Kadınların tükenmez ve büyüleyici gücü

 

Elimizdeki roman yazınsallaştırdığı büyüleyen kadınlar, ‘Düğümlere Üfleyen Kadınlar’ gibi gerçekten büyülüyor. Dünya ölçeğinde böyle büyülü bir romanı yazan Ece Temelkuran’ı kutlamak gerekiyor.

Prof. Dr. Onur Bilge Kula*

ECE TEMELKURAN3

Cumhuriyet Kitap – Ece Temelkuran “Düğümlere Üfleyen Kadınlar” (Everest Yayınları, İstanbul, Şubat 2013) adlı romanında dört kadının yolculuğunu betimlemektedir. Yazarın deyişiyle, “birbirini yoklayarak ilerleyen, içine sığındıkları bu hikâyeden başka gidecek yerleri olmayan” dört kadından biri “feleğin çemberinden geçmiş”, deneyimli, istençli, iş bitirici ve her türlü zorluğa direnerek ayakta kalmayı başaran “muhteşem ve benzersiz” Madam Lilla. İkincisi, “Arap Baharı”nı başlatan Tunus’taki başkaldırıya katılan, sıradışılığından ötürü toplum, aile ve sevgilisince örselenmiş buruk devrimci ve dansöz Amira. Üçüncüsü, Kahire’deki Tahrir meydanının isyan ile eşanlamlı duruma gelmesini sağlayan eylemcilerden, yaşadığı yıldırım aşkının ürünü olan bebeğini başka bir ülkede bir bakıcıya veren Maryam. Dördüncüsü, çeşitli İslam ülkelerinde yetişmiş bireysel bağımsızlıklarını ve özgürlüklerini önemseyen, toplumsal olaylara etkin katılan eleştirel tavırlı bu dört kadını anlatılaştıran yazar Ece Temelkuran. Yazarın, anlatılaştırdığı dört kadından biri olması, romanın başat anlatım tarzının “ben-anlatıcı” olmasının da nedenidir.

Temelkuran özyaşamından kimi olayları ve başat izlek olarak Arap Baharı’nı ve “Arap Baharı olmadı mı, bu hiçbir sonuca yol açmadı mı?” sorusunu yazınsallaştırdığı yapıtında Tunus, Libya, Mısır, Lübnan’ın insanlarını, kentlerini, doğasını, aurasını içten ve eleştirel sevgiyle betimlemektedir. Çölün tek-düzeliğini, yalınlığını, gizemliliğini ve bunların yaşam tarzına ve insan kişiliğine yansımasını ve “mavi yüzlü” Tuaregleri, Amazin kadınları anlatılaştırarak romanına renk kazandırmıştır.

EZİLEN ANCAK GÜCÜ VE YARATICILIĞI BİTİMSİZ OLAN KADINLAR

“Düğümlere Üfleyen Kadınlar”, “büyücü” kadınları, temel yazınsal malzeme olarak da kadınların tükenmez ve büyüleyici gücünü betimlemektedir. “Yaralanmış”, boyun eğdirilmiş, “sevgiye muhtaç” duruma getirilmiş, “hikâyelerini yazarak söz sahibi olmak” isteyen, sevilmeyen, “sevilmedikleri için kendilerini sevmeyi öğrenemeyen” kadın imgesi başlıca izlektir. Romanda anlatılaştırılan dört kadının ortak paydası “kalbi kırılmışlıktır.” Kadınların gönlünü kıran, toplumsal yaşama katılımını ve bireyleşmesini zorlaştıranlarsa erkeklerdir; erkeklerin yarattığı ve süreklileştirdiği eril sosyal yapı, yaşam tarzı ve zihniyettir. Maryam Mısır’da, Amira Tunus’ta bu eril baskıcı yapıya ve yaşam tarzına başkaldırmıştır ancak başkaldırıları başarıya ulaşamamıştır. Yazarın, romanda isyan edercesine “Arap Baharı veya devrim falan olmadı mı bu memlekette” diye sormasının nedeni, söz konusu iki ülkede hak ve özgürlükler alanında hiçbir ilerleme olmamasıdır.

Diktatör Bin Ali’ye karşı ilk sokağa dökülenlerden dansöz Amira’ya “dans edemeyeceksem devrimi ne yapayım ben” ve “devrimden sonra herkes devrimci oldu; meğer ne çok ‘devrimci’(!) varmış” dedirten başarısız devrimin yol açtığı düşkırıklığıdır. Bin Ali devrildikten sonra ortaya çıkan ülkesinin dili olan Arapçayı bile yazamayan, “şeriat korkusuyla politika hevesine kapılanlar” ve devrimin kazanımlarını kendi sınıf çıkarlarına dönüştürmeye uğraşanlar, devrimin çilesini çekenlerin hüznünü katmerleştirir. Görece başarılı olan Tunus’a karşın, Mısır’daki başkaldırıcıların düşkırıklığı ve hüznü daha yoğundur. Maryam’ın “halkına Tahrir’den nefret eder hale getirdiler; serseriler provokasyon yapıyorlar” sözleri bunun anlatımıdır.

Mısır ile ilgili bölümde bilge bir kadın figürü olarak kurgulanmış olan Firdevs Hanım, tanrıçalaşmak isteyen, bir başka anlatımla, özerk ve özgür birey olmak isteyen bir kadının uyması gereken altı ilkeyi sıralar: “Asla yapmadığınız bir şey için özür dilemeyin. Kendinizi gereğinden fazla açıklamaya çalışmayın. Asla başarılarınızı hafife almayın. Hiçbir zaman lafa ‘yanlış düşünüyor olabilirim; ama…’ diye başlamayın. İstemediğiniz sorulara cevap vermeyin. Hayır demekten kaçınmayın.” Yazar izleyen yirmi beşinci bölümde yedinci ilkeyi belirler: “Bir tanrıça kendisini asla başkasının terazisinde tartmaz.”

Yazar, Amira’nın annesi figüründe içselleştirilmiş eril ve baskıcı anlayışı ve bunun kişilik bozucu etkilerini ince bir ayarla yazınsallaştırmış. Mısır’da toplumsal hareketi Tahrir’e taşıyanların “Batılıların Doğulu tanımına” uygun davrandıkları şeklindeki örtük içselleştirilmiş oryantalizm duyumsatması da bu bağlamda anılabilir. Oryantalizm eleştirisi romana serpiştirilmiştir. Örneğin, Amira, yedinci bölümdeki betimlemeyle, Amerika’da hukuk öğrencilerinin alıştırma yapmaları için düzenlen kurgusal gösterilerde “Arap olduğu için hep terörist veya yataklık yapan rolünü” oynamıştır. ABD ordusu tatbikat yaparken oyuncu bulup onlara “terörist” rolü vermektedir.

ROMANDAKİ BAZI SİMGELER VE İMGELER

Roman figürü Amira’nın “Fransızlar uydurdu” dediği Tunus’taki başkaldırı için kullanılan “Yasemin Devrimi” anlatımındaki yasemin, romanda sıkça kullanılan kültürel-yazınsal bir simgedir. Yasemin, Tunus’ta kadınların değil, erkeklerin kulaklarının arkasına taktığı, kokusu davetiyelere sıkılan, özü ile leziz yemekler yapılan, bahçe duvarlarını süsleyen bir simgedir. Romanda Madam Lilla’nın ağzından anlatıldığına göre yaseminler rüyalarını unutmasın, açılınca geceyi hatırlasın ve beyaz rüyalarını fısıldasın diye sabah erkenden toplanır. Yapıtta sık rastlanılan bir başka simge erguvandır. Gizeme büründürülen “Fenike çiçeği” erguvanı, Tunus’a Dido getirmiştir. Dido, “erguvan ağaçları gibi kızlar yetiştirmektedir”; savaşçı, “erguvanların kıymetini bilmeyen ve mineleri görmeyenden uzak duran”, şarkı söyleyen, şiir yazan, “güçlü olmayı öğrenmiş” kızlar yetiştirmektedir. Madam Lilla “çölde açan bir erguvandır.”

Yazar, romanın Mısır bölümünde Haypatya’yı, Maryam’ın akademisyen tavrıyla anlatır: Haypatya “eski Mısırlı matematikçi, astronom kadın. Hıristiyanlığın ilk çıkışında İskenderiye Kütüphanesi yağmalandıktan sonra coşkulu Hıristiyan gençler tarafından büyücü olduğu için linç edilmiştir.”

KRALİÇE DİDO VE DOĞU’NUN ÇOK-KATMANLI SÖYLENCE GERÇEK DÜNYASI

Romanın altıncı bölümü Kraliçe Dido (Elissa) adını taşımaktadır. Mitolojiye göre kocası, “kayınçoları” tarafından öldürülen Kraliçe Dido Tunus’a gelir; Kartaca’yı kurar. 8. yüzyılda yaşayan direnişçi El Kahina ise yazarın anlatımıyla, “Müslümanlığın fakirin elinden zengine, mazlumdan zalime ve erkek egemenliğine geçişi” gerçekleştiren Emevilere karşı direnir. Böylece, bölgede kadınlar adına ve kadınlar tarafından yapılan her türlü direnişin simgesi olur. Akademisyen Maryam eşliğinde Kartaca’ya kültür tarihi yolculuğuna çıkan yazarın söyleyişiyle, “kadınlar tanrıçalarını asla terk etmezler. Sadece gizlenmeleri için onlara yeni kostümler dikerler.” Bu nedenle, kadınlar “erkek dünyasında” hayatta kalmak için tanrıçalar sıkça “kılık değiştirir.”

“Tanit” arabaşlığını taşıyan onuncu bölümde betimlenen yolculuğun ikinci aşaması Libya’dır. Tanit, mitolojide bilinen anlamıyla doğurganlık veya verimlilik tanrıçasıdır. Pasaportsuz “zavallı” rolü oynayan üç kadın kahraman, Tanit’i çağrıştıran Madam Lilla’nın becerisi ve “göz süzmeler, iltifatlar ve karmaşık yalanlar” sayesinde Libya’ya geçerek “hayatlarının macerasına” çıkarlar. Madam Lilla’nın buradaki adı Thirina’dır. Thirina, romanda belirtildiğine göre “aşk” anlamına gelir. Dört kadın, yaşamlarının maceralarından birini Amazir veya Berberi kadınların en yüreklisi diye tanıtılan Sayda’nın katılımıyla yaşarlar. Onun yönlendirmesiyle, Libya çöllerinde El Kahina’nın kızları olan Amazirlerin yaşadığı yere, romandaki söyleyişle, “kendi topraklarına” ulaşırlar.

ROMAN KAHRAMANI OLMAYI HAK EDEN KAHRAMAN MADAM LİLLA

Yazarın deyişiyle, “roman kahramanı olmayı en çok hak eden insan olan”, romanın kişilikli, bilinçli figürü Madam Lilla, on birinci bölümün başında romanın adını duyumsatır: “Hayat bizim nefesimizdedir.” Yaşam kadınların soluğunda olunca, aşk, aşkın olumsuz türevleri, kadınların özerkleşme ve özgürleşme arayışları doğal olarak öne çıkar çünkü kadınlar “içine aşklarını ve büyülerini üfledikleri bir âlemde” yaşarlar. Erkeklerse sürekli o dünyayı “hırpalar, yıkar.” Kadınlarsa, erkeklerin yıktığını yeniden kurarlar; “erkekleri de üfleyerek var ederler. Bir erkek, bir kadının nefesi kadardır.” Yazar, bu son tümcede hem romanın altbaşlığını hem de kadının açmazını dile getirir: Kadın soluğunun gücüne göre erkeği ve dünyayı yaratmaktadır ancak yarattığı şey, diyesi, erkek, dönüp kadının dünyasını ve kişiliğini yıkmaktadır. Madam Lilla da nefesiyle kurduğu “dünyayı” yıkan adamı bulmak için, tümü birden “kendisi olmak” için, “acıyı öfkeye dönüştürmek”, “durmak, yerleşmek, bir kale inşa etmek”, “hayatı önemsemeyi öğrenmek”, “kendilerini ölmüş sayarak, yaşabilmek” için yollara düşmüştür. “Kendi hikâyelerini yazabilen ölümlülerle” eşitleşmek amacını gerçekleştirmek isterler.

Yazarın kurguladığı ve giderek sevmeye başladığı Madam Lilla, diyesi aşk anlamına gelen Thirina’dır. Thirina, “başkalarının aşkını cezalandırandır”; aşk için “yalnızca bir başka erkekten”; fakat asla kendinden vazgeçmeyendir. “Kurban olmadığı için” kalpsiz sanılan, günün birinde “bir erkek kalbinde bir serap gören”; ancak o erkek çölleşince yanılsamayı atlatmayı başaran, “kadın olmadan önce kadınlığı öğrenen”, eril yapının ve anlayışın sonuçlarından “tiksinen”, “Batı’ya” gidip, yaşama yeniden başlayan ve bir zamanlar “Esma” diye anılan Thirina’dır. Ona göre, “aşk bir tereddüt anında gelir”; “aşk, kadınlar yorulunca biter; kadınlar bir adamı değil, bir mezarlığı terk eder”; aşk “yoklukla oynanan bir oyundur”; aşk “düşkünleşirken kendini yakalayanın çektiği çiledir.“ Aşkın bir ucu kadın, öteki ucu erkektir. Erkekler “hikâyesini anlatan kadından hoşlanmazlar; kendileri hikâyeyi anlatmak isterler.”

Madam Lilla’nın tereddüt anı ve tökezlemesi, Jezim Anwar’a rastlamasıyla başlamıştır. Madam Lilla’nın “herkese oynadığı oyunu”, Jezim Anvar bu kez Madam’a oynamıştır. Madam ise her insan gibi “bir kere mahvolmak, kendi cehennemini görmek” istemiştir.

ROMANIN BÜYÜSÜNÜ ARTIRAN ÖĞELER: DİDO’NUN YAZITLARI, MUHAMMED’İN MEKTUPLARI

Romanın on ikinci bölümünden itibaren “Dido’nun yazıtları” ve Amira’nın belalısı Muhammed’in mektupları başlar. Romanda yer alan toplam altı yazıt ve altı mektup, yapıtın yazınsallığını görülür ölçüde yükseltmektedir. Yazarın Doğu söylence dünyasında dolaşarak Türkçeyi olağanüstü estetikleştirdiği bu yazıt ve mektuplar, üst düzeyli okumayı özendirmekte ve böylece romanın sanatsal çekiciliğini artırmaktadır. Dido’nun tek dileği, “taze bir rüzgârın, taze bir nefesin içini doldurmasıdır.” Her kadın gibi, Dido’nun yazıtlarında belirginleşen açmazı ise bu taze rüzgârı, taze soluğu bir erkekten beklemesidir. Muhammed’in mektuplarının özüyse, “inanmalısın, yoksa hayatı kuran nefesin kesilir” anlayışıyla başlayan ve insanileşmeye doğru ilerleyen bir özeleştiridir.

Yazar, ikinci yazıtta Dido, “bu toprağı adlandırdım. Ona Birsa dedim” diye konuşturur. Adlandırmak, bir şeyi diğer şeylerden ayırarak özgüleştirmek, özerkleştirmek demektir. Dido’nun dördüncü yazıtındaki şu tümceyi vurgulamak istiyorum: “Git yabancı! Git ki gözlerim kendimi görmesin!” Bu yalın tümce felsefi bir derinlik taşımaktadır: Öz’ün kendi bilincine varması ancak yabancı ile ilişkide olanaklıdır. Söz konusu diyalektik ilişkinin gerçekleşebilmesi, öz ile yabancının bir araya gelip karşılıklı olarak verimlileşmelerine bağlıdır. Yazıtlar, nitelikli okurun yüksek beklentisini karşılayan benzer tümcelerle doludur.

İSLAMİ GÖNDERMELER, ÖZELEŞTİRİYE ÇAĞRIDIR

Yazar, on birinci bölümün sonunda Madam Lilla’nın ağzından romana adını veren Felak suresini aktarır: “Düğümlere üfleyen kadınların şerrinden sakının!” Düğümlere üfleyen kadınlar, büyücü kadınlardır; olmazı olur kılma yeteneği taşıyan kadınlardır. Dolayısıyla bu yeteneklerinden dolayı onlardan sakınmak gerekir. Kuran’da Alaq suresinde Allah, “insanı sevgiden, ilgiden yarattı” sözü, herkesi sevmeyi buyurmasına karşın, İslam ülkelerinde erkekler kadına karşı sevgisizlik ve zorbalıklarını niçin sorgulamaz?

Yazar, romanını köklü bir erkek eleştirisi olarak kurgulamakla birlikte, erkeklerin düzelebileceklerini Muhammed figüründe anlatılaştırır. Muhammed’in beşinci mektubu, “kadının teni ve kalbi” ile yetinmeyen, onun “ruhunu da teslim almak” isteyen erkek eleştirisidir. Kötülükler ve kıyımlarla yüzleşme kapsamında Muhammed, Maide suresini aktarır: “Bir insanı öldürürsen, bütün insanlığı öldürmüş sayılırsın.” Hiçbir ayrım yapmadan her türlü öldürme eylemini lanetleyen bu kutsal öğüt, insancılık idesi için önemli bir kaynaktır. Ayrıca bu öğüde karşın, Müslüman ülkelerde öldürme ve şiddet hâlâ yaygındır. Yazar, Muhammed’in altıncı mektubunda Gaşiye suresine gönderme yaparak zorbalık yapanların, güçsüz kadınlara şiddet uygulayanların Allah’a sığınamayacaklarını dile getirir: “Sen hatırlatıcısın, dayatan bir zorba değilsin!” Bu sure uyarınca, inanan insan yalnızca anımsatmak ve inandığı şeyleri zorla dayatmaktan uzak durmakla yükümlüdür. Muhammed, Armina’ya yaptığı zorbalık nedeniyle yoğun bir özeleştiri ve değişim geçirerek şu bilge sonuca ulaşmıştır: “Hayat yine senden çıkacak. Senin nefesin yine büyü üfleyecek.”

ROMANIN DİLİ/ BİÇEMİ

Ben-anlatıcı tutumunun başat olduğu romanın biçemine gelince: Dil ile ilişkisi son derece içten, doğal, yaratıcı ve akışkan olan yazarın sözcük seçimi ve sözcükleri düzenleyişi, kurguladığı roman dünyasının gerekirliklerini tümüyle karşılıyor. Yazar, dili adeta yoğurarak estetikleştirmeyi ve böylece de yazınsallaştırmayı başarıyor. Türkçeyi ele-avuca sığmazlaştıran, Türkçenin en kuytu kovuğuna girerek sürükleyici bir biçem oluşturuyor.

Yazarın anlatımıyla, Madam Lilla dışındaki üç kahraman kendi anadilleri olmayan İngilizcede “üç kişilik bir yuva” kurar. Konuşma, diyesi dil edimi, “anadilin konforundan uzakta, yabancı bir dilde kışlamak, fazladan sözcükleri, göndermeleri, bezemeleri, süslemeleri” arındırır. Fakat roman Türkçenin çok-anlamlı göndermelerini, bezemelerini, süslemelerini fazlasıyla içerir. Yazar, otuzuncu bölümde edebiyat bilimcileri de ilgilendirebilecek şu tümceyi kurar: “Malzemeye göre anlatım tekniği uyduruyorum.” Dido’nun yazıtları ve Muhammed’in mektuplarında bu belirlemenin nasıl uygulandığı görülebilir.

ROMAN İÇİNDE ROMAN KURGULAMAK

Ece Temelkuran “Düğümlere Üfleyen Kadınlar”da romanı, büyük bir ustalıkla yazınsallaştırdığı figürlerle tartışarak kurgular. Yazar, kadınlarla ilgili bir roman yazmayı düşündüğünü, birlikte yolculuğa, diyesi, kişiliği yeniden tasarımlama ve yetkinleştirme uğraşına çıktığı figürleri “kahramanı” olmayı hak ettikleri takdirde roman figürü yapacağını dile getirir. Yazarın anlatımıyla (26. bölüm), “Her yazar, roman kahramanı olmak için yazar. Sonra roman kahramanı olamayacağı için yazar.” 28. bölümde yazar, “böyle yazdığıma göre kesinlikle böyle olmuştur” der. İzleyen bölümde diğer kadın figürlerle ne yazacağını, nasıl yazacağını tartışır. Edebiyatın özü olan kurgulama, yazarın “uyduruyorum her şeyi” sözünde somutlaşır. Yazarın deyişiyle, kendi kurgu ürünü olan roman kahramanı Jezim Anwar’ın kesinlikle ölecektir; ancak “nasıl öleceği” önemlidir. Otuz üçüncü bölümde söylenildiği üzere, “bir roman kahramanının, kahraman olmayı hak etmesi gerekir.”

Bu roman yazınsallaştırdığı büyüleyen kadınlar, “Düğümlere Üfleyen Kadınlar” gibi gerçekten büyülüyor. Dünya ölçeğinde böyle büyülü bir romanı yazan Ece Temelkuran’ı kutlarım. ■

(*) Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi

Düğümlere Üfleyen Kadınlar/ Ece Temelkuran/ Everest Yayınları/ 480 s.

21 Mart 2013

Prof. Dr. Onur Bilge Kula* - icazetli