurur’ sözü vardır. Öyle ki, o ilişki ağı, değişik görüşte olan enttellektüeller arasında bir sıradüzen oluşturabilecektir.
Benzetmek gibi olmasın diyerek, Türkiye’deki üniversitelerde de öğretim üyelerinin heteromorf bir ağ oluşturduklarını varsayabiliriz. Ki, özellikle 1980’lerden sonra, toplumsal olgulara bir ‘kayıtsızlık ağı’ oluşturdukları söylenebilir.
Sadece ‘kayıtsızlık’ olsa iyi…
Politik görüşlere ‘kapalılık’ ve sözde ‘özdenetim’ (otokontrol) adı altında, ‘siyasal otorite’nin doğrudan denetimine girdiklerini kendileri bile yadsıyamaz hale gelmiş bulunmaktadırlar.
Demek ki, anılan söz bağlamında, ‘yer’ olarak Türk üniversiteleri alınacak olursa, ‘ortam’ olarak hem kendi üzerine kapanan ve hem de ‘düşünce’ye kapalı olan bir ortam olduğu söylenebilecektir.
Kautsky 1895’lerde “Bize gelen öğrenciler ne kendilerini kanıtlamak ve ne de savaşmak için değil, sadece öğrenci kalmak ve bizim burada işlediğimiz kuramsal konularda işbirliği yapmak üzere hazırlanmak durumundadırlar. Ki, daha sonraki profesyonel yaşamlarında burada öğrendiklerini proletaryanın çıkarlarını savunmak için kullanabilsinler” diyordu.
İlk bakışta, Kautsky’nin bir ‘ideolojik koşullandırma’dan sözettiği düşünülebilir. Oysa resmî ya da özel tüm ‘okul’lar için aynı şey geçerli değil midir?
Tam da bu nedenle, tarihin her döneminde ve tüm coğrafyalarda ‘okul’ (école) denilince bu tür ‘kurum’, ‘klüp’, ‘çevre’ veya ‘örgüt’lenmelerin söz konusu olduğu unutulmamalıdır.
Böylece, Althusser ya da benzer bir biçimde Bourdieu’nün ‘Devlet’in İdeolojik Aygıtları’ diye tanımladıkları anlayışın haklılığı da ortaya çıkmış olmaktadır (2).
Şu koşulla ki, orada işlenen ‘kuramsal tartışmalar’ın kesin ‘bilgi’ diye aktarılanların ötesinde gerçek bir ‘tartışma’ olması sağlanabilmiş olsun…
Oysa, ‘bilim’ ile resmî ya da değil ‘politika’nın olmasa bile ‘akıl’ ile ‘politika’nın bağdaştırılma çabaları, ilk ‘sosyal bilimler’in ortaya çıkışının hem nedeni ve hem de sonucu olmamış mıydı?
Dahası ‘bilimsel politika’ deyimi de neredeyse evrensel olarak kullanılmakta değil midir?
Böylece tüm sorunun, ‘bilim’in tanım ve içeriği üzerinde yoğunlaşmak olduğu ortaya çıkmaktadır.
Yoksa ‘bilimsel’ takısını istenilen yer ve konuya eklemlemenin başkalarını olmasa bile sadece kendi kendisini aldatmanın ötesine geçmeyeceği rahatlıkla ileri sürülebilir.
Öyleyse çizilmeye çalışılan bu çerçeve içinde, sol/sosyal demokrasi/sosyalizm kavramları ele alınabilinecektir.
(Sürecek)
(1)Jean-Claude Vuillemin, « Réflexions sur l’épistémè foucaldienne », Dans Cahiers philosophiques 2012/3 (n° 130), pages 39 à 50
(2) Bu konuda bkz. Julien Palotta, “Le moment 1970-Sur la reproduction: Althusser et Bourdieu”, Actuel Marx, n° 70, 2021, pp:96-110
Bir yanıt yazın