Türk, Türk milleti, Türkiye ve Türklük kavramlarının doğuşunu tarihi seyir içinde günümüze kadar gelişini ele alarak “Mete Han’dan Atatürk’e Türklük Şuuru”nu ifade etmeye ve bugünkü gelişmelere ışık tutmaya çalışalım.
Türkler, dünyanın en eski ve en devamlı milletlerinden biri olup, aşağı yukarı beş bin yıllık bir tarihe sahiptirler. Türk tarihini, coğrafyasını ve Türklük dünyasını ele alırken, onu hem zaman ve hem de mekân bakımından diğer milletlerin tarihinden ayıran şu hususları göz önünde bulundurmak gerekir. Diğer milletler, bir arada ve sınırları belli bir toprak parçası üzerinde yaşadıkları halde, Türkler dağınık boylar halinde, bilinen dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşamışlar ve devletler kurmuşlardır. Bu bakımdan Türk tarihi denilince, tek bir topluluğun belirli bir yerdeki tarihi olarak değil, Türk ve özel adlarıyla anılan ve fakat hepsi Türklük şuuru içinde bulunan Türk zümrelerinin Asya, Afrika ve Avrupa kıtalarında ortaya koydukları tarihlerin bütünü akla gelir.
İslâmiyet’ten önce Türkistan, İslâmî devirde Türkiye merkez olmak üzere; Çin, Hindistan, Afganistan, Horasan, Kafkasya, Azerbaycan, İran, Irak, Suriye, Mısır, Kuzey Afrika, Balkanlar gibi pek çok ülke Türklerin hâkimiyetine girmiştir.
Hunlardan Türkiye Cumhuriyeti’ne kadar devamlılık ve bütünlük içinde olmak üzere: Hunlar, Göktürkler, Uygurlar, Karahanlılar, Gazneliler, Büyük Selçuklular, Harzemşahlar, Anadolu/Türkiye Selçukluları, Anadolu Türkmen Beylikleri, Osmanlılar, Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve diğer Türk Cumhuriyetleri Türk çizgisinin nirengi noktaları olarak, Türk tarihindeki yerlerini almışlardır.
İslâm öncesi devirde merkezi Türkistan olmak üzere, tarihi yazılı belgelere dayanan ve tarihte ilk modern ordu ve devlet anlayışını getiren Mete Han’ın MÖ 209’da kurduğu Büyük Hun Devleti ile yine ilk defa milli adımız olan Türk (cins isim olarak: güç, kuvvet; sıfat hâli: güçlü, kuvvetli) sözünü, millet ve devlet adı olarak kullanan Bumin Kağan’ın 552’de kurduğu Göktürkleri; İslâmiyet’ten sonra ise, Türklüğün en büyük varlık gösteren ve en parlak kolu olan Oğuz Türkmenlerinin kurdukları devletler olarak da; Sultan Tuğrul’un 1040’da istiklâle kavuşturduğu Büyük Selçuklular ile bunların yerine Asya, Afrika ve Avrupa toraklarında tarihin en büyük hizmet devleti haline gelen Osman Gâzi’nin 1299’da kurduğu Osmanlıları ve bu arada kurulan diğer Türk devletlerini hatırladığımız zaman; Türklüğün tek müstakil millî devleti olarak, Gâzi Mustafa Kemal ATATÜRK tarafından, ANKARA merkez olmak üzere, TÜRKİYE adı ve TÜRKLÜK şuuru ile 29 Ekim 1923’te kurulan, TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ’nin yerini ve önemini ve millî varlığımızı ona borçlu olduğumuzu, ayyıldızlı albayrağımızın altında, bu kutsal vatanda yaşayan herkesin bir an bile aklından çıkarmaması gerekir.
Türklerin kutlu ülke saydıkları Ötüken havalisi merkez olmak üzere, Hun Devleti’nin başına, babası Teoman (Tu-man)’dan sonra geçen Mete (Mo-tun:Bağatur) Han, devleti ve ülkeyi düzene soktu. Moğol-Tunguz kabileler birliği Tung-huların toprak isteklerine: “Toprağın milletin ve devletin temeli olduğunu ve verilemeyeceğini” ifade ile savaşarak, hâkimiyetini kabul ettirdi. Çin’i yenerek vergiye bağladı. Gücünü dost-düşman herkese kabul ettiren Mete Han, o çağda Asya’da yaşayan Türk soyundan bütün toplulukları bir bayrak altında topladığını Çin’e yazdığı bir mektupta şöyle ifade etmiştir: “Eli ok ve yay tutan kavimlerin hepsi, Hun adı altında birleştiler ve Hunlar (Türkler) bir aile gibi oldular.”
Mete Han’dan sonra, Çin’in himayesine girip girmemeyi tartışan Hun devlet meclisinde; Hohanyeh’in Çin himayesini istemesine, şiddetle karşı çıkan Çiçi’nin sözlerini, MÖ 58’deki Çin yıllığı şöyle aktarır: “İstiklâle karşı hayranlık duymak ve tâbi olmayı yüz kızartıcı saymak bizim geleneğimizdir. Atalarımızdan toprakla birlikte devraldığımız istiklâlimizi Çin ile uzlaşma pahasına fedâ edemeyiz”. [1]
Mete Han ve Çiçi Han, belgelere geçen bu örnek davranışlarıyla, vatanın bütünlüğü ve kutsallığı; milletin birlik ve beraberliği; istiklâle ve hürriyete duyulan hayranlık konularında, günümüze ışık tutuyorlar ve bizlere ibret dersi veriyorlar.
Asya Hun Devleti’nden sonra, her bakımdan temsil ettiği Türk kültürü itibariyle ikinci cihanşumül Türk devleti olan Göktürkler, “Türk” sözünü ilk defa resmi devlet adı olarak kabul etmekle, bütün bir millete ad vermek şerefini kazanmış, Türk asıllı bütün toplulukları kendi hâkimiyetinde birleştirmiştir. Hakanlığın yıkılmasından sonra da bir yelpaze gibi açılarak dört tarafa yayılan çeşitli Türk zümreleri gittikleri yerlerde Türk ismini ve Göktürk edebî, idarî, siyasî, töre ve hayat telakkileri ve iktisadî geleneklerini yaşatmışlardır. Doğudan batıya; Türkistan, Maveraünnehr, Kuzey Hindistan, İran, Anadolu, Irak, Suriye ve Balkanlar Göktürkler yoluyla Türk’tür ve Türklük şuuruna sahiptir.
Mete Han’dan 8 asır sonra Göktürk hakanı olan Mukan Kağan (553-572) Asya’yı yeniden Türk hâkimiyetine almıştır. Fakat Göktürk hakanlığı bu kağanın ölümünden sonra 582’de Doğu ve Batı olarak ikiye ayrıldı Doğu Göktürk Hakanı İşbara’nın 585’te Çin’e yazdığı şu mektupta, bir taraftan Çin’e muhtaç hâle geliş, diğer taraftan da Kağan’ın Türklük şuuru sergilenmektedir. “Size bağlı kalacak, haraç verecek, kıymetli atlar hediye edeceğim. Fakat dilimizi değiştiremem, uzun saçlarımızı kestiremem, halkıma Çinli elbise giydiremem, adetlerinizi, kanunlarınızı alamam. İmkân yoktur. Çünkü bu bakımlardan bütün milletim hassasiyetle çarpan tek kalbtir”. Batı Göktürk Hakanı Tardu Kağan (576-603), Bilge Kağan unvanıyla bir taraftan doğuya hâkimiyetini tanıtmaya çalışırken, diğer taraftan Bizans-Sasani anlaşmazlığından yararlanarak; Şehinşah Ormuzd IV. (Türkzade) zamanında İran işlerine karıştığı gibi, 598’de Bizans İmparatoruna “Dünyanın yedi ırkının büyük şefi ve yedi iklimin hükümdarı Hakan’dan Roma İmparatoru’na” diye mektup yazarak nüfuzunu ve Türk cihan hâkimiyeti ülküsünü ortaya koymuştur.
Tardu Kağan’dan sonra ülke yine karışmış ve taht kavgaları başlamış, Doğu Göktürkler gibi Batı Göktürkler de Çin’e tâbi olmuştur. Göktürk hakanlarının Türklük şuurundan uzak Çin’in birer memuru durumuna düştükleri 630-680 arası elli yıl, Göktürk Devleti ve Türk milleti için haysiyet kırıcı, utanç verici bir dönemdir. Hürriyetsiz ve istiklâlsiz yaşanılan bu dönemde, Türklük şuurundan yoksun kitabelerin ifadesiyle “Bey olmaya lâyık oğlun kul, hatun olmaya lâyık kızın cariye” olmuştur.
Göktürkleri bu felâkete sürükleyen sebepleri kitabeler: “Sonraki idarecilerin kifayetsizliği, milletin uygunsuz tutumu, kurnaz Çin siyaseti ve yıkıcı propaganda” olarak tespit etmiştir.
İstiklâlin ve hürriyetin kıymetini, onu kaybettikten sonra daha iyi anlayan Türkler, zaman zaman istiklâl arayışına girmişler ve Çin hâkimiyetinden kurtulmaya çalışmışlardır. Bu cümleden Kürşad ve arkadaşlarının 639’da yaptıkları gibi, birçok istiklâl ve hürriyet hareketi yapılmışsa da kanlı bir şekilde bastırılmıştır. Bu hareketler, Türklük şuurunun yeniden uyanmasını, istiklâl ve hürriyet yolunda milli şuurun doğmasını sağlamıştır.
Göktürklerin bu elli yıllık fetret ve zillet devrinin sonunda Kutlug Kağan, İlteriş unvanıyla 681’de kutsal Ötüken merkez olmak üzere II. Göktürk Devleti’ni kurarak istiklâlini ilân etmiştir. Türklük şuuru içinde Türk birliğinin yeniden kurulduğu bu dönemde; veziri Tonyukuk, oğulları Kültegin ve Bilge Kağan tarafından Orhun Âbideleri de denilen Göktürk Kitabeleri, ilk kalıcı millî kaynaklarımız olarak yazılmış ve dikilmiştir. Bu kitabelerde: “Yukarıda mavi gök ve aşağıda kara toprak yaratıldıktan sonra, ikisi arasında insanoğlu yaratılmış, insanoğlunun üzerine atalarım Bumin Kağan, İstemi Kağan hâkim olmuş, Türk devleti ve töresini kurmuşlar”. Kültegin kitabesinde: “Türk milleti yok olmasın, bir millet olsun diye, babam İlteriş Kağan ile anam İlbilge Hatun’u, Tanrı tepesinden tutmuş ve insanoğlunun üstüne çıkarmış” ifadelerinin ilki I. Göktürk, sonuncusu II. Göktürk Devleti’nin kuruluşunu anlatıyor.
Görülüyor ki; devlet, millet, töre, yer, gök ve kağan, Tanrı tarafından Türk milleti’ne verilen birer emanettir. Bu Tanrı emaneti olan değerlerin devamlılığına inancını Göktürk Hakanı Bilge Kağan şu sözlerle dile getirmiştir: “Yukarıda gök çökmedikçe, aşağıda yer delinmedikçe, ey Türk milleti, senin devletin ile töreni kim yok edebilir”. Kitabelerde “Türk Budun” yani Türk milleti ve “Türküm, budunum” sözleri pek çok yerde geçmektedir.
Hunlar, Göktürkler ve Uygurlarda var olan inanışa göre Tanrı, Türk milletinin koruyucusu olduğundan “Türk milletinin adı ve ünü yok olmasın diye” kağanlar göndererek İl (devlet) vermiştir. Bu sebeple Tanrı için “İl veren Tanrı” sözünü kullanmışlardır. Çünkü Türkler tek Tanrıya ve O’nun hâkimiyeti, kendilerine verdiğine samimiyetle inanmışlardır.[2]
İslâmî Türk devletleri, Türk ve İslâm düşünce, gelenek ve teşkilatının birbiriyle kaynaşmasından doğan siyasi teşekküllerdir. Türklüklerini ve Müslümanlıklarını ananevi devlet kuruculuk kabiliyetleri sayesinde ahenkli bir şekilde uzlaştırmasını bilen Türkler, devleti o kadar sağlam temellere oturtmuşlardır ki, bu sistem yüzyıllar boyunca devam edip gitmiştir. İlk İslâm-Türk devleti olan Karahanlılar, Türklerin yoğun olduğu bir sahada kurulduğu için siyasi, içtimai ve hukuki yönden Türklüğü, dini açıdan da İslâmiyet’i temsil ettiğinden, Türk-İslâm cemiyet tipine doğru bir köprü vazifesini görmüştür. İslâmiyet’i ilk kabul eden Satuk Buğra Han’dan itibaren Müslüman isim ve lakaplar alınmaya başlamıştır. Yusuf Has Hacib’in ünlü eseri Kutadgu-Bilig’e göre, Karahanlılarda Türklük şuuru ağır basmaktadır. İlk Türk lügatini yazan Kaşgarlı Mahmud da, Türklük şuuru içinde Divan-ı Lügati’t-Türk’ünde: “Tanrı’nın devlet güneşini Türk burçlarında doğdurmuş olduğunu ve onların mülkleri üzerinde göklerin dairelerini döndürmüş bulunduğunu gördüm. Tanrı onlara Türk adını verdi ve onları yeryüzüne hâkim kıldı; zamanımızın hakanlarını onlardan çıkardı; dünya milletlerinin idaresini onların ellerine verdi; onları herkese üstün eyledi; kendilerini hak üzere kuvvetlendirdi; onlarla birlikte çalışanı, onlardan yana olanı aziz kıldı ve Türkler yüzünden onları her dileklerine eriştirdi; bu kimseleri kötülerin -ayak takımının- şerrinden korudu; oklarının dokunmasından korunmak için, aklı olana düşen şey, bu adamların tuttuğu yolu tutmak oldu; derdini dinletebilmek ve Türklerin gönlünü almak için, onların dilleriyle konuşmaktan başka yol yoktur; bir kimse kendi takımından ayrılıp da onlara sığınacak olursa, o takımın korkusundan kurtulur; bu adamla birlikte başkaları da sığınabilir” ifadeleriyle Türk, Türkler ve Türklük ile ilgili bilgi veriyor. Kaşgarlı Mahmud, Hz. Muhammed’den şu hadisi naklederek, Türkleri ve Türkçenin önemini vurgular: “Türk dilini öğreniniz; çünkü onlar için uzun sürecek egemenlik vardır”. Ayrıca yine yüce Tanrı’nın “Benim Türk adını verdiğim ve şarkta yerleştirdiğim bir ordum vardır. Bir kavme gazaplandığım zaman, onları o kavim üzerine hâkim kılarım” buyurduğuna dair bir de kudsi hadis nakleder.[3]
Büyük Selçuklu devrinde Tuğrul, Alparslan, Melikşah ve Sancar gibi sultanlar, Türk Cihan hâkimiyeti ülküsüne ulaşmışlardır. Sultan Alparslan, Bizans’a karşı Türklük-İslâmlık şuuru içinde 26 Ağustos 1071’de kazandığı Malazgirt Zaferi ile bir taraftan kendisinden önceki fetihleri tamamlamış, diğer taraftan da kendisinden sonraki fetihlere yön ve şekil vererek, Anadolu’nun ebedî bir Türk yurdu olmasını sağlamış ve Türkiye Tarihi’ni başlatmıştır.
Anadolu Selçukluları devrinde; Sultanlar bir taraftan Türk birliğini kurmaya çalışırken, diğer taraftan da Haçlılar ve Bizanslılara karşı ülkeyi koruyarak, yeni yeni fetihlerde bulunmuşlar, Akdeniz ve Karadeniz’e ulaşarak, fethettikleri yerleri maddi ve manevi yönden Türkleştirerek, vatanlaştırmışlardır. Bundan dolayıdır ki, Anadolu Selçuklu sultanlarından I. Mesud (1116-1156) döneminde fetihlerle Türkleşen Anadolu, Batılılarca Türkler’in yurdu anlamında “Türkiye” olarak adlandırılmış ve Sultan II. Kılıçarslan’ın Bizans’a karşı kazandığı 1176 tarihli Miryokefalon Zaferiyle de bu isim teyit edilmiştir.
Anadolu Selçuklu topraklarında kurulan Türkmen beylikleriyle Anadolu Türklüğü yeniden canlanmış ve Karamanoğlu Mehmet Bey tarafından Türkçe resmi dil olarak ilan edilmiştir.
Türkiye Selçukluları topraklarında kurularak; Osman Gazi ile “Beylik”, Yıldırım Bayezid ile “Sultanlık”, Fatih Sultan Mehmed ile “İmparatorluk”, Yavuz Sultan Selim ile “Sultanlık-Halifelik” olan Osmanlılar; Fatih’le Karadeniz’i; Kanuni Sultan Süleyman ile Akdeniz’i birer “Türk Gölü” haline getirerek Türk cihan hâkimiyeti ülküsüne ulaşmışlardır. Avrupa devletleri üzerinde hâkimiyet kurdukları XVI. yüzyıla “Türk Yüzyılı” denilmiştir. Osmanlılar bu yüzyılda her alanda bütün dünyanın dikkatini çeken bir “Süper Devlet” idi. Osmanlı devrinde “İslam” adı, Batılılar tarafından “Türk” adı ile aynı manada kullanılmıştır.
Ancak ne var ki zamanla Selçuklu ve Osmanlı devletlerini kuran Türk unsuru, adeta kendi devleti sınırları içinde bir azınlık durumuna düşürülmüş, itilmiş, kakılmıştır. Aydınlar ve idareciler, Osmanlı Devleti’nin parçalanacağı korkusuyla “Türk”, “Türklük” ve “Türk milleti” hatta “Türkiye” sözlerini kullanmaktan ve milli benliklerini açıkça savunmaktan çekinmişlerdir. Osmanlı aydınlarının sözü edilen kelimeleri kullanmaktan nasıl çekindiklerini Ömer Seyfeddin şöyle açıklar: “Türk, Türkler, Türklük, Türkiye kelimeleri ağza alınmıyor, hatta en muktedir muharrirler Memâlik-i Osmaniye’ye Avrupalıların “Türkiye” demesine kızıyorlardı!”[4]
Buna karşılık, imparatorluk idaresindeki Türk olmayan unsurların istiklal hevesine kapılarak, devleti yıkıp, ülkeyi parçalamaya yönelmeleri üzerine, bazı Türk şair ve düşünürlerin Türkçülük akımını bir devlet doktrini olarak ortaya attıklarını biliyoruz.
KEMAL GÖDE-TÜRK YURDU / TURKISHFORUM – ABDULLAH TÜRER YENER
Bir yanıt yazın