Atatürk’ün Dilaçar’ı

Atatürk’ün Dilaçar’ı Agop Martayan’ı 12 Eylül 1979’da yitirmiştik

12 Eylül 1979'da Atatürk'ün Dilaçar’ı , yeni Türk ABECE'sinin bahçevanı Agop Martayan'ı yitirmiştik. - ataturk turkdilkurultayi
( Gazi M.Kemal Atatürk, Dil Kurultayı’na katılan üyelerle birlikte (1) )

12 Eylül 1979’da Atatürk’ün Dilaçar’ı , yeni Türk ABECE’sinin bahçevanı Agop Martayan’ı yitirmiştik.

12 Eylül 1979'da Atatürk'ün Dilaçar’ı , yeni Türk ABECE'sinin bahçevanı Agop Martayan'ı yitirmiştik. - agopmartayan turkce alfabe dilkurumu

Türk Dil Kurumu’ndaki “başuzman” sanını onurla korumuştu.

TDK’de birlikte çalıştığı genç dilciler onun ağzından şu tümceyi sıklıkla duymuştur: “Yaşamım burada, Türk Dil Kurumu’ndaki masamda bitsin isterim.”

Türkçeye çok büyük katkılar yapmış olan yurtsever A.Dilaçar’ını saygıyla anıyoruz.

Işıklar içinde dinlensin….

İki Yazı:
1-Yaşamıyla ile ilgili özet
2- Dilaçar’ın “Atatürk’ün Amaçladığı Türkçe” yazısı .
Bilginize..12.09.2021 Pazar
,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,
Mustafa Kemal’in Dilaçar’ı Agop Martayan

Türkçeye ve Türkiye’ye tutkun bir bilgindi. Atatürk’e, Türk Devrimine yürekten bağlıydı; anadili Türkçe olanların kimisi de Türkçeyi onun gibi sevseydi, Dil Devriminin önüne dikilmezlerdi. Dilâçar, yazılarına çoklukla “A. Dilâçar” diye imza atardı; kimilerinin sandığı gibi, Ermeni olduğu ve “Agop”u kullanmaktan sakındığı için değil. Dilâçar soyadını ona Atatürk vermişti; kendi deyişiyle bu soyadı, onun gerçek adıydı. Bu adı yaşamı boyunca Atatürk ve Türkçe sevgisiyle birlikte taşımış; Atatürk’ün isteği üzerine üstlendiği Türk Dil Kurumu’ndaki “başuzman” sanını onurla korumuştur. TDK’de birlikte çalıştığı genç dilciler onun ağzından şu tümceyi sıklıkla duymuştur: “Yaşamım burada, Türk Dil Kurumu’ndaki masamda bitsin isterim.”

Yazık ki bu isteği gerçekleşmedi; 1979 yazında dinlenmek için gittiği İstanbul’un Büyükderesinde hastalandı. Cerrahpaşa Hastanesine kaldırıldı ve 12 Eylül 1979’da 84 yaşındayken öldü.

Babası Kayserili, annesi Yozgatlıdır. Dedesi Kayseri’de tanınmış bir tüccardır; dedesinin isteğiyle İstanbul’a taşınırlar.[1] Agop Martanyan, 22 Mayıs 1895’te İstanbul’da, Büyükdere’de doğmuştur. Dilâçar’ın çocukluğu Büyükdere ile Gedikpaşa arasında geçer. Annesinden Ermeniceyi öğrenir, ilköğretimine İngilizce öğretim yapan bir Amerikan okulunda başlar, ortayı da orada bitirir. Bu sırada İngilizcenin yanı sıra Rumca ve İspanyolca ile tanışır. Okulunun haftalık dergisinin sorumluluğunu taşımakta, basım yayım denemeleri yapmaktadır.

1910’da Amerikan (Robert) Koleje başlar. Çok okuyan, araştıran bir öğrencidir: Latince, Yunanca, Almanca öğrenmek için çabalamaktadır. Okulun yabancı öğrencileriyle yakın ilişkiler kurarak onların dilini de bildiklerine eklemeye başlar. Rusça ve Bulgarca ile ilgili ilk bilgileri bu yolla edinir. Bu arada okulun bütün seçmeli derslerini alan tek öğrencidir. Bitkibilim, yerbilim, madencilik gibi alanları da merak etmesi, dahası yalnızca kız öğrencilere verilen yemek derslerine bile girmesi öğretmenlerini şaşırtmaktadır. Bu çalışmaları, onun ileride başarılı bir ansiklopedici olacağının muştucusudur.

Genç Agop, yaşıtlarını türlü toplumsal etkinliklere yönlendirmekte, çoğu kez etkinliklerin düzenleyicisi olmakta, bu arada Türkçeye ilgisi yoğunlaşmaktadır. Türkçe dersine duyduğu bu sıcak ilgide öğretmeni Tevfik Fikret’in payı büyüktür. Fikret’in dersini sürekli izleyen üç öğrenciden biridir. Türkçe dersine olduğu gibi öğretmenliğe de sıcak bakmaya başlar.

Robert Koleji, “Nevyork Bilim Ödülü”nü alarak bitirir (1915); okulu bitirdiğinin ikinci günü askere alınır. Osmanlı İmparatorluğunun, Birinci Dünya Savaşına katılan yedek subaylarından biri olarak Diyarbakır’daki 2. Orduya gönderilir. Buradan Kafkas Cephesine gider, bir çatışmada yaralanır; cephede gösterdiği başarıdan dolayı madalya ile ödüllendirilir. Savaştaki çatışmaların durulduğu bir sırada Alman subaylara Türkçe öğretmeye başlar. Yabancı subayların elinde J. Németh’in “Türkische Grammatik”i vardır; bu yapıt Agop’un da ilgisini çeker. Bu sıradaki Sovyet Devriminin (1917) etkisiyle dersler tavsar, azınlık subayların kimisi doğudaki cephenin gevşemesinden yararlanarak savaştan kaçmaktadır. Bu subayların kaçışını önlemek için onların Güney Cephesine gönderilmesi düşünülür; Agop da Güney Cephesinin yolunu tutar. O, üstlerince sevilen disiplinli bir askerdir; bu nedenle ona “mevcutlu gönderme” yöntemi uygulanmaz. Ama yanına verilen erlerin bir kısmı Halep’e ulaştıklarında, onu yalnız bırakarak geri dönerler.

Bir Osmanlı subayı olarak ülkesinin başındaki belaları gören Agop’un bu işe çok canı sıkılır. Asteğmen Agop’u derinden yaralayan, Mustafa Kemal’in komutasındaki 7. Ordunun karargâhına vardığında, Kafkas cephesinden gelen, madalyalı onurlu bir asker olarak değil de “casus” kuşkusuyla Mustafa Kemal’in karşısına çıkarılması olur. Bu suçlamanın nedeni, Halep’teki tutsak bir İngiliz subayıyla İngilizce konuşmasıdır.
Mustafa Kemal’in karşısına yanındaki süngülü bir erle çıkarıldığında üstünde bululan “tabancası, ilmühaber” ve bir “kitap” kendisini getiren yüzbaşının elinde durmaktadır. Paşa sorar, “Sen niye kaçmadın?” Agop, birden sinirlenir. “Kaçmadığıma teessüf ediyorum. Ben bu vatan için kan dökmüşüm, bu madalya sahte değil. Kafkas cephesinden kaçmayan, herhalde Şam sokaklarından kaçacak değildir! Emir buyurun süngüyü çıkarsınlar.”

Mustafa Kemal, özenli davranır, Agop’un yanındaki ere süngüsünü çıkarmasını söyler. Agop’un üstünden çıkanlar masanın üstüne konur. Agop kitap hakkında Mustafa Kemal’e bilgi verir. Bu kitaptaki kimi bilgileri saatlerce tartışırlar. Agop’un Türkçeye ilişkin açıklamaları ve kitabın Latin harfleriyle yazılmış olması Mustafa Kemal’i etkiler. Çünkü ilk kez Türkçenin Latin harfleriyle yazılışını görmüştür. Kitapta geçen “kaba Türkçe” tanımlamasından da rahatsız olur.

Savaş bitince Dilâçar Sofya Üniversitesinden çağrı alır ve eşi Meline Hanımla birlikte gider. İstanbul’daki bir Ermeni gazetesine Türkçeyle ilgili ilginç yazılar göndermektedir. Bu yazıların Türkçeye çevrisini okuyan Atatürk, yazarı tanıdığını anımsar. Bu sırada 1. Türk Dili Kurultayı için hazırlıklar yapılmaktadır. Dilâçar da kurultaya çağrılır, bildiri sunar.

Dilâçar, kurultay bitince İstanbul’a yerleşir. Dolmabahçe Sarayında Atatürk’ün masasındaki dil tartışmalarına katılmakta, bir yandan Türkçenin eski değerlerini araştıran yazılar yazmakta, bir yandan da çeşitli okullarda ders vermektedir. 2. Türk Dili Kurultayındaki bildirisi de ilgiyle karşılanır. Bu bildiri yaşamının yönünü değiştirmiştir. Çünkü bu kurultaydan sonra artık TDK’nin başuzmanıdır.

Türk Dil Kurumu’ndaki yeni görevine başlamak için Ankara’ya taşınır (1934). Bu tarihten sonra Dilâçar, hep övünçle söylediği gibi Ankaralıdır. Gündüzleri erken saatlerde TDK’deki işinin başındadır, geceleri çoğunca Çankaya Köşkünde Atatürk’ün düzenlediği dil toplantılarına katılmaktadır. Yazları da aynı toplantılarda bulunmak üzere İstanbul’a gider. Bu toplantılarda özellikle yabancı sözcüklerin kökenlerine ilişkin ayrıntılı, belgelere dayalı bilgiler sunmaktadır.
Dilâçar yalnızca sözcüklerin kökenlerine değil, o yıllarda Atatürk’ün çok ilgisini çeken Güneş Dil Kuramına ilişkin de çok yönlü araştırmalar yapmaktadır. Atatürk ona var olan görevlerinin yanı sıra başka bir iş daha önerir. 1936’da açılan Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde “genel dilbilim, dilbilim tarihi” dersleri verecektir.
1938’de Atatürk’ün ölümü onu çok sarsar. Atatürk’ün verdiği görevleri, dil tutkusunu yaşatmak için işlerine dört elle sarılır.

Fakültedeki dersleri sürerken Türk Ansiklopedisinin danışmanlığını da üstlenir. 1950’de DTCF’deki görevi sona erer, yalnızca TDK’ye ve ansiklopediye emek verir. TDK’deki yabancı dille yapılacak bütün yazışmaları üstlenmekte, yabancı dilcilerle iletişim kurmakta, TDK kitaplığının zenginleşmesi için yerli yabancı bütün yayınları izlemekte, bu arada Türkçenin ve lehçelerinin gelişimi üzerine, tüm dilcilerin bakış açısını genişleten bilimsel yazılar yazmaktadır.

Dilâçar’ın ortaya koyduğu görkemli yazılar, yapıtlar Türkçeyle ilgili çalışma yapanlar için sonsuza dek temel kaynak olacaktır. Yalnızca Dil, Diller ve Dilcilik adlı yapıtının bile aradan geçen bunca zamanda hâlâ bütün dilbilimcilerin temel kaynaklarından olduğu unutulmamalıdır. Buraya aktardığımız üç yazısı, Atatürk’ün dil sevgisine ve çalışmalarına tanıklık etmiş bir bilginden, genç kuşaklara önemli bir kalıttır. Özellikle Güneş Dil Kuramı için, belgeye dayanmayan türlü savların yeniden gündeme getirildiği 2000’li yıllarda “Atatürk ve Türkçe” adlı yazısı önemli bir kaynaktır.
Dilâçar’ın düşünceleri, yapıtları, dil ve yurtseverliği, Türkçeye ve devrime verdiği emek, bugün de hepimize örnek olmaktadır.
Onu saygıyla anıyor, Türkçeye verdiği emeğin ve yapıtlarının gelecek kuşaklar için de yol gösterici olacağına inanıyoruz.

KİTAPLARI
DİLÂÇAR, A.; Les bases Bio-Psychologiques de la Theorie Güneş Dil, İstanbul 1936, 16 sayfa.
DİLÂÇAR, A.; Devlet Dili Olarak Türkçe, TDK Yayını, 1962, 24 sayfa.
DİLÂÇAR, A.;Thomsen, TDK Yayınları, 1963, 40 sayfa.
DİLÂÇAR, A.; Türk Diline Genel Bir Bakış, TDK Yayını, 1964, IX+270 sayfa.
DİLÂÇAR, A.; Türkiye’de Dil Özleşmesi, TDK Yayınları, 1965, 37 sayfa.
DİLÂÇAR, A.; Dil, Diller ve Dilcilik, TDK Yayını, 1968, XII+349 sayfa.
DİLÂÇAR, A.; Kutadgu Bilig İncelemesi, 900. Yıldönümü Dolayısiyle, 1972, 203 sayfa.
DİLÂÇAR, A.; Anadili İlkeleri ve Türkiye Dışındaki Başlıca Uygulamalar, TDK Yayınları, 1978, 53 sayfa.

[1] Dilâçar’ın yaşamöyküsü, büyük ölçüde, değerli Dilci Kaya Türkay’ın hazırladığı, Türk Dil Kurumu’nun Türk Diline Emek Verenler Dizisi içinde, 1982’de yayımlanan A. DİLÂÇAR adlı yapıttan aktarılmıştır.

YAZILARINDAN BİR ÖRNEK:

Atatürk’ün Amaçladığı Türkçe
A. Dilâçar’ın
Adım adım zincirlediğim anılarıma göre, Atatürk’ün dili onarma tasarısı türlü evrelerden geçmiştir. Bu tasarının ilk ereği, bence, I. Dünya Harbi yıllarında belirmiştir. 1917’de Almanca yazılı bir Türk dilbilgisi kitabında eski harflerimizle yazılı “kaba Türkçe, orta Türkçe, fasih Türkçe” biçimindeki ayırtları görünce Atatürk’ün öfke ile irkildiğini ve kabasını, fasihini bırakarak, gazete dilinin herkesçe anlaşılmasını bir baş erek olarak gösterdiğini anımsıyorum. Atatürk aynı kitapta Latin harfleriyle yazılı Türkçeyi de gördü, okuyabildi beğenisini de bildirdi. Onarım yolunda atılacak ilk adımın alfabe alanında olmak gerektiğini anladı. Fakat Kurtuluş Savaşı başlangıcında Ruşen Eşref eski harflerimizi değiştirme sorununu Atatürk’e hatırlattığında ondan “Harp olurken harfle oynamak sırası mıdır?” yanıtını almış, bundan da onarımın bekleme evresinde olduğu anlaşılmıştır.

Harflerimiz 1928’de değişti, 1932’de Türk Dil Kurumu kuruldu, I. Kurultaydan sonra 1933 -1934 yıllarında tarama ve sözcük derleme evresi başladı, 68 kişilik bir derleme kurulu gece gündüz çalışarak 2 ciltlik “Tarama Dergisi”ni ortaya koydu. Bu dergi işlenirken tarayıcılardan 125.998 fiş geldi, bunlar elenerek 7500 Osmanlıca sözcüğe karşılık olarak, Türkçenin her türlü eski ve yeni lehçelerinden -Oğuz, Kıpçak, Orta Asya- 30.000 sözcük gösterildi, örneğin Osmanlıca akıl sözcüğüne karşılık olarak 26 Türkçe sözcük, “an”dan “zerey”e dek. Bu alanda, yazarların çektiği güçlüğü anlatabilecek bir anımı buraya eklemek faydalı olacaktır sanıyorum.

Bir gün, 1934’te Akşam gazetesi başyazarı Necmeddin Sadak’ı görmeye gitmiştim. Sadak, gazetenin başyazısını yazmıştı, Osmanlıca. Zile bastı, gelen odacıya yazıyı vererek “Bunu ikameciye götür” dedi. Karşı odadaki ikameci Tarama Dergisini açtı ve yazının sözdizimine hiç bakmadan, Osmanlıca sözcüklerin yerine bu dergiden beğendiği Türkçe karşılıkları “ikame” etti. Başka bir gazete bürosunda başka bir “ikameci” aynı Osmanlıca sözcüklere başka karşılıklar seçmiş olabilirdi. İşte Atatürk’ün ilk bunalımı bu kargaşadan doğdu.
Atatürk bu durumu gördü ve yeni bir evre olarak, 1934’teki II. Kurultaydan sonra, onarım işini kendi üzerine aldı. Önce, Falih Rıfkı Atay’ın başkanlığı altında “Kılavuz Çalışma Kolu”nu kurdurdu, az sonra buna Türk Dil Kurumu Genel Merkez Kurulu üyelerini de kattı. Genel olarak Osmanlıca bir sözcük tek bir Türkçe sözcükle karşılandı ve bunlar Ulus gazetesiyle, Halkevlerinin Ülkü dergisiyle sıra ile yayımlandı. Ulus’ta çıkanlar “Kılavuz Dersler, Yeni Kelimeleri Nasıl Kullanmalıyız?” başlığı ile 1935’te bir kitap olarak çıktı; 2 ciltlik Cep Kılavuzu da aynı yılda okuyuculara sunuldu. Bu ciltlerde genel yönetmen Atatürk, uygulayıcı Falih Rıfkı Atay’dı. Böyle olmakla birlikte, Atatürk, onaylanan yeni sözcükleri birkaç kez gözden geçirir, kendi keskin “anadili duygusu” ile yeni onarımlar yapardı. Örneğin Osmanlıca zait, nakıs’a karşılık olarak, Falih Rıfkı’nın da katılmasıyla önce arta, ekse sözcükleri kondu, sonra Atatürk tek başına bunları, artı, eksi’ye çevirdi ve bu yolda, askerlik, yayın, hukuk, yönetim, öğretim, bilim, sanat ve genel konuşma alanlarında kullanılan terim ve sözcüklere öz Türkçe karşılıklar bulundu. Ayrıca 1936 -1938 yıllarında Türk Dil Kurumu, türlü kollarda kullanılan ilk ve ortaöğretim terimlerinin Türkçelerini işleyip ortaya koydu. Atatürk, bu çalışmalara 1937’de yayımladığı Geometri kitabıyla önemli bir katkıda bulundu.
Atatürk, amaçladığı Türkçeye gün geçtikçe yaklaşıyordu. Amacına tamamıyla kavuşabilmek için bir zorunluluk belirmişti: Bizde bulunmayan anlam incelikleri. Fransızcayı çok iye bilen Atatürk, bu konuya ilk olarak 1935 yılında Cep Kılavuzunuişlerken dokunmuştu, Osmanlıca tavsif, tarif sözcüklerine Türkçe karşılık aranırken. Kitapta buna tanım dendi. Ama kitap yayımlandıktan sonra Atatürk anlam inceliği bakımından bu sözcüğü yine ele aldı ve 1936 yılının sonbaharında, bir gece sofrada, eksik saydığı bir şeyi tamamladı. Osmanlıcada, genel olarak, tarif ve tasvir bir arada kullanılır ve anlam odaklanmaz, yayılır ve Fransızca iki anlam odağını karşılardı. Atatürk, birbirinden çok değişik olan bu iki anlam odağının Fransızca karşılıklarını biliyordu: Biri décrire (yani description yapmak), öbürü définir. Düşündü, décrire’in Türkçe karşılığını betimlemek,définir’in karşılığını da tanımlamak olarak saptadı. Bunlardan ilki “tasvir etmek”, ikincisi ise “bir kavramın bütün öğelerini sınırlayıp eksiksiz olarak anlatmak” demektir.

Atatürk’ün “anlam inceliklerini ayırma” yolunda yaptığı iki açıklamaya da tanık olmuştum sofrasında. Biri ilan, öbürü sebep; ikisi de Osmanlıca. “Duvar ve gazete ilanını bırakarak, Atatürk “ilan etme” anlamını ele aldı, örnek olarak da harp ilan etmekle cumhuriyet ilan etmek arasındaki farkı anlattı: Biri Fransızcada déclarer öbürü aynı dilde proclamer. Bunlardan ilki “açık olarak bildirmek”, ikincisi ise “törenle bir kararın haberini yaymak” anlamına gelir. Sebep de iki anlam taşıyordu: Biri nesnel olarak Fransızca cause’un karşılığı (örneğin niçin geç kaldın, sebebi ne? Cevap: Otobüsler işlemediğinden dolayı), öbürü öznel, Fransızca raison’un karşılığı (örneğin Niçin geç kaldın, sebebi ne? Cevap: Hocama kızmış olduğumdan dolayı).

İşte Atatürk’ün amaçladığı Türkçe, bu anlam inceliklerini birbirinden ayırmış olan bir Türkçe idi. Bu amaca erişebilmek için Atatürk, Fransızcayı çok iyi bilen Reşat Nuri Gültekin’den 2 ciltlik Larousse Sözlüğünün sözcük bölümünü Türkçeye çevirmesini istemişti, fakat bu yazarımızı, bu görevi yapamadan yitirdik. Bu iş Atatürk’ün bir buyruğu ve isteği olarak er geç yapılmalıdır. Tahsin Saraç’ın bu yıl kurum yayınları arasında ortaya koymuş olduğu 2 ciltlik Fransızca-Türkçe Sözlük, bu işi kolaylaştırmış olsa gerek.
Türk Dili, XXXIV, sayı: 302, 1976

(1 )Mustafa Kemal’in Keşfettiği Bilim Adamımız: Agop Dilaçar-https://mustafakemalim.com/mustafa-kemalin-kesfettigi-bilim-adamimiz-agop-dilacar/


Yazıları posta kutunda oku


“Atatürk’ün Dilaçar’ı” için bir yanıt

  1. Ahmet Rasim avatarı
    Ahmet Rasim

    “yeni Türk ABECE’sinin bahçevanı Agop Martayan” bu tanımlama yanlış. 1928 dil encümeni tarafından yeni Türk alfabesi oluşturulduğu sırada Agop Martayan Bulgaristan’da yaşıyordu ve alfabe çalışmalarının hiçbir aşamasında yer almamıştır. Dil encümeninde adı bile geçmez. Türkiye’ye ilk kez 1932’de dil kurultayı için geldiğinde zaten yeni Türk alfabesinin imla ve yazım kuralları çoktan belirlenmiş ve uygulanıyordu.

    “Türk Dil Kurumu’ndaki “başuzman” sanını onurla korumuştu.” Türk Dil Kurumu başuzmanı Abdülkadir İnan’dı. Agop Dilaçar “garp dilleri başuzmanı” görevindeydi.

    ” 2. Türk Dili Kurultayındaki bildirisi de ilgiyle karşılanır. Bu bildiri yaşamının yönünü değiştirmiştir. Çünkü bu kurultaydan sonra artık TDK’nin başuzmanıdır.” bu bilgi de yanlıştır. Kendisi 3. dil kurultayından sonra 1938’de garp dilleri başuzmanı olmuştur. Daha öncesinde kayıtlarda sadece uzman olarak geçmektedir. Asıl başuzman Abdülkadir İnan’dır.

    “Çünkü ilk kez Türkçenin Latin harfleriyle yazılışını görmüştür.” bu bilgi de yanlış. Mustafa Kemal Paşa Latin alfabeli Türkçeyi 1917 yılında bir savaş cephesinde görmesi imkansız. Zira kendisi daha öncesinde arkadaşlarına Latin alfabeli Türkçe mektup gönderiyordu. Birinci Dünya Savaşı öncesi 13 Mayıs 1914’de İstanbul’daki arkadaşı Madam Corinne’ye gönderdiği Latin alfabeli Türkçe mektubu var.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir