TÜRKLÜK BİLİNCİ VE ATATÜRKÇÜLÜK
TÜRK’ÜM
Yabancılar Atatürk’ü Nasıl Değerlendiriyor Arnold Toynbee şöyle diyor:
Bir an için tahayyül ediniz ki: Batı dünyasındaki Rönesans, reform, bilim ve düşünce ihtilali, Fransız İnkılabı ve Sanayi Devrimi’ni, Atatürk, bir insan ömrüne sığdırmıştır.
Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı, 21.10.2000 tarihinde Cumhuriyet Gazetesi’nde yeniden yayınlanan Hangi tarihli başlıklı makalesinde şunları yazıyor:
Şu sözle daha çok yeni… Prof. Justin McCarty’e ait:
Atatürk olamasaydı, Türk belki Özbekistan’da olurdu, ama Trakya ve Anadolu’da kalmazdı. 100 yılda tüm civar büyük coğrafyada sürülmüş ve katledilen Türkler’in Konya Ovası’ndan sürülmeleri ve atılmaları ne kadar sürerdi sanıyorsunuz? Amerikalı tarihçi devam ediyor:
‘Ne Türk ne de Türkiye kalırdı. Mustafa Kemal sadece ülkeyi kurtarmadı; Türk neslini de kurtardı.’ Amerikalı tarihçinin kanıtlara dayanarak çizdiği tablo çok açık.
19. Yüzyılın başlarından 20. Yüzyılın başlarına kadar, Balkanlar’dan Kafkaslar’a kadar 5 milyon 60 bin Türk öldürülmüştür., 5 milyon 381 bini de sürgün edilmiş, yerinden yurdundan olmuş. Peki bu vahşet ne zamana kadar sürmüş? Yanıtı Prof. McCarty çok net veriyor:
Türk bağımsızlık savaşında bir şey oldu ve plan yürümedi. Yunanlılar bozguna uğrayınca, kaçarken her yanı yaktılar, yıktılar, herkesi öldürdüler. Amerikan Elçisi ve Amerikan kaynakları bu olayı doğruluyorlar. Sadece batıda Rumlar tarafından bir milyonun üzerinde Türk öldürüldü, 1.2 milyonu da sürgüne zorlandı.’ Ve ekliyor:
‘ Çok kötü bir yüzyıl olmuştur. Müslüman ülkesi yok edilmiştir. 1800 – 1922 arasında Yunanlılar 950 bin göçmen, 320 bin ölü verdiler. Ermeniler 910 bin göçmen ve 580 bin ölü verdi. Oysa aynı dönemde 5 milyondan fazla Türk’te öldü.’ Sonuç ?
‘ Bu ibret tablosunun karşısında, kim suçlu diye sormak gerekir. Mustafa Kemal’in itildiği Konya Ovası’nı gözler önüne getirin. Bir yüzyılda nereden nereye gelinmiş. Ben size diyorum ki, Atatürk olmasaydı, Türk kalmazdı.’ Ve konuşmasını noktalarken Şöyle diyor:
‘Yüzyıllık tarihte Türkler hakkındaki yalanların kaynağı var. Misyonerler ve İngilizler propaganda büroları aracılığıyla, bugün bile inanılan yalanlar yayıyorlar. Benim söylediklerimi bir Türk söylese, kimse inanmaz. İnsanlar dışarıda Türkler’e karşı önyargılılar.’
Robert Koleji Mütevekkili Heyeti Üyesi, Harvard’da tarih öğrenimi görmüş Nick Ludington, Kemalizm hakkında düşüncelerini şöyle ifade ediyor. ‘ Ülkeler başarıya birleştirici efsaneler yardımıyla ulaşırlar. ABD’nin Amerikan Devrimi ve Fransız kültür kavramı, İngilizler’in Magna Carta ile Kraliyet Ailesi, Yunanistan’ın demokrasinin doğduğu yer efsaneleri örneklerdir. Türkiye’yi birleştiren efsane ise, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve Kemal Atatürk’tür. Bunlarsız Türkiye dağılabilir.
Kimileri İslam’ı Kemalizm yerine koyarak birleştirici yapmak istiyor. Bu Türkiye’yi nereye götürür? Milliyet üstü İslami ümmete ve böylece Türkiye Cumhuriyeti’nin sonuna. Başkaları özellikle ‘ İkinci Cumhuriyetçiler’ Kemalizm yerine Batı kültürünü koymak istiyorlar. Bunu yaptıkları taktirde, ortaya bir Anadolu İsveç’i çıkarmak isterken, büyük bir olasılıkla Türkiye kargaşa içinde kalır. Atatürk’ün Kemalizm prensiplerinin çoğu hala geçerliliğini korumaktadır. Kemalizm ile ilgili sorun, daha ziyade laiklik prensibi ile ilgili görülmekte dir. Bu prensip muhtemelen Türkiye’nin İran yada Afganistan gibi karanlık çağlara gitmesini önler. Tüm Kemalist prensipte kişinin diniyle ilgili kişisel uygulamalarında sınır yoktur. Devlet ülkenin hakim dini olan İslam altyapısının muhafazasında aktif rol oynar. Siyasetçilerin sadece Anayasa’nın gerekli kıldığı laik Cumhuriyet esaslarını kabul etmeleri gerekir.
Aynı sınırlamaları ABD ‘de kökten Hıristiyanlara da uygulamamaktadır. Türkiye’ye din özgürlüğüne karşı en ağır saldırıcılar Kemalist değiller. Söz konusu saldırılar, kendi kökten dinci görüşlerini halka zorla kabul ettirmek isteyen siyasi İslamcılardır.
Sonuç olarak; dünyada çok az ülkenin Atatürk gibi bir milli kahramanı var. Bu imajı yok etmek son derece büyük hata olur.
Türk Toplumunu Ümmetlikten Çıkarıp Millet Yapan Atatürk
Batılı bilim ve devlet adamlarının, yukarıda özetlediğim görüşleri Atatürk’ü nasıl anladığım ve yorumladığım konusunda ipuçları verebilir. Ben bu gün daha güncel bir konuyu gündeme getirmeye çalışacağım. Şöyle bir görüş, bugünlerde ısrarla vurgulanıyor: Atatürk ve Atatürkçülük, Jakoben bir anlayışla devleti ön plana çıkardılar. Birey, ikinci plana itildi. Halbuki gerçek demokrasilerde birey her şeyden önemlidir. Devletin öncelikli görevi, bireyin hak ve özgürlüklerini korumaktır. Günümüzde Atatürkçüler, sınırlı ve Jakoben özgürlük anlayışlarıyla, hem ülkemizdeki çağdaş demokratik yaşamın sürdürülmesinde ve hem de AB’ye girişimizde en büyük engeli oluşturuyorlar. Bu görüşün sahipleri, Atatürk’ü ve eseri en az anlayan kişilerdi. Aslında onlar Cumhuriyet’in kazanımalarını yok etmek istiyorlar. Türk toplumunu ümmet toplumu olmaktan çıkarıp ulus yapan; vatandaşlarımızı kul olmaktan çıkarıp, çağdaş bireyler yapmaya çalışan Atatürk ve Atatürkçülerdir. Nüfusumuzun çoğunluğunu oluşturan Türkler bile, kendi yurtlarında, yöneticilerce daimi olarak aşağılanıp ezilmekten, Atatürk ilkelerine dayanan cumhuriyet idaresi sayesinde kurtarabilmişlerdi.
Cumhuriyet Öncesi Türk Kadını
Atatürk’ün daha iyi anlaşılmasında çok büyük önem taşıdığı için hususları açıklığa kavuşturmaya çalışacağım. Nüfusumuzun yarısını oluşturan kadınlarımız, Cumhuriyet idaresinden önce bir gün bile saygın bireyler olabilmişler miydi acaba?
Falih Rıfkı Atay, Cumhuriyet’ten önceki dönemin Osmanlı kadınını şöyle anlatıyor:
Osmanlı toplumunda kadın taassuba karşı devletin başlıca tavizi idi. Taassup için ahlak, ırz; ırz da bilhassa kadın demekti. İstanbul’da kadınların ırzlarından yalnız kocaları ana babaları sorumlu değil idiler. Bütün mahalle halkı, aile halkını kontrol ederdi… Sokakta herkes kadın kıyafetine karışmak hakkını kendilerinde görürdü. Yüzler, kollar, bacaklar iyice kapanmalı, çarşaflar vücut biçimini hiç sezdirmemeli, peçeler bir süs değil tam örtü olmalı idi… Harp, pahalılık gibi hadiseler olduğu veya idare aleyhine dedikodular arttığı vakit, hemen kadın kılığı günün meselesi haline gelirdi. Kadın erkekle bir arabaya binemezdi. Vapurlarda, tramvaylarda, muhallebici dükkanlarında kadın yerleri perde veya kafesle erkek yerlerinden ayrılmıştı. Gezinti, mesire yerlerine kadar her yerde harem kısmı vardı… 1908 Meşrutiyeti’nden sonra dahi, mesela kız mekteplerinde edebiyat hocası harem ağası idi… Birinci Dünya Harbi bozgunu üzerine Enver Paşa, halk ararsındaki dedikoduları durdurmak için kadın tavizine girişti. Çarşafların ayakların hangi noktasına kadar ineceğini tespit etmek üzere bir komisyon bile kurulmuştu. Bir gün, bir polis müdür Ada otellerinden birinde bir karı kocanın beraber oturduklarını duyunca, bizzat otele giderek kadını sokağa atmıştır… Mütareke gazeteleri okununca, Osmanlı Saltanatı’nın sanki kadınlar yüzünden batmış olduğunu zannedersiniz. Mondros’ta teslim olmuşuz; kadına hücum, düşman donanmaları İstanbul Limanı’na demirlemişler; kadına hücum, hazine dar, o ay maaş çıkmamış, kadına hücum.
Necip Mirkelamoğlu, geçen yılın Eylül ayında, her Türk aydınının okuması gerektiğine inandığım ” Atatürkçü Düşünce ve Uygulamada Din ve Laiklik” adlı muhteşem eseri yayınlandı. Bu eserde; Falih Rıfkı Atay’ın yazdıkları şöyle değerlendiriliyor:
İşte Mustafa Kemal şeriatın bu, Osmanlı kadını, laik Cumhuriyetin Türk kadını haline getirerek, onu erkekle eşit haklara, kavuşturarak ikinci sınıf bir mahluk, nefis körelten bir esire olmaktan çıkarıp toplumun hür, aydın, aktif, onurlu bir üyesi yapacaktı. Kolağası rütbesindeki ilk gerçek çağlardan itibaren, bu inancı bir iman halinde ruhunda saklayıp, dimağında yaşattığı zaten bilinmektedir. 1925 yılında, geleceği müjdeleyen bir konuşmasında bu hususta şunları söylemişti:
Bir sosyal toplum, bir millet, erkek ve kadın denilen cins insandan oluşmuştur. Kabil midir ki, kitlenin bir parçasını ileri götürelim, diğerini müsaha edelim de kitlenin bütünü ilerleyebilsin? Mümkün müdür ki, toplumun yarısı topraklara zincirli kaldıkça, diğer kısmı semalara yükselebilsin?
1923 yılı Nisan’ında yapılacak seçimlere hazırlık olarak, kaç kişilik nüfusa bir milletvekili düşecek hesabı yapılırken, nüfus belirlemesi yapılmış, fakat Osmanlı’dan intikal eden, kadınları insan adletmeyen zihniyet, bu sayımda kadınları hiç sayarak nüfus tespitine almamıştır. Mustafa Kemal, toplumdaki statüsü bu durumda olan kadının ayaklarındaki zinciri kırmış: Hususi Hukuk alanında, Medeni Kanunla; Kamu Hukuku bakımından da 1930’da Belediye Meclislerine, 1934’te ise TBMM seçme seçilme haklarını veren yasal ve anayasal hükümlerle ona laik Cumhuriyet’in şerefli vatandaşı olmanın onur ve gururunu kazandırmıştır.
Osmanlı’da Aşağılanan Türk Milleti
Necip Mirkelamoğlu aynı eserinde, Türkler’in durumunu şöyle açıklığa kavuşturuyor. Fuat Köprülü konferanslarında ve kitabında tarihi bir realite olarak, bir Osmanlı İmparatorluğu bulunmakla beraber, bir Osmanlı ırkı, hatta bir Osmanlı kaviminin mevcut olmadığını Osmanlı kelimesinin etnik değil, politik bir terim olduğunu, Anadolu’ya Müslüman olarak Selçuklularla beraber ve onların bir parçası olarak geldiğini, din değişimi şekliyle Müslüman olan Hıristiyanlar’ın abartılacak bir sayıda olmadıklarını Osmanlı halkının Selçuklular gibi Asya’dan Oğuz boyundan kopup gelen Türk kitlesi olduğunu bilgi, belge ve delilleriyle ortaya koymuş bulunmaktadır.
Bizim de katıldığımız gerçek şudur: Osmanlı Devleti’ni kuran başlangıcından sonuna kadar her türlü zahmetini, eziyetini çekip, uğruna can verip kan akıtarak, her türlü maddi ve manevi fedakarlıklarla asırlarca onu omuzlarında taşıyan, zaferlerin gerçek sahibi, yenilgi ve hicranlı günlerin masum ve mazlum tebaası öz be öz Türk halkıdır. Ne var k., aynı sözleri padişahların büyük çoğunluğunun, sadrazamların, vezir, ümare ve ulemanın, saray ve enderun aristokrasisinin, kapıkulu tarifesinin pek büyük çoğunlukları için söylememiz mümkün değildir. Bu tanıma giren zümreye hiçbir gün ve Türklük ruhu ve mensubiyet duygusu belirmemiş, ifade olunmamıştır. Özellikle Fatih’ten sonra ben Türk’üm diyen bir padişah sesi duyulmamıştır. Bu aristokrat zümre Türk halkını yalnız can, kan ve mal vergileri için hatırlamışlar, onun dışında Türk olmayı bir hareket, aşağılama, utanç vesilesi saymışlardır. Osmanlı idaresinde Türk halkı, bir millet ruhu ve şuuru ile beslenmemiş, Araplar’ın imtiyazlı bulunduğu bir ümmet kişisizliğinde eriyip gitmiştir.
Yavuz Sultan Selim’in Halifeliği devraldığı 1517 itibaren Araplar, Osmanlı hayatı boyunca Arapların bu üstün ve gözde durumları devam etmiştir. Abdülhamit, geleneksel Osmanlı zihniyet ve siyasetini daha da belirgin bir hale getirerek, Araplara son derece yakınlık gösteren ve güven duyan bir tutum göstermiştir. Sadaret makamına getirdiği Tunuslu Hayrettin Paşa Arap olmamakla beraber, Arap kültürüyle yetiştiği için Türkçe bilmezdi. Saraydan kendisine yazılan yazılar Arapça yazılır, Türkçe’ye tercüme edilirdi. Devletin resmi dilinin bile Arapça’ya çevrilmesi düşünülmüş, mukavemet görülünce vazgeçilmişti. Devlet yıllıklarında İmparatorluğun vilayetlerinin sıralanmasında Edirne ilinden başlanılmakta iken, Abdülhamit, Hicaz vilayetleri sayıldıktan sonra diğerine geçilmişti. Arap vilayetleri, birinci sınıf vilayetler sayılmış, bunların valilerine diğerlerinden farklı ve daha fazla maaş verilmiştir.
Kadın Sultanlar Bile Türk Değil
Bu konuda Hüsnü Merdanoğlu’nun, Atatürkçü Düşüncenin Evrenselliği adlı eserinde yazdıkları çok ilginç:
Bütün kadın sultanlar, bütün padişah anaları, hep yabancı ırklardan alınan köle kadınlardan geldiler. Hanedanda bu kan yabancılığı Osmanlı İmparatorluğu’nun son padişahına kadar devam etti. Henüz kuruluş dönemi olan 1466 yılında yapılan derlemede, ‘Türk iti şehre gelince farisice ürür.’ denilmektedir.
Yine bir Osmanlı şairi olan Nef’i ise
“Tanrı, Türk’e İrfan çeşmesini yasaklamıştır” demiştir.Divan-ı Hümayün yazarlarından Hafız Ahmet Çelebi 1499 yılında şiirinde; “Baban da olsa Türk’ü öldür” nakaratını kullanmakta, üstelik bu sözün Hz. Muhammet’e ait olduğunu vurgulamaktadır. Sadece bir kıtasını yineleyelim:
Sakın Türk’ü insan sanma
Bin an bile olsa Türk’le birlikte olma
Türk eline şeker alsa o şeker zehir olur.
Türk’ü öldür.
Fatih Sultan Mehmet bile, Otlukbeli Savaşı’ndan dönerken, elinde bıçak olan birisine ne yaptığını sorduğunda öldürülen Türkmenler’in kulaklarını keserek küpelerini topladığını öğrenmiş ve işine devam et demiştir.
Kuyucu Murat Paşa: ” Vurun Şu Pis Türk’ün Başını”
Hırvat kökenli Sadrazam Kuyucu Murat Paşa döneminde, 155 bin insan doğranmış ya da diri diri kuyulara doldurulmuştur. Aman dileyen insanlara Kuyucu Murat Paşa’nın yanıtı; “Vurun şu pis Türk’ün başını” olmuştur. Cellatların bile öldürmeye kıyamadığı çocuğu atından inerek öldüren Kuyucu Murat, Osmanlı’nın yetkilisi, öldürülen çocukta Anadolu’nun evladı Türk’tür. Osmanlı tarihçisi Naima Tarihinde Türkler için ” nadan” yani kaba Türk, idraksiz Türk, hilekar Türk ifadesini kullanmaktadır.
1912 yılında Sebüreşat Dergisinde çıkan bir yazıda “Türk” kelimesinin kullanılması, dinsizlik, kafirlik sayılıyordu. “Türk Hükümeti, Türk Ordusu, Türk Ülkesi” deyimlerinin Osmanlı halkı üzerinde rahatsızlık yarattığı biliniyordu. 1913 tarihli “Mecmuai Ebuzziya” Dergisi’nin 94. sayısında:
“Bizim Türklüğümüz sembolizmden başka bir şey değildir. Bizler, yani Türkler Müslümanlık içinde erimişizdir. Türk falan değil, sadece Müslümanız” denilmektedir. Üniversitede profesörlük de yapmış olan Ahmet Naim, 1913 yılında yazdığı “İslamda Davai Kavmiye” adlı kitabında, Türk’e karşı savaş açmış ve “Türk’ün geçmişini bilmesine ve öğrenmesine lüzum ve ihtiyaç yok, gerekli olan şeriatı öğrenmektir” demiştir.
1919 – 1920 yıllarında Şeyhülislamlık görevine getirilmiş ve padişahla birlikte ülkeden kaçmak zorunda kalmış olan Mustafa Sabri efendi ise, Türk’e Türklük benliğini vermek isteyenlere “soysuzlar” yakıştırmasında bulunmuştur. İstanbul alındıktan sonra Osmanlı yönetiminde devletin en yüksek yargı yürütme organları Türk’e kapalı tutulmuş, devlet adamlarının yetiştirildiği Enderun Okulları’na Türkler alınmamışlardır.
Türk, Kaba ve Yabani Demekti
İsterseniz biraz da görgü tanıklarından dinleyelim:
Kendime ilk defa ne zaman Türk dediğimi pek hatırlamıyorum. Bizim çocukluğumuzda Türk kaba ve yabani demekti. İslam Ümmetinden ve Osmanlı idik. İlmihallerde baş dersimiz; “din ve milliyet bir olduğunu öğrenmekti.” Vatan sözü yasaktı. Onu ben büyüyüp de Namık Kemal’i okuduğum günlerde kitapta gördüm. Kulağımla ancak Meşrutiyette duydum. Padişah kulları idik. Okul çıkışlarında sıraya girer, Padişahım çok yaşa diye bağırırdık. Beyoğlu’nda bir İstanbullu Türk yerliliğini kolayca hisseder. Dükkanlardan çoğu Türkçe’den başka dille konuşmayınca ancak tenezzül eder. Yan sokaklardan bazıları adları Fransızca yazılmıştır. ‘Büyük Klüp’ün adı; Cerlced Orient’tir. Dili Fransızcadır. Karşı Türkler’inde Türkçe konuştukları pek duyulmaz. Bu Tanzimat tipi Batılı ile, bugünkü Batılı Türk arasında hiçbir benzerlik aramayınız. O Türklüğünden utanan, Türklüğünü saklayan bir alafrangadır. Bir göbek, çoğu iki, nihayet üç göbek öncesi Anadolu’nun bir kasaba veya köyünden çıkan bu Türkler, saraya yahut Bab-ı Ali’ye çıkınca ilk işleri soylarını, soyadlarını unutmak olur. Okullarda Arab’a Arap, Arnavut’a Arnavut, Rum’a Rum fakat kendimize Osmanlı derdik.
Vallahi Türk Değilim
Ziya Gökalp “Türkçülüğün Esasları” adlı eserinde şu bilgileri veriyor:
Bu milletin yakın zamana kadar kendisine mahsus bir adı bile yoktu. Tanzimatçılar ona ” Sen yalnız Osmanlısın. Sakın başka milletlere bakarak sen de milli bir ad isteme. Milli bir ad istediğin dakika Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasına sebep olursun” demişlerdi. Zavallı Türk vatanımı kaybederim korkusu ile, vallahi Türk değilim. Osmanlılık’tan başka hiçbir içtimai zümreye mensup değilim demeye mecbur edilmişti.
Osmanlı İmparatorluğu genişledikçe, yüzlerce milletleri siyasi dairesine aldıkça idare edenlerle idare olunanlar iki ayrı sınıf birbirini sevmezdi. Osmanlı sınıfı kendini millet-i hakime (egemen ulus) suretinde görür, idare ettiği Türkler’e millet-i mahkure (aşağı ulus) nazarı ile bakardı. Osmanlı Türk’e daima ‘Eşek Türk‘ derdi. Türkler arasında Kızılbaşlığın ortaya çıkışı bile bu ayrılıkla izah olunabilir. O tarihteki halk şeyhleri, Türkler’in o zamandaki ezilmişliğini, vaktiyle Ehl-i Beyt’in uğramış olduğu ezilmişliğe benzetiyorlardı.
Şair Fuzuli, bir şiirin son beytinde şöyle diyor:
Fuzuli, gökten yere insen sana yer yok
Yürü var gel, ya Arap’tan ya Acem’den
“Türk’den de Paşa olur mu?”Ahmet Vefik Paşa (1825 – 1891) Bursa valisi iken (1880) ilçelerine teftişe çıkar.
Bursa o zaman İmparatorluğun türlü yörelerinden gelmiş olan göçmenlerin iskan edildiği bir bölgedir. Paşa uğradığı bir ilçede, sohbet ederken etnik kökenleri soruyor, aldığı cevaplar konuştuklarının Çerkez, Arnavut, Boşnak, Gürcü vb. olduğunu gösteriyor. Sorduğu soruya utanarak cevap vermek istemeyen bir ihtiyara, üsteleyerek, hangi milletten olduğunu ısrarla söyletmek isteyince, o bir kabahatı ifşa edermiş gibi ürkek, titrek bir sesle ” Ben Türk’üm efendim” diyor. Bunun üzerine Paşa, ” Niçin sıkılıyorsun? Türk olmak kabahat mi? Bak ben de Türk’üm diyor. O titrek ihtiyar birden canlanarak, “Sahi sen de Türk müsün? Demek Türk’ten Paşa da oluyormuş, padişah da Türk, Padişah” diye haykırıyormuş. Sonra, İmparatorluğun iki dertli ihtiyarı sakallarını ıslatan yaşlar birbirine karışarak, sarılıp, Türk’ün hazin kaderi için ağlaşıyorlar.
Türklere Avrupa’da ” Şempanze” Deniyordu
Birinci dünya Savaşı sonrası, bir avuç kişi yurt dışında özgürlük arıyorlardı. Onlardan birisi Yakup Kadri Karaosmanoğlu, o günlerin koşullarını, şu duygusal satırlarla günümüze aktarmaktadır.
Bir Mayıs sonu, ya da Haziran başı idi. Bağımsız fakat bütün kalbiyle ittifak devlerinin zaferini kutlayan bir Avrupa şehrinde başım eğik, gözlerim yaşlı dolaşıyordum. Yüreğim bir derin uçurum, kafam bir cehennemdir. Gün geçmiyor ki, bir mağazada, bir lokantada Türk olduğum anlaşılınca acı bir alay edilme veya ağır bir hareketle karşılaşmayayım. Lakabımız; ‘ Maslak’tı (Bir çeşit şempanze maymunu türü). Gönül verdiğimiz genç kızlar Türklüğümüzü sezince bizden iğrenip kaçıyordu. İşte o şehri bu cehennem atmosferi içinde, bir gün yılgın ve çekingen dolaşırken, gözlerim ansızın bir gazete satıcısının sergisinde, bir sürü gazete adı ve başlıkları arasında, iri harflerle dizilmiş şu satırlara ilişiverdi:
Bir Türk generali itilaf kuvvetlerine karşı yeniden harbe hazırlanıyor. Titreyerek gazeteyi aldım. Yürekten okuyorum: ‘Mustafa Kemal Paşa isminde bir Türk generali’
Atatürk Türklük Şuuruna Nasıl Erdi
Atatürk bir hatırasını şöyle anlatıyor:
Şair Mehmet Emin Yurdakul’un ilk defa Manastır askeri İdadisi’nde
“Ben Türküm. Dinim, cinsim uludur” mısra ile başlayan manzumesinde, bana ilk gençliğimin gururunu tattıran, ilk manayı bulmuştum. Fakat ben asıl, orduyu ilk katıldığım günlerde bir Arap binbaşının “Kavm-i Necip evladına sen nasıl kötülük yaparsın” diye tokatladığı bir Anadolu çocuğunu iki damla göz yaşlarında Türklük şuuruna erdim. Onda gördüm ve kuvvetle duydum. Ondan sonra Türklük benim esen kaynağım, erdemim övünç membaım oldu. Benim hayatta yegane fehrim, servetim, Türklükten başka bir şey değildi. “Türkler Avrupa’nın Gecikmiş Milleti” Deutsche Welle (Almanya’nın Sesi) Radyosunda müdürlük yapan; Dietrich Schegel şöyle diyor:
“Atatürk’ün temel ilkelerinden biri de Türkler’e kendi kimliklerini vermekti. Bu Türkler’e Osmanlı veya değişik etnik gruplardan oluşmuş herhangi bir insan yığını olmadıklarını, aksine Türk olduklarını telkin etmeyi amaçlıyordu. Atatürk Türkler’in nereden geldikleri konusunda, belki de biraz katı olan, bir takım fikirler geliştirmişti. Fakat burada da Almanlar’la bir karşılaştırmada bulunmak istiyorum. Bir Alman kültür sosyologu ve filozofu, 1920’li yıllarda ‘Gecikmiş Millet’ adlı bir kitap yazmıştı. Bu kitabın adına dayanarak, Türkler’i bir çok kez, ‘Avrupa en gecikmiş milleti’ olarak nitelendirdi. Osmanlı İmparatorluğu egemenliği altında yaşamış olan Yunan, Romen ve Bulgar milletleri eşit haklara sahip olma süreçlerini ve yeniden milli doğuşlarını 19. yüzyıldan, 20. yüzyılın başına kadar tamamlamışlardı. Fakat Türkler, ancak Birinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında ‘Türk’ kimliklerine kavuşmuşlardır.
Geçmiş yüzyılda Jön Türkler’in kendilerine bilinçli olarak Türk demelerinden önce, Türk benlik duygusu yoktu. Atatürk Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, kendi topraklarında geri kalan insanlara ‘Türk’ demeyi amaçlamıştı. Benim anlayışıma göre, Atatürk bunu etnik anlamda söylememiştir. Çünkü O, Türkiye’de pek çok etnik grubun yaşadığını biliyordu. Atatürk, bu konuyu ‘yurttaş‘ kavramı olarak ele aldı. Sanırım Atatürk’ün temel fikri, yurttaş ve ulusal yurttaş kavramlarını birleştirmekti. Bu Türkler’de derin izler bırakmıştır. Avrupa’da, Türkler kadar büyük milli gururları olan çok az sayıda millet tanıyorum.”
Alfons De Lamartine’nin Osmanlı Tarihi’ni çeviren Editörler Grubu’nun konu ile ilgili düşüncelerine değinelim:
Bütün imparatorluklarda bir egemen millet vardı. O tarihlerde Avusturya İmparatorluğu’nda Alman Milleti, Rusya’da Doğu Slav ırkı, İngiltere Topluluğu’nda İngiliz Milleti ve hatta ABD’de de Anglo-Skason unsuru egemen durumdaydı. İşte bütün bu devletlerin varlıkları ve güçleri bu egemen bir ırktan güç alınmaması topluluklar arasında disiplinden eser bırakmadığı gibi, dayanışma mevhumunu da yok etmişti. Böylece devletin yapısı demokrasiye hazırlıklı olmadığı için, büyüklü küçüklü politik depremlere karşı direnemezdi.
Atatürk’ü Anlamak Yetmez
Yazıma İlhan Selçuk’un 27.10.1998 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanan “Gel de Şaşma” başlıklı makalesiyle son vermek istiyorum:
Ermeni Rus’la birleşmiş Doğu Anadolu’yu boşamış,
Rum, Yunan’la, Yunan İngiliz’le birleşmiş Batı Anadolu’yu ele geçirmiş…
Ülkenin mahvolmadık, yıkılmadık, yanmadık, kan dökülmedik, kül olmadık hiçbir yeri kalmamış…
Kalan ne?
Elde avuçta İstanbul, İzmir bile yok
Anadolu’nun 6 – 7 milyon nüfuslu en yoksul bölümüyle %95’i okuma yazma bilmez, yorgun, yoksul, bitkin, ezik bir halk…
Nasıl kurtulmuşuz?
Şaşıp kalıyorum…
Yunan’ı nasıl denize döküp, hizaya getirmişiz, İngiliz’i İstanbul’dan nasıl çıkarmışız, dünyanın süper güçleriyle nasıl masaya oturmuşuz?..
İnanılır gibi değil…
Sakın rüya olmasın?..
Yıl 1923…
Anadolu’da 10 – 11 milyon savaş artığı insan yaşıyor, hastalıklı, aç bilaç, parasız.
Ne yapacaksın?
Demokrasi yap!
Nasıl yapacaksın?
Yeni bir bin yıla girerken Nurcu tarikatının ardına bu kadar adam takılmışken, 1923’ün yanmış, yıkılmış Anadolu’sunda nasıl demokrasi yapacaksın?.. Komşunun komşuyu boğazladığı iç savaşlardan, Anadolu’ya mezbahaya dönülen dış savaşlardan yeni çıkmışsın. Fabrikan yok, işçin yok, doktorun yok, uzmanın yok, tüccarın yok, öğretmenin yok, mimarın yok, suyun yok, yolun yok, barajın yok, elektriğin yok, kadınların çarşafla, çuvala giriyor, erkeğin dört karı alıyor, yurttaşlık yasası yok, üniversiten yok, bankan yok, burjuva yok, proleterya yok, ihracatçı yok, ithalatçı yok, sermayen yok…
Kalkın bakalım…
Nasıl kalkınacaksın?..
Sermayesiz ekonomik kalkınmanın, yumurtasız omletten ne farkı var?..
Mustafa Kemal kuşağı ne yapmış?
Yöneticiler devletçiliğe neden ve nasıl sarılmış?
Türkler bankacılığı nasıl öğrenmiş? Merkez bankası 1930’a değin neden açılmamış?
Özel sektör nasıl oluşturulmuş?
Yeni devlet nasıl kurulmuş?
Çağdaş öğrenime nasıl geçilmiş?.. 1920’de, 10 – 11 milyon nüfusun % 95’i alfabe bilmezken, savaş artığı bir toplumla okuma yazma seferberliği nasıl açılmış?
Kitaplıklarında kitap yokken, ulusal kütüphane nasıl kurulmuş?
Okullarda tarih kitabı bile yokken, ulusal kütüphane nasıl kurulmuş?
Yok olmanın kuyusundan çıkıp, var olmanın doruğuna nasıl tırmanılmış?..
Yunan’lı ile dostluk nasıl yapıldı?
Avrupa’da saygınlık nasıl kazanılmış?..
Şaşıp kalıyorum…
Yeni bir binyıla girerken 65 milyonluk Türkiye’nin haline bakıyorum.
Hiçbir şeyimiz yokken neler yapmışız; her şeyimiz varken neler yapmıyoruz?
Bir de ortamda Mustafa Kemal’e saldıranlara bakıyorum.
Siz de bakın. Atatürk’ü anlamak yetmez.
Cumhuriyetimize saldıranların ne yapmak istediklerini anlayamazsak, Cumhuriyetimizi koruyamayız.
VURAL SAVAŞ
Emekli Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı
Bir yanıt yazın