Arapça olan “hekim” ve “hâkim” sözcükleri, “hâkimiyet” (egemenlik) sözcüğü ile aynı kökenden gelir. Hâkimiyet, hükmetme/ muktedir (egemen) olma demektir. Mutlak hâkim tanrı kabul edildiği için, bu iki meslek eskiden beri kutsal (ilahi) meslekler, mensupları da insanüstü olarak görülür…
Hâkim, muktedirdir; idam kararı vererek bir insanın yaşamına son verebilir. Hekim de muktedirdir ama yaşama son vermez, tersine yaşam verir/ ölmekte olan bir insanı kurtarabilir/ ona can verebilir. Bu nedenle “tanrıya en yakın” insan olarak görülür…
Akademisyen, bilim insanı demektir. Bilim “gerçeği/ doğruyu” aramak, akademisyen de “gerçeği/ doğruyu” arayan, ömrünü bu uğurda tüketen insan demektir.
Akademisyenlik, doktora eğitimi ile başlar. Doktora yapmak, genç akademisyen adayının, bir konuda araştırma yaparak gerçeği bulmaya çalışması demektir. Araştırmaları ile elde ettiği bulgularını değerlendirerek bir tez (sav) hazırlar ve tezini yetkin bir jüri önünde savunur. Savunması kabul edilirse, “Bilim Doktoru” sanı alır ve akademisyenliğe ilk adımını atmış olur. Bundan sonra gerçeği bulmak için araştırmalarını sürdürür. Çünkü akademisyen kuşkucudur.
Mesleğe adımını atarken, toplumca ya da meslek büyüklerince gerçek kabul edilen olguların gerçekliğinden kuşku duyarak yola çıkmıştır. Daha sonra kendi bulgularının gerçekliğinden de kuşku duyar ve gerçeğin peşinde araştırmalarını sürdürür. Bu araştırmaları sonucunda elde ettiği bulguların belli bir yeterliğe geldiğine inandığında, gene bir jüri önüne çıkar. Çalışmaları jüri üyelerince de yeterli görülürse, akademisyenliğin ikinci basamağına yükselir ve “Doçent” sanı alır. Aynı şekilde çalışmalarını sürdürerek akademisyenliğin son aşaması olan profesörlüğe kadar yükselir. Profesör olduktan sonra da defterini kapatmaz; gene araştırmalarını/ çalışmalarını sürdürür, genç araştırmacıları yönlendirir/ eşgüdüm sağlar…
Günümüzde hakimlerin verdikleri kararlara, hekimlerin, hem de adlarının başında koskoca “Prof.” yazan, sözde bilim insanı hekimlerin yazdıkları raporlara bakınca mesleklerin kutsallığı düşünülür ve sorgulanır oldu!?..
***
Kutsallığı bir yana bırakalım, meslek etiğini, Hekimlik Andını/ Hipokrat yeminini de geçelim, ancak “insanlık onuru” denen bir şey var! Onu ne yapacağız?
Temel, alacaklı olduğu bir adamı mahkemeye verir. Mahkemede hâkimin “ne diyeceğini” sorduğu borçlu, “ben bu adamı tanımıyorum ki borç alayım hâkim bey” der. Bu yanıt üzerine Temel ayağa fırlar ve “beni tanımayanı ben de hiç tanımayrum” diyerek çıkar gider!..
İşte, bu temel fıkrası insanlık onurunun en naif tanımıdır: “gerekirse alacağından bile (ki mahkemelik olduğuna göre az olmamalı) vaz geçerek kişiliğini ezdirmemek.” Çünkü Temel, aksi halde eşinin dostunun yüzüne bakamayacağını düşünmüştür!…
Ey bu kararları verenler ve raporları yazanlar! Sizler “evde eşinizin, çocuklarınızın; iş yerlerinizde meslektaşlarınızın, asistanlarınızın, öğrencilerinizin, odacınızın vs. yüzüne nasıl bakıyorsunuz?” Karşılaştığınızda, ceketini ilikleyip saygıyla eğilerek size yol veren komşularınızın, mahalle bakkalınızın, kasabınızın vs. yüzüne nasıl bakıyorsunuz? Yoksa artık siz mi başınızı öne eğiyorsunuz?
***
Giordano Bruno, Jun Hus, İbn Rüsd gibi bilim insanları, zamanın muktedirlerinin kendilerini en ağır şekilde cezalandıracaklarını bildikleri halde gerçekleri söylemekten kaçınmadılar. Bruno ve Jun Hus’tan, ataları adına özür dileyen Avrupalılar, yakıldıkları kentlerin meydanlarına heykellerini diktiler.
İbn Rüşd’ün değerini anlamayıp kitaplarını yakan Endülüs İslam Devleti bedelini yıkılıp, tarihten silinerek ödedi. Öte yandan Kilise de onu lanetleyip kitaplarını yaktı. Ancak yakılan kitapları, zamanın Avrupalı düşünürlerini çok etkiledi, elden ele dolaştırıp gizlice okudular. “Reform”un öncüsü kabul edilen” İbn Rüşd için, 20.yüzyılın büyük düşünürlerinden Bertrand Russel der ki:
“İbn Rüşd İslam dünyasından çok Hristiyan dünyası için önemlidir. O, İslam bilim ve felsefesi için ölü bir sondu. Hristiyan bilim ve felsefesi için ise bir başlangıç olmuştur.”
Bugün bir İslam ülkesinde onun heykeli yükselmiyorsa, Müslümanların onu hala anlamadığını göstermektedir. Bu durum İslam ülkelerinin hala neden geri kalmış ülke olduklarının göstergesidir…
***
Her şey eğitim sisteminin çivisinin çıkması ile başladı. Eğitimde, “aklı hür, fikri hür, vicdanı hür” yurttaşlar yetiştiren sistemden, “aklını kullanma ve düşünme. Sana anlatılanları ezberle yeter” sistemine geçildi.
Sayısı belli olmayan devlet üniversitelerinin yanında, 1960’lı yıllarda apartman dairelerinde tabelaları görülen ve çoğunluğu eğitim vermeden diploma veren özel yüksek okullar gibi, özel üniversiteler açıldı. Devlet ve özel hastaneler tıp fakültesi yapıldı. Buralara öğretim üyesi bulmak için yabancı dil sınav notu düşürüldü, doçentlik bilim sınavı kaldırıldı. Sonuçta başkalarının yaptığı yayına, hiç katkısı olmadığı halde adını yazdıranlar doçent ve profesör oldular. Bu yoldan bir gecede 4 bine yakın kişi profesör yapıldı. Bunu gören uyanıklar tez ve yayın yazma büroları kurdular. Yabancı yayınlardan “kopyala- yapıştır” yöntemi ile hazırladıkları makaleleri, uyduruk dergilerde yayımlayarak, bedeli karşılığı akademisyen olmak isteyenlerin hizmetine sunmaya başladılar. Sonuçta, veli nimet kabul ettiği insanın elini öpmeye çalışan ve isteğini emir kabul eden akademisyenlerimiz oldu…
YKS sonuçlarına baktığımızda, ortaöğretimde sınıf geçme notundan (yani 10 üzerinden 5, ya da 100 üzerinden 50) düşük puan alanlar üniversitelere alınmayacak olsa, kontenjanların yüzde doksanı boş kalır. Gerçekte ise sıfır değil, eksi puan alan öğrenciler üniversitelere giriyor…
Oysa herkes üniversite eğitimi alamaz. İnsanların bazıları ilk, bazıları orta ve az bir kısmı yüksek öğrenim görme zekâ düzeyindedir. Batılı ülkelerde, üniversite eğitim alabilecek çocuklar ilkokulda belirlenir ve onların okulları ayrılır. Diğerleri 10 ya da 11 yıllık temel eğitimi aldıktan sonra meslek okullarına giderler…
Bizde eksi puanla üniversitelere girenler, yarın yolunu bulup başımıza geçerek bizi yönetmeye kalkarlarsa şaşırmayın!
Bir yanıt yazın