KAN DAVASI

O akşam İsmail ve eşi Hülya ile birlikte bize ziyaret gelmişlerdi. Ne kadar mutlu olmuştum,

Uzun seneler bir birimizden kopmuştuk. Tarsus Amerikan Kolej sonrası hiç karşılaşmamıştık. Çocuklarımızın aynı okulda, aynı sınıfta olması bizi bir araya getirmeye yetmişti. Hülya ile ilk defa karşılaşıyordum. Hani böyle ortamlarda sorulur ya, ‘ siz nerelisiniz ‘diye. Bende bu soruyu Hülya sordum, çünkü İsmail in nereli olduğunu biliyordum. ‘ Nazilli’liyim ‘ demez mi?  ‘Tam isabet, bende Denizli’liyim ‘  dedim. Hülya hemen atıldı ‘ Ben Demirci Efe’nin torunun, çocuğuyum ‘ diye devam etti sözlerine. İşte burada başladı hikaye.    

Saraçların Mehmet, o gün tarladaki çalışanları erken bırakmıştı . Çömleksaz’da gece tarlada yatmıştı Saraçların Mehmet. Tarlanın alt kösesinde söğüt ağacının altına ağaç dallarından yüksek bir seki yapmış, üzerini sazlarla kaplamıştı. Etrafta saz çok olduğu için yörenin adı da Çömlek saz olduğunu söyler köylüler.  Kimi gece tarlanın bu köşesinde yatar, sabah erkenden çalışmaya koyulurdu. Zaman zaman pamuk tarlasında çapalama işleri yoğun olur, çalışan işçilerle beraber orada kalırdı. Getirdiği ekmeği ve katığı onlarla paylaşırdı.

Yolun her iki tarafında pamuk bahçeleri vardı, yazın sonunda bu bahçeler çapalanır ve su verilirdi. Çapa işi bittiği için pınar başına gitti, kanalın su akısını kapatan tahta sürgüyü kaldırdı. Su olanca hızı ile hazırlanmış kanaldan tarlanın her tarafına dağılmaya başladı. Yolun kenarında  antik çağdan kalma yekpare taştan oyma künkler vardı. Antik çağda bu yörede Leodikya krallığının önemli şehri olan Hierapolis’e suyu Honaz dağından bu künklerle getirmişlerdi. Simdi ise çardak deresinden gelen  sulama suyu arklarla dağıtılmaktaydı. Künkler ise kaderine terk edilmiş bir kenarda durmaktaydı. 

Bir tarihi anlatan yorgun künkler kim bilir  kaç asır bu yöreye su taşımış, görevini tamamlamıştı. Erzak çıkınını  sardı, atının terkisine koydu, karabaş diye çağırdığı köpeğine artan yemekleri, onun kabına bıraktı ,yanındaki su kabına da bir miktar kanaldan su koydu. Köpeğinin yemeğini bitirmesini bekledi .  Yavaşça atına bindi, al yeleli atını çok severdi. Beş kızı, bir de oğlu vardı Saraçların Mehmet’in.  Kızlardan en küçüğü Habibe’yi de bir yörük 

istemiş, ona  gelin vermişti. Simdi ise daha çok çalışması gerekli idi. Geride kalan  daha dört kızını gelin edecekti. En küçükleri Serif’i de  tatlıcı dükkanına koyar , evde yapılan tatlıları bu  dükkandan satabilirdi. Bir birine duvarlarla bağlı ve birer kapı ile bahçeden bahçeye geçilen yedi bahçeli evlerde bu  kardeşler bir arada yaşarlardı. 

Delikli çınardan akan su, kanallarla bütün  bu evlerin bahçelerinden geçer, bahçenin karşısındaki fırının önünden sokağın kenarından okulun yanına doğru akar giderdi . En büyükleri Mehmet olan Saraç ailesi, ana-erkil bir toplumun iyi bir örneğini vermekte idi. Bütün aile en büyük olan EBE kadının  sözünü  hep dinlerlerdi. Niye saraçlar denirdi kimse bilmezdi , çünkü deri ve ayakkabı işi ile hiç uğraşmazlardı. Kimi zaman kendi ihtiyaçlarına yönelik tarlada giyilmek için ince köseleden çarık yaptıklarından olsa gerek, saraçların Mehmet ,  Saraçların Şerif , Saraçların Kamil diye anılırlardı.  

O günlerde Denizli’de esnafı haraca bağlayan Sökeli Ali efe , ve Kara Mustafa’yı , şehirde yaşayan ve bu gidişattan mutsuz olan bazı esnaf, tabakhane yöresinde Efelerin iki kızanını  kıstırırlar . Kısa bir ateş sonunda her ikisini de tüfekle öldürürler. Her iki kızan da Demirci efenin kızanları olduğu için haber, Demirci efeye kısa zamanda duyurulur. Bu hadisenin üzerine, ufak tefek bir adam olan Demirci Efe, fedai anlamında olan  kızanları ile birlikte Denizli’ye özel trenle Goncalı dan gelir. Daha ayağının tozuyla tren garında Albay Tevfik ve Savcı Mehmet Ali beyi tabancasıyla öldürür. Şehrin ileri gelenleri alel acele şehri terk ederler. Çoğu yakın yöre olan Honaz’daki Tavas ‘a giderler. Demirci efe şehirde kalan bütün eşrafı Delikli Çınara toplamalarını emreder.

Bu olaylardan habersiz Saraçların Mehmet , akşam olmaya yakın evine gelir. Büyük tahta bahçe kapısını açar,  atını bahçenin içine ki yaşlı dut ağacına bağlar. Dışardaki bağrışmaya pek anlam verememekle birlikte bir şeylerin doğru gitmediğini anlar. Kısa bir zaman sonra dış  kapı kırılırcasına çalınır. Açılan kapıdan içeri giren Demirci efenin kızanları, Saraçların Mehmet’i sürüklercesine alıp, Delikli Çınar’a, suyun  aktığı yere götürürler. Dere kenarında şehrin eşrafından kalan bir gurup insanın yanına koyarlar. Hepsini dizlerinin üzerine çöktürürler. Demirci Efe hepsine kızanlarını kimin öldürdüğünü sorar. Orada bulunan kimse bu olaydan haberleri olmadığından, bilmediklerini ifade ederler. Demirci Efe hepsinin başlarının vurulmasını emreder. Bir kılıç darbesi ile hepsinin başları gövdelerinden düşer. Delikli Çınarın suyu o gece Denizli’de kıpkırmızı akar. 

Demirci efe kan dökmeye doymaz. “Yeminim var Denizli’yi yakacağım” der . Daha sonra  ikna ederler de , eski mezarlığı ateşe verip  yakarlar ve  bu yemini durdururlar. 

Büyük dedem Saraçların Mehmet de, bu olayda, hayatını kaybetmesi, aile olarak bizde derin bir yara bırakmıştı. Bu olay 5 Temmuz 1920 senesinde meydana gelmiş, tabiidir ki  Demirci Efe ye karşı fazla bir muhabbet beslediğimizi iddia edemem, ancak bu olay değerli arkadaşım İsmail’in sevgili eşi Hülya’yı sevgi ve muhabbetle anmamızı engellememekte diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.  

Metin Atamer 

O akşam İsmail ve eşi Hülya ile birlikte bize ziyaret gelmişlerdi. Ne kadar mutlu olmuştum, - metin atamer

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir