Ermenilerin söylediği YALANLARI, ters-yüz ederek her melâneti İNKÂRA devam ettiklerini bilmekteyiz. YALANLARI iddialarına dayanak yaparak, ortaya koydukları genel idraksizlik; güya 1915 TEHCİR hadisesinde SÖZDE SOYKIRIMINA uğramaları ve de Anadolu’dan kovulmalarından ibarettir. İşte bu iddiaları içerisine ABD’ye göç etmelerini de bu sözde iddialarının içine sığdırmağa çalışmaktadırlar. Ermenilerin bu soysuzca söyledikleri YALANI çok uzun olmasına rağmen ABD tarihi içerisinde kronolojik çerçevede bölümler halinde anlatmaya çalışacağım. Bunları sizlere aktarırken, asıl üzerinde önemle durulması, düşünülmesi gereken hususun, iki rakip hatta düşman egemen gücün (ABD-RUSYA) Ermeniler-Ermenistan üzerinde her yönde etkinliklerini sürdürürken, hiçbir çatışmaya girmemelerinin manidarlığına cevap arayacağım…
İşte 1.540.000 Ermeni nüfusunu barındıran, Ermeni DİASPORASINI maşa olarak kullanarak, Ermenistan ve de Ermenilere maddi ve manevi her türlü desteği veren devlet… İşte Amerika Birleşik Devletleri ve Ermeniler… Devam ediyorum…
1911
Last Massacre Kızılderili Savaşı
1911
Kelley Creek Kızılderili Savaşı
1914
Bluff Kızılderili Savaşı
1914
İspanya ile yapılan savaş, Amerika’nın, Panama kıstağını geçerek iki büyük okyanusu birleştirecek bir kanal yapılmasına yönelik ilgisini yeniden canlandırdı. Dünya ticaretinde ağırlığı bulunan ülkeler, böyle bir kanalın deniz ticareti açısından çok yararlı olacağının uzun süredir farkındaydılar: gerçekten de, Fransa, XIX. yüzyılın sonlarında böyle bir kanalı kazmaya başlamış; ancak, güçlükler yüzünden çalışmaları durdurmuştu. Artık hem Antil Denizi’nde hem de Büyük Okyanus’ta büyük bir güç konumuna erişmiş olan Amerika Birleşik Devletleri, gerektiğinde savaş gemilerini bir okyanustan diğerine aktaracak bir kanalın askeri açıdan gerekli olduğunu anlıyordu.
XIX. yüzyılın sonlarında, günümüzde Panama olan bölge Kolombiya’nın bir iliydi. Kolombiya Meclisi 1903’te, Amerika Birleşik Devletleri’ne bir kanal açma ve işletme hakkı tanıyan antlaşmayı onaylamayı reddedince, bir grub sabırsız Panamalı, A.B.D. Deniz Piyadeleri’nin de desteğiyle, bir ayaklanma başlattı ve Panama’nın Kolombiya’dan bağımsız olduğunu ilan etti. Yeni devlet, Başkan Theodore Roosevelt tarafından hemen tanındı. Aynı yıl Kasım ayında imzalanan bir anlaşma uyarınca Panama, Atlas Okyanusu ile Büyük Okyanus arasında 16 kilometre genişliğinde bir arazi şeridini, 10 milyon dolar peşinat ve yılda 250.000 dolar kira karşılığında sonsuza kadar kiraladı. Daha sonra Kolombiya’ya kısmi tazminat olarak 25 milyon dolar ödendi. (75 yıl sonra iki ülke arasında yapılan bir antlaşma uyarınca, Kanal 1 Ocak 2000’de yeniden Panama’ya devredildi.) [Çevirmenin notu: Bu cümledeki güncelleştirme tarafımdan yapılmıştır.]
Kanal’ın 1914 yılında tamamlanması, Albay George W.Goethals’ın yönetiminde elde edilen büyük bir mühendislik zaferi oldu; tropikal bir ormanda sıtma ve sarıhummanın üstesinden gelinmesi de olağanüstü bir koruyucu hekimlik başarısı oluşturdu.
Amerika Birleşik Devletleri, Latin Amerika’nın diğer bölgelerinde, düzensiz bir dizi müdahale gerçekleştirdi. Sözgelimi 1900-1920 arasında Amerika Birleşik Devletleri altı Batı Yarıküresi ülkesine müdahale etti, Haiti ve Dominik Cumhuriyeti’nde protektoralar kurdu ve Nikaragua’da da zaman zaman A.B.D. Deniz Piyadeleri bulundurdu. Amerika Birleşik Devletleri 1867’de Fransa’ya baskı yaparak, Meksika’da İmparator Maximillian’ı destekleyen askeri birliklerini geri çekmesini sağladı. Bundan yarım yüzyıl sonra ise, Meksika devrimini etkilemek için şanssız bir askeri girişimde bulunan Amerika Birleşik Devletleri, asi kanun kaçağı Francisco “Pancho” Villa’yı yakalamak için ülkenin kuzey kesimine 11.000 asker gönderdiyse de bunda başarılı olamadı.
Amerika Birleşik Devletleri aynı yıllarda, Amerikalar’da (Kuzey ve Güney Amerika kıtaları) yaşayan uluslararasında kurumlaşmış bir işbirliği temelinin atılmasında da önemli rol oynadı. Dışişleri Bakanı James G.Blaine 1889’da, Batı Yarıküresi’ndeki 21 bağımsız ülkenin, anlaşmazlıkları barışçı yoldan çözümlemek ve ekonomik bağları güçlendirmek amacıyla kurulacak bir örgüte katılmalarını önerdi. 1890’da yapılan birinci Pan-Amerikan konferansı sırasında, ilk yıllarda Pan-Amerikan Birliği ve günümüzde ise Amerikan Devletleri Örgütü (Organization of American States – OAS) olarak bilinen bir daimi kuruluş oluşturuldu.
Buna ek olarak, daha sonra iş başına gelen Herbert Hoover ve Franklin D.Roosevelt hükümetleri, A.B.D.’nin Latin Amerika’ya müdahale hakkını reddeti. Özellikle Roosevelt’in 1930’larda uyguladığı İyi Komşuluk Siyaseti, Amerika Birleşik Devletleri’yle Latin Amerika arasındaki gerilimi ortadan kaldırmamakla birlikte, A.B.D.’nin daha önceki müdahalelerinin ve tek yanlı hareketlerinin yarattığı düşmanlık duygularının azalmasına yardımcı oldu. (171)
1914
Amerika göçen Ermenilerin sayısı 80.000’e ulaştı. (172)
1915
Anadolu’dan Ermenilerin Amerika’ya göçü (25.000) (173)
1915
Bluff Kızılderili Savaşı
1915
Anadolu’dan Amerika’ya Ermeni göçü (9.355) (174)
1915
1914 yılıda Avrupa’da patlayan savaş Amerikan halkında bir şok etkisi yarattı. Çatışma önceleri çok uzaktaymış gibi göründüyse de, ekonomik ve siyasal etkileri kısa zamanda ve derinden hissedildi. Hafif bir çöküntü geçirmekte olan A.B.D. endüstrisi, Batılı Müttefiklerin mühimmat siparişleri sayesinde 1915’te yeniden gelişmeye başladı. Savaştaki her iki taraf ta, üçte biri yabancı bir ülkede doğmuş olan ya da yabancı ülke doğumlu bir ya da iki ebeveyni bulunan Amerikalıların duygularını uyandırmak için propagandaya başvuruyordu. Ayrıca, hem İngiltere’nin hem de Almanya’nın açık denizlerde A.B.D. gemilerine karşı hareket etmeleri Başkan Woodrow Wilson’un sert protestolarına yol açıyordu. Amerika Birleşik Devletleri ile Almanya arasındaki anlaşmazlıklarsa giderek tehlikeli bir duruma giriyordu.
Alman askeri liderleri Şubat 1915’te, İngiliz Adaları çevresindeki sulara giren tüm ticaret gemilerine saldıracaklarını açıkladılar. Başkan Wilson, Amerika Birleşik Devletleri’nin, tarafsız bir ülke olarak açık denizlerdeki geleneksel ticaret hakkından vaz geçmeyeceği uyarısında bulunduysa da tarafsızlık hakları görüşü ve Almanya ne de İngiltere tarafından paylaşılıyordu. Wilson, ülkesinin, Amerikan gemilerinin ya da gemicilerinin yitirilmesinden doğrudan doğruya Almanya’yı “sorumlu” tutacağını açıkladı. Açıklamadan kısa bir süre sonra, 1915 ilkbaharında, İngiliz transatlantiği Lusitania, aralarında 128 Amerikalı’nın bulunduğu yaklaşık 1.200 yolcusuyla birlikte batırıldı ve olayın yarattığı öfke en üst düzeye erişti.
Amerika Birleşik Devletleri’nin savaş ilan etmesi olasılığından kaçınmayı arzulayan Almanya, denizaltı gemisi komutanlarına bir emir göndererek, okyanusta karşılaştıkları gemiler düşman bayrağı taşısalar bile üzerlerine ateş açmadan önce uyarılmaları gerektiğini bildirdi; fakat bu emir 19 Ağustos günü hiçe sayıldı ve İngiliz gemisi Arabic uyarı yapılmadan batırıldı. Almanlar Mart 1916’da Fransız gemisi Sussex’i torpillediler ve gemide birkaç Amerikalı yaralandı. Başkan Wilson bir ultimatom yayınlayarak, Almanya denizaltı savaşı uygulamalarını durdurmazsa, Amerika Birleşik Devletleri’nin ilişileri keseceğini bildirdi. Almanya bunu kabul etti.
Bunun sonucu olarak, bir parça da partisinin “bizi savaşa sokmadı” sloganının etkisiyle, Wilson o yıl ikinci kez seçilmeyi başardı. Ocak 1917’de Santo’da yaptığı bir konuşmada, “zafersiz bir barış” çağrısında bulundu ve bunun tek kalıcı barış türü olacağını söyledi. (175)
1915
A.B.D.nin 3 Haziran 1915 de Osmanlı İmparatorluğuna Muhtıra vererek, Ermeni ve Hıristiyan katliamlarını durdurmasını istemesi ve Büyük Elçi Rüstem Bey’in Amerikayı terk etmesi. Bu muhtıraya karşı Osmanlı İmparatorluğu’nun sert bir karşılık vererek müttefik devletlerin Ermeni ve Hıristiyanların hamiliğine soyunmalarını kabul etmediği, Katliam yapıldığının yalan olduğunu açıklaması.(176)
1916
Ermeni Ulusal Savunma Birliği başkanı ve Amerika Evanjelik Birliği yöneticisi Haig Y. Yardumian Ermenilerin ABD’ne taşınması konusunda Morgenthau ile bir görüşme yapmıştı. Görüşmede Morgenthau Ermenilerin taşınması için hemen 1.000.000 Dolar ardından ise 4.000.000 Dolar yardımda bulunulabileceğini vaat ediyordu. Morgenthau’nun Ermeni konusundaki bu yaklaşımı sonrasında Yardumian; Morgenthau’nun diplomatik kısıtlar olmasa daha iyi şeyler de yapabileceğini ifade etmişti. Morgenthau ve diğer Ermeni teşkilatlarınıngirişimleriABDyönetimiüzerindebaskıyaratmışolmalıdırki ABD yönetimi Ermeni sorununda Türk yönetimine karşı tavrını değiştirmeye başladı. ABD yönetimi Türk yönetimine Morgenthau vasıtası ile bir mesaj gönderdi. Mesajın içeriği eğer Türk yönetimi Ermenilere karşı olan tavrını değiştirmez ise ABD ile Türkiye arasındaki sıcak ilişkilerin devamlılığı tehlikeye girecekti. Ermeni propagandası ABD yönetiminin kesin tavırlarını dahi değiştirirken sürülen Ermenilerin sayısının da 1.000.000 ulaştığı haberleri yapılmaktaydı. ABD Türk yönetimine Ermeni sorunu konusunda adım atılmaz ise ikili ilişkilerin bozulabileceği uyarısını yapsa da ABD Türkiye’ye karşı doğrudan bir siyaset uygulamaktan titizlikle kaçınmaktaydı. ABD Türkiye’deki Ermeni sorununun sadece Almanya tarafından çözümlenebileceğine inanmaktaydı. Görüşler Kaiser Wilhelm’in bir sözünün katliamları durdurabileceği yönündeydi ancak Wilhelm’in duruma yaklaşımı ABD’nin beklentisinin tersine olmuştu. Wilhelm Türklerin Ermenileri katletmediklerini ve eğer herhangi bir uygulama var ise Ermenilerin vatan hainliği yapmış olduklarından bunu hak etmiş olduklarını ifade etmişti. (177)
1917
Küba’nın doğusundaki bir ada olan Portoriko da, Küba ve Filipinler’inkine benzer bir acemilik dönemi geçirdi. A.B.D. Kongresi 1917’de Portorikolulara tüm meclis üyelerini seçme hakkı tanıdı ise de, aynı yasa adaya yeni bir yol çizdi, Küba’yı resmen bir Amerika toprağı yaptı ve daha da önemlisi, halkına Amerikan vatandaşlığı verdi. Kongre 1950’de Portoriko’ya geleceğini özgürce kararlaştırma hakkı tanıdı. Halk, 1952’de yapılan referandumda, hem vatandaşlığı hem de bağımsızlığı reddetti; bunun yerine, topluluk statüsü almayı seçti. Çok sayıda Portorikolu, özgürce gidip gelebildikleri kıtada yerleşmiş olup diğer Amerika Birleşik Devletleri vatandaşlarının sahip bulundukları tüm siyasal hakları ve vatandaşlık haklarını elde etmişlerdir.(178)
1917
Amerika’nın Almanya’ya savaş ilan etmesiyle, Osmanlı-Amerikan ilişkileri gerginleşmiş, birbirlerine savaş ilan etmemiş olsalar da, ilişkileri baharında kesilmiştir. Osmanlı, Almanya’nın müttefikiydi ve bu nedenle, bu devletle normal ilişkilerini sürdüremezdi. İki devlet arasında savaş hali doğmamış, ancak ilişkiler gerilmişti. Savaş sırasında, Amerika’yı karşı tarafa almamak için olsa gerek, Amerikalı misyonerlerin müesseselerine dokunulmamıştır. Fakat misyonerlerin bir kısmı savaş sebebiyle, bir kısmı da yetkililerin isteği ile müesseselere sahip çıkacak bir kaç nöbetçi bırakarak ayrılmışlardır. Birinci Dünya Savaşı’nda, Amerikalı misyonerler eski alışkanlıklarını devam ettirerek, düşmanla işbirliği yapan Ermenilerle ilgilenmeye ve onlara yardımcı olmaya ve korumaya çalışmışlardır. Hatta sefalete düşen Türk çocuklarını da himayeleri altına alarak Hıristiyan yapmayı dahi başarmışlardır. Aynı zamanda misyonerler, Urfa’da olduğu gibi isyan çıkaran Ermenilerle işbirliği içine girerek daha da ileri gitmiş Amerikan yetimhanesini karargâh haline getirerek silahlanmışlardır. Teslim ol çağrısına, binadan ateşle karşılık verilmiştir. Amerikalı misyonerler, kovuluncaya kadar bulundukları bölgelerden ayrılmayıp çalışmaya devam etmişlerdir. Konsoloslar, Amerika’ya gönderdikleri raporlarda Ermeni İhtilalci liderlerinin mektuplarına yer vererek Amerika’nın direk müdahalesini istemişlerdir. Yine konsolosluk raporlarında, Vilayet–i Sitte (Altı Vilayet), Ermeni Vilayetleri olarak anılmış ve bu şehirlerin Hıristiyan valilerce yönetilmesi fikri ortaya atılmıştır. Bu isteğin özellikle Bitlis, Sivas, Erzurum, Mamuratül-Aziz (Elazığ) ve Diyarbakır için, şartları nedeniyle doğal bir hal aldığı savunulmuştur. Savaş döneminde de misyonerler ile Ermeniler arasındaki ilişkiler farklı boyutlarda devam etmiştir. Örneğin bu dönemlerde Bursa’da Hristiyan yapılmak üzere İstanbulda’ki İngiltere Sefareti’ne gönderilen dört Müslüman kızını, İstanbul’a Rupen isimli bir Ermeni’nin getirdiği fakat bu kişinin kızların ihbar etmesi ile yakalandığı arşiv belgelerinden anlaşılmaktadır. Yıllarca Amerikalı konsolos, misyoner ve tüccarın yurt dışına göç ettirmeyi başardığı Ermenilerin faaliyetleri, Ermeni meselesinde özellikle de “siz olay çıkarın biz Avrupa’yı hazırlıyoruz, onlar sizi himaye ederek Sultanı Bağdat’a kadar sürecekler “ gibi telkinlerle Anadolu’daki olaylarda etkili oldukları ve Ermeni meselesinin günümüze kadar gelen yankılarında payı bulunduğu söylenebilirse de, günümüzde Ermenilerle ilgili olarak en çok öne çıkarılan olay tehcirdir. Tehcir sırasında özellikle Amerikalı misyoner, konsolos vb. görevlilerle, Alman yetkililer Amerika’nın Ermeni Faaliyetlerindeki Rolü 111 Anadolu’nun her bölgesinde rahatlıkla faaliyet göstermiştir. Bu sebeple tehcirin her safhasında da adeta taraf olmuşlardır. Lesli Dewis gibi konsolos veya H. Atkinson gibi misyonerler adeta tehciri yaşamıştır. Bunlar savaş başladığı andan itibaren de yakaladıkları her fırsatta göçü engellemeye veya kaçışı kolaylaştırmaya çalışmışlardır. Tehcir başlamadan önce Harput Valisi Sabit Bey döneminde binlerce Ermeni’nin Rusya’ya kaçması bunun güzel bir örneğidir. Tehcir ve sonrasında yıllarca Dersim Eşkıyasından verilen paralar karşılığında yardım alınmış, bu yolla da yurtdışına kaçış sağlanmıştır. Bu faaliyetlerinin fark edilmesi üzerine de bazı misyonerler sınır dışına sürülmüştür. Tehciri yakından takip eden konsoloslar ve misyonerler, tehcir edilenlerle görüşmüş ve onlara yardımcı da olmuşlardır. Hatta Amerikan Harput konsolosu Lesli, ilginç bir olay da yaşamıştır. Kırk veya Elli paund karşılığında Rusya’ya Ermenileri kaçırmak için kullandıkları Dersim Eşkıyası denilen asker kaçakları, tehcir kafilesine saldırmış, jandarma ve Ermenilerin bir kısmını öldürmüştür. Eşkıyadan zarar gören Ermenilere yardım ederken, Dersim Eşkıyası’na bu sefer lanet yağdırmayı ihmal etmemiştir. Lesli’nin bu raporundan hareketle göç ve raporlarla ilgili ne kadar sahtekârlık yapıldığını anlamak mümkündür. Raporlardan birincisi 23 Ağustos 1915 tarihli, Büyükelçiliğe gönderilen rapordur. Bu raporda Ermeni çetelerin sivil Türkleri ve jandarmaları öldürdüğünü Büyükelçiliğe rapor edilmiştir. Diğer bir raporu ise tehcirle ilgilidir. Bunu Amerika’da yazdığı için raporunun her kelimesinde kendini ön plana çıkararak, Ermenilerin çok kötü muameleye tabi tutulduğunu yazmakla beraber, bir itirafta da bulunmuştur. Tehcire tabii tutulan Ermenilerin altın, para ve kıymetli kâğıt gibi değerli eşyalarını kendine veya misyonerlere bıraktıklarını belirtmiştir. Amerika’nın Mersin Konsolosu ise tehcirin düzenli bir şekilde yapıldığını, asayişin tamamen sağlandığını ve her türlü nakil vasıtalarının kullanıldığını yazmıştır. Hatta o dönemde sadece Merzifon’daki Amerikan misyonerlerinin kurmuş olduğu bir şirkette otobüs olduğu ve bu otobüslerle Ermenileri taşıdıkları da95 düşünülürse, bu olaylarda ne kadar taraf oldukları daha iyi anlaşılabilir. Batıda tehcir yüzünden adeta kamuoyu terörü estirenler, önceden tehcir edilen veya göçmüş olan Ermenilerin, Mondros Mütarekesi’nden sonra geri gelerek yaptıkları katliamlardan nedense hiç bahsetmemişlerdir. Tehcirde oldukça yoğun bir şekilde suç unsuru arayanlar, bir yana, Batı arşivlerinde de bir delil bulamamışlardır. Muhakkak bir suçlu bulmak zorunda oldukları hissiyle, Damat Ferit desteğiyle kurulan düzmece mahkemelerde masum görevlileri idama mahkûm ettirmişlerdir98. Ermenilerin yaptığı terör hareketini görmezden gelerek adeta onlarla beraber savaşan bu misyonerler, tehcire de karşı çıkmışlar ve yalan yanlış raporlar düzenleyerek dünya kamuoyunu etkilemeye çalışmışlardır. Önce Ermenilerden Amerikan vatandaşlığına geçmiş olanları ve ailelerini, sonra Protestanları, sonra da diğerlerini tehcirden kurtarmak için çaba sarf etmişlerdir. Misyoner ve konsoloslar savaş boyunca yetimhane, okul, hastane ve diğer müesseselerinde faaliyetlerine devam etmiş ve adeta casuslar gibi, şifrelerle yazışarak bilgi aktarmaya da gayret göstermişlerdir99. Örneğin bu dönemlerde Anadolu’da bulunan Amerikan misyonerlerine ait kurumların Ermenilere hizmet ettiklerine dair önemli bir belge de şüphesiz Sivas Amerikan Hastanesi’nde üç adet Ermeni İstiklal armasının bulunmasıdır. (179)
1917
XIX. yüzyılda yaşanan kapitalizm aşırılıklarına ve politikadaki kokuşmuşluğa karşı, “ilericilik” denilen bir reform hareketi ortaya çıktı ve yaklaşık olarak 1890’dan Amerika’nın Birinci Dünya Savaşı’na katıldığı 1917 yılına kadar Amerikan politika ve düşünce yaşamına özel karakterini aşıladı. İlericiler, çalışmalarını, kentlerdeki politika patronlarının ve soyguncu iş adamlarının istismarlarına karşı demokratik bir savaş olarak gördüler. Amaçları, daha fazla demokrasi ve toplumsal adalet sağlanması, dürüst hükümetler kurulması, iş yaşamının daha etkin biçimde düzenlenmesi ve kamu hizmetlerine bağlılığın yeniden yerleşmesiydi. Genelde, hükümetin etki alanı genişletilirse, A.B.D. kurumlarında ilerlemenin ve vatandaşlara daha fazla gönenç sağlanmasının güvence altına alınacağına inanıyorlardı. Anılan dönemin, politika, felsefe, bilim ya da edebiyat dallarındaki önemli kişilerinin hemen hemen tümü, kısmen de olsa, reform hareketine karışmış bulunuyorlardı.
Yazarların ve gazetecilerin, XVIII. yüzyılın kırsal cumhuriyetinden miras alınmış bulunan ve XX. yüzyılın kentsel devleti için yetersiz kalan uygulamaları ve ilkeleri şiddetle protesto ettikleri 1902-1908 yılları, en yoğun reform hareketinin görüldüğü dönem oldu. Ünlü yazar Mark Twain, yıllar önce 1873’te yazdığı Yaldızlı Çağ (The Gilded Age) adlı kitabında, Amerikan toplumunu yoğun bir biçimde eleştirmişti. Şimdi ise, günlük gazetelerde ve McClure’s ve Collier’s benzeri halkın beğendiği dergilerde, tröstler, büyük mali kurumlar, temiz olmayan besin maddeleri ve kokuşmuş demiryolu işletmeleri gibi konularda sert eleştiri makaleleri yayınlanmaya başladı. Anılan makaleleri yazan, Standard Oil Trust şirketine karşı savaş açmış olan Ida May Tarbell gibi gazetecilere “araştırmacı yazar” (muckraker) denilmekteydi.
Upton Sinclair, olay yaratan Balta Girmemiş Orman (The Jungle) adlı romanında, Chicago’daki et paketleme fabrikalarındaki sağlığa aykırı çalışma koşullarını ve sığır eti tröstünün ülkenin et stoku üzerindeki boğucu baskısını gözler önüne serdi. Theodore Dreiser, Maliyeci (The Financier) ve Dev (The Titan) adlı yapıtlarında, büyük işletmelerin çalışma yöntemlerini herkesin anlayabilmesini sağladı. Frank Norris’in Çukur’u (The Pit), gizli tertiplerin Chicago’daki tahıl piyasasını nasıl etkilediğini açıklayarak, tarım alanındaki protestoları cesaretlendirdi. Lincoln Steffens tarafından yazılan Kentlerin Utancı (The Shame of the Cities), politik kokuşmuşluğu açığa çıkardı. Bu “açığa çıkarma edebiyatı” halkın harekete geçmesinde yaşamsal bir rol oynadı.
Ödün vermeyen yazarların çarpıcı etkisi ve halkın giderek çoğalan tepkisi, siyasi liderleri pratik önlemler almaya zorladı. Pek çok eyalette, halkın yaşam ve çalışma koşullarını iyileştirmek amacıyla yasalar çıkarıldı. Jane Addams gibi ünlü toplumsal eleştirmenlerin baskıları sonucunda, çocuk işçiliği yasaları güçlendirilip yenileri kabul edilerek, yaş sınırı yükseltildi, çalışma saatleri azaltıldı, gece çalışmaları sınırlandı, okula devam zorunluluğu getirildi. (180)
1917
22 Ocak 1917’de bir açıklama yapan Alman hükümeti, sınırsız denizaltı savaşına yeniden başlanacağını bildirdi. Nisan ayına kadar beş A.B.D. gemisinin batırılması üzerine Wilson Kongre’nin savaş ilan etmesini istedi. Hükümet bunun hemen ardından, asker, endüstri, işçi ve tarım kaynaklarını seferber etmeye başladı. Ekim 1918’e gelindiğinde, Müttefik zaferinin hemen öncesinde, Fransa’ya 1.750.000’den fazla askerden oluşan bir A.B.D. ordusu gönderilmiş bulunuyordu.
A.B.D. donanmasının denizaltı ablukasını kırma yolunda İngiltere’ye yaptığı yaşamsal yardımın yanı sıra 1918 yazında, uzun süredir beklenmekte olan Alman saldırısı başlayınca, General John J. Pershing komutasındaki Amerikan birlikleri karada da sonucu etkileyen başarılar kazandılar. Sözgelimi, Amerikan güçleri Kasım ayında, Almanların övünç kaynağı Hindenburg Hattı’nın aşıldığı Meuse-Argonne saldırısı sırasında önemli bir görev yüklendiler.
Başkan Wilson, Müttefikler’in savaş amaçlarını saptayarak ve savaşın Alman halkına değil onların despot hükümetlerine karşı yapıldığı konusunda ısrar ederek, savaşın kısa sürede sonuçlanmasına büyük bir katkıda bulundu. Ocak 1918’de, adil bir barışın temeli olarak Senato’ya sunduğu ünlü 14 Nokta, gizli uluslararası anlaşmaların terk edilmesi, açık denizlerde dolaşım özgürlüğünün güvence altına alınması, uluslararası ticaretteki gümrük tarifesi engellerinin kaldırılması, ulusal silahlanma düzeyinin düşürülmesi ve sömürgeci devletlerin taleplerinin, etkilenen sömürge halkının çıkarları gözetilerek düzenlenmesi çağrısında bulunuyordu. Diğer bazı noktalarla da, özyönetimin ve Avrupa uluslarının ekonomik kalkınmasının engellenmeden gerçekleştirilmesi sağlanmaya çalışılıyordu. 14. Nokta, Wilson’un barış kemerinin temel taşını oluşturuyordu: “büyük-küçük her devletin siyasal bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü karşılıklı güvence altına alabilecek” bir uluslar örgütünün kurulması.
1918 yaz aylarında, Alman orduları geriletilmeye başlayınca, Alman Hükümeti, 14 Nokta temel alınarak görüşmeler yapılması için Wilson’dan ricada bulundu. Başkan Müttefikler’le görüştü; onlar da Almanya’nın önerisini kabul ettiler. 11 Kasımda bir bırakışma (mütareke) imzalandı. (181)
1917
Savaştan barışa geçiş çok kişi için bir huzursuzluk kaynağı oldu. 1917 yılında Avrupa’da büyük bir hızla yayılmış olan grip salgını, 1918 ilkbaharında Amerika Birleşik Devletleri’ne de sıçradı. Bir yıl sonra, nasıl başladıysa yine öyle anlaşılmaz bir biçimde sona erdiğinde yarım milyondan çok Amerikalı ölmüştü.
Savaşın hemen ardından yaşanan hızlı ekonomik gelişmenin yarattığı büyük beklentiler, savaş sonrası ekonomisi olağan düzeyine geri dönünce, büyük bir hızla yok oldu. İşçiler de, hayat pahalılığının yükselmesi, uzun çalışma saatleri uygulanması ve yöneticilerin onların dertlerine kulak asmaması yüzünden huzursuz oluyorlardı. Sadece 1919’da dört milyondan fazla işçi greve gitti. Bunun yanı sıra, yaz ayları sırasında hem Kuzey’de hem de Güney’de ırkçı ayaklanmalar oldu. Buna karşın, ülkede en büyük tepki ve kaygı yaratan olay, iki yıl önce Amerika Birleşik Devletleri sınırları dışında ortaya çıkmıştı: Rusya’daki 1917 Bolşevik Devrimi. Moralleri bozulan Amerikalılar, Rusya’da nasıl küçük bir hizip iktidara geldiyse, Amerika Birleşik Devletleri’nde de ufak bir grubun aynı şekilde yönetimi ele geçirmesinden korkmaya başlamışlardı. Posta idaresi Nisan 1919’da, toplumun önde gelen kişilerine postalanmış 40 bomba ele geçirince bu korkular gerçeğe dönüştü.
Adalet Bakanı A.Mitchell Palmer, Bakanlık içinde yeni bir genel istihbarat dairesi kurdu ve dairenin başına J.Edgar Hoover’i getirdi. Hoover radikalliğiyle tanınmış kişiler hakkında bilgi toplamaya başladı ve çeşitli örgütlere yapılan baskınlar sonucu pek çok kişi sınır dışı edildi. Palmer’in yoğun uyarıları “Kızıl Korkusu” diye bilinen gelişmeyi körüklediyse de, tehditler hiçbir zaman gerçekleşmedi; 1920 yılına gelindiğinde, Amerikan halkı Amerika Birleşik Devletleri’nin anarşi tehlikesinden uzak olduğunu anlamıştı. (182)
1918
Bear Valley Kızılderili Savaşı
1919
Birinci Dünya Savaşı sonuna doğru Ermeni sorunu, A.B.D. komisyonuna verilen bir raporda; “Eğer şu veya bu biçimde, Otonom Ermenistan gerçekleşirsse mutlu bir Ermeni azınlığı Türk ve Müslüman çoğunluğu yönetmek imtiyazını elde edecektir. Ermeni sorununu bu şekilde çözümlemek bir ataraftan antidemokratik olacak, diğer taraftan da dengeyi kurmakta yetersiz olacaktır” denilmiştir. Ermeni propagandaları ters tepmiş, Ermeni nüfus çoğunluğu ve soykırım iddiaları, raporlarla reddelince, A.B.D. lerinde daha insaflı düşünme başalamıştır. (183)
1919
A.B.D. lerinden 46 kişilik bir heyet General James G. Harbord’un başkanlığında Anadolu’yu gezdi. Hazırladıkları raporda sonuç; “Türk Ermeni meselesi bir Ermeni kışkırtmasıdır. Ermeni soykırımına inanmıyorum.” Ayrıca raporda;
1- Türk halkı ile Ermeniler yüzyıllardan beri yanyana ve barış içerisinde yaşamışlardır.
2- Ermeni tehciri sırasında, Türkler de büyük kayıplara uğradılar. Ayrıca Rus ordusunun taaruzu sırasında da Ruslar ve Ermeniler, Türk köylerini yakıp yıkmışlardır.
3- Nüfus olarak harpten önce bile (Ermeniler) çoğunlukta değillerdir. Bugün de, eğersürülen Ermeniler yerlerine dönseler bile çoğunluk sağlayamazlar. (184)
1919
Wilson Washington’da başarısız olunca, davasını halka anlatmak için ülke çapında bir geziye çıktı. 25 Eylül 1919’da Colorado’nun Pueblo kentindeyken, barışa erişme çabalarının yıpratıcı etkisi ve savaş dönemi başkanlığının yarattığı büyük baskı yüzünden ağır bir felç geçirdi ve bir daha tümüyle iyileşemedi. Senato Mart 1920’de hem Versailles Antlaşmasını hem de Milletler Cemiyeti Anlaşmasını reddetti. Bu yüzden, ne Amerika Birleşik Devletleri’nin ne de Rusya’nın katıldığı Milletler Cemiyeti zayıf bir örgüt olarak kaldı.
Wilson’un savaş ve barışa ahlaki ve yasal bir temel oluşturulmasına ilişkin inancı ulusu da etkilemişti. Buna karşılık, olaylar onun iyimser yaklaşımına uygun olarak gelişmeyince, Wilson idealizmi yerini düş kırıklığına bıraktı ve ulus yalnızlığa çekildi. (185)
1920
Amiral Bristol başkanlığında bir heyet, Ermenistan kurulması ile ilgili hususları tetkik ettik sonra;
“Bu komitenin Türkiye topraklarında bir kısmı Ermenistan’a terk etmesini tavsiye edecek bir komite düşünemiyorum. Eğer gerçekleşirse, Türkler cezalandırılmış ve Türklerin çoğunlukta olduğu bir arazi parçası Ermeni yönetimde bırakılmış olacaktır.”
Bütün bu raporlar, A.B.D.ni yaptığı hatayı anlamalarına, yalan yanlış propogandalara kanarak, Ermenilere verdikleri tavizleri geri almaya, geç te olsa zorlayacaktır.
Nitekim Ermeni isteklerini, Amerikan Ayan Meclisi 24 Mayıs 1920 de 23 oya karşı 52 oyla reddetmesini bilecektir. (186)
1920
Amerikalılar, ilk günlerden başlayarak, göçmenlere ucuz bir işçi kaynağı gözüyle baktılar. Bunun sonucu olarak 1920 yılına kadar, Amerika Birleşik Devletleri’ne göçmen alımına pek az resmi sınırlama getirildi. Buna karşın, göçmen sayısı her geçen gün çoğaldıkça, bazı Amerikalılar kültürlerinin tehdit altında olduğu korkusuna kapıldılar.
Kurucu Atalar, özellikle de Thomas Jefferson, Amerika Birleşik Devletleri’nin dünyanın her köşesinden gelecek olanlara kapısını açıp açmaması gerektiği konusunda kararsızlardı. Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nin yazarı olan Jefferson, krallara tapan ya da onların yerine çete yönetimleri getirmiş bulunan ülkelerden gelen kişilerin elinde demokrasinin güvencede olup olamayacağına kuşkuyla bakıyordu. Buna karşın, umutsuzca işçi bekleyen bir ülkenin kapılarını yeni gelenlere kapamasını da pek az kişi destekliyordu.(187)
1920
1920 başkanlık seçimlerinde Cumhuriyetçi aday Warren G.Harding’in büyük bir zafer kazanması, Wilson’un idealizminin ve uluslararası alanda sürdürdüğü politikanın genelde kabul görmediğine ilişkin son kanıt oldu. Gazeteci William Allen White’nin yazdığına göre, Amerikan halkı “sorunlardan bıkmış, ideallerden usanmış ve asil olmaktan sıkılmıştı.”
1920 seçimlerinin bir özelliği de, ülke genelinde kadınların ilk kez bir başkan adayı için oy kullanmış olmalarıydı. Kongre’nin 1919 yılında Anayasa’daki 19. Değişiklik’i eyaletlere sunması ve onaylanması sonucu, kadınların bir yıl sonra oy kullanmalarına yol açılmıştı.
1920’lerin hükümet politikası, en azından ülkenin kentsel alanlarındaki gönence uygun olarak aşırı muhafazakâr bir çizgi izledi. Anılan politika, eğer hükümet özel işletmeleri desteklerse gönencin giderek nüfusun kalan kesimlerinin çoğuna da yayılacağı inancına dayanıyordu.
Buna uygun olarak, Cumhuriyetçilerin politikası, A.B.D. endüstrisi için en elverişli koşulların yaratılmasına yönelmişti. 1922 ve 1930 yıllarında kabul edilen yeni yasalarla gümrük tarifeleri yükseltildi ve A.B.D. imalatçılarının iç piyasada birbiri ardından tekeller yaratmaları güvence altına alındı. Bunlardan ikincisi olan 1930 tarihli Smoot-Hawley Yasası ile o kadar yüksek gümrük tarifeleri getirilmişti ki, 1.000’den fazla ekonomist Başkan Herbert Hoover’e başvurup yasayı veto etmesi talebinde bulundu; yasanın çıkarılmasını izleyen gelişmeler, diğer ülkelerin ağır misillemelerde bulunacakları yolundaki tahminleri haklı çıkardı. Federal hükümet aynı yıllarda Maliye Bakanı Andrew Mellon’un, yüksek gelir vergilerinin zenginlerin yeni endüstri teşebbüslerine girmelerini engelleyeceği yolundaki inancını yansıtan bir vergi indirimleri politikası uygulamaya başladı. Bakan’ın, savaş yıllarında uygulanmış olan gelir vergilerinin, aşırı kar vergilerinin ve kurumlar vergilerinin ya tümüyle kaldırılması ya da büyük ölçüde azaltılmasına ilişkin önerilerine uyan Kongre, 1921-1929 arasında bir dizi yasa kabul etti.
Harding’in başkan yardımcılığını yapan, onun 1923’te ölümü üzerine başkanlığa getirilen, 1924’teki başkanlık seçimlerini kazanan ve asık suratlı bir Vermontlu olan Calvin Coolidge, “Amerikan halkının temel uğraşı ticarettir” demişti. Coolidge, Cumhuriyetçi Parti’nin muhafazakâr ekonomik politikasını uyguladı; fakat ölümünden önce görevdeki son aylarında yolsuzluk suçlamaları karşısında kalmış olan şanssız Harding’den çok daha iyi bir yöneticiydi.
Özel sektör 1920’ler boyunca, inşaat kredileri, karlı posta taşıma sözleşmeleri ve diğer dolaylı destek yardımları gibi önemli teşvikler gördü. Sözgelimi, savaş sırasında hükümet denetimi altına alınmış olan demiryollarının yönetimi, 1920 tarihli Taşımacılık Yasası ile şimdiden özel sektöre devredilmişti bile. 1917-1920 arasında büyük kesimi devlet malı olan Ticaret Filosu da özel işletmelere satıldı.
Buna karşılık, Cumhuriyetçilerin tarım politikası, 1920’lerin gönencinden en az payı alan çiftçiler tarafından gittikçe artan bir oranda eleştirilmekteydi. 1900-1920 döneminde, savaş yıllarında A.B.D. tarımsal ürünleri karşısında oluşan eşi görülmemiş talep nedeniyle tarımda genel bir gönenç yaşanmış ve fiyatlar yükselmişti. Çiftçiler, verimsiz olduğu için uzun yıllardır boş bırakılmış bulunan ya da o güne değin ekilmemiş halde duran toprakları kullanmışlardı. A.B.D. çiftliklerinin değeri yükseldikçe, çitçiler daha önce almaya hiç güçlerinin bulunmadığı mal ve makineleri edinmeye başladılar. Buna karşın, savaş dönemi talebinin 1920’nin sonunda birdenbire durması yüzünden, buğday ve mısır gibi temel tarımsal ürünler ticareti büyük bir düşüş gösterdi. Amerikan tarımındaki çöküntünün pek çok nedeni vardı; ancak, bunların başında dış pazarların yitirilmesi geliyordu. A.B.D. çiftçileri, Amerika Birleşik Devletleri’in kendi gümrük tarifeleri nedeniyle mal almadığı ülkelere kolaylıkla satış yapamıyorlardı. Dünya pazarının kapıları yavaş yavaş kapanıyordu. 1930’ların genel bunalımı, zaten zayıflamış olan tarımı kolaylıkla çökertti.(188)
1920
1920’lerde yabancı göçüne getirilen sınırlamalar A.B.D. politikasında önemli bir değişiklik oluşturdu. Göç, XIX. yüzyıl sonlarında büyük ölçüde artmış ve XX. yüzyılın başlarında en yüksek düzeyine erişmişti. Sözgelimi, Amerika Birleşik Devletleri’ne 1900-1915 arasında, pek çoğu Güney ve Doğu Avrupalı 13 milyon göçmen geldi. Bahis konusu göçmenler arasında çok sayıda Yahudi ya da Katolik bulunması, çoğunluğu Anglosakson ve Protestan olan daha eski Amerikalıları korkutuyordu. Bunlardan bazıları, düşük ücretli işlerde çalışmaya razı olan yeni gelenlere karşı çıkıyorlar, bazıları da, Eski Dünya’daki geleneklerini sürdürmeleri, çok kez kentlerde kapalı etnik grublar halinde yaşamaları ve genel Amerikan kültürüne uymak istemiyormuş gibi görünmeleri yüzünden yeni göçmenlerden hoşlanmıyorlardı.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra büyüyen göç dalgası sonucu, Ku Klux Klan benzeri, yerli halkın üstünlüğü hareketleri yoğunlaştı. “Yüzde yüz Amerikalılık” çağrısında bulunan, yeniden örgütlenmiş bir Ku Klux Klan gelişti. Yeni Klan, Yeniden Yapılanma dönemindekinin aksine, yalnız ülkede doğmuş olan Protestanları üyeliğe kabul ediyor, Afrikalı Amerikalılar kadar, Katoliklere, Yahudilere ve göçmenlere de karşı çıkıyordu. Düşmanlarının tanımını yeniden düzenleyen Klan, görüşlerini Kuzey’e ve Ortabatı’ya da yaydı ve bir süre için üye sayısı çok kabardı.
Göç karşıtı duygular bir dizi yasal önlem alınmasına yol açtı ve 1924’te Göçmen Kontenjanı Yasası ile 1929’te de bir başka yasa kabul edildi. Bu yasalar uyarınca, 1920 yılına kadar Amerika Birleşik Devletleri’nde yerleşmiş bulunan yurttaşlarının sayısına bağlı olarak saptanan ülke kontenjanları çerçevesinde, her yıl alınacak göçmen sayısı 150.000 kişiyle sınırlandı. Bu sınırlamaların bir sonucu olarak, yerli halkın üstünlüğü örgütlerinin çekiciliği azaldı; 1930’lardaki Büyük Bunalım da göçte büyük bir düşüşe yol açtı. (189)
1920
Doğu Anadolu’da bir Ermenistan kurulması ve Amerikan mandasına verilmesi teklifi, Amerika’daki Ermeni lobisinin de tahrikiyle, Amerika’nın bölgeye gelmesinde rol oynayan etkenlerden biriydi. Paris Konferansı sırasında Müttefikler için yeni olmayan bu konu gündeme getirilmiş, Amerika’nın bölgede sorumluluk alması adına İngiltere, Amerika’nın Ermeni mandasını üstlenmesini teklif etmişti. Amerika konuyu bir süre araştırmış, bu yükümlülüğü kabul etmemiştir. Amerika’nın konuyu araştırmak üzere görevlendirdiği Harbord’a verilen emir, Amerika’nın bölgeyle ilgilenmesinin gerekçesini açıkça göstermektedir. Emir şöyledir: “en yakın zamanda resmi bir gemi ile İstanbul, Batum ve Ermenistan’ın, Rus idaresindeki Kuzey Kafkasların ve Suriye’nin gerekli diğer bölgelerine gitmek için yola çıkınız… Sizden istenen görev, bu bölgedeki Amerikan menfaatlerini ve sorumluluklarını içine alan tarihi, coğrafi, politik, askeri, idari ve iktisadi yönleri inceleyip, bir rapor halinde sunmanızdır”. Amerikan senatosu da 1 Haziran 1920’de, Lloyd George’un Türkiye, İstanbul ve Ermeni mandasını üstlenmesi isteğini reddetti. 1920 Kasım ayında Cumhuriyetçi Parti’nin seçimleri kazanması ve Wilson’un başkanlıktan ayrılması üzerine, Amerika tekrar yalnızlık politikasına döndü. Türk-Amerikan ilişkilerinde resmi girişimler olmasa da, Milli Amerika’nın Ermeni Faaliyetlerindeki Rolü Mücadele döneminde Amerikalı iş çevrelerinin Anadolu’ya ve Ankara Hükümeti’ne ilgileri devam etti. Özellikle Samsun, Ankara ile ilişki kurmak isteyen Amerikalıların istasyonu oldu. Amiral Bristol de birkaç kere Samsun’a gelip mahalli yetkililerle iyi ilişkiler konusunda görüşmeler yapmıştı. Ankara da gerek yardım heyetlerine ve gerekse Amerikan vatandaşlarına iyi davranmış, Amerika ile ticari münasebetlerin kurulması konusunu gündeme getirmişti. Amiral Bristol de Amerikan yetkililerine, Avrupalılar bile Ankara ile irtibat kurmaya yönelmişken, Amerika’nın bu konuda bir şeyler yapması gereğini iletmişti. Amerika, kesin bir adım atmadan önce Ermeni meselesiyle ilgili gelişmeleri görmek isterken, bu mesele ile ilgili olarak yıllardır yanlış yönlendirildiği hissi de güçlenmişti. Milli Mücadele’nin amaç ve beklentilerini öğrenmek ve kendi siyasetini gerçekçi temellere dayandırmak istiyordu. Bu çerçevede resmi ilişkilerden kaçınmakla birlikte, gazeteciler dâhil olmak üzere bazı görevlilerini Türkiye meseleleri hakkında yerinde incelemeler yapmak üzere görevlendirmiş, sağlıklı bilgilere ulaşarak duruma göre politikalar üretmek yolunda girişimlerde bulunmuştu. Mondros Mütarekesi’nin imzalanması ile geri dönen misyonerler bir müddet daha faaliyetlerine devam ettiler fakat umdukları ilgiyi bulamadılar. Çünkü yerli halktan tepki görüyorlardı. Özellikle bu dönemde yardım heyetleri daha ağırlık kazandı. Çünkü Anadolu adeta perişan bir durumdaydı. Bu sefalet Amerikalı misyonerler için iyi bir çalışma sahası da yaratıyordu. Yardım adı altında Ermenilere ulaşmayı da umuyorlardı. İşgal bölgelerinde daha rahat hareket edebiliyorlardı. Amerika’dan gelen milyon dolarlık malzemeler dağıtılıyordu. Dağıtılan malzemeler arasında röntgen makineleri dahi vardı. Aslında işgal güçleriyle de işbirliği yapan bu misyonerler kısa zamanda Kuvay-ı Milliye’nin iyi niyetinden de faydalanarak faaliyetlerini yürütüyorlardı. Hatta Atatürk, Amerikan yardım heyetlerine iyi davranılması ve yardımcı olunması için talimat dahi vermişti. Hatta Amerika Şark-ı Karib Muavenet Heyeti, Türkiye Büyük Millet Meclisi ile direk temasa geçmiş, Ankara’da bir temsilcilik de açılmıştı. Misyonerlerin en çok başımızı ağrıttıkları yerlerden biri olan Merzifon’da, şartlara uymak kaydıyla, Ermeni ve Rum çocukların barınabilmesi gayesiyle yetimhane açılması için meclis kararı alınmıştı. Bu yardım heyetlerine, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından insancıl duygularla binalar tahsis edilmişti. Bu kadar ince düşünceye rağmen Amerika, meclisle direk olarak temas etmeye pek yanaşmamış, hatta halen daha Ermeniler için bir yurt yaratmak için çaba arayışlarına devam etmiştir. (190)
1921
Bluff Skirmish Kızılderili Savaşı
1923
Posey Kızılderili Savaşı
1923
Türkiye ile Amerika savaş halinde olmadığından, Amerika çıkarlarını gözetmek için Lozan Konferansı’na sözde gözlemci sıfatıyla katılmıştır. Konferansta Amerika’yı Richard Child, Amiral L. Bristol ve Joseph C. Grew temsil etmiştir. Misyonerler, Amerika Hükümeti’nin Lozan Konferansı’nda pasif bir vaziyette bulunmasını istememekteydiler. Bu manada, Amerika hükümetine resmen ve fiilen müdahale ederek Türk istiklaline mani olunması yönünde isteklerde bulunmuşlardır. Lozan görüşmelerinin ilk bölümünde Türk tarafının beklentilerinin aksine, İngiliz-Amerikan yakınlaşması görüldü. İngiltere delegesi Lord Curzon, Türkiye ile Amerika’nın birlikte hareket etmelerini önlemeye yönelik olarak, Amerika’nın “açık kapı” ilkesine saygı duyduğunu bildirdi. Arkasından azınlıklar meselesi gündeme getirildi. Böylece Amerika’nın hassasiyet gösterdiği Ermenilerle ilgili görüşlerini açıklamaları sağlandı. Ermeni meselesine Türk delegasyonunun gösterdiği tepki, Türk ve Amerikan basınına yansıdı. Bu gelişme, Ankara’nın Chester görüşmelerine ara vermesi sonucunu doğurdu. Lozan’daki Türk Baş delegesi İsmet Paşa ile Amerikan Baş delegesi J. Grew arasında imzalanan antlaşma; Ermeni meselesi ve kapitülasyonların kaldırılması hususlarına yer verdiği için, Amerika’da büyük itirazlara sebep olmuştu. Bu antlaşmaya ve tabiatıyla görüşmelere temel teşkil eden konular; en çok kayırılan ülke meselesi, vatandaşlık meselesi, hukuki danışmanlar meselesi, Amerikan kültürel ve dini kuruluşlarının haklarının garanti edilmesi ve tazminat meselesi gibi konulardı. Antlaşmaya imza koyan Grew, Dışişlerine yazdığı raporda antlaşmanın mükemmel olmadığını, hatta Türk tarafının istediği gibi bir antlaşma olduğunu belirtmekte, mevcut şartlar altında bu kadarının yapılabildiğini yazmaktaydı. Grew, vatandaşlık, adliye ve azınlıklar konusunda başarılı olamadıklarını, fedakârlığın Amerika’ya düştüğünü kabul etmekte, Amerika’nın en önemli kazancının, “en ziyade müsamahaya mazhar ülke” statüsünü elde etmesi olduğunu düşünmekteydi. Lozan’daki Türk ve Amerikan delegasyonu arasında oluşan yakınlaşma, bir antlaşmayla sonuçlanmış olsa da, Türk-Amerikan ilişkilerinin güçlü bir şekilde kurulmasını sağlayamadı. Antlaşma Türk karşıtı Amerikalılar tarafından kösteklendi. Antlaşmanın bir an önce Senato tarafından onaylanması gereğine karşılık, Senato Başkanı Calwin Amerika’nın Ermeni Faaliyetlerindeki Rolü Coolidge, antlaşmayı ancak 3 Mayıs 1924’te Senato’ya gönderdi. Senato antlaşmayı görüşmeyi erteledi ve 19 Ocak 1927 tarihinde Amerikan Senatosu antlaşmayı reddetti. Türk-Amerikan ilişkileri kesildi. Onay için gerekli oy sayısından sadece 6 oy eksikti. TBMM, Lozan’da imzalanmasından birkaç gün sonra antlaşmayı kabul etmişti. Amerikan yönetimi Ermenicilerin aşırı baskısından etkilenmişti. Antlaşmanın reddedilmesinde üç faktör etkili olmuştu. Bunlar, Türk-Amerikan ilişkilerini etkileyen güncel faktörler de olması bakımından dikkat çekmektedir. Antlaşmanın onaylanmamasının sebepleri: Antlaşmanın Wilson planında yer alan bağımsız Ermenistan’ın kurulmasını sağlayamadığı, antlaşmada Hıristiyanlar ve diğer gayrimüslimler için hiçbir garanti bulunmadığı, eski Türk, yeni Amerikan vatandaşlarının Türkiye tarafından tanınmasını sağlayamadığıydı. Antlaşmaya karşı çıkanlar, Demokrat Partililer, Ermeni lobisi ve piskoposlardı. Demokrat Parti, Lozan Antlaşması’nı lanetliyor, “Amerikan haklarını Chester imtiyazı ile takas etmekle kalmayıp, bir de Ermenistan’a ihanet etmiştir.” diyordu. Antlaşmanın onaylanmasını isteyenlerin görüşleri de şöyleydi: Türkiye ile Amerika’nın eskiden imzaladıkları antlaşmaların artık hiçbir değeri kalmamıştır. Türkiye’ye kapitülasyonları ancak savaş zoruyla kabul ettirilebilir. Diğer bütün devletler de kapitülasyonların kaldırılmasını kabul etmişlerdir. Eğitim, din ve hayır kurumları ile iş çevrelerini temsilen Türkiye’de bulunan bütün Amerikalılar antlaşmanın onaylanmasını istemektedirler. Antlaşmanın reddedilmesinin Türkiye’deki Rum ve Ermenilere bir faydası olmayacaktır. Savaş dışında, Türkiye’den Ermeni yurdu için toprak koparmaya imkân yoktur. Bu şekilde hareket etmek için Amerika hukuki ya da ahlaki bir sorumluluk taşımamaktadır. Türkiye ile Amerika arasında yapılan bu antlaşma ile Türkiye’deki Amerikalılara, Türkiye ile antlaşma imzalamış olan diğer yabancılara verilen haklar kazanılmış bulunmaktadır. Modern Türkiye’nin şartları Abdülhamit ve Jöntürk döneminden daha kötü değildir. (191)
Kenan Mutlu Gürses
Bir yanıt yazın