Prof. Dr. Süleyman Çelik (scelik44@gmail.com)
Devletleri kral ve padişah gibi muktedirlerin yönettiği Ortaçağ’da Batı’daki saraylarda soytarı, Doğu’daki saraylarda ise dalkavuklar olurdu.
Soytarının görevi muktediri güldürerek eğlendirmekti. Bu nedenle esprili ve hazırcevap olur, yeri geldiğinde muktediri bile iğneler, eski deyimle hicvedebilirdi.
Gülmenin hafiflik sayıldığı, üstelik muktedirlerin eleştiriden hoşlanmadıkları, hatta hicvedenlerin bile kellesini kestirdikleri Doğu’da soytarı olmaz, dalkavuk olurdu. Dalkavuk muktedirin hınk deyicisiydi. Onların sözlerini onaylar, “isabet buyurdunuz, devletlüm” der; ya da duymak istediklerini söylerdi…
***
Batı, Aydınlanma devrimi ile Ortaçağ’dan çıktı, akıl çağına girdi. Herkes kendi aklına güvendiği için yaşamını sürdürmek üzere başkasının aklına gereksinimi kalmadı. İnsanlar arasında fark olmadığı; dinsel söylemle, “herkesin Tanrı’nın kulu olduğu” algılandı. Dolayısıyla insanların peşinden gidecekleri, dinsel ya da siyasal önderlere/ kılavuzlara/ mürşitlere gereksinimi kalmadı. Akıllarını kullanarak bilimi kılavuz edinip yaşamlarını sürdürmeye başladılar. Bazı ülkelerde sembolik kral/kraliçeler hala var olmakla birlikte, bunların hiçbir işlevi olmadığı için, soytarı da kalmadı.
Aydınlanma devriminin gerçekleşmediği Doğu, Ortaçağ karanlığından çıkamadı. Dolayısıyla, kendi akıllarına güvenemeyen insanlar, hala dinsel ve siyasal (sözde) önderlerin peşinden koşuyorlar. Bazı ülkelerde padişahlık/ şahlık dönemi sona erdi; hatta bazıları demokratik olduklarını öne sürüyorlar. Ancak sözde demokrasi var, ama demokratik kurumlar olmadığı gibi parti içi demokrasi hiç yok. Dolayısıyla her partinin lideri kendi partisinde muktedir, iktidara gelen de ülkenin muktediri oluyor…
Muktedirler olunca da çevrelerini dalkavuklar, günümüzdeki deyimle yalakalar sarıyor…
***
Samsun’a ikinci gelişinde, öğretmenler Atatürk’ü, birlikte çay içip söyleşi yapmaya davet ederler. Öğretmenlerle birlikte olmaktan her zaman mutlu olan Atatürk, daveti memnuniyetle kabul eder. Söyleşi İstiklal Ticaret Okulu’nda yapılır. Önce, ev sahibi olarak öğretmenler konuşur. Sorunlarını anlatırlar. Atatürk not alarak dinler. Ancak konuşmalar övgü yarışına girince, kendisi söz alır ve daha sonra “hayatta en hakiki mürşit (kılavuz) bilimdir” özdeyişine dönüşecek aşağıdaki konuşmayı yapar (22 Eylül 1924).
“Muhterem Hanımefendiler, Muhterem Beyefendiler,
Bana Samsun’da, siz değerli öğretmenlerle bir arada bulunma mutluluğunu sağladıkları için, bu toplantıyı düzenlemiş olanlara çok teşekkür ederim.
Benden önce konuşanlar uzak geçmişi çok güzel anlattılar. Yakın geçmişte yaşadığımız acıları da yürekleri kanatacak kadar açıklıkta açıkladılar. Bu arada beni de övmek/ yüceltmek inceliğinde bulundular. Bu övgünün içten/ yürekten geldiğini bildiğim için çok teşekkür ederim. Ancak sizin gibi bir insana sizden üstün bir değer vermek, her şeyi bir tek insanın kişiliğinde toplamak; düne, bugüne ve geleceğe ilişkin tüm toplumsal sorunların saptanıp çözülmesini, böyle büyük bir milletin sıradan bir bireyinden beklemek doğru değildir ve milletimize haksızlıktır…
Muhterem kardeşlerim! Ulusumuzun ve yurdumuzun yaşamını ve geleceğini ilgilendirmesi nedeniyle bir gerçeği açıklamak zorundayım. Yurttaşınız olan herhangi bir kimseyi istediğiniz gibi sevebilirsiniz. Kardeşiniz gibi, arkadaşınız gibi, babanız gibi, çocuğunuz gibi, sevgiliniz gibi sevebilirsiniz. Ama bu sevgi size, ulusal varlığınıza olan bağlılığınız ile yurt ve millet sevginizi unutturacak kadar, o kişiye bağlanıp, onun ardından gitmek sonucunu doğurmamalıdır. Bu şekilde davranmak kadar büyük yanılgı olamaz. Bir ulus için, bir ulusun varlığı, onuru ve büyüklüğü için bundan daha kötü bir şey olamaz. Türk milleti geçmişte bunun neden olduğu çok büyük acılar/ yıkımlar yaşadı. Ben, mensup olduğum büyük milletimin böyle bir hatayı artık yapmayacağına, yani bir kişiye tapınırcasına bağlanma yanlışına bir daha sapmayacağına güvenip inanmakla ancak rahatlayabilirim.
Kardeşlerim, dünyada her şey için, maddiyat için, maneviyat için, yaşam için, başarı için en gerçek kılavuz bilimdir, fendir. Bilimin ve fennin dışında yol gösterici aramak aymazlıktır, densizliktir, cehalettir, sapkınlıktır. Ancak bilimin ve fennin sürekli olgunlaşıp geliştiğini, sürekli yenilendiğini kavramak ve ilerlemelerini gözden kaçırmamak gerekir. Bin, iki bin, binlerce yıl önceki bilimsel kuramları, yasaları, kuralları günümüzde olduğu gibi uygulamaya kalkmak, elbette bilime ve gerçeğe aykırıdır. Çok mutlu bir sezişle anlıyorum ki sizler bu gerçekleri kavramışsınız. Öğrencilerinizi de bu doğrultuda eğiteceğinize inanıyorum…” (Kaynak: Atatürk’ün Bütün Eserleri, 17. Cilt S. 44)
Başka bir konuşmasında da “benim manevi mirasım akıl ve bilimdir. Aklını kullanarak bilimi kılavuz edinenler manevim mirasçılarım olur” demiştir.
Bu görüş, Aydınlanmacı dünya görüşüdür. Bu bakımdan yaptığı devrimlerin son ereği, Aydınlanma devrimini gerçekleştirmek ve ülkemizi Ortaçağ karanlığından çıkarmaktı…
***
Bilimi kılavuz edinenler, “isabet buyurdunuz, efendim” diyen yalakaları sevmez. Tersine karşıt görüşte olanları dinlemek, onlarla tartışmak ister. Çünkü bilim “kuşku” demek, “sorgulama” demek, “eleştiri ve tartışma” demektir. Ancak bu yolla doğrular bulunur/ sorunlar çözülür…
Atatürk, okullarda ders kitabı olarak da okutulan iki kitap yazdı. Biri, Arapça terimlere Türkçe karşılıklar türeterek yazdığı “Geometri”, diğeri “Yurttaşlar İçin Medeni Bilgiler”. Fakat bu kitaplara yazar olarak kendi adını yazdırmadı. “Yazarın benim olduğunu görenler kitapları eleştirmekten kaçınırlar. Bu da varsa yanlışların düzeltilmesini engeller” dedi. Yani kitapların eleştirilmesini istedi.
Atatürk yaşamı boyunca çevresinde dalkavuk barındırmadı, tersine eleştiriden hoşlandı, eleştirel bir yaklaşımla kendisine karşı çıkanları cezalandırmak bir yana, ödüllendirdi. Örneğin, 1924 Anayasası hazırlanırken, “cumhurbaşkanına yasaları veto edebilme yetkisi” istedi; ancak iki genç milletvekili, Mahmut Esat Bozkurt ve Şükrü Saraçoğlu, “Meclis’in üzerinde hiçbir makamın olamayacağını” savunarak, buna karşı çıktılar ve bunların dediği oldu…
Bu iki genç milletvekili daha sonra bakan, hatta Şükrü Saraçoğlu Başbakan oldu.
Bu olay, Cumhuriyet’in henüz başında yaşanmış olduğu için “Atatürk daha muktedir olamamıştır” diye düşünenler olabilir. O zaman 1932’de yaşanmış bir örnek daha verelim: Reşit Galip olayı!…
Genç bir milletvekili olan Reşit Galip’in Atatürk ile sert tartışmasını herkes bilir (bilmeyenler, internetten arayıp bulabilir). Günümüzde bundan daha hafif bir tartışma yaşansa, tüm parti liderleri böyle bir milletvekilinin siyasal yaşamını bitirir. Oysa Atatürk onu bakan yaptı.
Atatürk kuşkusuz, tüm dünyanın kabul ettiği gibi, büyük bir dahi idi. Ancak yol arkadaşları da zeki insanlardı. Hepsi parlak kurmay subay ya da aydınlardı. Hatta çoğu kolejlerde okumuş, Atatürk’ten daha iyi eğitim almış/ daha iyi yabancı dil bilen, zengin çocuklarıydı. Atatürk’ün farkı, onlardan çok kitap okumuş ve dolayısıyla onlardan çok daha çok bilgili olmasıydı.
***
Ne yazık ki Atatürk ülkeyi sadece 15 yıl yönetti. 15 yılda yeni bir kuşak bile yetiştirilemez. Bu nedenle Aydınlanma Devrimini yaşama geçiremedi. Ondan sonra ülkeyi yönetenlerin ise insanlığın geçirdiği evrimden, uygarlık tarihinden, bilim tarihinden, Aydınlanma savaşımından haberleri yoktu. Yapılanları Atatürk’ün hobisi sandılar ve işi oluruna bırakarak karşıdevrimin kapısını açtılar.
Aydınlanma Devriminin gerçekleşmediği, yani insanların kendi akıllarına güvenmedikleri toplumlarda demokrasi olamayacağı için, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra zoraki geçilen demokrasi sözde demokrasi oldu. Bunu en güzel Menderes, “listeye odunu koysam milletvekili seçtiririm” sözleriyle ifade etmiştir. Şimdikiler onu “Demokrasi Kahramanı” ilan ettiklerine göre, demek ki demokrasi anlayışımız değişmemiş! Sonuç, liderlere biat etmiş milletvekilleri ve partilerin kemik oyları oranında mürit seçmen ile demokrasi oyunu devam ediyor. Mürit olmayanlar ise kararsız olarak ortada dolaşıyor; ya seçimde “kerhen” partilerden birine oy veriyor ya da oy kullanmıyor…
Bu nedenle dalkavukluk hala en gözde meslek. Aslında fazla bilgiye/ birikime gerek yok; yakın geçmişi anımsamak bile gösterir ki yalakalar her devrin adamıdır ve kendisi iktidardan düşünce onu bırakacak, hemen yeni muktedirin çevresinde yerlerini alacaklardır. Dün Baykal’ın çevresinde olanların bugün nerelerde olduklarına bakın!..
Daha çarpıcı bir örnek olarak bizim dalkavukların ustası (duayeni) olan gazeteci yazara bakalım. Babası Tek Parti Devri’nde İsmet Paşa’nın bakanı olan bu kişi, 1960’larda Kemalist solcu Cumhuriyet’te köşe yazarı olarak gazeteciliğe başladı. Daha sonra, Ecevit döneminde İsmail Cem ile birlikte TRT’de, 12 Eylül döneminde evinde ağırlayacak kadar Kenan Evren’in yanında, ANAP döneminde Özal’ın en yakınında gördük. Şimdi de AKP’nin Havuz Medyasının Amiral Gemisi’nde Başyazar olarak hizmetini sürdürüyor!..
Bir yanıt yazın