Sanayileşmiş emperyalist ülkelerin yayılma politikaları

ATATÜRK sonrasında İç Cephenin çökertilme serüveni…

Haluk DURAL

Milli Merkez Genel Sekreteri

15.03.2022

ATATÜRK sonrasında İç Cephenin çökertilme serüveni… - sanayi fabrika gunbatimi

 Sanayileşmiş emperyalist ülkelerin yayılma politikaları

 Gelişmiş, sanayileşmiş kapitalist ülkeler, kapitalist üretim ilişkilerinin doğası gereği, üretimden elde ettikleri kârı maksimize edebilmek için üretim maliyetlerini azaltmak isterler. Diğer bir deyişle daha az enerji, daha az işçilik ve daha az hammaddeyle birim zamanda daha büyük ölçeklerde daha çok üretim yapmayı hedeflerler. Bu nedenle;

1-   Üretim teknolojisini geliştirirler. Kârlarını, büyük ölçekli ve ileri teknolojili yatırımlara çevirdiklerinde, istihdam azalır. Üretimdeki işçi sayısı azalırken, işsizliğin artmasına yolaçarlar. Toplumsal barışı bozarlar.

 2-   İşgücü maliyetini düşürmek için ücretleri kısarlar ama alım gücü düştüğünden ürettikleri mallara talep azalır, satışlar düşer, pazar daralır, stokları artar, üretimde âtıl kapasiteler büyür. Ekonomik kriz kaçınılmaz olur.

 3-   Sürekli ve ucuz hammadde temin etmek için kendi ülkelerindeki kaynakları tüketince, diğer ülkelerin hammadde kaynaklarına yönelirler. Uygun fiyatla hammadde alamazlarsa ülke yönetimlerine müdahale eder, direnişle karşılaştıklarında savaşır ve işgal ederler.

 4-   Kesintisiz ve ucuz enerji peşinde koşarlar, kendi kaynakları yetmezse diğer ülkelere müdahale veya işgal ederler.

Kapitalist üretim sisteminin bu “eşitsiz” gelişimi, sonuç olarak ekonomik krizlere[[1]], ülke içinde kargaşaya ve sonunda kaçınılmaz olarak uluslar arasında savaşlara neden olur ki bilindiği üzere I. ve II. Dünya Savaşları gelişmiş emperyalist/kapitalist ülkelerin dünyadaki enerji, hammadde kaynaklarının ve pazarların paylaşılması için çıkardıkları savaşlardır ve günümüzde bölgesel savaşlarla bu paylaşım mücadelesi halen devam etmektedir.

 ABD liderliğindeki batılı emperyalistler jeopolitik hedeflerine erişmek için, 21. Yüzyılı şekillendirmek amacıyla kullandıkları başlıca jeostratejik araçları devreye soktular:

 – ABD merkezli Tek Kutuplu Dünya kurmak için önce Gorbaçov ve benzeri yeteneksiz liderlerin de işbirliği ve katkılarıyla Sovyetler Birliği’ni dağıttılar,

 – Yayılmacılıklarına gerekçe yaratmak için Medeniyetler Çatışması adı altında İslamiyet diye yeni bir düşman yarattılar,

 – Emperyalist yayılmacılığın önündeki en büyük engel olan Ulus Devletleri yıkmak için standart programları devreye aldılar. Bu amaçla:

 a-   Ulus Devletleri ele geçirmek ve/veya yıkmak üzere hedef devletlerin “İÇ CEPHELERİ”ni zayıflatmak gerektiğinden yola çıkarak, milletleşme sürecini durdurmak ve hattâ geri çevirmek için toplumun içindeki dinsel ve etnik farklılıkları kaşımak üzere, dinî tarikatları ve mikro-milliyetçi akımları gizli veya açık olarak destekleyerek, hedef ülkelerdeki işbirlikçi bayraksız-vatansız aydınlar eliyle, özünü boşalttıkları “Demokrasi, İnsan Hakları, Özgürlük (Bağımsızlık değil!)” kavramlarını siyasal ve kültürel silah olarak kullanarak, milleti ayrıştırıp, bölerler.

b- Sovyet sistemi iflasını liberal ekonominin zaferi diye ilan ederek, “küreselleşme” fırtınasıyla, hedef ülkelerde yönetime gelmesini destekledikleri işbirlikçi iktidarlar eliyle ulus devletlerin ekonomilerini tüketime-ithalata çevirerek, ülkeleri aşırı dış borca sokup, istikrarsızlaştırıp kırılganlaştırarak, müdahaleye açık hale getirirler.

Ebedi önderimiz Atatürk “ … Önemli olan, memleketi temelinden yıkan, milleti esir eden iç cephenin çöküşüdür. Bu gerçeği bizden çok daha iyi bilen düşmanlar, bu cephemizi yıkmak için yüzyıllardır çalışmışlar ve çalışmaktadırlar. Bugüne kadar başarı da sağlamışlardır. Gerçekten ‘kaleyi içinden almak’, dışından zorlamaktan çok kolaydır. Bu maksadı gerçekleştirmek için, içimize kadar sokulabilen mikropların ve ajanların varlığını iddia etmek yerindedir.” diyerek halen geçerli olan bu gerçeği yüz yıl önce tespit etmiştir. Egemenlik ve bağımsızlık için vatanın savunulmasında İç Cephenin sağlamlığı, en başta milletin birliğine ve kuvvetine dayanır.

Mustafa Kemal 10 Ağustos 1920’de Afyon’da subaylara hitaben;

“… Bağımsızlık sahibi olmak için, kuvvet sahibi olmak ve bunun için mevcudiyetini ispat etmek icap eder. Kuvvet ordudur. … İngilizler, milletimizi bağımsızlıktan mahrum etmek için, pek tabii olarak evvela onu ordudan mahrum etmek çarelerine giriştiler. …Sonra kumandanlarımıza ve subaylarımıza tecavüz ve taarruza başladılar. Askerlik izzetinefsini yok etmeye gayret ettiler. … Her halde ordu, düşmanlarımızın birinci taarruz hedefi oldu. Orduyu imha etmek için mutlaka subayları mahvetmek, aşağılamak lazımdır. …Çünkü düşmanlarımız herkesten evvel onları öldürür. Onları aşağılar ve hor görürler. …”

Cumhurbaşkanı İsmet İnönü döneminde 1939’da İngiltere ve Fransa ile üçlü ve 1945 sonrasında ABD ile yapılan ikili anlaşmalarla, İstiklal Harbimizle defettiğimiz emperyalistler ülkemize tekrar sızmaya başladılar. Özellikle 1952’de NATO üyesi olunduktan sonra İstiklal Harbinin kazanmış muzaffer Türk Ordusu giderek Atlantik cephesine bağlanmış, 1960 ihtilaliyle millilik vasfı tekrar canlansa bile Amerika/NATO destekli 1971, 1982 faşist darbeler ve 2016 kalkışması ile batıya bağlılığı devam ettirilmiştir.

Atatürk’ün sağlığında yapılan sanayi yatırımları ile büyük bir kalkınma hızı sağlayan Türkiye, II. Dünya Savaşı öncesinde hazırlanan Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı 1950’de iktidara gelen Demokrat Parti tarafından rafa kaldırılmış, köyden kente göçler teşvik edilerek, açılan ithalat furyasıyla toplumun tüketim kalıpları değiştirilmeye başlanmış, irticai faaliyetlerin hoşgörülü tavırlarla yeniden hortlamasıyla, toplumun lâik ve lâiklik karşıtı olarak din bazında ayrıştırılmaya başlamıştır. DP’nin yürüttüğü ve Vatan Cephesi ile doruğa erişen ağır partizanlıkla millet birliği bozulmuştur.

1961 Anayasasının yarattığı görece özgür ortamda, 1964 yılında Kıbrıs’ta yaşanan olayların da etkisiyle özellikle Atatürkçü gençlik hareketleri yükselmeye başlamış, gençliğin “tam bağımsızlıkçı” taleplerini tehdit olarak algılayan ABD/NATO, örtülü operasyonlarla silahlı eylemleri teşvik edip gençliği sol-sağ olarak bölerek, iç cephede önemli bir gedik açmıştır.

30 Eylül 1960’da Devlet Planlama Teşkilatı’nın kurulmasıyla, yapılan Beş Yıllık Kalkınma Planları çerçevesinde 1980 darbesine kadar geçen sürede sanayileşme atılımları devam etmiş, 70’li yıllarda uygulanan “ithal ikamesi” programıyla, özel sektör yatırımlarında da artışlar yaşanmıştır.

1980 darbesi öncesi Demirel Hükümeti tarafından ilân edilen 24 Ocak kararları ile planlı kalkınma fiilen terkedilerek liberal model, ekonominin temel tercihi yapılmıştır.

1970 yılında din eksenli ilk siyasi parti olan Milli Nizam Partisi’nin kurulmasıyla 1950’den itibaren yeşertilen irtica siyaset sahnesinde yerini almıştır. 1980 sonrasında kurulan Özal hükümetleri ekonomik alanda ABD/İngiltere eksenli “küreselleşme” politikalarını esas alarak, planlı kalkınma ve sanayileşmeden tümüyle vazgeçerek, ülkemizin direnç kaynakları olan kamu yatırımlarını özelleştirmeye başlamış, ithalatı ve yabancı para kullanımını serbest bırakarak, yaklaşık 18,6 milyar dolar tutarında devraldığı toplam (kamu 18, özel 0,6) dış borcun hızla yükselmesine zemin hazırlamıştır.

1960 sonrasında Polis ve Meteoroloji Radyolarında başlatılan geleneksel Türk Halk müziği ile bağdaşmayan türkü yayınları, 70’li yıllarda arabesk müzikle eşleşerek, Özal döneminde TRT kanunu çiğnenip, kurulan kaçak televizyonlar ile yaygınlaştırılarak, Türk Sanat ve Halk Müziği yayınları azaltılıp, sistemli şekilde bir kültür yıpranması yaratılmış, toplumsal birliğin kutuplaşması hızlanmıştır.

1984’de yaşanan Eruh ve Şemdinli baskınlarını yapan PKK’nın silahlı terör faaliyetleri, ayrılıkçı Kürt hareketlerini hızlandırmış, yaklaşık kırk yıldır ABD, İngiltere, Fransa, İsrail, Almanya ve Yunanistan tarafından desteklenen PKK ile mücadelede 45 bin vatandaşımız hayatını kaybederken yüz milyarlarca dolarlık kaynak, kalkınma yerine mecburen vatanın savunulmasında kullanılmıştır.

Avrupa Birliğine üyelik hayaliyle, üye olmadan “gümrük birliği” anlaşması yapılarak, hizmetler sektörü dahil, Türkiye’nin iç pazarı tümüyle yabancı mallarına ve sermayesine açılmıştır. Böylece hammadde ve aramalı üreten milli imalat sektörüne yatırımlar durmuş, sanayi %80 ithal girdiye bağlı “montaj sanayine” dönmüştür.

Özal döneminde başlatılan tarım desteklerinin kaldırılması Ecevit koalisyon hükümeti döneminde Kemal Derviş’in uygulattığı IMF patentli programla tamamlanarak, Türk tarımının ipi çekilmiştir.

2002 sonrasında ise kamuya ait bütün sanayi tesisleri özelleştirilip, üretimden kopartılmış, yeraltı ve yerüstü varlıklar; limanlar, madenler, haberleşme altyapıları ve hizmetleri, bankacılık sektörü yabancı sermayeye devredilmiş, petrokimya, petrol rafinaj ve dağıtım, enerji üretim ve dağıtımı yabancılara açılmış, özelleştirilmiştir.

Köy okulları kapatılarak, öğretmen köyden çıkarılmış, köylerde İstiklal Marşımızın okunması unutturulmuştur. Eğitim, ortaokul düzeyinde imam-hatipleştirilmiş, eğitim müfredatlarında İstiklal Harbi tarihimiz, fen dersleri azaltılmış, neredeyse her mahalleye akademik kadrosu olmayan bir tane üniversite açılarak, bilgisiz ve sonuç olarak işsiz gençler ordusu yaratılmıştır.

Uygulanan yanlış dış politikalarla bütün komşularımızla dostluklar kaybedilmiş, bilinçli bir şekilde Suriye, Irak, Afganistan başta olmak üzere ülkeye kesin sayısı belli olmamakla beraber 8 milyon dolayında sığınmacı kabul edilerek, ülkenin nüfus yapısı tahrip edilirken, halkın vergilerinin bir kısmı ile sığınmacıların her türlü ihtiyacı karşılanmasına 90 milyar dolar harcanmıştır.

2017 Anayasa referandumu ile kuvvetler ayrılığı esasına dayanan parlamenter sistemden “Tek Adam” rejimine geçilmesinden bu yana, ülkemizde uygulanan yanlış ekonomik kararlar nedeniyle yatırım ve üretimin azalması, dış borçların artması, Kamu-Özel İşletmeleri modeli ve yabancı sermayenin kâr transferlerinin artması yüzünden Milli Gelir yıllar itibariyle azalmakta, gelir adaletsizliği ise vahşi şekilde artmaktadır. Toplumda yaşanmakta olan işsizlik, hane halkı gelir kaybı, yüksek enflasyon, başta gıda olmak üzere temel tüketim maddelerindeki çok yüksek ve durdurulamayan fiyat artışları toplumsal huzursuzluğun giderek bir sosyal patlamaya dönüşme riskini artırmaktadır Uzun yıllar süren ağır eğitimlerinin maddi ve manevi karşılığını alamayan; bilim adamı, mühendis ve doktorlar gibi nitelikli işgücü, gelirlerinin düşüklüğü, iş bulma ve kariyerlerindeki doğal yükselmenin partizanlık nedeniyle heba edilmesi yüzünden yurtdışına göçmeye başlamıştır. 

İktidar mensuplarının kaba siyaset dili, kendi oy tabanlarında destek görse de yaşanmakta olan ayrılıkçı Kürt hareketinin yanında, toplumda hızlı bir ayrışmaya yolaçmakta, kitleler arasındaki körüklenmiş eğitim ve kültürel farklılıklar derinleşmekte, hattâ giderek potansiyel bir çatışma riskine dönüşmektedir.

Sonuç olarak, 1950’den beri iktidara gelen veya gelmeyen siyasi partiler, sahip oldukları ideoloji ve siyasi tercihleri ile hep, Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı bütün sorunların kaynağı olan batı emperyalizminin dümen suyundan gitmeyi esas alan programlara sahiptirler ve iktidar olanlar; Türkiye’yi ekonomik, askeri ve kültürel olarak ABD/AB dayatmalarına uygun şekilde milletimizin dinî ve etnik bazda ayrışmasına hizmet ederek İÇ CEPHEMİZİ çöküşe sürüklemişler, dış müdahaleye açık hale getirmişlerdir.

Günümüzde yaşanmakta olan Rusya-Ukrayna savaşı nedeniyle AB-D/NATO ülkeleri tarafından Rusya’ya uygulanmaya başlayan ekonomik yaptırımların sebep olduğu hızla artan petrol, doğalgaz, kömür fiyatları zaten krizde olan Türkiye ekonomisindeki yüksek enflasyonu hiper-enflasyona sıçratacaktır. Bu olumsuz koşullar iklimde görülen aşırı sıcaklıkların sebep olduğu kuraklık ve ilaveten AKP iktidarının yanlış tarım politikaları yüzünden, çatışan bu iki ülkeden yapılmakta olan başta buğday ve yemeklik yağ ithalatını zora sokacak ve yaz aylarında ülkemizde kıtlık tehlikesi baş gösterecektir.

Çözüm:

Yakın bölgemizde cereyan eden Rusya-Ukrayna çatışması karşısında Atatürk’ün “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesi çerçevesinde, NATO üyesi olmamıza rağmen, “kesin tarafsızlık” konumunda kalınmalı, ülkemiz her türlü sıcak çatışmadan uzak durmalıdır.

Köklü çözüm ise yeniden, Atatürk’ün tesis ettiği cumhuriyetimizin kurucu ilkelerine geri dönmektir. Bunun için; Atatürk ilke ve inkılâplarını, demokratik, lâik ve üniter ulus devletimizi, anayasanın ilk dört maddesini, hukukun üstünlüğünü savunan, tam kuvvetler ayrılığını esas alan parlamenter sistemi benimseyen, TBMM’nde temsil edilen veya edilmeyen bütün siyasi partiler ve demokratik kitle örgütlerinin katılımlarıyla kuracakları geniş tabanlı Türkiye İttifakı’nın yapılacak demokratik seçimlerle iktidara yürümesini sağlamaktır.

ATATÜRK sonrasında İç Cephenin çökertilme serüveni… - kondradiev dalgalari

* * *

[[1]] : Haluk Dural, Kondratiyev Dalgaları ve Kriz, 12.07.2009 https://www.academia.edu/38523415/Kondratiyev_Dalgalar%C4%B1_ve_k%C3%BCresel_kriz


Yazıları posta kutunda oku


Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir