Hala “Sevr mi Lozan mı” diyenlere…
Sevr’de resmileşen Ermeni-Kürt dosyasının ana hatları şudur:
[1]
“Ağustos 1920’den itibaren altı ay içinde, İngiliz, Fransız ve İtalyan hükümetlerince atanacak üç kişilik komisyon İstanbul’da toplanacak. Bu komisyon Fırat’ın doğu, Ermenistan güneyi, Türkiye’nin Suriye ve Mezopotamya(Irak) ile olan sınırının kuzeyinde, çoğunlukla Kürtlerin bulunduğu bölgeleri için bir özerklik planı hazırlayacak.
Bu plan, bu bölgede yaşayan Asuri-Geldani ve öteki soy ve din azınlıklarının korunmasını için gerekli güvenlik önlemlerini de içerecek”…
Avrupa Doğu’da özerk bir Kürdistan planı da hazırlamıştı; İngiliz, Fransız, İtalyan, İranlı ve Kürt temsilcilerinden oluşacak bir komisyon, yeni Türk-İran sınırını gezecek ve ne gibi düzenlemeler yapılacağını karara bağlayacaktı. Bu her iki komisyonun alacağı kararlar, tebliğinden itibaren üç ay içinde, Türkiye Hükümeti kabul etmeyi ve yerine getirmeyi baştan yükümlenecekti.
Sevr’in Ermeni cephesini biraz açalım…
Bu anlaşmada yer alan ‘Ermenistan’ın güneyi’ ifadesiyle neyi kastediyordu?
Ermeni iddialarına bakıldığında, öteden beri süre gelen talepleriyle çizilmek istenilen Ermeni sınırı, Berlin Antlaşması’nda geçen ‘Ermenilerin yaşadığı vilayetler’ yani ‘Erzurum, Van, Bitlis, Diyarbakır, Mamüretülaziz(Elazığ) ve Sivas idi.
Buna, Şubat 1919’da Paris Konferansı’na verilen Ermeni taleplerini eklediğimizde, karşımıza Van, Bitlis, Diyarbakır, Sivas, Erzurum, Trabzon, Maraş, Kozan ve Adana çıkıyor.
İngilizlerin Maraş, Kozan ve Adana’yı Fransızlara verdiğini kabul edip bu sınırlardan düşer isek, olası bir Ermeni devletinin ‘güney sınırı’ olarak Diyarbakır’ın güneyini düşünmek gerekiyor.
Öte yanda, Türk-Ermeni sınırının tayini ABD Başkanı Wilson’a bırakılmıştı.
Wilson, sınır olarak Karadeniz kıyısında Giresun’un doğusundan başlayan, Erzincan’ın batı ve güneyinden, Elmalı, Bitlis ve Van Gölü güneyinden geçen ve birçok noktada Birinci Dünya Savaşı’ndaki Türk-Rus cephesini izleyen bir hattı gösteriyordu.[2]
Bu durumda, Sevr’de geçen ‘Ermeni sınırının güneyi’ olarak Van-Bitlis-Erzincan hattının güneyini anlamak gerekiyor.
Neden böylesi detaya giriyoruz; günümüzde Ermeni talepleri hala sürüyor dolayısıyla gelecek kuşaklar anavatan üzerinde nasıl ve nereler için bir tehdit olduğunu bilmeleri gerekiyor…
Sevr’in Kürt cephesine gelince…
Sevr’de yer alan ve Kürdistan’ı tanımlayan sınır olarak, ‘Fırat’ın doğusu ile Türkiye’nin Suriye ve Mezopotamya ile olan sınırın kuzeyi’ tarif edilmişti. Sayılan bu bölge özerk olmakla kalmıyor, peşinden gelen 64’ncü madde ile buraya bağımsızlık yolu da açılıyordu.
Eğer ki bölge halkı bağımsız bir devlet olmak için Milletler Cemiyeti Konseyi’ne başvuracak olur ve de bu kabul görürse, Türkiye bu bağımsızlığı tanımak zorunda kalacaktı.
Bu durumda Müttefikler ile Türkiye arasında, bu bağımsızlığı resmileştiren ayrı bir anlaşma yapılacak; Musul’da yaşayan Kürtler de bu bağımsız devlete katılmak isterse, Müttefikler buna karşı çıkmayacaktı[3].
Musul zaten İngiliz işgali altında olduğundan, Kürdistan olarak tanımlanan bölge Fırat’ın doğusundan İran’a ve Hakkari-Siirt-Tunceli hattından Musul’a kadar uzanan bir bölge olarak karşımıza çıkıyor.
Bu durum, gelecekteki İngiliz siyasetini açığa çıkarabilmek açısından önem taşıyor aynı zamanda günümüz siyasi Kürt hareketinin kendini bağlamaya çalıştığı coğrafyanın tarihsel sürecini de bilmek açısından önem kazanıyor.
Anadolu’nun doğu cephesindeki Ermeni-Kürt resimleri böyleydi.
Ermenistan-Kürdistan düşülürse Osmanlı’ya ne kalacaktı, bir de ona bakalım:
İstanbul ve Boğazlar…
“İstanbul Osmanlı yönetimine bırakılacak ancak bu antlaşma müttefiklerin istediği gibi uygulanmaz ise, geri alınacak;
Boğazlar bölgesi(büyün kıyıları ile Marmara Denizi dahil), özel bütçesi, teşkilatı, bayrağı, polisi olan yarı devlet niteliğindeki bir karma kurulun egemenliğinde olacak;
Askeri amaçla yalnız İngiltere, Fransa ve İtalya tarafından kullanılabilecek;
Bu bölgedeki tüm istihkamlar yıkılacak ve silahsızlandırılacak;
Bölgede bulunan ve top ulaşımına elverişli bütün demir ve karayolları kullanılmaz hale getirilecek;
Türkiye bu bölgede telsiz-telgraf istasyonu kuramayacak ve Boğazlar bölgesindeki Türk jandarması müttefikler arası işgal komutanlığına bağlı olacaktı”.
Ege ve Trakya cephesi…
“Doğu Trakya(Edirne, Kırklareli, Tekirdağ, Gelibolu, Gökçeada ve Bozcaada) Yunanistan’a verilecek;
İzmir bölgesi(İzmir, Kuşadası, Tire, Ödemiş, Manisa’nın batısı, Akhisar, Kırkağaç, Soma, Foça, Ayvalık ve Burhaniye) Osmanlı egemenliğinde kalacak ama bu hakkı Yunanistan kullanacak;
Yerel yönetim beş yıl sonra Millet Cemiyeti’nden bu bölgenin Yunanistan’a başlanmasını isteyebilecek ve bu isteğin uygun görülmesi halinde Türkiye, bu topraklar üzerindeki haklarından vazgeçeceğini önceden kabul edecekti”.
Güney Anadolu…
“Güneyde Ceyhan, Osmaniye, Dörtyol, İskenderun-Antakya, Maraş’ın güneyi, Antep, Urfa, Mardin ve Cizre Suriye’ye verilecek; Osmanlı Devleti, sınırları dışında kalan bu topraklar üzerinde bütün haklarından vazgeçecekti.
Osmanlı’ya bırakılan topraklar üzerindeki yönetimine de çok ağır kısıtlamalar getirilmişti;
Seferberlik yasak; Deniz kuvvetleri kurulması yasak; Zırhlı araç ve tank yapımı ve ithali yasak; Türkiye’nin savaş ve denizaltı gemileri yapması ve edinmesi yasak; Hava kuvvetleri kurulması yasak…”
Bu kısıtlamalarla birlikte, Osmanlı yönetimi bağımsız da olamayacaktı:
“Adalet rejimi müttefikler tarafından belirlenecek;
Bütün kapitülasyonlar, yaralanacakların sayısı artırılarak sürdürülecek;
Soy, din ve dil azınlıkları, bağımsız ve denetimsiz olarak, diledikleri kadar ilk, orta ve yüksek okul açabilecek ve kendi dillerinde eğitim yapabilecek;
Osmanlı maliyesi müttefiklerce seçilecek bir maliye kurulunun denetimi altında olacak”…
Sevr Antlaşması Ankara/TBMM’nce tepkiyle karşılandı.
Anlaşma’ya Anadolu’nun gösterdiği tepki ve Kürt aşiretlerinin Ankara’ya çektikleri telgrafların bütünü de ‘birlikte yaşamak’ arzu ve inancını yansıtıyordu.
Bu anlaşmaya en büyük tepkiyi gösteren, Erzurum XV. Kolordu Komutanı Kazım Karabekir Paşa oldu…
Kazım Karabekir Paşa anılarında Sevr karşısındaki hissiyatını şöyle dile getiriyor:
‘…16 Ağustos’ta tatsız bir haber geldi; İstanbul Hükümeti murahhasları sulh muahedesini imzalamış. Hayret! Millet Ankara’da vekillerini toplamış; hükümet teşkil etmiş, İstiklal harbine karar vermiş. İstanbul’daki padişahla, şahsi hükümeti ne cüretle ve kimin namına esaret vesikasını imzalıyorlar?
Ey İstanbul’un milyona varan Türk halkı! Ve ey Darülfünunlarda ve ali mekteplerde feyiz veren ve feyiz alan münevver gençler!
Aksi sadasını şark dağlarında hissetmek istediğimiz tek bir fedainiz yok mu? Böyle zamanda teşkilat mı istersiniz, bir taraftan emir mi beklersiniz?
Her kafada istiklal ve hürriyet şimşekleri çarpmazsa, her kalpte bu aşk ateşi yanmazsa Türk’e yaşamak hakkı kalır mı? Eğer millet küre-i arzdan göçeceklerse en sonra sahneden çekilmesi Türk’ün şanından değil midir?
‘Türk yılmaz, cihan yıkılsa Türk yıkılmaz’ diye haykıracak bir tek ses!
Bu ses şu aralık bir namludan geçmeli, sefillerden herhangi birinin olsun, kulağı dibinde canhıraş patlamalıydı!
Hiç kimse hesap sormazsa, tarih buna cevap isteyecektir…”
[4]
Bu duygu ve düşünceler içerisinde aynı gün harekete geçen Kazım Karabekir, Ankara Hükümeti’ne bir de mesaj çekmişti. Bu mesajında, bu antlaşmayı imzalayanların ‘vatana ihanet’ suçuyla itham edilmesini, gıyaplarında karar verilerek ‘vatan haini’ sayılmalarını ve bunların isimlerinin her yerde lanetle anılmasını talep ediyordu.
Bu gündemle Ankara Hükümeti 19 Ağustos’ta toplandı.
Kazım Karabekir Paşa’nın isteği doğrultusunda, Sevr Antlaşması’nın kabul edilmesi için oy kullanan 42 kişi ile bu antlaşmayı imzalayan Hadi Paşa, Rıza Tevfik Bey ve Reşat Halis Bey ‘vatan haini’ ilan edildi(Karar sayı 37)[5].
Günümüz siyasi Kürtçüleri, ‘Sevr Antlaşması’na en büyük tepkiyi Kürtler gösterdi’[6] diyor ve bu tepkiyi sanki ulusal birlik ve bütünlükten yanaymışçasına bir tavırla sergilemeye çalışıyor.
Oysaki bunların ‘Kürtler Sevr Antlaşması’na karşıydı’ sözleriyle anlatmak istediği, ulusal birliği korumak değil, Ermenilerle aralarındaki toprak anlaşmazlığıdır. Bunlar Sevr ile Ermenilere verilen toprakların aslında Kürtlere ait olduğunu söylemeye çalışıyorlar, yani bunlar Türk hakimiyeti altındaki toprakları aralarında pay kavgası yapıyorlar.
Araştırmacı ve tarihçilerin belgelere dayalı açıkladığı bu gerçeklere karşın siyasi Kürt hareketi sözcüleri, Seyit Abdulkadir’in başkanı olduğu Kürdistan Teali Cemiyeti’nin Osmanlı Devleti topraklarında bir Kürdistan kurulması amacıyla işgal güçleriyle yaptığı bu işbirlikçiliğini görmezden geliyor.
Yine bu zihniyet sahipleri, aynı siyaseti takip eden Ermeni, Yahudi ve Nesturilerin siyasi Kürtçülüğe verdiği desteği de dile getirmekten ısrarla kaçınıyor.
İngiltere ve Rusya’nın bu siyasi Kürtçüleri kendi çıkarları doğrultusunda sürüklemiş olduğu konusunu ise hiç ele alınmıyor.
Tıpkı bugünkü gibi o dönemde de ‘ayrılıkçılığa karşıyız’ diyerek söze başlayanların, aslında Anadolu’yu parçalamak pahasına düşmanla işbirliği içine girmiş oldukları da hiç anlatılmıyor…
Sonuçta, Sevr Anlaşması’nın stratejik siyasi ana fikri şudur;
‘Doğu Anadolu’da kurulacak bir Ermenistan-Kürdistan gibi tampon devletlerle Anadolu’daki Türk varlığının Asya’dan fiziken koparılması; Batı ve Güney Anadolu’nun Yunan, İtalyan ve Fransız hakimiyetine bırakılmasıyla Anadolu’daki Türk varlığının üç cepheden kuşatılması; Ankara dolaylarına sıkıştırılmış ve kuşatılmış olan Türk Milleti’nin Sevr sonrası yapılacak ileri bir harekatla tarihten silinerek Anadolu’nun ele geçirilmesi…’
Bu siyasi stratejiye derinden bakılırsa eğer, günümüzde Barzani ve PKK terör örgütünün siyasi talepleriyle PKK-ASALA ittifakının ardında yatan gizli niyetler görülebilir.
Bu stratejik yönüyle Sevr Antlaşması, 1071 Malazgirt Savaşı’nın bir rövanşı olarak da düşünebilir.
Sevr’de açılan bu Ermenistan-Kürdistan Dosyası ‘Büyük Suikast’ olarak Türkiye’nin karşısından hiç çekilmeyecektir…
Erdal Sarızeybek
Sarızeybek Haber
Bir yanıt yazın