Devletin insan hakları beyanlarının insan haklarıyla ilgisi yoktur.. Zeki TOMBAK
Recep Tayyip Erdoğan’ın 2 Mart 2021 günü ilan ettiği “İnsan Hakları Eylem Planı”nın, bu konunun Türkiye’deki tarihini bilenler bilirler ki, insan haklarıyla ilişkisi, en azından doğrudan ilişkisi yoktur.
Türkiye’nin siyasi elitleri bu konuyu, sadece Cumhuriyet döneminde değil, ilk defa gündeme geldiği Tanzimat Fermanı’ndan bu yana; her zaman, uluslar arası ilişkilerdeki sıkışmışlıklarından bir süre için kurtulabilmek, bir devletin ülke içine müdahalelerine karşı bir başka devletin veya ittifakın korumasına sığınmak; bir iç ayaklanmanın bastırılması için yabancı devletlerin yardımına muhtaç olmak; Soğuk Savaş döneminde emperyalist blok içinde yer almak, AB üyeliği ve benzeri maksatlarla gündemlerine almışlardır.
İnsan hakları politikası bu coğrafyada, bu devlet geleneğinde, Tanzimat’tan bu yana, öncelikle uluslararası siyasetin bir pazarlık aracıdır. Osmanlı bürokrasisi için olduğu gibi; Cumhuriyet rejimi için de, siyasal islamcı AKP iktidarı için de. Dolayısıyla bu alandaki dokümanlarda yazılmış ve altına imza atılmış hükümleri bir hak, bir insani değer haline getirmek, bizzat imza atanlarla çok zorlu, ağır bedelleri ödenen bir mücadelenin ürünü olabilmektedir.
İlginç olan ise, 19. yüzyıl Osmanlı devlet aklı da, Cumhuriyetin devlet aklı da, AKP-MHP rejimi de, insan hakları konusundaki taahhütlerini, kendisi ciddiye almak ve uygulamak için değil; uluslararası ilişkilerde, dönemin güçlü devletleri ciddiye alsın ve bir süre kendi kamuoyunu oyalayabilsin veya hasım üçüncü devletlere karşı kullanabilsin diye ilan etmişlerdir.
1856 Paris Kongresi’ni anlatan bir resim
Elbette iktidarların maksadı ne olursa olsun, bu belgeler toplumsal bir kazanımdır, uygulanması ve geliştirilmesi yönünde verilecek mücadeleler için hukuki bir zemindir. İktidarların samimiyetsizliği ne kadar gerçek olursa olsun, bu zeminleri yok saymak, küçümsemek ve önemsizleştirmek insan haklarının gelişmesinden yana olanların tutumu olamaz.
Özellikle 12 Eylül faşist darbesinin en ağır koşullarında siyasi şubelerin, DAL işkence merkezinin, başta Diyarbakır ve Mamak Cezaevi işkencehanelerinin kapılarında, evlatlarının, eşlerinin, kardeşlerinin, başta yaşam hakkı olmak üzere, insan haklarının mücadelesini veren devrimci tutsak yakınlarının, bu mücadeleden kan/can pahasına ilmek ilmek yarattığı İHD ve TAYAD, daha sonra TİHV gibi birikimlerin değerini bilenler için, böyle bir küçümseyici tutum asla sözkonusu olamaz. Özellikle İHD bugün sadece devrimcilerin değil; hakları ihlal edilen herkesin ortak kazanımıdır, Türkiye toplumunun bir büyük birikimidir
Bu bakımdan 1839 Gülhane Hatt-ı Hümayunu, diğer adıyla Tanzimat Fermanı da, Kırım savaşı sonrası düzenlenen 1856 Paris Kongresi de, 1948’de Paris’ta yapılan BM Genel Kurulunda kabul edilen BM İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin imzalanması da, 1950’de Avrupa İnsan Hakları sözleşmesinin ilk imzacılarından olmak da, 1973’ten itibaren Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansına katılmak ve 1975’te Helsinki Nihai Senedinin imzacılarından olmak da, imzayı atan iktidarların niyeti ne olursa olsun, Türkiye toplumu için çok kıymetlidir.
Nitekim Türkiye Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı çerçevesinde 1990’da Paris Şartı’nı kabul etmiş ve 1994 Budapeşte Zirvesinde Konferans örgüte dönüşürken Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın üyesi olmuştur.
Başka sözleşmeler, protokoller de var ve hepsi de binbir mücadelenin, ödenmiş bedelin, ortak akıl seferberliğinin, dayanışmanın, belki artık kimsenin hatırlamadığı insani dramlar dizisinin ürünüdür
Türkiye devleti, elbette bu uluslararası sözleşmelerin bazılarına şerhler koymuştur.
Diğer taraftan uluslararası kapitalist-emperyalist sistemin merkez devletleri de bu büyük literatüre kendi toplumlarındaki toplumsal ilerlemeden yana güçlerin, dinamiklerin, 2. Dünya savaşı gibi büyük trajedilerin ve Soğuk Savaş gibi toplumsal muhalefete karşı devletler eliyle yürütülen ölçüsüz gerici, baskıcı uygulamaların, organize ve sistematik suçun deşifre edilmiş olmasının basıncı altında ve politik amaçlarla katkıda bulunmuşlardır.
Özellikle bağımlı ülkelerde, soğuk savaş dönemi boyunca gerçekleştirilen askeri darbelerin ağır insan hakları ihlallerine, bu uluslararası birikim batı dünyasının kazanımı iken yol verilmiş, destek olunmuş veya ağır ve sistematik insan hakları ihlalleri görmezlikten gelinmiştir.
Esasen Türkiye devleti, insan hakları alanındaki ağır sicilini, “dost ve müttefik medeni Dünya’nın” bu görmezden gelme tutumuna, insan hakları konusundaki hassasiyetini, emperyal çıkarlarından çok sonraki bir sıraya yerleştirmesine güvenerek inşa etmiştir.
Muhaliflere, daha çok komünistlere yönelik Sansaryan Hanı ve Siyasi Şube ile sembolleşen işkence geleneği, 1960’lara kadar Türkiye’nin ilerici bütün aydınlarını tezgahtan geçirmiştir. Ruhi Su’nun tırnaklarını söküp, mendiline koyarak eline veren bu rutin gelenek, 27 Mayıs 1960 darbesinden itibaren 12 Mart, 12 Eylül, kısmen 28 Şubat ve 15 Temmuz ile kurumsallığını geliştirmiş ve giderek icraatlarını gizlemekten, teşhir etmeye, sadece Türkiye halklarının değil, dünyanın gözüne sokmaya yönelmiştir. 1990’lar boyunca Kürt şehirlerinde Beyaz Toroslar, Hizbullah’ın Takarof tabancalı ve satırlı saldırıları, Jitem ve toplam 17 bin faili meçhul; şimdi siyah transportırlarla ülkenin Ankara başta olmak üzere batısında da faaliyet icra etmektedir. 12 Eylül’ün Derin Araştırma Labaratuarı DAL ve M. Ağar işkence konusunda nasıl bir sembol niteliği kazanmışsa; şimdi de Çiftlik ve siyah transportırlar benzer seviyede sembolleşmişlerdir
Erdoğan’ın “İnsan Hakları Eylem Planı” bugüne kadar bu alanda ortaya konmuş en içeriksiz, inandırıcılıktan en uzak beyanname olmakla kalmıyor; “Batı Demokrasilerinin” devletler/hükümetler seviyesindeki samimiyetsizliğine en fazla güvenen, eğer bir sürprizle karşılaşacaksa, pazarlığa en geri noktadan başlayan bir “oyun” olarak sahne alıyor.
Zerre kadar inandırıcılık arzu edilseydi, yapılması gereken, bu planın açıklandığı saatte, planın sanki bir muhalefet partisinin beyannamesi gibi eleştirdiği mevcut hukuka da apaçık aykırı uygulamalar nedeniyle tutuklu veya hükümlü olan on binlerce siyaset ve düşünce suçlusunun cezaevlerinden salınmasına dair bir moratoryumun, Erdoğan’ın açıklamasına eşlik etmesiydi. Aksine aynı saatlerde Yargıtay AKP-MHP iktidarının talimatlarının basıncı altında HDP hakkında bir inceleme başlattığını duyurdu.
Adalet Bakanı ise, bu eylem planının 2 yıla yayılan bir uygulamaya konu olacağını ilan etti.
Öyle anlaşılıyor ki iktidar, Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş gibi tamamen hukuksuz olarak yıllardır ceza evinde tutulan sembol isimler için bile tek tek pazarlık yapma peşindedir. Adalet Bakanı’nın bu “eylem planının” 2 yıllık bir takvim içinde gerçekleşeceğini açıklaması, “bizden hemen bir şey beklemeyin” açıklamasıdır, pazarlığa davettir.
Erdoğan’ın açıkladığı metnin, uluslararası kurumlarla, Almanya gibi AB üyesi ülkelerle, Anayasa Mahkemesi ile “istişare edilerek” hazırlandığı, çevirisinin yapılıp BM, Avrupa Konseyi, AB, AGİT ve benzeri kurumlara dağıtımının yapıldığı açıklandığına; fakat Osman Kavala bile serbest bırakılmadığına göre, rejim konuyu bir “at pazarlığı” olarak görmektedir.
AB’nin de bu oyuna razı olduğuna inanmış görünüyorlar.
Oyunu ABD’nin yeni Başkanı Biden’in bozacağına dair beklentisi olan geniş bir muhalif kesim olduğunu görüyorum. Uluslararası ilişkilerin, ihtiyaçların, baskıların, korku ve endişelerin, belki Dünya’da en çok, AKP’den öncekiler de dahil, Türkiye’deki iktidarları etkilediğni biliyorum. Bunu bildiğim için kimseyi ABD’den AKP iktidarını zora sokacak adımlar bekliyor diye kınayacak değilim.
Ama Türkiye’nin demokratikleşmesi ve özgürleşmesi yönünde bir gelişme istiyorsak; enternasyonalist dayanışmanın değerini asla unutmadan ve küçümsemeden; asıl dönüştürücü ve sonuç alıcı etkiyi, Türkiye demokrasi güçlerinin ortaklaşma ve birlikte mücadele etme becerisinden beklemeliyiz.
Çünkü bu ortaklaşmayı inşa edebiliriz. Bu ortaklaşmayı enternasyonal dayanışma ile güçlendirebiliriz.
Bir yanıt yazın